“Yahu, adam mı öldürdük?” Karakoldan Kurtulamadık – Aziz Nesin

Aziz-NesinNurettin önce bir otomobil aldı. Otomobille Avrupa gezisine çıkacaktı. Ençok görmek istediği yer de İsviçre idi. Çoktanberi böyle bir geziye çıkmak istiyor, ama bitürlü iki ucunu biraraya getiremiyordu. Sonunda istediği oldu. Hem bir spor araba aldı, hem de döviz buldu. Yaz başında çıktı yola. Gezisi ençok bir birbuçuk ay sürecekti. Giderken, – Belki mektup gönderemem, kusura bakmayın. Ama her gittiğim yerden kart atarım, dedi. Mektup da göndermedi, kart da… İnsan Avrupa’ya geziye çıkar da her gittiği yerden, eşine dostuna oranın renkli kartpostallarından göndermez mi? İnsan bunu da yapmazsa, Avrupa’ya gitmenin tadı mı olur? Avrupa’ya gideceksin. Giderken İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in telefon rehberini de beraber götüreceksin. Sonra, her gittiğin yerde oranın bisürü renkli kartpostalını alacaksın. Otele gidince, telefon rehberini açacaksın. İster tanı, ister tanıma, rehberde ne kadar adres varsa hepsine her gittiğin yerden birer ikişer renkli kartpostal yollayacaksın ki, herkes de senin Avrupa’ya gittiğini anlasın.

Dünden Bugüne Türkiye Solunun HAPİSHANE TARİHİ – Şaban Öztürk

0

sol hapishaneHapishane kurumu, insanlığa kapitalizmin armağanıdır. Burjuva devriminden sonra, ‘bedene eza’ yerine, ‘kapatılma’ yani ‘hapsetme’ bir ceza biçimi olarak girmiştir insan yaşamına. Özünde “ıslah etme” düşüncesi vardır. Ancak bu ıslah fikrinin ne anlama geldiği ortada. Son yıllarda hapishanelerin, siyasi mahpuslar ekseninde gündemde olması ve onların buralarda yaşadıkları, bizi geçmişte ülkemiz hapishanelerinde neler yaşandı sorusuna cevap aramaya itti. Bu arayış esnasında genel olarak siyasi mahpusların hapishane hayatlarına değinirken esas merkeze solu koyduk. Bunun da nedeni, yakın tarihimizde şu yada bu ekolün hayatında hapishane belirli dönemlerde yer alırken, solun hayatında her dönem yer almış olmasıdır. Hapishane yaptıranlar, bu hapishanelere kendileri de düşmüşlerdir. Durumu değişmeyenler sosyalistler olmuştur. Onlar hiç hapishane yaptırmamış ama, hapishanelerin her daim konuğu olmuşlardır.

Çocukluk Kitaplarımızın Büyük Yazarı Samed Behrengi’nin Kaleminden Deli Dumrul’un Hikayesi

Samed BehrengiEski zaman içinde Oğuz kavminde Deli Dumrul adlı bir yiğit vardı. Çocukken dokuz vahşi boğayı öldürdüğü ve daha başka büyük işler yaptığı için deli derlerdi ona. Şimdi de kuru bir nehir yatağına bir köprü kurmuş, tüm kervanları ve yolcuları bu köprüden geçmeye zorlamıştı. Her geçenden otuz akçe alıyordu. Kim parayı vermeyip başka bir yerden geçmek istese, adamakıllı dövüyor ve kırk akçesini de alıyordu. Dumrul’un neden böyle yaptığını sormuyorsunuz. O diyordu ki: Güçlü bir yiğit çıksın karşıma. Emrime uymasın; benimle savaşsın. Ben de onu yere çalıp yiğitliğimi tüm dünyaya duyurayım. İşte Dumrul böyle bir yiğitti. Bir gün bir grup insan gelerek onun köprüsünün yanına çadır kurdu. Aralarında iyilikte ve yiğitle ün salmış bir genç vardı. Derken ansızın hastalanıp can verdi. Ağıtlar, çığlıklar göklere yükseldi. Biri “Ah evladım!” diye saçını başını yoluyor, öbürü “Ah, kardeşim!” diye başına toprak atıyordu. Herkes ağlıyor, ağıt yakıyor ve yiğiti anıyordu.

