İnsanlığımızı koruyarak gayri meşru otoriteyi nasıl alt ederiz? -David Cromwell

David CromwellNeden aktivistler çoğu kez motivasyon, yalnızlık, kendini tüketme, bencillik ve ıstırap gibi hassas insani meselelerle ilgilenmeyi savsaklarken zor olaylara, bir sürü şahıs ve sıkıcı tartışmalara odaklanır? Neden seçkinlerin iktidarına çoğunlukla öfke, nefret ve bazen de şiddetle tepki gösteririz? İnsanlığımızı koruyarak gayri meşru otoriteyi nasıl alt ederiz? Karl Marx bir keresinde şuna dikkat çekmişti: “Radikal olmak kökene inmektir ve köken insanın kendisidir.” “Mülkiyet hırsızlıktır” diye yazan Pierre Joseph Proudhon şunu öğütlemişti: “Eski Dünya çözülme süreci içerisindedir. O sadece düşüncedeki ve kalplerdeki yekpare devrimle değiştirilebilir.”

Fikret Başkaya: TC bunu hep yapıyor ve başka türlü yapması mümkün değildir

Fikret Başkaya“Eğer halk neler çevirdiğimizi bilseydi, bizi sokakta yakalayıp, linç ederdi.” George Bush (baba)* Akrep kurbağaya, “beni sırtına al, nehri geçir” demiş. Kurbağa, “ seni sırtıma alayım, sen de beni sok, öyle mi, yağma yok” demiş, Fakat akrebin ısrarlarına dayanamamış, ikna olmuş ve akrebi sırtına almış. Tam nehrin ortasına vardıklarında akrep kurbağayı sokmuş. Kurbağa başını çevirmiş, “bunu neden yaptın, şimdi ikimizi de öldürüyorsun” demiş. Akrep, “başka türlü yapamazdım, bu benim tabiatim” demiş… TC de başka türlü yapamaz, zira katliam onun tabiatinde var. Bu yüzden Türkiyenin 100 yıllık tarihi, aynı zamanda 100 yıllık katliamların da tarihidir.

Tim Rayborn & Annettte Bauer kolektif çalışması; ‘Canconier’ albümü

Genellikle Ortaçağ erken dönem, 12. ve 15. yüzyıl geleneksel müzikleri üzerine çalışmalardan oluşan “Canconier”  adlı bu çalışmasında sanatçı İskandinavya, Balkanlar ve Orta Doğu’ya geniş bir coğrafyanın geleneksel ritmlerine de yer veriyor. Grup, Tim Rayborn ve Annettte Bauer ikilisinden oluşsa da albüm sürecinde  başka sanatçılardan da zaman zaman yardım aldığını belirtiyor.

Cemal Süreya, Çetin Altan’ı anlatıyor: “Hepimizin kanı onda aktı/ Temiz kanla birlikte kirli kan”

Çetin AltanHayat, çoşku ve devinim: Budur Çetin Altan. Atın gökyüzüne çifte atması, ilkyaz ikindisinde gübre kokusunun hiç de kötü olmayışı; manken yürüyüşündeki evrensel, bir bakıma uzaysal tat; Názım’ın bir şiirindeki gibi, denizde öpüşmek… Çetin Altan, ülkemizde bu denli sömürü olmasaydı, dünya olaylarını böylesine izlemeseydi, siyasete girmeseydi, eski edebiyatı bu kadar iyi bilmeseydi, yeteneğinin bunca ayırdına varmasaydı, daha çok Epikürcü yanıyla yaşayacak, bu anlamda, bir Rousseau gibi, ‘Mutluluk Sözleşmesi’ni yazacaktı.

Herkesin Bahanesi: “Bizim elimizden ne gelir!..” Fil Beklemek – Metin Altıok

Metin AltıokSerçe kuşu yağmurlu bir günde, şimşekler çakıp gök olanca hızıyla gümbürderken, yere sırtüstü yatmış, havaya kaldırdığı incecik ayaklarıyla boşluğu dövermiş. Bu tuhaf durumu görenlerin “Neden böyle yapıyorsun?” sorusuna, “Bunca mahlûkat var yeryüzünde, gök yıkılıp üstümüze düşerse hepsi telef olacaklar. Ben de göğü tutmak için kaldırdım ayaklarımı” cevabını vermiş. Sonra içtenlikle, “Kaldırdım kaldırmasına, ama yine de korkudan yüreğimin kırk kantar yağı eriyor” diye eklemiş. Çevresindekiler, “Amma yaptın ha, sen kendin beş dirhem etmezsin. Bu kırk kantar yağ da neyin nesi!” diyerek alaya almışlar serçeyi. Serçecik şöyle bir bakmış yüzlerine, “Siz bunu anlayamazsınız” demiş.

Bilimdeki en büyük 10 bilmece – Les 10 plus grandes énigme de la science

ScienceSonsuza tekerrür eden ilk şey nedir? Evrendeki “şey”lerin anlaşılmaz bir yapısı olsa da bilim, yaşamın temelinin herhangi bir büyü ya da el değilemeyecek bir şeye dayanmadığını ortaya koymuştur. Ancak bazen yine de bilimsel teoriler eski büyülerden temel alır. Bugün fizik de başlıca teorileri için kendine hala çözümlenememiş bazı bilmeceleri temel almıştır: zamanın yapısı, diğer evrenlerin varlığı, her şeyin başlangıcı ve bitişini, farklı gerçeklik olanaklarının nasıl olduğu… Gerçekliğin farklı taraflarını keşfederek daha yükseklere erişmesi için insanı omuzlarına alan bilim, seçkin bir merakın ürünüdür.

Çok kültürcülük ya da Çokuluslu Kapitalizmin Kültürel Mantığı – Slavoj Zizek

0

Zizek“Muhafazakâr bilinçdışının kirli sırlarını ifşa etmekten hiçbir zaman utanmayan” Norman Tebbit tarafından net bir biçimde gösterilmiştir: “Geleneksel olarak İşçi Partisi’ne oy veren birçok kişi, bizim değerlerimizi paylaştıklarının farkına vardılar — yani insanın sadece toplumsal değil, yeryüzüne ait bir hayvan da olduğunu anladılar; bu temel kabilecilik ve toprak içgüdülerini karşılamak gündemimizin bir parçası olmalıdır.” Demek ki “temellere dönüş” aslında şöyle bir şey: Medeni burjuva toplumu görüntüsünün altında pusuya yatmış olan “temel” bencil, kabileci, barbar “içgüdüler”in yeniden ortaya çıkarılması.

“Üzüntü; gece gündüz vücuduna saplanmış bir oku taşımak demek” Kafka’nın Mesajı – Sadık Hidayet

kafkaKafka’nın yazılarında eski bir dert eski zamanların üstüne kâbus gibi çöker sanki. Köpek kendi kendine düşünür: “Bizim neslimiz kaybolmuş. Zaten böyle olması gerekiyor. Ama eski nesillerden daha çok kınanacak durumda. Kendi dönemimizdeki ikilemde kalmayı anlayabiliriz. Doğru bu o kadar da basit bir ikilem değildir. Binlerce gece gördüğümüz, binlerce kez unuttuğumuz bir düştür bu.” Sonra bir zamana hayıflanır: “Köpekler henüz günümüzdeki kadar köpek olmamışlardı. Kafka’nın dünyasında henüz mefhumunu kavrayamadığımız birtakım olayların ürkütücü mesajları görülür. Aslında çözülüp dağılan yeni unutkan insan birliğin mevcut olmadığı bir dünyada yaşar.

Y. Doğan Çetinkaya: HDP çevresindeki birlik büyüdükçe AKP ve devlet şiddette yöneliyor

HDPBaşlangıç derginin son sayısında Cihan Çabuk ile yazdığımız yazıda HDP’nin aldığı %13 oy sonrasında Devlet’in nasıl ve neden topyekun bir tepki verdiğini ve bu tepki çerçevesinde Savaş Bloku’nun oluşturulmasının farklı nedenlerine daha yeni değindik. Her ne kadar HDP’nin seçim başarısı kısa vadede daha çok Erdoğan, ekibi ve başkanlık planları için bir tehdit oluşturmuşsa da CHP’sinden sermayesine egemenler açısından da bir tehlike arz ediyordu. Özellikle Devlet’in resmi ve gayr-i resmi güvenlik aygıtı için “milli” düşman addedilen kesimlerin gerek sandıkta gerekse de sokakta artan oranda bir araya geliyor oluşu onlar açısından çalan tehlike çanlarıydı. Gerek Erdoğan için gerekse de devletin güvenlik aygıtı için çözüm süreci olarak adlandırılan dönemin ve şartların hem sandıkta hem sokakta karşıtlarını güçlendirdiği açığa çıkmış oldu. 7 Haziran seçimlerinde.

“İnsanı, az bilmek kadar kuşkulandıran hiçbir şey yoktur” Kuşku Üstüne – Francis Bacon

0

Francis BaconKuşlar arasında yarasa ne ise, düşünceler arasında kuşku da odur: ikisi de hep alacakaranlıkta uçarlar. Kuşkularımızı baskı altına almak, hiç değilse gözaltında bulundurmak zorundayız, çünkü kafamızı bulandırır, arkadaşlarımızı yitirmemize yol açar, işimizi altüst eder çığrından çıkarırlar. Kralları zorbalığa, kocaları kıskançlığa, bilge kişileri bocalamalara, kara düşüncelere sürükler kuşku. Gönlümüzün değil kafamızın bir yetersizliğidir kuşkular, çünkü İngiltere Kralı VII. Henry’de örneğini gördüğümüz gibi, en yiğit yaradılışlarda bile başgösterdikleri olur.

Kant ve Benjamin’de Şiddetin Tarihi ve Hatırlama – Hakan Çörekçioğlu

0

Immanuel Kant5 Nisan 1795’de, Basel’de, devrimci Fransa Cumhuriyeti ile monarşik Prusya Devleti arasında bir barış antlaşması imzalanır. Aynı yıl, Kant bu sözleşmenin ona verdiği umutla ünlü eseri Ebedi Barış’ı yayınlar. 23 Ağustos 1939’da ise, Moskova’da, bu kez Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği arasında bir Saldırmazlık Paktı imzalanır. Yaklaşık bir yıl sonra, Walter Benjamin bu birliğin onda yarattığı hayal kırıklığının da etkisiyle Tarih Kavramı Üzerine’yi kaleme alır. Söz konusu iki eserde, Kant’ın olumlu Benjamin’in ise olumsuz bir örnekten hareketle ortaya koyduğu düşünceler aslında aynı amaçta birleşir: Şiddete son verecek bir barışın imkânını göstermek.

“Eşşeoğlu eşşekler!– diye bağırıyorum sonra; Eşşeoğlueşşekler!” Uğraşsız – Leyla Erbil

Leyla Erbil“Bir başkası belki anlardı” Olduğum yerde uyuyakaldım. Çevrem sıcacık. Sıcacıklığı beni uyandırıyor. Başımın ucunda kırmızı topraklı adalardan birinde bilmemkimle geçmiş bir gün var. Güneşten, derimle bir tüylerim de yanmış; Gauguin’den tanıdığım bi renk almışım. Yüzükoyun uzanmış kuruyorum. Dışım, çevrem: gözleri kıpkırmızı sulanmış, külhan, kaçamaklı okullular, cezaevleri, varsayımcılar, yıldızlar, köpeklerle dolu; hıncahınç. Yanıbaşımda bu olmasa! Bu, çok karı görmüş, yapmacıklı, içinden koşullu adamı sevmiyorum. Onun, ağacı, kediyi, denizi sevmesi benim yüzümden. Bu maviliğin, bu pırıl pırıl sarıların içinde hangi kadın olursa, onun yüzünden tüm nenleri sevmeye razıdır.

“Kendinizden başka kimse yardımcı olamaz size…” Düz-Anlatı Düz Olamaz – Tomris Uyar

Tomris UyarDüz-anlatı çevirisi gibi dünyanın hemen her yerinde çevirmenin geçimini sağlamada yeterli olamayan bir uğraşa neden heves edilir? Konuya bu soruyla girmek isliyorum, ilk akla gelen yanıtlardan birkaçını sıralayayım: bir yabancı dili hakkıyla öğrenmek isteyen biri, o dilde temrin yapabilmek için, sözcük dağarcığını genişletmek için “çeviri”den yararlanabilir. Ya da bir yabancı dili yeterince bildiğine inanan biri, çok sevdiği, önemli bulduğu bir romanı ya da öyküyü anadiline çevirmek, böylelikle duyduğu tadı başkalarıyla paylaşmak yoluna gidebilir, iki durumda da çevirmenin uğraşı, amacı gerçekleşir gerçekleşmez sona erecektir. Diyeceğim, çevirmenlik, sürekli bir çalışma, araştırma, dilde ve seçmede tutarlılık, öz disiplin isteyen bir uğraştır, uğraş katına yükseldiğinde.

Anadolu’da Nefret ve Nefret İfadesi Olarak Şiddet’in Tarihine Yolculuk – Zahit Atam

Zahit AtamTürkiye garip bir ülkedir, nedenini nefret üzerinden incelemek gerekir: Anadolu yaklaşık bin yıldır –hatta denebilir ki daha fazladır- bir halklar ve uygarlıklar merkezi olmuştur. Gerçekten tarihsel süreç Anadolu’nun halklar tarafından bir kültür mozaiği şeklinde örüldüğünü gösteriyor. Toprak, kat kat kazıldığında tarihin farklı zamanlarına yayılmış farklı uygarlıklar çıkıyor. Bu kişilerin ve ırkların dışında, toprağın özelliği ve bereketi gibi görünüyor. Ama gelin görün ki Bizans Sarayının kalıntıları üzerine otel yapınca, kendisini eleştirenlere iktidar, “yıkıntının üzerine Otel yapıyoruz, istemezük diyorlar” diye açıklama yapınca, ya da Ankara’nın tarihsel imgesini bir şarlatan değiştirince, aslında tarihle kavgalı anlayışlarımızın olduğunu görüyoruz. Oysaki bu uygarlıkları zenginlik olarak görürsek, hayat hepimiz için daha iyi olmaz mıydı?

“İnsanlığı da, ölülere saygı göstermeyi de öğreteceğiz…” Bir Milli Maçta Fışkıran İrin – Kıvanç Koçak

Kıvanç Koçak“Milli” takım bir süredir maçlarını Konya’da oynuyor. Nedenini hatırlıyor musunuz? Çünkü İstanbul’da takıma ve futbolculara yönelik ciddi protestolar yaşanıyor, gerilim çok yükseliyordu. Yetkililer çareyi, maçları daha önce hiç milli maçın oynanmadığı, stadı yenilenmiş Konya’ya taşımakta buldular. Aldıkları performanstan da çok mutlu oldular. Seyirci “muhteşemdi”, takıma hiç sırtını dönmüyordu, hep destekliyordu. İşte o muhteşem seyirci, İzlanda maçı öncesi Ankara katliamında hayatını kaybedenler için yapılan saygı duruşunda durmadı, duramadı; ıslıklar, yuhalamalar, tekbirler… Halkımız, ağırlıkla “solcuların” öldüğü Ankara katliamından sonra ilan edilen yasta, 2-3 gün zar zor tutmuştu kendini zaten ileri geri konuşmamak için (ki konuşanlar da vardı),

Tayyip Erdoğan tüymek için darbeyi zorluyor!.. – Ahmet Nesin

Ahmet NesinKime sorsam bişey diyemiyor, analiz yapamıyor. Erdoğan bizi bu noktaya getirdi, o kadar saçmalıyor ki, kendisini savunanlar bile söyleyecek laf bulamıyorlar, onlar da mecburen saçmalığa saçmalık katıyorlar. Bu durumda buna bir analiz yapamıyoruz, 40 yıldır siyasetin içindeyim, 37 yıldır gazeteciyim ve analiz yapamamak beni daha çok delirtti. Analizi yok, çünkü bunca cinayet oy getirmez, tam tersi götürür. Büyük olasılıkla danışmanları çıldırma noktasına gelmiştir. Saatlerce düşündüm bunun bir nedeni olmalı diye. Bunun bitek dayanağı var bence, Erdoğan sivil darbeyi başaramayacağını anladı, en büyük hayali hüsrana dönüştü. Her yerel, hem de uluslararası mahkemelerde yargılanma olasılığı çıktı ortaya.

Kitle Zihniyetinin Dengeleyicisi Olarak -Devlet Denetimindeki- Din – Carl Gustav Jung

0

Devletin politikası iman mertebesine yükseltilir, lider veya parti başkanı konumundaki kişi iyi ve kötünün ötesinde bir yarıtanrı haline gelir ve ona kendini adayan insanlar birer kahraman, din şehidi, havari veya misyoner gibi şereflendirilir. Sadece bir tek gerçek vardır, ondan başka hiçbir gerçek yoktur. Bu gerçek çok kutsal ve dokunulmazdır, eleştiri üstüdür. Farklı düşünen herkes bir zındıktır ve, tarihten de bildiğimiz gibi, her türlü kötü akıbetle karşılaşma tehlikesi İçindedir. Sadece politik gücü elinde tutan parti başkam Devlet doktrinini aslına sadık biçimde yorumlayabilir. Bunu da kendine uygun gördüğü bir şekilde, kafasına esriğince yapar.

Burjuva mantığında devlet Tanrı’nın yerini almıştır

Egemen devlet hayalini bir başka deyişle, devleti idare edenlerin isteklerini her türlü sınırlamadan kurtarmak için, bu eğilimdeki tüm sosyopolitik hareketler şaşmaz biçimde dinin altındaki zemini kaydırmaya çalışırlar. Zira, bireyi Devlet’in bir fonksiyonu haline dönüştürmek için, Devlete bağımlılık dışındaki tüm bağımlılıkları onun elinden alınmak zorundadır. Oysa din, deneyimin mantıkdışı gerçeklerine bağımlı olmak ve boyun eğmek demektir. Söz konusu gerçekler sosyal ve fiziksel koşullarla doğrudan bağlantılı değildirler; daha ziyade bireyin ruhsal tavrı ile ilgilidirler.

Ama yaşamın dışsal koşulları karşısında bir tavır alabilmek, ancak eğer bu koşulların dışında bir referans noktası var ise mümkündün Dinler işte böyle bir bakış açısı sağlarlar veya sağladıkları iddiasındadırlar. Bu bakış açısı bireye kişisel yargılama ve karar verme gücünü uygulama olanağını sunar. Dinler, sadece dış dünyada yaşayan ve ayağının altında kaldırım taşlarından başka bir zemin bulunmayan insanın maruz kaldığı somut koşulların apaçık ve kaçınılmaz gücü karşısında ona yedek bir kaynak sağlarlar. Eğer istatistiksel gerçek tek gerçek İse, o zaman tek ve mutlak otorite odur. Bu durumda tek bir koşul vardır ve buna karşıt hiçbir koşul varolmadığı İçin, yargılama ve karar verme yeteneği sadece gereksiz ve fazla değil, imkansız hale gelir, işte o zaman, birey istatistiklerin bir fonksiyonu olmaya, dolayısıyla Devlet in veya adına ne denirse, o soyut düzen prensibinin bir fonksiyonu olmaya mahkumdur.

Bununla birlikte dinler “dünya”nın dayattığının karşın olan bir başka otoriteyi öğretirler. Bireyin Tanrı’ya bağımlılığı doktrini dünyanın birey üzerindeki iddiası kadar güçlü bir iddiadır. Hatta bu iddianın mutlakçı lığı, kişi kolektif zihniyete teslim olduğunda kendine nasıl yabancılaşıyorsa, aynı şekilde onu dünyaya karşı yabancılaştırabilir. Kolektif zihniyette olduğu gibi bu kez de (dinsel doktrin adına) yargılama ve karar verme gücünü, bir suçun bedelini ödermiş gibi, kaybedebilir. Devletle uzlaşma yoluna gitmedikleri takdirde, dinlerin açıkça hedefledikleri amaç da budun Eğer Devlet’le uzlaşırlarsa, ben bunlara “din” değil, “iman” demeyi tercih ediyorum. İman kesin bir kolektif inancın ifadesidir, oysa din sözcüğü belli bazı fizikötesi ve dünyaötesi faktörlerle kurulan öznel ilişkiyi ifade eder. İman ana hedefi bu dünya olan bir inanç bildirimidir, dolayısıyla dünyevi bir ilişkidir. Oysa dinin anlamı ve amacı (Hıristiyanlık, Musevilik ve İslamda olduğu gibi) bireyin Tanrı ile ilişkisinde veya (Budizmde olduğu gibi) bireyi kurtuluşa ve özgürleşmeye götüren yolda saklıdır. Tüm ahlak sistemleri bu temel gerçekten türemişlerdir, o olmaksızın bireyin Tanrıya karşı sorumluluğu töresel veya göreneksel bir erdem olmaktan öteye gidemez,

Gündelik dünyevi gerçeklerle uzlaşmak dernek olan iman sistemleri görüşlerini, doktrinlerini ve adetlerini zaman içinde gelişen ve değişen bir kurallar sistemi altında toplamak zorunluluğunu hissetmişlerdin Bunu yaparken de o kadar maddileşmiş ve cismani hale gelmişlerdir ki, özlerinde yatan hakiki dinsel unsuru —yani dünyaöncesi olan o referans noktası ile aralarındaki canlı ilişkiyi ve dolaysız yüzleşmeyi— gerilere itmişlerdir. Mezhepsel görüş açısı, sübjektif dinsel ilişkinin değerini ve önemini geleneksel doktrinin kıstası ile ölçer ve eğer Protestanlıkta olduğu gibi bu yaygın bir uygulama değilse, insan Tanrı’nın iradesi ile yönlendirildiğini iddia ettiği anda, ortalıkta bir softalık, sekterlik ve eksantriklik tartışması başlan İman resmi Kilise ile birlikte varolan bir şeydir, ya da sadece gerçek inanç sahiplerinin değil, aynı zamanda dinsel konularda ‘‘kayıtsız” diye tanımlanabilecek ve salt alışkanlıkların etkisiyle Kiliseye devam eden muazzam sayıda insanın da ait olduğu bir kamu kurumudur. İşte burada din ile iman arasındaki fark gözle görülür hale gelir.

Demek ki, iman sahibi olmak her zaman dinsel bir konu değil, daha ziyade sosyal bir konudur ve böyle olduğu için bireye hiçbir temel dayanak kazandırmaz. İman sahibi kişi kendini desteklemek için bu dünyaya ait olmayan bir otoriteyle ilişkisine güvenmek zorundadır. Buradaki kriter belli bir imana sadece sözde bir bağlılık göstermek değil, biteyin yaşamının sadece egosu, onun fikirleri veya sosyal faktörler ile belirlenmediği ve en az bunlar kadar önemli olan, fizikötesi, aşkın bir otorite tarafından belirlendiği psikolojik gerçeğidir. Bireyin özgürlüğünün ve özerkliğinin temellerini oluşturan kavramlar, ne kadar yüce olurlarsa otsunlar ahlaki prensipler, ya da ne kadar ortodoks olurlarsa olsunlar iman prensipleri değildir Bu temelleri oluşturan şey, ancak ve ancak, insan ile dünyaötesi otorite arasındaki yadsınması imkansız derin bir kişisel ve karşılıklı ilişkinin ampirik bilincidir. Bu da, “dünya’yı ve onun “mantığını” dengeleyici bir rol oynar

Bu açıklama ne kitle insanım, ne de kolektif inanç sahibini memnun edecektir Kitle insanı için Devlet politikası düşünce ve eylemin en yüce prensibidir. Kuşkusuz, kitle insanı bu amaç için bilgilendirilmiş ve eğitilmiştir, ve bundan ötürü, bireye ancak Devletin bir fonksiyonu olduğu sürece varolma hakkı tanınır Öce yandan, inanç sahibi kimse Devletin ahlaki ve fiziksel olarak hak sahibi olduğunu kabul etmekle birlikte, sadece insanın değil, Devlet’in de “Tanrı” egemenliğine bağımlı olduğuna ve herhangi bir şüpheye düşüldüğünde, son kararın Devlet tarafından değil, Tanrı tarafından verileceğine inanır Metafiziksel yargılarda bulunmak cüretini gösteremediğim için, “dünya”nın* yani insanın olaylara dayanan dünyasının ve dolayısıyla genel olarak doğanın Tanrının “karşıtı” olup olmadığına cevap veremiyorum. Sadece, bu iki yaşam alemi arasındaki psikolojik karşıtlığın yalnızca İncil’de teyit edilmekle kalmadığını, günümüzde de diktatör Devletlerin dine karşı ve Kilisenin ateizme ve materyalizme karşı olumsuz tutumlarında da açıkça sergilendiğini söyleyebilirim.

