NIETZSCHE AĞLADIĞINDA: İNSANLARIN TEK İSTEDİĞİ HÜKMETMEK VE KENDİ GÜÇLERİNİ ARTTIRMAKTIR!

0

Yıktınız ve zarar verdiniz ve bunu yalnızca bana değil, beni seven herkese karşı yaptınız…

“Bu sizi şaşırttı mı?” diye sordu Breuer.

“Hem de çok, özellikle tam da ilk karşılaşmamızın ardından olması. Ayrıca rahatsız da etti. Nietzsche büyük bir adamdır; hem bir beyefendi hem de güçlü ve olağanüstü bir kişilik; Doktor Breuer, ondan fazlasıyla etkilendiğimi inkâr etmiyorum, ama romantik açıdan değil. Belki de ondan etkilendiğimi sezdi ve evliliğin de aşk ilişkisi kadar bana uzak bir şey olduğuna dair söylediğim sözlere inanmadı.”

Pencere camlarını titreten ani rüzgâr bir an Breuer’in dikkatini dağıttı. Aniden boynunun ve omuzlarının tutulduğunu hissetti. O kadar dikkatle dinliyordu ki birkaç dakikadır bir tek kasını bile oynatmamıştı. Hastalan ara sıra kişisel sorunlarını anlatırlardı, ama böylesi asla olmamıştı. Böyle yüz yüze, böyle gözlerini bile kırpmadan değil. Bertha da çok şeyini anlatmıştı, ama hep “burada yokmuşçasına” dalgın bir ruh hali içinde. Lou Salome ise “burada” idi ve çok uzaktaki bir olayı anlatırken bile öyle samimi bir hava yaratıyordu ki Breuer âşıklar konuşuyormuş gibi hissetti. Nietzsche’nin ilk görüşmelerinin ardından neden ona evlenme teklif ettiğini anlayabiliyordu.

“Ya sonra Frâulein?”

“Sonra, bir somaki karşılaşmamızda daha dürüst olmaya karar verdim. Ama buna gerek kalmadı. Nietzsche’nin teklifi bana ne kadar itici gelmişse gelecekteki bu evlilik de ona o kadar korkutucu gelmişti. İki hafta sonra, Orta’da onu gördüğümde ilk sözleri, teklifini hiç yapılmamış gibi kabul etmemi istemek oldu. Onun yerine ideal bir ilişkide ona katılmamı önerdi; bu ilişki tutkulu, namuslu, entelektüel ve evlilikle ilgisi olmayan bir ilişki olacaktı.

“Üçümüz de uzlaşmıştık. Menage â trois’ muz konusunda Nietzsche’nin morali öyle yüksekti ki Lucerne’de olduğumuz bir öğle sonrasında bunun fotoğrafını çektirmemizde ısrar etti, günahkâr Üçlü’müzün tek resmi oldu bu.”

Fotoğrafı Breuer’e uzattı; Lou Salome’nin elindeki küçük kırbacı sallayarak üzerinde diz çöktüğü arabanın önünde iki erkek duruyordu. “Öndeki, bıyıklı, yukarıya doğru bakan adam; işte Nietzsche o,” dedi ılık bir sesle. “Diğeri de Paul.”

Breuer resmi dikkatle inceledi. Bu iki erkeği görmek onu rahatsız etmişti; güzel genç kadının küçük kırbacıyla arabaya koşulmuş acınası, prangalı devler.

“Atlarımı nasıl buldunuz Doktor Breuer?”

İlk kez Lou Salome’nin neşeli yorumlarından biri hedefini bulmamış ve Breuer onun henüz yirmi bir yaşında bir kız olduğunu hatırlayıvermişti. Huzursuzluk duydu, bu pırıl pırıl, neredeyse kusursuz yaratıkta pürüzler görmek hoşuna gitmemişti. Esaret altındaki bu iki erkeğe, kardeşlerine içi sızlamıştı. O da kolaylıkla onlardan biri olabilirdi.

Breuer, aceleyle hikâyesine devam eden konuğunun da yanlış adım attığının farkına vardığını düşündü.