Ölüler Evinden Anılar ve Dostoyevski Üzerine Önsöz -Veysel Atayman

dostoyevskiÇok tuhaf, ama sık sık tekrarlanan bir olgudur,” diye başlar Lukács’ın ‘Dostoyevski’ yazısı, çünkü, dünya edebiyatını etkileyen yeni insan tipi genç bir ülke olan Rusya’da bütün sorunlarıyla birlikte ortaya çıkıp oradan uygar dünyaya ulaşmıştır. Almanya’dan Werther, İngiltere ve Fransa’da bu yeni insanın temsilciliğini yaparken, yüzyılın ikinci yarısında o zamanlar uzak, az bilinen, neredeyse bir efsaneler ülkesi olan Rusya’dan da Raskolnikov bu yeni insanı dünya edebiyatına sunmuştur. Gerçi, egzotik, uzak, Batı uygarlığına yabancı dünyalardan kültür ve sanat örnekleri etkileyici sonuçlarıyla her zaman Batı’ya ulaşmışlardır, ancak Lukács’a göre, Werther-Raskolnikov olayı, ilkece bunlardan farklıdır. Bir egzotiğin, dış, uzak bir kültürün gölgesine sığınmamışlardır bu iki yeni insan tipi.

Fikret Başkaya: Utanmasalar yoksulluk diye bir şeyin söz konusu olmadığını bile ilân edebilirler

Fikret-BaşkayaKimlerin yoksul sayılacağına, kimlerin aç sayılacağına zenginler karar veriyor. Değerli uzmanlar bu konuda canla başla çalışarak, yoksulluk sınırları çiziyorlar. İşte, günde 1.25 doların altında geliri olanlara aşırı yoksul, 2.50 doların altında yaşayanlara da yoksul deniyor. Mesela bu hesaba göre Türkiye’de yoksul sayılan insan sayısı yok denecek kadar az. TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) hesaplarına göre, 2012 sonu itibariyle yoksulluk oranın binde altıya (%06) gerilediği söyleniyor. Neye göre mi? Günde 2.15 doların altında geliri olanların sayısına göre.

Metin Altıok’un Kızı Zeynep Altıok Akatlı Anlatıyor: Kürt’ün bayram şekeri, Türk’ün tokadı

Zeynep Altıok Metin Kaygalak “Bu bir sarılma teklifidir” “Kilimanjaro 6500 metre yükseklikte karlı bir dağdır…Tepeye yakın bir yerde kurumuş ve donmuş bir pars iskeleti vardır. Bu kadar yüksek yerde pars ne arıyormuş, kimse akıl erdiremiyor”

Behçet Necatigil’den eşine ve kızlarına mektup: Belçika müthiş pahalı

Behçet NecatigilŞurda cumartesi, pazar, pazartesi, iç gün kaldı. O da geçer. 4 Eylül çarşamba günü Brüksel’den İstanbul’a uçacağız herhalde. Belçika müthiş pahalı. Tahsin’le vitrinlere bakıyoruz hep. Tahsin mukayeseler yapıyor. Fransa’dan sonra en pahalı yeriymiş Avrupa’nın. 3170 franktan 1200 frank kaldı üç gün içinde. Ortada alınmış bir şey yok. Gideriz, ederiz, Paris, Londra deyip duruyorduk. Şimdi arpacı kumrusu gibi düşünüyoruz. Tahsin önce şöyle şöyle diyor, sonunda benim dediğime geliyor, düşünmeye başlıyor. Hiç değilse ben her gece gömlek yıkıyorum, Tahsin onu bile yapmıyor. Hâsılı boşa koyuyoruz dolmuyor, doluya koyuyoruz almıyor.

Önce Vatan mı Aşk mı? Aşk be!.. Önce de aşk, sonra da aşk! – Aziz Nesin

Aziz-NesinNe bilmiyor şimdi ne yapacak? dedi. Alman sarışının hoşa giden kırma bir Türkçesi vardı. Tren, bizim sınırdan geçip Yunanistan toprağına girinceye kadar konuşmamıştı. Türkiye sınırını aşınca dili çözüldü. Bir daha karşılaşmayacağı bir yabancıya tiren yolculuğunda içini dökerek rahatlamak istediğini anladım. İkinci Dünya Savaşı sona erdikten üç yıl sonra, babası İtalya’daki esir kampından döndüğü zaman, ağabeysi Klepzig bir tekstil fabrikasında muhasebede çalışan memurmuş. Babası, savaşın kan ve ateş denizinden yaralanmadan, burnu bile kanamadan çıkmakla övünürmüş. Brigitte’nin ağzıyla, babası şöyle diyormuş: – Harpten kim döndü, hep eksik döndü, azalmış döndü, bir ayak yok döndü, kol yok döndü. Benim baba geldi yok eksik; var biraz fazla ağırlık, altmış kilo gitmiş, geldi yetmiş kilo şişman…

