Basında Taraf tartışması Sürüyor: İstifaların Gerçek Sebebi Ne?

ahmetaltanAhmet Hakan (Hürriyet) Ahmet Altan neden istifa etti? AHMET Altan’a bakıyoruz: Herhangi bir gerekçe açıklamıyor. Taraf’ın sahibine bakıyoruz: “Ahmet Altan’a minnettarız” diyor, başka bir şey demiyor. Dedikodulara bakıyoruz: Kimi “iktidar baskısı” diyor. Kimi “maddi sorunlar” diyor. Kimi “misyonu tamamlandı” diyor. Kimi “Ahmet Altan zaten gazeteye uğramıyordu” diyor. Bu her şeyi belirsiz bırakma hali… Her şeyi açıkça söylemekten imtina etmemekle övünen bir gazeteye de, o gazetenin babası konumunda olan Ahmet Altan’a da yakışmıyor.

Franz Kafka: Gitmek istiyor ama çıkışı gösterseniz yerinden bir milim kıpırdamıyor

Bunu izleyen akşamlardan birinde, K. çalışma odasını ana merdivenden ayıran koridordan geçerken -son çıkanlardan biriydi ve bir lambanın zayıf ışığında son işlerini tamamlamakta olan iki odacı dışında kimse kalmamıştı- hep basit bir ardiye zannettiği odanın kapısının ardından inlemeler duydu. Çok şaşırmıştı. Durdu ve yanılmadığından emin olabilmek için bir kez daha dinledi. Bir an sessizlik oldu, sonra inlemeler yeniden başladı. Aklına ilk gelen, bir tanık gerekebilir düşüncesiyle gidip bir odacı bulmak oldu; ama öylesine meraka kapılmıştı ki, kapıyı açıverdi. Düşündüğü gibi, bir ardiyeydi burası. Eşik, işe yaramaz basılı^çâğıtlar, yerde ters duran içi boş eski toprak mürekkep hokkalarıyla doluydu. Ama odanın ortasında, tavanın basıklığı yüzünden hafif iki büklüm duran üç adam vardı. Raf üstüne yerleştirilmiş bir mum aydınlatıyordu onları.

Aziz Nesin: Neden bitakım politikacıları seyis atına benzettiyorum?

aziz nesinBizim kuşağımız, Türk tarihinin en önemli bir dönemini yaşamak mutluluğuna erdi, ya da mutsuzluğuna uğradı. Bu, çok partili demokrasi dönemine girişimizdir. (Başyazı gibi kuru bir başlangıç. Böyle de hikaye olur mu?) îşbu “Seyis Atı” adlı hikaye, işte böyle çok kuru ve sıkıcı bir önsözle başlar. Çünkü hikayenin yazan, politikacılarımızın pek çoğu ile seyis atlan arasında sıkı benzerlikler olduğuna inanmaktadır. (Vicdan hürriyeti varsa, inancıma saygı göstermek zorundasınız; size acıyorum.) Çok partili döneme girdiğimiz 1945’ten bu yana gördüğüm politikacıları, ikiye ayırabilirim: Bayağı ata benzeyenlerle, seyis atma benzeyenler. (Bişeycikler demem, dilerim, politikacıların eline düşesin…)

“Kalmışım bir başıma,/ Bir başıma ve uzak./ Biliyor musun?” Ahmed Arif Üzerine – Cemal Kanayazan

 . “Bir bilsen

kimlere tasa, kedersin,

Anlar mısın, şaşırıp ağlar mısın ki?(*)

Erken yaşlarda şiire başlamış bir şairdir Ahmed Arif. Henüz on beş yaşındayken ilk şiiri olan ‘Gözlerin’ adını verdiği çalışması, Kasım 1942’de Afyon Halkevi’nin çıkardığı ‘Taşpınar’ adlı dergide yayımlanır. İkinci şiiri de yine aynı yıl ‘Millet’ dergisinde ‘Yollarda’ adı ile.