“Üç ay kadar önce, Tautenberg’de iki kez daha görüştük, ilkinde Nietzsche’nin ablası vardı yanımızda, diğerinde de Paul’ün annesi. Fakat Nietzsche bana sürekli yazdı. Morgenröte, Gedonken über die moralischen Vorurtheile kitabının beni nasıl etkilediğini anlatmamdan sonra bana yazdığı mektup işte burada.”

Breuer kızın uzattığı mektubu çabucak okudu.

Benim Sevgili Lou’m,

Benim de önümde şafaklar var, ama hiçbiri renkli değil! Artık asla mümkün olmadığına inandığım mutlak saadet ve acıma bir arkadaş bulmak şu anda bana mümkün görünüyor, önümde uzanan gelecek yıllarımın ufku üzerinde altın bir olasılık. Sevgili Lou’mun cesur ve zengin ruhu aklıma geldikçe çok etkileniyorum.

F.N.

Breuer susuyordu. Nietzsche’nin duygularını çok daha iyi anlıyordu şimdi; yeni şafaklar ve altın olasılıklar keşfetmek, zengin, cesur bir ruha âşık olmak; herkes, en azından bir kez, yaşamında böyle bir şeye ihtiyaç duyar, diye düşündü Breuer.

“Bu arada,” diye devam etti Lou. “Paul de aynı ölçüde ateşli mektuplar yazmaya başladı. Dengeyi korumak için elimden gelen her şeyi yapmama rağmen, üçlümüzdeki gerginlik korkutucu bir hızla artıyordu. Nietzsche ve Paul arasındaki dostluk hızla eriyordu. Sonunda her ikisi de mektuplarında birbirlerini kötülemeye başladılar.”

“Ama tabii,” diye araya girdi Breuer, “bu sizin için sürpriz olmadı değil mi? Aynı kadınla yakın bir ilişki içine giren iki ateşli erkek?”

“Belki ben biraz saftım. Üçümüzün zihinsel bir yaşamı paylaşacağımıza, birlikte ciddi felsefi çalışmalar yapabileceğimize inanmıştım.”

Breuer’in sorusundan tedirgin olmuş görünen Lou ayağa kaktı, hafifçe gerindi, Breuer’in masasının üzerinde duran Rönesans dönemine ait bronz havanla tokmağı, küçük bir Mısır mezar figürünü, iç kulağın yarım daire kanallarını gösteren tahtadan yapılmış karmaşık bir modeli incelemek için duraklayıp ağır ağır pencereye doğru yürüdü.

“Belki de ben inatçı biriyim,” dedi, pencereden dışarı bakarak, “Ama bizim menage â trois’nın imkânsız olduğuna hâlâ inanmış değilim! Nietzsche’nin iğrenç ablası karışmasaydı yürüyebilirdi de! Nietzsche, yazı o ve ablası Elisabeth’le geçirmek üzere beni Thüringen’deki küçük bir köy olan Tautenberg’e davet etti. Ablası ve ben Wagner’le karşılaştığımız ve Parsifal’im izlediğimiz Bayreuth’ta buluştuk. Sonra da hep beraber Tautenberg’e yolculuk ettik.”

“Neden ona iğrenç diyorsunuz?”

“Elisabeth bölücü, kötü ruhlu, yalancı ve Yahudi düşmanı kaz kafalının biridir. Ona Paul’ün Yahudi olduğunu söylemek gibi bir hata yaptım, o da bunu Wagner’in çevresindeki herkese yaymak için elinden geleni ardına koymadı, böylece Paul’ün Bayreuth’ta hoş karşılanmamasını sağlamak istiyordu.”

Breuer kahve fincanım masaya bıraktı. Lou Salome’nin biraz önceki sözleriyle aşk, sanat ve felsefe dünyasının tatlı güvenliğinin kucağındayken, şimdi gerçekliğe, Yahudi düşmanlığıyla dolu çirkin bir dünyaya itilivermişti. Daha o sabah Neue Freie Presse’de üniversiteyi ayağa kaldıran gençlik derneklerinin sınıflara girip “Juden hinaus!“ (Yahudiler dışarı) diye bağırarak Yahudileri çıkmaya zorladıklarım, karşı koyanları itip kaktıklarını okumuştu.