Marksistlerin Dine Bakışı: Marksizmde din sorunu üzerine – Ali Pınarbaşı

Karl-Marxİki yazı, iki tutum Din, özelde İslam, Marksistler için sorun olmaya devam ediyor. Türkiye’de sol düşünce Batı düşüncesi içinde kendini buluyor. Sokağa çıkmayı denediği anda, bu düşünce sistemi, sol için el yakan bir ateşe dönüşüyor. Kendini yalnızca insani, yüce değerlerin taşıyıcısı ve -bu anlamda- masum gören sol, halkın gözünde suçlu oluyor ama -daha kötüsü- ‘suçunu’ anlamıyor. Türkiye solu sistemle karşı karşıya olduğu anda, din ideolojisiyle yoğrulmuş Komünizmle Mücadele Dernekleri’ni karşısında buldu. Solun yıldızı, ‘yüzde doksandokuzu Müslüman olan’[1] halkla pek barışmadı. Türkiye solu İslamın kendisi için bir sorun teşkil ettiğini kimi zamanlar anladı ama bu sorunun üstüne gidecek cesareti kendinde bulamadı.

Osmanlılarda Cellatlık ve Cellat Seçimi | Yazısız Taşlar, Ayrı Mezarlarlıklar

Cellat sözcüğü arapça “Kırbaçla Vurmak” anlamına gelen “Celd” kökünden türemiş, ölüm cezalarının infazını gerçekleştiren kişiye verilmiş bir ünvanıdır. Bu ünvana sahip kişiler Osmanlı’da adam asmak, boğmak ve kelle kesmek, bir ceza şekli olduğu için sarayın daimi üyeleri arasında yer almışlardır. Cellatlar önceleri Hırvatlardan, daha sonra da Çingenelerden seçilmiştir. Bu iş için seçilmiş şahısların sağır ve dilsiz olmasına inanıldığı, seçilen kişi sağır ve dilsiz değilse sağır edilip, dilinin kesildiği belirtilir.  İnfaz edilecek kimsenin yüzlerini görmemesi için başı kapalı göz yuvaları açık -kar maskesi benzeri- bir bere taktıkları, Cellatların öldürme biçimleri ise  kişinin konumu, mevki, rütbe ve işlediği suça göre değişir. Yaşarken toplumda dışlanan cellatlar öldükten sonra da uzak durulmuş, dışlanmış  katiller, hırsızlar her türlü suçlu halk mezarlarına ayırım yapılmadan gömüldüğü halde cellatların mezarları  ayrı tutulmuş, İstanbul’da  iki ayrı yere yazısız mezar taşları ile gömülmüşlerdir. 

Thierry Meyssan: Yugoslavya’dan sonra, Ukrayna ABD kıtada yeni bir iç savaş çıkarmaya çalışıyor

Thierry MeyssanBatı Avrupa kamuoyunun Ukrayna’da yaşanan krizi, Batılılar ile Rusya arasında (iktidar mücadelesi) rekabetinde kaynaklandığı değerlendirmesi yaptığı doğru değil. Zaten Washington da Ukrayna’nın Avrupa Birliğine (AB) doğru yönelmesini istemez. Ancak, bu operasyondaki amacı, Rusya’yı tarihsel bir partneri, yol arkadaşlarından birisiyle arasındaki bağı koparmaktır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bu hedefine ulaşmak amacıyla kıtada yeni bir iç savaş çıkarmaya çalışıyor. Acaba ABD, Yugoslavya’da 10 yıl süren (1990 -1999) iç savaş nedeniyle Yugoslavya’nın parçalanma sürecinden sonra, şimdi de Ukrayna’yı bölme kararını mı aldı? Soçi Olimpiyat Oyunlarının yapıldığı bu dönemde Ukrayna’daki muhalefetin gerçekleştirme hazırlığı yaptığı icraatlar insanın aklına böylesi bir siyasi operasyon olasılığı getiriyor.

“Adamlar tüm belleklerini yitirmişlerdi, anlaşılan” Söğüt Ağacı – Anton Çehov

Korkunç Bir GecePostacının yanında oturan sürücü tedirgin bakışlarla çevresine bakındı, yerinde şöyle bir kıpırdandı, postacının uyurken yüzüne örttüğü mendili hızla çekip başına elindeki demir sopayla vurdu. Postacıdan gık çıkmadı, ama sarı saçlarının arasından kanlar fışkırdı. Bunun üzerine arabacı aşağıya atladı, demir sopayı postacının kafasına bir daha indirdi. Bir dakika sonra hızla söğüde doğru yöneldi. Güneşten yanmış yüzü sapsarıydı, çevresine bön bön bakıyordu. Bütün bedeni zangır zangır titrerken koşarak söğüdün yanına geldi, Arhip’in yakında bulunuşunu fark etmeden elindeki posta torbasını ağacın kovuğuna tıkıştırdı. 