“Ölümü Beklerken” Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar – Derya Devrimsel

Günümüzde yaygınlığını yitirmesine, eski usul kalmasına rağmen mektupların yeri her zaman farklıdır. Mektupların sıcaklığı, samimiyeti, titrek bir el yazısının kişiye anlatabileceği çok şey vardır. Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar1 kitabının sonunda Tezer Özlü’nün el yazısından örnekler görüyoruz. Evet, mektuplar kişiseldir. Merak duygusu, bir yazarı her şeyiyle tanımak isteme dürtüsü bize onların mektuplarını, günlüklerini ve geride Kalanlar’ını2 okutur. Bana kalırsa bu tarz eserlerin yayımlanmasında bir sakınca yoktur. Eser, yazar yaşarken onun kendi isteğiyle yayımlanabileceği gibi öldükten sonra da başkaları tarafından yayımlanabilir. Eğer arkadaşı Kafka’nın yazılarını ortadan kaldırsaydı bugün Kafka severlerin, Kafka sever olarak Tezer Özlü’nün de bir yanı eksik kalacaktı. Gittiği şehirlerde, arayışlarında bir boşluk oluşacaktı.

“Yanlış bir dille doğru bir cümle kurulmaz. Romansa (ne yazık ki) cümlelerden oluşur”*

Oruç Aruoba“Stephen Pamuk ve/ya da Orhan King” – Oruç Aruoba

‘Populer’ olan, dolayısıyla ‘çok satan’ kitapları, ilkece, okumam — isterseniz ‘elitizm’ deyin; ama, ilkin şu ‘best-seller’ deyimi itici benim için: Düz anlamıyla, “en iyi-satar” diye çevirirsek, bu iki nitelemenin yanyana bulunmasının, tarih boyunca —yalnızca edebiyat alanında da değil— nasıl bir yanlış içerdiğini, nasıl yanıltıcı olduğunu bildiğim için. Önyargı da olsa, şöyle düşünüyorum: Kendi gününde yaygın beğeni bulan —moda olan, ‘populer’ olan— bir metin, ilkece, kötüdür; ve, ters yanından, iyi olan —önemli olan, yolaçıcı olan— hiçbir metin, kendi gününde yaygın beğeni bulmaz, bulamaz. Ama, yanlış anlamaya engel olmak için şunu da belirteyim ki, bu düşünceden, kendi gününde yaygın beğeni bulamamış her metin, ilkece, iyidir, önemlidir, sonucu çıkmaz. Tarihten bir örnek verip, asıl konuma geçeyim:

“Mari’nin Öyküsü” Çocukların Arasında – Fyodor Dostoyevski

dostoyevskiBulunduğum köyde çocuklar vardı. Bütün günümü onlarla, yalnızca onlarla geçirirdim. Dört yılım böyle, çocukların arasında geçti. Bütün istediğim de buydu zaten, her şeyi anlatırdım onlara, hiç bir şeyi sağlamazdım onlardan. Sonunda bensiz yapamaz oldular. Nereye gitsem peşimden ayrılmazlar, hemen çevremi sarıverirlerdi. Bu yüzden babaları, akrabaları kızarlardı bana. Birçok düşman edindim köyde, hep çocukların yüzünden. Başlangıçta çocuklar beni hiç sevmemişlerdi. Çok iri yapılı ve her zaman beceriksiz bir insandım. Çirkin olduğumu da biliyordum. Üstelik yabancıydım orada. Önceleri çocuklar benimle alay ediyorlardı. Sonra bir gün Mari’yi öptüğümü görünce taşladılar beni. Mari’yi yalnızca bir kerecik öpmüştüm.

