Sabahattin Ali: “Bizi buraya (İstanbul) asıl bağlayan bir alışkanlıktır…”

Sabahattin Ali“İstanbul’dan ayrılmak istemiyoruz, fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz? Üç beş cadde ile bir o kadar kahveden başka ne biliriz? Fikir hayatı, fikir hayatı diyoruz… En kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor? Kahve münakaşalarıyla zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca bir iş yaptığımıza kani değilim… Bizi buraya asıl bağlayan bir alışkanlıktır… Biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz… Hepimizi İstanbul’a bağlayan sadece bu… Burada insan, kafasını zerre kadar işletmeden, mütefekkir bir kimse olduğuna inanmak ve buna başkalarını da inandırmak imkânına malik… Bu şehrin ve buradaki muhitlerin dayanılmaz cazibesi işte bundan ibaret!..”.

Bulgaristan Halk Şarkıları / Bulgarian Folk Music – Horo Orchestra & Vassil Parvanov

bulgarian-folk-music İnsanoğlu hayatı kolaylaştırmak için genelleme alışkanlığını geliştirmiş. Ancak bu durum bizi ayrıntılardan kaçıran, yaşamı eğitim durumumuzun biçimlendirdiği düşünce kalıplarına indirgeyen bir tuzak olmuş çoğu zaman. İşte Balkan müziği kavramı da bilgi eksikliğinin ve medyanın etkisiyle gerçek içeriğinden çok uzak noktalara düşmüş. Bregoviç ve nefesli çalgı bandoları, coşku, klarinet, Bulgar kadın sesleri ve ille de Romanlar; Balkan müziği denince anımsanan birkaç imaj. Sizi bu çok konuşulan ama az bilinen coğrafyada kısacık bir etnomüzikolojik yolculuğa çıkarmak istiyoruz.

“Şu adamlar sussa, şu ışıklar sönse, kendimi sokakta bulsam” Cam Kırıkları – Erdal Öz

Erdal ÖzYeşil ceketlisi anlatıyor, mavi gömleklisi dinliyor. Dinliyor mu, belli değil. Ben masanın ucundayım. Masanın öbür ucunda iki kişi daha. Uzunca bir masa. Benim karşım boş. İçerisi dumanla kaplı. Gözlerim yanıyor. Yeşil ceketlisi durmadan anlatıyor. Hem içiyor, hem anlatıyor. Kulağıma yapışıp kalan saçma sapan şeyler: bir gecede bilmem şu kadar para harcadığı; ‘Küçük Bilmem ne Kulüp’te aşka gelip nara attığı, silah çektiği, sonra da kapı dışarı edildiği; beş parasızlıktan parkta gecelediği, -böyle şeyler işte- sonra emekli bir albayın paltosunu bozdurup kendine ceket yaptırdığı… Sonra bardağını alıp geliyor, karşıma oturuyor. Başlıyor anlatmaya: “Bakın bu anlatacağım olay çok ilginçtir.”

Sadık Hidayet: Allah rızası için Mezhebin lanetlediği köpeğe eziyet ediyor, dövüyorlardı!

Sadık HidayetKirli saman sarısı burunlu ve ayaklarına kadar siyah benekli İskoç cinsi bir köpekti bu. Veramin meydanını, açlık gideren ve günlük yaşantının basit gereksinimlerini karşılayan birkaç ekmek fırını, kasap, attar, iki kahvehane ve bir berber oluşturuyordu. Meydan ve kavurucu güneş altında yarı çıplak, yarı yanık dolaşan insanlar gurup vaktinin ilk esintilerini ve gecenin bastırmasını bekliyorlardı. Ne insanlarda, ağaçlarda ve hayvanlarda bir hareket vardı ne dükkanlarda iş. Sıcak hava başlara ağırlık veriyor gelip geçen otomobillerin kaldırdığı toz, masmavi gökyüzündeki hafif toz bulutunu sürekli yoğunlaştırıyordu.

Arif Damar’dan Cemal Süreya’ya Bir Mektup: “Sen kendine yedi kırlangıç ömrü hesaplıyordun”

arif damarNe iyi etmişim ölümünden 8 gün önce Hatay Meyhanesi’nde seninle barışmakla. Arkadaşlıkta her iki tarafın da yanlışları, hataları olur. Düşünemedim. Ne kadar üzüldüğünü biliyordum. Yazdın da. Senin gittiğini Sunay Akın telefonla bildirdi. Meğer hayatımda ne kadar çok önemin varmış, bunu sonraları anladım. Sunay Akın’ın ilk kitabının adını sen koymuştun: “Makiler”. Ama ona, fransızcadaki anlamını açıklamamışsın: Dağdaki partizan. Yani yurtsever savaşçılar. bunu bilerek yaptığının farkındayım. Ama ben kendisine anlattım. Kim bilir bilseydi, belki çekinir, istemezdi. Ne yazık ki iyi şair olamadı. Güzel düzyazılar yazıyor.

