ASLI ERDOĞAN: AĞAÇLARIN DORUKLARINDAYIM, BİR KANAT UZAKLIĞINDA GÖKYÜZÜ…

Oysa biz de biliriz unutuluşu; rüzgârı, çürümeyi, düşen bir yaprağın acısını hissedebildiğimiz için, bir kuşu, bir bulutu sevebildiğimiz için, gidenler çoğu zaman dönmedikleri için…

I: VARLIK Hiçbirimiz bir diğerinin aynısı değiliz

BEN hep olduğum yerde dururum. Benim var oluşum durağanlıktır. Sessiz, sonsuz gökyüzü altında öylece, kıpırtısız dururum. Aslında hiç devinimsiz değilim, çok ender, tuhaf rastlantılar sayesinde kıpırdayabilir, yer değiştirebilirim. Ancak bu kesinlikle dışarıdan bir etki demektir, beni aşan, üzerinde hiçbir denetimim olmayan güçler nedeniyledir. Bu yer değiştirmeler, oynamalar sayesinde değişimin olası olduğunu, böylece zamanın aktığım, hiç kıpırdamadığımda bile beni değiştirdiğini biliyorum. Ölümlü olup olmadığımı henüz bilmiyorum. Çevremde bana benzeyen birçokları daha var, hepimiz aynı türe ait olmalıyız, ama hepimiz birbirimizden farklıyız; hiçbirimiz bir diğerinin aynısı değiliz. Çevremdekilerin çok azını duyumsayabiliyorum, sadece bana değenleri; onların da bütününü değil, yalnızca bana dokunan bölümlerini. Onları canlandırabilmem için bu kadarı yeterli. Kendimi tanıdığım gibi onları da tanıyabiliyorum. Hiç duyumsamadıklarım da dahil, benim türüme ait olanların tamamını tasarımlayabiliyorum. Bu esrarengiz güç, daha doğrusu, yetenek, bizi hep ilişkide tutar, ama birbirimize dokunmak dışında iletişimimiz yok sayılabilir. Dış güçler bütünüyle rastlantısal bir şekilde, içimizden birini seçebilir, ama bizim için “Özellik” yoktur. Hepimiz zaten farklı ve tekiliz.

II: GÖKYÜZÜ “Gökyüzünde yürüyorum/ Yanımda bir kuş” [Kızılderili Şiiri]

AĞAÇLARIN doruklarındayım, bir kanat uzaklığında gökyüzü. Kuşlarla beraber yürüyorum, akşam olup güneş battığında gözlerinde uçacağım bir kırlangıcın. Yukarısı, derin, derin, derin bir gökyüzü, sessizliğin karşı konulmaz utkusu. Gökyüzü geniş, engin, sonsuzdur; dallar ise dar, güçsüz, kırılgan. Ona uzanırlar sadece, dokunup renklerini bırakırlar onunkinin üstüne. Acı çekmiyorum. Bulutların gittiği yönde, çok uzaklarda, unutulmuş bir ülke olmalı. Ben de gitmiş olacağım, kırıldığında gökyüzü ve dallar sardığında soğumuş gövdemi. Serin bir rüzgâr esecek, yapraklan savuracak oraya buraya, güneş doğacak. Hiçbir şey hatırlamayacağım.

IV: YOKLUK [Bir Apaçi Efsanesi]

DİMDİK dururuz ayakta, yan yana, güçlü, birbirimize bakmadan, dokunmadan. Beraberce aynı uyumlu dansı tekrarlarız sürekli. Toprağın uzantısıyızdır gökyüzüne, güneşin uzak çocukları, gün ışığının sahipleri. Zamanı ilgisiz seyrederiz. Oysa biz de biliriz unutuluşu; rüzgârı, çürümeyi, düşen bir yaprağın acısını hissedebildiğimiz için, bir kuşu, bir bulutu sevebildiğimiz için, gidenler çoğu zaman dönmedikleri için. Gün gelip de teker teker yıkılacağımızı, dansın ise hep süreceğini biliriz. İŞTE, bu çukur olmalı. Sierra Madre’lerde gizlenmiş, bu hiç görülmeyen, hiç ulaşılmayan kum çukur. İşte burada eski kabile hayatlarını yaşamayı sürdürür ölülerimiz, hiç ölmemiş gibi. Atları ve silahları da onlarladır; birlikte ölmüş ve gömülmüşlerdir zaten o atlarla; yayları eskimiş ve okları azalmış olsa da avlanmaya devam ederler. Av dönüşleri dans ederek zaferlerini kutlarlar, tıpkı bizim gibi; kötülüğe, acıya ve ölüme karşı büyüler yaparlar. Kutsal davul hiç susmaz, Büyük Peyote yaşayanların haberlerini ve gün ışığının soluğunu gönderir. Arada bir, içlerinden biri başını kaldırır ve hüzünlenerek bakar sonsuza dek yitirdiği dağlara. Bazen geride bıraktıklarının özlemi o kadar dayanılmazdır ki, dik yamacı tırmanmaya ve çukurdan kurtulmaya çalışır; unuttuğu ya da yarım bıraktığı bir şeyin peşindedir belki, daha yaşamak istiyordur; ama kumlar çok kaygan, yamaç çok diktir. En güçlü savaşçı bile yeryüzüne varamaz. Kayalar yumuşadığından ve topraklar yitirildiğinden beri kutsal ağaç yok oldu; artık ölüler de geri dönmek istemiyor.

Aslı Erdoğan Kaynak: Mucizevi Mandarin

“BİZİ BİR KİTABIN SAYFALARI ARASINDA KURUTUYOR ZAMAN/ AMA BAKTIM SEN RÜZGÂRSIN SEVGİLİM…”

BİR KİTABIN SAYFALARI

Baktım rüzgârsın sen baktım çamaşır ipini zorluyorsun hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim baktım bir kitabın sayfalarını çeviriyorsun ayağına terlik giy bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak geziyorsun.

biz satranç oyuncusuyuz sevgilim üzerimizde kara bir leke biz satranç oyuncusuyuz inanmıyoruz ceketlere düğmelere inanmıyoruz takvimleri savurarak gelen geleceğe işte yitirdik bütün taşlarımızı darmadağınık oyun tahtası bir tek şahımız duruyor sevgilim, o da evli, iki çocuk babası.

kelimeler önümüze çıkıyor sevgilim uykumuzu bölüyor buradan çocukluğumuza kadar buradan çocukluğumuza kadar bir telaş içi boş kuşları kovalıyoruz ve bir sebep arıyoruz herkese küsmek için hemen o cumartesi buluyoruz, hemen o pazar.

“İşe Yarar Bir şey” filminden.

yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim, biraz da kekik toplayalım kıymetini bilmediğimiz şeyler var.

yaşamak bir at gibi huysuzlanıyor kapımızda sevgilim geçen günlere üzüldük tamam yola düşelim düşünelim: başka günlerin duvarı daha sağlam düşünelim: başka günlerin sokağı daha neşeli başka evlerin kadınları erkekleri tam bir kahraman tül perdeler uçuşurken başka evlerin pencerelerinde bizi bir kitabın sayfaları arasında kurutuyor zaman.

ama baktım sen rüzgârsın sevgilim kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun başucumda bir bardak su beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsun.


Şiir: Barış Bıçakçı

BEJAN MATUR: NE SÖYLEDİ SANA/ RÜZGÂR KESTİĞİNDE YÜZÜNÜ?
 

YAŞAR KEMAL: BENİ ZİLLİ KURT YAPMIŞLARDI, İLK KARAKOLA DÜŞTÜĞÜMDE ON YEDİ YAŞIMDAYDIM

Dört yanımız bir karanlık duvarıydı. Ne yana dönsen bir karanlık duvarına çarpıyordun. Bir de öldürülme korkusu… İnsan her şeye alışıyor, her şeyi kanıksıyor, işkenceyi, ölüm korkusunu bile. Bizi zilli kurt yaparken devlet bize önem mi veriyordu, bizden bu kadar korkuyor muydu? Bunu çok düşündüm. Bu, baskıcı düzenlerin güvensizlikten gelen korkusuydu. Baskıcı düzenler hep altlarının oyulduğunu duyumsarlar. Kendilerini boşlukta yapayalnız sallanıyor sanırlar. Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri sanatçıyı, düşünürleri, kendine aykırı gelen aydınları düşman bellemiş, hiçbirini de iflah etmemiştir.

YAŞAR KEMAL SOL VE SOSYALİZM İLE TANIŞMASINI ANLATIYOR

Zilli Kurt Orta ve Doğu Anadoluda kurtlar bir köye girer ağıllardaki, damlardaki koyunlara saldırırlarsa, koyunlardan bir tekini parçalayıp yemezler, bir sürü koyunu gırtlaklarından yakalar bir yana atarlar, bundan sonra koyunun yaşaması olanak dışıdır. Koyun sahipleri de koyunları götürür kasabadaki kasaplara satarlar. Yaralı koyun yüzlerceyse yakın köylere dağıtırlar. Böylece de koyunları kırıma uğramış köylüler öç alma ardına düşerler. Atlanırlar, atlarını bozkıra sürerler ve yakalayıncaya kadar kurdu ararlar. Kurdu ararlarken yanlarına tabanca, mavzer, herhangi bir silah almazlar. Yanlarına köpek bile almazlar. Kurtlar koyunlara daha çok baharda, kışta saldırırlar. Kurt avcısı atlılar insan boyu karda kurtları günlerce ararlar. Bulduklarında kurdu hiç incitmez, işkence etmez, kılına bile dokunmazlar. Okşayarak onun boynuna kalın, kopmaz kirişlerle, zincir tellerle bir zil ya da çok küçük, sesi uzaklardan duyulur bir çan asar bırakırlar. Karda bozkırdan geçenler yer yer çan sesleri, keskin zil sesleri duyarlar. Issız karlı bozkırda herkes bu zil, çan seslerinin nerelerden geldiğini bilir. Bu zil sesleriyle bozkır pırıltıya boğulmuş ipileyen güneşli bir hüzündür.

Gençliğimde benim de başımdan böyle bir zilli kurt olayı geçmişti. Zilli kurt olmanın ne korkunç bir işkence olduğunu biliyordum. Daha birçok kişinin de…

Gazeteciliğimde bir kış Orta Anadolunun bir köyünde bir kurt yakalama törenine ben de katıldım. Atlara binip kurt yakalamaya çıktık. Birkaç gün bozkırda dolandıktan sonra kovalayarak üç tane kurt yakaladık. Atlar, diz boyu kara alışkınlardı. Kurtlar da öyle hızlı koşamıyorlardı. Kurtları yakaladığımızda zaten işleri bitikti, karınları karınlarına geçmişti açlıktan. Gözlerinin de feri sönmüştü. Kim bilir bozkırda kaç gündür aç aç dolaşıyorlardı. Köylüler zilleri kurtların boynuna taktılar, sağlam kırılmaz, kopmaz kirişlerle. Sonra da onları okşayarak, “güle güle” diyerek uğurladılar. Artık bu kurtlar ölüme mahkum edilmişlerdi. Ölümün en zalimine. Artık boğazındaki zillerden dolayı ne bir köye, ne bir ağıla, ne bir koyun damına yaklaşabilirlerdi. Yiyebilecekleri en küçük bir hayvana da yaklaşamazlardı. Boğazlarındaki zil onları hiçbir hayvana yaklaştırmazdı. Kurda kuşa, hiçbir canlı yaratığa… Ve zilli kurtlar ölümlerin en acısıyla, açlıkla cebelleşerek, günlerce can çekişerek ölürlerdi. Sonradan köye yaklaşmış bu zilli kurtları yakalayan köylüler de onları öldürmez sürüp bozkıra bırakırlardı.

Bu zilli kurt zulmünü görünce kendimle özdeşleştirdim. Beni de gençliğimin baharında zilli kurt yapmışlardı. Ben de bir zilli kurt olmuştum ya canımı kurtarmıştım. Zilli kurt olup da canını kurtaramayan çok insan da tanımıştım.

İlk karakola düştüğümde on yedi yaşımdaydım. O zamanlar sosyalizm sözcüğünü daha yeni yeni duyuyorduk. Yalnız toprak reformu sözcükleri bütün Çukurovayı sarmıştı. Benim doğduğum, büyüdüğüm Çukurova dünyanın en verimli topraklarındandı. Bu büyük Akdeniz ovası kırk elli, hadi diyelim yüz ailenin elindeydi. Köylülerin de küçük toprakları vardı ya devede kulak. Köylüler topraksızdı. Yaşam koşulları da inanılmayacak kadar bir yoksulluktu. Sıtma, her yaz yüzlerce çocuğu öldürüyordu. Her köyde, kasabada çocuk mezarları. Büyükler de ölüyorlardı ya çocuklar kadar değil. Sıtma bataklıklardan gelen sivrisineklerden dolayıydı. Bataklıklardan geçtik, her yaz olumsuz koşullarla ekilen pirinç tarlaları da birer büyük bataklık oluyordu. Ve köylerin üstüne bataklıklardan, pirinç tarlalarından bulut bulut sivrisinekler geliyordu. Ovada da sıtmalanmamış kimse kalmıyordu. Sıtma Savaş Müdürü Dr. Seyfettin Bey canını dişine takmış uğraşıyor, hiç olmazsa ovaya çeltik ekilmesin diye. Başa çıkamıyordu. Yalnız köylere bol bol kinin dağıtıyordu. Bu kininler çok insanın canını kurtarıyordu. Dr. Seyfettin Bey daha o çağı anımsayanların yüreklerinde bir sevgi anıtı olarak durur. O sıralar benim de bir kardeşim zehirli sıtmadan öldü. Doktor o gün yaylaya çıkmıştı. Kasabada doktor olsaydı kardeşim ölmezdi. Çünkü zehirli sıtmadan öldürmeyecek ilaçlar vardı.

O zamanlar bir de ırkçılar, Panturancılar türemişti Anadolu da. Bunlardan Çukurovada da vardı. Onlar da yoksulların yanında oluyorlardı, sözümona bizden daha çok. Biz Çukurovada çeltik ekimini yasaklama ve toprak reformu savaşımı veriyoruz, onlar bunu istemiyorlardı. Çünkü onları toprak sahipleri Ağalar ve Beyler tutuyorlardı.

Onlarla sokaklarda köylerde kıyasıya kavga ediyor, yaralıyor, yaralanıyor, bıçaklıyor bıçaklanıyorduk.

Bir gün polisler geldi beni kaldığım evden aldılar, karakola götürdüler. Daha ağzımı açtırmadan, sorgu sual etmeden yatırdılar falakaya. Falaka bütün gece sürdü. Gık demiyordum. Bu falaka benim için olağandı. Karakola düşüp de dayak yememiş köylü, yoksul bir kişi yoktu ki…

Sonra beni karakoldaki nezarete, yani gözaltı yerine koydular. Gözaltı yeri ayak bileğime kadar suyla doluydu. Ortalık o kadar pis kokuyordu ki insanın ciğerini delen. Orada, alacakaranlıkta birkaç da adam seçiliyordu, inleyen. Biliyordum, bu inilti sıtma iniltisiydi. Birkaç da dayaktan inleyen vardı. Biraz sonra gözüm karanlığa alıştı. Sıtmadan inleyenleri gördüm, titriyor, yanıyorlardı. İşkenceden inleyenlerin de yüzleri, üstleri başları kan içindeydi. Hele bir tanesi oluk oluk kanıyordu. Acaba benim ayaklarım da kanıyor muydu? Ayaklarım uyuşmuştu. Günler geçtikçe ayaklarımın ağrıdığını duyumsamaya başladım. Sonra da yüreğimi söken bir ağrı başladı. Belki bir hafta kaldım karakolda. Her gün küçücük bir parça ekmek veriyorlardı. Oysa su içindeydik. Nasıl olmuşsa sonra beni bir gün bıraktılar.

Toprak reformu isteyince niçin böyle zulmediyorlardı, hiçbir şey anlamamıştım. Üstelik, Cumhurbaşkanı İnönü de istiyordu toprak reformunu. Adanaya bir profesör gelmiş, toprak reformunu bir güzel anlatmıştı. Onu da yakalayıp dövmüşler miydi? Arkadaşlarla araştırdık, bulduk da, ona hiçbir şey yapmamışlardı. İşte bugünlerde böyle şaşkın ortalıkta dolaşırken büyük ağabeylerle karşılaştık. Bunlar eski demiryolu işçileriydi. Yıllar önce Güney Demiryolu grevini yapmışlar, çok işkence görmüşler, çok hapis yatmışlardı. En az hapis yatanı üç yıl, dört yıl yatmıştı. Çoğunluğu beş yıl, yedi yıl yatmıştı. Bu işçilerle arkadaş olduk. Bunlar o zaman da Türkiyeden Almanyaya gitmişler, orada çalışmışlar, geri buralara dönmüşler, gene çalışmaya başlamışlardı. Birçoğu da demiryolu işçisiydi ve grevi çıkartmak zorunda kalmışlardı. Sanırım grev 1925 yıllarında gerçekleşmişti. Sonra onların ne düşündüklerini, eylemlerini yavaş yavaş öğrendim. İnanmış kişilerdi ve sosyalistlerdi. Bir dünya kardeşliği kuracaklardı. Hem de eşitliği, hem de özgürlüğü getireceklerdi. Ali Usta bize Marksizmi, İsmail Usta bize Lenini, Troçkiyi, Engelsi anlatıyordu.

Sonra lif lif olmuş, ince kağıda yazılmış, elden ele gizli dolaşmış Manifestoyu bulduk. Beş çocuk bir gece sabaha kadar, tartışarak Manifestoyu okuduk. Çok yerini anlamamıştık. İsmail Ustaya koştuk. İsmail Usta çok hapis yatmıştı. Üstelik de büyük şair Nazım Hikmetin hapis arkadaşıydı. Sonraları öğrendim ki Nazım Hikmet onun üstüne şiirler yazmıştı. Bize elinden geldiğince Manifestoyu anlattı. Başka da çok şey. Gittikçe bilinçleniyor, güçleniyorduk. Bunlar bu kadar şeyi nasıl öğrenmişlerdi? Onu da öğrendik. O zamanlar Almanyada işçilerin bir partisi vardı: Adı Spartakistler. Spartaküsü de, onun macerasını da öğrenmiştik. Artık her birimiz bir Spartaküstük.

Macera işte böyle başladı. Polis takibi, gözaltılar, işkenceler, küçük küçük hapislikler… Rusyaya casusluk, ev aramalar. En büyük gözaltı. Artık Çukurovada çok ünlenmiştik hepimiz. Üstelik de ben. Nereye gitsem insanlar bana gökten yeni inmiş bir yaratığa bakar gibi bakıyorlardı. Polis bunu öylesine bir ustalıkla yaymıştı ki, bizi soluk alamaz bir duruma getirmişti. Dört yanımız bir karanlık duvarıydı. Ne yana dönsen bir karanlık duvarına çarpıyordun. Bir de öldürülme korkusu… İnsan her şeye alışıyor, her şeyi kanıksıyor, işkenceyi, ölüm korkusunu bile.

İşte benim ZİLLİ KURT maceram böyle başladı.

Önce Devlet Pamuk Üretme Çiftliğinde bir iş buldum. Çok sevinçliydim. Pamuk çapalama zamanıydı. Irgatların gündeliklerini yazıyordum, haftadan haftaya ücretleri ödeniyordu. Bu işte bütün Akdeniz kıyılarından, Toroslardan, Güneydoğu Anadoludan gelmiş türlü türlü insanlar tanıyordum. Türküler, destanlar dinliyordum yaşlı, genç ırgatlardan Türkçe ve Kürtçe. Keyfime diyecek yoktu.

Bir sabah, ne oldu ne olmadı, müdür beni çağırdı. “Torlan toplan çiftlikten hemen ayrıl” dedi. Müdür o kadar heyecanlıydı ki, konuşurken dudakları titriyor, yüzüme bakamıyordu.

Gittim muhasebeden paramı aldım, hemen yandaki özel çiftliğe ırgat olup ırgatların içine katıldım, pamukların aralarındaki otları çapalamaya başladım. Irgatlığımdan çok kıvançlıydım. İnsanlar yoruluyorlardı ya çok da mutlu oluyorlardı. İşim bir hafta bile sürmedi. Elçi beni çağırdı, “Derhal buradan ayrıl” diye bağırdı. “Haydi derhal bir saniye durmak bile yok.”

Ben de hemen ayrılıp ötedeki çiftlikte çapa ırgatlarının arasına katıldım. Oradan da üç gün sonra daha bir sert kovuldum. Böyle böyle kovularak çok çiftlik dolaştım birkaç ayda. Şaşkınlık içindeydim, ne oluyordu? Ben de herkes kadar, belki de daha iyi çapa çapalamayı biliyordum. Ne istiyorlardı benden? Aklıma polis hiç gelmiyordu. Sonra Adanaya gittim, işçi ağabeyleri buldum, durumu anlattım, gülmeye başladılar. Sonra da başlarına gelen böyle birçok olay anlattılar bana. En çok da şaşkınlığıma gülüyorlardı. Olanı biteni bana bir iyice anlattılar. Beni kimlerin işçilerin arasından kovdurduğunu biliyordum artık. Biliyordum ya bundan sonra gene girdiğim işlerde kovulmalarım başladı. Ne işe girsem, nereye gitsem beni buluyor attırıyorlardı. Sonunda kasabaya döndüm, kendime bir iş düşünmeye başladım. İlk olarak kanal kazma işine girdim. Günde on iki saat çalıştırıyorlar, çok az para veriyorlardı. Dehşet yorucu bir işti. Yatağa ölü gibi giriyor, yarı uykuda bile kemiklerimin sızladığını hissediyordum. Kazdığımız kanallardan pirinç ekicileri tarlalara su götürecekler, Çukurova bataklık olacak, bataklıktan sivrisinekler… Ve sıtma… Yorgun argın, bitkin eve geldiğimde de anam başıma bela kesiliyordu. “Koca Sadık Ağanın oğlu gider de kanal işinde çalışır mı?” diye. Bir cehennem işte, bir cehennem de evde yaşıyordum. Sonunda gene imdadıma polis yetişti… On beş gün sonra beni gene işimden, işçilerin arasından kovdular. Artık işten kovulma şampiyonu olmuştum ya polisten kurtulma yollarını da aramaya başlamıştım. Soluğu Akdeniz kıyısındaki Yüreğir Ovasında aldım. Habib Ustanın yanına çırak olarak girdim. Habib Usta da Zilli Kurt sınavından geçmişti. Çok usta bir traktör onarım ustasıydı. Habib Usta ile birlikte adımı değiştirdik. Ben iyi bir traktör sürücüsü olmuştum kısa bir sürede Habib Usta çalıştırmasıyla.

