Kazım Koyuncu Belgeseli: Şarkılarla Geçtim Aranızdan
Cemil Meriç: “Hayatımız ne kadar narin, ne kadar kısa, ne kadar aldatıcı…”
Dünyaları vücutlarıyla sınırlı olanlar, vücutlarıyla beraber yok olurlar Ne kadar cesur olursak olalım, yokluk bizi ürkütüyor. İz bırakmadan silinmek, bir kurbağa gibi gebermek, bütün rüyalarımızla, bütün acılarımızla yok olmak… İnsan zekası bu kadar trajik bir sonu zor kabul ediyor. Vücudumuzu aşmak, ‘ben’in dar ve sevimsiz geometrisinin ötesine geçmek, sonsuza yönelmek, bir insana sarılmak, hatıralarda yaşamak: işte aşkın, inancın ve kahramanlığın kaynakları. Sessizce solan yabani bir menekşenin kaderi bize cazip gelmez. Hayatımız ne kadar narin, ne kadar kısa, ne kadar aldatıcı. Mistik tesellilerden mahrum olanlar kahredici bir ikilemin karşısında bulurlar kendilerini: sersemlemek, kendini unutmak, oyalanmak, düşüncelerinin alevini geçici zevklerde söndürmek, yabanileşmek, hayvanlaşmak, bitkileşmek; ya da boyut kazanmak, çoğalmak, müthiş bir aşk ve seziş gayretiyle bir ordu olmak.
Emrah Serbes: O kadar çok mankafa var ki abartmayınca hiçbir şeyi anlamıyorlar
Kız kardeşim Çiğdem iyice dokuz yaşındadır, Evliya Çelebi ilköğretim Okulu 3-A sınıfında okur, derslerinde açık ara birincidir ve el yazısı inci gibidir. Benimkine benzemez, Sümerolog falan olmanız gerekmez ne yazdığını anlamak için. Ayrıca sınıflarında açık ara birinci giden öğrenciler gibi içe kapanık ve bencil değildir, hayli sosyaldir. Sadece arkadaşlarınca da değil, yeryûzündeki bütün canlılarca çok sevilir, mesela yolda kediler köpekler gördüğünde onu, yanından geçerken durup hayranlıkla bir daha bakarlar. Bir seferinde hiç unutmam, Migros’un açık otoparkında kabuğuna kapanmış bir kaplumbağa görmüşlük, o kederli kaplumbağa bile kız kardeşimi görünce kabuğundan çıkmış, başını takdir edercesine öne arkaya sallamıştı.
Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ile Tanışmasını Anlatıyor: “Yetenekli bir yazar olduğu anlaşılıyordu”
“Bir gün dergi redaksiyonuna kısa boylu, gözlüklü bir genç geldi. Almanca bildiğini, hikâyeler yazdığını ve adının “Sabahattin Ali” olduğunu söyledi, hikâyelerinden birini bıraktı, çıktı. Bu hikâye, orman işçilerinin yaşamı üzerineydi. Alman romantizminin etkisi altında yazılmış olmasına karşın, konu ve içerik bakımından Türk edebiyatında bir yenilik oluşturuyordu. Genç adamın yetenekli bir yazar olduğu, daha ilk satırlarından anlaşılıyordu. Hikâye basıldı. Sabahattin Ali ile tanışmamız böyle başladı. O, haftada iki üç kez redaksiyona geliyordu. O zamanlar yalnızca edebiyat tartışmaları biçiminde legal olarak ortaya konulabilen politik konuları onunla tartışıyorduk. Sabahattin Ali, çok kısa bir zamanda dergide aktif bir rol oynamaya başladı.
Kapitalist Dinsel Düşünce: Din Olarak Kapitalizm – Walter Benjamin
Kapitalizm bir din olarak görülebilir. Başka bir deyişle kapitalizm esas itibariyle daha önce dinin yanıtladığı benzer endişeleri, ıstırabı ve kaygıyı tatmin etmeye hizmet eder. Weber’in düşündüğü gibi yalnızca dinsel olarak belirlenen bir yapıdan ziyade, aslında dini bir fenomen olarak kapitalizmin dinsel yapısının kanıtı, bugün halen insanları yanlış yoldan sonsuz, evrensel bir polemiğe sürükler. Direndiğimiz ağın rehavetine kapılamayız. Yine de etkili bir görüş daha sonra mümkün olacaktır. Bununla birlikte, halihazırda kapitalizmin dinsel yapısının üç niteliği ayırt edilebilir. Birincisi, kapitalizm belki de şimdiye kadarki en aşırı katışıksız dinsel tapınmadır. Kapitalizm içerisinde her şey ancak doğrudan tapınma ilişkisi içerisinde anlam kazanır: Hiçbir özel dogma, teoloji ayırt etmez. Bu bakış açısından faydacılık onun dinsel rengidir.