“Hastalık hayata bir bakış tarzıdır.”* Hasta kimdir? – Ulus Baker

0

Ulus BakerHer durumda, birtakım olgusal gerçekler var: aileden okula, okuldan “vatani hizmete”, oradan fabrikaya ya da “iş hayatına”, bazen hastaneye, bazen cezaevine devredilip duruyoruz ölene dek… bu devir teslim işlevi, Gilles Deleuze’ün dikkat çektiği gibi hep bir “… artık değilsin” sözüyle gerçekleşiyor: okula başladığında sana “artık ailende değilsin” deniyor; böylece askerde veya fabrikada artık ailende ya da okulda değilsindir vesaire… Foucault’nun bu noktada sorduğu soru son derecede derindir: nasıl oluyor da her biri kendi kurallarına, ritüellerine, amaçlarına sahip olan bütün bu kurumlar hem birbirlerinden tümüyle farklı olduklarını iddia ediyorlar, hem de birbirlerini o kadar andırıyorlar?

Jiddu Krishnamurtı: Keşfetmek için mi yoksa zihnimizi rahat ettirmek için mi öğreniyoruz?

0

Jiddu KrishnamurtiÇin’de ister Japonya’da ister İngiltere’de ister Hindistan’da ister Amerika’da yaşayalım hepimiz “Benim ülkem çok önemli” diyoruz ve hiçbirimiz dünyayı bir bütün olarak önemsemiyoruz. Tarih kitapları sürekli tekrarlayan savaşlarla dolu. Eğer kendimizi insan olarak anlamaya başlayabilir-sek, o zaman herhalde birbirimizi öldürmeye bir son verip savaşları durdurabiliriz; ama milliyetçi olduğumuz ve sırf kendi ülkemizi düşündüğümüz sürece feci bir dünya yaratmaya devam ederiz. Burasının hepimizin birlikte huzur ve mutluluk içinde yaşayabileceği ortak dünyamız olduğunu kavrarsak yeni bir dünya kurabiliriz; ama eğer kendimizi Hintli, Alman veya Rus olarak görüp başka herkese yabancı gözüyle bakarsak, o zaman asla huzur ve barış olmayacağı gibi yeni bir dünya da kuramayız.

Güç, Saygınlık Kazanma, Mal-Mülk Edinme Çabası – Karen Horney

0

Karen HorneyBaşkalarına söz geçirmek isteyen bir anne, çocuğunun itaatsizliğinden ötürü öfkelendiği zaman, çocuğunun onu sevmediğine inanacak ve bunu açıkça söyleyecektir. Bu yüzden çoğu zaman tuhaf bir çelişme ortaya çıkacak ve bu çelişme herhangi bir sevgi ilişkisini geniş ölçüde engelleyebilecektir. Nevrotik genç kızlar «zayıf» bir erkeği sevemezler, çünkü her türlü zayıflıktan nefret ederler; ama «güçlü» bir erkekle de yapamazlar, çünkü eşlerinin her zaman kendilerine boyun eğmesini isterler. Dolayısıyla gizliden gizliye aradıkları erkek, bir kahramandır, son derece güçlü biridir; ama aynı zamanda her türlü isteklerini duraksamadan yerine getirecek kadar da zayıf olmalıdır.

Fyodor Dostoyevski’nin Paris Gezisi Gözlemleri: “Gördüklerimin etkisinden üç gün kurtulamadım!”