Nasıl ki sosyal bir varlık olarak insan uzun vadede toplumla bağı olmadan yaşayamazsa, birey de dış faktörlerin yıkıcı etkisini göreceli olarak azaltabilen dünyaötesi bir prensip olmadan hiçbir zaman varoluşu ve spritüel ve ahlaki özerkliği için gerçek bir neden bulamaz. Tanrıya bağlanmayan bir birey dünyanın fiziksel ve ahlaki kışkırtıcılığına kendi kaynaktan ile direnemez. Bunu yapabilmek için onu kitlelerin içinde boğulmaktan koruyan içsel ve fizikötesi bir deneyimin varlığına ihtiyacı vardır Kitle insanımın aptallaştın İmasına ve ahlaki sorumsuzluğuna salt entelektüel veya hatta ahlaki olarak yaklaşmak olumsuz bir kabullenme olur ve bireyi atomlara ayırma yolunda biraz tereddüt etmekten başka bir işe yaramaz. Bu yaklaşım dini inancın itici gücünden yoksundur, çünkü tümüyle rasyoneldir. Burjuva mantığında diktatör Devletin büyük bir avantajı vardır bireyin yanısıra dinsel güçleri de yutar. Devlet Tanrı’nın yerini almıştır. İşte bu nedenle, diktatörlükler din haline gelmiş ve Devlet köleliği bir ibadet biçi1 mi olmuştur Ancak, dinin işlevi, geçerli egemen kitle zihniyeti ve çatışmaları engellemek için hemen bastırılan, gizli kuşkulara yol açmadan bu şekilde yerinden sökülemez ve yalanlanamaz. Sonuçta durum, her seferinde olduğu gibi, fanatizm şeklinde aşırı bir yolla telafi edilir ve fanatizm en ufak bir muhalefet kıvılcımım bile ezen bir silah olarak kullanılır, ‘Amaca ulaşmak için tüm yollar, en aşağılık olanlar bile, meşrudur’ gerekçesi ile özgür düşünce ayaklar altına alınır ve ahlakı yargı hakkı acımasızca bastırılır. Devletin politikası iman mertebesine yükseltilir, lider veya parti başkanı konumundaki kişi iyi ve kötünün ötesinde bir yarıtanrı haline gelir ve ona kendini adayan insanlar birer kahraman, din şehidi, havari veya misyoner gibi şereflendirilir. Sadece bir tek gerçek vardır, ondan başka hiçbir gerçek yoktur. Bu gerçek çok kutsal ve dokunulmazdır, eleştiri üstüdür. Farklı düşünen herkes bir zındıktır ve, tarihten de bildiğimiz gibi, her türlü kötü akıbetle karşılaşma tehlikesi İçindedir. Sadece politik gücü elinde tutan parti başkam Devlet doktrinini aslına sadık biçimde yorumlayabilir. Bunu da kendine uygun gördüğü bir şekilde, kafasına esriğince yapar.

Kitle kuralı gereğince, birey xxx. sayılı bir sosyal birim haline geldiğinde ve Devlet en yüce prensip seviyesine çıkartıldığında, din fonksiyonunun da bu girdaba yakalanacağı düşünülebilinir, Dikkatli bir gözlemle ve gözle görülmeyen, kontrol edilemeyen bazı faktörler hesaba katıldığında, din insana özgü içgüdüsel bir tutumdur ve bunun kendini gösterme biçimlerini tüm insanlık tarihi boyunca izlemek mümkündür. Dinin belirgin amacı ruhsal dengeyi muhafaza etmektir. Zira doğal insanın, bilinçli fonksiyonlarının her an içinden veya dışarıdan gelebilecek ve kontrol edilmesi mümkün olmayan olgularla engellenebileceğine dair, yine gayet doğal bir “’bilgisi” vardır. Bu nedenle, gerek kendisi, gerekse başka insanlar için önemli sonuçlar doğurabilecek zor bir karar alırken, bunu dine dayanan uygun bazı önlemlerle güvenli bir hale getirmeye dikkat eder. Görünmeyen güçlere adakta bulunur, hayır duaları ettirir, kutsal ayinlere katılır. Psikolojik içgörü yeteneğinden yoksun rasyonalistler tarafından sihirli yararı inkar edilen ve büyü, boş inanç, hurafe diye karşı çıkılan törenler insan yaşamında yeni bir dönemi belirleyen ayinler) her yerde ve her zaman yapıla gelmiştir. Zira, sihir veya büyünün önemi azımsanamayacak büyük bir psikolojik etkisi vardır. Büyülü” bir performans gerçekleştirmek, bunu yapan kişiye, kararını yerine getirmek için kesinlikle gerekli olan güven duygusunu verir, çünkü karar almak kaçınılmaz olarak tek yanlı bir eylemdir ve bu nedenle, bir risk olarak hissedilir Bir diktatör bile, kendi Devlet kanunlarım tehditlerle yerine getirmekle kalmaz, bunların çeşitli törenlerle gerçekleştirilmesini isten Bandoların, bayrakların, flamaların, törenlerin ve kitlesel gösterilerin, kilise cemaati yürüyüşlerinden, şeytanı kaçırmak için yapılan şeylerden prensipte hiçbir farkı yoktur Ancak Devlet’in güç gösterileri, dinsel törenlerin aksine, bireye içindeki şeytani hislere karşı hiçbir korunma sağlamayan kolektif bir güven duygusu verir. Sonuç olarak, birey Devletin gücüne, yani kitle zihniyetine daha fazla sarılacak, böylece kendini Devlete hem fiziksel, hem de manevi olarak daha fazla teslim edecek ve sosyal kudretini ve yetkisini tümüyle yitirecektir. Tıpkı Kilise gibi, Devlet de kişilerden şevk, özveri ve koşulsuz sevgi talep eder. Nasıl ki dinler “Tanrı korkusu”na gerek duyar veya bunun varolduğunu farzederlerse, diktatör Devlet de gerekli korku ortamım yaratmaya ayrı ölçüde Özen gösterir.

