Mustafa Peköz: “Türkiye’nin Suriye politikası esasen İsrail politikasıdır”

Suriye’de muhalifler ile Esad Hükümeti arasındaki çatışma sürüyor. Suriye Ulusal Konseyi, Esad’a karşı birliği sağlamaya çalışırken muhalifler bu kez de Kürtler ile çatışmaya başladı. ABD, AB, Rusya ve Çin Suriye’deki gelişmeleri yakından izliyor, peki süreç nereye varacak? Türkiye, Suriye politikasına yön verirken hata mı yaptı? İslam coğrafyası ve Kürtler üzerine araştırmaları olan Siyaset bilimi konusunda master, sosyal bilimler üzerine doktora yapan ve halen, Fransa’da yaşayan Mustafa Peköz* ile t24’ten  Sibel Yerdeniz bir söyleşi gerçekleştirerek  Suriye’de yaşanan gelişmeler , İsrail’in Gazze operasyonu ve Türkiye’nin tutumu  konusundaki düşüncelerini aldı.

Karl Marks’ın Tarih Yazımına Katkısı – Eric J.E. Hobsbawm

On dokuzuncu yüzyıl burjuva uygarlık çağı kıvanç duyabileceği bazı entellektüel başarılar kazanmıştır, ama yine bu dönemde gelişen akademik tarih disiplini bu başarılar arasında sayılamaz. Çünkü ondokuzuncu yüzyıl, belki tarihi araştırma teknikleri alanında başarılı oldu, ama bunun dışında kalan tarih alanlarında, daha önceki büyük devrimci döneme—Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi—tanık olanların, insan toplumlarımn dönüşümlerini anlamaya çalıştıkları, çoğu kez belgeleri eksik, kurgusal ve fazlasıyla genel tarih denemelerinin de kesinlikle gerisinde kaldı. Leopold von Ran ke’nin  Öğretisinden ve verdiği örnekten esinlenen ve yüzyılın son yarısmda birtakım uzman dergilerinde yayınlandığını gördüğümüz akademik tarih, olgularla yeterince, desteklenmeyen ya da güvenilir olmayan olgularla desteklenen tarih genellemelerine karşı çıkmakta haklıydı. Öte yandan, kendisi de bütün çabalarını bu «olgu»ların toparlanması üstünde yoğunlaştırmış, boylece, belirli türden belgesel kanıtları (örneğin, bazı etkili kişilerin bilinçli kararlarını yansıtan olayların elyazması kayıtları) değerlendirmeye yarayacak birtakım ampirik ölçütler ve bunun için gerekli bazı yardımcı teknikler geliştirmek dışında, tarih yazımına önemli bir katkıda bulunmamıştı.

Dünyanın en ünlü duduk üstadı Djivan Gasparyan’ın ve eserleri

Halk müziğinde kullanılan bir tür nefesli saz olarak bilinen Balaban (Duduk) denilen enstrümanı en iyi kullanan kişi olarak tanınan sanatçısı Djivan Gasparyan (Civan, Er: Ջիվան Գասպարյան) 12 Ekim, 1928 yılında o dönem SSCB bağlı olan Ermenistan’ın Solag kentinde doğdu. Balabanı ilk kez sinemada görerek tanıdı. Küçük yaşta evin geçimine katkıda bulunmak için çalıştı. Topladığı şişeleri satarak altı yaşında ilk balabanını alarak çalmayı öğrenmeye başladı. Çocuk grubundan müzik çalışmalarına katıldı. Gomidas Konservatuarına girdi. Master ve pedagoji eğitiminden sonra konservatuarda öğretim görevlisi oldu.

Furuğ Fehrruhzad: “Anladım birden yolum yok, yolum yok, yolum yok/ Çılgınca sevmekten başka”

Ve sor aynadan Adını kurtarıcının Ve işte senden daha yalnız değil mi Ayaklarının altında titreyen yeryüzü? Yıkıntı elçiliğini, peygamberler Kendileriyle birlikte getirmediler mi çağımıza? Ve yankıları değil mi o kutsal metinlerin Bu patlamalar art arda Bu zehirli bulutlar? Ey dost, ey kardeş, ey herkes! Yazın tarihini gül soykırımının Aya vardığınızda!
Kuş Ölür Sen Uçuşu Hatırla!