Robespierre ya da Terörün ‘İlahi Şiddeti’ – Slavoj Zizek
1953’te, Çin Başbakanı Zhou Enlai, Kore Savaşını sona erdirmek amacıyla barış görüşmeleri yapmak üzere Cenova’dayken, kendisine Fransız Devrimi hakkında düşüncelerini soran bir Fransız gazeteciye şöyle karşılık verdi; ‘Bunu söylemek için hala çok erken.’ Bir biçimde haklıydı; 1990ların sonunda ‘halk demokrasileri’nin parçalanıp dağılmasıyla, Fransız Devriminin tarihi önemi için verilen mücadele yeniden alevlenmişti. Liberal revizyonistler, 1989’da Komünizmden feragat edilmesinin tam zamanında gerçekleştiği fikrini dayatmaya çalışmışlardı; bu, 1789’da başlayan bir devrin sonuna gelindiğine işaret ediyordu, ilk kez Jakobenlerle birlikte sahnede boy gösteren devletçi-devrimci modelin son başarısızlığına.
“Galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik” Babama Mektup – Oğuz Atay
“Acaba senin de bilinç altın var mıydı babacığım?”
Özellikle bazı kitapları okuduktan sonra, içimdeki bu aşağılık çelişkilerin daha da farkına vararak, senin hiç anlamayacağın bir biçimde sabit gözlerle boşluğa bakıp duruyorum. Senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. Birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın. Sinemaya gitmedin. Hiç roman okumadın. Zeytinyağlı enginar yemedin. Yabancı ülke özlemi çekmedin. Kimseye hediye almadın. Evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin.
“Dalgın olduk mu gerçek benliğimizle davranıyoruz…” Aylak Adam – Yusuf Atılgan
Şişenin biri bitince kalktı, pikabı işletti. Piyano özlediği ezgilere başladı. Sedire oturdu. Artık dış dünyanın sesleri duyulmuyor. Her şey kendi içinde oluyor. Bir gün bu ışıklı kıyıda, pırıl pırıl kumların üstünde durmuş muydu? Ya bu tanıyamadığı, sokaklarında güleç yüzlü insanlar dolaşan şehir nerde? Sonra yine o pırıl pırıl kıyı… Arkasından biri, ‘Ben de varım’ diyor. Ah, o birisi… Piyano birden sustu. Gözlerini açtı. Kapalı camlar ardındaki gerçek şehrin keskinliğini yitirmiş seslerini yeniden duydu. Gitti pikabın düğmesini çevirdi. Sonra orta yerde duran sehpanın üstünden örtüyü çekti aldı. Odaya girdi gireli üstü örtülü tuvalde göreceği şeyi merak ediyordu. Boşsa oturup o gelinceye dek bekleyecekti. Oysa önünde bitmemiş bir resim duruyordu.
“O bildik yollar insanı günahsız uykulara da zindanlara da götürebiliyor” Yabancı – Albert Camus
Başkan, jüri üyeleri ve avukatıma, “Soracağınız bir şey var mı?” dedikten sonra, kapıcının ifadesini dinledi. Ötekilerine yapılan şeyler buna da tekrarlattırıldı, içeriye girerken, kapıcı bana baktı, sonra gözlerini başka yana çevirdi. Sorulan sorulara karşılık verdi. Anamı görmek istemediğimi, sigara tellendirdiğimi, uyuduğumu ve sütlü kahve içtiğimi söyledi. O zaman bir şeyin bütün salonu ayaklandırdığını hissettim ve ilk kez suçlu olduğumu anladım. Kapıcıya sütlü kahve ve sigara hikâyesini tekrarlattılar. Savcı, gözlerinde alaycı bir parıltıyla yüzüme baktı. Bu sırada, avukatım kapıcıya, benimle birlikte sigara içip içmediğini sordu. Bu soru üzerine savcı öfkeyle yerinden fırlayıp, “Burada suçlu kim?
Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” Kitabı Üzerine – Aslı Ekşi
Kimi zaman kitaplar filmlerden daha görsel oluverir sizin için. Sanki satırları okumuyormuşsunuz da kareler geçiyormuş gibi olur gözlerinizin önünden. O kareler ki anlatılmak istenenleri en yalın haliyle gözlerinizin önüne seriverir; bir toplumu, bir dönemi, bir şehri… Dahası tüm bunlar bir kavak devrilecek ka-dar kısa bir sürede gerçekleşse de, sergilenen aslında koskoca bir dönemdir. Sevgi Soysal’ın bir kadının dünyasını derinlemesine inceleyip toplumu arka plan olarak kullandığı ilk dönem yapıtlarından farklı olarak, ikinci dönemki ilk yapıtı sayılabilecek bu kitapta yazar, çok çeşitli karakterleri tarafsız bir şekilde anlatıyor. Bu betimleme sırasında yazar, kalemini bir kamera objektifi gibi kullanıyor ve kitaptaki bir karakter objektif altındayken diğeriyle karşılaştığında, yazarın objektifi de diğer karaktere kayıveriyor.