“Frâulein, ben de bir Yahudiyim ve Profesör Nietzsche’nin Yahudi karşıtı görüşlerini kız kardeşiyle paylaşıp paylaşmadığını sormak zorundayım.”

“Yahudi olduğunuzu biliyorum. Jenia söylemişti. Nietzsche’nin yalnızca gerçeklerle ilgilendiğini bilmeniz çok önemli. Önyargı zırvasından; her türlü önyargıdan nefret eder. Ablasının Yahudi düşmanlığından nefret ediyor. Almanya’nın en açıktan açığa ve tehlikeli Yahudi düşmanlarından biri olan Bernard Förster’in kız kardeşini sık sık ziyaret etmesi onu hayret ve tiksintiyle dolduruyor. Ablası Elisabeth… “

Şimdi daha hızlı konuşuyordu, ses bir oktav yükselmişti. Breuer, kızın hazırlamış olduğu konuşmadan koptuğunun farkında olduğunu görüyordu, ama kız kendini tutamıyordu.

“Doktor Breuer, Elisabeth korkunç bir yaratıktır. Bana fahişe dedi. Nietzsche’ye yalan söyledi, o fotoğrafı herkese gösterdiğimi, Nietzsche’nin kırbacımın tadından nasıl zevk aldığını anlatarak övündüğümü anlattı. Her zaman yalan söylüyor! Tehlikeli bir kadın! Bir gün, bu sözüme dikkat edin, Nietzsche’ye çok büyük bir zararı dokunacak!”

Bunları söylerken hâlâ ayaktaydı ve önündeki koltuğun arkasını var gücüyle sıkıyordu. Sonra oturup daha sakin bir tavırla devam etti: “Tahmin edeceğiniz gibi, Nietzsche ve ablasıyla Tautenberg’de geçirdiğim o üç hafta oldukça karmaşıktı. Nietzsche’yle yalnız kaldığım anlar muhteşemdi. Harika yürüyüşler ve her konuda derin sohbetler yaptık; bazen sağlığı günde on saat konuşmasına izin veriyordu! Şimdiye kadar iki kişi arasında hiç bu kadar felsefi açıklık yaşanmış mıdır, merak ediyorum. İyi ve kötünün göreceliği, kişinin ahlâklı yaşayabilmesi için kendisini toplum ahlâkından kurtarması gereği, hür düşünenlerin dini hakkında konuşurduk. Nietzsche’nin sözleri doğru görünüyordu: Bizim kardeş beyinlerimiz vardı; yarım sözcükler, yarım cümlelerle, yalnızca hareketlerle birbirimize çok şey anlatabiliyorduk. Ancak bu cennet bozuldu, çünkü tüm bu anlarda o yılan ablasının gözleri üstümüzdeydi; onun bizi dinlediğini, her seferinde yanlış anladığım, dolaplar çevirdiğini anlayabiliyordum.”

“Söyler misiniz, Elisabeth size neden iftira etsin ki?”

“Çünkü kendi yaşamı için savaş veriyor. Küçük beyinli, fakir ruhlu bir insan o. Erkek kardeşini bir başka kadına kaptırmak istemiyor. Nietzsche’nin kendisini önemli kılan tek kaynak olduğunun, sonsuza kadar da öyle kalacağının farkında.”

Önce saatine, sonra da kapalı kapıya baktı.

“Zaman konusunda huzursuzluk duyuyorum, bu yüzden hikâyenin kalan kısmını size çabucak anlatacağım. Daha geçen ay, Elisabeth’in itirazlarına rağmen, Paul’ün annesiyle birlikte, Paul, Nietzsche ve ben Leipzig’de üç hafta geçirdik ve orada da ciddi felsefi tartışmalar yaptık, özellikle dinsel inancın gelişmesiyle ilgili konuştuk. Birbirimizden ayrılalı daha iki hafta oldu, Nietzsche o sıralar üçümüzün bahan Paris’te geçireceğine inanıyordu. Ama bu asla gerçekleşmeyecek, bunu şimdi anlıyorum. Ablası onu bana karşı zehirlemeyi başardı, o da son zamanlarda Paul ve bana karşı nefret dolu, ümitsiz mektuplar yazıyor.”