“BU KARANLIK CEHENNEMDE DE KOSKOCAMAN BİR AYDINLIK, BİR CENNET VAR!”

Bir çiftliğe traktör sürücüsü olarak girdim. Artık yeni bir işim, yeni adım vardı. Traktör sürücülüğü de dünyanın belki de en güzel işiydi.

Girdiğim çiftliğin çok geniş toprakları vardı. Yirmi beşten çok traktörle biz sürücüler her gün ikindi üstü saat dörtte toprağı sürmeye çıkıyorduk. Dörtten önce sıcaktan tarlaya çıkmanın mümkünü yoktu, ortalık öylesine yanıyordu ki traktörün demirine elini süremiyordun. Toprak seher vakti öyle güzel, öyle mest edici, öyle büyülü bir kokuyla kokuyordu ki, insan kendinden geçiyordu.

Artık karar vermiştim, bundan başka bir işte öldürseler de çalışmayacaktım. Karanlık gecelerde Çukurova bir başka oluyordu. Ova sabahlara kadar, binlerce traktörün ışığıyla yıldız yıldızdı. Ve seher vakti, seher yelleri eser, kuyruk yıldızı tan yerinde dönerek savrulurdu. Ben bu işten hiç mi hiç ayrılmayacaktım. Polis de beni bulamıyordu. Bir traktörcüler sendikası kurmak uğruna sonunda traktör sürücülüğünden de ayrılmak zorunda kaldım. Dünya başıma yıkıldı sandım.

Sonra pirinç tarlalarında su bekçiliği, bu işte epey çalıştım. Çeltik komisyonu benden hoşnuttu. Suları, kimseye boyun eğmeden hakkıyla dağıtıyordum. Kasabanın candarma komutanı yüzbaşı da onu işe alalım da bizim kontrolümüzde olsun demişti. Sonra biçerdöver sürücülüğü, batöz ırgatlığı, daha akla hayale gelmedik bir sürü iş… Artık ad değiştirme de işime yaramıyordu. Sonunda kasabada arzuhalci oldum. İşler iyi giderken hapse girdim. Hapisten çıktıktan sonra, baktım ki, artık Çukurovada kalamayacağım. Zilli kurtluğa bir son vermek gerek.

İstanbula gittim, Cumhuriyet gazetesine girdim, kendime yeni bir ad taktım, bu yeni adla gazeteye röportajlar yapmaya başladım. Polis beni iki buçuk yıl ne kadar aradıysa da bulamadı. Sonra tanıdık bir polisle karşılaştık. Daha doğrusu bir sınıf arkadaşım polis olmuş, beni hemen tanıdı. Artık tanınmış bir röportaj yazarıydım. Gazetenin sahibi ve genel yayın müdürü liberal insanlardı, beni polise vermediler.

Her zaman söyledim. Dilime pelesenk ettim, bir yıl zilli kurt olmaktansa on yıl hapiste yatmayı yeğlerdim. Şimdi bu yaşımda da böyle düşünüyorum. Bunun içinde de, bu karanlık cehennemde de koskocaman bir aydınlık, bir cennet var: Traktör sürücülüğü…

Bizi zilli kurt yaparken devlet bize önem mi veriyordu, bizden bu kadar korkuyor muydu? Bunu çok düşündüm. Bu, baskıcı düzenlerin güvensizlikten gelen korkusuydu. Baskıcı düzenler hep altlarının oyulduğunu duyumsarlar. Kendilerini boşlukta yapayalnız sallanıyor sanırlar.

Bu korkunç, insanları aşağılayan, tüketen zilli kurt uygulaması Cumhuriyet kurulduğundan beri süregelmiş ve çok insanın kanına girmiştir. Bu uygulamanın ilk kurbanlarından biri de büyük şair Nazım Hikmet olmuştur. Uydurma bir suçtan on yedi yıla mahkum edilmiş, on beş yılını yatmış, hapisten çıktıktan sonra askere çağrılmış, öldürülmemek için Moskovaya kaçmış, yıllar sonra orada ölmüştür.

Nazımla birlikte hapse mahkum romancı Kemal Tahir 13 yıl, Orhan Kemal 5 yıl, şair A. Kadir, şair Hasan İzzettin Dinamo, Nail V., daha birçok şair, düşünce adamı hapislere düşmüşler, zilli kurt olmuşlardır. Adanaya sürgüne gelen ressam Arif Dino, Abidin Dino kardeşleri ben zilli kurtluk yaparken Adanada tanıdım. Onlar da bir miktar zilli kurttular.

Cumhuriyetin bir kısım sanatçı kuşağı ya hapishaneye girmişler ya da zilli kurt edilmişlerdir. Romancı Sabahattin Ali de Bulgaristan sınırında devletin gizli polis örgütlerince öldürülmüştür.

Cumhuriyetin bütün dönemlerinde iki kısım yazar şair çıkmıştır ortaya. Birileri devletten yana olmuşlar, onlar nimetlere konmuşlar, büyükelçi, milletvekili, büyük bürokrat yapılmışlar, muhaliflerse ya zilli kurt yapılmış, ya hapishanelere sokulmuş ya da öldürülmüşlerdir.

Türkiyenin sanatçıları 1970’lerde de büyük bir fırtınaya girmiş, birçok romancı, şair karikatürist, müzikçi hapse atılmış, işkenceden geçmiştir. İşkenceden geçmiş karikatürcülerimizden biri Turhan Selçuktur. Turhan Selçuk yüzyılımızın büyük ustalarından biridir. Kim olursa olsun sanatçı olsun da Türkiye yönetimi anasından emdiğini onun burnundan fitil fitil getirmesin… Zülfü Livaneli de uçak kaçırmıştır iftirasıyla hapse düşmüş, ardından zilli kurt edilmiş, kapağı İsveçe atmış, dokuz yıl kalmıştır. Bir biçim sürgün zilli kurt olmuştur. Yılmaz Güney politik olarak yıllarca hapiste yattıktan sonra, birini öldürdüğü iddiasıyla hapsedilmiş, sonra da Fransaya kaçmış orada ölmüştür. Adam öldürmeye götüren tahrik de politiktir.

Sevgi Soysal, Feride Çiçekoğlu bunlar da hapishanelerde ömür tüketmiş kadın hikayeci ve romancılarımızdandır.

Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri sanatçıyı, düşünürleri, kendine aykırı gelen aydınları düşman bellemiş, hiçbirini de iflah etmemiştir.

Türkiye sanatçıları, düşünürleri için hapishane ikinci okul olmuştur. Türkiyeli sanatçıların başındaki kadim püsküllü bela da daha sürüp geliyor.

Ve maceramız sürüp geliyor. Bu gidişle böylece sürüp gideceğe de benzer.

1994 yılı Ekim ayında yirmi beş yazar bir basın toplantısı düzenledik. Toplantının konusu “Düşünce Özgürlüğü ve Türkiye” idi. Basın toplantısının gününü önceden bütün gazetelere, yerli yabancı ajanslara bildirdik. Toplantıya geldik ki, ne yerli ne yabancı hiçbir gazeteci, hiçbir televizyoncu yok. Peki bizim gazeteciler güdümlüydü, devletin buyruğundaydı, doğru, ya yabancı gazetecilere ne olmuştu? Haber için can atan ajanslar nereye gitmişlerdi? Ben bu Türkiyede yaşam boyunca şaşıracağa benzerim. Bir tek gazeteci, televizyon gelmeyen basın toplantısını ben açtım, dedim ki: “Dünyanın neresinde olursa olsun, örneğin yirmi beş tanınmış Amerikalı yazar New York’ta bir basın toplantısı yapsın basın toplantısına gelmeyen gazete kalmaz. Televizyon da öyle… Pariste, Londrada, herhangi bir ülkede… Anlıyorum bizim basın güdümlü, devletin borazanı, ya yabancı gazetelere ne olmuş, nereye girmişler, aşağı yukarı bütün büyük dünya gazetelerinin muhabiri var Türkiyede. Büyük ajansların da var… Türkiyede kala kala onlar da bizim medyaya benzemiş olmasınlar.”

Arkadaşlara sordum: “Ne yapalım? Sesimizi nasıl duyuralım? Benim bir önerim var. Yirmi beş yazar bir kitap yazalım. Düşüncelerimizi bu kitapta söyleyelim.” Arkadaşlar bu düşünceyi doğru buldular. Romancı Erdal Öz büyük bir yayınevinin sahibiydi, o da kitabı basacak oldu.

Ben kitaba iki yazı yazdım. Bu sırada Der Spiegel dergisi benden bir yazı istedi. Yayıncı arkadaştan izin alarak dergiye gönderdim. Arkasından Index on Censorship dergisi bir yazı istedi, ikinci yazıyı da ona gönderdim.

Yazılar yayımlanınca da, Der Siegeldeki yazıdan dolayı hemen mahkemeye verildim. İki yıldan altı yıla kadar mahkumiyetim isteniyor.

Ben mahkemeye verilmeden bir gün önce de Düşünce Özgürlüğü ve Türkiye adlı ve 24 imzalı kitap çıkmış ve benim iki yazımdan dolayı iki saat içinde toplatılmıştı.

Sonra 81 kişi benim yazılarıma imza koyarak benim suçuma katıldı. Arkasından benim yazılarım da içinde 1081 gazeteci, yazar, ressam, aydın düşüncelerinden dolayı hapse girmiş yazarların, gazetecilerin yazılarından parçalar alarak bir kitap yaptılar, o kitabı da imzalayıp böylece suça katıldılar. Bugünlerde aldığım bir habere göre katılanların sayısı on beş bine çıkmış.

12 Temmuz 1995’te yargılanacağım yeniden. Bundan önceki yargılanmada yabancı ülkelerden gelen ve Türkiyeden katılan gazete ve televizyonların sayısı yüze yakındı.

Bu dünya çok tuhafıma gidiyor. Şaşkınlıklar içindeyim.

Bu haberi vermeden edemem, toplatılan kitabın ikincisini çıkardık. İkinci kitabın adı, Yine Düşünce Özgürlüğü Yine Türkiyedir. Bu sefer yirmi imza… Kitap çıkalı yirmi beş gün oldu ve daha toplatılmadı! Gene şaşkınlıklar içindeyim. Bu Türkiye, bu dünya çok çok tuhafıma gidiyor.

Haziran 1995, Gallimard Yayınevinin NRF dergisi

Yaşar Kemal Binbir Çiçekli Bahçe Yazılar – Konuşmalar, YKY

“CERVANTES-DON QUİJOTE” “DESCARTES-METAFİZİK DÜŞÜNCELER” – TÜLİN BUMİN

Dante’den Mcluhan’a 24 Başyapıt Üzerine Konuşmalar

Cervantes ve Descartes başlığı altında, Jale Parla’yla konuşma yapmam önerildi. Ben de biraz önce Jale’ye önce Descartes anlatalım dedim. Çünkü herhalde çoğunluk Cervantes’i merak ediyordur diye düşünüyorum. Çünkü romanesk, yanında bir rasyonalist; kuru, matematikçi, bütün vasıflara, baştan, antipatik gelmek için, a priori, sahip bir adam Descartes. Bir zamanlar tabii çok tutulan bir filozoftu; 300 yıldır, İncil’den sonra en fazla okunmuş kitaptır Konuşmalar, Meditasyon olmazsa da Konuşmalar. Dolayısıyla popüler bir yazar olmuş Descartes. Ama bugün okuduğumuzda, bilmiyorum denediniz mi, elinizden düşen bir kitap. Nasıl okursak okuyalım elimizden düşen bir kitap. Bir felsefeci, bugünkü sorunlarımıza, içinde, o sorulara benzer soruları soran ve belki umabileceğimiz cevaplan veren bir filozof beklersek, çok cazip olduğunu söyleyemeyeceğim. Ben savunmaya çalışacağım Descartes’ı. Onu söyleyeyim önceden. Filozof olarak ne kadar savunabilirim, bilmiyorum, yine de içimden savunmak geliyor Descartes’ı; çok fazla eleştiriye maruz bu sıralar, postmodernler tarafından. Her şeyin müsebbibi Descartes. Modernitenin, bütün sorunların müsebbibi. Çünkü özne felsefesi onunla başladı. Mesela Heidegger, şu ara en moda filozof diyelim, taraftan olan bir filozof.

Modernitenin gerçekten en radikal felsefi eleştirmeni, Heidegger; ve Heidegger Descartes’ın dekonstrüksiyonuyla işe başlıyor. Tabii haklı olduğu yanlar var. Şöyle ki, moderniteyi savunmak değil benim amacım. Modernitenin savunulacak yanları da var ama eleştirileri açısından, bazı eleştirilerine tabii ki katılıyorum, hepimiz katılırız. Yani özne felsefelerinin dünya görüşleriyle birlikte birtakım totaliter rejimlerin çağımızda complese’i olduğu, suçortağı olduğu konusu, bayağı ciddi bir görüş, tartışılabilir bir görüş, ama yine de ciddi bir tezdir diye düşünüyorum. Bunun da Descartes’la başladığını söylüyor, isterseniz oradan girelim, oradan başlayayım. Nedir? Öznenin ortaya çıkışı, özne felsefesinin ortaya çıkışı, Descartes’la, daha sonra Kant’la gelişecek, “kritik felsefe” olarak sonra Hegel’de göreceğiz devamını ve ondan sonra hatta Heidegger’in dediğine göre, özne daha çok bir irade olarak tanımlanacak ve Kant’ta bu irade bir şeyi isteyen bir iradeyken, özgürlüğü isteyen bir iradeyken, mesela ondan sonra, artık Nietzsche’de “irade iradesi” ya da “istem istemi”ne dönüşecek ve ondan sonra “güç istemi”ne dönüşecek. Hikâye bu. Heidegger’in bize sunduğu resim, modernitenin serüveni olarak sunduğu resim bu. Doğru yanları var ama, ona girmeyeceğim, şu an için en azından. Şimdi ben, böyle eleştirilen bir adam olarak Descartes’ı biraz savunmak istiyorum derken, en azından, tahmin ettiğimizden daha bize yakın olduğunu söylemek istiyorum. Tabii şu anlamda yakın, onu hepimiz biliyoruz. Mesela Heidegger moderniteyi negatif anlamda Descartes’tan başlatırken, Hegel de pozitif anlamında Descartes’tan başlatır ve der ki işte orada insanlık uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, nihayet Descartes’ın düşüncesinde, nihayet kendisini yuvasında hisseder ilk defa… Modern insanın kendini evinde hissettiği bir düşüncedir, o da pozitif olarak savunduğu moderniteyi Descartes’tan başlatır. Ben iki ipucu vereceğim: Descartes’ı niçin sevebileceğimizi, her şeye rağmen söylemek için, kendisine başvuracağım, ipucu olarak. Bir defa şöyle bir şey diyor, çevirmesi zor: Nul n’a jamais pense plus pres de soi. Yani hiç kimse, düşünceyi bu kadar yakınında tutmadı. Çevirince biraz garip oluyor. Yani, düşünce bu kadar içinde bir şey olmadı hiç kimsenin. Nasıl bir anlama gelecek, bunu göreceğiz daha sonra. Herhalde ama, şunu düşünüyoruz herhalde değil mi? Herhalde, kişisel bir şey oradaki düşünce, bireysel bir şey. ‘Ben’ diyen bir düşünce. Belki heyecanlanan bir düşünce, korkan bir düşünce. Bu Descartes hakkındaki yerleşik yargıları belki biraz sarsabilecek, kuşku uyandırabilecek bir ipucu diye sunuyorum. İkincisi Derrida ve Foucault arasındaki bir tartışma. Cogito konusunda. Foucault, Descartes’ın Cogito’yla birlikte, aslında Ortaçağ’da her yerde dolaşan delileri, nasıl 17. yüzyılda bir yere kapattıysa toplum, onu izole ettiyse, ‘başka’ olarak dıştaladıysa Descartes’ın da felsefede bir anlamda, Cogito’yu tanımlarken aynı şeyi yaptığını söylüyor. Cogito’yu tanımlarken Descartes hakikaten, kuşku aşamasındaki delilikten bahseder; değişik zihin durumlarını örnek olarak verirken delilikten bahseder ve duyusal kuşku evresinde, metafizik değil ama duyusal kuşku evresinde, bu örneği hatırlar hatırlamaz da hemen bunu ciddi bir şey ı Tarak görmediğini ve söz konusu etmeyeceğini söyler. Burada Foucault, Descartes’ın filozof olarak, yani rasyonalitenin temsilcisi olarak deliliği dıştaladığını, küçümsediğini ve kendi çağındaki kapatılışının da felsefi meşruluğunun bir anda kurulduğunu düşünür. Derrida buna karşı çıkar ve Foucault’ya, daha sonra belki daha ayrıntılı göreceğiz, eğer ilgilenirseniz, Foucault’ya metafizik kuşku aşamasında Descartes’ın delilik örneğini kapsayacak bir başka örneğe yer verdiğini, işte “habis cin” örneği ve “rüya” örneği, bu iki örneğe yer verdiğini ve böylece aslında Cogito’nun kuruluşunda Descartes’ın tahmin edilenin aksine, dış dünyayla ilgili tasarımlarının objektifliği konusunda yanılıyor olsam da, yani deli olsam da “düşündüğüm sürece varım” diyerek, deliliği tam da bir epistemolojik imkân olarak, Cogito’nun içine dahil ettiğini söyler, Derrida. Bunu da ilginç buluyorum, çünkü bütün postmodern eleştirilerin içinde tahmin ettiğimizin tersine daha ince Descartes okumalarının olduğunu gösteriyor bu bize diye düşünüyorum. Şimdi biraz o zaman isterseniz, Descartes’ın dönemine de bakalım.