Kürtçe Hip Hop, Serhado Sevilen Şarkılarıyla cafrande.org’ta
1984 yılında İsveç’in başkenti Stocholm’de dünyaya gelen Serhado, aslen Mardin’in Midyatlı. Ailesi 1970 yılından beri İsveç’te yaşamakta olan sanatçı küçük yaşta babasını yitirir. 6-7 yaşlarında hip hop müziği dinlemeye başlayan Serhado, Kris Kros adlı hip hop grubu ile tanışır. 13 yaşında hip hop şarkı söylemeye karar verir. Başlangıçta Kürtçe söylemeyi başaramayacağından korkarak başka dillerde söyler, ancak daha sonra kendi dilinde şarkı sözleri yazıp söylemeye başlar.
Zeki olmak mutsuzluk mu getirir? Zeki olmanın şaşırtıcı dezavantajları – David Robson
‘Cehalet saadettir’ diye bir söz vardır. Yani zeki olmak mutsuzluk mu getirir? Bazı dahilerin yaşamından yalnızlık, öfke, bunalımın eksik olmadığı örnek verilir. Ünlü yazar Ernst Hemingway “Zeki insanların mutlu olduğuna pek rastlanmaz” diyordu. Eğitim sistemi akademik zekanın geliştirilmesi üzerine kuruludur ve bu da, sınırlılıkları bilinmesine rağmen, IQ yoluyla ölçülür. IQ seviyesini yükseltmek için insanlar epey para döker. Peki ya bu zeka arayışı ahmak işi ise?
Yaşamda anlam ve amaç arayışının gerekliliği nedir? Anlam İstemi – Viktor E. Frankl
İnsan sürekli bir anlam arayışı içindedir; başka bir deyişle “anlam istemi (iradesi)”! dediğim şey, Abraham Maslovv’un makalelerimden biri konusunda yaptığı yorumdan bir alıntı yapacak olursam, “insanın temel düşüncesi” olarak da değerlendirilebilir. Bugünün toplumunda doyumsuz kalan ve günümüz psikolojisi tarafından gözardı edilen şey, işte bu anlam istemidir (iradesidir). Mevcut güdülenme (motivasyon) teorileri insanı ya uyarımlara tepki veren (reacting), ya da dürtülerini boşaltan (abreacting) bir yaratıktır. Bu teorüer, insanın gerçekte tepki ver-mekten veya boşaltmaktan çok, yaşamın ona sorduğu sorulara cevap veren ve bu yolla yaşamın sunduğu anlamlan gerçekleştiren bir yaratık olduğunu dikkate almaz.
“İnsanlığın ezici çoğunluğu yoksul…” Zenginler ve Yoksullar – Charles Percy Snow
Zengin ülkelerde insanlar daha uzun yaşıyor, daha iyi şeyler yiyor, daha az çalışıyorlar. Hindistan gibi yoksul bir ülkede, ortalama ömür İngiltere’dekinin yarısı. Hintlilerin ve diğer Asyalıların, salt nicelik açısından, bir kuşak öncekinden daha az yemek yediklerine dair kanıtlar var. İstatistikler güvenilir sayılmaz, FAO’daki* görevliler bunlara pek güvenmememi söylediler. Ama sanayileşmemiş bütün ülkelerde, insanların ancak hayatta kalabilecek düzeyde yemek yedikleri kabul ediliyor. Ve insanların Neolitik çağdan günümüze kadar hep çalışmak zorunda oldukları şekilde çalışmaktalar. İnsanlığın ezici çoğunluğunun hayatı her zaman berbat, acımasız ve kısa olmuştur. Yoksul ülkelerde hala öyle.
“Kaç kez sana uzaktan baktım” Cemal Süreya’nın Edebiyata Yönelişi ve Şair Hakkında Bazı Görüşler
“Toplumun değeri, insanlarıyladır…” Medeniyet Nedir? – Ali Şeriati
Medeniyet (temeddün), “m-d-n” kökünden olup medine (şehir) sözcüğüne akrabadır. Medine şehir demektir. Medeniyet ise intisap, istinat ve bağlılık manasıyla, bu bapta gelmiş olan anlama işarettir; örneğin kibir büyüklük, tekebbür ise büyüklük göstermeye bağlılık anlamındadır. Dolayısıyla medeniyet, medineye, şehre bağlılık hissi ve o hissi ortaya koyma demektir. Fransızca, İngilizce ve Latince’de de medeniyet için aynı görüş benimsenmiş ve medeniyetin karşılığı olarak sivilizasyon (civilisation) kabul görmüştür. Sivilizasyon sivilden gelir. Sivil, şehre, memlekete, ülkeye ait demektir. Sivilizasyon masdar isim olup medenî yapmak, medenileştirmek anlamında “sivilize”den gelir. Bu nedenle Latinin de Doğulunun da aynı kavramı alıp benimsediklerini söylüyoruz. Bu sebepledir ki her ikisi de medeniyet ölçütünü şehirde oturmak olarak almışlardır.