Willem Brons’un Klasik Batı Müziği’nin, En Üretken Sanatçısı Mozart’tan Seçtiği Piyano Eserleri

Hollandalı piyanist Willem Brons’un, günümüzde müzik tarihinin en büyük dehalarından biri olarak kabul gören,  36 yıllık ömrüne 626 eser sığdırarak  klasik Batı Müziği’nin, en üretken ve en etkili bestekârları olma ünvanına sahip olan Mozart’ın  Piyano eserlerinden oluşan “Mozart Piano Works” adlı albümü aşağıdan dinleyebilirsiniz.

“O günler… Geçip gitti kirpiklerimin arasından”, Furuğ Ferruhzad

Füruğ Ferruhzad“Ellerimi bahçeye dikiyorum, yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda yumurtlayacaklar. Küpeler takacağım kulaklarıma ikiz iki kirazdan ve tırnaklarımı papatya çiçeği yapraklarıyla süsleyeceğim. Bir sokak var orada, aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar bir gece rüzgarın bizi alıp götürdüğü. Bir sokak var benim yüreğimin çocukluk mahallesinden çaldığı, zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu ve bir oylumla gebe bırakmak bir zamanın kuru çizgisini bilinçli bir simgenin oylumu aynanın konukluğundan dönen.”*

“Sadece doğru sevilmeye değerdir” Aşkın (Cinsel Sevginin) Metafiziği – Arthur Schopenhauer

0

SchopenhauerHer gün en karmaşık ve en feci kavga dövüşleri körüklediği, en değerli ilişkileri bozduğu, en sağlam bağları koparttığı, kimileyin hayatı ya da sağlığı kimileyin de zenginliği, statü ve rütbeyi ve de mutluluğu kendine kurban seçtiği, hatta aslında merhametli ve dürüst olanları vicdansızlara o zamana kadar sadık olanları birer haine dönüştürdüğü; kısacası, bir bütün olarak, her şeyi tersine çevirmeye, karmakarışık etmeye ve yıkmaya çalışan kötü niyetli, düşmanca bir iblis olarak ortaya çıktığı bu gerçek dünyada da oynadığı önemli rolü incelersek, insan şöyle haykırmadan edemez: Bunca gürültü patırtı niye? Niye (bunca) itiş kakış, tepinme, korku, endişe ve dert? Sonuçta amaç, sadece her bir Mecnun’un kendi Leylası’nı bulması değil midir?

Hanefi Avcı anlatıyor: Cemaat Nasıl Yönetiyor, Kimler Yönetiyor?

Hanefi AvcıEmniyet teşkilatındaki örgütlenme nasıldı, yani cemaat Emniyeti nasıl yönetiyor, görevleri nasıl etkiliyordu? Emniyet hiyerarşik bir teşkilattı, teşkilat içinde ikinci bir cemaat teşkilatı nasıl yapılanıyordu? Yıllarca amir ve müdürlük görevlerinde bulunan kişiler kendilerinin dışında birinden nasıl emir alıyor? İddialar doğru ise onlardan fırça bile yiyor, bir şey diyemiyorlardı?  Cemaatin geçmiş yıllardan başlayarak teşkilatta nasıl elaman temin ettiği, nasıl yapılandığı belki uzun araştırma ve incelemelerin konusu olsa da ben su andaki örgütün nasıl yapılandığını, idare edildiğini bir nebze olsun göstermek istiyorum. Bunun için öncelikle bu konudaki belgelere bakmak gerekiyor. Maalesef bu konuda çok fazla belge yok ama yine de bulunan belgeler mevcut durumu belli oranda anlamamızı sağlıyor.

“Yolunca, yordamınca öldürmek!” | Suç ve Ceza – Radyo tiyatrosu

Başarısızlığa uğradı mı insan, her şey aptalca gelir! Ben işlediğim bu cinayet aptallığıyla  kendime bağımsızlık kazandırmak, ilk adımımı atmak, gerekli araçları edinmek istemiştim… Sonuçta sağlanacak yarar, bütün bu aptallıkları silip süpürecekti!.. Ama daha ilk adımda tökezledim, çünkü ben bir alçağım! Bütün sorun burada! Ama yine de sizin görüşlerinize katılmıyorum: başarabilseydim, bana da taç giydireceklerdi! Şimdiyse, kapana kaldım!” “Sen neler söylüyorsun, kardeşim? Bu farklı birşey… Bu, o değil!” “Demek bu o değil! Biçim olarak, estetik bakımdan, demek istiyorsun herhalde? Anlamıyorum doğrusu kuşatılmış bir halk üzerine, yolunca, yordamınca bombalar yağdırmak biçim bakımından kimseyi rahatsız etmiyor ve saygıdeğer birşey sayılıyor.