Biraz hayatına bakmak istiyorum, biraz dönemine bakmak istiyorum. 17. yüzyıla yani, 17. yüzyılın entelektüel resmini bir hatırlatmak istiyorum. En önemli olay, bir bakıma, doğa konusunda, doğa bilimleri konusundaki devrimdir diyebiliriz. Doğa zaten, her zaman filozoflar için önemli olmuştur, zaman zaman model olmuştur ve çoğu zaman da diğer konulardaki görüşlerini de belirlemiştir. Ne oluyor 17. yüzyılda doğa konusunda? Doğa, bir bilim konusu haline geliyor, ama pathos’un, heyecanın konusu olarak, imgelemin konusu olarak da aslında büyük bir düşüşe uğruyor. Ne demek bu? Daha öncesini hatırlarsak, Antik Yunan’daki doğa kavramını biliyoruz, içinde anlamları, erekleri barındıran bir doğa anlayışı var Antik Yunan’da. Ortaçağ’da Tann’nın içine işaretler yerleştirdiği, katıldığı bir doğa, bize Tanrı’dan söz eden ikinci bir İncil gibi bir doğa, sembolik yazıma izin veren, öyle okumamıza izin veren bir doğa anlayışı var. 16. yüzyıl, Rönesans, çok farklı, tahmin ettiğimizin tersine, aslında hiç de modern anlamdaki bilimin beşiği değil. Çünkü orada, Giordano Bruno’lar ve diğerleri var. Ve büyük ölçüde pre-logique (mantık öncesi) ve pre-science (bilim öncesi) bir yaklaşımla doğaya yaklaşıyorlar. Onlar, doğayı, Aristoteles tarzı yasalar çerçevesinde, indirgeyerek anlamak istemiyorlar. Yeni yasalar da henüz keşfedilmiş değil. Bir bakıma iki yasa arası dönem gibi. 16. yüzyılda kimya henüz yok, ama simya var. Astronomi yok, astroloji var. Daha çok, doğayla ‘magique’ ilişkilerin kurulduğu bir dönem. Bu tabii ki sonraki bilim için pek çok veriyi hazırlıyor. Ama kendisi modern bilim anlamında değil henüz; 17. yüzyıl tarzında bir dönem değil, doğaya bakış öyle değil. Doğa bir bakıma, bir tanrıça onlar için. İşte bu tanrıçalık mertebesinden 17. yüzyılda büyük bir düşüşe uğruyor ve doğa, makine oluyor. Nedir bunun anlamı, doğanın makine olması? Her şeyden önce içinde birtakım ereklerin bulunmaması. Yani bu anlamda, anlamın bulunmaması. Anlamın olduğu takdirde ona dışarıdan ancak verilebilmesi. Herhangi bir makinenin anlamı onun için bizim istediğimiz anlamdır, onu kendisi için yaptığımız anlamdır. Onun dışında kendisinin bir ereği yoktur. O halde sonuna kadar Aristoteles’in ereksel nedenlerinin doğadan kovulduğu bir dönem. Ve tam da bu enkazın üstünde, öznenin yükseldiği bir dönem. Burada işte sadece bu yüzyıla özgü bir değişiklik var; çünkü, burada hiçbir yüzyılda olmadığı tarzda, mekanik bir doğa anlayışı ile kilisenin anlaştığını görüyoruz, dindar bir dünya anlayışının yanyana olabildiğini görüyoruz. Yani doğanın artık insana erdemlerini telkin etmediğini, yön vermediğini görüyoruz. Bunun dışında mekanist doğa anlayışı zaman zaman olmuş, Antik Yunan’da Demokritos’lar var. Ama orada, tanrılar olsa bile, bu dünyaya artık bulaşmayacakları, ellerini uzatamayacakları birtakım uzak yerlere gönderilmişler, öyle düşünülüyorlar. Yani bizim anladığımız anlamda bir tanrısallık; dünyaya müdahale eden, insanın kaderiyle ilgilenen bir tanrısallık yok. Bu nasıl mümkün oldu? Çünkü, 18. yüzyılda da olmayacak. 18. yüzyılda Aristoteles’te sadece beden için düşünülen mekanizma ruhu da ele geçirecek ve tekrar bir üniter varlık anlayışına doğru gidilecek. İşte pozitivizm olacak, fenomenizm olacak ve ateizm olacak. 17. yüzyıl böyle değil, bu bakımdan biricik yüzyıl, eşi olmayan bir yüzyıl. İşte Descartes’ın burada bir katkısı var, filozof olarak. En azından Descartes, bunu meşrulaştırma görevini yerine getirmiş çağında. Yani Galilei de haklı olabilir matematik, fizik anlayışıyla, diyor Descartes; İsa da haklı olabilir, bize erdemlerimiz konusunda ilettiği mesajla. Ve ikisi birbiriyle çelişmez. Çünkü varlık iki ayrı düzlemden oluşmaktadır. Mekanik olan düzlem, doğal düzlem, ki bu düzlem insanın bedenini de içinde barındıran bir düzlemdir; diğeri ise politik vs düzlem. Ve tam da o zamanlar, mesela Hobbes, çağdaşıydı, yazışıyorlardı; Hobbes’un böyle bir doğa ve bilim tasarımından pratik sonuçlar çıkarmasını Descartes son derece zararlı ve hatla sansür edilmeye layık bulduğunu yazar bir yerde. O halde, metafiziğin, sandığımızın ötesinde birtakım meşrulaştırıcı, felsefenin de genel olarak, bir işlevi var. Descartes’ta bunun iyi bir örneğini görüyoruz. İyi bir şey yapıyor demiyorum ama sonuç olarak bir entelektüel dünyada böyle bir problem var ve filozof bu problemi çözmeye çalışıyor, bunu dert ediniyor. Ve sadece filozof bunu dert ediniyor, bilim adamı değil, teolog da değil, din adamı da değil, ama filozof. Çünkü bir bütün olarak düşünme gibi kendisine bir yükümlülük veren bir adam filozof, hele o zamanlar. Evet, mekanist bir doğa anlayışıyla Tanrı’nın uzlaştığı yegâne yüzyıl, İsa’yla Galilei’nin. Çünkü artık doğa model değil diyoruz. Şimdi, bir kere bunu yaptıktan sonra, tabii ünlü tezi Descartes’ın ya da istediği şey, insan doğanın sahibi ve efendisi olabilir. Bu makine mertebesine düşmüş olan doğanın sahibi ve efendisi. Şimdi burada sahip ve efendi deyince, Tanrı’yı rahatsız edecek bir şey var değil mi? Yani Tanrı’ya rakip neredeyse insan. O halde bunun icazetini almış olmalı. Alıyor da. Yani Tanrı’nın aslında doğayı bir makine olarak yaptığını, oraya hiçbir erek koymadığını, ama ondan apayrı bir varlık olarak da ruhu insana verdiğini, insanın özünü böyle tanımladığını, böyle yaptığını ve onun da tıpkı kendisi gibi, yani mühendis-tanrı gibi, -çünkü eseri bir makine olan Tanrı, kendisi de bir mühendis-tanrı’dır- kendi modelini taklit etmesine izin verdiğini söylüyor ve bunu teologlara da kabul ettiriyor, aralarında yazışmalar var. Mesela, o zamanın bir ünlü kardinali, ona “lütfen bu çok değerli düşüncelerinizi, geliştirdikten sonra, insanlara iletmekte gecikmeyin, son derece insanlık için yararlı düşünceler” diyor. Sadece bu yüzyılda olabilecek bir şey. Yine, Mercaine; teolog arkadaşı, devamlı yazıştığı biri; o da, bir an önce bunları yayması gerektiğini, dini açıdan hiçbir sakıncası olmadığını, tam tersine son derece önemli görüşler olduğunu söylüyor. Yadırgatıcı bir durum. Bir örnek vereceğim burada, Descartes’ın bu konudaki metafizik çabalarıyla ilgili. Descartes’la ilgili önemli bir tartışmadır ezeli-ebedi hakikatler konusu, matematik hakikatler. Ampirik konulara değinen hakikatler öyle değildir, biliyorsunuz. Ama matematik hakikatler, ezeli-ebedi olduğu düşünülür, öyledir. Bunların varlığı ortaçağda da problem olmuş, çünkü ezeli-ebedi dediğimiz zaman Tanrı’yı çağrıştıran sıfatlar bunlar. Nasıl olacak? Yani Tanrı bile isterse iki kere iki dört mü edecek? Beş etmesini isteyemez mi? Bize belki saçma gelen bir soru, Tanrı-merkezli bir akılsallık anlayışında ve evren tasarımında ciddi bir soru. Aynı şeyi, mesela Augustinus, Ortaçağ’da sormuş, iyi ve kötü ile ilgili, moralle ilgili. İyi nedir? Tanrı onu istediği için mi iyidir? Tanrı’nın buyruğu mu daha önemlidir yoksa iyi kendinde iyi midir? İnsanı öldürmemek, diğerlerini öldürmemek.

Bu kendinde bir değer midir? Yoksa bir Tanrı buyruğu mudur? Tanrı öyle buyursaydı, insanları öldürmek iyi olur muydu? Bu ciddi bir sorun. Descartes bunu moral planda değil ama matematiksel planda soruyor, çünkü konu doğa bilimi ve matematik. Ve bir matematikçi olarak, doğa bilimci olarak, o zamanda hiç de böyle bir sorun yok; aslında, değinmeyebilirdi buna, ama ezeli ve ebedi hakikatlerin yaratılmış olduğunu söylüyor. Yani Tanrı isteseydi onları başka türlü yaratabilirdi. Bunu anlamak da zor. Ama biraz yakından baktığımızda meseleye, görüyoruz ki, aslında Descartes’ın amacı belki Tanrı’nın çok güçlü olduğunu, matematik hakikatlerden de güçlü olduğunu söylemek; ama asıl amacı, doğa üzerinde insanın hâkimiyetine hiçbir sınır gelmemesini, tanrısal açıdan herhangi bir sakıncası olmamasını sağlamak. Nasıl? Eğer matematik hakikatler yaratmaksa, o zaman insan, kendisi de bir yaratılmış varlık olarak, onlara sonuna kadar nüfuz edebilir. Ve böylelikle, daha önce söylendiği gibi Tanrı’nın zihninin içeriğini oluşturmayan, yani ezeli-ebedi olmayan bu hakikatlere nüfuz etmesinde de hiçbir sakınca yoktur. Yani bu hakikatlerle ilişki, insanın ilişkisi, yaratık-yaratık ilişkisidir. O halde görüyoruz, en ince, en skolastik, hiç akla gelmeyecek, hatta problem olarak ortada bulunmayan sorularda bile, bunları dert edinmesinin arkasında bile Descartes’ın tabii ki karşısında olan, doğa bilimi ve bir bilim adamı olarak kendisi var, kaygı olarak. Evet, mühendis-filozof. Kendisini aslında, bir zanaatkâr olarak da görüyor, bir mühendis olarak da görüyor. Bu makine doğa tasarımının, doğanın o büyük düşüşünün olduğu ana, bir tarih de düşmemiz mümkün, 1632 diyebiliriz. Galilei orada İki Dünya Sistemi Üzerine Konuşmalar diye bir kitap yazmış. Aslında başlık gayet zararsız gibi, felsefi bir başlık. Ama senaryo hiç de öyle değil. Çünkü bu diyaloglar mesela Venedik Arsenali’nde geçiyor. Felsefi bir problemin bir Arsenal’de tartışılması enteresan. Yine, bunu tartışanlar filozoflar değil artık, mühendisler. Bu da ilginç! Yani bu, büyük kozmik sorunların artık mühendislerin konusu olduğunu, mühendisin bir düşünür mertebesine yükseldiğini gösteriyor. Bütün bunun arkasında da matematik ve fiziğin bir araya gelmesi var. Daha önce düşünülmemiş bir şey bu, matematik-fizik. Matematik Antik Yunan’da var ama daha çok astronomiye, mükemmellikler âlemi olduğu düşünülen gökyüzüne uygulanan bir bilim. Fizik ise ampirik, gelip geçici, ay-altı âlemine uygulanan.

İkisinin bir araya gelmesi hiçbir zaman düşünülmemiş. İşte Galilei devrimi ve 17. yüzyılın büyük bilim devrimi bu ikisinin karşılaşmasıyla oluyor. Daha önce birtakım deneyimler var Ortaçağ’da, Rönesans’ta, ama gidip baktığımızda sanki o deneyimler bir mutfak, yemek tarifi gibidir. Bir parça kükürt, bir kaşık tuz, biraz demir şeklindedir. Yani bir tür ‘aşağı-yukarı’lıklar evrenidir ampirik dünya. Oysa şimdi, geometrinin dünyasıyla aynı dünya haline geliyor. Rasyonel olan rasyonalite bu dünyayı kavrayabiliyor. Evet, bu rasyonalist filozof, ve kitabı olarak seçilen Meditasyon, “Düşünceler” diye de çevrildi Türkçeye. Tabii biz her şeye “düşünce” diyoruz. Meditasyon, düşünce de, nasıl bir düşünce? Karşılığını hemen bulamasak da aslında, Kenan Gürsoy belki bir şey önerebilir, meditasyon için… “Tefekkür” geldi aklıma, doğru mu? Şöyle bir düşünce, “uzun uzun düşünme”. Uzun uzun düşünme, hatta, derin derin düşünme, zamana yayarak üzerinde düşünme. Hatta, biraz, rüya ve hayalle karışıyor meditasyon, o kullanımı da var Fransızcada. Böyle bir düşünce. O halde insanın kendisini dünyadan biraz yalıtmasını, kendisine dönmesini gerektiriyor ve kendisine zaman vermesini gerektiriyor. Bu tarz bir düşünce. Meditasyon’un başlığı, şimdi daha önce Discours’u yazmış, Fransızca olarak yazmış, (Konuşmalar) ve “bunu köylülerin bile anlamasını istiyorum” demiş. Hatta “Kadınlar da anlayacaktır bunu umarım”. Ama tabii eğitimli olanlar da anlarsa, orada zekice bir şey bulursa bundan memnun olurum.” Popüler bir kitap niyetine. Meditasyon’’u Latince yazıyor. Ve başlığı, gerçekten rasyonalist. Katı; Descartes’ın kitabının başlığı olmaya uygun bir başlık: “Tanrı’nın Varlığı, Ruhun ve Bedenin Gerçek Ayrılığının İspatı Konusunda İlk Felsefi Düşünceler”. Ama içine baktığımızda tıpkı, Konuşmalarda (Discours’da) olduğu gibi farklı bir şeyle karşılaşıyoruz. Bir kere, durmadan, “Ben” diyen bir metin. “Ben şöyle yapıyorum, böyle yapıyorum.” Maddeden bahsederken de “alıyorum, kokluyorum, rengi şöyle, odamda dolaşıyorum, penceremden bakıyorum, birtakım şapkalı adamlar görüyorum. Ama bunlar acaba gerçekten düşündüğüm, tasarıma sahip olduğum adamlar mı yoksa birtakım hayaletler ya da otomatlar mı? Bundan da emin olamıyorum.” Böyle bir dramaturg sanki ve ayrıca kendi canlı düşünme deneyimini anlattığını görüyoruz. Ve bunu bizim adım adım izlememizi istiyor. Kuşkusuz anlatırken de öyle. Zamandan bahsediyor mesela. İspatta zaman olmaz. Spinoza, “ezeli ebedi sonsuzluk görünüşü altında doğaya bakacağız” der. İspat böyledir, geometrinin ispatları böyledir. Oysa burada, zaman, “uzun zaman Önce karar vermiştim. Her şeyden kuşku duymaya karar vermiştim. Çünkü küçük yaşlarımdan itibaren edindiğim pek çok görüşün aslında yanlış olduğunu anladım. Ve ben sadece, sadece akla yatkın gelen bütün görüşlerden kuşku duyma kararını aldım. Ama bu kararımı hemen uygulamadım. 14 sene bekledim.” 40 yaşına kadar bekliyor. Çünkü zor bir deneyim. Bir de kuşkusundan kuşku duyuyor. Yerinde bir kuşku mu bu? Kolay bir iş değil. Bunları anlatıyor bize Meditasyon. Ama, tabii bizim artık, o zamanlar da, köylüler için, Discours özellikle köylüler için, kadınlar için, yazılmış kitabı, 350 yıl boyunca İncil kadar çok okunmuş kitabı, bugün böyle okumamız çok zor. Çünkü biz onu, bütün bu yorumlar, metafizik tartışmalardan oluşan bir dağın tepesinden okuyoruz. Descartes’ın çok yanında, içindeki düşüncesinin yanında olmamız çok zor. Doğal da tabii.

Ama böyle bir kitap olduğunu en azından bilmeliyiz diye düşünüyorum. Evet, bana göre, mesela şöyle diyor: Bütün bu fizik bilimleri, Galilei, çok doğru. Ama ya bütün bunlar bir fabl ise? Yani doğa üzerine anlatılan hikâyelerse? Nereden biliyoruz bunların gerçekten sadece bizim düşündüğümüz şeyler değil de bilimin ama doğanın yasaları olduğunu? Ve bu konuda, başlıkta ispattan bahsettiği halde, burada mefranchisse diyor, “okurlarıma ben samimiyetimi iletiyorum”. İşte belki burada Cervantes’le de bir bağ kurulabilir. Yani böyle bir birey, böyle bir özne, “ben” diye konuşan ve bir bakıma en rasyonalist, en bilimsel görünüşteki bir eserde bile, daha önce hiç kimse yaşamamışçasına, sıfırdan, sadece kendi düşüncesinin serüveninin ardına takılarak gidebilen bir düşünce. Bu daha önce rastlanmamış bir şey.

Böyle bilim yapmak, böyle felsefe yapmak daha önce hiç görmediğimiz bir şey. İşte onun için belki Hegel, “orada kendi yuvamızda hissediyoruz” diyor, modern öznenin doğduğu an. Bunu kitabın logos ‘undan çok pathos’unda, heyecanında bulabiliriz, diye düşünüyorum. Je deyişinde “ben” deyişinde, “bana göre” deyişinde, “samimiyetimi iletiyorum” deyişinde, kuşkusunu anlatırken heyecanlarından, bıkkınlığından ve sonunda sevincinden bahsedişinde. Ve bir bakıma belki de, böyle okununca, romanesk bir metin denilebilir diye düşünüyorum. Ayrıca da Descartes’ın, şu yönüyle de, şunu da hatırlarsak, karakterinin bu yönünü anlayabiliriz, radikal olarak modern yönünü böylece anlayabiliriz. Descartes bu iki kitabında böyle bir üslup güderken, daha sonra, mesela Principes’ten itibaren artık bu üslubunu terk edecektir. Bunu terk ettiği andan itibaren de yazmaktan hoşlanmamaya başlayacaktır. Bunun yerine, aynı üslupla yazdığı, bol miktarda Kraliçe Christine’e ve Prenses Elizabeth’e ve Chamin’e yazdığı mektuplarını bulacağız. Bol miktarda bireyden bireye yazmaya başlayacaktır. Interpersonnel bir ilişki. Yani, bir ‘özne’ kendisi, “ben” diyen bir özne ve karşısındaki de “biri”, onunla konuşmayı tercih ediyor. Bu da bana enteresan geliyor. Hayatından maalesef bahsedemedik, o da belki bize ilginç gelirdi ama bir tek şunu söyleyeyim hayatıyla ilgili olarak, merak etmenizi sağlamak için en azından: Descartes, La Creche Cizvit Koleji’nde okuyor. Amcasının da rektör olduğu bir kolej olduğu için de, çocukluğundan itibaren pek sağlıklı olmadığı için, sabahları uzun uzun yatakta kalmasına izin veriliyor. Hayatı boyunca da öyle yapmıştır. Çok geç saatlere kadar, en az 10 saat uyumuştur. Ve meditasyonlarının da, felsefi düşüncelerinin de senede bazı günler ve günde de ancak belli bir zaman yapılabilecek şeyler olduğunu söylemiştir, felsefi düşüncelerin. Ülkesinde çok az yaşamıştır. 20 yılı Hollanda’da geçmiştir. Bol seyahat etmiştir. Her zaman bağımsız olmayı seçmiştir. Kendi ailesinden kalan geliri dışında ona verilen hiçbir geliri, hiçbir ücreti kabul etmemiştir. En sonunda, hiç gitmek istemediği İsveç’e gitmiştir. Orada da, belki yine uykuya bağlayabileceğimiz bir nedenle ölmüştür. Çünkü, çok erken kalkmak zorunda. İsveç Kraliçesi sabahları öte sarayın kütüphanesinde kendisine ders vermesini istiyor. Zaten kışın “buzullar gibi, düşüncelerin bile donduğunu” söylediği bir ülkede, sabahları 5’te kalkarak, ancak kısa bir süre yaşayıp, ölüyor. Belki bu da sizin kalbinizi yumuşatır ona karşı, aslında söyleyecek çok şey var Cervantes’i yine de daha ilginç bulacaksınız, şu aralar. Sorularla dönebiliriz bazı şeylere.

Salı Toplantıları, 2001-2002 ,İstanbul Konuşmacılar: Jale Parla, Tülin Bumin “Cervantes-Don Quijote” “Descartes-Metafizik Düşünceler” Kaynak: Dante’den Mcluhan’a 24 Başyapıt Üzerine Konuşmalar

TARİHE IŞIK, BEDREDDİN’E AĞIT; NAZIM’IN ŞEYH BEDREDDİN DESTANI’NI TUNCEL KURTİZ’DEN DİNLEYİN

Sedirde al yeşil, dal dal bursa ipeklisi,/ duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler, gümüş ibriklerde şarap,/ bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi./ Öz kardeşi Musa’yı ok kirişiyle boğup/ yani bir altın leğende kardeş kanıyla abdest alarak/ Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkar idi.

Çelebi hünkar idi amma/ Al Osman ülkesinde esen/bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgar idi./ Köylünün göz nuru zeamet/ alın teri timar idi./ Kırık testiler susuz/ su başlarında bıyık buran sipahiler var idi./ Yolcu yollarda topraksız insanın/ ve insansız toprağın feryadını duyar idi./ Ve yolların sonu kale kapısında kılıç şakırdar/ köpüklü atlar kişner iken/ çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi/ tarümar idi/ Velhasıl hünkar idi, timar idi, rüzgar idi/ ahüzar idi.

Bu göl İznik gölüdür./ Durgundur./ Karanlıktır./ Derindir./ Bir kuyu suyu gibi/içindedir dağların./ Bizim burada göller/ dumanlıdırlar./ Balıkların eti yavan olur, sazlıklardan ısıtma gelir,/ ve göl insanı/ sakalına ak düşmeden ölür. Bu göl İznik gölüdür./ Yanında İznik kasabası./ İznik kasabasında/ kırık bir yürek gibidir demircinin örsü./ Çocuklar açtır./ Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi./ Ve delikanlılar türkü söylemez.

Cafrande.org  Şeyh Bedreddin Dosyası ♦Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl ve Ahmedin Hikayesi – Nazım Hikmet ♦“Modern çağın en önemli müjdecisi” Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin – Dr.Hikmet Kıvılcımlı Şeyh Bedreddin Belgeseli (online izle) Şeyh Bedreddin Kitabı Vardiat  Üzerine Şeyh Bedreddin: Topluma gerçeği gösteren bir düşünür, devrimci bir savaşçı ♦ Thomas Münzer, Şeyh Bedreddin ve Nazım Hikmet – Nedim Gürsel Şeyh Bedreddin Yaşamı ve Felsefesi Osmanlı gayrı-resmi tarihin önemli aktörü: Şeyh Bedreddin Bu kasaba İznik kasabası. Bu ev esnaf mahallesinde bir ev. Bu evde bir ihtiyar vardır Bedreddin adında. Boyu küçük sakalı büyük sakalı ak. Çekik çocuk gözleri kurnaz ve sarı parmakları saz gibi. Bedreddin ak bir koyun postu üstüne oturmuş. Hatt-ı talik ile yazıyor “Teshil”i. Karşısında diz çökmüşler ve karşıdan bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona. Bakıyor: Başı traşlı kalın kaşlı ince uzun boylu Börklüce Mustafa. Bakıyor: Kartal gagalı torlak Kemal.. Bakmaktan bıkıp usanmayıp bakmağa doymayarak İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar.. Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır. Ve gölde ipi kopmuş boş bir balıkçı kayığı bir kuş ölüsü gibi suyun üstünde yüzüyor. Gidiyor suyun götürdüğü yere, gidiyor parçalanmak için karşı dağlara. İznik gölünde akşam oldu. Dağ başlarının kalın sesli sipahileri güneşin boynunu vurup kanını göle akıttılar. Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır. bir sazan balığı yüzünden kaleye zincirlenen balıkçının kadını. İznik gölünde akşam oldu. Bedreddin eğildi suya avuçlayıp doğruldu. Ve sular parmaklarından dökülüp tekrar göle dönerken dedi kendi kendine: “- O ateş ki kalbimin içindedir tutuşmuştur günden güne artıyor. Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna eriyecek yüreğim. Ben gayri zuhur ve huruç edeceğim Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz. Ve kuvvetli ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip biz mülletlerin ve mezheplerin kanunlarını iptal edeceğiz… * Ertesi gün gölde kayık parçalanır kalede bir baş kesilir kıyıda bir kadın ağlar ve yazarken Simavnalı “Teshil”ini Torlak Kemalle Mustafa öptüler şeyhlerinin elini. Al atların kolanını sıktılar. Ve İznik kapısından dizlerinde çırıl çıplak bir kılıç heybelerinde al yazma bir kitapla çıktilar… Kitaplarının adı: “Varidat”dı. Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal, Bedreddinin elini öpüp atlarına binerek biri Aydın biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş Aydın elinde Karaburun’da. Bedreddinin kelamını söylemiş köylünün huzurunda. Duyduk ki; “cümle derdinden kurtulup piri pak olsun diye, on beş yaşında bir civan teni gibi toprağın eti, ağalar top yekun kılıçtan geçirilip verilmiş ortaya hünkar beylerinin timarı zeameti.” Duyduk ki… Bu işler duyulur da durmak olur mu? Bir sabah erken Haymana ovasında bir garip kuş öterken, sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik. “Varalım, dedik. Görelim dedik. “Yapışıp sabanın sapına şol kardeş toprağını biz de bir yol sürelim, dedik.” Düştük dağlara dağlara aştık dağları dağları… Dostlar, ben yolculuk etmem bir başıma. Bir ikindi vakti can yoldaşıma dedim ki: geldik. Dedim ki: bak başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe bir adım geride ağlayan toprak. Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir, kütükler zor taşıyor kehribar salkımları. Saz sepetlerde oynayan balıkları gör : ıslak derileri pul pul, ışıl şışldır ve körpe kuzu eti gibi aktır yumuşaktır etleri. Dedim ki bak, burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi bereketli. Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..

