Karl Marx ve Friedrich Engels’in Kaleminden Thomas More ve En Önemli Eseri Ütopya

Eserleri, görüşleri ve yaşam tarzıyla Kral’a ters düşen Thomas More, 6 Temmuz 1535′te “Kötü bir amaç uğruna haince ve şeytanca davranmak” suçuyla idama mahkum edilerek kafası kesildi. İbreti alem için Londra Köprüsü’den halka teşhir edildi. İdam edileceği kendine bildirildiğinde her zamanki güler yüzüyle; “Krala gönlüm borçlu kaldı. Bu berbat dünyanın acılarından beni böyle çabuk kurtarma yüceliği gösterdiği için.” dedi. Ardından More bir şölene gider gibi giyindi. Celladı yanına geldiğinde ona bir altın lira hediye verdi. Cellat geleneklere uyarak diz çöküp onu bağışlamasını dileyince celladı ayağa kaldırıp öptü. Başını kütüğün üstüne koydu.

Haluk Özkan, sevilen şarkı, türkü ve klipleriyle cafrande.org’ta

Özgün müzik sanatçısı Haluk Özkan 1965 yılında Kayseri’de doğdu. İlk Öğrenimini Kayseri de Orta öğrenimini İzmirde tamaladı. Bir dönem izmir iktisat fakültesine devam eden Özkan, İstanbul devlet opera ve şan bölümüne birincilikle girdi. Sinema ve Televizyon üzerine de öğrenim gördü. Bir dönem,İzmir Büyük Şehir Belediye’sinde sanat danışmalığı görevinde de bulundu.

21. Yüzyılda Marksizm ve Sosyalizm: İşçi Sınıfı (Her Zaman) Devrimci midir? – Erkin Özalp

Bu kitabı okumakta olduğunuza göre, dünya üzerindeki en şanssız insanlar arasında yer almadığınız kesin! En azından, yoksulluk yüzünden yeterince beslenemeyen 925 milyon insandan biri değilsinizdir. [1] Sayılar büyüdükçe, onları anlamak zorlaşır. Bir başka şekilde ifade edilecek olursa, bugün, aynı gezegeni paylaşan neredeyse her 7 kişiden biri açlıkla pençeleşiyor. Dünya üzerindeki kaynaklar kıt olduğu için mi? Hayır. Dünya üzerindeki iktisadi varlıkların yüzde 40’tan faz­lası, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 1’inin elinde olduğu için![2] Milyarlarca insan, küçük bir azınlık tarafından, açlıkla terbiye ediliyor. Bu dünyaya gelen bir çocuğun sağlıklı bir şekilde geliş­mesini sağlayacak kadar beslenmesi, sağlık hizmetlerinden yararlanması, iyi bir eğitim alması ve insanlığa da katkıda bulunacak bir şekilde çalışmaya başlaması, neredeyse tümüyle, o çocuğun şansına bağlı.

Cemal Süreya Şiirinde Bedenin Yazınsallaşması: Çapkınlık ve Bedenin Ekonomi-Politiği

Türkiye’nin önde gelen şairlerinden Cemal Süreya’nın (1931-1990) şiirinde yazınsallaşan beden, kadın bedenidir. Cemal Süreya şiirinde yazınsallaşan bedenler üç kategori altında ele alınabilir: Anlatıcının bir “çapkın” olarak konumlandığı şiirlerdeki “öteki beden”, anlatıcıyla aşk yaşayan ve hemen her zaman idealize edilen “kusursuz beden” ile cinsel imkanları vurgulanmayan ve bu yüzden kusuru da gösterilen “kusurlu beden”. Cemal Süreya’nın hemen hemen bütün ilk dönem şiirlerinde başka bir bedenle karşılaşılmakta, bazı şiirlerde ise birden çok beden söz konusu edilmektedir. Bu dikkat, bu şiirlerdeki “çapkınlık sistemi”ni çözümlemeye yönelmemize neden olmuştur. Cemal Süreya’nın, erotik vurgu taşısın taşımasın, aşka ilişkin şiirlerinin çoğunda kadın bedeni kusursuz bir form olarak betimlenmiştir.

Ahmet Nesin’den Engin Ardıç’a: Çok Zavallısın Engin Ardıç…

Kedi 9 canlıdır, kağıt 5 canlıdır”, Paris’te heryer bu afişlerle doluydu, buna benzer değişik sloganlarla yazılmış afişler de vardı ama benim en çok ilgimi bu slogan çekti. Dünyanın sayılı medeni başkentinde birileri hâlâ kağıdın önemini afiş yapıyorken, bunu çocuklarına, kağıdın henüz kıymetini anlamayan kitlelere anlatmaya çalışıyorken bizde Engin Ardıç diye biri EDP’yle Yeşiller Partisi’nin birleşmesini eleştiren (Esasında siz anlayın diye ‘eleştiren’ yazdım çünkü bu adam okuduklarını anlamadığı için yanlış yazmış, eleştirmeyi henüz öğrenememiş) bir yazı yazmış.

Fikret Başkaya: “Neden yoksulluk var? Neden yoksulların sayısı sürekli artıyor?”

Zenginlik, yoksulluk ve özel mülkiyete dair Neden yoksulluk var? Neden yoksulların sayısı sürekli artıyor ve artmak zorunda? Göreli ve mutlak yoksulluğun sürekli büyümesinin sebebi nedir? Neden hep ?yoksullukla mücadeleden? söz edildiği halde yoksulluk çığ gibi büyüyor. Yoksullukla mücadele söylemi neyi gizliyor? Bunun doğrusu zenginlikle mücadele olması gerekmiyor mu? Eğer öyleyse neden hiç ?zenginlikle mücadele? diye bir şey akıl edilmiyor? Zenginlikle mücadele akla gelmiyor zira zengin ve zenginlik bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır… Tabu söz konusu olduğunda, ondan söz etmek yasaklanır. Kimse ağzına almak istemez, almaya cesaret etmez… ?Ayıbı açığa vurmanın âlemi yok? denecektir… Bir şarkıcının iki saatte kazandığını, asgari ücretle çalışan biri nasıl olup da tam 11 yılda kazanabiliyor?

Aytekin Ataş, sevilen şarkılarıyla cafrande.org’ta

Dersim’li bir ailenin çocuğu olarak 1978’de dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği mezunu olan sanatçı, müzikle uğraşmaya Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nde başladı. Daha sonra Kalan Müzik’in yayınladığı çeşitli albümlerde besteci, düzenlemeci ve müzik yönetmeni olarak yer aldı. 2006 yılından itibaren ağırlıklı olarak film ve dizi müzikleri yapmaya başladı. Özelikle “Bir Bulut Olsam” adlı dizide seslendirdiği  Üryan Geldim, Mecnunum Leylamı Gördüm, Turnam Gidersen Mardin`e, Tu Kulîlk î  gibi şarkılarıyla tanındı.

Osmanlı gayrı-resmi tarihin önemli aktörü: Şeyh Bedreddin

“Bir yere ulaşabilirliğin ilk adımı, olduğunuz yerde kalamayacağınıza karar vermektir.” [1]
Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi, duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler, gümüş ibriklerde şarap, bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi. Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi. Çelebi hünkâr idi amma Âl Osman ülkesinde esen bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi. Köylünün göz nuru zeamet alın teri timar idi. *

“Müsaade ederseniz, ben de oturabilir miyim?” Tülsü’yü Sevmek – Aziz Nesin

Sevgili V.D. “Seni Seviyorum Tülsü” yazılı telgrafımı alınca, bu da ne demek oluyor,Tülsü de kim, diye çok şaşırmışsındır. Aklı başında bir insanın yapacağı şey değildi doğrusu. Ama o telgrafı çekerken tam olarak aklımın başımda olduğunu söyleyemem. O gün bir uyurgezer gibiydim. İstencim dışında o telgrafı çektim sana. Yabancısı olduğum dünyanın bu sayılı kalabalık kentinde bir haftadan beri ilk o gece bir başıma kalmıştım. Yabancı bir kentte insanın yalnızlığı daha bir katmerleniyor. Yalnızlıktan, içinde bulunduğum hava sanki yoğunlaşıp ağdalandı ve ben bu ağda içinde zorlukla kımıldıyordum. Bu ruh hali içinde, bilincimi içkide yitirip kendimi unutmaktan başka umarım yoktu. Kaldığım otelin dolaylarındaki pahalı restoranlara, gazinolara gitmek istemedim. Çünkü, kolalı insanlar, kolalı masa örtüleri, kolalı konuşmalar değil, buruşuk insanlar, buruşuk masa örtüleri, buruşuk konuşmalar arasında salt kendimle başbaşa kalmak istiyordum.

Türkiye’nin ilk kadın sosyalist akademisyeni; Behice Boran

Cinsiyetçi ayrımcılığın ve baskıcılığın, gündelik yaşamın tüm alanlarında kendini gösterdiği bir dönemde Türkiye’nin ilk kadın Marksist kuramcısı, ilk kadın sosyalist akademisyeni, sosyal bilimler alanında ilk saha araştırmasını yapan kişi ve ilk kadın siyasi parti başkanı olarak tarihimizde yerini aldı Behice Boran. Yaşamının büyük bölümünü emekçi halktan yana mücadele ile geçirdi. 1965 seçimlerinde Urfa’dan TİP milletvekili olarak seçildi. 1940’lardan sonra sürekli baskı altında tutulan Boran, en son gözaltına alındığında 70 yaşındaydı. 1980 yılında siyasi mülteci olarak Belçika’ya gitti. 1981’de yurttaşlıktan çıkarıldı. 7 yıllık sürgün yaşamından  sonra 77 yaşında 1987 sabahı yaşama veda etti.

Tek Başlı Başına Bir Erk Kaynağı Olan Ses, Ego ve Öfke – Murathan Mungan

Bildiğiniz gibi, “ses kirliliği” modern çağın bir kavramıdır. Bizim gibi çağına geç kalmış toplumlarda, gündelik hayatın örgütlenmesinde başına sürekli yeni dertler açar. Toplumsal kültürümüzde sese tek itiraz, ancak herkes yattıktan sonra diye bilinen gece yansı sonrası gürültülerine olabilir. Bir de ezan okunurken diğer seslerin susturulması gerekir. Sonuna dek açılmış cami hoparlörlerinden yükselen ezan, yalnızca müminleri namaza çağırmaz, aynı zamanda yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu iddia edilen bir ülkede Müslüman ya da mümin olmayanlar üzerindeki hükümranlığını da ilan eder. Ses, başlı başına bir erk kaynağıdır. Bu yüzden ince ayar gerektirir; her şeyde olduğu gibi seste de ince ayar yapmak, bir uygarlık ölçütüdür.

Her yere yayılıp hayatın normaline dönüşen şiddetin içimizdeki kaynağı – Uz. Dr. Mehmet Uhri

0

Her türden şiddetin hayatımızın normal bir parçasına dönüştüğünün farkında mısınız? Çoğumuz, derdini anlatabilmek için bile sesini yükseltmeden konuşmanın eziklik olarak anlaşılacağı endişesini taşıyor. Şiddetin her türlüsünün normalleştiği, iletişim biçimine dönüştüğü ve dahası kanıksandığı bir dünyada yaşıyoruz. Ailecek akşam haberlerini seyredip yemek yerken şiddetin her türlüsünün yaşandığı dünyayı tepkisizce izliyor, masumane tavırla “tüm bunlara ben ne yapabilirim ki?” diyerek başkalarını suçlamayı seçiyor veya görmezden geliyoruz. Şiddet her yere yayılıp hayatın normaline dönüşüyor.

Yolculuk: “Sessizliğin, dalıp gitmenin, umursamaz gibi davranmış olmanın, bir anlamı vardı”

Başka ücretini ödemeyen var mı?

Aslında biliyor kaptan, arkada dörtlü koltukların sol pencere tarafında oturan yolcu –yaklaşık on, on beş dakikadır -göndermemişti parasını. Diğer yolcular ödeyerek koltuklarına geçmelerine rağmen o, arabaya binmiş sallanan bir dal gibi arkaya yönelmişti hemen. Kızarmış ve de ağrılı bir yüz ifadesiyle. “Ücretini dedim”. Sanki yolcu inip gidecekti…“Duymuyordur! Kulaklıklarını takmayı unutmuştur belkide” dedim sessizce. Hayata başlamanın bin bir hali vardı. Ve karşınızdaki insanın yanında değilseniz asla bilemezdiniz onun hangi geceden vardığını sabaha. Ancak tahmin yürütme şansınız olabilirdi.

Tarihin Büyük Sırları: Troya Savaşı Gerçekten Oldu mu? – Paul Aron

Çanakkale’den sadece birkaç kilometre uzaklıkta, Trakya’yı Anadolu topraklarından ayıran dar boğazın Asya yakasında, Hisarlık adlı küçük bir tepe vardır. Heredot, Ksenefon, Plutarkhus ve diğer Yunanlı ve Romalı klasik yazarlara göre, burası Troya’nın, Homeros’un İlyada ve Odysseia’sında geçen Troya’nın bulunduğu yerdir. Klasik Yunanlılar, Homeros’un Troya’yı sahiden görmüş olduğundan emin değillerdi. Buna karşılık, ne anlattığı savaşların gerçekliğinden ne de Hisarlık ve çevresinde geçtiğinden kuşku duyuyorlardı. İnsanların tanrılara benzediği (ve tanrıların da tam anlamıyla insan olduğu) bir dünyada, iki tarafın en büyüklerinin savaştığı yer işte burasıydı! Troya Kralı Priamos’un oğlu Paris’in, dünyanın en güzel kadını Helena’yı Yunanistan’daki evinden kaçırdıktan sonra getirdiği Troya burasıydı! Yunan kralı Agamemnon’un Helena’yı geri getirmek için askerlerine hedef gösterdiği Troya burasıydı!

Fidel Castro: “Che’ye Maceracı Diyenler, Bolivya’ya Gitmesini Hata Görenler Sahte Devrimcilerdir”

Che bütün gerilla yaşamı boyunca gündelik gözlemlerini bir günlüğe not etme alışkanlığını sürdürmüştü. Sarp ve engebeli yollarda, nemli ormanlarda yapılan uzun yürüyüşlerden sonra sırt çantalarının, silahlarının ve diğer gereçlerinin ağırlığı altında ezilen savaşçılar, dinlenmek için mola verdiklerinde ya da yorgun bir günün sonunda kamp kurduklarında, Che’nin -daha ilk anlardan başlayarak Kübalılar ona bu adı vermişlerdi sevecenlikle- küçük bir cep defterini çıkardığı ve bir doktorunkini andıran okunaksız yazısıyla gözlemlerini not ettiği görülebilirdi. Bu notlarından saklayabildiklerinin yardımıyla daha sonraları, Küba’daki devrimci savaşla ilgili, hayranlık veren tarihsel anılarını yazmıştı; devrimci, eğitsel ve insancıl bir içeriğe sahipti bu anılar.

Onat Kutlar: “Nasıl bir sessizlikti bu kardeşler? Niçin başını kaldıran kimse yok unutuşa?”

Yapayalnızdım. Ahşap ve durgun bir gemi aslanının yelesine yaslanıp gözlüklerimi takarak düş’ün kıyılarını görmeye çalıştım. İşte oradaydılar. «Kırılmış itice ayak bilekleri, omuzlarında soluk örtüleriyle yaslı analar.» Ölmüş ve ölecek oğullarını, kocalarını bekleyen kadınlar. Bir kıyıyı boydan boya dolduruyorlardı. Saydamdılar, «denizde gemiler gibi». Ve aralarında kanatları kırılmış bir melek. Bir çığlık gibi sessizdiler. Kumlara ellerindeki değneklerle çizdikleri biçimleri göremiyordum. Üstelik o izleri silecek bir deniz yoktu.