“Peki, şu anda Frâulein, her şey ne durumda?”

“Her şey bozuldu. Paul ve Nietzsche birbirlerine düşman oldular. Paul Nietzsche’nin bana yazdığı mektupları her okuyuşunda, benim Nietzsche için iyi şeyler söylediğimi her duyuşunda daha da sinirleniyor.”

“Paul size yazılan mektupları mı okuyor?”

“Evet, neden olmasın? Dostluğumuz gelişerek derinleşti. Sanının ona olan yakınlığımı asla kaybetmeyeceğim. Birbirimizden hiçbir şey saklamıyoruz; birbirimizin günlüklerini bile okuyoruz. Paul, Nietzsche’yle ilişkimi koparmam için bana yalvarıyordu. Sonunda kabul ettim ve Nietzsche’ye bir mektup yazarak dostluğumuza her zaman değer vereceğimi, fakat menage â trois’mızın artık asla mümkün olmadığını söyledim. Annesinden, ablasından ve Paul ile arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı işe çok fazla acı, çok fazla yıkıcı etki karıştığını anlattım.”

“Nasıl karşıladı?”

“Çok sert! Korkunç! Çılgınca mektuplar yazıyor, bazen hakaret ediyor ya da tehditler savuruyor, bazen derin bir ümitsizlik içinde oluyor. İşte, daha geçen hafta aldığım mektuplardaki şu pasajlara bakın!”

Görünüşleri bile kışkırtıcı iki mektup uzattı; kargacık burgacık el yazısı, kısaltılmış ya da birkaç kez altı çizilmiş bir dolu sözcük. Breuer gözlerini kısarak Lou’nun yuvarlak içine aldığı paragrafları okumaya çalıştı, ama birkaç sözcükten fazlasını çıkaramadığı için mektupları geri uzattı.

“Onun yazısını okumanın ne kadar zor olduğunu unutmuşum,” dedi. “Paul ve bana yazdığı şu mektubu size deşifre edeyim: ‘Benim megalomani krizlerim ya da yaralanan gururum sizi rahatsız etmesin ve eğer bir gün bir ihtiras nöbeti sırasında canımı alacak olursam, sakın buna fazla üzülmeyin. Benim hayallerim sizin umurunuzda mı ki!.. Ümitsizlikten aldığım yüksek dozda afyondan sonra bu akılcı bakışa ulaştım.’ “

Burada kesti. “Ümitsizliğinin derecesi konusunda bu herhalde sizi yeterince aydınlatmıştır. Birkaç haftadır Bavyera’da Paul’ün ailesine ait bir evde kalıyorum, bütün mektuplarım o adrese geliyor. Bana acı vermemesi için ondan gelen en kinci mektupları Paul yok ediyor, ama yalnızca bunu kaçırabildim: ‘Eğer sizi kendimden şimdi uzaklaştırırsam bütün kabahat sizin varlığınızdır… Yıktınız ve zarar verdiniz ve bunu yalnızca bana değil, beni seven herkese karşı yaptınız; ipin uçundasınız.’ “

Başını kaldırıp Breuer’e baktı. “Evet Doktor, size benim bu işle bir ilgim olduğunu ona sakın söylemeyin derken ne demek istediğimi şimdi anladınız mı?”

Breuer purosundan derin bir nefes çekti. Her ne kadar Lou Salome merakını uyandırmış ve açıkladığı melodramla onu etkilemiş olsa da içinde bir huzursuzluk duyuyordu. Bu işe dahil olmak akıllıca olur muydu? Ne karmaşa! Ne ilkel ve güçlü ilişkiler: Günahkâr Üçlü, Nietzsche’yle Paul’ün biten dostluğu, Nietzsche’yle ablası arasındaki güçlü bağ. Bu kadın ve Lou Salome arasındaki kötü niyetli ilişki. Bu fırtınalardan uzak kalmaya dikkat etmeliyim, dedi kendi kendine. Tabii bunların içinde en tehlikeli olanı Nietzsche’nin Lou Salome için duyduğu ve şimdi nefrete dönüşmüş olan aşk. Ama artık geri dönmek için çok geçti. Artık bu işe girmiş ve Venedik’te kıza rahatlıkla, “Hiçbir hastayı geri çevirmedim,” demişti.

Tekrar Lou Salome’ye döndü. “Bu mektuplar telaşınızın nedenini anlamama yardımcı oldu Frâulein Salome. Dostunuz için duyduğunuz endişeyi paylaşıyorum: Durumu istikrarsız görünüyor, intihar ihtimali ise çok yüksek. Ama Profesör Nietzsche üzerinde artık pek az etkiniz olduğuna göre beni ziyaret etmesi için onu nasıl ikna edeceksiniz?”

“Evet, işte sorun bu; bu konuda uzun uzun düşündüm. Şu anda adımı duymak bile onu zehirliyor, o halde dolaylı yoldan uğraşmalıyım. Yani, sizinle buluştuğumu asla ama asla bilmemesi gerek demek bu. Ona hiçbir zaman söylememelisiniz! Ama artık onunla tanışmak istediğinizi bildiğim için… “

Fincanını masaya bırakıp Breuer’e öyle bir baktı ki, Breuer hemen bir cevap vermek zorunda kaldı: “Tabii Frâulein. Venedik’te si ze dediğim gibi hiçbir hastayı geri çevirmedim.”

Bu sözler üzerine Lou Salome’nin yüzünde geniş bir gülümseme belirdi. Ah, bu kız düşündüğünden çok daha fazla gerilim içindeydi.

“Bu güvenle, Doktor Breuer, benim bu işle ilgim olduğunu anlamadan Nietzsche’yi buraya getirme çalışmalarını başlatacağım. Davranışları o kadar kötüleşti ki eminim bütün arkadaşları bu konuda telaş içinde; bu yüzden ona yardımcı olacak akla yakın her planı seve seve kabul edeceklerdir. Yarın Berlin’e dönerken Basel’e uğrayacağım ve Nietzsche’nin çok eski bir dostu olan Franz Overbeck’e planımızı anlatacağım. Tanı koyma ve tedavi konusundaki ününüz işleri kolaylaştıracaktır. Profesör Overbeck’in, sağlığıyla ilgili olarak Nietzsche’yi size gelmeye ikna edeceğine inanıyorum. Başarılı olursam, bunu bir mektupla size bildiririm.”

Seri hareketlerle Nietzsche’nin mektuplarını çantasına geri koydu, ayağa kalktı, buruşan uzun eteğini düzeltti, kanepeden tilki kürkünü aldı ve vedalaşmak üzere elini Breuer’e uzattı. “Ve şimdi de sevgili Doktor Breuer… “

Diğer elini de Breuer’in elinin üzerine koyduğunda Breuer’in nabız atışları yükseldi. Seni yaşlı aptal, diye düşündü, ama kendisini kızın elinin ılıklığına bıraktı. Kendisine dokunmasından ne kadar hoşlandığını ona söylemek istedi. Belki o da biliyordu bunu, çünkü konuşması boyunca elini ellerinin arasında tuttu.

“Umarım bu konuda sıkı bir iletişim içinde oluruz. Bunun nedeni yalnızca Nietzsche için hissettiğim derin duygular ve onun huzursuzluğundan bilmeyerek benim sorumlu olduğum korkusu değil. Başka bir şey daha var. Sizinle de dost olacağımızı umuyorum. Gördüğünüz gibi çok hata yapıyorum; düşüncesizim, sizi hayretler içinde bırakıyorum, geleneksel biri değilim. Ama benim de güçlü yanlarım var. İnsanların ruhlarındaki asaleti gören mükemmel gözlerim vardır. Böyle birini bulduğum zaman da onu kaybetmemeyi isterim. O halde, birbirimize yazacak mıyız?”

Elini indirdi, kapıya doğru yürüdü, sonra birden durdu. Çantasını açıp iki küçük kitap çıkardı.

“Ah, Doktor Breuer, neredeyse unutuyordum. Nietzsche’nin son iki kitabını edinmeniz gerektiğini düşündüm. Düşüncelerini anlamanıza yardımcı olur. Ama bunları gördüğünüzü o bilmemeli. Bu kitaplardan henüz çok az satıldığı için kuşkulanacaktır.”

Tekrar Breuer’in koluna dokundu. “Bir şey daha. Okuyucusu çok az olsa da Nietzsche ünlü olacağından emin. Bir keresinde bana, yarından somasının ona ait olduğunu söylemişti. Bu yüzden ona yardım etmekte olduğunuzu kimseye söylemeyin. Adından kimseye söz etmeyin. Eğer birine söylerseniz ve o da duyarsa, bunu büyük bir ihanet olarak kabul edecektir. Hastanız, Anna O., onun gerçek adı bu değil, değil mi? Takma ad mı veriyorsunuz?”

Breuer evet anlamında başını salladı.

“O halde aynısını Nietzsche için de yapmanızı öneririm. Auf Wiedersehen, Doktor Breuer,” deyip elini ona doğru uzattı.

“Auf Wiedersehen, Frâulein,” dedi Breuer, eğilip kızın elini öptü.

Lou Salome’nin arkasından kapıyı kapatan Breuer elindeki iki adet, karton kapaklı ince kitaba baktı ve üzerlerindeki tuhaf başlıkları okudu -Die Fröhliche Wissenschaft ve Menschliches, Allzu menschliches10- sonra da onları masaya bıraktı. Lou Salome’yi son bir kez görmek için pencereye doğru yürüdü. Kız şemsiyesini açtı, arkasına hiç bakmadan merdivenlerden inip küçük bir atlı arabaya bindi.

Irvin D. Yalom Nietzsche Ağladığında Çevirmen: Aysun Babacan Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

BEHİCE BORAN: KÜRK MANTOLU MADONNA, SABAHATTİN ALİ’DEN BEKLEDİĞİMİZ BİR ESER DEĞİL

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali’den alıştığımız ve beklediğimiz çeşitten bir eser değildir. Roman ve hikayelerinde bize kasaba ve köylerimizi tanıtan, içimizdeki Şeytan da İstanbul’a geçmekle beraber yine onda da bize yerli bir mevzuu veren, sözde entelektüel grupların içyüzünü deşen, Kuyucaklı Yusuf’la dilimizin belki en güzel romanını veren muharrir, Kürk Mantolu Madonna’da sadece “bir aşk hikayesi” anlatıyor. Kitabın ilk 45 sayfası Sabahattin Ali tarzında başlıyor ve ilerliyor. Bu kısımda küçük bir memur tipini onun aile hayatını görüyoruz.

Muharrir bize güzel sahneler çiziyor. Fakat bu kısım “mukaddime”dir. 45’inci sayfadan sonra sessiz, uysal mütercim Raif Efendinin gençlik hatıratına dönüyoruz; hikaye Birinci Cihan Harbi’nden sonraki ilk senelerde Almanya’ya atlıyor ve artık bir Türk genci ile bir ressam – bar artisti Alman kızının aşk hikayesine dalıyoruz.

Bütün realist mevzularına ve üslubuna rağmen Sabahattin Ali’de romantik bir taraf var. Realist memleket hikayelerinde bu romantiklik, hayatın karanlık, acı taraflarını daha da mübalağalandırmak, “acıklı bir hikaye” yi daha da acıklı yapmak temayülü halinde beliriyor. Aynı romantiklik, bir başka şekilde, içimizdeki Şeytan’daki aşk teminde beliriyor. Orada, fakir genç çiftin zor hayatı romantik bir hava içinde verildiğinden, tatlı ve cazip görünüyor, tıpkı bohem hayat hikayelerinde, yedinci kat tavan arasında oturan “artist”in sefaleti, avareliğinin hercümerci pembe ve cazip göründüğü gibi. Muharrir, öbür kitaplarında gemlediği bu romantikliği Kürk Mantolu Madonna’da başıboş bırakıvermiş. Belki bu tarafı bu suretle bu kitapta boşalmış olur da bundan sonraki eserleri bu zayıflatıcı amilden büsbütün kurtulmuş olur.

Biraz keyifsiz olup da işe gitmeyip evde kaldığınız bir gün, veya yorgunca olduğunuz bir akşam, rahat bir sedire uzanıp kafanızı yormadan, vakit geçirmek istediğiniz zaman Kürk Mantolu Madonna’yı tatlı tatlı okuyabilirsiniz. Yormaz da, sıkmaz da. iyi anlatılmış bir hikayedir. Fakat son satırı okuyup kitabı kapadıktan sonra da böyle bir kitap okuduğunuzu hemen unutuverirsiniz. Sabahattin Ali bu kitabı yazmamış olsaydı, romancı ve hikayeci olarak bir şey kaybetmiş olmazdı.

Yeni Dünya’da tekrar Sabahattin Ali’yi buluyor ve seviniyoruz. Hepsi aynı ayarda olmamakla beraber on üç güzel hikaye var. “Asfalt Yol”, “Hanende Melek”, “Yeni Dünya”, “Hasan Bo­ğuldu” benim en beğendiklerimdir. Sonra reyimi sırasıyla “Çaydanlık”, “Sel ham” ve “iki Kadın”a veririm. Bu hikayelerin bazılarında yukarıda bahsettiğim romantikliğin izleri, acıklıyı daha acıklı yapmak, karayı daha da karaya boyamak temayülü seziliyor. “lsıtmak için”, “Ayran”, “Sulfata” hikayelerinde bunun izleri görülüyor. Mesele, hayatta böyle feci hadiseler olur mu olmaz mı? Realiteye uygun mu, değil mi? meselesi değildir. Şüphesiz böyle hadiseler gerçekte aynı fecaatle vakisi olur, hatta daha kötülerine de rastlanabilir. Fakat hikayeci okuyucuya, “dozu fazla kaçırıyor” hissini vermemelidir. Hatta fantezi, hayati mevzular yazanlar bile, eğer mahir hikayeci iseler, hikayeyi okuduğumuz şeyin bir masal, efsane veya rüya olduğunu bildiğimiz, mantığı­ mızı kullandığımız zaman anlatılan neviden bir hikayenin ger­çekte olamayacağını bildiğimiz halde, okurken bu bildiğimizi gemler ve kendimizi hikayeye bırakırız. Hikayecinin mahareti buradadır.

“Asfalt Yol” ile” Hasan Boğuldu” üzerinde biraz durmak isterim. Bu iki hikaye bence diğerlerinden -hem bu kitaptakilerden, hem daha evvelce okuduğum muharririn başka hikayelerinden ayrılan vasıflar taşıyor. “Asfalt Yol”da muharririn hafifçe alayla iğneliyen, okuyucuyu gülümseterek düşündüren bir çeşni var. Muharririn bu iğneleyici alay tam ölçülü, kontrollü. Eğer o “tam çizgi”yi geçmiş olsaydı, hikaye tesirini kaybeder, kıymettten dü­şerdi. Mesela “Bir Konferans” adlı parçada da alaylı iğneleme var, fakat bu parça “Asfalt Yol” ile aynı ayarda değil, işaret etti­ğimiz tehlike orada beliriyor ve mevzu Asfalt Yol kadar güzel olmaya müsait olduğu halde, tam kıvamını bulamadığından, bence kitabın en zayıf yazılarından biri oluyor.

“Hasan Boğuldu” daha bariz bir surette diğerlerinden ayrılı­yor. Bu hikayede, fikrimi anlatmak için başka tabir bulamadı­ğımdan, “bir şiir havası var” diyeceğim. Mevzu acıklı, yani ölümle biten bir aşk hikayesi olmasına rağmen, ışıklı, renkli, hayatla çarpan bir hava var. Sahne: Ege sahillerinin yeşil, çiçekli, buz gibi berrak sulu, çam kokulu bir köşesidir. Tabiat, bol mikyasta hikayeye giriyor. Bu, çıplak, haşin, mağmum bir tabiat değildir; verimli, hayat dolu, muhteşem ve güzel bir tabiattır. insan, tuzlu deniz rüzgarlarını yüzünde, “büvet”lerin buz gibi soğuk, berrak sularını parkalarının ucunda hissediyor. Bu hikayede muharrir tabiatla dosttur; onu, insanın ezeli mücadelesinde yenmeye çalıştığı bir unsur olarak almıyor. Anlatı lan acıklı aşk hikayesi de “realist” bir hikaye olmak gayesinde değildir. Bu, dağların mağ­rur bir kızı ile bir ova-köyü delikanlısı arasındaki yarım kalmış bir sevginin duyularak anlatılmış bir hikayesidir. Yazıda bir efsane çeşnisi var. Hacer kızın diliyle anlatılması, muharririn onun diline verdiği çeşni, bu efsaneliği, şiir havası dediğim vasfı belirtiyor.