Arkamızda hünkarın ve hünkar beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpare ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce yiğitlerinden.

İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir gemiciymiş. O da börklüce müritlerinden.

Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu, şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyleyen Hüseyine benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu, bu Aydınlıymuş.

İlk sözü söyleyen Aydınlı oldu:

– Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.

– Dostuz, dedik.

Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkar beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.

Yine o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyine benzeyeni dedi ki:

– Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları sırma cepken giyen haramilerin kanıyla suladık da ondandır.

Müjde büyüktü. Rehberim:

– Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.

Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kar deş toprağını bırakarak tekrar Al Osman oğullarının karanlığına daldık.

Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava ıslak ve kederliydi.

Bedreddin:

– Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.

Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık onlarla aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor. Bedreddinin atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz. Ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk.

Bir gece bir denizde yalniz yildizlar ve bir yelkenli vardi. Bir gece bir denizde bir yelkenli yapyalnizdi yildizlarla. Yildizlar sayisizdi. Yildizlar sonuktu. Su karanlikti ve goz alabildigine dumduzdu.

Sari Anastasla Adali Bekir hamladaydilar. Koc Salihle ben pruvada. Ve Bedreddin parmaklari sakalina gomulu dinliyordu kureklerin sipirtisini.

Ben: – Ya! Bedreddin! dedim, uyuklayan yelkenlerin tepesinde yildizlardan baska bir sey goremiyoruz. Fisiltilar dolasmiyor havalarda. Ve denizin icinden gurultuler duymuyoruz. Sade bir dilsiz, karanlik su, sade onun uykusu. Ak sakali boyundan buyuk kucuk ihtiyar guldu, dedi: – Sen bakma havanin durgunluguna Derya dedigin uyur uyur uyanir.

Bir gece bir denizde yanliz yildizlar ve bir yelkenli vardi. Bir gece bir yelkenli gecip Karadenizi gidiyordu Deliormana Agac denizine…

Bu orman ki deliormandir gelip durmusuz demen Agacdenizinde cadir kurmusuz. “Malum nicin geldik, malum derdi derunumuz” diye her daldan her koye bir sahin ucurmusuz.

Her sahin pesine yuz aslan takip gelmis. Koylu, bey ekinini, cirak carsiyi yakip reaya zinciri birakip gelmis. Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil kol kol Agac denizine akip gelmis…

Bir kizilca kiyamet! Karismis birbirine at, insan, mizrak, demir, yaprak, deri, gurgenlerin dallari, meselerin kokleri. Ne boyle bir alem gormuslugu vardir, ne boyle bir ugultu duymuslugu var Deliormak deli olali beri…

Anastasi Deliormanda Bedreddinin ordugahina birakip ben ve rehberim geliboluya indik. Bizden once buradan denizi yuzerek gecen olmus. Galiba bir dildade yuzunden. Biz de denizi yuzerek karsi kiyiya vardik. Lakin bizi bir balik gibi cevik yapan sey bir kadin yuzunu ay isiginda seyretmek ihtirasi degil, Izmir yoluyla Karaburuna, bu sefer seyhinden Mustafaya haber ulastirmak isiydi.

Izmire yakin bir kervansaraya vardigimizda, padisahin on iki yasindaki oglunun elinden tutan Bayezit Pasanin Anadolu askerlerini topladigini duyduk.

Izmirde cok oyalanmadik. Sehirden cikip Aydin yolunu tutmustuk ki bir bag icinde bir ceviz agaci altinda, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmis dinlenen ve sohbet eden dort celebiye rastladik. Her birinin ustunde baska cesit libas vardi. Ucu kavukluydu, birisi fesli. Selam verdiler. Selam aldik. Kavuklulardan birisi Nesri imis. Dedi ki:

– Halki ibahet mezhebine davet eden Borklucenin uzerine Sultan Mehemmed Bayezit Pasayi gonderir.

Kavuklulardan ikincisi Sekerullah bin Sehabeddin imis. Dedi ki:

– Bu sofinin basina pek cok kimseler toplandi. Ve bunlarin dahi ser’i Muhammediye muhalif nice isleri asikar oldu.

Kavuklulardan ucuncusu Asikpasazade imis. Dedi ki:

– Sual: Ahir Borkluce paralanirsa imanla mi gidecek imansiz mi? – Cevap : Allah bilir anincunkim biz anin mevti halini bilmezuz..

Fesli olan celebi Ilahiyat Fakultesi Tarih-i Kelam muderrisiydi. Yuzume bakti. Gozlerini kirpistirarak kurnaz kurnaz gulumsedi. Bir sey demedi.

Biz hemen atlarimizi mahmuzladik. Ve bir bag icinde bir ceviz agaci altinda, bir kuyuya saldiklari karpuzlari serinletip sohbet edenleri nallarimizin tozlari arkasinda birakarak Aydina, Karaburuna Borklucenin yanina vardik.

Sicakti. Sicak. Sapi kanli, demiri kor bir bicakti sicak.

Sicakti. Bulutlar doluydular, Bulutlar bosanacak bosanacakti. O, kimildamadan bakti, kayalardan iki gozu iki kartal gibi indi ovaya. Orda en yumusak, en sert, en tutumlu, en comert, en seven, en buyuk, en guzel kadin: TOPRAK nerdeyse doguracak doguracakti.

Sicakti. Bakti Karaburun daglarindan O bakti bu topragin sonundaki ufka catarak kaslarini: Kirlarda cocuk baslarini Kanli gelincikler gibi koparip cirilciplak cigliklari surukleyip pesinde bes tuglu bir yangin geliyordu karsidan ufku sarip. Bu gelen Sehzade Muratti. Hukmu humayun sadir olmustu ki Sehzade Muradin ismine Aydin eline varip Bedreddin halifesi mulhid Mustafanin basina ine.

Sicakti. Bedreddin halifesi mulhid mustafa bakti, bakti koylu Mustafa. Bakti korkmadan kizmadan gulmeden. Bakti dimdik dosdogru. Bakti O. En tumusak , en sert, en tutumlu, en comert, en seven, en buyuk, en guzel kadin: TOPRAK neredeyse doguracak doguracakti.

Bakti. Bedreddin yigitleri kayalardan ufka baktilar. Git gide yaklasiyordu bu topragin sonu fermanli bir olum kusunun kanatlariyla. Oysaki onlar bu topragi, bu kayalardan bakanlar, onu, uzumu, inciri, nari, tuyleri baldan sari, sutleri baldan koyu davarlari, ince belli aslan yeleli atlariyla duvarsiz ve sinirsiz bir kardes sofrasi gibi acmistilar.

Sicakti. Bakti. Bedreddin yigitleri baktilar ufka..

*

En tumusak , en sert, en tutumlu, en comert, en seven, en buyuk, en guzel kadin: TOPRAK neredeyse doguracak doguracakti. Sicakti, Bulutlar doluydular. Neredeyse tatli bir soz gibi ilk damla dusecekti yere- Birden- -bire kayalardan dokulur gokten yagar yerden biter gibi, bu topragin verdigi en son eser gibi Bedreddin yigitleri sehzade ordusunun karsisina ciktilar. Dikissiz ak libasli bas acik yalnayak ve yalin kilictilar.

Mubalaga cenk olundu.

Aydinin turk koyluleri, Sakizli Rum gemiciler, Yahudi esnaflari, on bin mulhid yoldasi Borkluce Mustafanin dusman ormanina on bin balta gibi daldi. Bayraklari al, yesil, kalkanlari kakma, tulgasi tunc saflar pare pare edildi ama, bosanan yagmur icinde gun inerken aksama on binler iki bin kaldi.

Hep bir agizdan turku soyleyip hep beraber sulardan cekmek agi, demiri oya gibi isleyip hep beraber, hep beraber surebilmek topragi, balli incirleri hep beraber yiyebilmek, yarin yanagindan gayri her seyde her yerde hep beraber! diyebilmek icin on binler verdi sekiz binini..

Yenildiler.

Yenenler, yenilenlerin dikissiz ak gomlegine sildiler kiliclarinin kanini. Ve hep beraber soylenen bir turku gibi hep beraber kardes elleriyle islenen toprak Edirne sarayinda damizlanmis atlarin esildi nallariyla. Tarihsel, sosyal, ekonomik sartlarin zaruri neticesi bu! deme, bilirim! O dedigin nesnenin onunde kafamla egilirim. Ama bu yurek o, bu dilden anlamaz pek. O, “hey gidi kambur felek, hey gidi kahpe devran hey”, der.

Ve teker teker, bir an icinde, omuzlarinda dilim dilim kirbac izleri, yuzleri kan icinde gecer ciplak ayaklariyla yuregime basarak gecer Aydin ellerinden Karaburun magluplari..

Karanlikta durdular. Sozu O aldi, dedi : “- Ayaslug sehrinde pazar kurdular. Yine kimin dostlar yine kimin boynun vurdular?”

Yagmur yagiyordu boyuna. Sozu onlar alip dediler ona : “- Daha pazar kurulmadi kurulacak. Esen ruzgar durulmadi durulacak. Boynu daha vurulmadi vurulacak!” Karanlik islanirken perde perde belirdim onlarin oldugu yerde sozu ben aldim, dedim: “- Ayaslug sehrinin kapisi nerde? Goster geceyim! Kalesi var mi? Soyle yikayim. Bac alirlar mi? De ki vermeyim!”

Sozu O aldi, dedi: “- Ayaslug sehrinin kapisi dardir. Girip cikilmaz. Kalesi vardir, kolay yikilmaz. Var git al atli yigit var git isine!..”

Dedim : “- Girip cikarim!” Dedim : “- Yakip yikarim!” Dedi : “- Yagis kesildi gun agariyor. Cellat Ali, Mustafayi cagiriyor! Var git al atli yigit var git isine!..”

Dedim : “- Dostlar birakin beni birakin beni. Dostlar goreyim onu goreyim onu! Sanmayiniz dayanamam. Sanmayiniz yandigimi el aleme belli etmeden yanamam!

Dostlar “Olmaz!” demeyin, “Olmaz!” demeyişn bosuna. Sapindan kopacak armut degil bu armut degil bu, yarali olsa da dusmez dalindan; bu yurek bu yurek benzemez serce kusuna serce kusuna!

Dostlar biliyorum! Dostlar biliyorum nerde ne haldedir O! Biliyorum gitti gelmez bir daha! Biliyorum bir deve horgucunde kanayan bir carmiha cirilciplak bedeni mihlidir kollarindan. Dostlar birakin beni. birakin beni. Dostlar bir varayim goreyim goreyim Bedreddin kullarindan Borkluce Mustafayi Mustafayi.

*

Boynu vurulacak iki bin adam, Mustafa ve carmihi cellat, kutuk ve satir har sey hazir her sey tamam.

Kizil sirma islemeli bir hasa altin uzengiler kir bir at. Atin ustunde kalin kasli bir cocuk Amasya padisahi sehzade sultan Murat, Ve yaninda onun bilmem kacinci tuguna ettigim Bayezid pasa!

Satiri caldi cellat. Caiplak boyunlar yarildi nar gibi, yesil bir daldan dusen almalar gibi birbiri ardinca dustu baslar. Ve her bas duserken yere carmihindan Mustafa bakti son defa. Ve her yere dusen basin kili depremedi : – Iris dede sultanim iris! dedi bir,

baska bir soz demedi..

Bayezid pasa Manisaya gelmis, Torlak Kemali anda bulup ani dahi anda asmis, on vilayet reftis edilerek giderilecekler giderilmis ve on vilayet betekrar bey kullarina timar verilmisti.

Rehberimle ben bu on vilayetten gectik. Tepemizde akbabalar dolasiyor ve zaman zaman acaip cigliklar atarak karanlik derelerin icine suzuluyorlar, henuz kanlari kurumamis korpe kadin ve cocuk olulerinin ustune iniyorlardi. Yollarda gunesin altinda, genc, ihtiyar erkek cesetleri serili oldugu halde, kuslarin yalniz kadin ve cocuk etini tercih etmeleri karinlarinin ne kadar tok oldugunu gosteriyordu.

Yollarda hunkar beylerinin alaylarina rastliyorduk.

Hunkar bey kullari; curumus bir bag havasi gibi agir ve buyuk bir guclukle kimildanabilen ruzgarlarin icinden ve parcalanmis topragin ustunden gecerek, rengarenk tuglari, davullariyla ve cengu cigane ile timarlarina donup yerlesirlerken biz on vilayeti biraktik. Gelibolu karsidan gorundu. Rehberime:

– Takatim kalmadi gayri, dedim, denizi yuzerek gecmem mumkun degil.

Bir kayik bulduk.

Deniz dalgaliydi. Kayikciya baktim. Bir almanca kitabin ic kapagindan koparip kogusta bas ucuma astigim resme benziyor. Kaln biyigi abanoz gibi siyah, sakali genis ve bembeyaz. Omrumde boyle acik, boyle konusan bir alin gormemisimdir.

Bogazin orta yerine gelmistik, deniz durmamacasina akiyor, kursun boyali havanin icinde sular kopuklenerek kayigimizin altindan kayiyordu ki kogustaki resme benzeyen kayikcimiz:

– Serbest insan ve esir, patrici ve plep, derebeyi ve toprak kolesi, usta ve cirak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir ziddiyetle birbirine karsi gogus gererek bazen al altindan bazen aciktan aciga fasilasiz bir mucadeleyi devam ettirdiler; dedi.

Rumeline ayak bastigimizda Celebi Sultan Mehemmedin Selanik kalesindeki muhasarayi kaldirarak Sereze geldigini duyduk. Bir an once Deliormana ulasmak icin gece gunduz yol almaya basladik.

Bir gece yol kenarinda oturmus dinleniyorduk ki, karsidan Deliorman taraflarindan gelip Serez sehrine dogru giden uc atli, dolu dizgin onumuzden gecti. Atlilardan birinin terkisinde insana benzer bir karalti gormustum. Tuylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:

Ben tanirim bu nal seslerini. Bu kopukleri kanli simsiyah atlar karanlik yolun ustunden dortnala gecip hep boyle terkilerinde bagli esirler goturduler.

Ben tanirim bu nal seslerini. Onlar bir sabah cadirlarimiza bir dost turkusu gibi gelmislerdir. Bolusmusuzdur ekmegimizi onlarla. Hava oyle guzeldir, yurek oyle umutlu, goz cocuklasmis ve hakim dostumuz SUPHE uykuda… Ben tanirim bu nal seslerini. Onlar bir gece cadirlarimizdan dolu dizgin uzaklasirlar. Nobetciyi sirtindan bicaklamislardir ve terkilerinde en degerlimizin arkadan baglanmis kollari vardir.

Ben tanirim bu nal seslerini onlari Deliorman da tanir..

Filhakika bu nal seslerini Deliormanin da tanidigini cok gecmeddn ogrendik. Cunku ormanimizin eteklerine ilk adimimizi atmistik ki, Beyezid pasanin diger tedbirati saibe ile ormana adamlar biraktigini, bunlarin karargaha kadar sokulup Bedreddinin murudligine dahil olduklarini ve bir gece seyhimizi cadirinda uykuda bastirip kacirdiklarini duyduk. Yani yol kenarinda rastladigimiz uc atli Osmanli tarihindeki provokatorlerin agababasi idiler ve terkilerinde goturdukleri esir de Bedreddindi.

Rumeli, Serez ve bir eski terkibi izafi: HUZURU HUMAYUN.

Ortada yere sapli bir kilic gibi dimdik bizim ihtiyar. Karsida hunkar. Bakistilar.

Hunkar istedi ki: bu musahhas kufru yere sermeden once, son sozu ipe vermeden once, biraz da seriat eylesin abrazi huner adabu erkaniyle halledilsin is.

Hazir bilmeclis Mevlana Hayder derler mulku acemden henuz gelmis bir ulu danismend kisi kinali sakalini ilhami ilahiye egip, “Mali haramdir amma bunun kani helaldir” deyip halletti isi…

Donuldu Bedreddine Denildi : “Sen de konus.” Denildi : “Ver hesabini ilhadinin.”

Bedreddin bakti kemerlerden disari. Disarda gunes var. Yesermis avluda bir agacin dallari, ve bir akar suyla oyulmaktadir taslar. Bedreddin gulumsedi. Aydinlandi ici gozlerinin, dedi: – Madem ki bu kerre maglubuz netsek, neylesek zaid. Gayri uzatman sozu. Mademki fetva bize aid verin ki basak bagrina muhrumuzu..

Yagmur ciseliyor, korkarak yavas sesle bir ihanet konusmasi gibi.

Yagmur ciseliyor, beyaz ve ciplak murted ayaklarinin islak ve karanlik topragin ustunde kosmasi gibi.

Yagmur ciseliyor. Serezin esnaf carsisinda, bir bakirci dukkaninin karsisinda Bedreddinim bir agaca asili.

Yagmur ciseliyor. Gecenin gec ve yildizsiz bir saatidir. Ve yagmurda islanan yapraksiz bir dalda sallanan seyhimin cirilciplak etidir.

Yagmur ciseliyor. Serez carsisi dilsiz, Serez carsisi kor. Havada konusmamanin, gormemenin kahrolasi huznu Ve Serez carsisi kapatmis elleriyle yuzunu.

Yagmur ciseliyor.

Şeyh Bedrettin Destanı, Nazım Hikmet (Şiir – Tam)

SIMONE DE BEAUVOIR: İNSAN DOĞDUĞU İÇİN, YAŞAMIŞ OLDUĞU VEYA YAŞLANDIĞI İÇİN ÖLMÜYOR!

Annesini yitirdiği için bitkin, beli bükük, elli yaşında bir kadına rastladığım zaman, sinir hastası bir kişi diye bakardım ona: Hepimiz ölümlüyüz çünkü; insan seksen yaşına gelmişse, ölecek yaşa artık gelmiş demektir, diyordum. Öyle değilmiş. İnsan doğduğu için, yaşamış olduğu için veya yaşlandığı için ölmüyor. Bir şeylerden ölüyor. Annemin yaşının gereği, ister istemez yakında yok olacağını bilmek, beklenmedik olayın ürkünçlüğünü hiç de azaltmadı. Kanser, atardamar tıkanması, akciğere kan akını… Bir motorun göğün orta yerinde duruvermesi kadar kaba, beklenmedik şeyler…

SIMONE DE BEAUVOIR ANNESİNİN ÖLÜMÜNÜ ANLATIYOR

Annemin ölümü niye beni bu kadar derinden sarstı? Evden çıktığım günden bu yana, ancak birkaç kez, gönül atılışları uyandırmıştı bende. Babamı yitirdiği zaman duyduğu üzüntünün yeğinliği, özentisizliği, heyecanlandırmıştı beni; bir de, o sırada, benim için duyduğu kaygı içime dokunmuştu: Kendi üzüntüsünü arttırmamak için gözyaşlarımı tuttuğumu düşünerek bana: Sen kendini üzme, sıkma, diyordu. Bir yıl sonra, annesinin can çekişmesi, acısını tazeleyerek, kocasınınkini anılatmıştı: Cenaze günü, sinir bozukluğundan ötürü yatağından çıkamamıştı: Geceyi yanı başında geçirmiştim; içinde doğduğum, babamın öldüğü bu evlilik döşeğine duyduğum iğrentiyi unutarak, annemin uyuyuşuna bakmıştım; elli beş yaşında, gözleri kapalı, yüzü dinginleşmiş haliyle, hala güzeldi, zorlu heyecanlarının iradesinden baskın çıkışına hayranlık duyuyordum. Genellikle, onu düşündüğümde, aldırışsızlık duyardım içimde.

Bununla birlikte uykularımda -babamın ancak pek seyrek, o da, beni etkilemeyecek biçimde, düşüme girmesine karşılık- sık sık en önemli yeri tutardı: Sartre’la karışıp aynı insan haline gelirdi; birlikte mutlu olurduk. Sonra da düşüm karabasana dönüşürdü: Niye yeniden onunla birlikte oturuyordum? Boyunduruğu altına nasıl girmiştim yeniden? Eski ilişkimiz, çifte yüzüyle, hem sevilen hem tiksinilen bir bağımlılık haliyle, içimde yaşamasını sürdürüyordu demek. Annemin geçirdiği kaza, hastalığı, ölümü, şimdilerde ilişkilerimizi düzenleyen göreneği altüst edince, bu eski ilişki bütün gücüyle dirildi. Bu dünyadan göçüp gidenlerin ardından zaman yok olur; ayrıca, yaşım ilerlediği ölçüde geçmişim de, bözülüp küçülüyor. On yaşlarımın sevgili anneciğim’i, yeni yetmeliğimi baskısı altında ezen, düşmanca davranan kadından ayırt edilecek gibi değil artık; yaşlı annemin ardından ağladığım zaman, bunların her ikisine de ağlamış oldum.

Artık sineye çektiğimi sandığım başarısızlığımızın üzüntüsü yeniden geldi, yüreğime yerleşti. Aynı yıllardan kalma resimlerimize bakıyorum. Ben on sekiz yaşınday ım, o kırkına merdiven dayamış. Bugün, neredeyse, onun anası, üzgün bakışlı bu genç kızın da ninesi olabilirdim. İkisine de acıyorum; kendime, o kadar genç olduğum, dünyayı anlamadığım için; ona da, geleceği kapanmış, hiçbir zaman hiçbir şey anlamamış olduğu için… Ne var ki, hiçbirine herhangi bir öğüt vermeye kalkışmazdım. Annemin, -beni mutsuz kılmasına kendisini mahkum eden, ona da bu yüzden acı çektiren, -çocukluk mutsuzluklarını yok etmek elimden gelmezdi. Annem, ömrümün birçok yılını ağıladı; ama ben de, -isteyerek olmasa da, -ona bir o kadarını ettim. Ruhumun öbür dünyadaki esenliğini düşünerek kaygılara kapılmıştı. Bu dünyadaysa, başarılarımdan sevin duyuyor ama çevresindeki insanların davranışlarımı rezalet diye ayıplaması, kınaması, onu fena halde üzüyordu. Amca çocuklarımızdan birinin Simone, ailesinin yüzkarası, dediğini işitmek hoşuna gidecek şey değildi.

Hastalığı sırasında annemde meydana gelen değişiklikler, pişmanlığımı büsbütün artırdı. Daha önce de söyledim: Sağlam, ateşli bir yaradılışı olduğu halde, birçok şeyden el çekmesi kendisini yolundan sapıtmış, tedirgin edici bir kişi yapmıştı.

Yatağa düşünce, kendi yaşayışından başka bir şey düşünmemeye karar vermiş, gene de, başkaları için kaygı duymaktan geri durmamıştı: İç çatışmalarından bir uyum doğmuş çıkmıştı.

Babam, kendi toplumsal kişiliğine tamamıyla uyuyordu: Konuştuğu zaman, aynı seste, hem kendi ağzı söylüyordu, hem de sınıfının ağzı… Son sözleri -Sen erkenden hayatını kazandın: Kızkardeşin bana pahalıya mal oldu -insanı ağlamaktan vazgeçirecek sözlerdi. Annemse, tinselci bir öğretiye kulaklarına dek batmıştı; ama hayvanlarınkine benzer bir tutkuyla yaşamaya sarılmıştı; yürek pekliğinin kaynağı buydu; gövdesinin ağırlığını duyduğu, kavradığı zaman da onu hakikate yaklaştıran buydu. İçinde, candan, çekici ne varsa, örtüp gizleyen basmakalıplıklardan kendini kurtardı. O zaman, kıskançlığın sık sık biçmini bozmuş olduğu, açağa vurmakta, anlatmakta bu kadar beceriksizlik gösterdiği bir sevecenliğin sıcaklığını duydum. Kağıtlarının arasında buna tanıklık edecek pek dokunaklı belgeler buldum.

MAKSİM GORKİ, BABASININ VE KARDEŞİNİN ÖLÜMÜNÜ ANLATIYOR

Benim günün birinde Tanrı yoluna, inana yeniden döneceğim inancasını veren, -birini bir cizvitin yazdığı, öbürünü bir arkadaşının yolladığı- iki mektubu, bir yana ayırmıştı.

Chanıson’dan bir parçayı kendi elceğiziyle kopya etmişti; parçanın özü şuydu: -Yirmi yaşlarındayken bana Nietszche’den, Gide’den, erkinlikten söz açacak etkili, kandırıcı bir ağabey karşıma çıkmış olsaydı, baba ocağıyla ilişkimi keserdim. Bu dosyayı, gazeteden kesilmiş bir yazı bütünlüyordu: Jean-Paul Sartre bir ruh kurtardı. Bu yazıda Remy Roure -aslı faslı olmayan- şu öyküyü anlatıyor: Stalag 12 D’de, Bariona’nın oynanmasından sonra, tanrı tanımaz bir hekim dine dönmüştü…

Annemin bu yazılardan ne beklediğini çok iyi biliyorum: Benim için duyduğu kaygıyı dağıtmalarını, kendisine güven vermelerini bekliyordu; ne var ki, ruhumun esenliği baş kaygısı olmasaydı, bu güveni, bu avuntuyu da gereksemezdi.

Elbette cennete gitmek isterim, diye yazmıştı genç bir rahibeye, ama yalnız gitmek, kızlarım yanımda olmaksızın gitmek istemiyorum. Aşkın, dostluğun, arkadaşlığın, pek seyrek de olsa, ölümün yalnızlığını yendiği görülür; görünüşe karşın, annemin elini elimde tuttuğum zamanlar bile, onunla birlikte değildim: Yalan söylüyordum ona. Kendisine hep yalanlar yutturulmuş olduğu için, bu en büyük, en son aldatmaca, yutturmaca, bana tiksinç görünüyordu. Kendisine kıyan yazgısının yardakçısı oluyordum. Bununla birlikte, gövdemin her hücresi, ölümü istemeyişinde, ölüme karşı başkaldırışında ondan yana çıkıyor, onu destekliyordu: Uğradığı bozgunun beni yere vurmasının bir nedeni de bu.

Can verdiği zaman yanında bulunmadığım halde -buna karşılık, can çekişen bir insanın son anlarını, üç kez, yanı başında durarak gördüğüm, yaşadığım halde- sırıtkanlığı, alaycılığıyla, ölüm danslarının Ölümünü, akşam oturmalarında anlatılan masalların elinde tırpanı kapıyı vuran Ölümünü, başka bir yerlerden gelen yabancı, insanlıktan uzak, kıyıcı Ölümü, asıl annemin başucunda gördüm: Bu Ölümün yüzü, annemin yüzüydü, kocaman bir bilmezlik gülümseyişiyle, dişleri sırıtan.

Ölecek yaşa geldi artık. Çok kocamış kimselerin üzüncü, sürgünlüğü… Çoğu, bu yaşın kendileri için de gelip çattığını düşünmez. Ben de, annemden söz ederken bile, bu beylik lakırdıyı ettim. Yetmişi aşmış bir ananın, bir atanın, ağanların arkasından içtenlikle ağlanabileceğini aklım kesmiyordu.

Annesini yitirdiği için bitkin, beli bükük, elli yaşında bir kadına rastladığım zaman, sinir hastası bir kişi diye bakardım ona: Hepimiz ölümlüyüz çünkü; insan seksen yaşına gelmişse, ölecek yaşa artık gelmiş demektir, diyordum. Öyle değilmiş. İnsan doğduğu için, yaşamış olduğu için veya yaşlandığı için ölmüyor. Bir şeylerden ölüyor. Annemin yaşının gereği, ister istemez yakında yok olacağını bilmek, beklenmedik olayın -sarkom olmasının- ürkünçlüğünü hiç de azaltmadı. Kanser, atardamar tıkanması, akciğere kan akını… Bir motorun göğün orta yerinde duruvermesi kadar kaba, beklenmedik şeyler… Annem, yatalak, ölümsek haliyle, her anın paha biçilmez değerini kesinlerken, insana iyimserlik aşılıyordu; ama, sonunda bir işe yaramayan, yaşamaya dört elle sarılışı da, gündelik orta malı yaşayışın güven verici perdesini boydan boya yırtıyordu. Doğal ölüm diye bir şey yoktur: İnsanın varlığı dünyanın düzenini konuşma, tartışma konusu haline getirdiğine göre, onun başına gelenlerin de hiçbiri hiçbir zaman doğal sayılamaz. Bütün insanlar ölümlüdür: Ama her insan için, ölümü, bir çaparızdır; ölümünün geleceğini bilse bile, ona boyun eğse bile, insan için, bu ölüm, olağana aykırı bir yamanlık taşır.

Simone De Beauvoir Kaynak: Sessiz Bir Ölüm

OĞUZ ATAY: BENİ BİR GÜN UNUTACAKSAN BİR GÜN BIRAKIP GİDECEKSEN BOŞUNA YORMA…

“… beni bir gün unutacaksan bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi boş yere mağaramdan çıkarma beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna tedirgin etme beni bu sefer geride bir şey bırakmadım tasımı tarağımı topladım geldim neyim var neyim yoksa ortaya döktüm beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim beni uyandırma hep kuşkuluydu her zaman kötü birşeylerin olmasını bekliyordu sonu gelmez benim gibiler için hiçbir şeyin sonu iyi gelmez diyordu açık hava dokunur onlara serin nemli ve güneşsiz yerleri severler kendi kafalarının etiyle beslenirler gözleri aydınlıkta bozulur kendileri gibi olanlardan nefret ederler onları gördükleri yerde kuyruklarıyla sokarlar sonra pis pis gülerler gene de hep birlikte yaşarlar aynı kaba işerler gündüzleri uyuyup geceleri sokağa çıkarlar…”

Oğuz Atay Tutunamayanlar (Sayfa 241)

KAPIYI VURMADAN GİRİN!.. TEKNOLOJİ İLE GELEN YERSİZ YAKINLAŞMA – ADORNO

0

Kapıyı vurmadan girin…

Teknoloji, jestlerle birlikte insanların da dakikleşmesine, kesinleşmesine ve hunharlaşmasına yol açıyor, insan hareketlerini her türlü duraksamadan, düşüncelilikten ve edepten arındırıyor. Onları nesnelerin amansız ve denebilirse tarih dışı taleplerine bağımlı kılıyor. Böylece, sözgelimi bir kapıyı yavaşça, sessizce ama sıkıca kapatma yeteneği de yitiriliyor. Arabaların ve buzdolaplarınınkiler çarpılarak kapatılmak zorunda; kimi kapılarsa kendiliklerinden kapanıyor, içeri girenleri arkalarına bakmama ve kendilerini kabul eden evi korumama gibi nezaketsizliklere mahkûm ederek. Yeni insan tipini anlamak istiyorsak, onu çevresindeki nesneler dünyasının sürekli etkisine maruz kalan, sisteminin en derin noktalarında bile oradan izler taşıyan bir varlık olarak düşünmemiz gerekir. Artık içeri doğru açılacak pencerelerin yerinde sadece sağa sola itilecek sürgülü camların olması özne için ne demektir? Yumuşak kapı mandallarının yerinde döner tokmakların olması, avluların ortadan kalkması, sokak kapısının önündeki birkaç basamağın ve bahçe duvarının yok olması acaba nasıl etkilemiştir onu? Sırf motorunun gücünden ötürü, sokakların haşaratını, yayaları, çocukları ve bisikletlileri ezip geçme isteğini bir kez olsun içinde duymamış sürücü var mıdır? Makinelerin kendi kullanıcılarından talep ettikleri hareketler de Faşist zorbalıkta gördüğümüz o vahşi, sert, huzursuz savrukluk ve dengesizliği içermiştir çoğu zaman. Yaşantının kuruyup gitmesinin bir nedeni de şu olmalı: Nesnelerin saf işlevsellik yasasının buyruğuna girmekle aldıkları biçim, onlarla teması sadece işleticiliğe indirgemekte ve gerek insanların hareket özgürlüğünde gerekse nesnelerin özerkliğinde herhangi bir fazlalığa, eylem ânının içinde tüketilmeyecek ve yaşantının çekirdeği olarak varlığını sürdürecek herhangi bir artığa izin vermemektedir.

Struwwelpeter{1} — Hume, kendisinden daha dünyevi yurttaşlarının karşısında, epistemolojik düşünüşü, kibar beylerin hiçbir zaman iltifat etmediği o “saf felsefeyi” savunmak zorunda kaldığında, şu muhakemeye başvurmuştu: “Titizlik ve kesinlik her zaman güzelliğe yararlıdır, doğru akıl yürütme de ince duygulara.”{2} Bu sözün kendisi de bir pragmatizm içeriyordu gerçi, yine de pratiklik konusunda bütün söylenmesi gerekenleri örtük bir biçimde ve tersten giderek söylüyor. Yaşamın pratik düzenleri, insana yararlı gibi görünseler de, bir kâr ekonomisinde ancak insani niteliklerin köreltilmesine hizmet edebilirler ve yaygınlaştıkça da bütün şefkatli ilişkilerin parçalanıp kopmasına yol açarlar. Çünkü insanlar arası şefkat, amaçsız ilişkilerin de olabileceğini bilmek demektir aslında: Amaçların kavgasına batmış kişilerin hâlâ sezebildiği bir avunu kaynağı, eski imtiyazlardan miras alınmış ama imtiyazsız bir düzen vaadini de içeren bir seziş. İmtiyazın burjuva aklınca ortadan kaldırılması, sonunda bu vaadi de yok ediyor. Eğer zaman para demekse, zamandan, en çok da kendi zamanımızdan tasarruf etmek ahlaklı bir davranış olarak görünür ve böyle bir tutumluluk da başkalarına karşı düşüncelilik olarak aklanır: Açık-sözlü davranmış, hiçbir şeyi gizlememişizdir. Birbirleriyle alışverişlerinde insanlar arasına sokulan her türlü örtü, sadece nesnel olarak bütünleşmekle kalmayıp bundan gönenç de duydukları aygıtın işleyişinde bir arıza olarak görülür. Karşılıklı şapka çıkarmak yerine bir “mer’aba”nın aşina kayıtsızlığıyla selamlaşmak, mektup yazmak yerine hitapsız ve imzasız ofis içi yazışmalar göndermek, insani temasta başgöstermiş bir hastalığın rastgele belirtileridir sadece. Yabancılaşma tam da insanlar arasındaki mesafenin kaldırılmasında gösterir kendini. Çünkü ancak birbirlerini alışverişle, tartışma ve uygulamayla, denetim ve işlevle usandırmaktan kaçınabildikleri sürece insanlar arasında dışsal biçimlerin o hassas telkâri bağlantıları oluşabilir ve içsel olan da ancak bu dış biçimlerde billurlaşabilir. Jung’un izleyicileri gibi kimi gericiler bunu bir ölçüde sezmişlerdir. G. R. Heyer’in{3} Eranos denemelerinden birinde şu cümleye rastlıyoruz: “Uygarlığın şekillendirici etkisine henüz fazlaca maruz kalmamış toplulukların ayırt edici özelliklerinden biri, konuya dolaysızca yaklaşmamaları, hatta ondan söz etmekten bir süre kaçınmalarıdır; sohbet, böyle insanlar arasında, asıl konusuna sarmallar çizerek adeta kendiliğinden varır.” Bugünse düz çizgi, iki nokta arasında olduğu gibi iki insan arasında da en kısa yol sayılmaktadır. Tıpkı son zamanlarda prefabrik ev duvarlarının tek parça olarak imal edilmesi gibi, insanlar arasındaki duvarın harcı da onları birbirinden ayrı tutmanın basıncıyla ortadan kaldırılmaktadır. Farklı olan hiçbir şey artık anlaşılamamakta, şef garson eli değmiş bir Viyana spesiyalitesi olarak değilse bile, çocuksu bir güven ya da yersiz bir yakınlaşma olarak görülmektedir. Faydacı düzen, iş yemeğinin başlangıcında hal hatır sormak için söylenen birkaç cümleyle, kendi karşıtını bile devralıp soğurmuştur. İnsanların birbirleriyle konuşma yeteneğini yitirmeleriyle işten söz etmenin ayıp sayılması aslında aynı şeydir. Her şey zaten iş olduğu için, “iş” sözcüğünü ağza almak da yasaktır – asılmış bir insanın evinde “ip” sözcüğünün telaffuz edilememesi gibi tıpkı. Merasimin, eski tarz nezaketin, boş gevezelik olduğundan -kimi zaman haklı da olarak- kuşkulanılan amaçsız sohbetin o sözde demokratik tasfiyesiyle birlikte, insan ilişkilerinin artık hiçbir şeyi tanımsız bırakmayan o sözde netleşme ve saydamlaşmasıyla birlikte, çıplak vahşet de yaşama egemen olmaktadır. Hiç duraksamadan, uzun boylu düşünmeden ve yan konulara sapmadan söylenen dolambaçsız sözde, Faşist yönetimde dilsizlerin suskunlara verdiği komutun biçim ve tınısını başından beri andıran bir şeyler vardır. İnsanlar arasındaki ilişkilerde her türlü ideolojik süslemeyi kaldıran yalınlığın kendisi de insanlara nesne gibi davranmanın ideolojisine dönüşmüştür çoktan.

ADORNO: “İNSANLARDA VERMEMENİN YARATTIĞI BİR BOŞLUK OLUŞACAKTIR…”

Geri alınmaz, değiştirilmez

Hediye verme âdetini unutuyoruz. Mübadele ilkesinin çiğnenişinde anlamsız ve inanılması güç bir şey var; zaman zaman çocuklar bile kuşkuyla bakıyor hediye verene, sanki hediye onlara sadece fırça ya da sabun satmak için başvurulan bir hileymiş gibi. Bunun yerine hayır derneklerimiz var artık, resmi lütufkârlıklarımız ve toplumun görünürdeki yaralarını gözlerden saklamak için yaptığımız planlı çalışmalarımız var. Bu türden örgütlü çalışmalarda insanca dürtülere yer yoktur; ve zaten bağışta her zaman aşağılayıcı bir şey vardır: Dağıtılır, hakça bölüştürülür, kısaca onu alanı bir nesne durumuna düşürür. Kişisel hediyenin bile, öngörülmüş bütçeye titizlikle bağlı kalarak, karşıdaki insanı iyice tartarak ve mümkün olan en az çabayı harcayarak gerçekleştirilen bir toplumsal işlev durumuna düştüğü, akılcı bir nezaketsizliğe dönüştüğü söylenebilir. Vermenin asıl sevinci, alanın da sevincini hayal edebilmekten geliyordu. Seçmek, zaman ayırmak, zahmete katlanmak, ötekini bir özne olarak görmek demektir bu: Savrukluğun ve gelişigüzelliğin tam tersi. İşte bunu kimse yapamıyor gibi şimdi. Olsa olsa, kendilerinin de sevebileceği şeyleri veriyorlar, ama tabii birkaç derece daha kötüsünü. Vermenin yozlaşması, o iç karartıcı icattan, “hediyelik eşya” diye üretilen şeylerden de anlaşılabiliyor; kişinin ne vereceğini bilmediği çünkü aslında vermek istemediği varsayımına dayanıyor bu yeni icat. Bu ürünler de alıcıları kadar bağlantısız. Başından beri birer uyuşturucuydular pazarda. Verilen hediyeyi değiştirme hakkınınsa şundan başka anlamı yok: “Al bunu, sana ait, ne istersen yap onunla, eğer hoşuna gitmediy-se geri verip yerine başka bir şey al, benim için hiç fark etmez.” Üstelik normal hediyeler vermenin yol açtığı sıkıntılı mahcubiyetle karşılaştırıldığında, satılabilirlik ilkesinin bu mutlaklaştırılması bile daha insanca seçeneği temsil ediyor, çünkü hiç değilse alıcının kendi kendine bir hediye almasına imkân veriyor – böyle bir şey hediyenin doğasına aykırı olsa bile.

Ürünleri yoksulların bile erişebileceği bir yakınlığa getiren üretim patlaması yanında, hediye vermenin yozlaşması önemsiz, bu konuda düşünmek de duygusallık sayılabilir. Ne var ki, bir bolluk ortamında hediye gereksizleşse bile -üstelik, bu da bir yalandır, hem özel hem de toplumsal bir yalan, çünkü bugün bile hayal gücümüzü biraz çalıştırmakla müthiş sevindiremeyeceğimiz hiç kimse yoktur- insanlarda vermemenin yarattığı bir boşluk olacaktır. Vermeyen insanın en vazgeçilmez yetileri dumura uğrar; çünkü katışıksız içselliğin tecrit hücresinde değil, ancak dışarda, nesnelerle canlı bir temas içinde gelişebilir bu yetiler. Vermeyen insanların yaptıkları her şeyden bir soğukluk yayılır: Gereken şefkat sözcüğü söylenmemiş, beklenen düşünceli davranış gösterilmemiştir. Bu soğukluk, kaynaklandığı kişileri de ür-pertmeye başlar sonunda. Bütün şefkatli, iyi ilişkiler, hatta belki de organik doğanın bir parçası olan o barışma bile, bir hediyedir. Fazla mantıklı düşündüğü için bu yeteneğini yitiren kişi, kendini de şeyleştirir ve donar.

Theodor W. Adorno Minima Moralia / Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar Metis Yayınları, Yayına Hazırlayanlar: Garo Antikacıoğlu ve Müge Gürsoy Sökmen
{1} Struwwelpeter: “Saçı başı dağınık çocuk”. Aynı zamanda Alman yazar Heinrich Hoffmann’ın 1845 yılında yayımlanan masallar kitabının adı. Minima Moralid’da bu kitaba birçok gönderme vardır. {2} David Hume, An Enguiry Concerning Human Understanding, Chicago 1963:6-7. {3} Gustav-Richard Heyer (1890-1967): Psikolog, Jung’un izleyicilerinden.

AHMED ARİF: LEYLA, İKİMİZ DE ÂSİ, TEDİRGİN VE YALNIZIZ…

Canım,

Mektubun geldi. Beni nasıl mutlularsın bilmem haberin var mı? Sana alabildiğine düşkünlüğüm, susmak, beni yanıtlamamak inadına sebep olamaz. Ya aklına öyle estiğinden ya da yanlış izlediğinden, bula bula bu “İNAT” kavramını buldum. “Kavramlarla bu uğraşın niye?” diyceksin. Ne kadar vurdumduymaz, ne kadar günübirlik yaşantıcı davranırsak davranalım; onlar olmadan hiçbir çözüme varamayız da ondan! Çözüm… Bu da ayrı bir kavram. Bence seninki -senin bile tanıyamayacağm bir kılığa- bir ayrı görünüşe bürünmüş bir GURUR. Yoksa İNAT değil. Bu konuda asıl önemli olansa mektuplarımın, tutkunluğumun sana usantı verip vermediğidir. Bunu bana bildirmeni istiyorum. Sen dürüst ve yiğit bir kızsın. Nevzat ve Sait, senin “ümit verip vazgeçen” tipte bir kız olduğunu iddia ederlerdi. Yanılmıyorsam ilk günden beri böyle bir hâl görmedim sende. Sende hiçbir çirkinliğe tahammülüm yok. Bunun etkisi bu belki. Ama “ümit” niye? İsteğin, hırsın, idealimizin çocuğu değil midir ümit? Aslında ne kadar zavallı bir kaytarma! Asıl güzel olan, şerefli ve yaşanmağa değer olan, arzulanma ve arzulamanın devam etmesi, bitmeyesiye hızlanışıdır. Seni arzuluyorsam, ölesiye ve iğrenç yalan düzenlerin,

yasakların hışmını takmıyorsam bu bana şeref verir. Hem biyolojik hem de psikolojik olarak hayat ancak böylelikle alelâdelikten kurtuluyor. Aynı bunun gibi sen de beni bu devamlı itiler ve çağıltılar, doymazlıklar düzeninde tutabildiğinden ötürü kutsallık ve erdemlilik, güzellik adına ne yücelikler varsa bunlara ermişsin demektir. “Bunlar” şendedir ya da… HAYATı başkaca nasıl güzel kılabiliriz? Halbûki mesele bu da değil. Aslında benim senden hiç kopamayışım, sensiz dünyayı hafif buluşumdur bütün mesele! Ama dediğim gibi, sevmediğin, tiksindiğin an yaz bana. İkimiz de SADAKAdan nefret ederiz. İkimiz de âsi, tedirgin ve yalnızız.

Beni hiç beklemediğim bir vakitte alıp götürürler diye adresini bir an önce öğrenmek istedim. Seni mektupla da olsa öpmek büyük şey. Daha bir süreli ve can tadında hem. Bütün o büyük yazarlar, biyolojistler aldanmış. Ayrılık ve zaman bende sana ait hiçbir ânı öldüremiyor, silemiyor. Ya da ben acayip bir yaratılıştayım. Eh istemiyorsan, sıkıntı kaplıyorsa içini, rastgelsem de rahatsız etmem seni canım. Katlanıveririm acılara, sürgünlere, yapayalnız ölümlere. Bütün i…lik bu “ölüm” kavramında. Sen büyük bir insansın, sürüden-sıradan değilsin. SIKINTIn da bu ölüm puştunun kulaktozumuzda ıpıssız çın çın edişinde. “Bir kez gelmişken dünyaya neden dileğimce, duyularım, düşünlerimce yaşamayayım?” diyorsun. En haklı ve en güzel felsefe bu aslında. Ama çok erken gelmişiz işte! Bizden daha erken gelenler de var. İSA, BUDA, Konfüçyüs, SAFO, SPARTAKÜS vs. Bunlar vakitsiz gelen cennet habercileri. Sade şu var ki -onlara benzemiş olmak için değil!- bir düzene girecekse bu namussuz hengâme, senin ve senin gibilerin varlığı ile olacaktır bu. Senin için pek bir çıkarlı olmasa da dünyanın diğer insanları için büyük bir çıkar. Yüzde yüz cennet veremeyiz. Ama boklukları, haksız ve canavar tutkulu budalalıkları şöyle bir törpüleriz. Gide gide bizden sonrakiler daha bir İNSAN ve YALANSIZ bir hayat yaşarlar elbet. Ne bizden sonrakiler be, biz yaşıycaz! Ellerimizle devredicez onlara. Böylece can sıkıntını bir nebze defedersin hem. Ah yanımda olsan. Başını kaşıycak vaktin olmaz. Uyumağa hasret kalırsın. Öyle aşk öyle şevk ile sarılırsın hayata. Sen ki hayatın ve aşkın yaratıcısı olan nadir bir insansın. Sana hep Kiyo’nun karısı Dr. May’dan bahsederim ya. Ona bir arkadaşı şöyle yazmıştı unutmadıysam: “Eskiden sabahları canım işe gitmeyi hiç istemezdi. Ölüme gider gibi giderdim. Şimdiyse işi bırakıp yemeğe, uykuya gitmemeyi ne kadar isterdim.” Tabii adamına, gerçeğine ya da yutturmacasına göre değişir bu. Ama mutlaka kendini ipe çekmez, canı sıkılanların hepsi. Seninle dünyayı, kasaba kasaba, kıyı kıyı dolanmak isterdim. Her gün bir yaş daha gençleşir, çocuklaşırdın! Yalan değil, olacak bu. Güvenim tam. Sade şu kara günlerimi bir çabuk atlatayım. Eh bu günlük dersimiz bu kadar. Bağışla beni. Çıkasıca huyumu yok edersin bir gün elbet!

İnadın bitince yazıver. Anlat. Dedikoduya hasret kaldım be. İstanbul havadislerin, Yenişehir gözlemlerin yok mu hiç?

Hiçbir düşün, hiçbir erek senin kadar beni ilgilendirmedi. Beni çarpmadı. Silkin, kendine geliver bir. Ben giderim, geberirim, kötülerim. Önemli değil bu. Sade şunu unutma: Doyulmaz ve vazgeçilmez güzellikte, sarhoşlukta hayatlar vardır. Acı bile olsalar onları yaşamak sana ve senin soyundan kimselere vergidir. Tanrının, tabiatın ya da kendi varlığının sana bağışladığı bu büyük şansı tepme. Hor görme.

Seni cehennem bir hasretle öperim.

Ahmet [İmza]

Leylim Leylim Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mektuplar Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011

GALEANO: SALVADOR AILENDE, BEN BURADAN SAĞ ÇIKMAYACAĞIM DEDİ VE SÖZÜNÜ TUTTU!

Eylül 1 Hainler 2009 yılında Almanya’da firari askerlerin anısına bir anıt dikildi. İnsanlık tarihinin gelip geçerken oraya buraya serpiştirdiği onca anıt arasında bu tür bir takdir insana tuhaf geliyor. Hainlere saygı gösterisi mi bu? Evet, firariler haindir. Onlar savaşlara ihanet etmişlerdir.

Eylül 2 Önleyici savaşların mucidi 1939’da Hitler Polonya’yı işgal etti çünkü Polonya Almanya’yı işgal edecekti. Bir buçuk milyon Alman askerinin Polonya haritasının üzerine yayıldığı ve uçaklardan yağmur gibi bomba yağdığı sırada, Hitler önleyici savaşlar doktrinini tanıtıyordu: önceden engel olmak, sonradan iyileştirmeye yeğdir; onlar beni öldürmeden ben onları öldürüyorum. Hitler okul görevi gördü. O zamandan beri bütün sindirim savaşları -ülkeleri yutan ülkeler- kendilerinin önleyici savaş olduklarını söylüyorlar.

Eylül 3 Müteşekkir insanlar Polonya’nın işgalinden bir yıl sonra, Hitler durdurulamaz saldırganlığına devam ediyor ve Avrupa’nın yarısını yutuyordu. Avusturya, Çekoslovakya, Finlandiya, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika ve Fransa’ya düşmüştü ya da düşmek üzereydi; Londra ve diğer Britanya şehirlerine yönelik gece bombardımanları başlamıştı. 1940 yılındaki bugün tarihli nüshasında İspanyol gazetesi ABC, yüz on altı düşman uçağının düşürüldüğünü haber veriyor ve Reich’ın saldırılarının büyük başarısından ötürü duyduğu mutluluğu gizlemiyordu. Gazetenin birinci sayfasında Generaller Generali Francisco Franco muzaffer bir edayla sırıtıyordu. Minnettarlık onun erdemlerinden biriydi.

11 Eylül Salı, 1973, Santiago…Devlet Başkanı Salvador Allende CIA tarafından desteklenen darbeciler tarafından ölmeden hemen önce, vericileri bombalanmakta olan Magallanes Radyosu’ndan halka şöyle sesleniyordu: “Yaşadıklarımızdan ders çıkartmanızı diliyorum…”

Eylül 4 Sana söz veriyorum 1970 yılında Salvador Ailende seçimleri kazandı ve Şili’nin devlet başkanı oldu. Ve şöyle dedi: -Bakırı kamulaştıracağım. Ve şöyle dedi: -Ben buradan sağ çıkmayacağım. Ve sözünü tuttu.

Eylül 5 Yoksullukla savaşın: bir yoksul öldürün 1863’te Güneş Kralı, Fransa kralı XIV. Louis doğdu. Güneş Kral ömrünü komşularıyla yaptığı savaşlarda zaferler kazanmaya ve bukleli peruğunun, muhteşem pelerinlerinin ve yüksek topuklu ayakkabılarının üzerine titremeye adadı. Onun hükümranlığı altında art arda yaşanan iki açlık iki milyondan fazla Fransızı öldürdü. Bu sayı Blaise Pascal’ın yarım asır önce mekanik hesap makinesini icat etmesi sayesinde öğrenildi. Gerekçeyse bir süre sonra şunları yazan Voltaire sayesinde: -İyi politika şu sırra vakıftır: diğerlerinin yaşamasına müsaade edenler nasıl açlıktan öldürülür?

Eylül 6 Uluslararası topluluk Aşçı danayı, süt domuzunu, devekuşunu, keçiyi, geyiği, pilici, ördeği, yabani ve evcil tavşanı, kekliği, hindiyi, güvercini, sülünü, barlam balığını, sardalyeyi, morinayı, ton balığını, ahtapotu, karidesi, kalamarı, hatta en son gelebilen yengeç ve kaplumbağayı toplantıya çağırdı. Ve hepsi gelince şu açıklamayı yaptı: -Sizleri buraya hangi sosla yenmekten hoşlandığınızı sormak için topladım. Bunun üzerine davetlilerden biri şöyle diyecek oldu: -Ben hiçbir şekilde yenmek istemiyorum. Aşçı hemen toplantının bittiğini ilan etti.

Eylül 7 Ziyaretçi 2000 yılında bugünlerde yüz seksen dokuz ülke, dünyadaki dramları çözme konusunda onları bağlayan Milenyum Bildirgesi’ni hazırladı. Gerçekleştirilen tek amaç o listede yer almıyordu: bunca zor görevleri yerine getirmek için gereken uzmanların sayısını arttırmayı başardılar. Santo Domingo’da dinlediğime göre o uzmanlardan biri şehrin dış mahallelerinde dolaşırken Dona Maria de las Mercedes Holmes’in kümesinin önünde durup ona sormuş:

-Eğer size tam olarak kaç tane tavuğunuz olduğunu söylersem, bana bir tanesini verir misiniz? Ve hemen tablet bilgisayarını açmış, GPRS’i çalıştırmış, 3G cep telefonu vasıtasıyla uydu fotoğrafları sistemine bağlanmış ve piksel şayiayı devreye sokmuş: -Sizin yüz otuz iki tane tavuğunuz var. Ve içlerinden bir tanesini yakalamış. Dona Mana de las Mercedes sus pus oturmamış: -Eğer ne iş yaptığınızı söylersem, bana tavuğumu geri verir misiniz? Pekâlâ, o halde söylüyorum: siz bir uluslararası uzmansınız. Bunu anladım çünkü buraya hiç kimse sizi çağırmadan geldiniz, izin istemeden benim kümesime daldınız, zaten bildiğim şeyi bana söylediniz ve bunun için benden bir ücret aldınız.

Eylül 8 Okuma Yazma Günü Sergipe, Brezilya’nın kuzeydoğusundaki bir eyalet: Paulo Freire okuma yazma öğrenmekte olan çok yoksul bir köylü grubuyla birlikte yeni bir çalışma gününe başlıyor. -Nasılsın João? João susuyor. Şapkasını buruşturuyor. Uzun bir sessizlik ve en sonunda şöyle diyor: -Uyuyamadım. Bütün gece gözümü kırpmadım. Ağzından başka sözcük çıkmıyor, ta ki şunları mırıldanana kadar: -Dün ilk kez ismimi yazdım.

Eylül 9 Heykeller Jose Artigas criollo cinsi ufak tefek bir atın sırtında savaşarak ve yıldızların altında uyuyarak yaşadı. Özgür topraklarını yönettiği müddetçe bir inek kafatası tahtı, bir panço da yegâne üniforması oldu. Sadece üzerindekilerle sürgüne gitti ve yoksulluk içinde öldü. Şimdi bronzdan yapılmış devasa bir ulusal kahraman, bir küheylanın sırtına binmiş olarak Uruguay’ın en önemli meydanından bizi gözetliyor. Bu muzaffer kahraman dünyanın önünde saygıyla eğildiği diğer bütün asker kahramanların tıpatıp aynısı gibi gösterilmiş. Ve kendisinin Jose Artigas olduğunu söylüyor.

Eylül 10 Amerika’nın ilk tarım reformu Bu 1815’te -Uruguay daha henüz ne ülkeyken ne de adı böyleyken- oldu. José Artigas kötü Avrupalıların ve daha kötü Amerikalıların topraklarını ayaklanan halkın adına kamulaştırdı ve halka bölüştürülmesini emretti. Bu, Lincoln’den yarım asır, Emiliano Zapata’dan ise bir asır önce, Amerika kıtasında yapılan ilk tarım reformu oldu. Zalimce bir proje, diye haykırdılar zarar görenler, Artigas onlara inat emir verdi: -En mutsuzlar en ayrıcalıklı muameleye tabi tutulacaklar. Beş yıl sonra, bozguna uğrayan Artigas sürgüne gitti ve sürgünde öldü. Bölüştürülen topraklar en mutsuzların elinden alındı, ama mağlupların sesi gizemli bir biçimde şöyle demeyi sürdürüyor: -Kimse kimseden üstün değildir.

Eylül 11 Terörizm Karşıtlığı Günü Aranıyor! Ülkeleri rehin alanlar. Aranıyor! Maaşları kuşa çevirenler ve iş imkânlarını yok edenler. Aranıyor! Toprağın ırzına geçenler, suyu zehirleyenler ve havayı çalanlar. Aranıyor! Korkunun kaçakçılığını yapanlar.

Eylül 12 Yaşayan sözcükler 1921 yılında bugün, Amilcar Cabral, Afrika’nın batısındaki Portekiz sömürgesi Gine-Bissau’da doğdu. Gine-Bissau’nun ve Yeşil Burun Adaları’nın bağımsızlık savaşına önderlik etti. Onun sözleri: Militarizme dikkat edin. Biz silahlı militanlarız, asker değiliz. Yaşama sevinci her şeyin üstündedir. Fikirler sadece kafada yaşamazlar; aynı zamanda ruhta, kalpte, midede ve geri kalan her şeyde yaşarlar. İnsanları dinlemek gerekir, insanlardan öğrenmek gerekir. Halktan hiçbir şeyi gizlemeyin. Yalan söylemeyin: yalanları ortaya çıkarın. Zorluklara, hatalara, olumsuzluklara maske takmayın. Küçük zaferlerle övünmeyin. 1973’te Amilcar Cabral öldürüldü. Doğmalarına o kadar yardım ettiği yeni ülkelerin bağımsızlığını kutlayamadı.

Eylül 13 Yerinden kıpırdamayan gezgin Eğer yanlış hatırlamıyorsam, Malezya Kaplanı, prens ve korsan Sandokan 1883’te doğdu. Sandokan çocukluğuma eşlik eden diğer kahramanlar gibi Emilio Salgari’nin elinden hayat buldu. Baba, Emilio Salgari, Verona’da doğmuştu ve İtalyan kıyılarından daha öteye hiç gitmedi. Ne Maracaibo Körfezi’nde, ne Yucatán selvasında, ne de Fildişi Sahili’nin köle limanlarında bulundu; ne Filipinler adalarındaki inci avcılarını, ne Doğu sultanlarını, ne deniz korsanlarını, ne Afrika zürafalarını ne de Far West’in bufalolarını tanıdı. Ama onun sayesinde ben bütün o yerlere gittim ve bütün o insanları tanıdım. Annemin evin köşesinden öteye gitmeme izin vermediği zamanlarda, Salgari’nin romanları beni alıp dünyanın yedi denizine ve bunun çok daha ötesine götürdü. Salgari bana Sandokan’ı ve onun imkânsız aşkı Lady Mariana’yı, ayrıca denizci Yanez’i, Kara Korsan’ı, düşmanının kızı Honorata’yı ve onu açlıktan ve yalnızlıktan kurtarsınlar diye yarattığı diğer onca dostu takdim etti.

Eylül 14 Önleyici ilaç olarak bağımsızlık 1821 yılında bugünün gecesinde, birkaç beyefendi, ertesi sabah görkemli bir şekilde imzalayacakları Orta Amerika’nın Bağımsızlık Belgesi’ni kaleme aldılar. Belge şöyle diyordu, daha doğrusu itiraf ediyordu: onu halkın ilan etmesi durumunda ortaya çıkacak korkunç sonuçları önlemek için, bağımsızlığın hiç vakit geçirmeden ilan edilmesi gerekir.

Eylül 15 Bir bankacıyı evlat edinin! 2008 yılında New York Borsası dibe çakıldı. Sinir bozucu günler, tarihi anlar: en tehlikeli banka soyguncusu olan bankacılar müesseselerini soyup soğana çevirmişlerdi, ama ne güvenlik kameraları onları filme almıştı ne de alarmlar ötmüştü. Ve artık genel çöküşü önlemenin hiçbir yolu kalmadı. Bütün dünya tepetaklak devrildi, hatta Ay bile işini kaybedip başka bir gökyüzü aramak zorunda kalmaktan korktu. Havada kaleler satma konusunda uzman olan Wall Street sihirbazları milyonlarca evi ve işi çaldılar, ama sadece tek bir gazeteci hapse girdi. Diğerleri, “Tanrı aşkına biraz yardım” çığlıkları attılar ve çabaları sayesinde, insanlık tarihinde daha önce hiç verilmemiş büyüklükte bir ödülü aldılar. Bu miktarda bir para dünyanın bütün açlarını, yemeğin üzerine tatlı da dâhil olmak üzere, sonsuza dek doyurmaya yeterdi. Bu fikir kimsenin aklına bile gelmedi.

Eduardo Galeano Ve Günler Yürümeye Başladı Çeviri: Süleyman Doğru / Sel Yayıncılık

FRIEDRICH NIETZSCHE: VATAN TOPRAĞI TİRYAKİLİĞİNİ YENEREK, İYİNİN ÖTESİNE DÖNELİM

0
Halklar ve Vatanlar

Biz “iyi Avrupalılar”: Bizim de bir yürekli memleketçilikle, eski sevgilere ve dar kafalı durumlara düşüp gerilemekle geçirdiğimiz saatler oluyor – şimdi ben bunun bir örneğini veriyorum -, milliyetçi kışkırtmalar, vatanperver çarpıntılarla, diğer her çeşit eskimiş duygu taşkınlıklarıyla dolu saatlerimiz. Bizden daha kalın kafalılar, bizim için birkaç saatle sınırla olanla yetinebilir, oyunun sonunu getirebilirler, kimilerine yarım yıl yeter; diğerlerine bir ömrün yarısı, “metabolizmalarının” ve sindirim organlarının hızına ve gücüne bağlı olarak.

Evet, duyarsız ve kararsız ırklar düşünüyorum; bizim hızla değişen Avrupamızda yarım yüzyıla gerekli olan, atcıl memleketçiliğin ataklarını, vatan toprağı tiryakiliğini yenerek, yeniden akıla, yani, “iyi Avrupacılığa” dönmek için. Bu olanaktan saptıkça, iki yaşlı “vatanperver” in konuşmalarına kulak misafiri olmaya başlıyorum; ikisinin de görünüşte işitme güçlükleri var, bu yüzden bağıra bağıra konuşuyorlar. “Bir köylü ya da bir üniversite öğrencisi kadar biliyor felsefeyi” diyor, biri-: masumdur o. Oysa bugün kimin umurunda ki!

Bugün yığınlar çağıdır: Yağınla ilgili her şeyin önünde yerlere kapanıyorlar. Politika da böyle. Bir devlet adamı, onları yeni bir Babil kulesine, bir imparatorluk ve iktidar canavarına tıkıştırıyor; ona “büyük” diyorlar: – burada, önemli olan, biz, daha dikkatli kişilerin hala yalnızca büyük düşüncelerin, büyük bir eylemi ya da büyük bir şeyi yaratacağına olan şu eski inancı terk edemeyişimizdir. Diyelim ki, bir devlet adamı, halkını öyle bir konuma getiriyor ki, bundan böyle ‘büyük politika” yapmak şart oluyor; oysa, onlar buna ne yatkın ne de hazırdırlar: Böylece, eski ve güvenli erdemlerini, bir yeni, kuşkulu sıradanlık için feda ediyorlar. – diyelim ki, bir devlet adamı, halkını tümüyle politize olmaya şartlıyor; oysa şimdiye dek onların yapacak, düşünecek daha iyi şeyleri var ve ruhlarının ta derinlerinde ihtiyatlı bir nefret var, bir türlü kurtulamadıkları; huzursuzluğu, hoşluğu ve gerçekten politize edilmiş halkın gürültülü kavgacılığına olan nefret: – diyelim ki, böyle bir devlet adamı, halkının uyuşturulmuş tutkularını ve arzularını alevlendiriyor; o zamana dek sürüp giden çekingenliklerini ve dışarıda kalma hazlarını, bir özürlü duruma dönüştürüyor; yabancılıklarını ve gizli sonsuzluklarını ciddi bir yanlışa, en içten eğilimlerini değersizleştiriyor; vicdanlarını alt üst ediyor, ruhlarını darlaştırıyor, beğenilerini “milli”, – ne!., kılıyor; bütün bunları yapan, halkının gelecekte, eğer gelecekleri varsa, yaptıklarının kefaretini ödeyeceği böyle bir adam nasıl da “büyük” olur? “Kuşkusuz!” diye yanıtladı, öbür vatanperver, şiddetle: Yoksa bütün bunları başaramazdı! Belki de sen böyle bir şeyi yapmayı istemenin çılgınlık olduğunu söyleyeceksin? Oysa, belki de büyük olan her şey başlangıçta çılgındı!” – “Çarpıtma sözlerimi! diye haykırdı öbürü; – “güçlü! güçlü! güçlü ve çılgın! Büyük değil! – Yaşlılar kızdıkça kızıyorlardı, birbirlerinin yüzlerine kendi doğrularını çarptıkça; oysa ben, mutluluk içinde, mutluluğun ötesinde, daha güçlü olanın güçlü olan üzerinde ne kadar çabuk egemenlik kuracağını düşünüyordum, bir de şunu: Bir halkın ruhsal olarak sığlaştırılmasında verilen ödün, bir başkasının derinleştirilmesiydi.

Friedrich Nietzsche İyinin ve Kötünün Ötesinde

KARA FİLM GELENEĞİNİN MUHTEŞEM BİR ÖRNEĞİ: “SEVEN – YEDİ” FİLMİNDEN 7 ALINTI

“Ancak bu kadar berbat bir dünyada bu insanların masum olduklarını söyleyebilirsiniz. Zaten olay da bu. Her köşe başında, her evde ölümcül bir günah/suç görüyor ve hoşgörüyle karşılıyoruz. Hoşgörüyle karşılıyoruz çünkü çok yaygın, çok önemsiz. Sabah, öğle, akşam… Her zaman hoşgörüyle karşılıyoruz. Ama artık değil. Ben örnek oluyorum. Yaptıklarımı düşünülecek, incelenecek ve taklit edilecek. Sonsuza kadar.”

“Se7ven – Yedi” Filminden Replikler

♦ “İnsanların dikkatini çekmek için onların omuzlarına dokunmanız artık yeterli değil. Onlara bir balyozla vurmanız gerekiyor.”

♦ “Kadınlar tecavüze uğradıklarında ”imdat” diye bağırmamalılar ”yangın” diye bağırmalılar.” İmdat” diye bağırırlarsa kimse gitmez ama ”yangın” diye bağırırlarsa herkes gider.”

♦ “Günahkarları günahlarıyla yüzleştirdim.”

♦ “Obur bir adam. Ayakta bile duramayan iğrenç bir adam. Gördüğün zaman arkadaşlarına da gösterip dalga geçmek isteyeceğin bir adam. Yemek yerken onu gördüğünde yediğin yemeği bile bitiremezsin. Sonra sırada avukat var. İçinizden bana teşekkür ediyorsunuzdur. Bu adam bütün hayatını katillerin ve tecavüzcülerin serbestçe dolaşabilmesini sağlamak için yalan söyleyerek para kazanmaya adamış biri. Bir kadın. İçi o kadar çirkin ki, dışı güzel olmadan yaşamaya katlanamıyor. Bir torbacı. Daha doğrusu uyuşturucu satan bir oğlancı. Tabii, hastalık yayan fahişeyi de unutmayalım.”

♦ “Ancak bu kadar berbat bir dünyada bu insanların masum olduklarını söyleyebilirsiniz. Zaten olay da bu. Her köşe başında, her evde ölümcül bir günah/suç görüyor ve hoşgörüyle karşılıyoruz. Hoşgörüyle karşılıyoruz çünkü çok yaygın, çok önemsiz. Sabah, öğle, akşam… Her zaman hoşgörüyle karşılıyoruz. Ama artık değil. Ben örnek oluyorum. Yaptıklarımı düşünülecek, incelenecek ve taklit edilecek. Sonsuza kadar.”

♦ “Ernest Hemingway, “Dünya güzel bir yer ve de uğruna savaşmaya değer” demiş Ben cümlenin ikinci yarısına katılıyorum.”
Yedi Ölümcül Günah

Duyarsızlaşmış insanların yaşadığı, atmosferi karanlık, sürekli yağmurun yağdığı ve Tanrıdan çok  kişinin kendisine karşı işlediği günahların cezalandırıldığı karanlık bir şehirde geçen, karanlık bir film se7en. Filmin senaryosunu yazan Andrew Kevin Walker’ın bu filmi yazmasındaki ilham kaynağını, depresif olduğu bir dönemde New York sokaklarında gezerken çevresine baktığında, bulmak için aramaya bile ihtiyacı olmadan, yedi ölümcül günaha sahip kişileri anında, çaba sarf etmeden görebilmesinden aldığını söylüyor.

Dante’nin İlahi Komedya’sındaki Cehennem halkalarından, yedi ölümcül günahı (kibir, açgözlülük, şehvet, öfke, kıskançlık, tembellik ve oburluk) işleyenleri öldüren bir seri katile kadar ilerleyen bir döngü.

Filmi yaratanların adanmışlık ve kararlılıkla çalışması ortaya azımsanamaz bir iş çıkartmış. Yedi, The Silence of the Lambs’den (Kuzuların Sessizliği) hem ahlaki hem de sanatsal açıdan daha başarılı, ıstırabı eğlencelik malzeme olarak sömürmeyen ve insanı yaşadığı dünya hakkında düşünmeye iten bir yapıt.

AKILLI LENSLER HAYATIMIZI NASIL DEĞİŞTİRECEK?

Birçok teknoloji şirketi, akıllı lens teknolojileri üzerindeki çalışmalarını sürdürüyor. Günlük hayatımızda kullanabileceğimiz bu teknolojiyle birlikte herhangi bir cihaz gerekmeden bazı görüntülerin direkt gözümüzün önüne gelebileceği ifade ediliyor. Örnek olarak bu lenslerin, konuşma yaptığınız bir sırada bir kağıt ya da başka bir şeyden yardım almanıza gerek kalmadan sözcüklerin direkt gözünüzün önünden akıp gitmesine olanak tanıyabileceği belirtiliyor.

Çeşitli bilim kurgu yapımlarında gördüğümüz bu lensler üzerinde çalışan şirketlerden birisi de Mojo Vision. Arttırılmış gerçeklik desteği sunan kontakt lensler üreten bu firma, gelecekte bu teknolojilerin hayatımızın farklı alanlarında işe yarayabileceğini belirtiyor.

Yakın bir zamanda lenslerin insanlı deneylerine başlamayı planlayan şirketin sahibi Steve Sinclair de yaptığı açıklamalarda. “Bir müzisyen olduğunuzu düşünün, sözler ve notalar gözünüzün önünden akabilecek. Ya da bir sporcusunuz; ihtiyaç duyduğunuz performans verileri ya da biyometrik verilere bu lensler aracılığıyla ulaşabileceksiniz.” ifadelerini kullanıyor ve bu lenslerin tüm gün kullanımının mümkün olduğunu belirtiyor.

BBC’nin bildirdiğine göre ABD’de bulunan Columbia Üniversitesi de bu tarz projeler üstünde çalisiyor. Projede bulunan Göz Hastalıkları Uzmanı Rebecca Rojas bu teknolojilerin diyabet hastalarının glikoz seviyelerini ölçmede ya da kanserle ilişkili moleküllerin tespit edilmesinde yardımcı olabileceğini söylüyor.

Ancak her teknolojide olduğu gibi bu konuda da bazi problemler var. Bunlardan biri de pil konusu. Tüm gün boyunca şarja gerek duymadan kullanılabilen lensler üretmeyi amaçlayan Mojo’ya göre oldukça küçük olacak olan bu cihazların pil ömrü, tıpkı diğer cihazlar gibi kullanım şekline göre değişecek, yani pil dolayısıyla bu cihazlar tüm gün kullanılabilir olmayacak ancak kısa aralıklarla kullanılabilecekler.

Bunun yanında gizlilik ve kişisel veriler de lenslerin yaratabileceği problemler arasında. Uzmanlara göre bu lenslerde fotoğraf çekebilecek kameraların bulunması özel hayat gizliliğini tehlikeye sokabilir.

Ek olarak teknolojiyi kullanan insanların kişisel verilerinin de tehlikeye girebileceği aktarılıyor. Uzmanlar, bu lenslerin gizli kullanıcı verilerini toplayıp paylaşabileceğini belirtiyor ve bu konuda önlem alınması gerektiğini vurguluyor. Mojo ise bu verilerin korunacağını ve gizli tutulacağını vurguluyor.

Tartışılan baksa bir konu ise lenslerin göz sağlığına etkisi

Rebecca Rojas, lenslerin önerilen kullanım sürelerinden fazla takılmasının zararlı olabileceğini, ancak bu riskin herhangi bir kontakt lenste de yaşanabileceğini belirtiyor. Mojo’nun kurucusu Steve Sinclair ise böyle risklerin ortaya çıkabileceğini ve bir sene gibi bir süre boyunca kullanılan cihazların insanlarda endişe yaratabileceğini söylüyor. Bu sebeple lensler için göz klinikleri ile çalışılacağı, temizlik konusuna dikkat gerektiğini de belirtiyor.

Kısacası, önümüzdeki yıllarda akıllı lenslerin yaygınlaşma ihtimali oldukça fazla. Bu teknolojinin hayatimizin her alanında kolaylıklar sağlama gibi vaatleri bulunsa da bazı riskleri de mevcut.

IEEE MCBU

CHE GUEVARA’NIN EŞİ ALEIDA MARCH İLE TANIŞMASI: “HADİ ÇARPIŞMAYA GİDİYORUZ”

1958 yılı, Küba. İç savaş yılları. Ufukta devrim gözüküyor. Yirmi dört yaşında Kübalı devrimci öğretmen Aleida March,* gönüllü olarak Che’nin savaştığı dağlara gidiyor. Üzerinde teslim etmesi gereken paralar var.

Paralar Aleida’nın tüm gövdesine bantlanmış. Che’nin yanına vardığında bantları sökemeyen Aleida ondan yardım ister. Yıllar soma Aleida’ya yazdığı mektupta, bantları sökerken tahriş olmuş tenini görünce neler hissettiğini, nasıl bocaladığını anlatır Che. Kamptan ayrılmayan Aleida, gerillalara hemşirelik yapar.

Bir gün yol kenarında sırtmda çantasıyla oturmuş dinlenirken, Che cipiyle gelir durur önünde: “Hadi atla arabaya, çarpışmaya gidiyoruz.”

Arabaya biner ve giderler. “Biniş o biniş,” diyor Aleida, “Bir daha hiç inmedim o cipten.” Birlikte savaşır ve mücadele ederler. 1 Ocak 1959’da diktatör Batista’nın bir uçakla Dorninik Cumhuriyeti’ne kaçtığı gün, Che Guevara da Aleida’ya evlenme teklif eder.

2 Haziran 1959’da evlenirler.

Che 1967’de öldürülür. Aleida hâlâ yaşıyor, Che’nin dört çocuğuyla birlikte.

Kaynak: Cin Aynası – Ercan Kesal
CHE GUEVARA’NIN EŞİ ALEIDA MARCH İLE TANIŞMASI: “HADİ ÇARPIŞMAYA GİDİYORUZ”

*Aleida March (d. 18 Şubat 1936; Santa Clara, Küba) Che Guevara’nın ikinci eşi ve Küba ordusunun bir üyesi.

AMSTERDAM KLEZMER BAND VE GALATA GYPSY BAND “KATAKOFTİ” ADLI ALBÜMÜ

Gypsy, Balkan ve caz tınılarını harmanlayan Amsterdam Klezmer Band iyi balkan müziği yapan gruplardan biri. Türkiye’de defalarca konserler veren Hollandalı müzik grubunun Galata Gypsy Band ile 2003 yılında Kalan Müzik çıkartıkları Katakofti adlı albümü aşağıdan dinleyebilirsiniz.

Katakofti Albüm İçeriği: Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Katakofti Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Harmandalı Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Soski Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Der Terkische Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Didem Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Bambi Cafe Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Magnificient Seven Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Elfje Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Moya Raba Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – On The Fly Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Tulum Havası Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Di Naie Chuppe Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Limonchiki Amsterdam Klezmer Band & Galata Gypsy Band – Bahriye Çiftetelli

Amsterdam Klezmer Band ve Galata Gypsy Band “Katakofti”  Albümü

Sonraki şarkıya geçmek için >| şarkı seçmek için [>] işaretine basınız.

KORKTUĞUMUZ ŞEYLER BAŞKALARININ MİTLERİ Mİ, KENDİ HAKİKATLERİMİZ Mİ?

Rus fizyolog Ivan Pavlov’un klasik koşullanma deneyini duymuşsunuzdur: Et görünce salya salgılayan köpeklere eşzamanlı olarak zil sesi öğretilerek zil-et bağlantısı aşılanır; sonunda köpeklerin eti görmeseler de zil sesine salyayla tepki vermeleri sağlanır. İşin teorikçesi, önceden aralarında bağlantı bulunmayan uyaranla tepki arasında bağ kurulmuş ve bunun refleks olarak yerleşmesi sağlanmıştır. Pavlov, insanların özellikle korkuyu öğrenme sürecine de uyarlanan bu klasik şartlanma deneyini yaptığında 20. yüzyıla henüz giriş yapmıştık. Oysa bugün bambaşka koşullarda, ultra-sosyal bir dünyada yaşıyoruz. Kitlesel medya araçları ve sosyal medya hayatımızı, tüm algımızı çevreliyor. Başka pek çok bilgi gibi neyin tehdit unsuru neyin güvenilir olduğunu, ya da kısaca şiddetin kendisini de, kişisel deneyimlerimizden çok bu kaynaklardan öğreniyoruz. Öğrendiğimiz bir nevi ikinci el şiddet olsa da… Nitekim dünyanın uzak köşesinde yaşanan bir şiddet olayının sürekli tekrar eden, müziklerle, özel tekniklerle sunulan görüntüleri, müthiş huzurlu ve sakin bir çevrede yaşıyor dahi olsak kısmen kendi deneyimimize dönüşebiliyor. Üstelik bu illa da büyük şiddet olayları için değil, daha ufak çaplı ve gündelik vakalarda da geçerli. Peki bu görüntü ve ses bombardımanından davranışlarımız nasıl etkileniyor?

Öncelikle şunu belirtelim; insanlar bilginin ya da konumuz özelinde tehdit algısının sosyal yoldan öğrenilmesi anlamında tek değil. Mesela Rhesus maymunları yılandan korkmayı bireysel deneyimleri yoluyla değil, türdeşlerinin verdikleri tepkiler üzerinden öğreniyorlar. İnsanlarda sosyal öğrenme yoluyla kazanılan tehdit algısının karar alma süreçlerimizdeki etkisini inceleyen Karolinska Enstitüsü, Zürih Üniversitesi ve Amsterdam Üniversitesi araştırmacıları, beyin hacmi ve kapasitesiyle övünmeyi pek seven türümüzün Rhesus maymunlarından çok da farklı olmadığını gösterdi. PNAS dergisinin 13 Şubat sayısında yer bulan çalışmanın odak noktasını, etkilerinin daha dolaysız biçimde görünür olması sebebiyle şiddet meselesi oluşturuyor.

Şiddet insanlar özelinde üç yoldan öğreniliyor: kişisel deneyim, sosyal gözlem ve sözlü öğrenme. Araştırma için deneye alınan ve 40’ar kişilik 3 gruba ayrılan her bir katılımcı ekip, bu üç öğrenme yolunu temsil ediyor. Dolayısıyla çalışma kapsamında üç deney düzeneği hazırlanmış. Her üç düzenekte de katılımcılara pozitif veya negatif çağrışım içermeyen iki resim gösterilmiş ve bu resimlerden hangisinin “tehlikeli” olduğu, bize şiddeti/tehlikeyi/tehdidi tanıtan bu üç kaynak temel alınarak “öğretilmiş”. Yani ilk gruba doğrudan deneyimi yansıtacak ve Pavlovcu bir şartlanma sağlayacak şekilde tehlikeli resim eşliğinde elektrik şoku uygulanmış. İkinci gruba bu bilgi, katılımcının o resme baktığında elektrik şoku alan ilk grup katılımcılarının videosu seyrettirilerek verilmiş. Üçüncü grupta ise tehlikeli resmin elektrik şokunu getireceği bilgisi sözlü yoldan aşılanmış. Dolayısıyla sosyal öğrenmeyi temsil eden ikinci ve üçüncü gruptaki katılımcıların acı deneyimini doğrudan yaşamadan bilgiye erişimleri sağlanmış. Deneyin ikinci aşamasında katılımcılardan iki resim arasında üst üste 70 defa seçim yapmaları istenmiş. Ancak bu noktada katılımcılardan habersiz bir manipülasyon uygulanmış ve bizi türümüzle ilgili umutsuzluğa sürükleyecek sonuçlar da zaten bu aşamada kendini göstermiş. Buna göre her bir grup iki altgruba ayrılmış. Altgruplardan biri seçim yaparken önceden verilen bilgiyle çelişmeyecek şekilde tehlikeli resim-elektrik şoku bağlantısı devam ettirilmiş; yani şoka mümkün olan en az sayıda maruz kalmayı hedefleyen katılımcılar tehlikeli resimden kaçınarak elektrik şokundan kurtulmuş. Ancak diğer grupta elektrik şoku tehlikeli olmadığı söylenen resim eşliğinde verilmeye başlanmış. İlginç olan, bu gruptaki katılımcılar acıyı o an bizzat yaşıyor olmalarına rağmen kendilerine öğretilen ilk bilgiden şaşmamak konusunda ısrarcı olmuşlar. Öyle ki kendisine gösterilen ya da söylenene değil de o andaki deneyimine dayanarak karar verenlerin oranı tüm gruplarda %25’te kalmış…

“Önyargıların ve zalimliğin asıl kaynağı korkudur” Tabu Ahlakı – Bertrand Russell

Bu çalışmadan çıkan acıklı sonuç araştırma grubunun başını çeken Andreas Olsson’un ifadesiyle “insanların neden mantığa aykırı davranışlar sergilediklerini” açıklıyor. Sosyal yoldan, yani başkalarının anlatılarını dinleyerek, onların deneyimlerinden yola çıkarak ya da birtakım videolar, görüntüler, haberler seyrederek edindiğimiz bilgi, kendi tecrübelerimizle çürütülse, geçerliliğini açıkça yitirse ve hatta zararımıza sonuçlansa bile peşini bırakmıyoruz. En azından bir çoğumuz… Sözün özü, Fıransız felsefeci Michel Onfray’in farklı bir bağlamda söylediği gibi “bizi ayartan mitleri, canımızı yakan hakikate tercih ediyoruz.”


Kaynak: Lindström B. ve ark., “Social threat learning transfers to decision making in humans”, PNAS, 13 Şubat 2019./ Nıvart Taşçı | Bilim ve Gelecek

LERMONTOV: KADER DİYE BİR ŞEY VARSA, NEDEN ÖZGÜR BİR İRADE VE AKIL VERİLMİŞ BİZE?

“Hiçbir şeyi unutmayan ben, unutulnuşum!..”

“Evet, genç ve yeni gelişmekte olan bir ruha sahip olmakta sınırsız büyüklükte bir haz vardır! Böyle bir ruh, en güzel kokularını güneşin ilk ışınlarıyla karşılaştığında salan bir çiçek gibidir. O anda koparmak gerekir o çiçeği ve kokusunu ciğerlerine doyasıya çektikten sonra yolda bir kenara atmak… Nasıl olsa biri alır onu oradan! Karşısına çıkan her şeyi yutan bu doymak bilmez açlığın içimde var olduğunu hissediyorum. İnsanların acılarına ve sevinçlerine ruhsal gücümü besleyen bir besin gibi yalnızca kendi açımdan bakıyorum. Tutkularımın etkisiyle çılgınca şeyler yapamıyorum artık. Toplumda saygın bir yer edinme tutkumu yaşam koşulları yok etti, ama sonra bu duygum başka bir biçimde çıktı ortaya. Çünkü toplumda saygın yer edinme tutkusu iktidar tutkusundan başka bir şey değildir. En çok da çevremdeki insanların üzerinde egemenlik kurmaktan haz duyuyorum; beni sevmelerinden, bana sadık olmalarından, benden korkmalarını sağlamaktan. En büyük iktidar bunlar değil midir? Buna geçerli hiçbir hakkınız yokken birinin acısının veya sevincinin nedeni olmak… Gururumuzun en tatlı besini bu değil midir? Peki mutluluk nedir? Doymuş bir gururdur mutluluk. Kendimi dünyada herkesten daha iyi, daha güçlü saysaydım mutlu olurdum. Herkes sevseydi beni, içimde bitmek tükenmek bilmez sevgi kaynakları olsaydı… Kötülük doğuruyor bu. İlk acı, başkalarına acı çektirmenin hazzını öğretiyor bize. Kötülük düşüncesi, onu gerçekleştirmeyi istemezse, yer etmez insanın kafasında. “Düşünce organik bir oluşumdur,” demiş adamın biri: Doğuştan biçimlenirler ve bu biçim eylemdir. Kimin kafasında daha çok düşünce varsa o ötekilere oranla daha çok eylem adamıdır. Bu yüzdendir ki, hareketsiz ve sakin bir yaşam süren güçlü yapılı, sağlıklı bir insanın sonunda beyin kanamasından ölmesi gibi, memur masasına bağlı bir dâhi de sonunda ya ölmek ya da aklını yitirmek zorundadır. Tutkular, gelişmeye başlamış düşüncelerden başka bir şey değildir. Kalbin gençliğinin bir parçasıdır ve ömür boyu onlarla heyecanlanmayı umanlar aptaldırlar. Çoğu sakin nehir başlangıçta coşkundur, çağlayanlardan atlar, ama denize yaklaştığında hiçbiri kayaların üzerinden aşmaz, köpürerek akmaz. Ama onların bu sakinliği genelde büyük ama saklı bir gücün işaretidir. Duyguların ve düşüncelerin doymuşluğu, derinliği de çılgınca atılımlara izin vermez. Ruh acı çekerken, haz duyarken inceden inceye yorumunu yapar her şeyin ve bunun böyle olması gerektiği sonucuna varır. Fırtınalar olmasa, sürekli güneşin onu kupkuru yapacağını bilir ruh. Kendi yaşamının derinlerine iner, sevilen bir bebek gibi okşar kendini veya cezalandırır. Ancak bu yüksek bilinç düzeyinde Tanrı’nın adaletinin bilincine varabilir insan.”

“Bir gün gelecek ki dilsizler konuşacak ve körler görecektir..”

Bir an düşündüm, sonra içten kırılmış gibi yaparak, “Evet, çocukluğumdan beri kaderim budur zaten!” dedim. “Herkes, yüzümde kötü eğilimlerin belirtilerini arardı – aslında olmayan ama onlarca olması gereken eğilimleri: Sonunda dilekleri gerçekleşti. Alçakgönüllüydüm; beni hesaplılıkla suçluyorlardı: Sonunda hiç konuşmaz hale geldim. İyilikle kötülüğü ayırt edebiliyordum; anlamıyorlardı beni, herkes kırıyordu: Kin gütmeye başladım. İçime kapanık bir çocuktum, başkaları gibi şen, konuşkan değildim; onlardan üstün görüyordum kendimi ama herkes beni onlardan aşağı tutmakta sözbirliği etmişti: Kıskanç oldum. Bütün dünyayı sevmeye hazırdım; değerlendiren çıkmadı: Böylelikle de nefret etmeyi öğrendim. Renksiz gençliğimi, kendime ve dünyaya karşı giriştiğim savaşta tükettim. Alaya alınmaktan korktuğum için, en iyi duygularımı yüreğimin derinlerine gömdüm. Orada silinip gittiler. Hep doğru söyledim, inanılmadım. O zaman kandırmaya başladım. Kibarların dünyasını, toplumun işleyişini iyiden iyiye kavrayınca, hayat biliminde ustalık kazandım; başkalarının bu ustalığı kazanmadan nasıl mutluluğa ulaştıklarını gördüm; benim hiç yılmadan erişmeye çalıştığım önceliklerin tadını, onlar kendilerini hiç yormadan çıkarıyorlardı. O zaman içimi bir karamsarlık kapladı – tabanca kurşunuyla giderilecek türden bir karamsarlık değildi bu: Soğuk, çaresiz, sevimliliğin, iyi niyetli bir gülümsemenin altına gizlenen bir umutsuzluktu. Ruh yönünden sakat olmuştum. Ruhumun yarısı yoktu; solmuştu, uçmuştu, ölmüştü. Ben de o yarıyı kestim attım – oysa öteki yarı kımıldanıyordu, diriydi, herkesin hizmetindeydi. Kimse farkına varmadı bunun; çünkü bir zamanlar var olan öteki yarıdan haberleri yoktu; ama siz bir hatırayı uyandırdınız, ben size bir kitabe okudum.