Bir rasyonalist tüm gücünü geleneklerle günümüze taşınan dinsel törenlerin büyülü etkisine saldırmaya yöneltirse asıl amacına ulaşamaz. Buradaki en temel nokta, yani aslında her iki tarafın da (Din ve Devlet) karşıt amaçlarla kullandıkları psikolojik etki, gözardı edilmiş olur. Benzer bir durum, din ile devletin amaçlan konusunda da geçerlidir. Dinin hedefleri — kötülükten arınmak, Tanrı ile barışmak, öbür dünyada ödüllendirilmek, vs.— devlet katında insanın geçim kaygısından kurtulması, maddi araçların adi) bir şekilde dağılımı, gelecekte evrensel refaha kavuşmak, daha kısa çalışma saatleri gibi dünyevi vaatlere dönüşür. Bu vaatlerin yerine getirilmesi Cennetle kavuşmak kadar uzak bir gerçek olduğu için, din ile devlet arasında yine bir benzerlik ortaya çıkar. Bu benzerlik, kitlelerin dünyaötesı bir amaçtan tamamen dünyevi bir inanca döndürülmesinin altını çizer. Bu dünyevi inanç, aynen iman etmek gibi {onun karşıt yönünde olsa da), güçlü bir dinsel şevk ve ayrıcalık duygusu ile yüceltilir.

Gereksiz yere kendimi tekrarlamamak için, dünyevi ve dünyaötesi inançlar arasındaki diğer paralellikleri tek tek saymayacağım, ancak din fonksiyonu gibi başlangıçtan beri varolmuş olan doğal bir işlevin, mantıkçı ve sözde aydınlanmış bir eleştirellikle baştan sayılamayacağını vurgulamakla yetineceğim. Tabii, imanların doktriner içeriklerini yerine getirilmesi mümkün olmayan şeyler gibi gösterebilir ve bunlarla alay edebilirsiniz, ama bu tür yöntemler esas noktayı gözden kaçırırlar ve imanların temelini oluşturan din fonksiyonunu can alıcı noktasından vuramazlar. Ruhun ve bireysel kaderin mantıkdışı unsurlarına vicdani bir bakışla yaklaşan din, Devletin ve diktatörün tanrılaştırılması şeklinde —kötü amaçla tahrif edilerek tekrar karşımıza çıkar: Naturam expellas furca tamen usque recurret (Tabiatı bir saman tırmığıyla savurabilirsiniz, ama o her zaman geri gelecektir). Dolayısıyla, durumu gerektiği gibi tartıp değerlendiren liderler ve diktatörlerin Sezar’ın ilahlaştırılmasıyla olan paralelliklerini örtmek ve asıl güçlerini Devlet masalının ardına gizlemek İçin çabalamaları hiçbir şeyi değiştiremez.

Daha önce de söylediğim gibi, diktatör Devlet bireyin haklarını elinden almakla kalmaz, varlığının metafizik temellerinden yoksun bırakarak bilfiil ayaklarının altındaki zemini de kaydırır. Bireylerin kişisel ahlaki kararlarının hiçbir hükmü yoktur —önemli olan kitlelerin kor hareketidir ve yalan politik hareketin etkin bir prensibi haline gelir, Tüm haklarından yoksun bırakılmış milyonlarca Devlet kölesinin varlığının kanıtladığı gibi, Devlet bu durumdan karlı sonuçlar çıkartır.