İnsan, suçunu hafifletmek için sığınacak bir liman bulur

“Acıyı üstlenmekle, suçunu yarı yarıya temizlemiş olmuyor musun?” “Suç mu?” diye bağırdı Raskolnikov, bir anda öfkeden deliye dönmüştü. “Ne suçu? öldürenin kırk günahından arınacağı aşağılık bir tefeciyi, hiç kimseye hiçbir yararı olmayan, yoksulların kanını emen zararlı bir biti öldürmek mi suç! Bu suç benim umurumda bile değil ve onu temizlemeyi de düşürtmüyorum. Nedir bu böyle? Dört yandan herkes “cinayet! cinayet!” diye bağırıp duruyor! Korkaklığımın ne kadar saçma olduğunu bütün açıklığıyla ancak şimdi, böylesine gereksiz bir utancı çekmeye karar verdiğim su anda anlayabiliyorum! Teslim olmam düpedüz alçaklığımdan ve yeteneksizliğimden… bir de, belki şu… Porfiriy’nin önerdiği indirimden…”

Dunya’ya yaklaştı, kolunu yavaşça beline doladı. Dünya karşı koymadı, ama yaprak gibi titriyor, yalvaran gözlerle ona bakıyordu. Svidrigaylov bir şeyler söylemek istedi, dudakları kıvrıldı, ama konuşamıyordu. Dunya yalvarırcasına: “Bırak beni!” dedi. Svidrigaylov titredi, bu senli seslenişte deminkilere benzemeyen bir şeyler vardı. “Sevmiyor musun beni?” diye sordu Svidrigaylov usulca. Dunya başını olumsuz anlamda salladı. Svidrigaylov umutsuzluk içinde fısıldadı: “Ve… sevemezsin de? Hiçbir zaman?” “Hiçbir zaman…” diye fısıldadı Dunya.