Umutsuzluk Ölümcül Bir Hastalıktır – Soren Kierkegaard

0

“Ölümcül hastalık” düşüncesi özel bir anlamda ele alınmalıdır.  Sözcüğün tam anlamıyla çıkış yolu, sonu ölüm olan bir hastalık demektir ve böylece ölüme yol açan bir hastalığın eşanlamlısıdır. Ama umutsuzluğu bu anlamda ele almak hiçbir şekilde söz konusu olamaz; çünkü Hıris­tiyan için ölüm bile yaşama bir geçiş yoludur. Böyle düşünüldüğünde hiçbir bedensel hastalık onun için “ölümcül hastalık” değildir. Ölüm, hastalıkları sona erdirir, ama kendi içinde bir son değildir. Ama “ölümcül hastalık”, dar anlamda kendisinden sonra hiçbir şey bırakmadan ölüme varan bir hastalık demektir. Ve umutsuzluk budur.

Ahmet Altan: “Bağırmakla memleket yönetilseydi bozacıları başbakan yaparlardı”

Taraf gazetesinde 11 Aralık 2012 tarihinde yayınlanan “Zıvana” başlıklı köşe yazısında Ahmet Altan,  dış politikanın baştan aşağıya döküldüğünü, dün gelen rakamlara bakıldığında Türkiye’nin büyümede de çakıldığı, böyle sarhoş gibi davranan bir iktidar partisinin örneğinin yeryüzünde zor bulunduğunu belirtiyor. Bir yanda dağ gibi sorunlar dururken AKP’nin “televizyon dizilerini” kendine birinci mesele yaptığını, çizgi filmleri yasakladığını “Ecdadımız ata mı binerdi, haremi mi giderdi” tartışmasını memleketin birinci sorunu getirdiğini, İktidar sarhoşluğuyla memleketi zebun ettiğini, Kürt sorunu tamamen “asma, kesme, hapsetme” düzeyine indirildiğini belirtiyor.

“Alçalmak, yükselmekten çok daha kolaydır.” Saçma ve İntihar – Albert Camus

Dünyanın insandan başka anlamı yoktur. Hayatımızı kurtarmak istiyorsak, insanı kurtarmamız gerekir.

Yaşamak elbette hiç kolay değildir. Yaşamın buyurduğu davranışlar gerçekleştirilir durmadan, bunun bir çok nedeni vardır, ilk nedeni de alışkanlıktır. İsteyerek ölmek, içgüdüsel bile olsa alışkanlığın gülünç özyapısmı, tüm derin yaşama nedeninin yokluğunu, günlük çalkantının anlamsız özyapısını ve acının boşluğunu kabullenmeyi gerektirir. Bu durumda zihni yaşam için gerekli uykudan yoksun bırakan hesaba gelmez duygu nedir? Kötü nedenlerle bile açıklanabilen bir dünya içten bir dünyadır. Tersine yanılgılardan ve ışıklardan birdenbire yoksun kalan bir dünyada insan kendini yabancı duyar. Bu sürgün uzak bir ülkenin anılarından ya da adanmış bir toprağın umudundan yoksun kaldığı için çaresizdir. İnsanla yaşamı arasındaki kopuş, oyuncunun dekorundan kopuşu gibidir, bu da tam olarak saçmanın duygusudur. Bu denemenin konusu, açıkça saçmayla intihar “asındaki ilintidir.

Gazze: Direnme hakkının terör sayıldığı bir dünya! – Fikret Başkaya

İsrail belirli aralıklarla [ 3-5 yıl] Filistine saldırıyor. Her yaştan savunmasız insanları katlediyor, sınırlı alt-yapıyı tahrip ediyor, geliştirdiği yeni silahları deniyor… Ardından sözde bir ateşkes ilân ediliyor. Güya herkes “derin bir nefes alıyor”. Lâkin kimse Filistin‘e ve Siyonist devlete dair gerçeği söylemeye yanaşmıyor… İşte “önce kim saldırdı”, “ Obama İsrail’in kendini savunma hakkı vardır dedi”, “ateşkeste kim etkili oldu, vb.” Orada söz konusu olan kolonyalist bir işgal değil mi? Eğer kolonyalist bir işgal söz konusuysa, İsrail’in kendini savunma hakkı diye bir şey olur mu? Şu dünyanın haline bir bakın… Aslında dünyanın nasıl bir yalan, kinizm ve ikiyüzlülük üzerinde durduğunu görmek için Filistin’e bakmak yeter…