Cemal Süreya Anlatıyor: “Erken Yatığım İçin Genellikle Saat 4’te Uyanırım. Bilemedin 5’te”

Her gün sinemaya giderdim gençliğimde. Bir hayat tarzıydı benim için sinemaya gitmek. Tiyatroyu da pek boşlamazdım. Beş on yıl var ki tersine bir alışkanlık kazandım. Buna karşılık kahveye gitme alışkanlığım sürüp gitti. Günde en az üç kahveye girer çıkarım. Şiirlerimin çoğunu kahvelerde yazmışımdır. Çalışırken derin bir sessizlik şart değildir benim için. Hatta uğultu daha iyi. Alışmışım. Fakültede de etüt salonuna pek çıkmazdım. Kantinde ders çalışırdım. Evde radyo sürekli açıktır. Ocak ta açıktır, üstündeki çaydanlık yüzünden. Günde yirmi bardak çay!

Dünya Ekonomisinin Ümitsiz Durumu: Çare Tükeniyor – Niklas Albin Svensson

Durum giderek daha da kötüleşiyor. Önce teşvik yöntemi denendi ve 2010’da başarısız olduğu görüldü. Sonrasında kemer sıkmaya yönelindi, bu da tam bir felaketle sonuçlandı. Miktarsal kolaylaştırma mucizevi bir ilaç değil. Siyasetçiler ve bankalar kolay çıkış yollarına başvurarak olmayacak duaya amin diyorlar.  Normalde para basma enflasyon ile sonuçlanır ancak ciddi durgunluk halindeki bir ekonomide enflasyon kontrol altında tutulabilir. Keza merkez bankaları taze parayı reel ekonomiden uzak tutmaya çalışıyorlar. Örneğin bankalar bu ucuz krediyi bilançolarını iyileştirmede kullandılar, ama şimdi ihtiyatı elden bırakmış gibi görünüyorlar.  Geçtiğimiz iki hafta boyunca merkez bankalarının uyguladıkları politikaların nasıl işe yaramadığı iyice açığa çıktı. Japon hükümeti yeni bütçe üzerinde mutabakat sağlayamadığı için, Japon Merkez Bankası yeni bir miktarsal kolaylaştırma programı açıklamak durumunda kaldı. 

Memleketin Birinde | Aziz Nesin’den Bir Hikaye: Fareler birbirlerini yer!…

Bir zamanlar… Memleketin birinde… Hayır, masal değil bu… En doğrusu, yeriyle, zamanıyla anlatalım. Zaman: Milattan sonra… Yer: Bu yeryüzünde bir yer… İşte yeri belli, zamanı belirli… Gelelim olaya. Söylenilen zamanda, adı geçen yerde, bir büyüüük ambar varmış. Bu ambar, tıklım tıklım yiyecek, yakacak, yunacak, giyecekle doluymuş. Herşey düzenlice ayrılmışmış. Pirinç, nohut, fasulye, bakla gibi kuru zerzavat biyanda, buğday, arpa, çavdar, yulaf gibi tahıl biyanda… Sabunlar, yağlar ayrı yerde; giysiler, ayakkabılar ayrı yerde… Söylenilen yerdeki, adı geçen zamandaki, sözü geçen büyüüük ambarı, çok işbilir birisi yönetirmiş. Bu işbilir, becerikli yönetmen günün birinde ne yapacağını şaşırmış. Çünkü o ambarı fareler sarmış. Yiyecekler gündengüne eksiliyor, peynirler, peksimetler kemiriliyormuş.

“Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur” Aydının Rolü – Jean Paul Sartre

1

Bu tümleyici iki çelişki rahatsız edicidir ama, ortaya çıkmamasından daha az ciddidir. Gerçekten de sömürülen sınıfların bir ideolojiye değil, toplum üzerine edinilecek pratik bir doğruluğa (hakikate) gereksinimleri vardır. Yani, kendilerinin yalnızca söylensel (mitik) bir tasarımını yapmışlardır da, dünyayı değiştirmek için onu tanımak gereksinimini duymaktadırlar. Bu onların hem konumlanmak istedikleri (çünkü bir sınıfın bilgisi tüm öteki sınıfların bilgisi ile onların güç ilişkilerini içerir), hem de kendi organik ereklerini, onların bu ereklere ulaşmalarına olanak verecek olan praxis’i keşfetmek istedikleri anlamına gelmektedir. Kısacası, pratik doğruluklarına sahiplenmeleri gerekmektedir;

Fikret Başkaya: “Saray ile adalet kelimelerinin yan yana getirilmesi tuhaf değil mi?”

Doğal ve sosyal zenginliğin küçük bir azınlığın elinde toplandığı, geniş kesimlerin, açlığa, çaresizliğe, sefalate terkeldiği bir toplumda, hangi adaletten söz edilebilir? Siz kentlerin merkezinde yükselen adalet saraylarının varlığına aldanmayın. Oralarda adalet tecelli etmez, etmesi mümkün değildir. Kaldı ki, saray ve adalet kelimelerinin yan yana getirilmesi tuhaf değil mi? İnsanın, sarayda adaletin işi ne diyesi geliyor… Zira hukuk sisteminin misyonu ve varlık nedeni, verili eşitsiz, dolayısıyla haksız, durumu sürdürmektir. Bu yüzden özel mülkiyet etikle bağdaşmaz, bu ikisi uzlaşmaz çelişki içeren [antagonique] kelimelerdir. Zira, etik eşitliği varsayar, mülkiyet ise eşitsizliğe dayanır, eşitsizliği derinleştirir ve sürekliliğini sağlar. Durum böyle olsa da şimdilerde “hukuk devletinden”, “hukukun üstünlüğünden” çok söz ediliyor. Geçerli hukuk sistemi kimin tarafından oluşturulmuştur, ne amaçla oluşturulmuştur, neyin koruyucusudur? sorusunu soran var mı?

Franz Kafka’nın en yakın arkadaşı, biyograficisi ve kitaplarını yayınlayan kişi olarak tanınan Max Brod

Yahudi kökenli Alman yazar,  çevirmen ve bestekâr Max Brod, 1884 yılında  Prag’da doğdu.  1902 yılında bir toplantıda  Kafka’nın ile tanıştı.  O günden itibaren uzun yıllar arkadaşlık ettiği Kafka, 1924 yılında ölüm döşeğinde iken kendisinin isteği ve desteği üzerine yazdığı yazıları ve günlüklerini yakmasını vasiyet etti. Arkadaşının bu vasiyetini yerine getirmek yerine onu ve eserlerini tanıtmanın daha iyi olacağını düşünerek 1925 yılından itibaren yayımlamaya başladı. İleriki 30 yıl içinde Kafka’nın biyografisiyle birlikte birçok eserini yayımladı.   Kafka’yı “Zamanımızın en büyük yazarı” olarak niteleyen Max Brod, Kafka için söylenen “Kafkaesk” kavramının Kafka’ya kesinlikle uymadığını belirtti.   

“Kürt düşmanlığı, Erdoğan’ın altını oyuyor” Haklılığın inadı / Erdoğan’ın inadı – Ragıp Duran

Birisi Erdoğan’a hatırlatmalı: Kürt siyasî hareketinin muhalefeti öyle CHP muhalefetine filan benzemez. Bu hareket, kısa vadeli düşünürsek, 1984’ten bu yana, kimi kez tökezlese, gerilese de, bugüne kadar hem siyasî hem de diğer alanlarda mücadelesini yürüttü, yürütüyor. Kürt siyasî hareketinin sosyolojik, ideolojik, hatta duygusal altyapısı öyle AKP seçmenininkilere filan benzemez. Statü, kimlik ve dil talepleri uğruna bugüne kadar onbinlerce insan canını verdi. Üstelik bugün artık, özellikle Irak Kürdistan Özerk İdaresi ve Suriye’deki Kürt ayaklanma ve yapılanmasından sonra Türkiye Kürtlerinin eskiye oranla ayağı yere daha sağlam basan politikalar geliştirdiğini ve uyguladığını herkes görüyor.

Nazım Hikmet’in Açlık Grevi “Millete Verdiğim Açık İstidaya Canımı Pul Yerine Kullanıyorum”

Nâzım Hikmet, 28 Aralık 1938′de Askeri Yargıtay’ın onaylamasıyla hiçbir suçu olmadan toplam 28 yıl 4 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. Şaire isnat edilen suç “orduyu isyana teşvik etmek”ti. 1949 yılına gelindiğinde Nâzım toplam 12 yılını hapishanede geçirmişti. Ve kendince artık dayanma sınırına gelmiş ve farklı “mücadele yollarını” denemeye hazırlanıyordu. Sonunda Nâzım 8 Nisan 1950′de açlık grevine başladı. Avukatının isteği üzerine açlık grevini bir süre durduran şair, 1 Mayıs 1950′de tekrar greve başladı, 13 Mayıs’ta Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastahanesi’ne kaldırıldı. Sonunda 19 Mayıs 1950′de açlık grevine son verdi. Bu arada iktidar değişmiş 14 Temmuz 1950′de çıkarılan af yasasıyla da Nâzım Hikmet tahliye edildi.

“Yapay Karşıtlığın ve İşbirliği Sistematiği” Yeni Sinsiyet’in İkbal Ezberi – Zafer Yalçınpınar

Yeni sinsiyet tipolojisi[1] tarafından kurgulanan tüm enstrümanların birer saat gibi tıkır tıkır işlemesine, cehalet alanının genişleyerek devasa bir cehalet ortamına dönüşmesine, işbu havzadaki dipsizlik duygusunun gün be gün artmasına, tüm yanıltıcı salvoların veya retorik arsızlıklarının[2] “mutlak bilgi”ye bağlanmasına, ortamdaki yandaş-paydaş etkileşimlerinin endüstrileşmiş bir menfaat-sömürü çizelgesinde üssel olarak hızlanmasına ve nihayetinde yeni sinsiyet tipolojisinin oligarşik bir yönetsel katmanda(kulede) müstahkem mevki kazanmasına[3], kısacası, bu kör keşmekeşinin tümüne şahit bulunmanın ya da kalmanın biriktirdiği “susku” korkunçluğunu, “susku” gerginliğini ve “susku” öfkesini nasıl anlatabiliriz?

“Kendime, söyleyecek söz bırakmadım” Tehlikeli Oyunlar – Oğuz Atay

Anlamak için, insanın bazı eksik yönleri olmalı. Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca biraz isteksiz de olsak, hepimiz sahnenin bir yerinde, bizi çevreleyen büyük ve uzak bir dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak, birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız. […] İnsanlarımız aynı piyesi yıllardır aynı biçimde oynamanın yorgunluğu ve gerçeğe bir türlü benzetememenin bezginliği içindeyken ben, bizlere bugüne kadar hiç yararı dokunmamış aklın -daha doğrusu, akıl olduğunu sandığımız akıl taklidinin- zincirlerinden kurtularak, bütün ülkeleri ve onların gerçek kişilerini içine alan büyük oyunun heyecanı içinde bulunuyorum.

“Erdoğan’ın idam söyleminin sebebi milliyetçi oyları” İdamlık Erdoğan – Ahmet Nesin

27 Mayıs darbesinde başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarını anayasayı ihlalden idam ettiler ve ardından ilk iş olarak yeni bir anayasa yaptılar. Talat Aydemir ve arkadaşları yeni bir darbe yapmak istediler, birincisinde kurtuldular ama ikincisinde anayasayı ihlalden onlar da asıldı. Hemen sonra iktidara gelen Adalet Partisi başkanı Süleyman Demirel ve arkadaşları bu anayasanın Türkiye’ye bol geldiğini söylemeye başladılar. Derken 12 Mart darbesi yapıldı, Deniz Gezmiş ve arkadaşları anayasayı ihlalden asıldılar, asanlar anayasayı ihlal ederek ülke yönetimine el koyan asker ve onu destekleyen sivil siyasetçilerdi. Birbiriyle kavga eden partiler hemen uzlaştı, CHP’den başbakan seçildi, AP de o başbakanı ve bakanlar kurulunu destekledi.

Nietzsche: Ey yargıçlar ve kurban edenler, hayvan başını eğmeden öldürmek istemiyor musunuz?

Böyle kendi elinden acı çeken için kurtuluş yoktur, meğerki tez bir ölüm gele. Sizin öldürmeniz, ey yargıçlar, acıma olmalıdır, öç alma değil. Ve öldürürken, kendiniz hayatı haklı çıkarmaya bakın! Öldürdüğünüzle barışmanız yetmez. Üzüntünüz, Üstinsan sevginiz olsun: böyle haklı çıkarırsınız sağ kalmanızı! «Düşman» demelisiniz, «alçak» değil; «sayrı» demelisiniz, «düşük» değil, «deli» demelisiniz, «günahkâr» değil. Ve sen, ey kızıl yargıç, aklından geçenleri açığa vursan, şöyle haykırır herkes: «Defolsun şu pislik ve ağılı böcek!» Oysa düşünce başka, eylem başka, eylemin tasarımı yine başka. Nedensellik çarkı bunlar arasında dönmez.