“Neler söylüyorsun sen, ağabey!” diye bağırdı Dünya, sesi umutsuzluk doluydu. “Kan döktün sen!” “Herkesin döktüğü kanı!..” diye bağırdı Raskolnikov, büyük bir öfke içindeydi. “Geçmişte ve günümüzde bir sel gibi akıtılan, kanı!.. Şampanya gibi kan dökenler Capitol’de taç giyip insanlığın kurtarıcıları olarak kutsanmışlardı! †evrene dana bir dikkatli bak bakalım! Ben de iyilik etmek istemiştim insanlara! Hem yaptığım bu bir tek aptalca şeye karşı yüzlerce, binlerce iyi ve güzel şey yapabilirdim… Aptallık da denmez benim bu yaptığıma… Doğrudan doğruya, beceriksizlik… Çünkü, başarısızlığa uğramazdan önce hiç de su anda göründüğü gibi aptalca görünmüyordu yaptığım iş (Başarısızlığa uğradı mı insan, herşey aptalca gelir!) Ben yaptığım bu cinayet  aptallığıyla kendime bağımsızlık kazandırmak, ilk adımımı atmak, gerekli araçları edinmek istemiştim… Sonuçta sağlanacak yarar, bütün bu aptallıkları silip süpürecekti!.. Ama daha ilk adımda tökezledim, çünkü ben bir alçağım! Bütün sorun burada! Ama yine de sizin görüşlerinize katılmıyorum: başarabilseydim, bana da taç giydireceklerdi! Şimdiyse, kapana kaldım!” “Sen neler söylüyorsun, kardeşim? Bu farklı birşey… Bu, o değil!” “Demek bu o değil! Biçim olarak, estetik bakımdan, demek istiyorsun herhalde? Anlamıyorum doğrusu kuşatılmış bir halk üzerine, yolunca, yordamınca bombalar yağdırmak biçim bakımından kimseyi rahatsız etmiyor ve saygıdeğer birşey sayılıyor. Estetik kaygısı, güçsüzlüğün ilk belirtisidir! Hiçbir zaman, şu anda olduğunca apaçık duymamıştım bunu; suçumun anlamını ve buna niçin cinayet denildiğini su anda olduğunca hiçbir zaman anlamamıştım ve kendimi hiçbir zaman şu anda olduğunca güçlü ve inançlı duymamıştım!..” Solgun yüzü al al olmuştu. Son cümlesini söylerken gözleri bir ara Dunya’nın bakışlarıyla karşılaştı ve bu bakışlarda kendisi için duyulan öyle büyük bir acıyı yakaladı ki, bir anda kendine geldi. Annesiyle kız kardeşinin mutsuzluklarını ve bu mutsuzluğun nedeninin kendisi olduğunu düşündü… “Dunya, canım! Suçum varsa, bağışla beni (Suçluysam bağışlanmam mümkün değil ya, neyse…) Elveda! Tartışmayalım artık! Zaman geldi, geldi de geçiyor bile! Yalvarırım sana, arkamdan gelme, daha uğrayacak yerim var… Şimdi hemen annemizin yanına git ve ondan hiç ayrılma… Yalvarırım sana… Bu senden son ve en büyük isteğimdir. Hiç ayrılma ondan. Onu öyle kaygılı bir durumda bıraktım ki, bu acıya dayanabileceğini hiç sanmam! Ya ölür, ya çıldırır! Onunla ol! Razumihin de sizinle olacak, kendisiyle konuştum… Benim için ağlama. Katil de olsam, ömrüm boyunca yürekli ve dürüst olmaya çalışacağım. Belki birgün benden söz edildiğini duyarsın. Sizi utandırmayacağım, göreceksin… Kanıtlayacağım size nasıl bir…” Bu son sözleri üzerine Dunya’nın gözlerinde yeniden tuhaf bir anlatımla karşılaşınca, kestirip attı: “Haydi, allahısmarladık! Niçin ağlıyorsun? Ağlama, ağlama! Sonsuza dek ayrılmıyoruz ya! Ah, az kalsın unutuyordum!..” Masanın üzerinden üstü bir parmak toz, kalın bir kitap aldı, yaprakları arasından fildişi üzerine yapılmış küçük bir suluboya portre çıkardı. Bu, manastıra kapanmak isteyen eski nişanlısının, evsahibi kadının kızının resmiydi. Resimdeki sayrılı, anlamlı yüzü bir dakika kadar seyretti, öptü, sonra resmi Dunya’ya uzatarak, dalgın dalgın: “Bir tek onunla konuşmuştum bu konuyu,” dedi. “Sonradan bu durumu alan, böylesine çirkinleşen tasarılarımı yalnız ona açmıştım. Merak etme: senin gibi o da doğru bulmamıştı düşüncelerimi… İyi ki yasamıyor…” Birden içindeki o büyük acıya döndü, kendi kendine konuşur gibi: “En önemlisi de”, dedi, “en önemlisi de şimdi her şey yeni bir biçim alacak, her şey ikiye bölünecek… Her şey, her şey! Ama acaba ben buna hazır mıyım? Bunu istiyor muyum? Bunun benim sınanmam için gerekli olduğunu söylüyorlar! İyi ama bütün bu anlamsız sınavların ne gereği var? Yirmi yıllık bir kürek cezasından sonra yaslanmış,aptallaşmış, güçten düşmüş, acılarla ezilmiş bir insan olarak çıktığımda şimdi olduğumdan daha mı iyi düşüneceğim? Neyapayım ben öyle yaşamayı? Ve beni bekleyen bu yaşama ben şu anda niçin rıza gösteriyorum? Ah, bu sabah durup Neva’ya bakarken bir alçak olduğumu, aşağılık bir yaratık olduğumu anlamıştım!” Sonunda ikisi de çıktılar. ˆok zor bir şeydi bu Dünya için, ama onu yine de seviyordu! Ayrılmışlardı, ama elli adım kadar yürüdükten sonra Dünya onu bir kez daha görmek için dönüp baktı. Raskolnikov daha gözden kaybolmamıştı. Sokağın köşesine gelince o da dönüp baktı. Son kez karşılaştı bakışları. Ama kız kardeşinin de durup kendisine baktığını görünce Raskolnikov sabırsız, hatta öfkeli bir işaretle gitmesini istedi, kendisi de sert ve hızlı bir dönüşle yan sokağa saptı. “Kötü bir insanım, bu apaçık bir şey” diye düşündü, kız kardeşine yaptığı öfkeli el işaretinden utanmıştı. “Ama onlar da, sevgilerinin kırıntısına bile değmediğim halde beni niçin bu kadar öok seviyorlar? Ah, tek başıma olsaydım, kimseler sevmeseydi beni, ben de kimseleri sevmezdim! Bütün bunlar da olmazdı! çok ilginç, önümdeki onbeş, yirmi yıllık sürgün yaşayışım sırasında, her kelimede kendime haydut diyerek ağlama gösterilerinde bulunacak kadar alçalacak mıyım? Evet evet, tam da böyle! özellikle bunun iöin gönderecekler sürgüne beni, onlara gerekli olan bu!.. İşte, yollarda nasıl da kımıl kımıl, nasıl da bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlar! Oysa hepsi haydut yaradılışlı, hepsi alçak! Hatta bundan da beter, budala, hepsi! Ama benim sürgüne gönderilmeyeceğimi söyle bakalım, soylu bir öfkeyle nasıl kudurmuşa dönerler!.. Ah, nefret ediyorum, hepsinden nefret ediyorum!” Aklına esaslı bir şekilde takılan bir konu vardı: “Onlara nasıl, nasıl boyun eğebilirim! Hem de inanç duyarak… Ama neden olmasın? üstelik de tam böyle olması gerekir. Yirmi yıl sürecek bir zulüm bunu onlara hem de kesin olarak sağlar. Su tası aşındırır… İyi ama, bütün bunlardan sonra yaşayıp da ne olacak? Bunun özellikle böyle bir sonuç vereceğini bile bile niçin gidiyorum?” Dün aksamdan beri belki yüzüncü kez soruyordu bu soruyu kendine, ama yine de gidiyordu. VIII Raskolnikov Sonya’nın odasına girdiğinde hava artık kararmaya başlamıştı. Gün boyunca Sonya onu dayanılmaz bir heyecanla bekleyip durmuştu. Dunya’yla birlikte beklemişlerdi. Dünya, Svidrigaylov’un, “Bu işi Sonya da biliyor” şeklindeki dünkü sözleri üzerine, daha sabahtan germişti. İkisinin konuşmalarını, gözyaşlarını, birbirleriyle nasıl anlaştıklarını anlatmayacağız. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki, Dünya bu görüşmeden hiç değilse bir avuntu elde etmişti: Ağabeyi yalnız kalmayacaktı. Çünkü ilk kez Sonya’ya açılmış, en büyük gizini ona söylemişti; kendisine insan gerektiğinde Sonya’ya koşmuştu. Yazgısı onu nereye atarsa, Sonya da peşinden gidecekti. Dünya bunu Sonya’ya sormuş değildi, ama böyle olacağını biliyordu. Sonya’ya büyük bir saygıyla bakıyordu; onun bu saygılılığı Sonya’yı başlangıçta utandırmıştı, nerdeyse ağlayacaktı, çünkü, o kendisini saygı duyulmak surda dursun, Dunya’nın yüzüne bakabilecek değerde bile görmüyordu. Raskolnikov’un odasındaki o ilk görüşmelerinde, kendisine dikkatle ve saygıyla selam veren Dunya’nın o güzel yüzü, onda hayatı boyunca erişilebilecek en güzel hayal olarak kalmıştı. Dünya sonunda dayanamamış ve ağabeyini gidip odasında beklemek iöin Sonya’yı yalnız bırakmıştı; nedense Rodya önce kendi evine uğrar gibi geliyordu. Sonya yalnız kalınca Raskolnikov’un gerçekten de intihar etmiş olabileceği düşüncesiyle kıvranmaya başladı. Dünya da korkuyordu bundan. Ama ikisi birlikteyken birbirlerini yatıştırmışlar, binbir gerekçe sıralayarak bunun mümkün olmadığına birbirlerini inandırmışlardı. Şimdiyse, birbirlerinden ayrılır ayrılmaz, her ikisi de yalnızca bunu düşünmeye başlamıştı. öte yandan Sonya, Svidrigaylov’un, Raskolnikov’un ö‚nünde iki yol bulunduğuna ilişkin sözlerini hatırlıyordu: Ya Sibirya, ya da… Raskolnikov’un nasıl kibirli, özsaygılı olduğunu ve Tanrı’ya inanmadığını da biliyordu… Sonunda, umutsuzluk içinde: “Yalnızca ölümden korktuğu için yasayabilir mi bir insan?