dostoyevskiİngiliz papazları yoksullarla ilgilenmiyorlar. Onları kiliseye bile almıyorlar, oturacakları kanepenin kirasını verecek paraları yoktur çünkü. Nilin kıymak hayli pahalıya patladığı için isçilerin genel olarak yoksulların hepsinin- evliliği yasadışıdır. Sırası gelmişken söyleyeyim: Bu kocaların çoğunluğu karılarını pek kötü dövüyorlar; sakatlıyorlar onları, ateşte iyice kızdırdıkları ocak demirleriyle oralarını buralarını dağlıyorlar. Ocak demirini kullanmayanı pek azdır. Gazetelere geçen aile kavgalarında, yaralama ya da öldürme olaylarında ocak demirinin adı daima geçer.  (…) İngiliz papazları, piskoposları mağrur, mağrur oldukları kadarda zengindirler. Ekmek elden su gölden, bey gibi yaşar; gönülleri rahat, semirdikçe semirirler. Pek çalımlıdırlar. Bilgilidirler de. Dürüstlüklerine gurur dolu, ciddi bir inançları vardır. Kürsüye çıkıp durgun, kesin bir dille dinsel öğütler vermeye, göbek bağlamaya, yalnız zenginler için yaşamaya hakkı olduğundan kuşkusu yoktur hiç birinin. (…) Misyoner, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarına dalıyorlar. Gelgelelim Londra’da, onlara verecek paraları olmadığını bildikleri milyonlarca fahişeyi görmezlikten geliyorlar.

Sabahattin Ali: En kuvvetli insanın bile istediğinin aksini yaptığı zayıf zamanları var!

Sabahattin AliZannediyorsun ki, hepimiz birer makineyiz ve evvelden kurulduğumuz gibi işleriz. Bir yerde bir bozukluk oldu mu, derhal orayı söküp atmak lazım!.. En kuvvetli insanın bile bazan ne kadar zayıf anları, istediğinin tam aksini yapmaya mecbur olduğu dakikaları bulunduğunu nasıl inkâr edebiliriz? Böyle hadiseler hiç kimseyi olduğundan daha fena, yahut daha iyi yapamaz!” Nihat eliyle onu susturmak için bir işaret yaptı: “Bırak bunları. Nerdeyse içimizdeki şeytan hikâyesine başlayacaksın! Benim kimseyi fena gördüğüm falan yok… Vaziyeti anlamak istiyorum. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, insanların zaaflarını mazur görmeye taraftar değilim. Kuvvetli olmak her şeyin fevkindedir. Kuvvet her hareketi mazur gösterebilir. Acizlere acımak ise sersemliktir.”

Fikret Başkaya: “85 kişinin milyarder olabilmesi için 3.5 milyar insanın yoksul olması gerekiyor”

Fikret-BaşkayaAslında dünyada iki tip insan var: Bir yanda “uyurken bile zenginleşmeye devam edenler”, öte yanda çalışacak bir iş bulamayanlar veya iğreti işlere mahkûm olanlar, günde 12-14 saat çalıştığı halde karnını gerektiği gibi doyuramayanlar, ekmek parası uğruna “iş kazası” denilen cinayetlere kurban gidenler… İşte demokrasi oyunun sahnelendiği dünyanın manzarası böyle… Skandal eşitsizliği sorun etmeden açlık ve yoksullukla mücadele edilebilir mi? Bu kadar derin ayrışmaya/bölünmeye/kutuplaşmaya maruz kalmış bir dünyada demokrasiden söz edilebilir mi? Dünya nüfusunun %1’i dünya zenginliğinin yaklaşık yarısına el koyuyor,%8,4’i (393 milyon kişi), dünya toplam servetinin %83,3’üne sahip.

Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e: “Aynı çocukluk düşleri gibi, küçük boşluklara düştüm”

Tezer ÖzlüBir sabah uyandığımda koltuk altımda 2 ceviz, göğsümde 5cm. bir taş parçası buldum. Koltuk altı lenflerim kanser demek. Bunu kesemezsin ki. Aylarca düşünce ile bunu yenmeye çalıştım. Korku ağır bastı. Depresyon geçirdim. 20 gün yatakta beni kayışla bağlı tuttular. Göğsümdeki rahatsızlığı bile bile bana verdikleri ilaç kanser için en zararlı ilaç. O kayış içinde 2-3 kere öldüm, ama kendimi dirilttim. Oradan çıkıp, öteki hastaneye yattım, 5 gün. Parça aldılar, en azılı kanser çıktı. Şu şansa bak: Sinir hastanesinden çıkıp, kendini kanserin kucağında buluyorsun.