Gerek diktatör Devlet, gerekse bir mezhebin yönetiminde olan dinler topluluk (komün) fikrine özel bir Önem verirler. Bu, “komünizm” idealinin temelidir ve insanlara o denli gırtlakları sıkılarak dayatılır, sonuçta istenenin tam aksi bir etki yaratır: yani insanları bölen bir güvensizlik duygusuna yol açan Aynı ölçüde Önemsenen Kilise ise karşı tarafta komünal (toplumsal) bir ideal olarak ortaya çıkar ve Protestanlıkta olduğu gibi Kilisenin fena halde güçsüz olduğu yerlerde, birleşme ve bağlılık duygusunun yokluğu karşısında onun yerini turan bir “komünal tecrübe” ümidi veya inancı yaratır Kolaylıkla anlaşılacağı gibi “komün” kavramı kitleleri örgütlemekte vazgeçilmez bir yardımcıdır ve dolayısıyla iki ucu keskin bir silahtır, Kaç tane sıfırı eklerseniz ekleyin bir birim elde edemeyeceğiniz gibi, bir topluluğun değeri de onu oluşturan bireylerin ruhsal ve ahlakı büyüklüklerine bağlıdır. Bu nedenle topluluktan çevre koşullarının etkisini bastıracak güçlü bir etki yani tek tek bireylerde, iyi veya kötü yönde herhangi bir köklü değişim beklemek mümkün değildir. Bu tür bir değişim insanın içindeki öze dokunmayan komünal veya Hıristiyan vaftiz törenlerinden değil, ancak insan m insanla kişisel ilişkisinden doğabilir. Komünal propagandanın ne kadar yüzeysel bir etkisi olduğunu Doğu Avrupa’daki son olaylarda gördük. Komünal ideal, önünde sonunda kendi hak ve isteklerini dayatacak olan bireyi gözardı ederek, kendi kendine gelin güvey olur.

Carl Gustav Jung

“Düşünmek, öfkede bir incelme, yücelme sağlar” Boyun Eğme – Theodor Adorno

1

AdornoBeraberinde eyleme dair talimatlar barındırmayan bir düşünceye baskıcı bir hoşgörüsüzlükle yaklaşılmasının ardında korku var. Manipüle edilmeyen bir düşünceden, bu düşünceden herhangi bir çıkarım yapılmasına imkân tanımayan bir konumdan korkulur; söylenmeyen, ama aslında gayet açık olan bir şey vardır bu korkunun ardında: Adı geçen düşünce, doğru bir düşüncedir. 18. yüzyıl Aydınlanmacılarının yakından tanıdıkları eski bir burjuva mekanizması bir kez daha, ama hiç değişmemiş olarak iş başında yine: Olumsuz bir durumun yol açtığı acı bizim örneğimizde, ketlenmiş bir gerçeklik bu durumu dile getiren kişiye karşı duyulan öfkeye dönüşüyor.

Oya Baydar: Ölüler barış pankartlarıyla örtüldüğünde sorumlu devlet ve iktidardır

Oya BaydarBurada; devlet nedir, devlet/iktidar ilişkisi nasıl işler, devlet biçimleri nelerdir gibi konulara girmenin ne gereği ne de imkânı var; ama hemen söyleyelim, devletlerin belli birimleri belirli amaçlar doğrultusunda bu tür “operasyonlar” düzenlerler. Derin devlet, derin çeteler sözü, vatan hainleri’nin uydurması ya da ruh hastalarının paranoyası değildir. Hele de bu konuda bunca sabıkası olan Türk devletini düşünürseniz… Gladyo’suyla, Özel Harp Dairesi’yle, istihbarat teşkilatlarının özel birimleriyle, böyle bir derin yapının Türk devletinin de bir parçası olduğunu, son kanlı katliamda devlet/iktidar aklaması paklamasına çıkanlar benden daha iyi bilirler.

AKP’nin seçim tutanağı: Soyumuz kuruyor, Oyumuz yüzde 25, Son 4 yıldır Lale Devri’ndeyiz

Nokta dergisi8 yıl aradan sonra raflarda yerini alan Nokta dergisi, bu haftaki sayısında 7 Haziran seçimlerini kapağına taşıdı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan portresinin silgiyle silindiği bir fotoğrafla okuyucusunun karşısına çıkan Nokta, seçimlerde tek başına iktidarını kaybeden AKP’ye gönderme yaptı. Kapağın özetini içeren editör yazısında “Bir yanda ‘saray’ diğer yanda ‘ahali’..” ifadesi ile halkın Erdoğan’ı artık istemediği yorumu yapıldı. Nokta dergisi, AKP binasında 7 Haziran genel seçiminden sonra yaptığı ve eski Enerji Bakanı Taner Yıldız’dan Cumhurbaşkanı Danışmanı Mücahit Arslan’a 15 üst düzey yetkilinin katıldığı seçim hazırlığı toplantısında gerçekleştiğini ileri sürdüğü konuşmaları yayımladı. “AK Parti bu trende göre İç Anadolu ve Karadeniz’e sıkışan bir bölge partisine dönüşebilir.”