*** Kendisini çevreleyen bu yeni ortamda, hiç kuşkusuz pek çok şeyin farkında değildi, aslında hiçbir şey fark etmek istediği de yoktu. Sanki gözleri yerde yasıyordu, iğrenç buluyordu, çevresini ve bakmaya dayanamıyordu. Ama sonunda pek çok şeye şaşırmaya, daha önce hiç kuşku duymadığı pek çok şeyi ister istemez görmeye başladı. İlkin, kendisiyle öteki mahkmlar arasındaki o korkunç ve aşılmaz uçurum şaşırttı onu, sanki ayrı ulusların insanlarıydılar. Birbirlerine kuşkuyla, hatta düşmanca bakıyorlardı. O, bu farklılığın böylesine güçlü ve derin olabileceğini doğrusu hiç düşünmemişti. Hapishanede siyasal suçlardan sürgün Polonyalılar da vardı. Bunlar, bütün bu insanları cahil, aşağılık yaratıklar olarak görüyorlar, küçümsüyorlar ve onlara tepeden bakıyorlardı. Ama Raskolnikov onlar gibi görmüyordu bu insanları: Bu cahillerin, pek çok konuda, onları beğenmeyen şu Polonyalılardan çok daha akıllı oldukları apaçıktı. Ruslardan da küçümseyenler vardı bu insanları: Eski bir subayla, iki papaz okulu öğrencisi örneğin… Ama Raskolnikov onların da yanıldığını görüyordu. Hiçbiri onu sevmiyor ve hepsi ondan kaçıyordu. Hatta sonunda ondan nefret etmeye başladılar. Raskolnikov bunun ne-denini bilmiyordu. Ondan daha ağır suçlular onu küçümsüyorlar, kendisiyle, işlediği cinayetle alay ediyorlardı: “Sen beyefendisin!” diyorlardı. “Hiç de beyefendilere yakışmayan bir iş yapmışsın: Baltayla adam öldürmek kim, sen kim!” Paskalya’nın ikinci haftasında kiliseye gitme sırası onların koğuşuna gelmişti. O da herkesle birlikte gidip dua etmişti. Bir-gün, neden olduğunu kendisi de anlamamıştı, aralarında bir kavga çıkmış ve hepsi birden kudurmuşçasına üzerine saldırmışlardı. “Sen dinsizsin! Sen Tanrıya inanmıyorsun!” diye bağırıyor-lardı.” Gebertmek gerek seni!” Oysa onlarla din, Tanrı üzerine hiçbir şey konuşmamıştı Raskolnikov, yine de dinsiz diyerek öldürmek istemişlerdi onu. Susmuş, karşı koymamıştı onlara. Mahkmlardan biri iyice kendinden geçerek müthiş bir öfkeyle üzerine atılmıştı. Raskolnikov durmuş ve beklemişti onu, ne kaşı kapırdamış, ne yüzünün bir çizgisi oynamıştı