Mihail Yuryeviç Lermontov Zamanımızın Bir Kahramanı

YUNANLI KEKEME HATİP DEMOSTENES’İN MAĞARASI – ALİ ŞERİATI

0

Bir şey söy­lemek istediğimizde, hatta bir kelime ve cümle seçmek is­tediğimizde ansızın bir iğnenin, adamın olur olmaz bir ye­rine battığını görüyoruz. Alışılagelmiş sınırı, anlayışlar, görüşler, taassuplar ve maslahatlar mağarasının sınırını aşan yeni bir söz kullandığımızda, hemeninde bir iğne bi­zi uyarıyor! Sağ yanımızdan yaralanıyoruz. Başka bir şey söylemek istiyoruz; sol yanımızdan bir iğne yiyoruz. Söy­leşiyi değiştiriyoruz yada yeni bir konu açıyoruz; yüz tane başka diken, bizi başımızın üstünden yaralıyor.

Demostenes*, zayıf bir çocuktu. Çok utangaçtı. Sesi cılız ve gövdesi küçüktü. Konuşmayı da beceremiyordu; sıradan bir çocuk kadar bile. O dönemde Yunanistan’da sofizm (sophisme) her şeyden daha güçlüydü. Sofistler (safsatacılar), yani anlatım gücüyle geceyi gündüz, gündüzü gece göste­ren büyük ve güçlü konuşmacılar, siyasette, yargıda ve kamuoyu üzerindeki etkinlikte çok güçlüydüler. Delillendirme gücüyle ve sözün büyüsüyle toplum ve bireylerin yazgısına hükmediyorlardı. Demostenes, zayıf, çekingen ve yetim bir çocuktu. Babasından kendisine kalan mirası davacılar yediler. Çünkü, davacıları, onun hakkını gasp edip ötekilerin gaspını hak olarak göstermeyi başardılar ve o, mirastan yoksun kaldı. Mantık ve söz gücü aracılı­ğıyla ona yüklenen bu yoksunluk, onda güçlü bir inanca ortaya çıkardı. Beden ve dil zayıflığına, anlatımdaki ye­tersizliğine ve kılığının çekici olmamasına karşın, hakkı­nı alabilmek için güçlü bir konuşmacı olmaya karar ver­di.

Bu amaca ulaşmak için konuşma alıştırmalarına başladı. Zor ve tuhaf alıştırmalarla Demostenes, tarihte dünyanın konuşma tanrılarından biri olarak tanınan bü­yük bir hatip oldu. O kadar ki, hitabelerinden birini sun­mak için tam yedi yıl çalıştığı söylenir. Onun yaptığı alıştırma ve konuşma için seçtiği alış­tırmanın durumu, bizim pratikteki konuşma durumu­muzla büyük bir benzerlik gösterir!

Yalnız başına dağa gidiyor; çölde, dağda ve ovada ha­yali kalabalık topluluklar için ateşli konuşmalar yapıyor­du. Taşların arasında mağaraya benzer bir yer kazmıştı. Burası, yalnızca onun durabileceği ölçüdeydi. Bu dar ve yapma mağaranın duvarlarına, ayakta durup konuşma alıştırması yaptığında eli, başı, omuzu, boynu ve gövdesi­ni konuşma için gerekenden ve konuşmanın konusunun gerektirdiğinden fazla hareket ettirmesine ve ellerinin ve gövdesinin fazladan ortaya çıkan kımıldamalarına engel olabilecek biçimde irili ufaklı, uzunlu kısalı bıçaklar, di­kenler, çiviler ve iğneler yerleştirmişti. Böylece, elini ko­nuşmaya uygun düşen ölçüden biraz fazla hareket ettir­se, eli bu sivri bıçaklardan, iğnelerden ya da çivilerden bi­rine çarpıyor ve yaralanıyordu. Böylece onu, “Fazla git­tin!” diye uyarıyordu. Bu yaşantılar, batmalar, sivri ve sert sınırlamalar, dört yandan onu bağlıyor ve yavaş ya­vaş “tekdüze”, “uyumlu”, “uygun”, “gereğine göre” tavır ve davranışları, tüm konuşmacıların yaptıklarının ve yapmaları gerekenin, aynı zamanda çoğunluğun da be­ğendiği benzeri tavır ve davranışları adet edinmesini sağ­lıyordu.

Şu anda bulunduğumuz zamanda ve koşullarda, bi­zim konuşma durumumuz da bütünüyle Demostenes’in o sıkıntılı, dar ve taşlı mağarada, o iğne ve çiviyle dolu ma­ğarada konuşurkenki durumunun aynısıdır! Bir şey söy­lemek istediğimizde, hatta bir kelime ve cümle seçmek is­tediğimizde ansızın bir iğnenin, adamın olur olmaz bir ye­rine battığını görüyoruz. Alışılagelmiş sınırı, anlayışlar, görüşler, taassuplar ve maslahatlar mağarasının sınırını aşan yeni bir söz kullandığımızda, hemeninde bir iğne bi­zi uyarıyor! Sağ yanımızdan yaralanıyoruz. Başka bir şey söylemek istiyoruz; sol yanımızdan bir iğne yiyoruz. Söy­leşiyi değiştiriyoruz yada yeni bir konu açıyoruz; yüz tane başka diken, bizi başımızın üstünden yaralıyor. Sonra hiç bir şeye, hiç bir çiviye ve iğneye değmeden konuşmaya mahkum olduğumuz böyle bir Demostenes mağarasında bu durumun konuşmayı çok güçleştirdiğini, hatta muha­le yaklaştırdığını görüyoruz. Ne yazık ki, daha büyük bahtsızlık da, artık konuşmacılarımızın, Demostenes gibi, gitgide bu sınırlamalar içerisinde konuşmayı adet edinmeleri ve bu mağarada hiç bir yere çarpmayacak ve iğneler, çiviler ve dikenlerin onun hareketlerine dokun­mayacakları ya da onu serzeniş olsun diye bile okşayacak­ları ölçüde öylesine akıllıca, pişkince, ustaca ve zekice, uz­laşıcı ve hoşa gidici bir biçimde konuşmayı öğrenmelidir. O zaman, öyle usta ve büyük bir hatip olunur ki sorma!


*Demosthenes, Atinalı politikacı, hatip. Atina’da doğmuştur. Babası zamanın silah yapımcılarından, zengin bir kişiydi. Kekeme olan Demosthenes uzun zaman aksaklığını giderebilmek için ağzına çakıl taşları koyarak konuşma pratikleri yapmış ve nutuk yazarlığına merak salmıştır.

İNSAN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN ÖZÜ ÜZERİNE: MÜCADELE YOKSA YAŞAM YOKTUR – FRIEDRICH SCHELLING

0

“İnsan varoluşunun özü, bizzat kendi varoluşunu, kim olduğunu seçme ve belirleme özgürlüğüdür. Bu bakımdan insan kendisinden tamamen sorumludur, başka bir deyişle kendi özgürlüğünden kaçamaz…”

NE İÇERİDEN NE DIŞARIDAN BAŞKA HİÇBİR ŞEY TARAFINDAN BELİRLENMEYEN ŞEY ÖZGÜRDÜR

“Özgürlük öğretisini, onun gerçekten anlaşılabilir olabileceği yere ilk yükselten idealizm olmuştur. İdealizme göre, her şeyin, özellikle de insanın düşünülebilir özü, bütün nedensel bağların, dolayısıyla da zamanın tümüyle dışında ve üzerindedir. Bu nedenle daha önceki şeyler tarafından belirlenemez, tersine, olan ve olacak olan her şeyi önceler; bu önceleme zamansal değil, kavramsaldır; tikel eylemin ve onun belirleniminin mümkün olması için, mutlak bir birlik her zaman var olmak zorundadır. Burada sözünü ettiğimiz, tamamen kendi sözcükleriyle anlatmasak da, Kant’ın görüşüdür. Eğer Kantçı özgürlük kavramını kabul edersek, şunu da doğru olarak kabul etmek gerekecektir: Özgür eylem, dolaysız olarak insanın düşünülür yanından gelmektedir. Ancak bu eylem, yine de zorunlu olarak belirlenmiş bir eylemdir, iyi ya da kötü, hemen bir sonraki eylemi de belirleyecek çoktan belirlenmiş bir eylem. Mutlak olarak belirlenmemişten belirlenmişe geçiş olamaz. Anlama yetisine sahip bir varlığın kendisini saf bir belirlenmemişlikten, bir neden olmaksızın belirlemesi fikri, bizi, yukarıda bahsettiğimiz, özgür iradenin gelişigüzel seçimi fikrine götürür. İnsanın kendi eylemini belirleyebilmesi için kendi içinde belirlenmiş olması gerekir; bu belirlenim dışarıdan olamaz, çünkü bu insanın kendi özgür doğasıyla çelişir; belirlenim insanın kendi içindeki herhangi bir rastlantısal ya da empirik zorunluluğa da dayanmamalıdır (psikolojik ya da fiziksel); bu kendi özüne, yani kendi doğasına göre bir belirlenim olmalıdır. Bu ise elbette belirsiz bir genellik değil, bireyin düşünülür varlığının belirlenimidir; ünlü determinstio est negatio (belirleme olumsuzlamadır) deyişi kesinlikle böyle bir belirlenimden söz etmemektedir, çünkü bizim bahsettiğimiz belirlenim, varlığın konumu ve kavramıyla birdir, yani varlığın içindeki öze aittir. Bu bakımdan düşünebilir varlık, ancak kendi içsel doğasına uygun olarak eylemde bulunduğunda özgürce ve mutlak anlamda bir eylemde bulunmuş olur; bu eylem , bireyin içinden ancak özdeşlik yasasına bağlı olarak koşulsuz anlamda zorunlu, yani mutlak olarak özgür biçimde çıkabilir; çünkü yalnızca kendi özünün yasalarına bağlı olarak eylemde bulunan ve ne içeriden ne dışarıdan başka hiçbir şey tarafından belirlenmeyen şey özgürdür.”

“Gerçek kötülük, akılsızlık ya da cehaletle değil, zekâ, planlama ve güçlü bir iradeyle gerçekleşir.”

“Tüm doğumlar, karanlıktan aydınlığa bir doğumdur; tohum toprağa gömülmeli ve karanlıkta ölmelidir ki, böylece güneşte çok daha güzel bir şekil olarak kendini topraktan gün yüzüne çıkarabilsin. İnsan dişi bedende şekillenir ve ancak akla dayanmayanın meçhullüğünden (duygudan, özlemden, bilginin o olağanüstü annesinden) en parlak düşünceler çıkar. Bu nedenle başlangıçtaki o kökensel özlemi, henüz bilmese de akla yönelen bir özlem olarak hayal etmeliyiz, tıpkı bizim bilinmeyen ve adı konulmamış bir iyiliğe duyduğumuz özlem gibi.”

“Nasıl iyiliğe yönelik bir gayret varsa, kötülüğe yönelik de bir heves vardır.”

“Doğaya bir bütün olarak baktığımızda, onun geometrik bir zorunluluk içinde var olmadığını görürüz. Doğada saf akıl değil, kişilik ve tin vardır ;tersi olsa,bilimde onca zamandır hüküm süren geometrik zorunluluk anlayışı, doğayı bütünüyle açıklayabilir, kendi evrensel ve ebedi doğa yasaları saplantısını, bugün olduğundan daha yüksek bir hakikate çıkarırdı…”

“Saygın şeylerde saygın, sapkın şeylerde sapkın olursun. Etkin benliğe sahip olmayan iyilik, henüz etkinleşmemiş iyiliktir.”

“Özgürlüğün gerçek ve canlı kavramı, onun iyiliğe ve kötülüğe yetkinliğidir.” Özgürlüğü gerçek anlamda ele alacaksak, kötülüğü de bir gerçeklik olarak tercih edilebilir, istenebilir bir şey olarak ele almamız gerekmektedir. Bunun için, kötülüğü de, bir eksiklik-yoksunluk olarak değil, bizzat kozmolojik gerçekliğin bir parçası olarak düşünmemiz zorunludur.”

“Mücadelenin olmadığı yerde yaşam yoktur!..”

“Özgür bir eylem olarak düşünülen kötülüğe eğilim, kaynağını ele alırsak bilinçdışı ve hatta karşı konulamaz bir eğilimdir. Bu durum, yaşamdan önceki bir yaşama işaret eder, ama bu zamansal bir öncelik değildir, çünkü salt düşünülür olan tamamen zamanın dışındadır. Yaratılışta her şey bir uyum içindedir ve bizim tasavvur ettiğimiz gibi bir ayrışma ya da ardışıklık yoktur, daha önce olanın içinde sonra olacak olan çoktan etkindir, her şey tek bir sihirli vuruşla aynı anda gerçekleşir. Bu nedenle burada kendi kararını kendi veren, kararlı insan, ilk yaratılışta kendini çoktan belirli bir şekilde kavramış olarak bulur; böylece ebediyetten gelen biri olarak doğmuştur ve bu ilk eylemiyle onun cisimsel türü ve tarzı bile belirlenmiştir.”

“Hiçbir kavram tek başına ele alınamaz ve bir kav­ramın bütünle olan ilişkisi, onun bilimsel yetkinliğinin de kanıtıdır; bu en başta özgürlük kavramı için geçerlidir.”


Özgürlük sorusunu ahlak, din, bilim ve tarih açısından ele alan ve insanlık tarihinin en önemli problemlerinden bir olan “kötülük problemi” çerçevesinde yepyeni ve özgün bir bakış açısı sunan bu felsefi inceleme; Kant’ın sekseninde öldüğü (1804), Schiller’in zamanından önce (1805) göçüp gittiği, Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’ni yayımladığı (1807), Napoléon’un Prusya’da hâkimiyetini kurduğu, Goethe’nin Faust’un ilk kısmını kaleme aldığı (1809) bir zamanın ürünüdür. Schelling’in 1809 yılında yayımlanan İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine eseri, özsel bilgininin temelini “tinsel olan”da görüyordu. Tin kaderdi ve kader tindi; çünkü sadece onun özü özgürlüktü. Bu eser onun en büyük başarısıdır ve aynı zamanda Alman felsefesinin, dolayısıyla da Batı felsefesinin en derinlikli eserlerinden biridir.

Engels, Bakunin, Kierkegaard ve Burckhardt gibi 19. yüzyılın etkisi büyük filozoflarının hocası olan Schelling’i en önemli eserinden okumak sadece Alman İdealizmini anlamak için değil, aynı zamanda Nietzsche ve Heidegger’in yol haritalarından büyük bir kısmını belirlediği çağdaş felsefe metinlerinin satır aralarında rahatça gezinebilmek için de elzem…

Friedrich Wilhelm Joseph von Schelling Alman İdealizminin Fichte ve Hegel’le birlikte en önemli filozoflarından biridir. Württemberg, Leonberg’de aydın bir Lutherci papazın oğlu olarak dünyaya geldi. Çok küçük yaşlarda zekâsıyla ayırt ediliyordu ve 15 yaşında Tübingen Teoloji Vakfı’na kabul edildi. Her ikisi de kendisinden beş yaş büyük olan Hölderlin ve Hegel’le orada tanıştı ve yakın arkadaş oldular.

Erken döneminde Fichte’nin düşüncelerinin izleri olsa da kısa sürede kendine özgü bir düşünce yolu izlemiştir. Özellikle doğa felsefesi üzerine çalışmalarla özgünlüğünü kanıtlamıştır. 1797 yılında Bir Doğa Felsefesi İçin Düşünceler, 1798 yılında Dünya-Ruhu Üzerine, 1799 yılındaysa Bir Doğa Felsefesi Sistemi Üzerine İlk Taslak ve Bir Doğa Felsefesi Sisteminin Taslağına Giriş ya da Spekülatif Fizik Kavramı başlıklı çalışmalarını yayımladı. 1800 yılında yayımladığı Transendental İdealizm Sistemi en önemli eserlerinden biridir ve Fichte’nin Bilim Öğretisi’nin izlerini taşır. Bu eseri 1801 yılındaki Felsefi Sistemimin Sunuluşu izler.

1798 yılında akademik ve yazınsal yaşamın büyük çekim merkezi olan Jena Üniversitesi’nde bir kürsüye atandı ve burada 1802-1803 yılları arasında eski yakın arkadaşı Hegel’le birlikte Eleştirel Felsefe Dergisi’ni yayımladı. Schlegel kardeşler ve Novalis gibi devrin büyük romantik düşünürleriyle yakın ilişkiler kurdu. 1802 yılında Bruno ya da Şeylerin Tanrısal ve Doğal İlkesi Üzerine ve Akademik Çalışmanın Yöntemi Üzerine Dersler başlıklı iki çalışma yayımladı. Jena’daki son döneminde sanat felsefesi üzerine yoğunlaştı; bunu Würzburg’da din felsefesi izledi, 1804 yılında Felsefe ve Din’i yayımladı. İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine başlıklı çalışması Münih’te, 1809 yılında yayımlanırken, bu eserde insan özgürlüğü ile Mutlak arasındaki ilişki konusunu ele aldı. Erlangen ve tekrar Münih’te dersler veren Schelling, Tinin Fenomenolojisi’nde (1807) kendisini eleştiren Hegel’in 1831’deki ölümüyle birlikte, onun etkisini dağıtmak için Berlin’de felsefe profesörlüğüne atandı ama beklenen etkiyi yaratamadı. Derslerini dinleyenler arasında Friedrich Engels, Bakunin, Kierkegaard ve Jakob Burckhardt da vardı. 1854’te İsviçre’de, Riga’da öldü. Ölümünden sonra Vahiy Felsefesi ve Mitoloji Felsefesi başlıklı eserleri yayımlanmıştır.

İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine Friedrich Wilhelm Joseph von Schelling Çevirmen : Mehmet Barış Albayrak, Ayrıntı Yayınları

YİYECEKLER AMA DOYMAYACAKLAR, ZİNA EDECEKLER AMA ÇOĞALMAYACAKLAR! – HOŞEA

Hoşea 4 

Rab İsrail’i Azarlıyor 1 Ey İsrailliler, dinleyin RAB’bin sözünü, Çünkü RAB’bin davası var bu ülkede yaşayanlarla; “Yok olmuş sevgi, sadakat, Tanrı bilgisi.

2 Lanet, yalan, adam öldürme, hırsızlık, Zina almış her şeyin yerini. Zorbalık ediyorlar, Kan üstüne kan döküyorlar.

3 Bu yüzden ülke yas tutuyor, Tükeniyor orada yaşayan herkes, Kırdaki hayvanlar, gökteki kuşlar Denizdeki balıklar…

4 “Ancak kimse kimseyle çekişmesin, Kimse kimseyi suçlamasın, Çünkü halkın kâhinle çekişenlere benziyor. 5 Sen gündüz tökezleyeceksin, Peygamber de gece seninle birlikte, Yok edeceğim anneni.

6 “Yok oldu halkım bilgisizlikten, Sen bilgiyi reddettiğin için, Ben de seni reddedeceğim, Bana kâhinlik etmeyesin diye. Sen Tanrın’ın yasasını unuttuğun için, Ben de senin çocuklarını unutacağım.

7 Kâhinler çoğaldıkça Daha çok günah işlediler bana karşı, Onların onurunu utanca çevireceğim.

8 Halkımın günahlarıyla besleniyorlar, Onların suç işlemesini istiyorlar.

9 Halkın başına gelenler kâhinlerin başına da gelecek, Tuttukları yol yüzünden cezalandıracağım onları, Yaptıklarının karşılığını vereceğim.

10 Yiyecekler, ama doymayacaklar, Zina edecekler, ama çoğalmayacaklar. Çünkü RAB’bi dinlemekten vazgeçtiler.

11 “Zina, yeni ve eski şarap insanın aklını başından alır.

12 Halkım tahta puta danışıyor, Değneğinden yanıt alıyor. Çünkü zina ruhu onları saptırdı, Kendi Tanrıları’ndan ayrılarak zina ettiler.

13 Dağ başlarında kurban kesiyor, Tepelerde meşe, aselbent, yabanıl fıstık ağaçları altında buhur yakıyorlar, Gölgeleri güzel olduğu için. Bu yüzden kızlarınız fahişelik ediyor, Gelinleriniz zina.

14 Fahişelik ettiklerinde kızlarınızı, Zina ettiklerinde gelinlerinizi cezalandırmayacağım. Çünkü erkekleriniz fahişelerle oynaşıyor, Putların tapınağında fuhuş yapanlarla kurban kesiyorlar. Anlayışsız halk mahvolacak.

15 “Ey İsrail, sen zina etsen de, Yahuda suç işlemese bari. “Gilgal’a gitmeyin, Beytaven’e çıkmayın. ‘Yaşayan RAB’bin hakkı için’ diye ant içmeyin.

Hoşea 5

1 “Ey kâhinler, işitin bunu! Ey İsrailliler, dikkatle dinleyin! Kulak verin, ey saraydakiler! Bu yargı size uygulanacak. Çünkü siz Mispa’da bir tuzak, Tavor Dağı’na serilmiş bir ağ oldunuz.


Hoşea, (İbranice: הושע, “Kurtuluş”; Latince: Osee) İbranice İncil’de Beeri’nin oğlu Hoşea, İsrail’de MÖ 8. yüzyılda bir peygamber ve oniki küçük peygamber kitaplarının ilkidir. Tanrı ile İsrail arasındaki ilişki için evlilik metaforu kullanan ilk peygamber Hoşea’dır. Bu metafor ileride Yeremya gibi kendisinden sonra gelen peygamberler tarafından da benimsenip kullanılmıştır. Hoşea, ilk yazar peygamber olarak bilinir, kitabın son konusu bilgelik edebiyatının formatına benzer.