Makale: Bir gönül borcu ifadesi – Nikolay Gavriloviç Çernişevski

Nikolay Aleksandroviç Dobrolyubov devrimci bir gazeteci, eleştirmen ve şairdir. 1856’da Çernişevski ve o dönem Sovremennik (Çağdaş) dergisinin yayıncısı Nekrasov’la tanışmış, bu sayede dergide yazıları yayınlanmaya başlanmış, 1857’de de derginin kadrosuna eleştiri bölümünün başı olarak girmiştir. 4 sene bu dergide çalışmaya devam etmiş, birçok önemli edebi eleştiriye imza atmıştır. 1860 senesinde yakalandığı tüberküloz hastalığının tedavisi için yurt dışına gitmiş, bir sene sonra geri döndüğü Rusya’da, 25 yaşında ölmüştür. Çernişevski, Okuma Kitaplığı çalışanı Efim Fedoroviç Zarin’in, Dobrolyubov’un ölümünün ardından, hakkında yazdığı makaleye karşılık olarak Sovremennik dergisinin 1862 senesi 2. sayısında aşağıdaki makaleyi yazmıştır.

Charles Bukowski: Sen biliyorsun ve ben biliyorum ve onlar biliyor…

Büyük sevinçlerin şaşı deliliği sonunda aldatılmadığımızı biliyoruz artık

Sen biliyorsun ve ben biliyorum ve onlar biliyor

Ellerimize ayaklarımıza hayatlarımıza yollarımıza bakarken uyuyan sinekkuşu katledilmiş ölü ordular baktığında seni yutan güneş

M.Mungan: Öğrenmenin yaşı yoktur diye öğrettiler bize. Yalan! Yanlış! Her şeyin yaşı var her şeyin!..

“Tanrım, tarım!” diyor. “Madem bu hayata düşecektim, neden bu yaşımdan sonra? niye sonuna dek direnemedim? neden? neyi kaçırdım? neden böyle göbeklendikten ve böylesine çöktükten sonra? kendimi bu kadar saldıktan ve unuttuktan sonra? kendimi bu kadar sakındıktan ve sakladıktan sonra? niçin on sekizimde değilim şimdi? ve burada ne işim var benim? neyi bulacağım burada? burada bir şey yitirmedim ki ben? dışanda yitirdim, ne yitirdiysem! Burada neyi bulup da, neyi kurtaracağım? Her şeye ne kadar hazırlıksızım ve ne kadar geç kaldım her şeye… Öğrenmenin yaşı yoktur, diye öğrettiler bize. Yalan! Yanlış! Her şeyin yaşı vardır, her şeyin!..”

Van Gogh Mektupları: “Çoğu insanların gözünde neyim ben? değersizin biri ya da aykırı bir adam”

1848’de yaşasaydık sen bir hükumet askeri, bense bir devrimci, bir asi olarak görürdük kendimizi.

“Güvençle, giriştiğin işin senin için doğru yol olduğu bilinciyle işe koyulacaksın ve çiftçi sapanını nasıl sürer; yahut ta benim küçük desendeki arkadaş tarlasını nasıl tapanlar ve kendisi tapanlarsa, öyle yapacaksın sen de. İnsanın atı yoksa, at görevini kendi görür, bir sürü insan da, öyle yapıyor burda. Gustave Doré’nin öteden beri çok beğendiğim bir sözü var: «Bir öküz gibi sabırlıyım» Güzel bir söz bu, sapasağlam bir dürüstlüğü dile getiren bir söz, çok şey var bu sözde tam sanatçıya yakışır bir söz.