Suç ve Ceza Dostoyevski

Jose Ortega y Gasset: Sevmek, sevilen şeye sonu gelmez bir istekle ilerlemektir

0

sevgi üstüneİşe “aşk ilişkilerinden değil de sevgiden söz ederek başlayalım. “Aşk ilişkileri’ erkeklerle kadınlar arasında geçen oldukça rastlantısal öykülerdir. Bu ilişkilere katılan sayısız etken, ilişkinin gelişmesini öylesine karmaşıklaştırır, öylesine arap saçına çevirir ki “aşk ilişkilerinin” çoğuna gerçek anlamda sevgi dışında her şey karışır. “Aşk ilişkileri”ni, bu ilişkilerin bin bir renkli aldatıcı mantığını ruhbilimsel çözümlemeden geçirmek çok ilginç olacaktır; ama gerçek sevginin ne olduğunu belirlemeden yola koyulursak pek bir yere varamayız. Bundan başka, sevgi incelemesini yalnızca erkeklerle kadınların birbirleri için geliştirdikleri duygulara indirgemek, konuyu daraltmak olur; kaldı ki Dante, güneşle öteki gezegenleri sevginin yönettiğine inanıyordu.

Kant, Theodor Adorno ve Estetiğin Toplumsal Geçişsizliği – Thomas Huhn

1

AdornoGüvercin kanat çırpmadan, havayı yaran ağırlığını hissederek gökyüzünde süzülürken, boş uzamda böyle uçmanın daha kolay olacağını hayal ediyor olmalı. [Immanuel Kant] Beş duyundan böylesine uzaktayken, nasıl oluyor da biliyorsun, havada süzülen her kuşun, uçsuz bucaksız bir haz dünyasında olduğunu?  [William Blake] Kant ve Adorno’nun estetik kuramları arasındaki ilişki üzerinde durmak istiyorum. Göstermeye çalışacağım şey, Adorno’nun yalnızca estetiğin öznesinin ele alınmasında değil, estetikte ele alınan öznellik konusunda da Kant’ın izinden gittiğidir.