Aşkın ve kavganın şairi Adnan Yücel şiirleri: Sevdim bütün insanları insan yanlarını/ Sen de seveceksin

Bir Ses Adnan Yücel Onurun çırpındığı bütün göğüslerde Azgın lokomotifler gibi her nefes Bir ses dolaşıyor yürekten yüreğe Bir ses Yalayarak geçiyor demir kapıları Telörgülerde parmaklıklarda dolaşıyor Kimse görmüyor belki duymuyor da Bir ses dolaşıyor her yerde her an Bir ses Bir ses ki yaşamın tümüne özdeş Sağırların kulaklarına fırtınadır Körlerin gözlerinde güneş

“Ne yaptığımı bilmiyorum. Bir de baktım, karakoldayım” Edebiyat Meraklısı – Aziz Nesin

İkinci kata yeni bir kiracı taşındı. Kiracıların taşınması kolay oldu da, eşyalarının taşıması bir hafta sürdü. Bilirsiniz ya, şimdiki apartmanlar, bizim eski evlerimiz gibi değil. Aynı apartmanda oturup da birbirlerini tanımıyan, selamlaşmayan komşular bile var. örneğin, iki yıldanberi yanımızdaki apartmanda oturan sarışın kadının randevuculuk yaptığını, evinin basıldığını, ancak gazetelerde okuduktan sonra öğrendik. Üst katımıza taşınan yeni kiracıları da tanımıyordum. Bir sabah Kapıdan çıkarken, irikıyım bir adam, şapkasını göbeğinden aşağıya kadar indirip, aşırı nezaketle selam verdi. Ben de selam verdim, geçecektim. Bendeğiz, Mümin Ekrem Ozaner, dedi.

“Nehir, tüm engellemelere karşın akıp gidiyor” | Barbarlar ve Köpekler – Onat Kutlar

Kitabın son sayfalan diyor ki, “Ama gene de tümüyle yok edilemedi her şey. Uygarlık birikimi, ilerde canlanabilecek bir bitkisel yaşam durumunda bile olsa, korundu. Uzun çağlar boyunca biriken kültürel sermaye, bu kez de geçmiş çöküşlerde yitenlerin toplamından daha fazla eksilmedi. Nehir, tüm engellemelere karşın akıp gidiyor. Belki sürekli değil gelişme. Yukarı doğru yükselen grafik eğrisi, bir dizi iniş ve çıkışlardan geçer. Fakat, arkeoloji kadar, tarihin de araştırabileceği alanlarda, hiçbir iniş, bir önceki dönemin en aşağı düzeyine kadar düşmez. Her yeni doruk noktası ise, kendisinden önceki doruğu aşar.”

Cemal Süreya Şiirinde Bedenin Yazınsallaşması: Erotojenik Bir Yüzey Olarak Beden

Erotizm üzerine üretilen düşünceler, onun “insana ilişkin” olduğu noktasında birleşirler. Buna göre cinsellik doğal ise, erotizm insanidir. İnsanın doğal olanı bozarak, daha doğrusu ona müdahale ederek oluşturduğu “kültür”ün bir parçası da, kültürün cinsel alandaki görünümü olan erotizmdir. Erotizmin yazınsallaşmasının Cinsel Yasa’ya uygunluğu, tartışılagelen bir konu olmuştur. Ancak öteki sanatlar gibi şiir de, erotizmi bir tema olarak kullanmayı sürdürecektir. İnsana ilişkin olan erotizmin, bir insan etkinliği olan şiirde yer bulması doğaldır. Nitekim, bu konuda “bağnaz düşüncelere sahip” kesime destek veren “Dr. Von Krafft-Ebing Cinsel Psikopatlık adlı kitabı[nda] yüksek kültürün erotizmin temelleri üzerinde yükseldiğini […] teslim [etmektedir]: ‘Cinsel temelleri olmasa ne durumda olurdu şiir ve plastik sanatlar!'” (Gay). Plastik sanatlarla şiiri karşılaştıran Lessing de benzer düşünceleri ileri sürer: “Şiir, çehre ve beden güzelliğini tasvir edecektir, lakin kendi tarzına göre, ve kendine mahsus vasıta ve usullerle, eğer onu bize maddi ve görünen unsurları içinde gösteremiyorsa, tesirleri içinde, ruhumuzda yaptığı intibalar içinde gösterecektir” (Lessing).