Arthur Schopenhauer Felsefesinde Aşkın Metafiziği – Mert Sarı

0

Tüm diğer canlılarda ve hatta insanlarda da hep erkek seçtiğini, seçimde bulunduğunu sanır. Oysa bu büyük bir yanılsamadır. Gerçeklikte seçim hakkı hep dişil olanın elindedir. Dişil yan, kıt yumurtalarını en iyi dölleyebilecek ve yeni yavruların oluşmasını güvenceye alabilen eş adaylarını gözetir. Doğal dünyada bu kaba kuvvet iken, uygar yaşamda belki de toplumsal işlevsellik ve özel bildirişim yetenekleridir. İstencin tüm devinimlerindeki ana motif önce türün korunması, sonrada sürdürülmesi çabasıdır. Yani önce beslenebilme ve varlığını koruyabilme, sonrasında da üreyebilme çabaları. Türün süreğenliğinin sağlanmasında dişil bedenin çekiciliğinin kullanılmasına Schopenhauer “doğanın hilesi” demektedir. Doğa, amacını elde ettiğinde doğanın hilesi de düşer. Bütünüyle orgazmik bir yatışma, doyum sağlamış bir erkeğe, en seksapel kadın gövdesi bile fazla bir etki gösteremez.

“Neredeyse umudumu kaybetmiştim, çünkü uzun yıllar boyunca bekledik sizi” – Franz Kafka

Çakallar ve Araplar Vahada kamp yapıyorduk. Arkadaşlarım uykuya dalmışlardı. Uzun boylu, beyazlar giyinmiş bir Arap yanımdan geçti, bir süredir develerle uğraştığı için şimdi uyumaya gidiyordu. Kendimi çimlere attım; uyumaya çalıştım; yapamadım, uzaklarda bir çakal uludu; doğruldum. Ve uzaklarda olanlar bir çırpıda yanıma varmıştı. Çakallar sürü halinde etrafımda dolaşıyorlardı, altın gibi parlayıp kaybolan gözleri ve hiçbir şeyi umursamadan çevik ve ritmik bir şekilde hareket eden vücutlarıyla. Çakallardan biri arkamdan yaklaştı, kolumun altını dürterek, üzerime baskı yapıyor, sanki sıcaklığıma ihtiyaç duyuyor gibiydi, ve sonra karşıma geçip neredeyse gözlerimin içine bakarak konuşmaya başladı. “Ben bu civardaki en yaşlı çakalım. Sizinle sonunda burada karşılaştığıma sevindim. Neredeyse umudumu kaybetmiştim, çünkü uzun yıllar boyunca bekledik sizi; annem, onun annesi ve ta çakalların ilk annesine kadar olan bütün anneler bekledi. Gerçekten, inanın bana!”

Rençber Aziz; Sazı ve sözü, görmeyen gözüyle kızıl bir Zaza geçti gönlümüzden

Mikail Aslan’ın albümü ‘Zernkut’a iki ezgisini seslendirdiği Rençber Aziz, 1955 yılında Bingöl  Merkez’e bağlı  Wusfan (Akpınar) köyünde dünyaya gelir. 1956 yılında 1 yaşında  hastalık sebebiyle gözlerini kaybeder. Ancak fiziksel engeller ve yaşam şartlarının   zorlularına rağmen müziğe olan ilgisinden vazgeçmez. Bununla da yetinmeyip toplumsal olaylara karşı tavır alır, halktan yana taraf tutar. Sosyalist dünya görüşünü benimser. Besteleri ve müziği ile toplumu aydınlatmaya çalışır.

Ömer Koçağ Online Yağlıboya ve Lavi Çalışmaları Resim Sergisi

1982 Sivas Şarkışla doğumlu olan Ömer Koçağ, resimle uğraşmaya küçük yaşlarda başladı. Ressam Mesut Eren ve grafik sanatçısı Seda Mit ile çalıştı. “Ne var ne yok?” adlı ilk kişisel resim sergisini Maltepe Nazım Kültürevi’nde 2009 yılında açtı. Koçağ’ın yağlıboya ve lavi çalışmalarından oluşan online resim sergisine aşağıdan ulaşabilirsiniz.