“İnsan sevdikçe iyileşiyor, artık anladım” Acının Coğrafyasında Bir Şair: Turgut Uyar

Edip Cansever ve Cemal Süreya ile birlikte İkinci Yeni’nin öncü şairlerinden olan Turgut Uyar’ın ilk şiiri, 1947’de Yedigün Dergisi’nde yayınlandı. Kısa bir süre sonraysa Kaynak Dergisi’nin açtığı yarışmada ‘Arz-ı Hal’ adlı şiiri, ikincilik ödülünü kazandı. Bu yarışmanın seçici kurul üyelerinden olan Nurullah Ataç, yarışmada ‘Ne olursa olsun, onun için atıyorum zarımı.’ der. Turgut Uyar adına atılan bu zar düşeş gelmiştir ve zaman Nurullah Ataç’ı doğrulamıştır; çünkü Turgut Uyar, Türkiye şiirinde kendine özgülüğü, yaratıcılığı ve kendinden sonrakiler üzerindeki etkisi gibi durumlar göz önüne alındığında şiirimizin evriminde son derece önemli bir noktayı oluşturmuştur.

Sabahattin Ali: Bizden yirmi bin yıl evvelki insanlar tabiatta saklı duran ruhu bizden iyi anlamışlar…

Sabahattin AliBöyle bir geceyi bütün varlığımızla içemeyişimizin sebebi kafamızı birçok saçma şeylerin doldurmuş olmasıdır. On bin yirmi bin sene evvelki insanlar gibi olabilsek, tabiatı onların gözüyle görsek muhakkak ki şimdi burada böyle sükûnetle oturamazdık. Onlar güneşi, ayı, falanca büyük tepeyi veya filan bulutu ve yıldırımı babalarının hayrına mı Allah yaptılar? Onlar tabiatta saklı duran ruhu bizden iyi anlamışlardır. Halbuki bizim bunu yapmamıza imkân yok. Minimini kafalarımızı ukalaca kitaplar, birbirinden çürük bilgiler, neticesi olmayan hesaplar ve Allah kahretsin, karmakarışık menfaat düşünceleri dolduruyor… Söyle, hangi ilim, hangi şiir, hangi aşk, hangi devlet bu manzaradan daha güzel, daha muhteşemdir? Buna rağmen burnumuzu kaldırmadan bozuk kaldırımlarda yürüyüp gitmekte devam ediyoruz.

Adolf Hitler için intihar girişiminde bulunan üç kadın

Yaklaşık 40 milyon insanın ölümünden sorumlu sayılan Adolf Hitler’in aşk yaşadığı ve hikayeleri intiharda birleşen 3 kadın. Adolf Hitlerin uzun bir süre beraber olduğu ve intihar etmeden bir gün önce evlendiği kadın olan Eva Braun, 6 Şubat 1912’de Almanya’nın Münih kentinde doğdu. 1929 yılında Hitler’in birçok fotoğraflarını çeken Alman fotoğrafçı Heinrich Hoffman’ın* yanında çalıştığı sırada kendisini Bay Kurt olarak takdim eden  Hitler ile tanıştı. İlişkilerinin ilk döneminde iki kez intihara kalkıştıysa da Hitler’in uyguladığı akıl almaz vahşete rağmen ona sadakatini yitirmedi. Ancak zamanla sevgisi azalan Braun, 2 mart 1935 yılında günlüğüne “Şeytan beni niçin alıp götürmüyor?

Sabahattin Ali: Bazan bütün insanları seviyor, bazan da hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum

Sabahattin AliBu nefret filan değil… İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile… Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımda küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Taşıp dökülecek kadar kendi kendimi doyurduğumu hissediyorum. Kafamda, hiçbir şeyle değişilmesi mümkün olmayan muazzam hayaller, bana her şeylerden daha kuvvetli görünen fikirler birbirini kovalıyor… Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birini arıyorum. Bütün bu beynimde geçen şeyleri teker teker, uzun uzun anlatacak birini. O zaman ne kadar hazin bir hal aldığımı tasavvur edemezsiniz. Kış günü sokağa atılmış üç günlük bir kedi yavrusu gibi kendimi zavallı hissediyorum. Odamdaki duvarlar birdenbire büyüyüveriyor. Pencerelerin dışındaki şehir ve hayat bir anda, insanı içinde boğacak kadar kudretli ve geniş oluyor…

Ahmed Arif Anlatıyor: “Acı Çekmek Bir Yerde Sevda Gibidir, Her İnsana Nasip Olmaz”

Anadolu insanının tarihini Babil’e kadar, Sümerler’e,  Asurlar’a kadar uzatabiliriz. Hatta daha da öncesine. Bütün Anadolu’da Helenler’e, Truvalar’a kadar götürebiliriz. Bütün bu kavimler bizim atalarımızdır. Yani bu toprağın üzerinde ne kadar uygarlık kurulmuşsa, yaşamışsa, tarihe göçmüşse, yerin altında kalmışsa bütün bunlar bize kalan bir mirastır. O çağların insanı da bizim atalarımızdır. İmparator Augustus zamanında bir nüfus sayımı yapılmış. O çağda 60 milyon insan varmış Anadolu’da. O da Fırat’a kadar, yani Ege’den Fırat’a kadar… Peki ama, Ortaasya’dan 250 binden fazla insan gelmedi. En son gelen  1071’deki dalga ortada. Yani bir gecede bütün Anadolu insanları öldü de, Ortaasya’dan gelenler mi egemen oldu.  Böyle şey olmaz.

“Sadece şu narın altına gömün beni” Yunus – Onat Kutlar

onat kutlarDuvarda saat ağır ağır dokuzu vurdu. Yani sabaha karşı üç. O eskimiş, anlaşılmaz, bastonlu romen sayıları karanlığa çizildi. Dar taş avluda bir çift takunya sabaha karşı duygusunu sürdürmeye çalışıyordu. Bu uyanılmamış bir düşse, ayışığının döküldüğü beyaz taşlara çarpan uykulu iki küreğin, acılar ve hamamböcekleri ile dolu bir kilerden öksürüklü sakalların titreştiği bir odaya taşıyıp durduğu o yorgun kadım yani annemi hatırlamamaya imkân var mı? Ayışığı odada, sanki her şeyin dışında, soyut, mutlu bir kesiti aydınlatıyordu. Üstünde uyku emlerinin uçuştuğu mermer denizliği, kırmızı halıyı, Yunus amcamla Bübükbabamın kedi yavruları gibi kıpırdanıp duran beyaz yüzlerini. Işıkta yıkanmış, rahat, parlak yüzlerdi bunlar.

“İnsan, dünyayı tanıyabildiği oranda, kendisini tanır” Ruh Sağlığı – Erich Fromm

0

erich frommİlkin Freud ile başlıyalım. Çünkü onun bakış açısından ruh “sağlığı” yerinde olan kişi yalnızca ilkel olan insandır. Çünkü ilkel insan, içgüdüsel dürtülerini, bastırma, engelleme (frustration) ve yüceltme gereğini duymadan duyurabilmektedir. (Oysa Freud’un, “ilkel insanın içgüdüsel doyumlarla dolu, kısıtlanmamış bir hayat yaşadığı” yolundaki kanısının romantik bir hayalden başka bir şey olmadığı, çağdaş antropologların saha araştırmalarıyla ortaya çıkmıştır.) Fakat, Freud, tarihî spekülasyonları bir yana bırakıp da, dikkatini çağdaş insanın klinik incelemesine çevirdiği zaman, ilkel insanın ruh sağlığı tartışması bütün önemini yitirir. Uygar insanın bütünüyle sağlıklı ya da hattâ mutlu olamıyacağını kabul etsek bile, Freud, yine de bize, ruh sağlığının ne olduğu hususunda kesin ölçütler (kriterler) vermemektedir. Bu ölçütler, onun evrimsel teorisi, libidonun evrimi ve insanın öteki insanlarla kurduğu ilişkilerin evrimi içinde değerlendirilmelidir.

“Çok insan kafaları olmadığı için kafayı bozmuyor” Aşkın Metafiziği – Arthur Schopenhauer

0

SchopenhauerAşka dayalı evlilikler, bireyin değil türün çıkarları uğruna gerçekleşirler. Gerçi taraflar kendi mutluluklarını arttırdıklarını sanırlar Oysa gerçek amaçları, kendilerine yabancı bir amaçtır; bu amaç, sadece onların dünyaya getirmesi mümkün olan bir bireyi meydana getirmektir. Bu amaçla bir araya getirilen sevgililerin bundan böyle, ellerinden geldiği sürece geçinmeye çalışmaları gerekir. Ne var ki bu birliktelik, o tutku halini alınış sevginin özü olan içgüdünün hizmetindeki vehim ve sanı üzerinden bir araya getirilmiş çift, çoğu zaman başka özellikleriyle olabilecek en uyumsuz vasıflan, yapısal özellikleri taşıyacaklardır. İşte bu uyumsuzluklar, zaten zorunlu olduğu için, onları bir araya getiren kuruntu ortadan kalkınca su yüzüne çıkarlar. Bu nedenle de aşk üzerine kurulmuş evlilikler kuralda mutsuzluklarla sonuçlanırlar…