“Kadın sapsarı kesilmişti ve titriyordu” Sıcak Su – Sabahattin Ali

İki candarma alacakaranlıkta köyün kenarına varınca, atlarından indiler ve dizginleri karşıdan koşup gelen kahveci çırağına vererek, bacaklarını gere gere yürümeye başladılar. Köyün sokaklarında kimse yoktu. Uzaktan yanık bir inek böğürmesi işitiliyordu. Rüzgar söğüt ağaçlarının dallarında hafif mırıltılarla dolaşıyordu. Köyün batı tarafırtdaki sırtları kaplayan orman, oraya çökmüş bir bulut yığını gibi kımıldıyordu. Candarmalar kahveye girip kahveci ile yavaş sesle birkaç kelime konuştuktan sonra dışarı çıkarak köye doğru yürüdüler. Evler büsbütün karanlığa dalmıştı… Tam köyün öbür ucunda, ormanın başladığı yerdeki ufak bir eve yaklaştılar.

Cemal Süreya: Kavminin başında, Cehennemin kapısını çalmaya hazırlanan bir Firavun gibi

Yeraltı suları bir sebzelikten geçer gibi tatla geçiyor cesetler arasından; alaca bir çabayla maden damarları arasından; boğazlanmış hazine şehirlerinden; akasyaların, başıbağlı söğütlerin, telaşlı katırtırnaklarının, mis keçilerinin, ağırlıklı merinosların altından. Serinliğim duyurmayın anama. Hep “ateş, tutuş, yan” diye bildi bizi; karışmasın aklı fikri. “Diyordu peder”

Furûğ Ferruhzâd’ın Bir Mektubu: Hakkında konuşan o sofu görünümlü insanlardan nefret ediyorum

Bir süre önce ünlü dergilerin birinde şiirim ile ilgili bir eleştiri okudum. O eleştiriye verdiğim cevabın da aynen dergide yayınlanmasını istedim. Öncelikle eleştiride bulunan kişi kendi maksadını açıkça söyleyecek kadar cesaretli olmadığından dolambaçlı yollarla bir şeyler söyledi. Ben bu eleştiriye gülerken aklıma şu bilindik şiir geldi: Şeyhin biri fahişenin birine: sarhoşsun, Her an birinin tuzağına düşersin dedi. Fahişe: ey şeyh sen ne dersen ben öyleyim, Ama bakalım sen göründüğün gibi misin?

“Savaşa varolmayanlar gereksinim duyar” Suriye Edebiyatından Bir Öykü: Sakallar – Zekeriya Tâmir*

Kuşlar göğümüzden kaçtılar. Çocuklar sokaklarda oyun oynamayı bıraktılar. Kafeslere hapsedilmiş kanaryaların şakıyışı sessiz, titrek bir hırıltıya dönüştü. Dezenfekte edilmiş pamuk eczanelerde saklanmaya başladı. Sayın beyler, işte Timurlenk’in askerleri şehrimizi kuşattı! Ama, güneş hiç korkmadı ve her sabah doğmayı sürdürdü. Bizlerin, şehrin erkeklerinin yüzü sararmadı. Sadece soğukkanlı bir şekilde gülümsedik ve bizleri sakallı erkekler olarak yaratıp, sakalsız kadınlar olarak yaratmadığı için Allah’a şükrettik! Sonra da, çözüm yolu bulmak için bir istişâre toplantısı yaptık. İlk konuşan, kadın elbisesi satımıyla meşgul olan aceleci bir delikanlıydı. Cesaretle bağırdı: – Savaşalım!

AKP hanlığının gerileme dönemi başlamıştır! – Ragıp Duran

Ahmet Bey bir deplasmanda Gazze’de İsrail saldırısı sonucu öldürülenler için hüngür hüngür ağlamış. Bizim kendini bilmezlerden biri de bu duruma “Ülkede kükremek, komşuda ağlamak” diye başlık atmış. Her yerde kükrersen olmaz ki, burada kükreyen orada ağlar, burada ağlarsan orada kükrersin sonra… Ortadoğu’nun ünlü sözünü bilirsiniz: Komşunun Kürdünü sev, kendi Kürdünü döv! İşte kükremekle ağlamak ilişkisi gibi… Diplomatik alanda, üç-beş yıl içinde sıfır sorundan sıfır çözüm noktasına ulaşmış durumdayız. Benim derdim şu: