“ÇOĞU KİŞİ, PSİKOLOJİ KONUSUNDAKİ HER ŞEYİ BİLDİĞİNİ SANMAKTADIR!” PSİKOLOJİ VE DİN – JUNG

BİLİNÇDIŞI AKLIN BAĞIMSIZLIĞI DİN, İNSAN AKLININ EN ESKİ VE EN YAYGIN UĞRAŞLARINDAN BİRİDİR Yale üniversitesi 1937 yılı Terry Konferanslarını verme onurunu bana tanıdığı için, psikolojinin , daha doğrusu tıbbi psikolojinin benim çalıştığım bu özel dalının dinle olan ilişkisini ya da dine ilişkin görüşlerini ortaya koyma görevinin bana düştüğü sonucuna vardım. Din, insan aklının en eski ve en yaygın uğraşlarından biridir, bu nedenle insanın psikolojik yapısına değinen her psikoloji dalı, dinin sadece toplumsal ya da tarihsel bir olay (görüngü) olmayıp, çok sayıdaki insan için oldukça kişisel bir ilgi alanı olduğu gerçeğini gözlemlemeden edemez.

“DENEYİM” BİR SİNDİRME İŞLEMİDİR Çoğunluk bana filozof dese de, ben bir ampiristim (deneyciyim) ve fenomonolojik (doğal olayları inceleyen bilimsel) bir tutumdan yanayım. İnanıyorum ki, ara sıra deneyimin, yaşantının sağladığı birikimin ötesine geçen bazı fikirlerin ileri sürülmesi, bilimsel ampirizmin ilkeleriyle çelişmemektedir. Hatta, bence, iç duyum (reflection) aşaması bulunmadığı sürece, deneyim de sözkonusu olmaz, zira “deneyim” bir sindirme işlemidir ve bu işlem olmazsa anlama süreci gerçekleşemez. Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, benim yaklaşımımda, psikolojik konular felsefi açıdan değil, bilimsel açıdan ele alınmaktadır. Dinin psikolojiyi ilgilendiren yönü çok önemli olmakla birlikte, ben dine salt ampirik açıdan yaklaşıyorum, diğer bir deyişle, fenomeni (olayı) gözlemlemekle yetinip, onun metafizik ya da felsefe uygulamalarından kaçınırım. Uygulama konusundaki yaklaşımların değerini reddetmiyorum, ancak bunları yetkin şekilde kullanmada yeterli değilim. Farkındayım, çoğu kişi, psikoloji konusundaki her şeyi bildiğini sanmaktadır, çünkü onlara göre psikoloji, kendilerine ilişkin bilgilerin toplamından başka bir şey değildir. Ancak, psikoloji bundan çok daha fazlasını kapsar. Psikoloji, felsefeyle fazla ilişkili değildir, fakat ortalama deneyim sahibi kişilerin sıklıkla karşılaşmayacağı türden ampirik olgularla çok yakından ilişkilidir.

Oldukça alışılmadık bir sav ileri süreceğim için, dinleyicinin, temsil etmekte olduğum psikoloji dalının yöntemsel yaklaşımını iyi bildiğini varsaymam doğru olmaz. Sözkonusu yaklaşım, salt fenomolojiktir, diğer bir deyişle, olan biten şeylerden, olaylardan, deneyimlerden, tek kelimeyle, gerçeklerden hareket etmektedir. Sahip olduğu gerçeklik, bir olgudur, yargı değil. Örneğin, bakire doğum motifini ele alırsak, psikoloji, sadece böyle bir düşüncenin varolması durumuyla ilgilenir, doğru mu yoksa yanlış mı olduğu sorunuyla ilgilenmez. Böyle bir düşünce, mevcut olduğu sürece psikoloji açısından gerçektir. Psikolojik açıdan varoluş, sadece bir bireyde meydana geliyorsa özneldir (sübjektiftir). Fakat, psikolojik varlık toplumdan çıkıyorsa, diğer bir deyişle kaynağı kamuoyuysa, nesneldir (objektiftir).

Bu bakış açısı doğal bilimlerin yaklaşımıyla aynıdır. Örneğin, zooloji farklı hayvan türleriyle nasıl uğraşıyorsa, psikoloji de fikirleri ve farklı kafa yapılarını aynı şekilde inceler. Bir fil gerçektir, zira varlık olarak mevcuttur. Dahası, fil, ne bir sonuçtur, ne bir ifadedir, ne de bir yaratıcının öznel (sübjektif) yargısıdır. O bir fenomendir. Fakat biz psişik olayların isteğe ve keyfe bağlı oldukları, hatta insanı yaratan gücün icatları olduğu fikrine o kadar alışmışız ki, psike’nin (ruh) ve onun içeriğinin kendi keyfi icadımızdan ya da varsayım ve yargılarımızın sanal ürününden başka bir sey olmadığı önyargısından kendimizi kurtaramayız. Oysa gerçek şudur : belirli bazı fikirler neredeyse her devirde ve her yerde bulunur, hatta geleneklerden ve göçlerden bile etkilenmeyebilir. Bunlar, birey tarafından oluşturulmaz, kendiliklerinden ortaya çıkar-hatta bireylerin bilincine kendilerini kabul ettirir. Bu durum ise, platonik felsefenin değil, ampirik psikolojinin ilgi alanına girer.

Dinden sözederken, bu terimle ne anlatmak istediğimi en başta açıklığa kavuşturmam gerekir. Latince anlamının da ifade ettiği gibi, din, Rudolf Otto’nun deyimiyle “numinosum” a, yani istence bağlı keyfi hareketlerin bir sonucu olmayan dinamik bir varlığa veya etkiye, dikkatli ve özenli bir şekilde uymaktır. Din, dinin yaratıcısı olmaktan daha çok onun bir kurbanı durumundaki insan öznesini (süjesini) kavrar ve kontrolü altına alır. Numinosum, nedeni ne olursa olsun, öznenin iradesi dışındaki bir durumunu gösterir. Gerek dini öğretilere gerekse kamuoyuna göre, böyle bir durum, her zaman ve heryerde, bireyin dışındaki nedenlere bağlıdır. Numinosum, ya görünür bir nesnenin (objenin) niteliğidir ya da görünmeyen bir varlığın etkisidir ve sonuçta, bilincin özel bir şekilde değişiklik geçirmesine yol açar. En azından genel kural budur.

Ancak, ritüel (tören, ayin) ya da din kurallarını uygulama konusuna gelince, bazı istisnalar mevcuttur. Ritüellerin pek çoğu, isteğe bağlı olarak, salt numinosum etkisi yaratmak amacıyla gerçekleştirilir ve bu sırada da ruh çağırma, kurban etme, meditasyon ve diğer yoga hareketleri, çeşitli derecelerde kendine işkence yapma vb. sihir ve büyü içeren belirli araçlardan yararlanılır. Fakat dışsal ve nesnel bir yüce davaya duyulan dinsel inanç, daima bu tür eylemlerden önce gelir. Örneğin Katolik kilisesinin, ekmek-şarap ayinini yapmaktaki amacı, inananları kutsamaktır; fakat bu hareket yüce gücün ayindeki varlığını büyüye dayalı bir işlemle ortaya koymak anlamına geldiği için, mantıklı bir bakış açısıyla yaklaşıldığında, bu dini ayinlerde hiç kimsenin yüce gücü orada hazır bulunmaya zorlayamayacağı ileri sürülebilir. Ne var ki,bu ayinler Tanrı’nm onaylamadığı takdirde yapılmalarını sağlamayacağı ilahi kurumlar olduğu için, yüce gücün kaçınılmaz şekilde ayinde hazır bulunacağı da ileri sürülebilir mantıklı olarak.

Din bana, insan aklının özel bir tutumu olarak görünmektedir; bu tutum “religio” teriminin özgün kullanımına dayanarak tanımlanabilir. Terimin özgün anlamı, ruhların, şeytanların, tanrıların, yasaların, fikirlerin, ideallerin ya da insanın kendi dünyasında candan hayran olup sevecek kadar anlamlı, güzel, büyük bulduğu, ya da dikkate almaya yetecek kadar yardımsever, tehlikeli veya güçlü bulduğu diğer faktörleri de kapsayan tüm “güçler”den oluşan belirli bazı dinamik faktörlerin dikkatli şekilde gözetilip, bunlara uyulmasını içerir. Gündelik konuşma dilinde, belirli bir davaya heyecanlı bir ilgi duyan kişiler için, “taparcasına bağlı” deyimini kullanırız; örneğin, William James’in belirttiğine göre, bilim adamları genellikle bir şeye iman edip inanmazlar, “onların özelliği bağlılık duygusudur.”

“Din” terimiyle, bir itikadı, inancı kastetmediğimi açıkça belirtmek isterim. Buna rağmen, şurası da doğrudur ki, her inanç, aslında bir taraftan numinosum deneyimine dayanmaktadır, diğer taraftan da, kesinlikle yaşanmış bir numinosum’un etkisine ve bunun sonucunda bilinçte meydana gelen özel bir değişmeye duyulan güven ve bağlılığa dayanmaktadır ; Paul’ün hristiyan oluşu bu konuda çarpıcı bir örnektir. Şu söylenebilir: “Din”, numinosum deneyimi sonucunda değişikliğe uğramış bilince özgü bir tutumu tanımlayan bir terimdir.

İtikadlar, inançlar, ilk dini deneyimlerin belirli kalıplara sokularak kurallara bağlanmış ve dogma haline getirilmiş biçimleridir. Deneyimin, yaşantının içeriği kutsanmıştır ve genellikle artık değişmez ve çoklukla da süslü bir yapıda dondurulup katılaştırılmıştır. İlk deneyim, bir ritüel ve değiştirilemez bir kurum halinde tekrarlanmakta ve yeniden yaşanmaktadır. Bu olay, zorunlu bir taşlaştırma anlamına gelmeyebilir. Tersine, değiştirmek için hayati bir neden bulunmayan ve milyonlarca insanın asırlarca uyguladığı deneyim şekilleri halini alabilir. Katolik kilisesi belirli katılığı nedeniyle sık sık suçlanmasına rağmen, dogmanın da bir hayatı olduğunu ve bu nedenle değişikliklere ve gelişmelere açık olduğunu kabul eder. Hatta, dogmaların sayısı sınırlanmış değildir ve zaman içinde artabilir. Aynı durum, ritüeller için de geçerlidir. Yine de tüm bu değişim ve gelişmeler, başlangıçta yaşanan deneyimlerle sınırlıdır, bu nedenle de belirli bir dogmatik yapıya sahiptir ve belirli duyumsal (emotional) değerler içerirler. Protestanlık bile – ki görünüşe göre, dogmatik gelenekten ve kodlanmış ritüellerden sınırsız bir özgürlüğe geçen ve bu nedenle de dörtyüzden fazla kola ayrılmış protestanlık bile – en azından Hristiyan olmak zorundadır ve Tanrının insanlık adına acı çeken İsa’da kçndini gösterdiği şeklindeki inanç kapsamında kendini ifade etmek zorundadır. Kesin çerçeve budur, bunun içeriği de kesindir. Budist ve Müslüman görüş ve duyumlarla genişletilip değiştirilemez: yine de şurası kuşku götürmez ki, dinsel fenomenleri sadece Buda, Muhammed, Konfüçyüs veya Zerdüşt değil, Mithras, Attis, Kibele, Mani, llermes ve diğer birçok egzotik kültler de temsil etmektedir. Bir psikolog, bilimsel bir tavır sergilediği sürece, her inancın kendini tek ve ebedi gerçek olarak görme savını kulak ardı ölmelidir. Dikkatini dinsel sorunların insani boyutlarında yoğunlaştırmalı ve bunu yaparken de itikadlara bağlı olarak çok kırklı görünümlere bürünen dinsel deneyimin ilk halini ele almalıdır.

Bir doktor ve sinir ve akıl hastalıkları uzmanı olarak benim hareket noktam, itikad, inanç değil, dinsel insanın, yani kendisine ve kendisi aracılığıyla da genel konumuna etki eden belirli faktörleri dikkate alıp gözeten insanın psikolojisidir. Bu faktörleri tarihsel geleneğe veya antropoloji bilgimize göre adlandırıp tanımlamak kolaydır, fakat aynı şeyi psikolojik yaklaşımla yapmak çok zordur. Benim din sorununa tüm katkım, hem hastalarımla hem de, deyim yerindeyse, normal bireylerle yaşadığım pratik deneyimlerimden kaynaklanmaktadır. İnsanlarla olan deneyimlerimiz büyük ölçüde, onlarla yaptığımız şeylere dayandığı için, profesyonel çalışmalarımda izlediğim yol konusunda, size en azından genel bir fikir vermek durumundayım.

Her nevroz (sinirce) bireyin en özel hayatıyla ilgili olduğu için, tedavi sırasında bir hasta kendini marazi (hastalıklı) duruma sokan ilk koşulları ve komplikasyonları tümüyle anlatırken hep bazı tereddütler yaşanacaktır. Peki, hasta niçin serbestçe konuşamaz? Niçin korkak, çekingen ve aşırı titiz davranır? Bunun nedeni, bireyin, kamuoyu veya saygınlık veya şöhret denilen burumların önemli elemanlarını oluşturan bazı dışsal faktörlere “dikkatle uymakta” oluşudur. Hasta artık doktoruna güvense ve ondan çekinmese bile, sanki kendi bilincine varmak tehlikeli bir şeymiş gibi, belirli şeyleri kendi kendine kabul etmek istemeyecek, hatta bundan korkacaktır. İnsanlar genellikle kendilerine ezici gelen, kendilerini aşan şeylerden korkar. Fakat bir insanda, kendinden daha güçlü olan bir şey var mıdır? Ulnutmamalıyız ki, her nevroz, belirli boyutta bir moral çöküntüsü içermektedir. Birey nevrotik olduğu sürede, kendine güvenini kaybeder. Nevroz, insan için alçaltıcı bir yenilgidir ve kendi psikolojisinin tam olarak bilincinde olmayan kişilerce böyle anlaşılmaktadır. Birey, “gerçek olmayan” bir şey tarafından yenilgiye uğratıldığını sanır. Doktorlar, çok önceleri, kendisinde herhangi bir sorun bulunmadığı , gerçek bir kalp ya da kanser hastası olmadığı konusunda hastayı ikna etmiş olabilirler. Öyleyse, diye düşünür hasta, belirtileri hayal gücünden kaynaklanmaktadır. Hasta, “hastalık hastası”olduğuna ne kadar çok inanırsa, aşağılık duygusu o kadar çok benliğini kaplar. “Eğer belirtilerim hayaliyse, bu lanet olası hayal gücünü nereden buldum ve bu başbelası neden bana musallat oldu” diye kendi kendine düşünür. Gerçekten de, akıllı birinin karşınıza gelip de, neredeyse yalvaran biçimde bir bağırsak kanserinden muzdarip olduğunda ısrar etmesi ve aynı zamanda da ümitsiz bir ses tonuyla kanserinin sadece hayali bir şey olduğunu tabii ki bildiğinden sözetmesi acınacak bir durumdur.

Bizim her zaman maddeci bir açıdan oluşturduğumuz psike kavramı, nevrotik vakalarda ne yazık ki faydalı olmamaktadır. Eğer ruh kolayca farkedilmeyen bir bedenle çevrilmiş olsaydı, o taktirde, maddesel bedenin kansere yakalanabilmesi gibi, bu belli belirsiz bedenin de gerçek ama hafif bir kansere yakalandığı söylenebilirdi. O zaman, en azından gerçek bir şeyden bahsedilmiş olurdu. Bu nedenle, tıp bilimi, psişik özellikteki şeylerden hiç hoşlanmaz – ona göre, beden ya hastadır ya da hiç sorun yoktur. Ve yine tıbba göre, eğer bedenin gerçekten hasta olduğu kanıtlanamıyorsa, bunun nedeni, elimizdeki araçların düzeyinin, kuşkusuz organik kökenli olan sorunlarımızı doktorun saptamasına olanak vermemesidir.

Peki ama psike nedir? Maddeci bir önyargıya göre, psike, beyindeki organik süreçlerin fenomenler üstü bir yan ürünüdür sadece. Her psişik rahatsızlığın kökeni, organik veya fiziksel olmak zorundadır ve eğer tanı koyulamıyorsa bu durum, sadece tanı araçlarımızın yetersizliğinin bir sonucudur. Psike ile beyin arasındaki reddedilemez ilişki, maddeci bakış açısını belirli şekilde güçlendirmekte, ama yeterince sağlam kılmamaktadır. Bir nevroz vakasında, beynin organik süreçlerinde gerçek bir rahatsızlık olup olmadığını bilmiyoruz; eğer salgılara bağlı sorunlar varsa, bu sorunların nevrozun bir sonucu değil nedeni olduğunu söylememiz olanaksızdır.

Öte yandan şurası da kuşku götürmez ki, nevrozların gerçek nedeni psikolojiktir. Gerçekten de, organik veya fiziksel bir rahatsızlığın sadece itirafta bulunmak suretiyle bir anda tedavi edilebileceğini düşünmek çok zordur. Bununla birlikte, isterik bir ateş yükselmesi olayını biliyorum, hastanın ateşi 39 dereceye kadar yükselmiş ve psikolojik bir nedenin itirafı sonucunda bir kaç dakika içinde düşmüştü. Ya açıkça fiziksel nitelikteki bazı rahatsızlıkların, hastaya acı veren bazı psikolojik çatışmaların sadece tartışılmasından bile etkilendiği, hatta bu yolla tedavi edildiği durumları nasıl açıklayabileceğiz? Bir psoriasis (sedef hastalığı) olayına şahit olmuştum; bu cilt hastalığı neredeyse tüm bedeni kaplamıştı ve bir kaç haftalık psikolojik tedaviden sonra onda dokuz oranında iyileşme sağlanmıştı. Başka bir durumda, kolon gerilmesi nedeniyle yakın zaman önce ameliyat geçiren bir hastanın bağırsağının 40 santimlik kısmı alınmış, fakat bundan sonra yine olağandışı bir kolon (kalın bağırsak) gerginliği oluşmuştu. Hasta artık ümitsizdi ve doktoru kaçınılmaz görmesine rağmen, ikinci bir ameliyatı reddediyordu. Bazı özel psikolojik gerçekler ortaya çıkarılır çıkarılmaz, kolon (kalın bağırsak) normal işlevine dönmüştü.

Hiç de az olmayan bu tür olaylara bakıldığında, psike’nin bir hiç olduğuna veya hayali bir olgunun gerçek olmadığına inanmak giderek güçleşmektedir. Yalnızca yakın çevresindeki şeyleri görmeye alışmış, miyop diyebileceğimiz kafa yapısına sahip birinin aradığı yerde değildir psike. O vardır, fakat fiziksel bir biçimi yoktur. Varolmanın sadece fiziksel bir biçimde olabileceği varsayımı, neredeyse gülünç bir önyargıdır. Aslına bakılırsa, yakından bildiğimiz tek varoluş biçimi, psişiktir. Tam tersine şunu da söyleyebiliriz : fiziksel varoluş sadece çıkarsamadır (inference), çünkü ancak duyularımızın bize ilettiği psişik imgeleri (imajları) algıladığımız sürece madde hakkında bilgi sahibi olabiliriz.

HAYALLER VARDIR VE FİZİKSEL KOŞULLAR KADAR GERÇEK VE ONLAR KADAR ZARARLI VE TEHLİKELİ OLABİLİRLER Şu basit ama temel gerçeği unutmakla kuşkusuz büyük bir hata yapıyoruz. Nevrozun, hayal gücü dışında başka hiç bir nedeni yoksa , yine de, hastalığın varlığı bir gerçektir. Eğer birisi, benim kendisinin baş düşmanı olduğumu sanıyorsa ve beni öldürmüşse, ben salt bir hayal gücü yüzünden ölmüş olurum. Hayaller vardır ve fiziksel koşullar kadar gerçek ve onlar kadar zararlı ve tehlikeli olabilirler. Hatta şuna inanıyorum ki, psişik tehlikeler, salgın hastalıklardan veya depremlerden daha tehlikelidir. Ortaçağdaki veba ya da çiçek salgınları bile, 1914 yılındaki belirli fikir ayrılıklarının ya da Rusya’daki bazı politik görüşlerin neden olduğu kadar kadar çok insanın ölümüne yol açmamıştır.

Aklımız kendi varoluş biçimini kavrayamaz , çünkü kendi dışında bir Arşimed noktası yoktur, buna rağmen varolan bir şeydir. Psike vardır, hatta varoluşun kendisidir.

Öyleyse, hayali kanseri olan hastamıza ne yanıt vereceğiz. Ben şöyle söylerdim: “Evet arkadaş, gerçekten de kanser benzeri bir şeyden ıstırap çekiyorsun, öldürücü bir kötülük barındırıyorsun içinde, ancak bu şey senin bedenini öldürme/. çünkü hayalidir. Fakat o, en sonunda senin ruhunu öldürecektir. Daha şimdiden insanlarla olan ilişkilerini ve kişisel mutluluğunu bozmuş, hatta zehirlemiştir ve tüm psişik varillimi emip bitirinceye kadar da bunu artırarak sürdürecektir. Öyle ki sonunda, insan olmaktan çıkacaksın ve kötü bir tümöre dönüşeceksin.”

Hastamızın teorik aklı, hayal gücünün yaratıcısının ve sahibinin kendisi olduğunu ileri sürmesine rağmen, hastamız bilmektedir ki, bu ölümcül hayal gücünü başlatan kendisi değildir. Eğer kişi gerçekten kanserse, kanser kendi bedeninde bulunmasına rağmen, bu kötülüğe yol açan sorumlunun kendisi olduğuna asla inanmaz. Fakat konu psike’ye gelince, sanki psişik koşullarımızı kendimiz oluşturmuşuz gibi, hemen bir tür sorumluluk duyarız. Sözkonusu önyargı göreceli olarak yeni tarihlere aittir. Daha yakın zaman öncesine kadar, kültürlü kişiler bile, psişik unsurların düşünce ve duygularımızı «’ikilediğine inanırdı. Onlara göre, hayaletler, büyücüler, şeytanlar ve melekler ve hatta tanrılar varolan şeylerdi ve bunlar insanlarda belirli psikolojik değişikliklere yol açabilirdi. Kanser olduğunu sanan kişi, daha önceleri yaşasaydı, bu düşüncesi konusunda çok farklı şeyler hissederdi. Herhalde birisinin kendisine büyü yaptığını ya da cinlerin etkisi altında kaldığını varsayardı. Böyle bir fantazinin yaratıcısının kendisi olduğunu hiç düşünmezdi.

KOMPLEKS, BAĞIMSIZ BİR VARLIKTIR Bana göre, bu kişilerdeki kanser düşüncesi, aslında kendiliğinden olan (spontane) bir gelişmedir ve psike’nin bilinçten farklı bir kısmında ortaya çıkmıştır. Bu düşünce, bilince tecavüz eden özerk bir gelişme gibi görünmektedir. Bilincin niteliği konusunda belirtilebilecek nokta, onun bizim kendi psişik varlığımız olduğudur, kanser ise kendisinin psişik varlığıdır ve bizimle bir bağı yoktur. Bu söylem, gözlemlenebilir gerçekleri tam olarak tanımlamaktadır. Böyle bir vakaya çağrışım testi uygularsak, çok geçmeden bireyin kendi evinin efendisi olmadığını anlarız. Test sırasında kişi, geç tepki vermeye başlayacak, tepkileri değişikliğe uğrayacak, baskılanacak (suppression – içerik bilinçdışına değil, önbilince geçirilir, ya engellenir ya da ortadan kaldırılır) veya tepkilerin yerini özerk unsurlar alacaktır. Testte, kişinin bilinçli isteğiyle yanıtlayamayacağı bazı uyarıcı (stimulus) kelimeler olacaktır. Bu kelimeler, test uygulanan kişi için bile genellikle bilinçdışı olan belirli özerk içeriklerle cevaplanacaktır. Bizim yöntemimizde, kanser fikrinin kökenindeki psişik kompleksden kaynaklanan yanıtları kesinlikle bulup çıkarırız, uyarıcı kelime ne zaman, gizli bir kompleksle ilintili bir şeye değinirse, bilinçli ego’nun tepkisi bozulur, hatta kompleks kökenli bir yanıtla yer değiştirir. Kompleks, sanki egonun isteklerine müdahale edebilen bağımsız bir varlıktır. Gerçekten de kompleksler, kendi düşünsel hayatları bulunan ikincil ya da kısmi kişilikler gibi davranır.

Bilinç, bastırma (repression) yoluyla komplekslerden kurtulmayı tercih ettiği için, komplekslerin çoğu bilinçten ayrılıp koparlar. Fakat, daha önce bilinçte hiç yer almamış kompleksler de vardır ve bu tür olanlar hiç bir zaman isteğe bağlı olarak bilinç dışına çıkarılamaz. Bunlar bilinçdışı akıldan doğar ve esrarengiz ve karşı konulamaz savlarla ve telkinlerle bilinci işgal eder. Bizim hastamızın durumu ikinci grup komplekslere dahildi. Kültürlü ve akıllı olmasına rağmen, onu hükmü altına alan veya onda takıntı yaratan bir şeyin ümitsiz biçimde kurbanı olmuştu. Marazi fikrinin şeytansı gücüne karşı kendisini herhangi bir biçimde korumada son derece çaresizdi. Kanser düşüncesi habis bir ur gibi onu aşmıştı. Sözkonusu fikir günün birinde ortaya çıkmış ve o günden itibaren de yerinden kımıldamamıştı; yalnızca kısa kısa özgürlük araları veriyordu.

Böyle durumların varlığı, insanların kendi bilinçlerinden niçin korktuklarını bir dereceye kadar açıklar. Perdenin arkasında gerçekten bir şey bulabilirler – bilinmez ki – , dolayısıyla insanlar bilinçlerinin dışındaki faktörleri “hesaba katıp onlara dikkatle uymayı” tercih eder. Çoğu kişide, bilinçdışının olası içeriğine ilişkin bir tür ilkel Desidemonia (şeytana inanma) bulunur. Tüm doğal çekingenliğin, utancın ve ince düşünceliliğin ötesinde, “ruhun bilinmeyen kötülüklerine” duyulan gizli bir korku vardır. Kuşkusuz, kimse böyle gülünç bir korkuyu kabullenmek istemez. Fakat, bu korkunun temelsiz olmadığının ayırdına varmalıyız; tam tersine aşırı derecede sağlam nedenlere dayanmaktadır. Yeni bir fikrin bize ya da çevremizdekilere musallat olmayacağı konusundan asla emin olamayız. Yakın ve eski çağlar tarihinden biliyoruz ki, böylesi takıntı fikirler çevrenin kabul edemiyeceği kadar garip olabilmektedir.

KALABALIĞIN İÇİNDEKİ İNSAN, BİLİNÇSİZ OLARAK DAHA ALT BİR AHLAKA VE ENTELEKTÜEL DÜZEYE İNER Sonuçta da, ne kadar iyi niyetli veya makul olursa olsunlar, muhaliflerin tümü diri diri yakılır veya başları uçurulur veya daha modern makinalı tüfeklerle kitleler halinde yokedilir. Bu tür şeylerin geçmişte kaldığını düşünerek kendimizi avutamayız. Ne yazık ki, bunlar sadece günümüze değil, özellikle, geleceğe de ait görünüyor. “Homo homini lupus” üzücü, ancak apaçık bir gerçektir. Gerçekten de, bilinçdışı akıldaki kişisel olmayan güçlerden korkmamıza yetecek kadar neden vardır. Bu güçler asla, ya da hemen hemen asla, kişisel ilişkilerimizde ve olağan koşullar altında ortaya çıkmadıkları için, bizler mutlu bir şekilde onların farkında olmayız. Fakat insanlar biraraya gelir ve bir güruh oluşturursa, işte o zaman kolektif bireyin dinamikleri serbest kalır -bir güruhun üyesi oluncaya kadar herkesin içinde uyku durumunda bulunan vahşi hayvanlar ya da iblisler özgürce ortaya çıkar. Kalabalığın içindeki insan, bilinçsiz olarak daha alt bir ahlaka ve entelektüel düzeye iner, aslında bu düzeydeki içerik her zaman orada mevcuttur ve bir kalabalığın oluşmasıyla teşvik edilecek şekilde, bilinç sınırının altında durmaktadır.

Bence, insan psike’sini sadece kişiyi ilgilendiren bir konu olarak ele almak ve tümüyle kişisel bir bakış açısıyla açıklamak ölümcül bir hatadır. Bu tarz bir açıklama, yalnızca bireyin günlük olağan uğraşlarının ve ilişkilerinin irdelenmesinde geçerlidir. Ancak, belki de öngörülmeyen ve biraz olağandışı bir olay şeklinde küçük bir sorun çıktığında, hemen içgüdüsel güçlere başvurulur – tümüyle beklenmeyen, yeni ve hatta garip güçlere. Sözkonusu güçler artık kişisel motiflerle (güdülerle) açıklanmaktan çok, güneş ve ay tutulmalarındaki paniklerle ve buna benzer bazı ilkel olaylarla kıyaslanabilir. Bolşevik ideolojisinin yol açtığı ölümleri, tek başına kişisel bir baba kompleksiyle açıklamak bana yetersiz görünmektedir.

İNSANLAR KUSURU DAİMA DIŞ GÜÇLERE ATMAYA EĞİLİMLİDİR Kollektif güçlerin bireyin karakterinde meydana getirdiği değişiklikler şaşırtıcı boyuttadır. Yumuşak ve makul biri, manyak ya da vahşi bir canavara dönüştürülebilir. İnsanlar kusuru daima dış güçlere atmaya eğilimlidir, fakat var olmayan bir şey de harekete geçirilemez. Aslına bakılırsa, biz her zaman bir volkan üzerinde yaşıyoruz ve bu volkanın patlayarak çevresini yakıp yıkma olasılığına karşı, bildiğimiz kadarıyla, yapabileceğimiz bir şey yoktur. Karşımızdakine akıl ve sağduyu çerçevesinde davranmayı öğütlemek kuşkusuz güzel bir şeydir, ancak dinleyicimiz ya tımarhanelik bir deliyse ya da kolektiflik duygusuna kapılmış bir kalabalıksa ne olacak? İkisi arasında pek fark yoktur, çünkü hem deliyi hem de güruhu harekete geçiren, kişisel olmayan, kişiyi ezen ve güçlerdir.

Makul yollarla başedilemeyen, karşı koyulamayan güçler, nevrozla yola getirilebilir. Değindiğimiz kanser vakası, insan aklının ve zekasının, apaçık saçmalıklar karşısında ne kadar yetersiz kaldığını açıkça göstermektedir.

Hastalarıma her zaman şunu tavsiye ederim: böyle açıkça görülen, fakat karşı çıkılamayan saçmalıkları, henüz bizim için anlaşılmazlığını koruyan bir anlamın ve gücün kendini ifadesi olarak kabul etsinler. Deneyimlerim bana göstermiştir ki, böyle bir olayı ciddiye alıp uygun bir açıklama getirmeye çalışmak çok daha etkin bir yöntemdir.

Ancak, o açıklamanın, marazi etkiye eşdeğer bir hipotez getirdiği sürece uygun olacağı da unutulmamalıdır. Bizim vakamızdaki kişi, bilincinin karşı koyabileceğinden daha fazla bir istenç gücüyle karşı karşıyadır. Böylesine riskli ve belirsiz bir durumdayken, belirtilerinin gerisindeki kişinin , anlaşılamayan bir şekilde, kendisi olduğu ve kendisinin bu belirtileri gizlice yaratıp desteklediği konusunda hastayı ikna etmek iyi bir strateji değildir. Böyle bir sav, onun karşı koyma gücünü derhal felce uğratır ve moralini bozar. Hastaya, kompleksin , bilinçli kişiliğe karşı çıkan özerk bir güç olduğunu anlatmak çok daha iyi bir yoldur. Dahası, bu açıklama, olayı kişisel motiflere indirgemeye göre, gerçeklere daha uygundur. Açık bir kişisel neden, motivasyon (güdüleme) mevcuttur, ancak bu kasıtlı ve isteğe bağlı değildir, hastanın başına gelivermiştir.

Gılgamış destanında, Gılgamış, gururu yüzünden tanrılara meydan okuduğunda, onun yasa dışı ihtiras ve arzularını kontrol altına alabilmek amacıyla, Gılgamış’ın gücüne eşit güçte biri yaratılmak istenmişti. Aynı şey bizim hastamızın da başına gelmiştir: hastamız, aklının ve zekasının gücüyle dünyaya bir düzen getiren, ya da, her zaman getirecek olan bir düşünürdür. Bu ihtirası sonunda, kendi kişisel kaderini belirlemeyi başarmıştır. Hasta, her şeyi karşı çıkılamayan, sarsılmaz akıl yasaları çerçevesinde kalmaya zorlamış, ancak doğa bir yer bulup kaçmış ve bir kanser fikriyle, karşı konulamaz bir saçmalık biçiminde şiddetle geri gelmiştir. Bu kurnaz yolu, kişiyi insafsız ve zalim bir bağ içinde tutmak için , bilinç-dışı geliştirmiştir. Bu durum, hastamızın tüm makul ideallerine ve dahası her şeyden daha güçlü olan kişi istencine duyduğu inanca inen en güçlü darbeydi. Böyle bir takıntı , aklını ve zekasını bencil güç amacıyla kötüye kullanmayı alışkanlık haline getiren kişilerin başına gelebilir ancak.

Buna rağmen Gılgamış tanrıların intikamından kaçabilmiştir. Kendisini ikaz eden rüyalar görüyor ve bunları dikkate alıyordu. Bu rüyalar ona düşmanını nasıl yenebileceğini gösteriyordu. Tanrıların artık yok olduğu hatta kötü şöhret kazandığı bir çağda yaşayan hastamız da böyle rüyalar görüyor, fakat onları dinlemiyordu. Akıllı bir insan, rüyaları ciddiye alacak kadar batıl inançlı olabilir miydi! Rüyalara karşı çıkan yaygın önyargı, genelde insan ruhuna son derece az değer veren bir bakış açısının belirtilerinden başka bir şey değildir. Bilim ve tekniğin gösterdiği muhteşem gelişmeler, diğer tarafta şaşırtıcı bir bilgelik ve içe bakış, iç gözlem (introspection) eksikliği ile dengelenmiştir. Dinsel öğretilerimiz, ruhun ölümsüzlüğünden sözetmektedir, doğru; bununla birlikte, eğer Yüce Varlığın özel bir hareketi, esirgemesi olmasaydı, sonsuza kadar lanetlenecek olan insan psikesine ilişkin çok az ılımlı söylem içerir. Psikenin genelde küçük görülmesine yol açan işte bu iki önemli faktördür, fakat nedenlerin hepsi bunlar değildir. Göreceli olarak yeni sayılan bu gelişmelerden çok daha önceleri, bilinçdışındaki herşeye karşı duyulan ilkel bir korku ve çekingenlik sözkonusuydu.

İlk başlarda bilinçlilik çok tehlikeli bir şey sayılmış olmalı. Göreceli olarak ilkel topluluklarda, bilincin nasıl kolayca kaybedildiğini hala gözlemleyebiliriz. Ruhun kaybolması, “ruhun kötülüklerine” bir örnektir. Bu duruma, psikenin bir kısmının tekrar bilinçdışına dönmesinde rastlarız. Diğer bir örnek Germen destanlarındaki çıldırma durumuna karşılık gelen amok durumudur. Bu, aşağı yukarı tam bir kendinden geçme halidir ve sıklıkla yıkıcı sosyal sonuçlara yol açar.

Sıradan bir duygulanma bile, önemli ölçüde bilinç kaybına neden olabilir. Bu yüzden ilkel insanlar, abartılmış nezaket gösterilerine değer verir, silahlarını yere koyar, çömelir ve başlarını eğerek avuçlarını göstererek sakin bir şekilde konuşurlardı. Hatta bizim kibar davranışlarımız bile, bazı olası psişik tehlikelerin “dinsel” şekilde gözetilmesini içerir hala. İyi günler dileğinde bulunarak kaderi yatıştırırız. El sıkarken, sol eli cepte tutmak ya da arkada tutmak iyiye işaret değildir. Eğer özellikle uğur getirmek isteniyorsa, karşıdakinin eli iki elle birlikte sıkılır. Yüksek yetki sahiplerinin önünde, başımız açık durumda eğiliriz, yani kolayca ani bir şiddet nöbetine kapıla-bilecek olan güçlü kişileri yatıştırmak için korumasız şekilde başımızı sunarız. Savaş dansları sırasında savaşçılar o kadar heyecana kapılabilirler ki, kan dökülebilir.

İlkel insanların hayatı, hep gizli halde bulunan psikolojik tehlikelere sürekli saygı göstermekle geçer, bu insanlar tehlikeleri azaltabilmek için sayısız girişimlerde bulunup, yöntemler ararlar. Tabu alanların yaratılması, bu gerçeğin dışşal bir kanıtıdır. Sayılamayacak kadar çok tabular, güçlükle ve korkuyla gözetilip korunan, sınırları belirlenmiş psişik alanlardır. Bir keresinde Elgon Dağı’nın güney eteklerinde bir kabileyle birlikteyken büyük bir hata işledim. Ormanlarda sık sık rastladığım hayalet evleri hakkında bilgi almak istedim ve bir görüşme sırasında, “hayalet” anlamındaki “selelteni” kelimesini kullandım. Birdenbire herkes sessizleşti ve son derece sıkıntılı bir hal aldı. Hepsi bakışlarını benden kaçırdı, çünkü dikkatle fısıldanan bir kelimeyi yüksek sesle söylemiştim ve böylece çok tehlikeli sonuçlara davetiye çıkarmıştım.

Toplantıyı sürdürebilmek için konuyu değiştirmek zorunda kaldım. Kabiledekiler, asla rüya görmedikleri konusunda ısrar ediyorlardı, rüyalar şefin ve büyücünün tekelinde olan haklardı. Daha sonra büyücünün bana itiraf ettiğine göre, kendisi de artık hiç rüya görmüyordu, çünkü artık bir Bölge Sorumlusuna bağlıydılar. Dedi ki, “İngilizler topraklarımıza geldiklerinden beri, artık rüya görmüyoruz. Bölge Sorumlusu savaş ve hastalıklar ve nerede yaşamamız gerektiği konularında her şeyi biliyor.” Bu garip ifade, rüyaların bir zamanlar en üst politik rehber ve “mungu”nun sesi olduğu gerçeğine dayanmaktadır. Bu nedenle sıradan birinin rüya gördüğünü ileri sürmesi akılsızca bir şey olurdu.

Rüyalar, Bilinmeyenin sesidir. Bilinmeyen, yeni planlarıyla, yeni tehlikelerle, kurbanlarla, savaş ve diğer belalı şeylerle her zaman insanları tehdit eder. Afrikalı bir zenci bir keresinde düşmanlarının kendisini tutsak ettiğini ve diri diri yaktığını görmüştü. Ertesi gün adam akrabalarını topladı ve onu yakmalarını istedi. Akrabaları adamın ayaklarını bağlayıp ateşe koydular. Doğal olarak, kötü şekilde sakatlandı , fakat düşmanlarından da kurtuldu.

Salt bilinçdışının beklenmeyen, tehlikeli eğilimlerine karşı bir savunma oluşturmaya dönük inançlar ve törenler vardır. Rüyanın hem tanrının bir sesi ve elçisi, aynı zamanda da bitmeyen bir dert kaynağı olması gibi garip bir durum, ilkel düşünceyi tedirgin etmemektedir. Bu ilkel gerçeğin izlerini Yahudi peygamberlerinin psikolojisinde de görürüz. Yahudi peygamberleri sık sık Tanrı’nın sesini dinlemekte tereddüt eder. Gerçekten de kabul etmeliyiz ki, Hosea gibi sofu birinin, Tanrının emirlerini yerine getirmek için, fahişeyle evlenmesi çok güç olmuştu. İnsanın ortaya çıkışından beri, taşkın ve keyfi “doğaüstü” etkileri, kesin şekillerle ve yasalarla sınırlandırma konusunda belirgin bir eğilim olagelmiştir. Bu süreç, tarih boyunca ayinlerin, kurumların ve inançların çoğalmasıyla devam etmiştir. Son iki bin yılda, Hristiyan kilisesinin bu tür doğaüstü etkilerle insan arasında koruyucu ve arabulucu bir işlev üstlendiğini görüyoruz. Örneğin, Ortaçağ kilise yazmalarında, rüyalarda yüce bir etkinin sözkonusu olabileceği reddedilmiyordu, ancak bu görüş tam anlamıyla cesaretlendirilmiyor ve kilise bir vahyin otantik sayılıp sayılmayacağına karar verme hakkını elinde tutuyordu. Kilise bazı rüyaların reddedilemez biçimde Tanrıdan çıktığını tanımasına, ve bir kısmının da hemen gerçekleşecek bir vahiy taşıdığını kabullenmesine rağmen, rüyaları ciddi şekilde ele almaya gönüllü olmamış, hatta bundan kaçınmıştır. Böylece, en azından bu bakış açısından, yakın çağlarda kafa yapımızda meydana gelen değişiklik, kilise tarafından bir ölçüde de olsa hoş karşılanmıştı , çünkü sözkonusu değişiklik, rüyaların ve içsel deneyimlerin ciddi şekilde ele alınmasına olumlu yaklaşan iç gözlemci (introspective) tutumların etkin şekilde cesaretini kırıyordu.

Protestanlık, kilisenin dikkatle ördüğü bir çok duvarı yıkınca, derhal kişisel vahiylerin parçalanmaya ve mezheplere yol açan etkileriyle karşı karşıya kalmaya başladı. Bu dogmatik parmaklık kırılır kırılmaz ve ritüeller etkilerini yitirir yitirmez insanoğlu, hem pagan dinlerin hem de hristiyanlığın temellerini oluşturan dogmanın ve ritüelin koruması ve rehberliği olmaksızın, içsel deneyimiyle yüz yüze geldi. Protestanlık her-şeyden önce, dogmaların incelikli şekilde sağladığı korumaları kaybetti : kilise ayinleri, günah çıkarma, cemaatle okunan dualar ve rahipliğin fedakarlık açısından önemi bu korumalar arasındaydı.

Bu arada şu noktayı vurgulamam gerekiyor: yukarıdaki sözlerim bir değer yargısı değildir ve böyle bir savım da yoktur. Ben sadece gerçekleri dile getiriyorum. Protestanlık, kilisenin kaybolan otoritesinin yerine İncil’in otoritesine ağırlık vermiştir. Fakat tarihin bize gösterdiğine göre, İncildeki belirli metinler pek çok şekilde yorumlanabilmektedir. Yeni İncil’in bilimsel açıdan eleştirileri de, kutsal yazıların ilahi karakterini artırmakta yarar sağlamamıştır. Şurası da bir gerçektir ki, bilimsel aydınlanma denilen akımın etkisiyle, eğitimli kitlenin çoğu ya kiliseyi bırakmış ya da büyük ölçüde kayıtsız kalmayı seçmiştir. Eğer bu seçimi yapanların hepsi rasyonalist (akılcı)ya da nevrotik entelektüel olsaydı, bu kayıptan dolayı üzülmek gerekmezdi. Fakat onların çoğu dinlerine bağlı, fakat mevcut inanç şekilleriyle uyuşmayı beceremeyen kişilerdir. Eğer böyle olmasaydı, Buchman hareketinin şöyle böyle eğitimli protestan sınıflar üzerindeki olağanüstü etkisini açıklamakta zorlanırdık. Kiliseye sırt çeviren katolik, genellikle ya bir sır geliştirir ya da ateizme eğilim duyar, oysa protestan, eğer mümkünse, tarikata girer. Öyle gülünüyor ki, katolik kilisesinin kesin tutumu, eşdeğer bir kesin inkara yol açarken, protestan göreceliği varyasyonlara (çeşitlemelere) izin vermektedir.

Rüyalara ve kişilerin içsel deneyimlerine karşı çıkan önyargıları açıklarken Hristiyanlık tarihine fazlaca girdiğim düşünülebilir belki de. Fakat biraz önce söylediklerim, kanser hastamla yaptığım konuşmanın bir parçasını oluşturabilir rahatlıkla. Bu takıntısını, patalojik bir saçmalık olarak kötülemesi yerine, ciddiye almasının daha iyi olacağını söylerdim ona. Diğer taraftan ise, ciddiye almak, gerçekten mevcut bir psike vakasında, soruna kanser – benzeri bir oluşum teşhisi koyulduğunu kabul etmek anlamına gelir. O zaman da hasta kuşkusuz soracaktır, “Peki, bu oluşum da neyin nesidir?” Şöyle cevap verirdim: “Bilmiyorum”, çünkü gerçekten bilmiyorum. Daha önce de belirttiğim gibi, bu gelişme, kesinlikle bilinçdışının telafi edici ya da tamamlayıcı nitelikte bir hareketidir; bunun içeriğine veya özgün yapısına ilişkin henüz hiçbir şey bilinmemektedir. Bu bilinç düzeyinde yer almayan içeriklere dayanarak, bilinçdışı aklın ihtiyari olarak kendini ortaya koymasıdır.

Hastam, takıntısının kökeninde nelerin yattığını nasıl ortaya çıkaracağımı çok merak etmektedir. Şiddetli bir şoka uğratma tehlikesini de göze alarak ona diyorum ki, gerekli olan tüm bilgileri bize onun kendi rüyaları sağlayacaktır. Rüyaları, sanki akıllı, amaca dönük ve şimdi olduğu gibi kişisel bir kaynaktan çıkıyormuş gibi kabul edeceğiz. Bu, kuşkusuz cesur bir hipotezdir ve aynı zamanda da bir maceradır, zira pek çok çağdaş psikolog ve filozof tarafından hala inkar edilen , itibar görmeyen bir konuya olağanüstü değer vereceğiz. Yöntemlerimi açıkladığım tanınmış bir antropolog, şu alışılagelmiş yorumda bulundu: “Bütün bunlar gerçekten çok ilginç, fakat tehlikeli.” Evet, kabul etmeliyim ki tehlikeli, tıpkı bir nevroz kadar. Nevrozu tedavi etmek istiyorsanız, bazı şeyleri tehlikeye atmalısınız. Çok iyi bildiğimiz gibi, riski göze almadan bir şey elde edilemez. Bir kanser ameliyatı da risk taşır, fakat gerçekleştirilmek zorundadır. Konuyu daha anlaşılır kılmak amacıyla, hastalarıma sık sık, psikeyi gizli bir bedenmiş gibi düşünmelerini öneririm; bu bedende de gizli tümörler büyüyebilir. Psikenin gözönünde canlandırılamaz ve dolayısıyla hava kadar belirsiz olduğu ya da mantıksal kavramlardan oluşan felsefi bir sisteme benzediği yolundaki önyargı o kadar büyüktür ki, insanlar içeriğinden emin olmadıkları bazı şeylerin varolmadığını varsayıverirler. Bilinç dışındaki psikolojik işlevlerin güvenilirliğine inanmazlar ve rüyaların sadece gülünç olduğu düşünürler. Bu koşullar altında benim önerim, çok büyük kuşkular doğurmaktadır. Gerçekten de, insanoğlunun şimdiye kadar keşfettiği tüm argümanlar (deliller), rüyaların belirsizlik içeren niteliklerine karşı kullanılmıştır.

Buna rağmen, çağrışım testleri yoluyla varlığı kanıtlanan çatışma ve komplekslerin aynısının rüyalarda da yaşandığını, çok geniş çaplı incelemelere gerek kalmadan görüyoruz. Üstelik, sözkonusu kompleksler, nevrozun ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Sonuç olarak, rüyaların bize en azından çağrışım testleri kadar bilgi verdiğini gösterir nedenlerimiz vardır. Aslına bakılırsa, çok daha fazlasını verirler. Belirtiler toprağın üzerindeki filizlere benzer, asıl bitki ise toprağın altındaki köktür. Kök beden, nevrozun içeriğini temsil eder; rüyalardan, belirtilerden ve komplekslerden oluşmuş bir matrikstir. Hatta, rüyaların, psikenin tam da altında yatan süreçleri yansıttığına inanmamız için her türlü nedene sahibiz. Eğer bu süreçlere ulaşırsak, kelimenin tam anlamıyla hastalığın “köklerine” inmiş oluruz.

Niyetim nevrozların psikopatolojisine daha fazla girmek olmadığı için, rüyaların, psikenin bilinmeyen iç gerçeklerini nasıl ortaya çıkardığını ve bu gerçeklerin neler olduğunu gösteren başka bir örnek daha vermeyi öneriyorum. Bu örneğimizdeki rüya gören kişi, dikkate değer ölçüde akıl ve öğrenim sahibi bir entelektüeldir. Nevrotikti ve benden yardım istiyordu, çünkü nevrozunun aşırı güçlendiğini ve yavaş fakat emin şekilde moralini tükettiğini hissediyordu. Şansından, entelektüel bütünlüğü henüz zarar görmemişti ve zekasını serbestçe kullanabiliyordu. Bu nedenle, rüyaların; gözlemleyip kaydetme işini kendisine verdim. Rüyaları konusunda analiz veya yorum yapmıyorduk, rüyalarının analizine ancak çok daha sonraları geçtik. İşte belirtilen nedenle, biraz sonra size aktaracağım rüyalar herhangi bir şekilde etki altında kalıp bozulmamıştır. Olayların, hiç etkilenmeden doğal şekilde birbirini izlemesinden oluşmuşlardır. Hasta , bırakın analitik psikolojiyi, psikoloji bile okumamıştı.

Rüya serileri dört yüzden fazla rüyadan oluştuğu için, elimizdeki tüm malzemeden sözetmem herhalde mümkün olamaz, bunlardan özel bazı dinsel motifleri içeren yetmiş dört tanesini seçip yayımladım. Şunu da belirtmeliyim ki, rüya sahibi katolik eğitimi görmüştür, fakat dinin uygulanması aşamasına artık ne katılmakta , ne de dinsel konulara ilgi duymaktadır. Herhangi bir dinsel bakış açısını hayretle karşılayan entelektüel ler ve bilim adamları takımındandır o. Eğer, bilinçdışı aklın bilinçten bağımsız psişik bir varlık olduğu görüşündeyseniz, belirli rüyaların dinsel niteliği konusunda yanılgıya düşmememiz koşuluyla, bizim rüyacımızın durumu özellikle ilginizi çekebilir. Yok, eğer sadece bilinçli akla ağırlık veriyor, bilinçdışını ise bağımsız bir varlık olarak görmüyorsanız, rüyaların gerçekte malzemelerini bilinçteki içerikten alıp almadığını anlamanız ilginç olurdu. Ortaya çıkan gerçek, bilinçdışına ağırlık veren hipotez lehindeyse, rüyalar, bilinçdışı aklın olası dinsel eğilimlerine ilişkin bilgi kaynağı olarak kullanılabilir.

Rüyaların, bildiğimiz anlamıyla dinden açıkça sözetmesi beklenemez. Buna rağmen, dört yüz rüya arasında apaçık şekilde dini ele alan iki rüya vardı. Şimdi, rüyayı gören kişinin not aldığı şekliyle bu iki rüya metnini veriyorum.

“Tiyatrolardaki sahne dekorlarına benzer şekilde, pek çok ev vardı. Birisi Bernard Shaw’ın adını söyledi. Birisi de oyunun uzak bir geleceğe ilişkin olduğunu belirtti. Evlerden biri, aşağıdaki yazıları içeren bir tabelayla diğerlerinden ayrılıyordu: Burası evrensel katolik kilisesidir. Tanrının kilisesidir. Kendini Tanrının unsuru olarak hisseden herkes içeri girebilir. Altında daha küçük harflerle şunlar vardı: Bu kilise Paul ve İsa tarafından kurulmuştur. Sanki bir şirketin eski kuruluş tarihinden dolayı böbürlenmesi gibi.

Arkadaşıma diyorum ki: “Haydi içeri girip bir bakalım.” Cevap veriyor:” Dinsel duyguları uyandırmak için, insanların niçin bir araya gelmeleri gerektiğini anlamıyorum.” Fakat ben diyorum ki “Sen bir protestansın ve hiç bir zaman anlayamazsın.” Kadının biri başıyla onaylıyor. Sonra kilise duvarına asılmış bir afişi farkediyorum. üstünde şunlar yazıyor :

Askerler!

TANRIYA SÖZLERLE YAKLAŞILAMAZ Tanrının gücü altında olduğunuzu hissettiğiniz zaman onunla doğrudan konuşmaktan kaçının. Tanrıya sözlerle yaklaşılamaz. Ayrıca, tanrının özellikleri konusunda kendi aranızda tartışmalara girmemenizi de önemle salık veririz. Değerli ve önemli hiçbir şey dille anlatılamayacağından, bu da sonuçsuz kalır.

“İmza : Papa…..” (İsim okunamamaktadır.)

Şimdi kilisenin içine giriyoruz. İçerisi bir kiliseden çok camiye benzemektedir, hatta özellikle de Ayasofya’ya benziyor. Sandalye yok, ve bu durum şahane bir geniş alan etkisi yaratmaktadır. Süslemeler de yok. Sadece, çerçeve içinde sözler asılı duvarlarda (Ayasofya’dakiler gibi). Cümlelerden biri şöyleydi: “Velinimetinizi fazla övmeyin.” Daha önce beni başıyla onaylamış olan kadın ağlamaya başlıyor ve şöyle diyor:” Öyleyse hiç bir şey kalmadı artık.” Ben de şu cevabı veriyorum :”Bunun hiç bir yanlış tarafı yok”, fakat kadın kayboluyor.

Önce, görüşü kapayan bir sütunun önündeydim, sonra bulunduğum yeri değiştiriyorum ve önümdeki kalabalığı görüyorum. Ben onların arasında değil, yalnız başıma duruyorum. Fakat onları belirgin şekilde görüyorum ve yüzlerini seçebiliyorum. Şu kelimeleri mırıldanıyorlar: ’’Tanrının gücü altında olduğumuzu itiraf ederiz. Cennetin efendisi bizim içimizdedir.” Bu sözü ciddiyetle üç kez tekrarlıyorlar. Org, Bach’dan bir füg çalıyor ve koro şarkı söylüyor. Bazen sadece müzik kalıyor, bazen de aşağıdaki sözler tekrarlanıyor: “Başka her şey kağıttan ibarettir.”, bu sözler ise, müziğin canlılık etkisi yaratmadığı anlamına gelmektedir.

Müzik bittiği zaman törenin ikinci kısmı başlıyor, tıpkı öğrenci toplantılarında, ciddi konuların ele alındığı ilk kısmı neşeli kısmın izlemesine benzer şekilde. Sakin ve olgun kişiler var. Birisi öne ve arkaya yürüyor, diğerleri birbirleriyle konuşup merhabalaşıyorlar, şarap ve diğer içkiler ikram ediliyor. Bardakların şerefe kaldırıldığı sırada, birisi kiliseye başarılar diliyor ve bir radyo hoparlörü şu nakaratları içeren bir kesik tempolu müzik parçası yayınlıyor: “Charles da şimdi oyuna katıldı”. Sanki bu eğlence aracılığıyla, topluluğa yeni bir üyenin katılmasından doğan sevinç ifade ediliyordu. Bir papaz bana şu açıklamayı yapıyor: Bir dereceye kadar nafile olan bu eğlenceler, resmi olarak benimsenip kabul görmektedir. Amerikan yöntemlerine biraz uyum sağlamalıyız. Eğer şimdi olduğu gibi büyük kalabalıklara hitabedecekseniz bu kaçınılmazdır. Ancak biz, zevklerden elini eteğini çekme karşıtı (anti-ascetic) tutumumuz nedeniyle prensipte Amerikan kilisesinden ayrılırız. Bunun üzerine, üstümden büyük bir yük kalkmış gibi hafiflemiş hissederek uyandım.”

FREUD, RÜYA KONUSUNDA CESUR BİR ÇABADA BULUNMUŞTUR Bildiğiniz gibi, rüyaların fenomolojisine ilişkin sayısız çalışma yapılmıştır, fakat sözkonusu çalışmaların sadece bir kaçı rüyaların psikolojisini ele alır. Bunun en belirgin nedeni, bu işin son derece tehlikeli ve nazik bir konu olmasıdır. Freud, psikopatoloji alanından elde ettiği görüşlerin yardımıyla, rüya psikolojisindeki karmaşık konuları aydınlatmak için cesur bir çabada bulunmuştur. Bu girişimin cesaretine hayranlık duymakla birlikte, kullandığı yönteme ve sonuçlarına katılmıyorum. Freud, rüyayı, arkasında bir şeyin dikkatlice gizlendiği salt bir ön cephe, bir görünüş olarak ele almaktadır. Hiç kuşku yok ki, nevrotik kişilikler, kabul görmeyen şeyleri gizlemektedir, fakat bunlar olasılıkla normal kişilerin sakladıklarından fazla değildir. Fakat nevrotikler kategorisinin, rüya gibi normal ve dünya çapında yaygın bir fenomene uygulanıp uygulanamayacağı ciddi bir sorundur. Rüyanın, göründüğünden başka bir şey olduğu varsayımından kuşku duyuyorum. Başka bir Yahudi otoritesi, Talmud’dan bir alıntı yapmak istiyorum: “Rüya, kendinin yorumudur.” Diğer bir deyişle, ben rüyaları bir olgu olarak kabul ederim. Rüya öyle zor ve karmaşık bir konudur ki, onun bizi hangi alanlarda yanıltma olasılığı bulunduğu konusunda varsayıma cesaret edemem. Rüya doğal bir olaydır ve onun bizleri yanıltacak kurnaz bir araç olduğunu varsaymamız için herhangi bir neden yoktur. Rüyalar, bilinç ve istem büyük ölçüde yokolduğunda ortaya çıkar. Bu durum, nevrotik olmayanlarda da rastlanan doğal bir olgudur. üstelik, rüya sürecinin psikolojisine ilişkin o kadar az şey biliyoruz ki, onu açıklamaya çalışırken rüyaya yabancı unsurları kullanma konusunda son derece dikkatli olmalıyız.

-Bütün bu nedenler yüzünden, rüyalarımızın gerçekten de dine değindiği ve bunu da amaçladığı görüşündeyim. Rüya karmaşık ve tutarlı olduğu için, belirli bir mantık ve belirli bir niyet ifade eder, yani, rüya bir motivasyonu izler, motivasyon ise bilinçdışında bulunur ve doğrudan doğruya rüya aracılığıyla ifade edilir.

RUHLARA İNANMA VE YÜCELTME KESİNLİKLE HRİSTİYANLIK İLKELERİDİR Yukarıda aktarılan rüyanın ilk kısmı, katolik kilisesi lehine ciddi açıklamalar içerir. Rüya sahibi, dinin kişisel bir deneyim olduğuna ilişkin protestan bakış açısını hoş karşılamamaktadır. İkinci ve en gösterişli kısmı, kilisenin kesin şekilde dünyevi olan bir bakış açısına uyum sağlamasıdır; son kısım ise gerçek kilisenin desteklemediği ve destekleyemeyeceği zevk alma, doyumdan vazgeçmeme eğilimi (anti-ascetic) lehindeki sözlerdir. Fakat rüyacımızın zevklere karşı olmayan rahibi bunu bir ilke sorunu yapmaktadır. Ruhlara inanma ve yüceltme kesinlikle Hristiyanlık ilkeleridir ve bunların aksi yönde ısrar etmek kafirlik olurdu. Hristiyanlık hiç bir zaman dünyevi olmamıştır, şaraplı ve yemekli bir dost çevresini de hiç hoş karşılamamıştır, müzik kültürüne cazın katılmasının herhangi bir değer taşıyacağı da son derece kuşku götürür. Epikür (zevk ve sefaya düşkün) gibi çevrede dolaşarak sohbet edip I.irtişan “sakin ve olgun” kişilikler, günümüz hristiyanına hiç de hoş görünmeyen eski felsefi idealleri hatırlatmaktadır. Rüyanın gerek birinci gerekse ikinci kısmında, yığınların veya kalabalıkların önemi vurgulanmaktadır.

NİETZSCHE ATEİST DEĞİLDİ, AMA TANRISI ÖLMÜŞTÜ! Bu nedenle Katolik kilisesi, ısrarla tavsiye edilmesine rağmen, köklü bir hristiyan görüşle bağdaşmayacak pagan (putpereset) bir tutumla aynı çizgide görünmektedir. Gerçek uzlaşmazlık rüyada belli olmamaktadır. Sanki tehlikeli kontrastların eritilip birbirine karıştırıldığı “gemütUche” (rahat), bir ortamdaymış gibi, bu uzlaşmazlık sessizlikle geçiştirilmektedir. Ayinler ve buna bağlı kollektif (toplu, ortak) dini duygular, bireyin Tanrıyla kişisel ilişkisini yeğleyen protestan bakış açısına üstün tutulmaktadır. Kişisel ibadet yerine toplu ibadette ısrarcı olmak ve pagan fikirleri andıran görüşler ileri sürmek, Avrupa’da gerçekten yaşanmış olaylarla garip bir paralellik kurmaktadır. Günümüz Almanya’sında herkes paganlığı merak ediyor, çünkü hiç kimse Nietzche’nin Dionysos deneyimini nasıl yorumlayacağını bilmiyor. Büyük Savaş sırasında binlerce ve milyonlarca Almanın bilinçdışı düzeyinde Dionysos’un alman kuzeni, yâni Wotan ortaya çıkmıştı ve Nietzsche bu almanlardan sadece biriydi. O zamanlar tedavi etmekte olduğum almanların rüyalarında Wotantik devrimin gelmekte olduğunu açık seçik görebiliyordum ve 1918’de de bir makale yayınlayarak Almanya’da beklenmesi gereken yeni gelişmelere işaret etmiştim.. Sözkonusu bu almanlar hiç de Zerdüşt Böyle Buyurdu’yu okuyan kişiler değildi, koyun kurban etmeye başlayan o genç almanların da Nietzsche’nin deneyimlerinden kesinlikle haberleri yoktu.  Bu nedenle de tanrılarına Dionysos değil, Wotan dediler. Nietzsche’nin biyografisinde, onun aslında sözünü ettiği tanrının Wotan olduğuna ilişkin reddedilemez deliller bulabilirsiniz, fakat bir filolog olduğu ve ondokuzuncu yüzyılın yetmişli ve seksenli yıllarında yaşadığı için, ona Dionysos demişti. Karşılaştırmalı bir bakış açısından yaklaşılırsa, her iki tanrının da ortak özellikleri çoktur.

Görünüşe göre hastamın her iki rüyasında da , sessiz protestan arkadaş dışında, kollektif duygulara, ayinlere ve pa-ganlığa karşı çıkan bir görüş yoktur. Dikkatimizi çeken sadece bir tane tuhaf olaya rastladık: önce katolikliğe övgüyü destekleyen ve sonra da “Öyleyse hiç bir şey kalmadı artık” diyerek ağlayan ve dönmemek üzere kaybolan, o bilinmeyen kadın.

Kimdir bu kadın? Rüya gören kişi için belirsiz ve bilinmeyen biridir, fakat hastam bu rüyayı gördüğü zaman, daha önceki rüyalarında sık sık ortaya çıkan “bilinmeyen kadın” olarak onu zaten çok iyi tanıyordu.

Erkeklerin rüyalarında büyük rol oynayan bu figür, çok eski zamanlardan beri mitolojide erkek ve kadının aynı bedende birlikte varolduğu fikrinden hareketle, “anima” olarak adlandırılır. Böyle psikolojik sezgiler, genellikle ilahi çift Syzygia, veya çift cinsiyetli (hermafrodit) yaratıcı fikri şeklinde kendini gösterir. Anna Kingsford’un biyografisini yazan Edward Maitland, günümüzde Tanrının (Deity) çift cinsiyetli niteliğinin içsel deneyimi konusuna değinmiştir. Ayrıca , hermafrodit ve androjen erkeği, yani “homo Adami-cus”’u içeren hermetik (simya ilmine, büyüye ait) felsefe de vardır; homo Adamicus, Hermetis Tractatus Aureus ‘un orta çağdaki bir yorumcusunun deyimiyle, “erkek görünüşlü olmasına rağmen, bedeninde gizlediği kadınını, yani Havva’sını daima yanında taşır”.

Animanın, erkek bedeninde azınlıkta kalan dişi genlerin psişik temsilcisi olduğu sanılmaktadır. Aynı figür, kadın bilinçdışında bulunmadığı için bu çok olasıdır. Ancak kadın bilinçdışında , eşdeğer bir rol oynayan, fakat kadın değil de erkek imgesine sahip bir figür vardır. Kadın psikolojisindeki bu erkek figüre “animus” denir. Her iki figürün en tipik görünümlerinden biri, “kin, düşmanlık” (animosity) olarak adlandırılmaktadır. Anima mantıksız davranışlara neden olur, animus ise makul olmayan fikirler ve rahatsız edici konular atar ortaya. Bunların her ikisi de rüya figürleridir. Kural olarak, Bilinçdışının kişileşmiş, kişiliğe bürünmüş görünüşleridir ve onun kabul görmeyen ve rahatsız edici karakterini temsil ederler. Bilinçdışının kendi başına böyle olumsuz nitelikleri yoktur. Ne zaman bu kişilikler tarafından temsil edilirse, o zaman bu nitelikler ortaya çıkar ve bilinci etkilemeye başlar. Yalnızca kısmi kişilikler oldukları için, kişiliği az gelişmiş (alt düzeyde) bir kadın ya da erkek karakterine sahiptirler ve dolayısıyla onlar gibi can sıkıcı olurlar. Böyle bir deneyim yaşayan erkek açıklanamaz bir takım huylar edinecek, kadın ise tartışma meraklısı olacak ve konu dışı görüşler ileri sürecektir.

Animanın kiliseye karşı tümüyle olumsuz tutumu göstermektedir ki, rüya sahibinin kadınsı kısmı, yani bilinçdışı, rüya sahibinin tutumunu onaylamamaktadır. Sözkonusu onaylamama, rüya sahibinin de kabullendiği duvardaki yazıda kendini göstermektedir: “Velinimetinizi fazla övmeyin.” Cümlenin anlamı yeterince doğru olmasına rağmen, kadının niye o kadar çaresiz hissettiği anlaşılamamaktadır. Bu gizemli nokta üzerinde daha fazla durmadan, şimdilik şu gerçekle yetinmeliyiz: rüyada bir çelişki sözkonusudur, çok önemli bir azınlık protesto altında sahneyi terketmekte ve sonraki olup bitenlere önem vermemektedir.

Ayrıca rüyadan şunu anlıyoruz ki, rüya gören kişinin bilinçdışı işleyişi, katoliklik ile pagan yaşam arasında oldukça sığ, yüzeysel bir uzlaşma sağlamaktadır. Bilinçdışı, bir görüş ya da kesin bir fikir bildirmemekte, bunun yerine, uzun ve titiz bir düşünme eylemi ortaya koymaktadır. Bu durum belki de şu şekilde açıklanabilir: “Şimdi bu din konusu ne olacak? Sen bir katoliksin, değil mi? Bu yeterince iyi değil mi? Fakat zevklere karşı olmama (ascetism) konusuna gelince – Kilise bile bu konuda biraz uyum sağlamalı -sinema, radyo, beş çayları ve tüm bu gibi şeylere – . Niçin kilise çevresinde biraz şarap ve arkadaş sohbetleri olmasın?” Fakat bilinmeyen bir nedenden dolayı, daha önceki pek çok rüyada da karşılaşılan bu tuhaf gizemli kadın, büyük bir hayal kırıklığına uğramış görünür ve bırakıp gider.

İtiraf etmeliyim ki, ben animaya yakınlık duyuyorum. Sağlanan uzlaşma, apaçık bir şekilde çok ucuz ve çok yüzeyseldir, ancak hem rüya sahibi hem de din konusuna fazla önem vermeyen pek çok kişi, böyle bir uzlaşmaya gitmiştir. Din konusu, hastamın ilgi alanı içinde bulunan bir şey değildi, ve hastam da dinin kendisini her hangi bir şekilde ilgilendireceğini kuşkusuz asla beklemiyordu. Fakat , başından geçen ciddi bir olaydan sonra bana gelmek zorunda kalmıştı. Son derece akılcı ve entelektüel biri olarak, kafa yapısının ve hayat felsefesinin kendisini, nevroz ve onun moral bozucu etkileri karşısında tümüyle yalnız bıraktığını farketmişti. Wel-tanschauung’unda (dünya görüşünde), kendisini yeterince kontrol etmesine yardımcı olacak her hangi bir şey bulamamıştı. Şimdiye kadar sahip olduğu inançları ve idealleri yokolmuş birine çok benziyordu. Bu koşullar altında, insanın işe yarar bir şeyler bulma umuduyla çocukluğundaki dine dönmesi, hiç de az rastlanan bir durum değildir. Ancak bu hareket, önceki dini inançları yeniden canlandırma yolunda bilinçli bir karar ya da girişim değildir. Hasta bunu sadece rüyasını görmüştür, yani, bilinçdışı, inandığı din konusunda tuhaf bir açıklama ortaya atmıştır. Bu durum tıpkı, Hristiyan bilincinde birbirinin ebedi düşmanı olan bedenle ruhun, çelişen yönlerini tuhaf bir şekilde yumuşatmak suretiyle birbirleriyle barışmalarına benzemektedir. Ruhsallık ve maddecilik beklenmedik bir barış içinde bir araya gelmişlerdir. Bunun sonucu acayip ve gülünç olmuştur. Ruhun dinmek bilmeyen şiddeti, sanki şarap ve gül kokan, nerdeyse antik bir neşeyle eritilmiş gibidir. Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, rüya , bu ahlaksal çelişkinin keskinliğini yumuşatan ve tüm ruhsal acıyı ve kederi yutan ruhsal ve dünyasal bir atmosferi yansıtmaktadır.

Eğer yukarıda söylediklerimiz bir dileğin yerine getirilmesi olsaydı, kesinlikle bilinçli bir davranış olurdu, zira hasta bunu zaten fazlasıyla yapıyordu. Kendisi de bunun bilincindeydi, çünkü şarap en tehlikeli düşmanlarından biriydi. Rüya ise lam tersine , hastanın ruhsal durumunun tarafsız bir ifadesidir ; maddesel kaygılarla ve güruh içgüdüsüyle bozulmuş bir dini yansıtmaktadır. Bu dinde, ilahi bir deneyimin numinosum’u yerine, dinsel bir duygusallık mevcuttur. Bu durum, yaşayan gizini kaybetmiş bir dinin iyi bilinen özelliğidir. Kolayca anlaşılabileceği gibi, böyle bir din yardım etme ya da herhangi bir ahlaksal etki yaratma yeteneğinden yoksundur.

Olumlu bazı yönleri bulunmasına rağmen, bu rüya genel açıdan kesinlikle olumsuzdur. Rüyaların tümüyle olumlu, ya da tümüyle olumsuz olması enderdir. Kural olarak her iki yön bir arada bulunur, fakat genelde biri diğerinden kuvvetlidir. Böyle bir rüyanın, dinsel tutum sorununu ortaya atabilmesi için psikoloğa yeterli malzeme verdiği açıktır. Eğer elimizde bir tek yukarıda sözünü ettiğimiz rüya bulunsaydı, bu rüyanın anlamını çözmeyi ümit edemezdik; fakat tuhaf bir dinsel sorunun varlığına işaret eden oldukça fazla sayıda rüya var grupladığımız rüyalar arasında. Ben, eğer mümkünse, bir rüyayı asla tek başına yorumlamam. Kural olarak bir rüya, bir seriye aittir. Şöyle ki: Bilinç, düzenli şekilde uyku tarafından bölünmesine rağmen, süreklilik taşır, bu nedenle bilinçdışı sürecin de süreklilik göstermesi olasıdır, hatta bilinçdışı, bilinç düzeyinden belki de daha fazla süreklidir. Deneyimlerim, her durumda, şu olasılığı desteklemektedir : rüyalar, bilinçdışı olayların oluşturduğu bir zincirin görünür halkalarıdır. Eğer sözkonusu rüyanın daha derindeki nedenleri sorununa ışık tutmak istiyorsak, onun dörtyüz rüyalık uzun zincirin neresinde yer aldığını bulmamız gerekir.

Zincirin tümünü ele alınca, incelediğimiz rüyanın, esrarengiz nitelikteki iki önemli rüya arasında yer aldığını bulduk. Önceki rüya, bir çok insanın bir araya geldiğini ve görünüşe göre “maymunu yeniden yapmak” amacıyla büyülü garip bir törenin yapıldığını bildirmektedir. Sonraki rüya da benzer bir temayı ele almaktadır – hayvanların büyülü şekilde insana dönüşmesi.

Her iki rüya da hasta açısından büyük ölçüde kabul edilemez ve korkutucudur. Kilise rüyası yüzeye çıktığı ve başka koşullarda bilinç düzeyinde de düşünülebilecek görüşler sergilediği halde, bu iki rüya tuhaftır, karakter olarak birbirinden uzaktır ve rüya görenin, elinde olsa kaçınacağı duyumsal etkiler yaratmaktadır. Aslına bakılırsa, ikinci rüyaya ilişkin metinde, kelimesi kelimesine şu sözler yer alır: “ Kaçarsak, kaybederiz.” Bu söylem tuhaf bir şekilde, bilinmeyen kadının sözleriyle örtüşmektedir: “Öyleyse hiç bir şey kalmadı artık.” Sözkonusu her iki söylemden şu sonucu çıkarabiliriz : kilise rüyası, daha derin öneme sahip diğer rüya düşüncelerinden kaçış girişimiydi ve bu düşünceler, aldatıcı bir şekilde kilise rüyasından önce ve sonra ortaya çıkıyorlardı.

Carl Gustav Jung Psikoloji ve Din Çeviren:Raziye Karabey, Okyanus Yayıncılık

MILAN KUNDERA: AŞK, TANIM OLARAK, HAK EDİLMEMİŞ BİR ARMAĞANDIR

Seçilmiş olma tanrıbilimsel bir kavramdır ve şöyle bir anlamı vardır: İnsanın hiçbir yeteneği olmadan, doğaüstü bir kararla, Tanrının keyfi değilse de özgür iradesiyle, benzersiz ve olağanüstü bir şey için seçilmesi. Ermişler, en korkunç işkencelere dayanma güçlerini bir inançta buldular. Tanrıbilimsel kavramlar, kendi kendilerinin yansılamaları olarak yaşamlarımızın bayağılığına yansırlar; her birimiz çok sıradan yaşamının bayağılığından dolayı (az ya da çok) acı çeker, buradan kurtulmak ve yükselmek ister. Her birimiz bu yükselişe lâyık olduğu, Tanrının iyi kulu olduğu ve bu yükseliş için seçilmiş olduğu yanılsamasına (az ya da çok) kapılmıştır.

Örneğin, seçilmiş olma duygusu her aşk ilişkisinde vardır. Çünkü aşk, tanım olarak, hak edilmemiş bir armağandır; hak etmeden sevilmek, gerçek aşkın eksiksiz kanıtıdır. Bir kadın bana, “Seni seviyorum, çünkü zekisin, çünkü namuslusun, çünkü bana armağanlar alıyorsun, çünkü zamparalık yapmıyorsun, çünkü bulaşık yıkıyorsun,” derse, hayâl kırıklığına uğrarım; bu aşkta çıkarcı bir yan vardır. Şöyle bir cümle duymak kimbilir ne güzeldir: “Zeki olmamana, namuslu olmamana karşın, yalancı, bencil, alçak olmana karşın senin için deli oluyorum.”

Belki de insan lâyık olmadan gördüğü ve bu nedenle var gücüyle bir hak olarak sahip çıktığı anne bakımı yüzünden ilk kez seçilmiş olma yanılsamasına kapılır. Eğitimin onu bu kuruntudan kurtarması ve hayatta her şeyin bir bedeli olduğunu öğretmesi gerekirdi. Ama genellikle geç kalınır. Kız arkadaşlarına kendi isteğini zorla kabul ettirmek isteyen, ama bunun için yeterli gerekçesi olmadığından, açıklanmaz bir gururla ve yüksek sesle, “Çünkü bunu sana ben söylüyorum,” diyen on yaşındaki kızcağızı hiç kuşkusuz görmüşsünüzdür; ya da: “Çünkü ben böyle istiyorum.” Kendini seçilmiş hissediyordur. Ama bir gün, “Çünkü onu ben istiyorum,” diyecek ve çevresinde bulunanlar kahkahayla gülecekler. Kendisini seçilmiş sayan kişi seçilmişliğini kanıtlamak için, bayağılar yığınının bir üyesi olmadığına kendisini inandırmak, başkalarını inandırmak için ne yapabilir?

Bu noktada, fotoğrafın keşfiyle birlikte başlayan çağ yardıma gelir, yanında, uçsuz bucaksız bir ekrana yansıtılmış görüntüleriyle, herkesin uzaktan görebildiği, herkesin hayran olduğu ve kimsenin erişemediği görüntüleriyle bu çağın yıldızları, dansçıları, ünlüleri. Kendini seçilmiş sayan kişi, ünlü kişilere yöneltilmiş bir hayranlık aracılığıyla, olağanüstüler sınıfına ait biri oluşunu ve aynı zamanda sıradan insanlar sınıfına karşı, yani somut olarak kendileriyle birlikte yaşamak zorunda olduğu komşularına, meslektaşlarına, eşlerine karşı koyduğu mesafeyi herkesin önünde açıkça ortaya koyar.

Ünlü insanlar, böylece, sağlık kuruluşları gibi, sosyal güvenlik gibi, sigortalar gibi, tımarhaneler gibi bir kamu kurumu oldular. Ama ancak gerçekten ulaşılmaz olmaları koşuluyla yararlıdırlar. Bir kimse seçilmişliğini, ünlü biriyle doğrudan ve kişisel ilişki yoluyla doğrulamak isterse, Kissinger’a âşık olan kadının başına geldiği gibi, kapı dışarı edilmek tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bu kovulmaya, tanrıbilimsel dilde düşüş adı verilir. Kissinger’a âşık olan kadın, bu nedenle, açıkça ve haklı olarak trajik aşkından söz eder kitabında, çünkü Goujard’ın bununla alay etmesine karşın, bir düşüş tanım olarak trajiktir.

MİLAN KUNDERA: BİR KADINLA SEVİŞMEK VE BİR KADINLA UYUMAK İKİ AYRI TUTKUDUR

Immaculata, Berck’e âşık olduğu âna kadar kadınların çoğunluğunun yaşadığı hayatın bir benzerini yaşamıştı: Birkaç evlilik, birkaç boşanma, dingin ve hoş olduğu kadar sürekli bir hayâl kırıklığı yaratan birkaç âşık. Âşıklarının sonuncusu tapıyor ona; yalnızca yumuşak başlılığı nedeniyle değil yararlı olduğu için ötekilerden daha fazla katlanıyor bu âşığa: Televizyonda çalışmaya başladığında kendisine çok yardımı dokunmuş bir kameraman. Kendisinden biraz daha yaşlı ama adamda hayran olduğu bir ebedî öğrenci havası var; adam onun en güzel en zeki ve (özellikle) kadınların en duyarlısı olduğu kanısında.

Sevgilisinin duyarlılığı adama bir Alman romantik ressamın elinden çıkmış manzara resmi gibi geliyor: Üst yanda, Tanrının yurdu, uzak ve mavi bir gökyüzü ile akıl almaz biçimlere girmiş ağaçlarla kaplı bir manzara resmi; bu manzaranın ne zaman içine girse, tıpkı kutsal bir mucize karşısında olduğu gibi dize gelmek ve öyle kalmak için dayanılmaz bir istek duyuyor.

Yavaşlık Milan Kundera Fransızcadan Çeviren: Özdemir İnce, Can Yayınları

“GOOGLE HAKKINIZDA ANNENIZDEN FAZLA ŞEY BILIYOR!” JULIAN ASSANGE – ŞİFREPUNK

“İnternet insan uygarlığı için bir tehdittir” — bunu WikiLeaks’in kurucusu ve yayın yönetmeni Julian Assange söylüyor. Çok değil, en fazla on yıl önce internetin ne müthiş bir özgürlük alanı açtığından söz ediyorduk. Gerçekten de internet dünya üzerinde büyük bir değişim yarattı. Ne var ki çok kısa bir süre içinde ciddi bir kırılma ortaya çıktı: İnsanlar giderek daha fazla bağlanıyordu internete, ama aynı zamanda kitlesel gözetleme programları devreye sokulmaya başlamıştı. Elektronik iletişim ve “sanal” uzam iktidar için insanları “kapatmadan”, açık alanda gözetleyebilmek, izleyebilmek, dinleyebilmek anlamına geliyordu. Bugün toplum küresel boyutta bir gözetim toplumuna doğru giderken insan uygarlığı bir yol ayrımında: Yollardan biri “güçsüzlere mahremiyet, muktedirlere şeffaflık” düsturuna varıyor. Diğer yol ise ispiyonaj, casusluk, şantaj ve manipülasyon şebekelerinin ve onların müttefiki uluslararası şirketlerin bütün insanlığın üzerinde hakimiyet kurması anlamına geliyor.

Şifrepunklar, temel özgürlüklerimizi bu saldırıya karşı korumak için güçlü şifreleme tekniklerini kullanan barışçı eylemcilerdir. Julian Assange burada kendisi gibi yıllardır şifrepunk hareketinin içinde yer almış düşünür ve eylemci bir grup arkadaşıyla internetin geleceğini tartışıyor. Soru şu: İnternet, başlangıçta hayal ettiğimiz gibi insan özgürlüğünün ufkunu açacak mı, yoksa tarihte görülmemiş bir totalitarizmin denetim, sansür ve köleleştirme aracı mı olacak?

Julian Assange’ın Şifrepunk Kitabından 15 Alıntı

Bu kitap bir manifesto değil. Böyle bir şeye zaman yok. Bu kitap bir uyarıdır.

♦ Eğer sıradan bir Google kullanıcısıysanız, Google sizin kimlerle irtibatta olduğunuzu, kimleri tanıdığınızı, hangi konuyu araştırdığınızı, hatta cinsel yöneliminizi, dinsel ve felsefi inançlarınızı biliyor. Andy: Google, senin hakkında senin bildiğinden daha fazlasını biliyor. Jeremie: Annenin bildiğinden, hatta belki senin kendinin bildiğinden daha fazlasını. Google, internete ne zaman bağlı olup olmadığını biliyor. Andy: İki yıl, üç gün ve dört saat önce internette ne arıyordun, biliyor musun? Bilmiyorsun, ama Google biliyor. Jeremie: İşin doğrusu, tam da bu nedenlerden ötürü, ben artık Google’ı kullanmamaya çalışıyorum.

Cep telefonu aslen bir izleme cihazıdır, ara sıra görüşme yapmanıza da izin verir.

♦ Tarihi yalnızca tahrif etmekle kalmıyorlar, tarih sanki hiç olmamış gibi yapıyorlar. Orwell’in ünlü bir sözü var, “Bugünün ipleri kimin elindeyse, geçmişi de o kontrol eder ve geçmişi kontrol eden her kimse, geleceğin dizginleri de ondadır.”

♦ Katolik Kilisesi’ne geri dönecek olursak, kitapların tek bir elden basıldığı devirlere geri dönüyoruz…

HER ADIMIMIZIN TAKİP EDİLDİĞİ CASUS DÜNYA: ARTIK KİMSE BEN ÖZGÜRÜM DİYEMEZ!

♦ Kaba hatlarıyla tarihsel bir açıklama getirmek gerekirse, eskiden bir kişi diplomatik konumu, çalıştığı firma gibi nedenlerle veya hakkında şüphe bulunduğu veya şüpheli kimselerle irtibatı olduğu için hedef haline gelirdi, o zaman bu kişiye gözetim uygulanırdı. Oysa günümüzde “Önce herşeyi kaydedelim, daha sonra ayıklarız” demek daha verimli görünüyor.

♦ Kötü işler yaparak para elde edebilirsin, diğer taraftan iyi işler yaptığın halde bir sent bile kazanamayabilirsin.

♦ JULİAN: Bir hüsnü tabir bu, “hukuka uygun dinleme”. JACOB: Kesinlikle, tıpkı hukuka uygun cinayet gibi. Her şeyin önüne bir “hukuka uygun” ibaresi koyun, böylece birdenbire meşruiyete kavuşsun, sırf faili devlet olduğu için.

♦ Kontrol etmiyor, kontrol ediliyoruz.

♦ Yakına park etmiş, içinde GSM ile gözetleme sistemleri bulunan bir arabayla içerideki kişilerin konuştuklarını doğrudan denetleyebilir — şebeke işletimcisiyle muhatap olmaya, polisten arama izni çıkartmaya falan gerek kalmadan, hiçbir yasal süreç olmaksızın…

♦ Elimizdeki en önemli özgürleşme aracı olan internet totariterligin bugüne dek görülmedik düzeyde tehlikeli bir yöntemi haline geldi.

♦ Siemens Almanya’daki en büyük telekomünikasyon şirketlerinden biri olmanın yanı sıra istihbarat yazılımları da üretir. Nitekim bahsettiğim filtreleme sistemini şirketlere sattılar, böylece o şirketlerde çalışanların sendika sayfalarına girmesini, sahip oldukları hakları öğrenmesini önlediler.

♦ Yeni dünyamıza özgü silahları kuşanmanın, kendimiz ve sevdiklerimiz için savaşmanın vaktidir.

♦ Çoğu zaman şiddetin ne kadar yakınımızda olduğunun farkına bile varmayız, çünkü ondan kaçınmak için tavizler vermişizdir. ♦ Güçlü bir şifreyazım, sınırsız şiddete karşı koyabilir. Kaba kuvvetin dozunu ne kadar artırırsanız artırın, bir matematik problemini çözmeye yetmez. ♦ Görevimiz, gücümüz yettiğince kendi adımıza karar verme hakkımızı güvenceye almak, bunu yapamadığımız yerde kara ütopyanın ilerleyişine set çekmek, ve eğer bütün diğer seçenekler boşa çıkarsa, onun kendi kendisini tahrip edişini hızlandırmaktır.

Julian Paul Assange, Avustralyalı bilgisayar programcısı, internet aktivisti, Wikileaks adlı internet sitesinin editörü ve basın sözcüsüdür.

Julian Assange Kaynak: Şifrepunk Özgürlük ve İnternetin Geleceği Üzerine Bir Tartışma Tartışmaya Katılan: Jacob Appelbaum, Andy Müller-Maguhn, Jeremie Zimmermann

HER ADIMIMIZIN TAKİP EDİLDİĞİ CASUS DÜNYA: ARTIK KİMSE BEN ÖZGÜRÜM DİYEMEZ!

Siri sayesinde Apple, Google Asistan sayesinde Google, Alexa sayesinde Amazon bizi sürekli dinliyor, bunu da unutmamak lazım. Hatta Google her kış çıkardığı Grip tahminleri birçok sağlık kurumundan daha tutarlı sonuçlar çıkarabiliyor. Dünya öyle büyük bir teknolojik devrim geçiriyor ki geri dönüşü yok. Bütün bu teknolojiler ateş ya da bıçak gibi hem faydası var hem de zararı. İsrail’de insanların fotoğraflarına bakarak pedofili eğilimi olup olmadığını tespit eden yazılımlar var, bunları çocuk parklarının etrafındaki kameralara yüklediler.

Birçok hükümet “algoritmik mekanizmalar” haline dönüştü. Algoritmik ulus; “blockchain, yüz tanıma veya veri madenciliği gibi algoritmaların ve diğer teknolojik araçların köşe taşı olduğu yeni bir yönetişim tarzı” anlamına geliyor. En büyük dezavantajı, bu algoritmaların vatandaşların etik ve demokratik yaşamını olumsuz etkileyebilmesi. Bu tür algoritmik stratejiler ne anlama geliyor? Devletlerin pandemi döneminde sınırlarını iyice genişlettiği siber güvenlik adımları, gerçekten gerekli mi? Temel hak ve özgürlükler üzerindeki etkisi kısıtlayıcı ve kalıcı hale gelir mi? Peki biz sıradan vatandaşlar ne yapalım güvenliğimizi sağlamak için?

Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Salih Bıçakcı, siber güvenlik çalışmalarıyla tanınan, bu alanda önemli analizlere imza atmış bir uzman. ScienceUp’ın sorularını yanıtlayan Doç. Dr. Bıçakcı’ya göre algoritmik ulus kavramını anlamak için, önce geçmişe gitmek, “kod nedir” sorusunun yanıtını vermek gerekiyor: “Diyelim ki bir bardak su masanızda duruyor, bilgisayarınıza ‘o suyu oradan al, diğer tarafa koy’ diyeceksiniz. Bu işlemi X, Y, Z koordinatında ve zaman kavramıyla tanımlamanız gerekir ve bunu yapmanın yöntemi vardır. Bu yönteme ‘algoritma’ diyoruz…” diyerek söze başlıyor. Esasında herkesin bir algoritması var. Beynimiz bu kurallar dizisine göre çalışıyor. Alışveriş yaparken, ihtiyaçları belirlemek için, sevdiğimiz rengi ve modeli seçmek için algoritmik sistemin devreye girmesi gerekli. Her türlü programın, her küçük metnin bir algoritması var. Her algoritmanın temelini nasıl veri oluşturuyorsa, karar alma süreçlerinin temelini de veriler oluşturuyor.

“GOOGLE HAKKINIZDA ANNENIZDEN FAZLA ŞEY BILIYOR!” JULIAN ASSANGE – ŞİFREPUNK

Bıçakcı, hayatımızın yolunu değiştiren algoritmanın özünü işte bu kadar temel prensiplerle özetliyor. Peki, verileri en çok hangi iş için kullanıyoruz? Bıçakcı, bu sorunun 1950-60 yılları arasında gündeme geldiğine ve insanoğlunun en çok geleceği okuyabilmek için verilere ihtiyaç duyduğuna dikkat çekiyor. Veriler, hep geleceği tahmin edebilmek için öne çıkmış. Ancak bu noktada başlayan çalışmalar bugün veri ve veri depolama sistemleri sayesinde sınırsız ve tehlikeli bir alana ilerlemiş durumda. Bıçakcı sıradan bir vatandaşın bir obje olarak alışverişinden seçtiği filmlere, WhatsApp yazışmalarından fotoğraflarına her türlü verisinin kayıt edildiği, görüldüğü, izlendiği ve yönlendirildiği bir dünyaya işte tam burada ve şöyle işaret ediyor: “Ben sadece sizin sosyal medya kullanımınıza ve profilinize bakarak, muhafazakâr mı yoksa açık görüşlü mü olduğunuzu söyleyebilirim, cinsel tercihlerinizi hakkında fikir sahibi olabilirim, harcamalarınız hakkında nasıl bir profil izlediğinize bakabilirim, yatırımlarınızı ne yönde yönlendirdiğinizi görebilirim, giyim tercihlerinize bakabilirim, yalan söyleyip söylemediğinizi kontrol edebilirim. Yani gündelik hayatınıza dair her şeyi sırf veri üzerinden okuyabilecek bir kapasiteye sahip olduk. Böyle bir kapasite devletler için, yöneticiler için çok anlamlı. Düşünsenize bir ülkenin trafiğini düşünüyorsunuz, elinizde bütün bir ülkeyi ait ya da bir şehre ait bütün hücresel veri datası var… Bu hücresel veri datasını ile; kaç milyon insanın her sabah kaçta çıktığını ve nereden nereye gittiğini sadece hücresel veriyi takip ederek görebiliyorsunuz. Bu size şunu sağlar: Yolların trafik ışıklarını düzenlersem, akışı hızlandırırım, insanlar hızlıca gider, daha az benzin tüketirler, daha az karbon monoksit kirlenmesi olur, trafik sorunu kalmaz. Daha iyi yatırımlar gibi bir sürü birbirine bağlı karar bir anda verebilir hale gelir.” İşte bu da “obje”yi yani insanı tanıyabilmenin yolundan yani verilerinden geçiyor. Veriyi doğru algoritmalardan geçirerek karar vermenizi sağlayacak hale getirdiğinizde inanılmaz bilgilere erişiyorsunuz. İşte bu resme “algoritmik yönetişim” deniliyor. Bıçakcı, bu kavramı şöyle açıklıyor: “Eğer ülkeler, tebaayı iyi yönetmek için verilerini alıyor ve bunları algoritmalardan geçirip, bu verilere dayanarak hareket ediyorlarsa bu kararlar algoritmik oluyor.”

Peki bu kararlar açık mı, gizli mi? “Adalete odaklanmış algoritmik kararlar var, yüzeysel değil, derin yönetmek için de kullanılıyor. Mesela hasta profillerini inceleyip, gelecek yılki hastalık rakamlarını söylemek mümkün olduğu gibi, kişilerin suç profillerine bakıp yeniden suç işleyip işlemeyeceğini de tahmin edebiliyorlar. Amerika’da çok kullanıyor, Avrupa’da kullanılmaya başladı, Türkiye’de de Yargıtay kararlarını kaydeden bir yapay zekâ sistemi üzerine çalışmaya başladığını duydum.” diye anlatıyor Bıçakcı. O halde yargı kararı kim verecek, yapay zekâ mı hakimler mi? Doç. Dr. Bıçakcı’nın soruya yanıtı şöyle: “Hâkim karar vereceği zaman ekranına bir uyarı düşüyor ve diyor ki: ‘Bu mahkûmun yüzde atmış aynı suçu işleme olasılığı vardır.’ Buradaki risk şu; yapay zekâya rağmen hâkim olarak siz dinlediğiniz hikâyede bahtsızlıklar, kötü giden unsurlar görebilir ve bir şans daha vermeye karar verebilirsiniz. Ama bir yıl sonra aynı kişi benzer bir suçla karşınıza geldiğinizde bir sonraki kararda yapay zekânın dediğini dinlemek zorunda kalırsınız.”

Yapay zekâ sistemlerin ana besin kaynağı, veri. Veri olması hiçbir işe yaramıyorlar. Çünkü veri, tahminde bulunabiliyor. Peki verimiz bilinirse ne olacağından neden korkuyoruz? “Bir kişi kimseyle paylaşmak istemeyeceği bilgileri ekranı ile paylaşıyor. Halbuki yapay zekâ o şeyleri ben bir kerede verisi üzerinden okuyup, kendisine bile söylemeye cesaret edemeyeceği şeyleri söyleyebilir. İkincisi, benim verim; kendi bilgim, benim oluşturduğum, bana ait, beni tanımlayan bir durum. Beni tanımlayan unsurların, metanın başkasına verilmesi sırasında benim bilgim olması lazım ama benim bilgim yoksa? Mesela arama motorunda gizli sekme açarak çalışmıyorsam, verilerimin tamamının kaydedildiğini bilmem gerekli. Yoksa kendinize ait hiçbir özel alanınız kalmıyor. İkinci adımı ben veriyi gönüllü versem bile bu verilerin büyük bir kısmı pişirilip bir yapay zekâ yemeği yapılıyor. Verinizi geri ister ve çıkarılmasını isterseniz bunun nasıl yapılacağını yapay zekâyı inşa edenler bile bilmiyorlar. Bir kıyma makinası gibi düşünün, bir sonuç çıkıyor, çıkan sonuçta sizin etinizin hangisi olduğu görünmüyor bile.” diye anlatıyor Doç. Dr. Bıçakcı. En büyük problem bu: Beni nasıl yönetebilir, yönlendirebilir?.. En büyük örneğin Cambridge Analytica ve ABD seçimleri olduğunu söyleyen Bıçakcı’ya göre artık siber hack kısmını geçtik, bilişsel hack kısmına geldik. Eskiden uzaktan bilgisayarlara erişilir, verilerle oynanırken, artık insanların zihnine giriliyor: “Sizi yönetiyorum, çünkü sadece sizin ilgilendiğiniz ve mesajı nasıl okuduğunuzu görerek ve anlayarak motivasyonunuzun ne olduğunu, korkularınızın ne olduğunu, duygularınızın ne olduğunu anlayarak sizi yönlendirebilecek doğru mesajlarla istediğim sonuçları elde edebiliyorum. Bu da ‘bilişsel hack’e giriyor ve seçimler de böyle yönlendiriliyor. Cambridge Analytica sosyal medyaya bir anket gönderiyor ve karşısına anket çıkan herkes dolduruyor. Basitçe insanları bu anketlerdeki yaklaşımlarına bakarak sosyal medya üzerinden yönlendiriyor. “Yaşlanınca yüzüm nasıl olacak” gibi programların aslında hepsi yapay zekâyı besliyor. Çünkü bu işleri beslemek için büyük veriye ihtiyacımız var. Bunu oyun oynatarak yapanlar da var. Bu sistemleri çalıştırmak için büyük miktarlarda kişisel veriye ihtiyacımız var, gönüllü vermeniz için de çeşitli şeyler yapıyoruz size. Ya ilginç gelecek bir sonuç gösteriyoruz, ‘Şu ana kadar kim Twitter’ınıza bakmış öğrenmek istiyor musunuz’ deyip verilerinize ulaşmayı sağlıyoruz. Siz esasında büyük bir marketin parçasısınız. Sizi yönlendirerek politik seçimlerinizi değiştirebilirim, sizi almayı düşünmediğiniz eşyalara teşvik edebilirim, bütün tercihlerinizi yönlendirebilirim. Bana hiç kimse diyemez ki; ‘ben özgürüm’. Google’da ne yazıyorsanız ve karşınızda ne çıkıyorsa o kadar özgürsünüz, çünkü Google bile aradığınız bütün tercihleri size göre yapıyor. Her zaman, her veri, herkese aynı şekilde çıkmıyor, farklılaşan algoritmalarla çıkıyor. Bütün bunlar hem tercihlerinizi hem yönetilmenizi sağlıyor” Mesela her birimizin telefonundan 15 dakika bir hücresel veri kulesine “ben buradayım” mesajı gidiyor, gündüzleri sürekli gittiğiniz adres “iş”, akşamları düzenli bulunduğunuz yer ise “ev” olarak kaydediliyor ve “algoritmik yönetim” de işte tam olarak bu. Doç. Dr. Bıçakcı bu örneği anlatırken eğer birey düzenli olarak akşam 8’den sabah 8’e kadar haftanın 7 günü aynı yerden sinyal veriyorsa orasının evi olduğunu tahmin etmek çok da zor değildir diyor ve ekliyor “ya haftanın bazı günlerinde farklı yerlerden sinyal alınıyorsa bu ne anlama gelir” diye soruyor. Koluna bir akıllı saat taktığın anda nabzından stres yönetimine bile hakim olunduğu bir insana neler yapılmaz?

Harari’nin dediği gibi bu algoritma bir devlet yönetimi ile birleştirildiği zaman neler olur bir düşünsek? Bir siyasi lideri izlerken kolundaki o saatten nabız atışına bakılarak siyasi eğilim hakkında çok akılcı bir tahmin yapılabileceğini biliyor musunuz mesela? Siri sayesinde Apple, Google Asistan sayesinde Google, Alexa sayesinde Amazon bizi sürekli dinliyor, bunu da unutmamak lazım. Hatta Google her kış çıkardığı Grip tahminleri birçok sağlık kurumundan daha tutarlı sonuçlar çıkarabiliyor. Apple Covid-19 rakamlarını sağlık verileri üzerinden toplasa devletlerden çok daha iyi rakamlara erişebilme ihtimaline sahip olabilir diyor Bıçakcı. Bundan ibaret de değil büyük resim: “Mesela niye kargocular bizim T.C. kimlik numaramızı istiyorlar, böyle bir sisteme niye gerek olduğunu anlamıyorum. Birisine bir fenalık yapmak istiyorsanız bir kargocu tanıdık bulun, onların sistemlerinden istediğinizi elde edebilirsiniz. Devletler bunun için bir şey yapıyorlar mı? Yapıyorlar, onlar da çok yoğun bir şekilde kullanıyorlar. Terörizmle mücadele, oy seçim tahminleri, bir bölgeyi yönetmek, hareketliliği görmek için kullanıyorlar. Bütün bunlar çok kullanılıyor ama bunların hiçbirini açık ve net olarak ifade etmiyorlar. Bazen bu verileri değişik sistemlerle de birleştirip kullanıyorlar. Mesela ‘WhatsApp’ın Facebook’la datayı birleştireceğim’ hikayesi ile herkes uyandı. Esasında bunu zaten yapıyordu WhatsApp. Yani zaten biliyor sizin en yakın arkadaşlarınızın kimler olduğunu ve onların siyasi görüşlerini yaşam tarzlarını bile biliyorlar. Arada yalan söylediğinizi bile biliyor. T.C. kimlik numaranızı girdiğiniz zaman e-devlet sisteminde neye sahip olduğunuzu, borçlarınızı, kredilerinizi, nerede çalıştığınızı, SGK’nızı ödeyip ödemediğinizi, e-nabız sisteminden hastalıklarınızın ne olduğunu bütün bunların hepsini, cep telefonunuzdaki verilerinizle ve kredi kartı harcamalarınızla tutup üst üste bindirebilirsem eğer, sizin ne kadar yaşayacağınız aşağı yukarı tahmin edilebilir. Bütün bu teknolojiler ateş ya da bıçak gibi hem faydası var hem de zararı.

Bilmek birçok fayda getirirken bunun başkaları tarafından bilinmesi aynı zamanda özgürlüğünüzü kısıtlayıcı bir etki yapmaktadır. Veri de bu anlamıyla ateş gibi, peki ateşi hayatımızdan çıkartalım mı? Yarar kavramı burada çok izafi bir terim. Kimin kullanacağını bilmiyorsunuz ve nereye gideceğini bilmiyorsunuz. Bununla kalmayacak, savaşlara da geçecek. Yapay zekâyla çalışan silahlar olacak ve ‘niye öldürdün o adamı’ sorusunu sormayacaksınız. Dünya öyle büyük bir teknolojik devrim geçiriyor ki geri dönüşü yok. İsrail’de insanların fotoğraflarına bakarak pedofili eğilimi olup olmadığını tespit eden yazılımlar var, bunları çocuk parklarının etrafındaki kameralara yüklediler.

Kaynak: ScienceUp

TEZER ÖZLÜ: ONLAR “BAŞKALDIRMAYI” SAVUNURKEN, DÜZENİN AKIŞINDAKİ YERLERİNİ KORUMAYA ÇALIŞIYORLAR

“Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı.”

“Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey, hiçbir korku… aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur- artık hiçbir yerdesin.”

KONFÜÇYÜS: BÜYÜK VE ÜSTÜN İNSANLARIN DÜŞÜNCESİ YEREL DEĞİL, EVRENSELDİR!

0

“Kendimi on beş yaşında öğrenmeye verdim. İrademe otuz yaşında sahip olabildim. Kuşkulardan kırk yaşında kurtuldum. Göğün düzenini elli yaşında öğrendim. Sezgilerim yoluyla her şeyi altmış yaşında kavradım. Kalbimin isteklerini, doğru olan şeylere zarar vermeden yetmiş yaşında gerçekleştirebildim…”

I – Düşünmeden Öğrenmek Zaman Kaybıdır

I. Üstat dedi ki: “Ülkesini erdemle yöneten bir kişi, konumunu hep koruyan ve tüm yıldızları kendisine bağlı kılan kutup yıldızı ile karşılaştırılabilir.”

II. Üstat dedi ki: “Şiir kitabında 300 parça şiir var. Fakat tümünü bir cümleyle anlatabilirsiniz: Fesat düşüncelere sahip olma.”

III. Üstat dedi ki: “Eğer halk yasalarla yönetilir ve cezalarla yola getirilmek istenirse, onlar kendilerini cezalardan kurtarmaya çalışacak ve bundan hiç utanç duymayacaktır. Eğer onlar erdemle yönetilir ve eğitimle yola getirilmek istenirse, utanç duyacaklar ve böylece iyi olmaya çalışacaktır.”

IV. Üstat dedi ki:

“Kendimi on beş yaşında öğrenmeye verdim. İrademe otuz yaşında sahip olabildim. Kuşkulardan kırk yaşında kurtuldum. Göğün düzenini elli yaşında öğrendim. Sezgilerim yoluyla her şeyi altmış yaşında kavradım. Kalbimin isteklerini, doğru olan şeylere zarar vermeden yetmiş yaşında gerçekleştirebildim…”

V. Meng İ, [1] “anaya babaya sevgi ve bağlılığın ne olduğunu” sordu.

Üstat yanıtladı: “Onlara itaatsizlik etmemek demektir.”

Daha sonra Fan Ch’ıh [2] ile giderken dedi ki: “Meng-sun (Meng İ) bana, ana babaya sevgi ve bağlılığın ne olduğunu sordu. Ben de, onlara itaatsizlik etmemektir dedim.”

Fan Ch’ıh, “Bundan neyi kastediyorsunuz?” diye sordu

Üstat yanıtladı: “Ailemiz yaşarken onlara terbiyenin gereklerine göre hizmet etmeliyiz. “Öldükleri zaman tören kurallarına göre onları gömmeli ve kurbanlar sunmalıyız.”

VI. Meng Wu da [3] gene anaya babaya sadakatin ne olduğunu sordu.

Üstat yanıtladı: “Ana baba çocuklarının hastalanmasından korkar.”

VII. Tzu-yü [4] de anaya babaya sadakatin ne olduğunu sordu.

Üstat yanıtladı: “Bu günlerde ana babaya sadakat ailenin geçimini sağlamak olarak anlaşılıyor. Ancak köpeklerle atlar da aynı şeyi yapıyor. Saygı olmazsa ikisini birbirinden nasıl ayırabilirsiniz?”

VIII. Tzu-hsia da anaya babaya sevgi ve bağlı lığın ne olduğunu sordu.

Üstat yanıtladı: “Zorunluluk ve biçim sorunudur. Ailesinin bir sıkıntısı olduğunda genç evlat bu sıkıntıyı üstlenip şarabını ve yiyeceğini onların önüne koyarsa, bu anaya babaya sevgi ve bağlılık sayılmaz mı?”

IX. Üstat dedi ki: “Hui [5] ile bütün gün konuştum. Söylediklerimin hiçbirine karşı çıkmadı. Bir budala gibiydi. Benden ayrılıp evine gidince özel yaşamını gözledim. Öğrendiklerini uygulama yetisine sahip olduğunu görünce, hiç de budala olmadığını anladım.”

X. Üstat dedi ki: “Bir insanın yaptığı işlere bak: Onun davranışlarına dikkat et. Dinlediği şeylere kulak kabart.

“Bir insan kişiliğini nasıl gizleyebilir?”

XI. Üstat dedi ki: “Bir kişi, eski bilgisini yeni bir şeyler öğrenerek geliştirmeye çalışırsa başkasının öğretmeni olabilir.”

XII. Üstat dedi ki: “Büyük ve üstün insan bir araç değildir.”

XIII. Tzu-kung, “Üstün insan kimdir?” diye sordu. Üstat yanıtladı: “Söz söylemeden önce uygulamaya geçer, sonra uygulamasına göre konuşur.”

XIV. Üstat dedi ki: “Büyük ve üstün insanların düşüncesi yerel değil, evrenseldir.”

XV. Üstat dedi ki: “Düşünmeden öğrenmek zaman kaybıdır. Bir şeyi öğrenmeden fikir ileri sürmek tehlikelidir.”

XVI. Üstat dedi ki: “Yu,[6] sana bilginin ne olduğunu öğreteyim mi? Bir şeyi biliyorsan, onu bildiğini göster. Bir şeyi bilmiyorsan, onu bilmediğini kabul et. İşte bu, bilgidir.”

XVII. Tzu-chang,[7] para kazanmak amacıyla bilgi edinmeye çalışıyordu.

Üstat dedi ki: “Çok dinle ve şüphelendiğin noktaları bir tarafa bırak ve ihtiyatlı söz söyle, yanlışın en aza iner. Çok şey gör, tehlikeli şeylerden uzaklaş ve davranışlarında ihtiyatı elden bırakma. O zaman pişman olmazsın. Bir kişi konuşma ve davranışlarında ne kadar az yanlış yapıyorsa o kadar çok kazanç sağlayacak demektir.”

XIX. Dük Ai[8] sordu: “Halkı bağlı kılmak için ne yapılmalıdır?”

Üstat yanıtladı: “Doğruluktan ayrılma, yanlışlarını düzelt, yanlışlarını düzeltmez, doğruluktan ayrılırsan o zaman halk sözünü dinlemez.”

XX. Chi K’ang[9] sordu: “Halkın hükümdarlarına karşı saygılı olması, sadakat göstermesi ve çok çalışması için ne yapmalı?”

Üstat yanıtladı: “Halk, ağırbaşlılıkla yöneten hükümdara saygı gösterir. Hükümdar, ailesine bağlı ve herkese karşı nazikse, ona bağlılık gösterirler. İyiyi yüreklendirir, bilmeyene elinden geldiği kadar öğretmeye çabalarsa, halk çok çalışır.”

XXI. Biri Konfüçyüs’e dedi ki: “Neden devlet hizmetinde bir görev almıyorsunuz?”

Üstat yanıtladı: “Şiir kitabında anaya babaya bağlılığa ilişkin, ‘Sen ana ve babana bağlıysan kardeşlik görevini yapmış olursun,’ der. Bu davranış devleti etkiler ve aynı zamanda hükümetin kurulmasını sağlar. Öyleyse, bir insan görev almak için niçin mutlaka devlet yönetiminde bulunsun?”

XXII. Üstat dedi ki: “Bir kişi inancı olmadan nasıl işini başarıyla yapabilir? İster küçük, ister büyük olsun, boyunduruk ve koşum olmadan arabalar nasıl yol alabilir.”

XXIII. Tzu-chang, “Bin yıl sonraki işleri bilmenin olanağı var mıdır?” diye sordu.

Üstat yanıtladı: “Yin sülalesi, Hsia sülalesinin devlet düzenini izledi.[10] Onların bir şeyler kattığı bilinmektedir. Chou hanedanı Yin hanedanının düzenini izledi.[11] Onlardan neyin alındığı ya da neyin eklendiği ortadadır. Belki bundan sonra gelenler, Chou’ları izleyeceklerdir. Yüzlerce yıl sonra bile olsa Chou’ların işleri bilinecektir.”

XXIV. Üstat dedi ki: “Kendisine ait olmayan bir ölüye sunu sunmak dalkavukluktur.”

“Doğru olan şeyi görüp de, bunu uygulamamak korkaklıktır.”

Konfüçyüs Erdemin Ardından Git İngilizceden Çeviren: Işıtan Gündüz
[1] Meng İ: Lu derebeyliğinin (kuzey doğu Çin’de) büyük rütbeli subaylarından biri. Ho-chi de denir. O ünlü üç ailesinden birinin başkanıdır. [2] Fan Ch’ıh: Konfüçyüs’ün öğrencisi. [3] Meng Wu: Meng İ’nin oğlu ve Üstadın öğrencisi. [4] Tzu-yü: Konfüçyüs’ün seçkin öğrencisi. [5] Hui (Yen Hui:) Üstadın en çok sevdiği öğrencisi. [6] Yu (Tzu-lu:) Konfüçyüs’ün en çok beğendiği öğrencisi. [7] Tzu-chang: Bir öğrenci. [8] Dük Ai: Lu derebeyliğinin Dükü. [9] Chi K’ang (Chi-sun Fu:) Lu derebeyliğinde üç ünlü ailenin başkanı. [10] Yin sülalesi (veya Shang sülalesi) MÖ 1450-1050. Hsia sülalesi: Çin’in ilk sülalelerinden biri sayılır. (MÖ 1800-1500) [11] Chou sülalesi: MÖ 1050-247. Konfüçyüs’ün yaşadığı çağ.

NAZIM HİKMET’İN BUDAPEŞTE RADYOSU’NDA OKUNMASINI İSTEDİĞİ SAİT FAİK ÖYKÜSÜ

SAİT FAİK’İ SEVERİM BÜYÜK BİR HİKAYECİ, BÜYÜK BİR ŞAİR…

Nazım Hikmet, 1947’de Bursa Cezaevi’nden Va-Nu’lara yazdığı mektuplardan birinde şöyle demektedir: “Sait Faik’in hikayelerinden bazıları hoşuma gitti. O hala atmosfer vermekle meşgul, insanları tam canlanırken, yaşamaya başlarken ölüveriyorlar. Mamafih usta bir sanatkar.”

Başka bir mektupta da; “Şahsen şöyle bir tanıdığım Sait Faik’i sanatı bakımından hem severim, hem kızarım. Yetenekli, çok vaat eden bir muharrirdir, bir kusuru var bence, yazdıklarında bile muvazenesizdir. Halbuki bütün sanat eserlerinde-bence-muvazeneli olmak ilk şarttır. Gene de bizim büyük hikayecilerimizden büyük şairlerimizden biridir. Bazen bedbindir, bazen ümitsizliğe kapılır. Fakat çok namuslu insan, memleketini çok seven insan. Ve belki de bedbinliği, ümitsizliği çıkar yol görmemesinden ileri geliyor. Halbuki çıkar yol var tabii. Velhasıl büyük bir hikayeci ve büyük bir şair.” Çok içki içmesine de hayıflanarak: “Yazık! Rakı kadehinde, cidden değerli bir sanatkarı daha kaybediyoruz.” demiştir.

Budapeşte Radyosu’nda yayınlanan programda Nâzım Hikmet Sait Faik’ten bahsediyor, ardından Necil Togay, Sait Faik’in kitabından bir bölümü okuyor.*

Konuşmanın Çözümü:

Gün Benderli Togay: Bu mahalle kahvesi isimli kitabı Sait Faik yazmıştır değil mi?

Nazım Hikmet: Evet Sait Faik’in zaten üstünde var, Varlık Yayınları ikinci basışı bu. İkinci baskı yapmış bu kitap. Ben Sait Faik’i çok severim. Bizim büyük hikayecilerimizden biridir. Büyük hikayeci, büyük şair. Bazen bedbin, bazen ümitsizliğe kapılır fakat çok namuslu insan ve memleketini çok seven insan. Ve belki de bedbinliği ve ümitsizliği bir çıkar yol görememesinden geliyor. Halbuki çıkar yol var tabii. Velhasıl büyük bir hikayeci büyük bir şair. Bakın burda bir hikayesi var uyuz hastalığı arkasından hayal diye. Şunu lütfen okur musunuz?

Seslendiren: Murat Gün Uyuz Hastalığı Arkasından Hayal: “İnsanları olduğu gibi değil, olacakları gibi sev!”

Uyuzluya bir sinemanın kapısında rastladım. Ayakları çıplaktı. Büyük, sarı ela gözleri, aslında beyaz olduğu halde yer yer morarmış bir derinin içinden, baharda badem ağacı güzelliğiyle bakıyordu.

Bu çocuğu nereden tanıyordum? Bilmem… Belki de hiçbir yerden… Belki de her yerden… Sokakta böyle çocuklar yüzlerce; bir iki değil… Her gün bütün caddelerde, köprünün üstünde altında, çok defa bir sinemanın kapısında üçer beşer, bu, yalnız gözleri kalmış mahlukat görülüyordu. Bu çocuklar bir gün kaybolurlar. Sonra birdenbire bir kale kapısı açılmış gibi yine o güzel bildikleri, bir sinema oyunu oynuyor sandıkları, karlı çamurlu caddelere düşerler.

Uyuzların gözleri bendeydi, hatta bir tanesini aşina bir şekilde kırptı. Surat astım. Ne yalan söyleyeyim, bu kadar sefil olduğu için yüzümü buruşturdum. Yoksa benim de içimdeki çocukluk daha ölmedi. Ona bir gözümü kırpar, belki daha ileri gider, dilimi çıkarırdım. O aldırmadı, güldü. Başını öbür yana çevirdi. Gişedekilere elini uzatmakta devam etti. Bu büyük, muhteşem bir eldi. Üstelik yer yer, çivit mavisi bir ilaç sürülmüştü. Bilekleri cılk yara içindeydi.

Yanına sokuldum:

-Ne bu elindekiler? dedim.

-Uyuz, be! dedi. Bir şey değil.

Uyuz, ne korkunç, ne de müthiş bir hastalıktır. Hatta sevimlidir mi, demek istemişti.

Eline düşen çeyreğe bir baktı. Yüzünü kaldırdı. İşte orada, o ela gözlerin içinde, insanları olduğu gibi değil, olacakları gibi sev, diyen adamın adeta fikrini okudum.

( …)

“Bir kadın bu çocuğu alıp evine götürüyor, uyuz merhemini sürüyor, üç beş gün evinde tutuyor, sonra isterse yine mikrobun kaynadığı sokağa onu tertemiz bırakıyordu…”

Doğru, yalnız hayalle geçiniyordum; ben yalnız hayal kuruyordum.

Sait Faik Abasıyanık Mahalle Kahvesi
*[TÜSTAV arşivi]

“KONUŞMAK, BİR ŞEY SÖYLEMEK DEĞİLDİR!” BABİL KİTAPLIĞI – JORGE LUIS BORGES

Kitaplık sınırsız ve sarmaldır. Bir sonsuzluk yolcusu ondan geçerek hangi yöne giderse gitsin, yüzyıllar sonra aynı ciltlerin aynı bozuk-düzende yinelendiğini görecektir… Yalnızlığım, bu soylu umutla avunuyor.

BABİL KİTAPLIĞI İşte bu sanat aracılığıyla 23 harfin çeşitlemelerini tasarlayabileceksin… MELANKOLİNİN ANATOMİSİ BÖLÜM 2, PARÇA II, MEM. IV

Evren, (kimileri kitaplık diye anıyorlar) birbirinden engin hava sütunlarıyla ayrılmış, çok alçak parmaklıklarla çevrili, sayısı belirsiz, belki de sonsuz, altıgen dehlizlerden oluşmuştur. Altıgenlerin hangisinden bakılsa uçsuz bucaksız üst katlarla alt katlar görülebilir. Dehlizlerin dağılış düzeni de değişmezdir. Her yanda beşer uzun raftan toplam yirmibeş raf, biri dışında duvarların tümünü kaplamaktadır, rafların yüksekliği, tavandan zeminedir, sıradan bir kitaplığınkini pek aşmaz. Açıktaki kenarlardan biri dar bir geçide, ilk geçidin ve ötekilerin tıpkısı bir başka dehlize açılır. Geçidin sol ve sağ yanında iki küçücük hücre vardır. Bunların birinde, ayakta uyuklanabilinir; ikincisinde dışkılama gereksinimi karşılanabilir. İkisinin arasında, döner bir merdiven dipsizliklere inerek tepelere doğru ağar. Geçitte, her görünüşün aslına bağlı bir suretini çıkaran bir de ayna bulunur. İnsanlar, genellikle, bu aynadan Kitaplık’ın sonsuz olmadığı sonucuna varırlar; sonsuz olsaydı, bu gözbağcı suret niyeydi? Ben onun ışıltılı yüzeylerinin sonsuzu simgelediğini ve muştuladığını düşlemeyi yeğlerim… Işık, lamba adı verilen bir tür küremsi meyve aracılığıyla sağlanmaktadır. Her altıgende, bunlardan karşılıklı yerleştirilmiş ikişer tane bulunur. Verdikleri ışık, yetersiz ve kesintisizdir.

Kitaplığın bütün insanları gibi ben de hac görevini yerine getirdim, bir kitabın ardına düştüm, belki de kataloglar kataloguydu bu; şimdi gözlerim kendi yazdıklarımı bile güç seçiyor ve doğduğum altıgenden birkaç fersah ötede ölmeye hazırlanıyorum. Öldüğümde, beni parmaklığın üstünden atacak inançlı eller bulunacaktır nasılsa; mezarım, deşilmez hava olacaktır; bedenim, bu sonsuz düşüşün doğurduğu rüzgârda sonu gelmez diplere inecek, çürüyecek ve ayrışacaktır. Zira ben, Kitaplık’ın sonu gelmeyeceğini ileri sürüyorum. İdealistler, altıgen odaların mutlak uzamın, en azından bizim uzam sezgimizin vazgeçilmez bir biçimi olduğunu savlıyorlar. Üçgen ya da beşgen bir oda düşünülemez diye us yürütüyorlar. (Gizemciler, doruk-coşku anında kendilerine, yuvarlak, kocaman bir kitabın durduğu yuvarlak bir odanın göründüğünü belirtiyorlar, bu kitabın cilt sırtı da süreğenmiş ve duvarların kapalı çemberi boyunca akıyormuş; ama tanıklıkları pek güven vermiyor, sözleri karanlık: Bu dönümlü-kitap, Tanrı’dır.) Şimdilik bildik bir yargıyı yinelemekle yetineyim: Kitaplık, kesin merkezi altıgenlerinin herhangi biri olan, çevre kuşağı erişilmez bir küredir. Altıgenin duvarlarının her birine beş raf düşmektedir; her hafta genel düzenleri tıpkı otuz iki kitap bulunur; her kitap, dört yüz on sayfadır; her sayfa kırk satırlık, her satır da yaklaşık seksen siyah harfliktir. Ayrıca her kitabın sırtında da harfler vardır; bu harfler, sayfalarda yazılanları belirlemezler, yansıtmazlar: Bir zamanlar bu tutarsızlığın gizemli sayıldığını biliyorum. Şimdi, çözümü özetlemeden önce (ki bu buluşun aydınlığa çıkışı, olanca trajik uzantılarına karşın, belki de tarihin baş olgusudur) birkaç belit anmak istiyorum. Birinci belit: Kitaplığın varlığı ab aeterno’dur. Getirdiği ilk dolaysız öneriyle dünyanın gelecekteki sonsuzluğunu imleyen bu doğrudan hiçbir sağduyu kuşkulanamaz. İnsan, o kusurlu kütüphaneci, raslantının ya da kötücül bir yaradanın ürünü olabilir; evren, bağışlanmış soylu rafları, giz yüklü ciltleri, yolcuya sunduğu tükenmez merdivenler ve oturgan kütüphaneciye sunduğu helalarla ancak bir tanrının elinden çıkmış olabilir. Tanrısalla insan olanın arasındaki uzaklığı algılayabilmek için benim zavallı elimin bir kitabın kapağına çiziktireceği şu kabasaba ve acemi simgelerle kitabın içindeki örgensel harfleri, o şaşmaz, zarif, simsiyah, simetrilerine ulaşılmaz harfleri karşılaştırmak yetecektir. İkinci belit: Yazım simgelerinin sayısı yirmi beştir. Bu gözlem aracılığıyla, üç yüz yıl önce, Kitaplık üstüne genel bir kuram geliştirmek, böylelikle o güne kadar hiçbir varsayımın yeterince açıklığa kavuşturamadığı soruna doyurucu bir çözüm getirmek olanağı doğmuştur: kitapların hemen tümünün biçim ve düzen-dışı bir yapıları oluşuna. Bu kitaplardan biri, babamın bin-beş-yüz-doksan-dördüncü devrede bir altıgende bulduğu kitap, ilk satırdan son satıra durmaksızın, sapıkça yinelenen MRV harflerinden oluşuyormuş. Bir başka kitap (buralarda ona sıkça başvuruluyor) bir harf labirenti sanki, yalnız sondan bir önceki sayfada şöyle diyor: Ey zaman, piramitlerin senin. Şu kadarını zaten biliyoruz: dolambaçsız her bilgi karşılığında nice boş laf, laf salatası ve tutarsızlık var ortalıkta. (Oldukça yabanıl bir yöre bilirim, oralı kütüphaneciler, kitaplarda anlam bulma gibisinden kör ve anlamsız bir alışkanlığı durmaksızın yadsırlar ve bu çabanın, düşleri sorgulamak ya da el ayasındaki karmaşık çizgilerden anlam çıkarmaktan farksız olduğunu söylerler. Gerçi bu yazıyı bulanların yirmi-beş doğal simgeye öykündüklerini benimserler ama bu uygulamanın raslansal olduğunda, kitapların tek başlarına bir anlama gelmediklerinde de diretirler. Birazdan göreceğimiz gibi bu görüş hepten asılsız değildir.) Uzun bir süre, gizine erilmez kitapların birtakım eski ya da bilinmeyen dillerde yazıldığına inanılmıştır. En eski insanların, ilk kütüphanecilerin, bugün bizim kullandığımızdan oldukça değişik bir deyiş kullandıkları doğrudur aslında; doğrudur, birkaç mil sağa kayın, lehçeler başlar, dört-yüz kat tırmanmayagörün, dil anlaşılmazlaşır. Yineliyorum, bunların hepsi doğru, gelgelelim o değişmez MRV’nin dörtyüzon sayfasının hiçbir dilde karşılığı yok, dil ne kadar lehçeye dayalı, ne kadar ilk elden olursa olsun.

Kimileri, her harfin bir sonrakini etkileyebildiğine, 71. sayfanın üçüncü satırındaki MRV değerinin, başka bir sayfada, başka bir konumdaki aynı dizge değeriyle tıpkı olamayacağına değindiler, ne var ki bu kaypak varsayım pek tutulmadı. O zaman “şifreciler”e başvuruldu; sonunda geçerlilik kazanan da bu varsayım oldu zaten ama artık sözcüğe yüklenen anlam, elbette eskisinden farklı.

Beş yüz yıl önce, üst kat altıgenlerinden birinin başkanı en az ötekiler kadar akıl karıştıran bir kitaba raslamıştı, yalnız bu kitapta yaklaşık iki sayfa süreyle bağdaşık satırlar yer alıyordu, görünüşe göre okunabilir nitelikteydi bu satırlar. Bulgusunu gezgin bir şifre-çözücüye gösterdi, ondan bu satırların Portekizce olduğunu öğrendi; başkaları, Yidişçe dediler. Yüzyıla kalmadan dil kesinlik kazandı: Klasik Arapça çekimleriyle Guarani’nin bir Litvanya lehçesiymiş söz konusu. İçeriği de çözüldü: sınırsız sayıda yinelenen çeşitlemelerle örneklendirilmiş birtakım bileştirici çözümleme kavramları. Bu örnekler, üstün zekâlı bir kütüphanecinin, Kitaplık’ın temel yasasını keşfetmesine yol açtı. Bu düşünürün gözlemine göre, kitapların tümü, farklılıklarına karşın, eşit öğelerden oluşuyordu: boşluklar, nokta, virgül ve abecenin yirmi-iki harfi. Kütüphaneci, gezginlerin de doğruladığı bir olguya parmak basmıştı: Engin Kitaplık’ta birbirinin tıpkısı iki kitap yoktur. Bu karşı-çıkılmaz iki öncülden, Kitaplık’ın bir toplam olduğu, raflarında, yirmi-iki küsur yazım simgesinin (çok engin bir sayı ama sonsuz değil tabii) her türlü bileşim olanağının kayıtlarına raslandığı sonucuna vardı: başka bir deyişle her dilde her anlatılmak istenenin. Hepsi: geleceğin ince ayrıntılı bir tarihçesi, başmeleklerin özyaşam öyküleri, Kitaplık’ın asla sadık bir katalogu, binlerce ama binlerce düzmece katalog, bu katalogların safsatasını sergileyen belgeler, asıl katalogdaki safsatayı sergileyen belgeler, Basilides’in Bilge İncili, o incil’in yorumu, o incilin yorumunun yorumu, kendi ölümünün sahici öyküsü, her kitabın bütün dillerdeki çevirileri, her kitabın bütün kitaplarda uğradığı saptırmalar.

Kitaplık’ta gelmiş geçmiş kitapların tümünün bulunduğu açıklandığında, ilk izlenim engin bir mutluluktu, insanlar, el değmemiş, gizli bir hazinenin sahibi gibi oldular. Tumturaklı çözümü altıgenlerin birinde nasılsa bulunmayacak ne kişisel bir sorun kalmıştı, ne de bir dünya sorunu. Evren haklı çıkıyordu; evren, birdenbire, umudun sınırsız boyutlarını ele geçirmişti. O dönemde Aklamalar’dan sıkça söz ediliyordu: evrendeki her insanın her dönemdeki edimlerini doğrulayan, geleceğine cömert, doğal gizler biriktiren af ve kehanet kitaplarıydı bunlar. Binlerce inançlı, sevimli yerel altıgenlerini bırakarak merdivenlere atıldılar, kendi Aklama belgelerini bulmak gibi boşuna bir inancın itişiyle. Bu hacılar, daracık geçitlerde tartışıyor, kara sövgüler savuruyor, tanrısal basamaklarda birbirlerinin boğazına sarılıyor, düzmece kitapları hava sütunlarına fırlatıyor ve uzak yöre yerlilerinin eliyle aynı biçimde aşağılara fırlatılarak ölümlerini buluyorlardı. Bir bölüğü çıldırdı… Aklamalar’a bugün de raslanmakta (Geleceğin kişilerine, belki de imgelem ürünü olmayan kişilere ilişkin iki tane Aklama gördüm) ne var ki arayıcılar, kişinin kendi Aklama’sını ya da onun haince bir uyarlamasını bulma olasılığının sıfıra yakın bir sonuç verebileceğini hesaba katmamışlardı. O dönemde, insanlığın ana gizlerini -Kitaplık’ın ve zamanın kaynağı- aydınlığa kavuşturmanın bir yolu bulunacağı umudu da besleniyordu. Bu ciddi gizlerin yalnızca insanların sözcükleri yardımıyla açıklanabilmesi olmayacak iş değildi: feylesofların dili yeterli değilse, kat kat Kitaplık, aranan bu öncelsiz dili, sözcük dağarcıklarıyla, dilbilgisiyle nasılsa sunacaktı. Ama dört yüzyıl oluyor ki insanlar, bu umutla altıgenlerini tükettiler… Şimdi resmi araştırmacılar var, engizisyoncular. Onları işlerinin başında gördüm: yolculuklarından her zaman çok bitkin dönerler; az kalsın ölümlerine yol açan basamaksız bir merdivenden söz ederler; kütüphaneci ile dehlizleri ve basamakları konuşurlar; arasıra en yakındaki cilde el atıp sayfaları şöyle bir karıştırırlar, muzır sözcükler ararlar. Besbelli, hiçbirinin bir şey bulma umudu yok.

Beklenebileceği gibi bu taşkın umudu yoğun bir çöküntü izledi. Altıgenlerden birindeki herhangi bir rafta, çok değerli kitapların durduğu ve bu değerli kitapların kesin erişilmezliği, kolay katlanılmaz bir gerçekti. Zındık bir mezhep, aramalara son verilmesini önerdi; onun yerine, olasılık payı pek yüksek olmasa da, mutlu bir raslantı sonucu bu dinsel kitaplar oluşturulana kadar herkes harflerde simgeleri rasgele çalkalasın dursundu. Yetkililer, ağır yasalar koymak gerekliliğini duydular. Mezhep ortadan kalktı ama ben çocukluğumda ne ihtiyarlar gördüm, helalara uzun uzun kapanır, yasaklanmış zar çanaklarına koydukları madeni kürelerle sözümona tanrısal düzensizliğe öykünürlerdi.

Buna karşılık kimileri, tam tersine, yararsız yapıtların ortadan kaldırılmasını baş koşul sayıyordu. Altıgenleri bastılar, zaman zaman sahici arama izinleri gösterdiler, bir cildi can sıkıntısıyla karıştırırken rafları boydan boya mahkûm ettiler; milyonlarca kitabın yok olmasını onların bu bağnaz arındırma taşkınlığına borçluyuz. Adları kargışlandı bu adamların, gelgelelim çılgınlığın talanına uğramış “hazineler”e yananlar, iki önemli olguyu gözden kaçırıyorlar. Birincisi: Kitaplık öylesine kocamandır ki, insan kökenindeki herhangi bir eksilme, orda solda sıfır kalmaktadır. Öbürü: her nüsha tek ve benzersiz, yeri doldurulmazdır. Yine de (Kitaplık, bir toplam olduğundan) her zaman yüzbinlerce kusurlu suret bulunabilmektedir: yalnızca bir harfi ya da virgülü değişmiş yapıtlar. Genel inanışın aksine, Arıtmacılar’ın giriştiği yağmanın sonuçları, bana kalırsa bu bağnazların saçtığı ürkü yüzünden oldukça abartılmıştır. Onlar, Kızıl Altıgen’deki yüce kitaplara erişme nöbetine tutulmuşlardı: düzenleri ortalamaya uymayan, tasvirlerle süslü, tılsımlı kitaplara. O dönemden kalma bir başka kör-inanç da bugüne kadar geldi: İnsan-ı Mukaddes inancı. Herhangi bir altıgendeki bir rafta (diye us yürütüyordu kimileri) ötekilerin tümünün anahtarı ve yetkin bir özeti denebilecek bir kitap olmalı mutlaka: bir kütüphaneci onu gözden geçirmiş de güya tanrı katına yükselmiş. O bölgenin dilinde bu memurun kurduğu çok eskilerden kalma mezhebin izlerine bugün de raslanıyor. Birçoğu O’nun ardından yollara düştü. Bir yüzyıl süreyle boşu boşuna kıyı-bucak dolaşıp her yerin altını üstüne getirdiler. O’nu barındıran saygın, gizli altıgenin yeri nasıl saptanabilirdi?

Biri, geriye doğru işleyen bir yöntem önerdi: A kitabın yerini saptamak için önce A’nın durumunu saptayan B kitaba başvurun; B’nin yerini saptamak için önce bir C kitaba başvurun ve böylece sonsuza kadar… İşte yıllarımı bu tür serüvenlerle harcadım, boşa geçirdim. Hiç kuşkusuz evrenin raflarından birinde bir toplam kitap var. Bilinmeyen tanrılara yakarıyorum, n’olur biri -tek kişi, isterse binlerce yıl önce- onu incelemiş, okumuş olsun. Onur, bilgelik ve kıvanç bana bağışlanmayacaksa, başkalarına bağışlansın varsın. Cennet varolsun, ben cehennemde kalayım. Sövgüler yağsın, hiçliğe itileyim, yeter ki bir an, bir varlıkta Senin o dev Kitaplık’ın aklansın. Kâfirler, Kitaplık’ta saçmanın kurallaştığını, sağduyulu bölümlerin (en yalın, saf tutarlılıkların bile) handiyse tansık soyundan bir kural-dışı sayıldığını ileri sürüyorlar. Konuşma sırasında (biliyorum) sapıtmış bir ilahı andıran raslansal ciltleri her an başka ciltlere dönüşme, her şeyi olumlama, olumsuzlama, birbirine karıştırma tehlikesiyle yüzyüze olan hummalı “Kitaplık”tan söz ediyorlar. Bu sözler, yalnızca düzensizliği açığa vurmakla kalmıyor, düpedüz örnekliyor, yazarın tiksinç beğenisini ve onulmaz bilisizliğini de elegüne kanıtlıyor. Aslında Kitaplık’ta söz-yapılarının tümü, yirmi-beş yazım simgesinin elverdiği çeşitlemelerin tümü vardır da katışıksız saçmaya tek örnek bulamazsınız. Benim yönetimimdeki bir yığın altıgendeki en yetkin yapıtın Sorguçlu Gümbürtü, bir başkasının Gaz Basıncı, bir başkasının Axaxaxas lö adını taşımasına boşuna dikkat çekmeyelim. İlk bakışta bağlantısız görünen bu tümceler, hiç kuşkusuz şifresel ya da allegorik bir tutumla temize çıkarılabilirler; böyle bir aklama sözseldir ve ex hypothesi Kitaplık’ta yerini zaten önceden almıştır; kutsal Kitaplık’ın bugüne kadar öngörmediği, ondaki gizli dillerin herhangi birinde ille de korkunç bir anlam taşımayan, örneğin

dhcmrlchtdj

gibi birkaç harflik bir diziyi biraraya getirmeye elim varmaz. Hiç kimse, sevecenlik ve korkuyla dolup taşmayan, ayrıca sözkonusu dillerin hiçbirinde tanrının güçlü adı anlamına gelmeyen tek hece söyleyemez. Konuşmak, bir şey söylemek değildir. Bu lafazan ve yararsız risaleyi, sayısız altıgenden birinin beş rafından birinin otuz cildinden birinde bulabilirsiniz zaten -karşı savıyla birlikte.

Yöntemli yazma uğraşı çok şükür insanların bugünkü durumundan uzaklaştırıyor beni. Her şeyin önceden yazılmış olduğu inancı, onları ya olumsuzluyor, ya da karaltılara çeviriyor. Ne mahalleler bilirim, delikanlılar kitapların ayaklarına kapanır, sayfalarını barbarca öperler de tek harf sökemezler. Salgınlar, kuram çekişmeleri, kaçınılmaz olarak soygunculuğa dönüşen hac yolculukları, nüfusumuzun onda birini silip süpürdü. Sanırım cana kıymalara da değinmiştim, her yıl nasıl arttıklarına. Belki de ihtiyarlık ve ürkekliğim yanıltıyor beni, yine de insan soyunun -o tek ve benzersiz soyun- kısa sürede dünya yüzünden silineceğine inanıyorum, ama Kitaplık sürecektir: aydınlık, ıssız, sonsuz, kıpırtısız, değerli ciltlerle donanımlı, yararsız, bozulmaz, gizli. Demin “sonsuz” sözcüğünü yazdım. Bu sıfatı söz sanatı yapma uğruna çarpıtmadım: dünyanın sonsuz olduğunu düşünmek us-dışı değildir, diyorum. Onun sınırlı olduğunu ileri sürenler, geçitlerin, merdivenlerin ve altıgenlerin kuytu köşelerde son bulmasının pekala düşünülebileceğini söylüyorlar -ki saçma. Onun sınırsızlığını düşlemek, olası kitap sayısının sınırsızlığı konusunda yanılgıya düşmektir. Eski soruna şöyle bir çözüm öneriyorum: Kitaplık sınırsız ve sarmaldır. Bir sonsuzluk yolcusu ondan geçerek hangi yöne giderse gitsin, yüzyıllar sonra aynı ciltlerin aynı bozuk-düzende yinelendiğini görecektir (ve böyle bir yineleniş, yeni bir düzene değişecektir: Biricik Düzen’e). Yalnızlığım, bu soylu umutla avunuyor.

Jorge Luis Borges Ölüm ve Pusula İletişim Yayınevi

KIZ ÇOCUKLARI DİRİ DİRİ GÖMÜLSEYDİ ARAPLARDA KADIN KALIR MIYDI? – TURAN DURSUN

Kız Çocukları ve İslam Öncesi Döneme Şimdi gelelim “kız çocuklarının, İslam öncesi dönemde diri diri gömüldükle­ri” olayına: Böyle bir şey gerçek olamaz, çünkü:

1- Kız çocuklarının neden “diri diri gömüldükleri”, Kur’an yorumlarında, ha­dislerde anlatılırken değişik ve çelişkili “neden”ler ileri sürülüyor:Kız çocukları, “yoksulluk yüzünden diri diri gömülüyordu.” – Kız çocukları, “ailelerine leke sayıldığı için diri diri gömülüyordu.” – Kız çocukları, “meleklere katılsınlar diye diri diri gömülüyordu.” Çünkü Melekler de Tanrı’nm kızları diye niteleniyordu. “Tefsir’lerde yer alan “neden”ler böyle.  Sonuncu nedenin komikliği ortada. Çelişkisi de. Düşünün “Melek”lere “Tanrı’nın kızları” diye inanılıyor olacak, hem de kız çocuğu, “ailesi için leke” sayı­lacak. “Melek” son derece “kutsal bir varlık” görüldüğüne göre, kız çocuğu aile­si için “leke, utanç verici” olamaz. Tersine, son derece “övünç kaynağı” sayılma­sı gerekir kızın. Ayrıca, “meleklere katılsınlar” diye diri diri gömmeye niye ge rek görülsün? Bunun için “ölmek” ille de gerekli görülüyorduysa “diri diri topra ğa gömmek” niye? “Ölme”nin başka türlüsü yok muydu? Tüyler ürpertici cinayet niçindi?

2- İleri sürülen “neden”lerin “gerçek” olduğu varsayılmış olsa, “kız çocuğu diri diri gömme” geleneğinin çok yaygın olduğunu düşünmek gerekir. “Kız”ın ai­lesi yoksulsa, “yoksulluk”tan; zenginse “âr (leke, kınama, konusu)” olmasından; ayrıca “meleklere katılsın” diye; yani her durumda uğrayacağı sonuç aynı: Diri diri gömülmek. Bu “gerçek” olsaydı, Araplarda “kız” kalır mıydı? Ve “kadın” olur muydu? Oysa belgeler ortaya koyuyor ki, Araplarda “kadın çokluğu” vardı.

3- “Kız çocuklarının diri diri nasıl gömüldükleri”ni de tefsirler değişik biçim­ de anlatmakta: – “…Kız çocuğu 6 yaşına gelince, adam karısına: ‘haydi bunu temizle, süsle, hısımlarına gezmeye götüreceğim’ derdi. Oysa çölde bir kuyu kazmıştır onun için. Kızı alıp oraya götürür; ‘bak şunun içine!’ der; sonra da arkasından iterek çocuğu o çukura düşürür ve üzerine toprağı döküp yığardı.” – “Ya da gebe karısının doğum günü yaklaştığında, koca bir kuyu kazardı. Ağrısı tutunca kadın o kuyunun başına giderdi, kız doğurursa içine atardı kuyu­nun.” Araplarda, hem de “yaygın biçimde” yaşandığı ileri sürülen bu olayların oldu­ğu apaçık yalan. Ne bir baba, ne de bir anne burada ileri sürüleni yapar. Bu tür şeyin olması, insan doğasına aykırı olduğu gibi, hayvanlarda bile görülmez. İlkel­lerde, “çocukların Tanrılara kurban edildikleri”ni biliyoruz. Ama, Araplar, o sıra­larda, “ilkellik” dönemini çoktan gerilerde bırakmışlardı. Döneminden daha ileri bir uygarlığa sahiptiler. Bunun tersine, yalanlar uydurulmuş olsa da… Kaldı ki burada söz konusu olan “Tanrı’ya kurban” da değil. Aktarmalarda da bu ileri sürülmüyor. Yani “kız çocuklarının, Tanrılara kurban etmek için diri diri gömüldükleri”nden söz edilmiyor. Böyle bir şey, yani “çocuğu Tanrı’ya kurban etme” de hangi dönemde ve nerede yaşanmış olursa olsun; “çok yaygın” değil, tek tük olur­du. “Tanrı’ya kurban etme” durumu da söz konusu olmayınca, işin mantığı büsbü­tün ortadan kalkıyor. “Kız çocuklarının yoksulluk için, ya da leke sayıldığı için… diri diri gömüldüklerini” ileri sürmek ve bunu kabul etmek, “annelik, babalık” ne demek; bilmemektir. Ayrıca “insari’ı, insanın doğasını tanımamaktır. İnsanlar, ileri sürülen türden şeyi yapmış olsalardı, türlerini sürdüremezlerdi.

4- Araplarda, “kız çocuklarını diri diri gömme” geleneği bulunsaydı, İslam öncesinin Arap şairlerinin şiirlerinde de dile getirilirdi. Hem de yaygın olarak yer alırdı şiirlerde. Oysa bu yok. Tefsirler, Ferezdak’ın iki dizesi üzerinde durur. Ne var ki, tefsirlerde bu iki di­ ze de hep aynı sözcüklerden oluşmuyor. İki dize de değişik biçimde yer alıyor. Dizeierin değişik olması göz önünde tutulursa, sonradan uydurulduğu bile düşünülebilir. Kaldı ki Ferezdak’ın olduğu ileri sürülen bu iki dize, bize “kız ço­cuklarının diri diri gömüldüklerini” açık açık anlatıyor. Kimi tefsirde yer alan bi­ çiminde dizeler şu anlamda: -“Bizden öyle kimse çıkmıştır ki VÂİDAT’ı önlemiş ve VEÎD’i diriltmiştir de artık kimse VEÎD olmamıştır.” (Bkz. F. Râzi ve Hamdi Yazır.) Hamdi Yazır, “VÂİDAT’a, “çocuklarını gömen vaideler (anneler)” anlamını veriyor. Sözcüğün kökü olan “ve’d” eğer “gömme”yse, “nasıl bir gömme”dir; be­ lirtilmiyor. H. Yazır da yalnızca “gömme” anlamını veriyor; “diri diri gömme” demiyor. Varsayalım ki buradaki “gömme”, tefsirlerde anlatılan türden “diri diri gömme”dir; o zaman dizelerdeki “VÂİDAT” niye? Bu sözcük, “çocuklarını diri diri gömen anneler” demekse, tefsirlerde anlatılana uymuyor. Çünkü tefsirlerde, “kız çocuklarını diri diri gömen”in “anneler” değil; “babalar” olduğu anlatılıyor. Bir başka terslik de şu: Tüm tefsirlerdeki biçimlerinde, dizelerde “gömüleri’i anlatmak için “veîd” sözcüğü yer alıyor. “Veîd” ise eril (erkeğe ait) bir sözcüktür. Anlatılan eğer “kız çocuğun diri diri gömülmesi”yse niye dişili olan “veîde” ya da ayetteki gibi “me’ûde” yer almıyor? Yani şiirde, “gömüleri’in “dişi” değil; “er­kek” olduğu anlatılıyor. Bundan, “kız çocuklarının diri diri gömüldükleri” anla­mı çıkarılabilir mi? Elbette ki hayır. Hz. Muhammed’in şöyle bir hadisi var: – “Vâid de, mev’ûde de cehennemdedir.” Sözcükleri, İslam dünyasındaki anlamıyla dilimize çevirelim:- “Kız çocuğunu diri diri gömen de, diri diri gömülen kız çocuğu da cehen­nemdedir.” “Adalet anlayışı”na bakın siz! – “Kız çocuğunu diri diri gömen kimsenin CEHENNEME gitmesini anladık. Ama o zavallı kız çocuğunun cehennemde işi ne, o niye cezalandırılıyor?” diye sorabilirsiniz. “Kız çocuğunun, zulme uğramış olanın ve de kadının hakkı İslam- da böyle mi korunuyor? diye de ekleyebilirsiniz. Ama bu alanda kafa yormaya gerek yok. Nasıl olsa hepsi bir “kurgu” üstüne kurulu.

Turan Dursun Din Bu-2: Hz.Muhammed
Turan Dursun kimdir? Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Gümüştepe köyünde 1934 yılında dünyaya gelen Turan Dursun uzun yıllar Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak imamlık ve müftülük yaptı. Dursun, 1966 yılında müftülüğü bırakarak TRT’de memur olarak çalışmaya başladı. Daha sonra sınavla prodüktör olma hakkını kazanan Dursun, 1982 yılında TRT’den emekli olana kadar çok sayıda dini ve dini olmayan programa imza attı. Dursun, 1989 yılından itibaren Saçak ve 2000’e Doğru dergisinde köşe yazarlığı yapmaya başladı. Çok sayıda kitabı Kaynak Yayınları tarafından yayımlandı. Eserleri çok satanlar listesine girdi. 4 Eylül 1990 günü günü Kadıköy Koşuyolu Caddesi üzerinde bulunan Bimtan Sitesi’ndeki evinden çıkarak bitişikteki bir marketin önünden yürürken, karşı kaldırımda bulunan bir araçtan üzerine ateş edildi. Kafasından ve vücudunun çeşitli yerlerinden aldığı kurşunlarla olay yerinde 56 yaşında yaşamını yitirdi.

MAKSIM GORKI’NİN SON AŞKI, MARIA BUDBERG: ARİSTOKRAT BİR GÜZEL, PROFESYONEL BİR AJAN!

Maria Budberg (Nee Zakrevskaya), yirminci yüzyılın gizemlerinden biridir. Tarihçiler hala onun bir ajan olup olmadığını ve öyleyse hangi ülke için çalıştığını bir şekilde belirlemeye çalışıyor. Almanya, İngiltere ve İngiltere istihbarat servisleriyle bağlantılarıyla tanınır. Sovyetler Birliği… Dönemin önde gelen isimleriyle olan aşk hikayeleri sadece durumu daha da kötüleştiriyor: hayranları arasında bir İngiliz gizli ajanı var. Robert Bruce Lockhart, güvenlik görevlisi Jacob Peters, Estonya baronu Nikolay Budberg, bilim kurgu yazarı H.G. Wells ve devrimin kuşu Maksim Gorki…

Maria Ignatievna Zakrevskaya, 1892’de Poltava’da doğdu. Kız, asil bakireler için bir yatılı evde iyi bir eğitim aldı ve 18 yaşında, diplomat Ivan Benckendorf’u büyüledi ve kısa süre sonra onunla evlendi, iki çocuğu doğurdu – kızı Tanya ve oğlu Pavel. Şubat Devrimi patlak verdiğinde, Benckendorff çocuklarla birlikte Estonya’daki malikanesine gitmeye karar verdi, ancak Maria Moskova’da kaldı.

Yakında Maria Benckendorff öğrendi Trajik ölüm yasal koca – vuruldu. Ancak, düşünceleri zaten meşguldü. İngiliz büyükelçisi Robert Lockhart, Maria onunla yaşadı ve Chekistler 1 Eylül 1918’de bir arama ile Lockhart’ın dairesine girdiğinde, onu orada buldular. Hem Maria hem de Robert, Büyük Britanya için casusluk suçlamasıyla Lubyanka’ya gittiler. Chekist Yakov Peters önderliğinde bir soruşturma yürütüldü ve sözde “büyükelçilerin komplosu” ortaya çıktı, iddiaya göre Fransa, Büyük Britanya ve Amerika büyükelçileri tarafından Mısır’ı devirmek amacıyla hazırlandığı iddia edilen bir operasyon. Rusya’da Bolşevikler.

Suçlamaların ciddiyetine ve komplonun ortaya çıkmasından sonra, “Kızıl Terör”ün ülke çapında ortaya çıkmasına rağmen, Robert Lockhart kısa süre sonra hapishaneden serbest bırakıldı, Londra’ya gönderildi, Büyük Britanya’da tutuklanan bir Sovyet diplomatıyla değiştirildi. Maria sadece kendi salıverilmesini ayarlamakla kalmadı, aynı zamanda Chekist Jacob Peters ile bir ilişki pahasına Lockhart’ın özgürlüğünü de güvence altına aldı. Görünüşe göre NKVD ile işbirliği yapması şartıyla Maria’yı serbest bıraktılar.

Serbest kaldıktan sonra Petrograd’a taşındı, edebi adamların tanıdıklarından yardım aramaya başladı. Bir şey üzerinde yaşamak için para kazanmak gerekiyordu, ayrıca Maria çocukları Rusya’da kendisine götürmeyi hayal etti. Korney Chukovsky ona yardım edeceğine söz verdi, Maxim Gorky’nin bir sekreter yardımcısı aradığını hatırladı. Gorki, Maria’nın ticari niteliklerine ve eğitimine hayran kaldı: Maria’nın tüm belgelerini saklamaya ve Rusça, İngilizce ve Almanca, aynı zamanda tüm evin bakım maliyetlerinin yönetimini de isteyerek devraldı.

Zamanla, Maxim Gorky, Mura’yı (daha sonra çağrıldığı gibi) örnek bir çalışan olarak takdir etmekle kalmayıp, aynı zamanda onun için en parlak hislere sahip olduğunu fark etti. Bu, Gorki’nin yasal karısı Ekaterina Peshkova ve gerçek karısı Maria Andreeva tarafından fark edildi. Gorki’nin neredeyse iki katı olmasına rağmen Maria’dan daha yaşlı, bu duyguya tamamen teslim oldu, hayatında bu aşkın son olacağını anladı. Ve trajik sonunu gerçekten öngördü …

Maria hayatı boyunca birçok soyadı değiştirdi. Bir diğeri Budberg’di. Estonyalı bir baronla evlendiğinde onu aldı. Evlilik hayaliydi, Mura’nın çocukları görmesinin tek yolu buydu. 1920’de Estonya’ya gitti, kışın yasadışı yollardan sınırı geçmeye çalıştı. Finlandiya Körfezi ancak polis tarafından yakalandı. Gorki, olanları öğrenerek Mura’yı serbest bırakmaya çalıştı. Doğru, casusluk şüphesiyle hemen tekrar tutuklandı (Tallinn’de hatırlandı Aşk işleri ve Gorki ve Peters ile). Batı’da iyi bağlantıları olan Maxim Gorky’nin yardım için başvurduğu avukatı tarafından serbest bırakıldı.

Mura birkaç yıl Avrupa’da yaşadı, burada Gorki’nin taşınmasını bekledi ve onunla birlikte hayali kocasını unutarak Sorrento’ya yerleşti. Mura’nın Sovyet yazar için duyduğu en sıcak duygulara rağmen, ziyaret etti ve eski sevgili-Robert Lockar. Londra’da Estonya’daki çocukları ziyarete gittiğinde bir mola verdi. 1925’te Mura çocukları Sorrento’ya taşımaya karar verdi, Gorky onlara tüm kalbiyle aşık oldu.

Mura’nın bir başka büyük aşkı Londra ile bağlantılıydı. Gorky SSCB’ye döndükten sonra Londra’da yaşamak için taşındı. 1933 yılıydı. Burada H.G. Wells ile yaşadı. Onların Aşk hikayesi 1920’de patlak verdi, sonra Gorki’nin evinde buluştular. Wells, diğer erkekler gibi, sevgilisini kıskandı, ihanetinden acıyla endişelendi (şimdi zaman zaman Maxim Gorky’yi ziyaret etti) ve umutsuzca karısı olmasını teklif etti. Ancak, Mura’nın tüm adamları bunu yaptı.

İlginç bir şekilde Mura, sevgili adamlarından hiçbirine ihanet etmedi. Wells’e ölümüne kadar baktı ve Maxim Gorky kollarında öldü. Kim bilir, belki de özel hizmetler olmadan yapamazdı. Tarihçiler hala Petrel’in zehirlenmesinden kimin sorumlu olduğunu tam olarak belirlemediler.

Maria Budberg, Kasım 1974’te öldü. V son yıllar Hayatı boyunca hastalıklardan acı çekti, zorlukla yürüyebildi ve uzun yıllar boyunca alkol kullanımı onu etkiledi. Tarihte, Gorky’nin dediği gibi “demir kadın” ya da Batı’da “kırmızı Mata Hari” olarak adlandırılan bir isim olarak kaldı. Ölümünden kısa bir süre önce, tüm mektup mirasını yok etti ve torunlarını sayısız soruya cevapsız bıraktı. .

Tarih, devletlerin kaderinin bağlı olduğu birçok kadın istihbarat subayı biliyor. Böylece Ilse Stebe, Barbarossa planının hazırlanması hakkında bilgi verdi…

Şimdiye kadar tarihçiler Maria Budberg’in kimliği hakkında tartışıyorlar. Bazıları onu ölümcül bir aristokrat güzellik olarak görüyor, diğerleri – zeki bir maceracı, diğerleri – profesyonel bir izci. Ya da belki tüm bu hipostazları aynı anda birleştirdi? Bu kadın hakkında ne biliniyor?

Maria, 1892’de Poltava’da asil ve varlıklı bir ailede doğdu. Babası Senato yetkilisi Ignatius Platonovich Zakrevsky idi. 1911’de Mura (akrabalarının adı buydu), üvey kardeşinin Rus büyükelçiliğinde mahkeme danışmanı olarak görev yaptığı Londra’ya gönderildi. Yakında kız, Rus büyükelçiliği sekreteri Ivan Aleksandrovich Benkendorf ile evlendi. Daha sonra Almanya’ya transfer edildi, karısı onunla birlikte Berlin’e gitti.

ilki başladı Dünya Savaşı ve eşler Rusya’ya geri dönmek zorunda kaldı. Reval yakınlarındaki Benckendorff ailesinin malikanesine yerleştiler. 1917’de Benckendorff isyancı köylüler tarafından öldürüldü. Maria, iki çocuğu olan bir dul kaldı – oğlu Pavel ve kızı Tatyana.

Çok geçmeden Baron Budberg ile yeniden evlendi. Ancak, aslında, evlilik sadece birkaç gün sürdü: yeni yapılan eşin bir mot ve kadın avcısı olduğu ortaya çıktı. Bununla birlikte, Maria Ignatievna, Barones unvanını o kadar çok sevdi ki, hayatının sonuna kadar Budberg soyadını taşıyordu.

Başarısız bir evliliğin ardından Maria, bir subay hastanesinde hemşire olarak çalıştığı Petrograd’a gitti. Bir süre sonra, İngilizce ve Almanca’yı çok iyi bilen, İngiltere’nin Rusya büyükelçisi Robert Lockhart ile tanıştı. Sevgili oldular.

Yakında Budberg ve Lockhart Moskova’ya taşındı. Ancak Eylül 1918’de Robert, “büyükelçilerin komplosu” suçlamasıyla tutuklandı. Onunla birlikte eşi de tutuklandı. Ancak Chekistler Muru’yu neredeyse hemen serbest bıraktılar.

Tarihçilerin bu puanla ilgili iki versiyonu var. İlki, Budberg’in Cheka tarafından ajan olarak işe alındığını söylüyor. İkincisi, o zamanlar Cheka Yakov Peters’in başkanının metresi oldu. Ancak, belki biri diğerine müdahale etmedi?

Lockhart için de her şey nispeten iyi bitti, ancak Rusya’yı terk etmek zorunda kaldı. Budberg Petrograd’a döndü. Yazar Korney Chukovsky, Maria Ignatievna’yı “Dünya Edebiyatı” yayınevinde ayarlayan çalışmalarında ona yardımcı oldu. Biraz sonra Chukovsky onu A.M. ile tanıştırdı. Acı.

Barones ve proleter yazar Gorky, Mura’yı sekreterinin görevine davet etti ve bu teklifi kabul etti. İş ilişkisi hızla aşka dönüştü. Gorki, güzel Barones ile resmen evlenmek bile istedi, ancak böyle bir olasılığı reddetti.

Bundan önce, Maria Budberg “patronuna” bir kereden fazla yurtdışı gezilerinde eşlik etmişti. OGPU’nun görevlerini “birlikte” yerine getirdiğine ve muhtemelen diğer ülkelerin istihbarat servisleriyle işbirliği yaptığına dair kanıtlar var.

Özellikle, bu, yakın zamanda İngiliz dışişleri ofisi tarafından gizliliği kaldırılan belgelerden kaynaklanmaktadır. Maria Ignatievna Budberg’in (veya Kontes Benckendorff’un) ülkelerdeki Sovyet istihbaratı için yasadışı olarak çalıştığını söylüyorlar. Batı Avrupa… Veriler, 1936’da MI5 istihbarat servisinin Moskova ajanları tarafından derlenen bir rapordan alındı ​​ve Budberg’in Stalin ile birkaç kişisel görüşmesi olduğunu da belirtti. Daha sonra, Gorki’yi Stalin’in talimatı üzerine öldüren Budberg olduğu bile öne sürüldü (yazarın zehirlendiği bir versiyon var). Gorki’nin arşivlerinde tehlikeli olan bazı kağıtlar olduğunu söylüyorlar. Sovyet gücü ve Stalin onları almayı hayal etti. Başka bir versiyona göre, Gorki’nin 1936’da ölümü sırasında, Budberg yurtdışındaydı ve sadece cenazesine katılmayı başardı.

Wells’in varisi Mura için “özel görevlerden” biri, ünlü İngiliz bilim kurgu yazarı Herbert Wells ile bir bağlantı olabilir.

Wells ve Budberg Eylül 1920’de yazarın Rusya’yı ziyareti sırasında Maxim Gorky’nin Petrograd dairesinde bir araya geldi. Wells’in Budberg’i Maria Benckendorff olarak tanıdığı ortaya çıktı: 1914’te onunla sosyal etkinliklerden birinde tanıştı.

Mura, Gorki yönetiminde tercüman rolünü oynadı ve bu nedenle iki yazar arasındaki tüm konuşmalara katıldı. Ayrıca, Wells’e kuzey başkentinin manzaralarını göstermeyi de üstlendi. Budberg ve Gorky İtalya’da yaşarken zaman zaman Wells ile yazışmışlardır.

Sonra Moore ve Wells, Budberg çocuklarının yaşadığı Londra’da birkaç kez birbirlerini gördüler. 1920’lerin sonlarında Gorki Rusya’ya dönmeye karar verdi. Ama Maria’nın başka planları vardı. 1933’ten itibaren Londra’ya yerleşti ve sonunda onunla Wells arasında bir aşk başladı.

Wells, Maria’ya elini ve kalbini de teklif etti, ama Maria reddetti. Doğru, Quo Vadis restoranında, yazarın yetişkin oğulları ile eşleri ve yakın arkadaşlarının huzurunda sembolik bir düğün oynadılar.

Wells, 1946’da vefat etti. 79 yaşındaydı, Maria Budberg – 54. Vasiyetine göre, yazarın mirasının bir kısmını aldı. vefat ettikten sonra sivil eş barones liderliğini sürdürdü yüksek hayat, geniş bir tanıdık çevresi vardı.

Maria Ignatievna için sonraki yıllar sakince geçti. 1974’te oğlunun yaşadığı İtalya’ya taşındı. İki ay sonra Budberg vefat etti. Ceset Londra’ya götürüldü ve burada sızdı. Önemli kısım onun hayatı. Cenaze törenine Ortodoks Kilisesi Fransız büyükelçisi, İngiliz soyluları ve Rus aristokrasisinin temsilcileri katıldı.

Budberg’in ajan faaliyetleri yürüttüğüne dair doğrudan bir kanıt yoktu. Doğru, bu dolaylı olarak Rusya’yı yurtdışında serbestçe terk etme, bir ülkeden diğerine sık seyahat etme ve mütevazı gelirlerle büyük ölçekte yaşama gibi gerçeklerle gösterilebilir. Öyle ya da böyle Barones Maria Budberg, yirminci yüzyılın en gizemli kişiliklerinden biri olmaya devam ediyor.

Nina Berberova tarafından “demir kadın” olarak adlandırılan Maria Ignatievna Zakrevskaya-Benckendorf-Budberg, iki yönden inanılmaz derecede ilginç bir insan: İngilizlerin çifte ajanı olarak ve Sovyet istihbaratı ve seçkin yazarlar Gorky ve Wells’in metresi. Onunla ilgili neredeyse tüm bilgilerimiz, Mura’nın ona söylediği her şeye inanamayacağınızı söyleyen Berberova’nın kitabından geliyor.

Nina Berberova, “Demir Kadın” kitabında, “Hayatta kalabilmek için keskin görüşlü, hünerli, cesur olması ve en başından beri kendisini bir efsaneyle kuşatması gerekiyordu” diye yazdı. – O kim? – Maria Ignatievna Zakrevskaya-Benckendorf-Budberg hakkındaki kitabı öğrendikten sonra arkadaşlarıma sordu. – Mata Hari? Lou Salome?”

Ailesi olarak adlandırılan Mura, 1892’de Chernigov yetkilisi Ignatiy Platonovich Zakrevsky’nin ailesinde doğdu, ancak tüm hayatı boyunca yalan söylemesine rağmen, Moskova genel valisinin karısı Agrafena Fedorovna Zakrevskaya’nın büyük torunu – ünlü güzellik, Puşkin “bakır Venüs” tarafından övüldü. Murina Mura’ya inanan Vyacheslav Khodasevich, sık sık ona şöyle dedi: “Böyle bir büyükanne varken nasıl yaşanacağına dair örnekler aramaya gerek yok.”

Üvey kardeş Platon, Londra’daki Rus büyükelçiliğinde görev yaptı ve 1911’de Mura ona geldi ve Cambridge’deki Newham Kız Okulu’nda okudu. Sonra Cambridge Üniversitesi’nin arkasında olduğunu iddia etti. Yabancı Diller biliyordu, ancak yabancı dil ortamında uzun süre kalmak, Rusça dilinde bir iz bıraktı. Aynı yıl Mura Zakrevskaya, Rus büyükelçiliğinin bir çalışanı olan Ivan Aleksandrovich Benckendorff ile evlendi ve kocası bir sayı olmamasına rağmen kendisine bir kontes demeye başladı. O yan şubeye aitti ünlü aile ve unvan üzerinde hiçbir hakları yoktu. 1913’te iki yıl sonra bir oğlu doğurdu – bir kızı.

1917 yazında, Benckendorffs Estonya mülklerindeydi, Ekim ayında Mura Petrograd’a gitti ve geri dönmedi. Yerel köylüler kocasını vahşice öldürdü. Çocuklar mürebbiye ve Mura ile kaldı uzun zamandır akıbetlerini bilmiyorlardı. Kısa süre sonra başkentin dairesinden tahliye edildi ve İngiliz büyükelçiliğine sığındı. Burada konsolos yardımcısı ve yarı zamanlı İngiliz istihbarat subayı Bruce Lockhart ile tanıştı. İlk çocuğunu doğum sırasında kaybeden karısı, ikincisini doğurmak için İngiltere’ye gitti. Lockhart öyle bir çılgınlık yaptı ki, 1917 sonbaharının başlarında eve dönmesi ve ailesini ziyaret etmesi şiddetle tavsiye edildi.

Mura ve Bruce’un romantizmi, Lockhart’ın Moskova’ya gelişinden hemen sonra alevlendi. Lockhart, “Bir İngiliz Ajanının Anıları”nda, “Hayatıma, hayatın kendisinden daha güçlü ve daha güçlü olduğu ortaya çıkan bir şey geldi” diye itiraf etti. Lockhart Rus metresini Khlebny Lane’deki dairesine yerleştirdi. Lovestory, 31 Ağustos – 1 Eylül 1918 gecesi, Chekists kapıyı çaldığında uzun yaşamayı emretti. İngiliz, en tepeye kadar dahil olduğu “büyükelçilerin davası” ile asıldı ve aynı zamanda Mura’yı da aldılar.

Üç hafta sonra, Dzerzhinsky’nin yardımcısı Yakov Peters, Mura’yı koltuğunun altında tutarak, casusu serbest bırakmak için Lockhart’ın hücresine geldi. “Merhaba, Murka’m ve hoşçakal!” – yanmış ajan, şefaatçisi sayesinde şarkı söyleyebiliyordu. Mura’nın Peters’a nasıl teşekkür ettiğini bilmiyoruz. Mura’nın ikili mi yoksa üçlü mü ajan olduğu, Sovyet için mi, Alman için mi çalıştığı, İngiliz istihbaratı- açık kalır. Arşivler hâlâ kapalı ve biyografisini yazan kişi bile Mouret’nin sözünü tutmayı önermedi.

Mura, Chukovsky’den tercüman olarak çalışmasını istedi. Mura, Almanca, Fransızca, İngilizce ve italyan dilleri… Korney İvanoviç, onun Gorki’nin sekreteri olmasını ayarladı. Mura’nın sevgi dolu Alexei Maksimovich’in sevgilisi olduğuna inanılıyor. Gorki kendini adamış son roman”Klim Samgin’in Hayatı”. Mura sonunda huzur bulmuş ve bu hayata yerleşmiş gibi görünüyordu, ancak daha sonra Petrograd’ın başkanı Grigory Zinoviev ona ve Gorki’ye bir domuz koydu. “Yazar Aleksey Gorki’nin esprili bir Yahudi olduğu” söylenmesi yalnızca kafiye olsun diyedir. Bolşevik Girsh Aronovich, hafifçe söylemek gerekirse, proleter yazardan hoşlanmadı ve açıkçası Mura’yı bir İngiliz casusu olarak gördü. Mura tutuklandı, ancak Gorki’nin mektubundan sonra gerektiğinde serbest bırakıldı.

Gorky tüberkülozunu tedavi ederken, yurtdışına seyahat ederken, Mura yazarın evini yönetti. Bir avukatın tavsiyesi üzerine, tepeden ücretsiz seyahat edebilmek için Estonya pasaportuna sahip olmak gerekiyordu ve Mura kararını verdi. hayali evlilik Baron Nikolai Budberg ile. Önceki kocanın aksine, bu gerçekten bir barondu. Yeni basılan Barones Budberg, kocasına, bir atlıkarınca ve bir kumarbaz, Gorky’nin Berlin’den gönderdiği bin doları verdi ve sonsuza dek ona veda etti, sadece soyadını ve unvanını bıraktı.

Çağdaşlara göre, Mura özellikle güzel değildi, bazen arsız davrandı ve çok içti. Tek kelimeyle, geçen yüzyılın başından itibaren bir tür kurtuluş. Berberova, “Seksten hoşlanıyordu, yenilik arıyordu ve onu nerede bulacağını biliyordu ve erkekler bunu biliyordu, onda hissetti ve ondan yararlandı, ona tutkuyla ve sadakatle aşık oldu,” diye yazıyor Berberova. Kadınların genel kurtuluşundan çok önce özgürdü.”

Maria Budberg’in (nee Zakrevskaya) kaderi, asi yirminci yüzyılın gizemlerinden biridir. Tarihçiler hala onun bir izci olup olmadığını ve öyleyse hangi ülke için çalıştığını güvenilir bir şekilde belirlemeye çalışıyor. Almanya, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin istihbarat servisleriyle bağlantıları olduğu için kredilendirildi. Dönemin önde gelen şahsiyetleriyle olan aşk hikayeleri sadece durumu daha da kötüleştiriyor: hayranları arasında İngiliz gizli ajanı Robert Bruce Lockhart, Chekist Jacob Peters, Estonyalı Baron Nikolai Budberg, bilim kurgu yazarı Herbert Wells ve Devrimin Petrel’i Maxim Gorky var …

Maria Ignatievna Zakrevskaya, 1892’de Poltava’da doğdu. Kız, asil bakireler için bir yatılı evde iyi bir eğitim aldı ve 18 yaşında, diplomat Ivan Benckendorf’u büyüledi ve kısa süre sonra onunla evlendi, iki çocuğu doğurdu – kızı Tanya ve oğlu Pavel. Şubat Devrimi patlak verdiğinde, Benckendorff çocuklarla birlikte Estonya’daki malikanesine gitmeye karar verdi, ancak Maria Moskova’da kaldı.

Yakında Maria Benckendorf yasal kocasının trajik ölümünü öğrendi – vuruldu. Ancak, düşünceleri zaten İngiliz büyükelçisi Robert Lockhart tarafından işgal edildi, Maria onunla yaşadı ve Chekistler 1 Eylül 1918’de Lockhart’ın dairesine girdiğinde onu orada aradılar. Hem Maria hem de Robert, Büyük Britanya için casusluk suçlamasıyla Lubyanka’ya gittiler. Chekist Yakov Peters önderliğinde bir soruşturma yürütüldü ve sözde “büyükelçilerin komplosu” ortaya çıktı, iddiaya göre Fransa, Büyük Britanya ve Amerika büyükelçileri tarafından Mısır’ı devirmek amacıyla hazırlandığı iddia edilen bir operasyon. Rusya’da Bolşevikler.

Suçlamaların ciddiyetine ve komplonun ortaya çıkmasından sonra, Kızıl Terörün ülke çapında ortaya çıkmasına rağmen, Robert Lockhart kısa süre sonra hapishaneden serbest bırakıldı, Londra’ya gönderildi, Büyük Britanya’da tutuklanan bir Sovyet diplomatıyla değiştirildi. Maria sadece kendi salıverilmesini ayarlamakla kalmadı, aynı zamanda Chekist Jacob Peters ile bir ilişki pahasına Lockhart’ın özgürlüğünü de güvence altına aldı. Görünüşe göre NKVD ile işbirliği yapması şartıyla Maria’yı serbest bıraktılar.

Maksim Gorki ve Maria Budberg.

Serbest kaldıktan sonra Petrograd’a taşındı, edebi adamların tanıdıklarından yardım aramaya başladı. Bir şey üzerinde yaşamak için para kazanmak gerekiyordu, ayrıca Maria çocukları Rusya’da kendisine götürmeyi hayal etti. Korney Chukovsky ona yardım edeceğine söz verdi, Maxim Gorky’nin bir sekreter yardımcısı aradığını hatırladı. Gorky, Maria’nın ticari niteliklerine ve eğitimine hayran kaldı: tüm belgelerini saklamaya ve Rusça, İngilizce ve Almanca mektuplar yazmaya yardım etmeye hazır değildi, aynı zamanda tüm evin bakım maliyetlerinin yönetimini de isteyerek üstlendi.

Maria Budberg, Gorki’nin sekreteri olarak çalıştı.

Zamanla, Maxim Gorky, Mura’yı (daha sonra çağrıldığı gibi) örnek bir çalışan olarak takdir etmekle kalmayıp, aynı zamanda onun için en parlak hislere sahip olduğunu fark etti. Bu, Gorki’nin yasal karısı Ekaterina Peshkova ve gerçek karısı Maria Andreeva tarafından fark edildi. Gorki, Maria’nın neredeyse iki katı yaşında olmasına rağmen, bu duyguya tamamen teslim oldu, bu aşkın hayatındaki son olacağını anladı. Ve trajik sonunu gerçekten öngördü …

Maria hayatı boyunca birçok soyadı değiştirdi. Bir diğeri Budberg’di. Estonyalı bir baronla evlendiğinde onu aldı. Evlilik hayaliydi, Mura’nın çocukları görmesinin tek yolu buydu. 1920’de Estonya’ya gitti, kışın Finlandiya Körfezi boyunca yasadışı bir şekilde sınırı geçmeye çalıştı, ancak polis tarafından yakalandı. Gorki, olanları öğrenerek Mura’yı serbest bırakmaya çalıştı. Doğru, casusluk şüphesiyle hemen tekrar tutuklandı (Tallinn’de hem Gorky hem de Peters ile olan aşk ilişkilerini hatırladı). Batı’da iyi bağlantıları olan Maxim Gorky’nin yardım için başvurduğu avukatı tarafından serbest bırakıldı.

Maria Budberg hayatının sonunda.

Mura birkaç yıl Avrupa’da yaşadı, burada Gorki’nin taşınmasını bekledi ve onunla birlikte hayali kocasını unutarak Sorrento’ya yerleşti. Mura’nın Sovyet yazar için duyduğu en sıcak duygulara rağmen, eski sevgilisi Robert Lockar’ı yılda birkaç kez ziyaret etti. Londra’da Estonya’daki çocukları ziyarete gittiğinde bir mola verdi. 1925’te Mura çocukları Sorrento’ya taşımaya karar verdi, Gorky onlara tüm kalbiyle aşık oldu.

Mura’nın bir başka büyük aşkı Londra ile bağlantılıydı. Gorky SSCB’ye döndükten sonra Londra’da yaşamak için taşındı. 1933 yılıydı. Burada H.G. Wells ile yaşadı. Aşk hikayeleri 1920’de patlak verdi, o sırada Gorki’nin evinde tanıştılar. Wells, diğer erkekler gibi, sevgilisini kıskandı, ihanetinden acıyla endişelendi (şimdi zaman zaman Maxim Gorky’yi ziyaret etti) ve umutsuzca karısı olmasını teklif etti. Ancak, Mura’nın tüm adamları bunu yaptı.

İlginç bir şekilde Mura, sevgili adamlarından hiçbirine ihanet etmedi. Wells’e ölümüne kadar baktı ve Maxim Gorky kollarında öldü. Kim bilir, belki de özel hizmetler olmadan yapamazdı. Tarihçiler hala Petrel’in zehirlenmesinden kimin sorumlu olduğunu tam olarak belirlemediler.

Maria Budberg’in çifte istihbarat ajanı olduğu iddia ediliyor.

Maria Budberg, Kasım 1974’te öldü. Hayatının son yıllarında hastalıklardan mustaripti, yürümekte zorlanıyordu ve uzun yıllar boyunca alkol kötüye kullanımı etkilenmişti. Tarihte, Gorky’nin dediği gibi “demir kadın” ya da Batı’da “kırmızı Mata Hari” olarak adlandırılan bir isim olarak kaldı. Ölümünden kısa bir süre önce, tüm mektup mirasını yok etti ve torunlarını sayısız soruya cevapsız bıraktı. .

Bir zamanlar Moskova’da İngiltere’nin gizli bir ajanı olarak kabul edildi, Estonya’da – bir Sovyet casusu, Fransa’da Rus göçmenler bir zamanlar Almanya için çalıştığını ve İngiltere’de Moskova’nın bir ajanı olduğunu düşündüler. Batı’da ona “Rus leydisi”, “kırmızı Mata Hari” deniyordu.

“Demir Kadın” – Maxim Gorky’nin 1921’de Maria Zakrevskaya-Benckendorf-Budberg’i aradığı şey buydu. Bu takma isme ilk bakışta göründüğünden daha fazla yatırım yapılıyor. Gorki tüm hayatı boyunca biliyordu güçlü kadın, onlara çekildi. Mura (arkadaşlarının dediği gibi) hem güçlü hem de yeniydi ve ayrıca, Moskova valisinin karısı Agrafena Fyodorovna Zakrevskaya’nın büyük torunu veya belki de büyük-büyük torunu olarak kabul edildi. Puşkin ve Vyazemsky adanmış şiirler. Puşkin, bakır Venüs harfleriyle Agrafena Fyodorovna’yı çağırdı. Bu, Gorki’nin takma adının ikinci anlamıydı. Ve üçüncüsü, bir ipucu olarak yavaş yavaş ortaya çıktı ” Demir maske”Bu kadını çevreleyen gizem hakkında.

Aslında, Maria Ignatievna, Kont A.A. ile hiçbir ilgisi olmayan bir Senato yetkilisi Ignatiy Platonovich Zakrevsky’nin kızıydı. Zakrevsky, Agrafena ile evli. Mura’nın ilk kocası I.A. Benckendorff, Kontlar Benckendorff hattına ait değildi ve kont unvanına sahip değildi. İddia ettiği gibi Zakrevskaya ve Cambridge Üniversitesi’nden mezun olmadı ve bu konuda altmış ciltlik Rus edebiyatının çevirmeni değildi. ingilizce dili… Doğru olan tek şey, ona Barones Budberg unvanını veren ikinci evliliğiydi. Ve baronun kendisiyle çok hızlı bir şekilde ayrılmasına rağmen, düğünden neredeyse ertesi gün, ölümüne kadar onun adıyla ayrılmadı.

Ona “Kızıl Mata Hari” adı verildi. Bazı versiyonlara göre, Zakrevskaya aynı anda üç gizli servis için çalıştı: Sovyet (Çeka), İngiliz ve Alman. Ayrıca erkekleri sevdi ve saklamadı. Seçtikleri ona tutkulu ve özverili bir sevgiyle karşılık verdi. Onun içten sevgileri arasında yazarlar Maxim Gorky ve Herbert Wells, İngiliz istihbarat subayı Lockhart, Cheka Devrim Mahkemesi başkanı Peter var.

Öncelikle yasal eş Maria Ignatievna, Kont I.A. Benckendorff, 1918 yazında vurulmadan önce, karısının İngiliz diplomat Lockhart’a aşık olduğunu öğrendi.

Robert Bruce Lockhart, Rusya’ya ilk olarak 1912’de Konsolos Yardımcısı olarak geldi. Ülkeyi bilmiyordu ama çabucak arkadaş oldu, gece gezilerine, çingenelerle gece restoranlarına, baleye aşık oldu. Sanat tiyatrosu, Arbat’ın sessiz sokaklarında samimi partiler. 1917’de kısa bir süreliğine İskoçya’ya gitti, ancak daha sonra geri döndü – ama başka bir Moskova’ya, başka bir Rusya’ya. Bolşeviklerle gayri resmi ilişkiler kurmak için özel bir misyonun başkanı olarak özel bir ajan, bir muhbir olarak geldi. Mura ile elçilikte buluştuğunda, onun canlılığı ve esnekliği karşısında büyülendi. Kısa süre sonra ikisi de tutkuyla birbirlerine aşık oldular. Eylül 1918’in başlarında, geceleri Mura, “demir Felix” Yakov Peter-som’un sadık yardımcısı tarafından yönetilen bir Chekist takımı tarafından Lockhart’ın yatağından alındı. Mura’yı hemen Çeka’ya mı yoksa işe almaya çalıştığı dairesine mi getirdiği belli değil. Öyle ya da böyle, ancak Zakrevskaya, Lubyanka’nın bodrum katlarında sona erdi. İngiliz kaynaklarına göre, 4 Eylül 1918’de, Chekistlerin zaten ana olarak kabul ettiği Sir Robert Bruce Lockhart aktör”İtilaf Komplosu”, Mura’nın serbest bırakılması talebiyle dışişleri komiserliğine başvurdu. Bir ret aldıktan sonra, Peters’i görmek için Lubyanka’ya gitti. Sonuç olarak, Lockhart hemen tutuklandı ve birkaç hafta hapsedildi. Mura serbest bırakıldı ve hatta Lockhart’ı Kremlin’de ziyaret etme fırsatı buldu, çünkü İngiliz istihbarat subayı hapishanesini rahat bir dairede geçirdi. eski nedime imparatoriçe. Ekim ayında Lockhart, “İtilaf misyonunun” diğer temsilcileriyle birlikte “Londra’da gözaltına alınan Rus yetkililerin serbest bırakılması karşılığında eve dönmelerine izin verildi …”

Serbest bırakıldıktan sonra Lockhart İngiltere’ye gitti ve Zakrevskaya Moskova’da yapayalnız kaldı. hafif formİspanyol kadınlar. Para bittiğinde, sahip olduğu son şey olan kız gibi elmas küpelerini sattı. Üçüncü sınıf bir vagon koridorunda Petrograd’a gitmek için yeterli para vardı. 1919 kışında oraya gitti. Ancak Petrograd’da tutuklandı ve ancak Lubyanka’yı aradıktan sonra serbest bırakıldı. Mura, yaşamak için çalışması gerektiğini anlamıştı. Ama nasıl ve nerede?

Şu anda, proleter yazar Maxim Gorky “Dünya Edebiyatı” yayınevini düzenledi ve Zakrevskaya, yayınevinin İngilizce’den Rusça’ya çevirmenlere ihtiyacı olduğunu öğrendi. Yazar Korney Chukovsky ile tanıştı. Ve Mura, İngilizce ve Fransızca’dan daha zayıf bildiği için asla Rusça’ya tercüme etmese de, Chukovsky ona iyi davrandı ve ona bazı ofis işleri verdi. Yakında Zakrevskaya’yı Gorki’ye getiriyor.

O dönemde yazarın geniş dairesinde birçok kişi vardı ve burada kimin kalıcı, kimin geçici olarak yaşadığı bilinmiyordu. Burada yazara ek olarak oğlu M.F. Andreeva ve akrabaları, V. Khodasevich, F. Chaliapin, B. Pilnyak, L. Reisner vardı. M. Dobuzhinsky ve hükümet üyeleri de dahil olmak üzere diğerleri, Lunacharsky, Kollontai, Lenin.

Yavaş yavaş Mura, Gorki’nin dairesine taşındı ve bir hafta içinde kendini evde vazgeçilmez buldu – yazarın kişisel sekreteri oldu, yazışmaları düzenlemeye yardımcı oldu, onun için gazetelerden ve dergilerden en önemli makaleleri seçti ve daktilo çalışması yaptı. Ve müzik, şiir, sanat hakkında nasıl dinleneceğini ve konuşulacağını biliyordu. Mura ve Gorky’nin odaları yan yanaydı. Gorky, sadece muhatap yeteneğine hayran kalmadı. Yazardan 24 yaş daha gençti. Bu arada, “Klim Samgin’in Hayatı” adlı romanını Maria Ignatievna Zakrevskaya’ya adadı. 1921’de Gorki’nin eski bir tanıdığı olan ünlü İngiliz yazar Herbert Wells, Gorki’nin evinde göründü. Rusya’yı görmek, memnuniyetle karşıladığı devrimin sonuçlarını görmek istiyordu. Wells zekası, neşeli sohbeti, coşkusu ile herkesi hemen fethetti. Mura onunla bir tercümandı – resmen Kremlin’in emriyle ona atandı. Wells, Zakrevskaya’yı evlenmeden önce, dokuz yıl önce, yirmi yaşındayken Londra’da tanıyordu. Petrograd’da kalışının ikinci haftasının sonuna doğru, Wells aniden depresyona girdi ve ona kurnaz ve nazik gülümsemesiyle gülümseyen Mura, onu sette yürüyüşe çıkardı. yaz bahçesi… Sonuç olarak, Wells kendini onun ayaklarının dibinde buldu. Ve ayrıldıktan sonra ona fırsat mektupları gönderdi.

1921 kışında Mura, çocuklarının kocasının akrabalarıyla birlikte yaşadığı Estonya’ya gitti. Tallinn’de bir Sovyet casusu olarak tutuklandı. Serbest bırakıldı. Ancak giriş vizesi üç ay sonra sona erdiği için seyahatinin sonunda Estonya vatandaşı Baron Nikolai Budberg ile evlendi.

Gorki ve Mura yazışmalardaydı ve zaman zaman Gorky’nin ücretlerinin aktarıldığı Dresden bankasından çekler aldı.

1922 baharında nihayet Heringsdorf’ta Gorki’ye geldi ve kısa süre sonra hepsi Saarov’a yerleşti.

Moore’u, Gorky’yi, Wells’i ve diğer birçok erkeği çeken neydi? Huzur ve sükunetle parlayan bir yüz, iri, derin gözler, parlak ve hızlı bir zihin, muhatabı bir bakışta anlayan… İnce ve güçlü, sade elbiselerde bile zarif. Takı takmadı, bileği sımsıkı bağlıydı Erkek Saati geniş bir deri kemer üzerinde.

Gorki ile yaşamak, zaman zaman Mura bir buçuk ay boyunca “çocuklara” gitti. Bu gezilerin ayrıntılarını, nerede ve kiminle olduğunu çok az kişi biliyordu. Yirmi yıl sonra bile, Harold Nicholson ile görüşmeleri, Somerset Maugham ile kahvaltısı, Vita Sackville West ile dostluğu, Fransız büyükelçiliğinde resepsiyonlar hakkında sessiz kaldı. Moore ayrıca daha sonra anı kitabında ayrılıktan sonraki ilk buluşmayı anlatan Lockhart’ı da gördü.

Gorki, Zakrevskaya’nın onunla eve dönmeyeceğini anlamıştı. Lockhart ile tanıştığı ve Wells ile ilişkisini yenilediği Londra’ya giderek daha fazla seyahat etti. Kısa süre sonra, sonunda Londra’yı seçerek Wells’in evinden bir taş atımı kadar uzakta kaldı. İstediği kadar onunla kalacağını ama onunla asla evlenmeyeceğini söyledi. Bu ilişki, yazarın ölümüne kadar yaklaşık on üç yıl sürdü ve Wells, Zakrevskaya’nın onunla evlenmeyi reddetmesi gerçeğinden çok acı çekti. Vasiyetine göre, ölümünden sonra Wells, Moore’a neredeyse sonuna kadar yaşadığı yüz bin dolar bıraktı.

1974 sonbaharında İtalya’ya taşındı ve 2 Kasım’da oğlunun yaşadığı Floransa’nın banliyölerinden birinin evinde öldü. Annesinin cesedini, Ortodoks Kilisesi’ne gömüldüğü ve aynı yılın 11 Kasım’ında gömüldüğü Londra’ya nakletti …

Eski Sovyet istihbarat subayı Leonid Kolosov, Mura’nın çalışmalarıyla ilgili belgeleri bulmaya çalıştı. Ancak, hizmetin arşivindeki maceracının kişisel dosyası yabancı istihbarat bulunamadı, ancak ona operasyonel bir referans ve Zakrevskaya’nın önemli bir rol oynadığı diğer davalardan bir dizi belge bulundu.

Ancak istihbarat görevlisi, kendisine sunulan belgelerde uluslararası casusluğu gösteren hiçbir şey bulamadı ve Alman gizli arşivinde bile hiçbir kanıt yoktu. Ve Almanlar sonunda, tüm inanılmaz spekülasyonların en muhtemelinin onun bir Çeka ajanı olduğu sonucuna vardılar. Prensipte Alman belgelerini kabul eden Leonid Kolosov, “ajan” kelimesinin tanımlanamayacak kadar yüksek olduğuna inanıyor. gizli faaliyetler Zakrevskaya. Ona göre, Chekistler arasında bir muhbirdi, basitçe söylemek gerekirse, bir “muhbir”. Kolosov da böyle bir varsayımda bulundu – M. Gorky’yi patronu Yagoda yönünde zehirleyen Mura idi.

Ancak bu, istihbarat faaliyetlerine katılanlardan gelen ipuçlarına, ihmallere dayanan kanıtlanmamış bir varsayımdır. Ve Maria Ignatievna Zakrevskaya-Benckendorf-Budberg’in hayatı hala sırlar ve efsanelerle örtülü.


Kaynak: macally.ru/tr

TURGUT UYAR: SENİN BU ELLERİNDE NE VAR BİLMİYORUM GÖĞE BAKALIM…

Göğe Bakma Durağı

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar Şu aranıp duran korkak ellerimi tut Bu evleri atla bu evleri de bunları da Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım İnecek var deriz otobüs durur ineriz Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim Sayısız penceren vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat.


Turgut Uyar 

BACH KEMAN KONÇERTOLARI: LARA ST. JOHN VE ‘BACH VİOLİN CONCERTOS’ ADLI ALBÜMÜ

Philadelphia Orkestrası ve Toronto Senfoni Orkestrası’nda solist olarak sahne alan, Kanada doğumlu Lara St John, dünya çapında pek çok büyük orkestraya solist olarak davet edilmiş genç bir müzisyen. Müziğe küçük yaşlarda başlayan sanatçı, bazı eleştirmenler tarafından daha şimdiden gelecek 10 yılın en parlak yıldızlarından biri olarak gösteriliyor.

2002 yılında yayınlanan “Bach Violin Concertos” adlı bu çalışması Gramophone dergisi tarafından en çok tavsiye edilen albümler listesinde yeraldı.

Lara St John’u Beethoven’ın “Violin Sonata in C minor” adlı eserini seslendiriyor.
 

VIRGINIA WOOLF: BİRİ KAHKAHA, ÖTEKİ ISTIRAP, İNSANIN YÜREĞİNİ İKİYE BÖLEN

Ne hoş bir güzelliği vardır; Hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin. Kimseye bir kötülüğü dokunmadan yaşayanların. Onurlu bir yaşamı seçenlerin.

Bir ekim günü olduğunu söylemiştim, mevsimi değiştirip bahçe duvarlarının üzerinden sarkan leylakları, çiğdemleri, laleleri ve ilkbaharın öbür çiçeklerini betimleyerek saygınızdan yoksun kalmayı ve kurmacanın saygınlığına leke sürmeyi göze alamam. Kurmaca olgulara bağlı kalmalıdır, olgular ne kadar sahiyse kurmaca da o kadar iyi olur – bize böyle anlattılar. Bu nedenle, mevsim hâlâ sonbahardı, yapraklar hâlâ sararmıştı ve dökülüyorlardı, olsa olsa daha hızlanarak, çünkü akşam olmuştu (kesin söylemek gerekirse yediyi yirmi üç geçiyordu) ve rüzgâr çıkmıştı (kesin konuşmak gerekirse güneybatıdan). Bütün bunlara rağmen tuhaf bir şeyler oluyordu:

Kalbim şakıyan bir kuş gibi Su verilmiş bir sürgünde yuva kuran; Kalbim bir elma ağacı gibi Dallarını güdük meyvelerin eğdiği –

Hayal gücümün böyle çıldırmasının sorumlusu kısmen Christine Rossetti’nin sözcükleri olabilirdi –çünkü bütün bunlar birer yanılsamadan başka bir şey değildi– leylakların çiçeklerini bahçe duvarlarının üzerine dökmesi, kükürt renkli kelebeklerin şuraya buraya kaçışması, polen tozlarının havada uçuşması filan. Nereden geldiğini bilmediğim bir rüzgâr esti, körpe yaprakları havalandırdı, havada birden gümüşsü bir grilik parladı. İki ışık arası zamandı, renklerin yoğunluklarını yitirdiği ve morların ve altın sarısının heyecanla atan bir yürek gibi pencere camlarında zonkladığı zaman; nedense dünyanın görünen ve az sonra kaybolacak güzelliğinin (bu noktada bahçeye daldım, çünkü, akılsızca bir iş yapılarak kapı açık bırakılmıştı, etrafta hademeler de yoktu), ne yazık ki dünyanın az sonra kaybo- lacak güzelliğinin iki ucu olduğu zamandı, biri kahkaha, öteki ıstırap, insanın yüreğini ikiye bölen. İlkbaharın alacakaranlığında Fernham’in bahçeleri önümde açılıyordu, yabanıl ve geniştiler, uzun otların arasına serpiştirilmiş, özensizce savrulmuş, belki en güzel havada bile düzenli değilken şimdi rüzgâra kapılmış, köklerini koparırcasına çırpınan zerrinler ve çan çiçekleri gördüm. Binanın, cömertçe kabaran kırmızı tuğlaların arasında gemi camları gibi kavislenen camlarının renkleri, hızla kaçışan ilkbahar bulutlarının altında limon renginden gümüşe dönüştü. Hamakta biri vardı, biri, ama bu ışıkta herkes birer hayalet gibiydi, kim olduklarını yarı tahmin ettiğim, yarı gördüğüm insanlar çimenlerin üzerinde koşuyorlardı –kimse durdurmayacak mıydı o kadını?– ve sonra, sanki hava almak, bahçeye bir göz atmak için dışarı fırlamış gibi kamburu çıkmış bir kadın geldi terasa, heybetli ama mütevazıydı, bu geniş alınlı, perişan kılıklı kadın – o ünlü bilgin olabilir miydi, J. H.’nın ta kendisi? Her yer loş ama aynı zamanda dolu doluydu, alacakaranlığın bahçenin üzerine serdiği örtüyü bir yıldız ya da kılıç ortadan ikiye bölmüştü sanki – ilkbaharın kalbinden dışarı korkunç bir gerçeğin ışığı fışkırıyordu, hep yaptığı üzere.

Çünkü gençlik– İşte çorbam gelmişti. Akşam yemeği büyük yemek salonunda veriliyordu. İlkbahar bir yana, aslında bir ekim akşamıydı. Herkes büyük yemek salonunda toplanmıştı. Yemek hazırdı. Çorba gelmişti. Basit bir et suyu çorbasıydı. Çorbada insanın hayal gücünü harekete geçirecek hiçbir şey yoktu. Saydam sıvının arasından bakınca çorba tabağının üzerindeki bütün desenleri görebilirdiniz. Ama tabakta desen yoktu. Sade bir tabaktı. Çorbadan sonra sığır eti geldi, yanında yeşillik ve patatesle – gösterişsiz bir üçlü, çamurlu bir pazar yerindeki sığır butlarını getiriyordu akla, kenarları kıvrılıp sararmış olan Brüksel lahanalarını, pazarlıkları ve ucuzlatmaları ve pazartesi sabahı ellerinde filelerle kadınları. İnsan doğasının günlük gıdasından yakınmak için neden yoktu, çünkü önümüzdeki malzeme yeterliydi, madenciler kuşkusuz daha azı için oturuyorlardı sofraya. Arkadan kremalı erik sunuldu. Kremayla yumuşatılmış olsa da kuru eriğin sert bir sebze (çünkü meyve sayılmaz) olduğundan, pintilerin yüreği gibi tel tel olduğundan ve seksen yıldır şarap ve sevgiden uzak duran ama yoksullara da bir şey vermeyen pintilerin damarlarında akacak türden bir sıvı salgıladığından yakınan çıkarsa, kuru eriği bile sadaka sayan bulunduğunu düşünmeli. Sonra kurabiye ve peynir geldi, su sürahisi elden ele geçirildi, çünkü kurabiyelerin doğasında kuru olmak vardır, bu gelenler de tam birer kurabiyeydi. Hepsi buydu. Yemek sona ermişti. Herkes sandalyesini gıcırdatarak geriye itti; sallanır kapılar sertçe açılıp kapandı; çok geçmeden salonda yemeğe dair en ufak bir iz kalmadı, kuşkusuz ertesi sabahki kahvaltı için hazırlandı. İngiltere’nin gençleri şamatayla, şarkılarla koridorlardan geçip merdivenleri tırmandılar. “Yemek pek iyi değildi”, ya da (şimdi Mary Seton’la ben onun oturma odasındaydık) “Burada kendi başımıza yiyemez miydik?” demek bir konuğa, bir yabancıya (çünkü Trinity’de, ya da Somerville’de ya da Girton’da ya da Newnham ya da Christchurch’te olmadığı gibi burada da herhangi bir şeye hakkım yoktu) düşer miydi, çünkü eğer bu türden bir şey söylemiş olsaydım, yabancılara karşı incecik bir neşe ve cesaret maskesi taşıyan bir evin saklı tutulan yönetimine gizlice bakmış, içerisini araştırmış sayılırdım. Yo, böyle bir şey söyleyemezdim. Nitekim sohbet bir an yavaşladı. İnsan böyle şekillenince, kalp, beden ve beyin, bir milyon yıl sonra kuşkusuz olacakları gibi ayrı bölümlerde değil de birbirine karışmış durumda olunca, lezzetli bir yemek iyi bir sohbet için büyük önem taşır. İyi bir yemek yememişseniz iyi düşünemez, iyi sevemez, iyi uyuyamazsınız. Belkemiğinizdeki ışığı sığır eti ve kuru erikler yakmaz. Herhalde hepimiz cennete gideceğiz, umarız ki Vandyck de bizi köşede bekler – işgünü sona erdiğinde sığır etiyle kuru erikler aralarında böyle kuşkulu ve kısıtlayıcı bir ruh durumu geliştirirler. Bereket fen dersi veren arkadaşımın dolabında küçük bir şişeyle küçük kadehler vardı da – (ama başlangıç olarak dilbalığıyla keklik bulunmalıydı)– şöminenin karşısına yerleşip günün verdiği hasarın bir kısmını giderebildik. Bir-iki dakika sonra, belli bir kişinin yokluğunda aklımızda biriken ve yeniden bir araya gelindiğinde doğal olarak üzerinde konuşulan, merakımızı ve ilgimizi çeken bütün konulara rahatça dalıp çıkmaya başlamıştık bile – tanıdığımız birinin nasıl evlendiği, ötekininse evlenmediği; birimiz şunu düşünüyordu, ötekimiz başka bir şey; biri umulmadık biçimde ilerlemişti, öteki şaşılacak kadar kötülemişti – insan doğası ve içinde yaşadığımız şaşırtıcı dünyanın niteliği hakkında bütün o düşünceler doğal olarak bu tür başlangıçlardan çıkıyordu. Ancak bütün bunlar konuşulurken, kendi kendine ortaya çıkan ve her şeyi alıp kendi hedefine doğru sürükleyen bir akıntının farkına vardım, utanarak. İspanya’dan ya da Portekiz’den söz ediyor olabilirdik, kitaplardan ya da yarış atlarından, ama ne konuşulursa konuşulsun, gerçek ilgi alanı bunlardan hiçbiri değildi, beş yüzyıl kadar önce yüksek bir çatıda çalışan duvarcıların olduğu sahneydi. Krallarla soylular koca koca çuvallarda getirdikleri hazineleri toprağın altına boşaltıyorlardı. Bu sahne zihnimde sürekli canlanıyor, sıska ineklerin, çamurlu bir pazar yerinin, sararmış otların ve pinti ihtiyarların yer aldığı başka bir sahnenin yanına yerleşiyordu – bu iki tablo, ne kadar birbirinden uzak, ayrı ve önemsiz olsa da, bir araya gelmeye, birbiriyle çatışmaya devam ediyorlardı ve beni ellerine geçirmişlerdi. Bütün sohbetimizin bozulmasını istemiyorsam yapacağım en iyi şey, aklımda ne varsa sözcüklere dökmekti, şansım rast giderse hepsi silinip gider, Windsor Şatosu’nda açılan mezarda bulunan ölü kralın başı gibi ufalanıp dağılırdı. Miss Seton’a, şapelin çatısında yıllarca çalışan duvarcıları kısaca anlattım, sırtlarında getirdikleri çuval çuval altını ve gümüşü toprağa boşaltan kralları ve kraliçeleri ve soyluları da; sonra günümüz finans dünyasının kodamanlarının gelip, ötekilerin altın külçelerini ve işlenmemiş topak topak altınları bıraktıkları yerlere çekleriyle senetlerini nasıl koyduklarını anlattım. Bütün bunlar oradaki üniversite binalarının altına gömülü, dedim; ama şimdi bulunduğumuz bu fakültenin altında, onun gösterişli kırmızı tuğlalarının ve bahçesindeki vahşi, bakımsız otların altında neler var? Yemek yediğimiz sade porselen tabakların ve (bu noktada engel olamadan dudaklarımdan fırladı) sığır etinin, kremanın ve kuru eriklerin altında hangi güç gizli? Bak, dedi Mary Seton, 1860 dolaylarında –Aa, ama sen biliyorsun bu hikâyeyi, dedi sonra, sanırım tekrarlamaktan sıkılmıştı. Ve şunları söyledi: Odalar kiraya verilirdi. Komiteler toplanırdı. Zarflara adresler yazılırdı. El ilanları hazırlanırdı. Toplantılar yapılırdı; mektuplar okunurdu; filanca kişi şu kadar vaat etmiş; tam tersine, Mr… tek kuruş vermeyecek. Saturday Review gazetesi pek kaba davranmış. Büroların kirasını ödeyecek parayı nasıl toplayacağız? Kermes mi yapsak? En ön sıraya oturtacağımız güzel bir kız bulamaz mıyız? John Stuart Mill’in bu konuda neler dediğine bir bakalım. Bir mektubu yayınlaması için … gazetesinin yayın yönetmenini ikna edebilecek biri var mı? Lady…’ye bu mektubu imzalatabilir miyiz? Lady… şehir dışında.

Altmış yıl kadar önce sanırım böyle yapılırdı bu işler, muazzam bir çaba gösterilirdi, büyük zaman harcanırdı. Otuz bin pound ancak uzun mücadelelerden, büyük güçlüklerden sonra sağlanabilirdi.2 Görülüyor ki, şarabımız, kekliklerimiz ve başlarının üzerinde kalaylı tepsiler taşıyan uşaklarımız olamayacak, dedi. Sedirlerimiz ve ayrı salonlarımız da. Bir kitaptan alıntı yaparak, ‘Hayatın keyifli yanlarının beklemesi gerek,’ dedi.

Virginia Woolf Kendine Ait Bir Oda Çeviren: İlknur Özdemir Kırmızı Kedi Yayınevi

JOHN BERGER: BİR İNSANI TERÖRİST YAPAN ŞEY EN ÖNCE UMUTSUZLUKTUR

SADECE bir hikâye anlatıcısı olarak gündemdeki tartışmaya kısaca bazı görüşlerimi eklemek istiyorum.

Yegâne Süper Güç olmak, askeri istihbarat stratejisini baltalar. Stratejik düşünce, insanın kendisini düşmanın yerine koymasını gerektirir. O zaman ileriyi görmek, aldatıcı eylemlerde bulunmak, karşısındakini gafil avlamak vb. mümkün olabilir. Düşmanı yanlış değerlendirmek uzun vadede yenilgiye, insanın kendi yenilgisine yol açar. İmparatorluklar kimi zaman bu yüzden çöker. Günümüzün en can alıcı sorusu şudur: Bir dünya teröristini yaratan koşullar nelerdir, daha da ileri gidecek olursak, nasıl intihar şehidi olunur? (Burada adsız gönüllülerden söz ediyorum.)

Teröristin mayasında her şeyden önce bir tür umutsuzluk vardır. Ya da daha kesin ifade edecek olursak, bir aşkınlık, kendi hayatını sunarak umutsuzluğa bir anlam kazandırma derdi. İntihar terimi bu nedenle bir bakıma yakışıksız kaçar; zira aşkınlık şehide bir zafer kazandığı duygusu verir. Nefret ettiği varsayılanlara karşı kazanılmış bir zafer mi? Pek emin değilim. Belirli bir umutsuzluğun derinliğinden hasıl olan edilgenlik, burukluk ve anlamsızlık duygusunun alt edilmesinin zaferidir bu. Birinci Dünya’nm bu türden bir umutsuzluğu tahayyül etmesi zordur. Görece varsıl olmasından dolayı değil aslında (varsıllık da kendine özgü umutsuzluklara vesile olur), nedeni Birinci Dünya’nın aklının durmadan başka yerlere çekilmesi ve dikkatinin dağılmasıdır. Benim sözünü ettiğim umutsuzluk insanları tek bir amaca odaklanmak zorunda bırakan, katlanılması ağır koşullardan kaynaklanıyor. On yıllarca mülteci kamplarında yaşamak, örneğin. Peki, bu umutsuzluk neyi içeriyor? Kendi hayatınızın ve yakınlarınızın hayatının hiçe sayıldığı duygusunu. Bu duygunun değişik katmanlarda hissedilmesi sonuçta onu bütüncül kılıyor. Öyle ki, totaliter bir nitelik kazanarak şiddetten başka çıkış yolu bırakmıyor.

Aramak her sabah, kırıntıları bulmaya çalışmak bir gün daha yaşamayı sağlayacak.

Bilmek uyandığında bu yasal çölde hiçbir hakkın olmadığını.

Tecrübe etmek yıllar yılı hiçbir şeyin iyiye gitmediğini yalnız kötülediğini.

Ezikliğini duymak neredeyse hiçbir şeyi değiştirememenin ve sarılmak bu “neredeyse”ye hep başka bir çıkmaza götüren Dinlemek binlerce vaadi senin ve sevdiklerinin yanından dönmemecesine geçip giden.

Görmek bombalarla unufak edilmeye direnenlerin sunduğu örneği.

Hissetmek katledilen yakınlarının ağırlığını, bir ağırlık ki örter masumiyeti sonsuza dek öyle çok ki ölüler…

Umutsuzluğun -her biri haftanın bir gününe denk gelen- yedi katmanıdır bunlar; daha gözü pek olanlar, dünyayı içinde bulunduğu duruma iten güçlere karşı savaşmanın kendi hayatlarım feda etmek olduğunu keşfeder, topyekûn bir uyanışa önayak olacak, umutsuzluktan aşkın yegâne yoldur bu. Bu türden bir umutsuzluğu tasavvur edemeyen siyasi önderlerin planlayacağı herhangi bir strateji başarısızlıkla sonuçlanacak, üstelik düşman sayısını giderek daha da artıracaktır.

John Berger Kıymetini Bil Herşeyin Hayata Tutunma ve Direnişe Dair Notlar [Sayfa: 17 – 19]

BEJAN MATUR: NE SÖYLEDİ SANA/ RÜZGÂR KESTİĞİNDE YÜZÜNÜ?

 YIKILAN DAĞLAR SEVGİLİM aşk/olmayan Yıkılan dağlar. Kayaların yürek kadar büyümesi Ve oynaması yerinden. Çıktığın o yükseklik Ne söyledi sana, Rüzgâr kestiğinde yüzünü Bakışın acıdığında ne? Bir denize bakıyordun Dalganın bir özgürlük vaadi olduğu O sonsuzluğa. Keske diyordun Yanımda olsan Ama uzaksın! Tam o anda Yüreğimde çatlayan bir nar tanesi Sen!

Ve baktım Uzak deyişine. Aramızda evet İki deniz Binlerce nehir var Buzulların rüyalara sızdığı Bir kıyı ve de. Taşların taş olduğu Ve adımların Her şeyden fazla tanrıya yöneldiği Bir dağ duruyor aramızda.

O dağ oynadı yerinden. Ve binlerce elin göğe uzandığı O yüksekliken Vadilere Nar gibi çatlamış yüreğim Ve açıldığıyla kalmış.

Dağlar sevgilim Dağlar Yürekte başlayan karlı bir gece Ve sönmeyen ateş Beraber duyduğumuz Çocukluk sesleri. Kahkahalar dağlardan yuvarlanırken Uğuldayan geçmiş Ve masmavi dolunay Kimi bekliyor dersin?

Şimdi gidiyorsun Dağın hatırı var. Ve adımların Bir inancın tekrarlanması gibi. Kral yoluna dizilen Bütün makiler Tarih öncesinden bugüne Titrerken Sen kalbini uzaklaştırmayı seçtin Sen çoraklığı Başka kelimeleri… Ben bir ağıtçı gibi bakıyorum rüzgâra Bakışımı acıtan anların Ağırlığına. Ve zaman geçmiş. İncilden bir sahne gibi Uyuduğun o sessizliği hatırlıyorum. Bir çoban Bir eşek Ve korku içinde bekleyen sen Daha çocuksun Dağlardan gelen korkunun Taşlara sindiğini bilen.


Bejan Matur

VAN GOGH’UN SON MEKTUBU: HANGİ TARAFI TUTACAĞINI İNSANCA DAVRANARAK SEÇEBİLİRSİN!

Vincent Van Gogh, on yedi yıl boyunca, kulağını kestiği zamanlardan bir tarlada kendini vurmadan iki gün önceye dek kardeşi Theo’ya mektup yazmaya devam etti. Mektuplarda ressam çektiği maddi ve manevi sıkıntılar ile çoğunlukla bunların sonucu olan psikolojik dalgalanmaları, hayatını ve sanatını ilk ağızdan aktardı. Edebi açıdan da önemli olan bu mektupların sonuncusu 27 Temmuz’da kendisini vurduğu gün üstünde bulundu.

“Sevgili Kardeşim, Güzel mektubun ve içindeki elli frank için teşekkürler… En önemli iş iyi yürüdüğüne göre, daha önemsiz konularda daha fazla konuşmama ne gerek var? İş ile ilgili konularda daha salim kafayla konuşacak duruma gelmemize çok vakit var besbelli…

Öteki ressamlar, içlerinden ne düşünürlerse düşünsünler, doğrudan doğruya resim ticaretiyle ilgili tartışmalardan içgüdüsel olarak uzak tutuyorlar kendilerini. İşte böyle, gerçek olan şu ki, yalnızca resimlerimizi konuşturabiliriz. Gene de, sevgili kardeşim, sana her zaman söylemiş olduğum bir şey var ve bunu, elinden gelenin en iyisini yapmaya kararlı bir kafanın son kertesine dek zorladığı çabanın içtenliğiyle bir kez daha söylüyorum, bir kez daha yineliyorum ki, seni her zaman basit bir Corot tüccarından daha ötede gördüm ve görüyorum; sen, benim aracılığımla, birtakım resimlerin üretilmeşine katkıda bulundun. O resimler, en büyük kargaşanın içindeyken bile sükûneti muhafaza etmişler, edeceklerdir. Çünkü varmış olduğumuz yer bu… Bu görece kriz anında sana söyleyebileceğim tek şey, ya da en önemli şey bu… Ölmüş ressamları satanlarla yaşayan ressam ticareti yapanlar arasında durumun çok gergin olduğu bir anda.

Böyle işte, ben, kendi çalışmalarım için yaşamımı tehlikeye atıyorum, bu çalışma uğruna yarı-deli bir insan oldum -olsun, kabul- ama bildiğim kadarıyla insan ticaretiyle uğraşanlardan biri değilsin sen ve hangi tarafı tutacağını, tam insanca davranarak seçebilirsin. Ama bilmem ki…”

Vincent Van Gogh Theo’ya Mektuplar

DOĞU MÜZİKLERİ ÜZERİNE ÇALIŞAN BİR BATILI: TIM RAYBORN VE 23 ESERİ

Dünya müziğine duyduğu merakla yola çıkıp Doğuya ve Batıya ait birçok enstrümanı kullanmakta ustalaşan Tim Rayborn’un daha önce yayınladığımız Ashek, Chordae, Canconier, Qadim, Veils of Light ,  Honey From The Thorn, The Path Beyond ve Rihla adlı sekiz albümünden seçilmiş eserleri aşağıdan dinleyebilirsiniz.

Sanatçının albümlerine ulaşmak  için  dinlemek istediğiniz  isimlerini tıklayarak ulaşabilirsiniz.]

Alternatif Link Tim Rayborn şarkı seçkisi

1- Ashek – Tim Rayborn – cafrande org 2- Zaman – Tim Rayborn – cafrande org 3- Aksaray – Tim Rayborn – cafrande org 4- Kashik – Tim Rayborn – cafrande org 5- Bora – Tim Rayborn – cafrande org 6- Tabak – Tim Rayborn – cafrande org 7- Alevilen saz – Tim Rayborn – cafrande org 8- Ravan – Tim Rayborn – cafrande org 9- Panayir – Tim Rayborn – cafrande org 10- Saz Taksim – Tim Rayborn – cafrande org 11- Aflakiyan – Tim Rayborn – cafrande org 12- Perishde Santur – Tim Rayborn – cafrande org 13- Nagme – Tim Rayborn – cafrande org 14- Laylat – Tim Rayborn – cafrande org 15- Khamsa ashra – Tim Rayborn – cafrande org 16- Gilim – Tim Rayborn – cafrande org 17- Dokuz – Tim Rayborn – cafrande org 18- Dihaq – Tim Rayborn – cafrande org 19- Delgadina – Tim Rayborn – cafrande org 20- Chominciamento – Tim Rayborn – cafrande org 21- Taskin – Tim Rayborn – cafrande org 22- Safar sehtar Persian – Tim Rayborn – cafrande org 23- Sab – Tim Rayborn – cafrande org

NAİ’PUTO SENDROMU: KİTLELER İNANDIRILMAZ, KIŞKIRTILIR – AMİN MAALOUF

Nai’puto, uzun ve çileli bir yolun bir aşamasıydı sadece. Asayiş ancak sağlanabilmiş ve her aşiret köyüne gönderilmişken, başka yerlerde, başka facialar aynı kanlı biçimde patlak veriyordu. Tarihçiler “Nai’puto sendromu”ndan söz etmekteler. O sıralar “bulaşıcılık” deyimi kullanılıyordu. “Bulaşma” sözcüğü yersiz. Aynı akrebin yumurtaları birbiri ardından açılırsa, buna bulaşma denilmez. Ama kuşkusuz, Gulliver bu çağda yaşasaydı farkedeceği olay, benzeşme olayıdır. Bir büyük ekranda, Büyük Böceğin, Küçük Böceği yediği görülürse, tüm küçük böcekler kendilerini tehdit edilmiş sayarlar. Nice büyük böcek de canavarlaşır.

KIŞKIRTAN HEDEF GÖSTERENDİR

Geçmiş yıllarda güney ülkelerini sarsan tüm kanlı olaylar arasında Naiputo’daki facianın, bir tarihçinin dediği gibi “Yeni Yüzyılın Saraybosnası” diye adlandırılması ve bir dönüm noktası olması için ne olmuştu?

Her türlü otoritenin ani ve beklenmedik çöküşü, şiddetin çığırından çıkması, Kuzey’e ve onu simgeleyen her şeye duyulan nefret, bütün bunlar kolayca anlaşılabileceği gibi, halkı ve sorumluları şaşırtan ve hareketsiz bırakan olaylardı. Ama asıl önemlisi, trajedinin tohumlarının istisnasız her yerde, Nai’puto örneği pek çok kentte, korkunç ve öngörülmez şiddette bulunmasıydı.

Hemen her yerde söz konusu “kısırlaştırma”, yıkıntılarını gerçekleştirmiş, her yerde büyük taşkınlıkların işaretleri görülmüş, her yerde Kuzey’e ve içerdeki destekçilerine karşı aynı nefret gözlemlenmişti. Tarafsız bir gözlemcinin inandırıcı bulmayacağı suçlamalarıyla birlikte! Ne var ki kitleler inandırılmaz, kışkırtılır. Meşru bir öfke ve kanıt sayılacak gösteriler vardı ve bunlar yeterliydi. Öyle de oldu.

Foulbot ve benzeri kişilerin uzun zamandan beri var olan bir durumu hızlandırdıklarını söylemek haksızlık olur. Gerçi fakirliği ve kokuşmuşluğu, keyfiliği ve nice ayırımcılığı onlar yaratmış, Kuzey ile Güney arasındaki yatay çatlağı onlar oluşturmuş değildi ama belki acemi büyücülük taslamalarının ardında bu acılara ilaç olacak bir arayış bulunuyordu. Ne var ki fitil, barut fıçısını patlatmaya kısa gelmişti.

Saraybosna örneğini verirken, ortak ve aldatıcı bir düşünce tarzına sürüklendiğimi itiraf etmeliyim. Bir savaşı anlatmaya kim kalkışmışsa, çatışmanın başlangıç tarihini belirtmek ve bazı onanmaz eylemleri parmağı ile göstermek zorunluluğunu duymuştur. Ama tarih alanından çok kendi alanında dönenip duran benim gibiler için böylesi zorunluluklar, anlamam için yeterli değil.

Vahim karışıklıkların uzun süredir yer altında var olduklarını düşünmeye yatkınım. Büyük felaketler için bu böyledir, sinsi acılar için de… Doğmazlar, ortaya çıkarlar. Savaşlar da öyle.

Neden yadsımalı, böceklerin larvaları geliyor aklıma. Ben böcekler âleminde yaşadım, alışkanlıklarım, saptamalarım var. Günümüzdeki canavarlar birdenbire doğmadılar, ama maskenin ardındaki görüntüyü kaç kişi görmesini bilir? Yaşlılığımın yüzyılındaki korkunç gerçek, elli yıl ya da doksan yıl önce asla öngörülmez, akla gelmez değildi. Ancak hiçbir şey düşünülmedi, hiçbir şey öngörülmedi, hiçbir şey önlenmedi.

Nedenler zincirini uzatmakta ne yarar var? En iyisi olanları sırasıyla anlatmalı:

Üç günlük belirsizlikten sonra söylentilerin korkunçluğu doğrulandı. Evet, Nai’puto’da ve tüm ülkede katliam davam ediyordu: topla, tüfekle! Evet yüzlerce yabancı ölmüştü: diplomatlar, turistler, göçmenler, iş yolculuğuna çıkmış olanlar. Hayır, ortalığın sakinleştiğini gösteren hiçbir şey yoktu. Washington’da, Londra’da, Berlin’de, Moskova’da ve Paris’te “suçluların cezalandırılacakları” açıklanıyordu ama önce, suçluların adlarının ve yüzlerinin belirlenmesi gerekiyordu.

Kuzey’in iki yüzlü olduğu zamanların özlemi çekiliyordu: birine saldırmak için diğerinin himayesine, silahlarına, beyanına sığınıldığı günlerin özlemi!

Aslında, katliamın ayrıntılarından, dışarıya yavaş yavaş sızan tanıklıklardan, belleklerimizde uzun süre kalacak olan ve Nai’puto dramının vahşetini belirleyen görüntülerden çok, tarihin anlaşılamayan, çözülemeyen, bir başka çağdan ya da bir başka gezegenden gelme bir dille konuşmaya başladığı duygusu ile bütün dünyanın eli kolu bağlı kalmasıydı.

Bugün, durumu daha iyi anlayabiliyorum. Bir ulus hayatını tehlikede görürse, tüm sosyal yasaları ile birlikte aniden çöküntüye uğrayabilir. O tarihte nice topluluk, nice aşiret kendini tehlikede saymıştı. Çılgınlıklarını durdurabilecek hangi set vardı?

Nai’puto, uzun ve çileli bir yolun bir aşamasıydı sadece. Asayiş ancak sağlanabilmiş ve her aşiret köyüne gönderilmişken, başka yerlerde, başka facialar aynı kanlı biçimde patlak veriyordu. Tarihçiler “Nai’puto sendromu”ndan söz etmekteler. O sıralar “bulaşıcılık” deyimi kullanılıyordu. “Bulaşma” sözcüğü yersiz. Aynı akrebin yumurtaları birbiri ardından açılırsa, buna bulaşma denilmez. Ama kuşkusuz, Gulliver bu çağda yaşasaydı farkedeceği olay, benzeşme olayıdır. Bir büyük ekranda, Büyük Böceğin, Küçük Böceği yediği görülürse, tüm küçük böcekler kendilerini tehdit edilmiş sayarlar. Nice büyük böcek de canavarlaşır.

Uzmanlar, medyanın da yardımı ile, yakma deliliğinin başkalarına bulaştığını bilmezler mi? Kısırlaştıranlara ölüm çığlığı atan o kalabalığın görüntüsü, aynı acıyı çekenleri etkilememiş olamazdı.

Nai’puto’dan sonra sıra neredeydi? Hassas burunlar, hemen her yerde “alametler”, “işaretler”, “izler”, “öncül belirtiler” kokusu alıyordu. Onlara bakılırsa pek az ülke kendine düşen payı almaktan kurtulacaktı.

Bu facia, beni bir an için Clarence’dan uzaklaştırmıştı. Tehlikeler konusunda aynı görüşlere sahiptik ama o savaşmak için yeni nedenler buluyor, bense bir an önce laboratuvarıma dönmeye bakıyordum. Sözün değeri olduğunda birkaç kelime söylemiştim. Bilgeliğin bir anlamı olduğunda sahneye çıkmıştım. Artık çılgınlık çağında yaşıyorduk ve ben sadece çağrısız bir konuk, bir moruk, geçmişten kalma bir yaratık idim ve tarihe ters düşüyordum.

Ben, kendi mizacımın konuşmasını yapıyordum, Clarence da kendininkini. Onu takdir ediyordum, o bende kusur bulmuyordu, hırslanmadan tartışıyorduk.

Ama yollarımız ayrı düşüyordu.

Kafasına, en karışık yerlerde, Şebeke’ye bağlı “Bilgeler Komitesi” kurmayı koymuştu. Bunlar, kamuoyu ve yöneticiler üzerindeki etkileri ve kendilerine duyulacak saygı sayesinde şiddetin yayılmasına bir “barajlar” oluşturmuş olacaklardı. Böylesi evrensel çapta bir görev, Clarence’ın dünyayı dolaşmasını gerektiriyordu. Yine Paris, uğrak yeri olacaktı.

Bana gelince, ben de o sıralarda bambaşka bir yolculuk yapmak zorunda kalmıştım. Günümüz okuruna saçma gelse de, benim sürekli uyum sağlama çabası sarfetmemi gerektiren bir yolculuktu bu.

Müze Müdürüne “Kurum”a dönmek istediğimi söylediğimde bana her zaman hoş karşılanacağımı söylemişti, ancak ileriye şart sürme havasına girmeden, hafif bir değişiklik yaparsam hem bana hem meslektaşlarıma daha iyi geleceğini söyledi. O güne kadar yaptığım gibi kınkanatlılarla meşgul olacağım yerde, bir iki yıl için pulkanatlılar ile meşgul olamaz mıydım?

“Kelebekler” mi yani? İlk tepkim şaşkınlık ve küçümseme oldu. Bu yaratıkların güzelliklerine başkasının duyduğu kadar ilgi duyuyordum ne var ki, çıplak gözle bakıldığında, daha az güzel görünenlerle ilgilenmeyi yeğliyordum.

“Evet, kelebekler” diye devam etmişti müdür ve onun ağzında da, benimkisinde de, bu yaratıklardan herkes gibi sözetmek argo konuşmak gibi geliyordu. “Size bunu öneriş nedenim, boş bir kadrom olduğu içindir ama ısrar etmiyorum çünkü sizden genç olanların bile alan değiştirmekten hoşlanmadıklarını bilirim”. Israr ediyordu, ısrar etmeden, böylesi ileri bir yaşta yeni bir alana atılmam için mutlaka kafa tutuyordu. “Henüz otuz yaşındayken kınkanatlılar konusunda bir otorite olduğunuzu biliyorum ve bunca aradan sonra hâlâ öyle olduğunuzu da. Tek bir söz söylemeniz yeter, iş yeniden sizin!” Ben yokken görevi yüklenen kişi, memnuniyetle çekilir diye eklemişti ama ses tonu hiç de inandırıcı değildi.

Anlamıştım. “Yaşasın kelebekler!” dedim. Dönüşümün, kurulmuş bir düzeni altüst etmesini istemiyordum. Sonra bu yeni deney beni heveslendirmişti. Kendimi, yeni yollar bulmaya hazır hissediyordum ve bunu kanıtlamaya acele ediyordum.

Abartmaya gerek yok denilebilir; alt tarafı ne meslek hatta ne de konu değiştiriyordum. Yine böcekler dünyasındaydım. Ne var ki bir skarabe ile bir astiyanaks arasındaki benzerlik bir kartal ile bir şempanze arasındaki benzerlik kadardır. Antomolojik çalışmalarımda gerçi bütün sınıfları ve alt-sınıfları, pulkanatlıları, çifte kanatlıları, dev kanatlıları incelemiştim ama, sadece kuş bakışı olarak ve neredeyse binlerce yıl önce!

Üstelik, söylediğim gibi, üç yüz altmış bin kınkanatlım ile günüm zaten doluyordu. Kendi kendime iş buna kalsın, kendimi yeniden yetiştiririm dedim, Linne’den itibaren tüm klasikleri okumam gerekse de!

İşte böyle rasgele okumaya devam ederken iri kelebek cinsi olan üranilerle tanıştım. Belki, bir ders sırasında, benim önümde onlardan söz edilmiştir. Adları yabancı gelmiyordu. Ama ne kılıkları ne de huyları hakkında bir fikrim vardı. Bir çocuğun eli büyüklüğünde, maden yeşili, parlak siyah, turuncumtrak çizgilerle kaplı üraniler, dünyanın pek çok yerinde yaşarlar. Pasifik’ten Madagaskar’a, Hindistan’dan Amazon’a kadar.

Benim özellikle dikkatimi çekmiş olanı, Urania ripheus denilen ve Tropikal Amerika’da rastlanan cinsidir.

Onunla ilgilenmiş olan bilginler, olağanüstü ve görkemli bir olaya tanık olmuşlardır. Bu kelebeklerin onbinlercesi, ormanın denizi yaladığı yörelere gelip, yorgunluktan düşerek boğulmaktalar.

Dişilerin bir kısmı yumurtalarını ormanda bırakmakta bu da cinsin devamını sağlamaktadır; ama çoğu gebe iken uçmakta ve yavrularını ortak intihara sürüklemektedir.

Bu kelebeklerin uçuşu, gözlemcilerin raporlarına baktığım ilk andan itibaren ilgimi çekmişti. Kendi kendime, sonsuzluğa yapılan bir yolculuğun hayatta kalma güdüsünde bir bozukluğu, genetik bir ayarsızlığı, bu göçleri yöneten kodlanmış işaretlerde bir iletişim hatasını yansıtıp yansıtmadığını soruyordum, varsayımlar çoğaltılabilir.

Bir araştırmacının yeni bir tutkuya kapıldığı an, kutsanmış bir andır. Yolculuğumun bu aşamasında buna gereksinimim vardı. Konuya öylesine kapılmıştım ki, çalışmalarını yönettiğim on beş kadar öğrencimden, vakitlerinin bir kısmını bu kelebeklere ayırmalarını istedim. Onları aldatmak gibi bir niyetim olmadığı halde, Kosta-Rika’ya bir yolculuk olasılığının çekiciliğini de kattım. Ama gerçek bir araştırma için gerekli olan krediyi alamadım. Bu zorluğu aşsam bile, Clarence bu kadar sık yolculuğa çıkarken Paris’ten yani Beatrice’den nasıl uzaklaşacağım da ayrı bir konuydu. Bu yolculuğu yapamamış olmama üzüldüğüm anlar oluyor. Ancak yaşımın da yardımıyla, yerinde yapılan gözlemlerin öğretici ama pek de gerekli olmadığı ve ayrıca bilinen pek bir şey eklemediğini düşünerek teselli buluyorum. Başkalarının araştırıp bulduklarını, benim ekibimin ele alması meşru ve kabul edilir bir şeydir.

Bir takım varsayımlar geliştirebilmiştik. Bunlar, koşulların yayımlamama elvermediği ve halen çekmecemde duran bir monografi ile sonuçlanmıştır. Benim düşünceme göre bu kelebeklerin davranışları, korunma güdüsünün yitirilmesinden değil, aksine, eskiden üredikleri – belki bir adaydı – yerlere doğru onları yönlendiren atasal refleksin varlığından kaynaklanmaktadır.

Böylece intiharları yeni gerçeklere uyum sağlamayan yaşama güdüsü yüzünden meydana gelmektedir. Bu düşünceler öğrencilerimin hoşuna gitmişti ama bunların getirilmelerine bazı meslektaşlarım soğuk bakmışlardı.

Yeniden döndüğüm bilim dünyasında üraniler ilk iki yılımı almışlardı. Geriye kalan zamanımı, arasıra Betarice’in de katıldığı Aravis’teki çalışmalarıma ayırıyordum. Ev yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Gerçi ilkel bir konforu olacaktı. Bu konuda tek ödün, ısınmada çağdaş bir sistem konusundaydı. Aniden buz gibi bir yere girmemek için. Oraya gitmeden geçirdiğim günler iki haftayı geçmiyordu. Yolların karlı oluşu bile beni vazgeçirmiyordu.

Clarence henüz hiç ayak basmamıştı ama orada yazın üçümüzün bir ay geçirmesine karar vermiştik; sakin, huzurlu, dinlendirici, düzenleyici bir ay! Bu sözcükler Clarence’da, susturmaya çalıştığı tatlı bir istek uyandırıyordu. Bazen, odamızın loşluğunda, yorgunluğunu itiraf ediyordu ama bir kez bir çark gibi işlemeye karar vermişti. Durup dinlenme hakkını kendinde görmüyordu. Zaaflarının, savaşını durdurmasına asla izin vermezdi.

Yine de ondan bu huzurlu yaz ayı için bir söz kopartabilmiştim. Ancak kızımızın bir süre sonra tatilini “ihtiyarlar’la geçirmek istemeyebileceğini ve annesinin onunla daha fazla kalmasının, onunla konuşmasının, onu dinlemesinin görevi olduğunu belirtmiştim. Clarence’ın görevine ve zamanını dilediği gibi kullanmasına saygılı olmakla birlikte, verdiği sözü yerine getirmesi için baskı yapmaya kararlıydım.

Ne yazık ki onu etkilememe gerek kalmadı, kuşkulu olan ikna yeteneğime de! Bilinmez bir el, bizim için karar verecekti, hem de en acımasız biçimde!

Amin Maalouf Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl Fransızcadan Çeviren: Esin Talu – Çelikkan, Telos Yayıncılık

KAFKA İLE MİLENA ARASINDA GEÇTİĞİ SANILAN “BAŞKASINI SEÇME” KONULU DİYALOG

Franz Kafka’nın Milena’ya Yazdığı Mektuplarda “Benimle Onun Arasında Kaldıysan, Onu Seç Milena!” Sözüne Dair Milena’nın “Neden?” Sorusuna “Çünkü Beni Gerçekten Sevseydin, Seçenek Olarak Görmezdin.” Yanıtının Verildiği İddiası Doğru Değil.

Herkesin kendisine göre gerçeği büktüğü çağımızda alıntıladığı ifadenin gerçekten ilgili kitapta yer alıp almadığını teyit etme zahmetine girmekten imtina edenlerin paylaştığı bir diyalogu konu edineceğiz…

Franz Kafka’nın (3 Temmuz 1883 – 3 Haziran 1924) bir dönem yoğun ilişki kurduğu Milena Jesenská’ya yazdığı mektuplar daha sonra “Milena’ya Mektuplar” (“Briefe an Milena”) adıyla yayımlanmıştı.

“Benimle onun arasında kaldıysan, onu seç Milena!” sözünü garipseyen Milena’nın “neden?” sorusuna Kafka’nın “çünkü beni gerçekten sevseydin, seçenek olarak görmezdin.” yanıtını verdiği diyalogun Milena’ya Mektuplar’da geçtiği iddiasını aktaran paylaşımlardan örnekler şöyle sunulabilir (Bahsi geçen ifadeler Ayşe Kulin’e, Can Yücel’e ve Oğuz Atay’a ait olduğu iddiasıyla paylaşılmıştı)

Milena’ya Mektuplar adlı eserde Milena’nın 1939 yılında W. Hass’a verdiği mektuplar yer alıyor. Bu mektuplar da sadece Kafka’nın Milena’ya yazdıkları. Ne yazık ki Milena’nın Kafka’ya yazdığı mektuplar yok elimizde. Yani, kitapta sanıldığı gibi bir diyalog yer almıyor.

Kafka ile Milena arasında geçtiği iddia olunan diyalogun Milena’ya Mektuplar adlı derlemede izine rastlanamıyor (Can, Say, Armoni, Ren, İlk Nokta gibi yayınevlerinin bastığı farklı çevirilerde böyle bir cümlenin geçmediği tespit edilebiliyor).

İngilizce ve Franz Kafka’nın anadili olan Almanca yapılan taramada da bu diyalogun Kafka ile Milena arasında geçtiğine dair bir bulguya rastlanamıyor.

Diyalogun kaynağını ve sahibini net şekilde ortaya koyamıyoruz. Ancak, Ayşe Kulin’e atfedilerek sosyal medyada yaygın şekilde paylaşılan “Benimle onun arasında kaldıysan, onu seç! Çünkü beni gerçekten sevseydin, beni seçenek yapmazdın” sözü üzerinden türetildiğini söylemek mümkün.

Kafka’nın Milena’ya sevgisini mektuplarında aktardığı satırlarla işbu incelemeyi nihayete erdirelim…

«Haklısın, onu seviyorum, ama F., seni de seviyorum» diyorsun. Mektubundaki bu tümcenin her sözcü­ğünü dikkatle okuyorum, «de» sözcüğünde önemle duruyorum. Evet, böyle olması gerekir, böyle olmasaydı, sen Milena olmazdın! Sen olmasaydın ben ne olurdum? Prag’da söylemektense bu gerçeği, Viyana’dan yazman daha iyi; her şeyi çok iyi anlıyorum, serden daha iyi kavrayabiliyorum belki… Güçsüzlüğümden olacak, gene de kolay kolay kurtulamıyorum bu tümceden… Durmadan, yeni baştan hep bu tümceyi okuyorum. Sen de bir daha göresin diye, baş başa verip birlikte okuyalım diye, mektubun başına yazdım o tümceyi. (Saçların şakaklarıma değsin.)

“Seninle olsam, ne kolay bir yaşamım olacak —çılgınlık! nasıl dokunabilirim bu konuya?— Bakışlarla konuşurduk yalnız. Oysa şimdi, hiç değilse yarına değin beklemek zorundayım mektubumun karşılığını. Yanlış anlama Milena, sev beni.“

“Eğer bana, içim de bu korku varken nasıl olup da cumartesi gününü “iyi” diye nitelediğim i sorarsan, bunu açıklamak zor olmaz. Seni sevdiğim için (evet, seni seviyorum budala; tıpkı denizin, kendi dibindeki küçücük bir çakıltaşını sevmesi gibi, işte sevgim seni öyle kaplıyor – ve Tanrı izin verirse, senin yanında bu kez ben bir çakıltaşı olacağım) bütün dünyayı seviyorum ve sol omzunda buna dahil, hayır, önce sağ omzundu ve o yüzden onu canım istedikçe öpüyorum (sen de bluzunun o kısmını açacak kadar iyisin) ve sol omzun da buna dahil ve ormanda üzerim deki yüzün de ve ormanda altımdaki yü­zünde ve neredeyse çıplak göğsünde dinlenmek de… İşte bu yüzden, vaktiyle bir bütün olduğum uzu söylem ekte haklısın ve bu beni hiç korkutmuyor, aksine, benim tek mutluluğum , tek gurur kaynağım ve bunu kesinlikle ormanla sınırlamıyorum.”


Kaynak: malumatfurus.org

EDUARDO GALEANO: BİZE YEMEK VEREN TOPRAK BİZİ YİYECEK OLAN TOPRAKTIR

Ağustos 1 Topraktaki anamız And Dağları bölgesindeki köylerde Toprak Ana, Pachamama, bugün büyük bayramını kutluyor. Onun evladan bu bitmeyen günde dans edip şarkı söylüyor ve yedikleri her mısır yemeğinden bir lokmayı ve neşelerini ıslatan içkilerin her birinden bir yudumu toprağa armağan ediyorlar. Ve en sonunda da, yağmalanan toprak, zehirlenen toprak, verilen bunca zarar için ondan af dileyip depremler, donlar, kuraklıklar, seller ve diğer öfkelerle kendilerini cezalandırmaması için ona yalvarıyorlar. Bu Amerika kıtalarının en eski inana. Chiapas’da Tojolabal Mayaları anayı şöyle selamlıyorlar:

Sen fasulyeler verirsin bize, ne de lezzetli olurlar acı biber ve mısır ekmeğiyle.

Mısır verirsin bize ve iyi kahve sevgili Ana, bize iyi bak, iyi. Ve aklımızdan bile geçmez satmak seni.

O Cennette oturmaz. Dünyanın derinliklerinde yaşar ve bizi orada bekler: bize yemek veren toprak bizi yiyecek olan topraktır.

Ağustos 2 Şampiyon 1980 yılında bugün, Kolombiyalı boksör Kid Pambele ringde nakavt olarak unvanını kaybetti. Eskiden asi kölelerin sığınma yeri olan Palenque’de doğmuştu; dünya şampiyonu olmadan önce gazete satıyor, ayakkabı boyuyor ve yerleri haritada gözükmeyen yitik köylerde karın tokluğuna boks yapıyordu. İhtişam sekiz yıl sürdü. Yüzden fazla maç yaptı ve bunlardan sadece on iki tanesini kaybetti. Son olarak duvardaki kendi gölgesine yumruk sallamaktaydı.

Ağustos 3 Sevgililer Bu hikâye, insani tutkuyu kıskanan tanrıların dokumacı kadın Zin Nu ve onun ismi unutulan aşığını cezalandırdıklarında başladı. Tanrılar, onların ikisini bir yapmış olan sarılmalarını ikiye böldüler ve onları yalnızlığa mahkûm ettiler. O günden beri, diğer tarafa geçişlerini yasaklayan büyük gökyüzü ırmağı Samanyolu tarafından ayrılmış halde yaşıyorlar. Ama kavuşamayanlar senede bir kez ve tek bir gece boyunca, yedinci aynı yedinci gecesinde buluşabilirler. Saksağanlar onlara yardım eder. Buluşma gecesinde kanatlarını birleştirirler, köprüyü kurarlar. Çin’deki bütün dokumacılar, nakışçılar ve dikişçiler yağmur yağmasın diye dua ederler. Eğer yağmur yağmazsa, dokumacı Zin Nu yola koyulur. Üzerine giydiği ve kısa bir süre sonra çıkaracağı elbise onun hünerli ellerinin eseridir. Ama yağmur yağarsa saksağanlar oraya gelmez, gökyüzünde birleşemeyenleri birleştirecek bir köprü ve yeryüzünde de aşkın ve iğnenin sanatlarını kutlayacak şenlikler olmaz.

Ağustos 4 Konuşan elbise Yaklaşık iki bin yıl önce, Miao halkının büyük şehri yerle bir edildi. Eski Çin elyazmalarının anlattığına göre, Sarı Nehir’le Yangtze Nehri arasında uzanan düzlüğün bir yerlerinde, içinde Miao denen kanatlı insanların yaşadığı bir şehir varmış. Bugünkü Çin’de yaklaşık on milyon Miao var. Konuştukları dilin asla yazısı olmadı, ama yitirdikleri büyüklüklerini anlatan giysiler giyiyorlar. Kökenlerinin, yurtlarını terk edişlerinin, doğumlarının ve cenazelerinin, tanrıların ve insanların savaşlarının ve de artık var olmayan anıtsal şehrin hikâyesini ipek ipliklerle dokuyorlar: -Onu üzerimizde taşıyoruz, diye anlatıyor yaşlıların en yaşlısı. Şehrin kapısı kapüşonda, sokaklar bütün pelerini dolaşıyor ve omuz kısımlarında da bahçelerimizin çiçekleri açıyor.

Ağustos 5 Üç kez doğan yalancı 1881’de, daha henüz iki aylıkken, Pinokyo İtalyan çocuklarının idolü olmuştu bile. Maceralarını anlatan kitap sanki şekermiş gibi satılıyordu. Pinokyo, yazar Carlo Collodi’nin hayat verdiği marangoz Geppetto tarafından yaratılmıştı. Geppetto ellerini çam ağacından daha yeni yapmıştı ki, kukla peruğunu çalıp adamı kel bıraktı. Ve bacaklarını tamamlar tamamlamaz da Pinokyo koşarak kaçtı ve onu polise ihbar etti. Bu tahammül ötesi haylazın yaramazlıklarından bıkan Collodi onu boğarak öldürmeye karar verdi ve bir meşe ağacı dalma asılı bıraktı. Ama çok geçmeden, İtalya’nın bütün çocuklarının zorlamasıyla, onu tekrar diriltmekten başka çaresi kalmadı; işte bu onun ikinci doğumu oldu. Üçüncü doğum birkaç yıl sürdü. 1940’ta Walt Disney onu Hollywood’da vaftiz etti. Pinokyo bir bal ve gözyaşı karışımının içinden çıktı ve mucizevî bir şekilde iyileşmiş olarak hayata geri döndü.

Ağustos 6 Tanrının bombası 1945’te bugün, Hiroşima öldü. Atom bombasının dünya prömiyerinde şehir ve insanları bir anda kömüre dönüştü. Hayatta kalan az sayıdaki insan hâlâ dumanı tüten yıkıntıların arasında sakat ve uyurgezer bir halde dolaşıyordu. Çıplaktılar, patlama sırasında üzerlerinde olan giysilerin desenleri yaraların üzerine çıkmıştı. Atom bombasının ateşi duvar kalıntılarının üzerinde daha önce orada bulunmayan gölgeler oluşturmuştu: kollarını havaya kaldırmış bir kadın, bir adam, koşulu bir at… Üç gün sonra, Başkan Harry Truman radyoda konuştu. Şöyle dedi: -Bu bombayı düşmanlarımıza değil de bizim elimize verdiği için Tanrıya müteşekkiriz; onun yoluna ve amacına uygun kullanımında da bize rehberlik yapması için ona dua ediyoruz.

Ağustos 7 Bana casusluk yap 1876’da Mata Hari doğdu. Lüks yataklar Birinci Dünya Savaşı sırasında onun savaş alanları oldu. Üst düzey askeri ve politik kudretli şahsiyetler kollarının büyüsüne teslim oldular ve Fransa, Almanya ya da en çok verene satacağı sırları onunla paylaştılar. 1917’de ölüme mahkûm oldu. Dünyanın en çok arzulanan casusu kurşuna dizme mangasına veda öpücükleri gönderdi. On iki askerden sekizi atışı ıskaladı.

Ağustos 8 Lanetli Amerika 1553’te bugün İtalyan doktor ve yazar Girolamo Fracastoro öldü. Diğer bulaşıcı hastalıkların yanı sıra Fracastoro frengiyi de araştırmış ve bu Avrupalı hastalığın kökeninin Amerika kıtası yerlileri olmadığı sonucuna varmıştı. Günümüzde, Fracastoro’nun Brezilyalı meslektaşı (bilim ve edebiyatta) Moacyr Scliar da söz konusu Amerikan lanetinin kökenini yalanlıyor: Daha Yeni Dünya’nın keşfinden önce Fransızlar frengiye İtalyan belası, İtalyanlarsa Fransız belası diyorlardı; Hollandalılar ve Portekizliler ona İspanyol hastalığı; Japonlar Portekizli hastalığı, Polonyalılar Alman hastalığı, Ruslar ise Polonyalı hastalığı diyor; ve Persler de onun Türk vebası olduğuna inanıyorlardı.

Ağustos 9 Yerli Halklar Günü Rigoberta Menchu, Pedro de Alvarado’nun fethinden dört buçuk asır sonra ve Dwight Eisenhower’ın fethinden ise beş yıl sonra Guatemala’da doğdu. 1982’de ordu Mayaların yaşadığı dağları yerle bir ettiğinde Rigoberta’nın ailesinin neredeyse tamamı öldü ve göbek bağıran kök salsın diye toprağa gömüldüğü köy haritadan silindi. On yıl sonra Nobel Barış Ödülü Rigoberta’ya verildi. Konuşmasında şöyle dedi: -Bu ödülü, beş yüz yıllık bir gecikmeyle de olsa, Maya halkına saygının bir ifadesi olarak alıyorum. Mayalar sabırlı insanlardır. Beş asırdır süren bir katliama rağmen hâlâ hayatta kalmayı başarmışlardır. Onlar zamanın, tıpkı örümcek gibi, ağını çok yavaş ördüğünü bilirler.

Ağustos 10 Manuela’lar Hepsi erkekti. Sadece biri, onları bulan ve harekât planı yapmak için evine toplayan Manuela Canizares hariç. 9 Ağustos 1809 gecesi, erkekler tartışarak saatler geçirdiler; yok evetti, yok hayırdı, kim bilirdi falan filan… Ama Ekvator’un bağımsızlığını ilan etme kararını bir türlü veremiyorlardı. Ve bunu, daha iyi koşullar oluşuncaya dek bir kez daha erteleyeceklerdi ki, Manuela ayağa fırladı ve onlara ödlekler, korkaklar, hizmetkârlık için doğmuş olanlar, diye bağırdı. Ertesi sabah gün doğarken yeni bir dönemin kapısı açıldı. Yine Amerika kıtasının bağımsızlığının öncülerinden olan diğer Manuela, Manuela Espejo, Ekvator’un ilk gazetecisi oldu. Lakin bunun kadınlar için çok uygun bir iş olmamasından ötürü, vatanını aşağılayan kölece zihniyete karşı kaleme aldığı cesur makalelerini başka bir isimle yayınlıyordu. Ve diğer bir Manuela, Manuela Sáenz, Simon Bolivar’ın sevgilisi olarak kalıcı bir şöhret kazandı, ama bunun dışında da önemli şeyler yaptı: sömürgeci iktidarın yanı sıra erkek egemenliğine ve onun ikiyüzlü namus anlayışına karşı da mücadele etti.

Ağustos 11 Aile Kara Afrika’da ve Amerika yerlileri arasında bilindiği şekliyle, tüm yaşayanları ve ölüleriyle ailen senin köyünün tamamıdır. Ve senin akrabalık ilişkilerin sadece insanlarla sınırlı değildir. Ailen ateşin çıtırtısında da, akan suyun şırıltısında da, ormanın soluk alıp verişinde de, rüzgârın seslerinde de, gök gürültüsünün öfkesinde de, seni öpen yağmurda da ve adımlarını selamlayan kuşların ötüşünde de sana konuşur.

Ağustos 12 Erkek atletler ve kadın atletler 1928’de bugün Amsterdam Olimpiyatları sona erdi. Tarzan, nam-ı diğer Johnny Weissmuller, yüzme şampiyonu, Uruguay da futbol şampiyonu oldu. Ve bir kulede yakılan olimpiyat meşalesi ilk kez başından sonuna oyunlara eşlik etti. Ama bu oyunlar başka bir yenilikle hatıralarda kaldı: kadınların da katıldığı ilk olimpiyat oldu. Yunanistan’daki ilk oyunlardan o güne dek, bütün olimpiyat tarihinde böyle bir şey daha önce hiç görülmemişti. Yunan olimpiyatlarında kadınların yarışması yasaktı; yarışmayı bırakın seyirci olarak bile katılamıyorlardı. Modern olimpiyatların kurucusu Coubertin, egemenliği sürdüğü müddetçe kadınların varlığına karşı çıktı: -Kadınlar için, zarafet, yuva ve çocuklar. Erkekler için, sportif rekabet.

Ağustos 13 Cesaret hakkı 1816’da, Buenos Aires Hükümeti Juana Azurduy’a erkeksi gayretinden ötürü yarbay rütbesi verdi. Bağımsızlık savaşı sırasında İspanyolların elindeki Potost Tepesi’ni ele geçiren gerillalara komuta etmişti. Savaşın erkeksi konularına kadınların karışmaları yasaktı, ama erkek subayların bu kadının erkeksi cesaretini hayranlıkla seyretmekten başka çareleri yoktu. At üstünde çok mesafe kat ettikten ve kocasıyla altı çocuğundan beşini savaşta kaybettikten sonra Juana da öldü. Yoksulluk içinde, yoksulların en yoksulu olarak öldü ve ortak bir mezara gömüldü. Neredeyse iki asır sonra, bir kadının başında bulunduğu Arjantin Hükümeti onu kadınsı cesaretine duyduğu saygıya istinaden generallik rütbesine yükseltti.

Ağustos 14 Sivrisinek tutkunu 1881’de, Kübalı doktor Carlos Finlay aynı zamanda kara kusmuk diye de adlandırılan sarıhummanın belli bir dişi sivrisinek tarafından bulaştırıldığını ortaya çıkardı. Bunun yanı sıra hastalığı önleyecek bir aşıyı da buldu. Çevresinde sivrisinek tutkunu diye tanınan Carlos, Havana Tıp Fizik ve Doğa Bilimleri Akademisi’nde keşfini tanıttı. Dünyanın bunun farkına varması yirmi yıl sürdü. Bütün bu süre boyunca, saygın yerlerin saygın bilimcileri yanlış yollarda iz sürerken sarıhumma insanları öldürmeye devam etti.

Ağustos 15 İnci ve taç Winston Churchill şöyle demişti: -Şu Bay Gandhi’yi, şu uğursuz ve fanatik asiyi görmek insanda endişe ve tiksintiye sebep oluyor… Gerçek şu ki, er ya da geç onun ve onu destekleyen herkesin karşısına dikilmemiz ve hepsini ezip geçmemiz gerekecek. Bir kaplanı kedi maması vererek sakinleştirmeye çalışmak hiçbir işe yaramaz. Zira Britanya İmparatorluğu’nun ihtişam ve gücünü simgeleyen tacımızın en parlak ve değerli incisini terk etmek gibi bir niyetimiz asla yok. Ama birkaç yıl sonra, inci tacı terk etti. 1947 yılında bugün, Hindistan bağımsızlığını kazandı. Özgürlüğe doğru çetin yol 1930’da, Mahatma Gandhi sıska ve neredeyse çıplak bir halde Hint Okyanusu’nun bir plajına geldiğinde başlamıştı. Bu tuz yürüyüşüydü. Yürüyüş başladığında çok az kişiydiler, ama varış noktasına büyük bir kalabalık olarak ulaştılar. Ve her biri, bir avuç tuz alıp ağzına götürerek, Hintlilerin kendi ülkelerinin tuzunu tüketmesini yasaklayan Britanya yasasını ihlal etti.

Eduardo Galeano Ve Günler Yürümeye Başladı Çeviri: Süleyman Doğru / Sel Yayıncılık