O kadar canlı, kıvrak, ifadeli bir dil ki, okuyucu kelimelerin, cümlelerin kuvvetle farkına ve zevkine varıyor; hikayeyi bitirdikten sonra da sırf bu dil için yeniden o kısımları okuyacağı geliyor. Bazı okuyucular bu hikayeyi gerçeğe uygun bulmayabilirler; hiç köylü kızı , yörük kızı yabancı bir şehirli erkek ile öyle konuşur mu, hele sonunda ağaca yaslanıp koşma okur mu, diyebilirler. Böyle diyeceklere, yukarıda fantezi nevinden, hayali mevzuları işleyen yazılar hakkında söylediklerimi hatırlatmalı­yım. “Hasan Boğuldu” realist bir köy hikayesi değildir; o çeşit yazılar arasına girmez; onu kendi çeşidi içinde kabul etmek lazımdır. Bu hikayeyi okurken mantığı, gerçek duygusunu baskı altına alıp kendimizi hikayenin havasına daldırmak, akışına bırakmak lazım. Muharririn muvaffakiyeti de orada ki, hikayenin içine daldırarak kendi istediği yere götürüyor.

Behice Boran Adımlar, Mayıs 1943

GRUP NİYAZ VE ‘NİNE HEAVENS’ ALBÜMÜ; “KARIŞTIRMA HER BİR EŞYAYA BENİ”

Niyaz, daha önce film müziklerinde adını sıkça duyduğumuz Azam Ali tarafından kurulmuş etnik-mistik tarzda müzik yapan, 21 yüzyıl için dünya müziği sloganı ile yola çıkan bir gruptur.

Grup ismini Bektaşilerde, babaya saygı gösterme anlamına gelen “Niyaz” sözcüğünden alır (kişinin diz çökerek dedenin sağ ve sol omzunu öpmek suretiyle saygı gösterme biçimi). Grup çalışmasının ilk ürünü olan “Niyaz” (2005) adlı ilk albümleri toplulukla aynı adı taşıyor. Uzun bir aradan sonra çıkan “Nine heavens” adlı 2 Cd’den oluşan ikinci albümü ise yakın zaman önce çıktı. Bu albümün en dikkat çeken yanı ise “Beni beni” adlı türkçe bir halk türküsüyle başlıyor olmasıdır.

Sonraki şarkıya geçmek için >| şarkı seçmek için [>] işaretine basınız. Klip ve canlı performans kayıtlarını izlemek için tıklayınız

İran doğumlu olan Azam Ali. 4 yaşındayken ülkenin içinde olduğu siyasi karmaşa dolayısıyla annesi tarafından güvenlik gerekçesiyle Hindistan’a göndermiştir. Gençlik yıllarındayken iran’da meydana gelen İslam devrimin ardından annesi, Azam’ı tekrar yanına almaktan vazgeçip, kızıyla beraber Amerika’ya taşınmıştır. Ziyadesiyle kültürel bir zenginliğe sahip olan Azam Ali, bunu sesiyle birleştirerek dünyanın tanıdığı biri haline gelir.Öyle ki zaman içinde Dredg, Buckethead, Mercan Dede gibi isimlerle de çalışır. Aslında yapmış olduğu müziği ifade etmesi biraz zordur. yine de bir kalıba sokmak şart gelirse, elektronik / etnik / gotik ile adlandırılabilir. Kendi adıyla çıkarmış olduğu üç albüme sahiptir. Bununla beraber vas ve niyaz olmak üzere iki tane de yan projesi vardır.

Nine heavens, geleneksel bir Türkçe halk şarkısı ‘Beni Beni”le başlar. Azam ali bu türkü için “Sufi müziğinin modern bir türüdür”, der “Hem Loga hem de ben, Türkçe müziğinden çok etkileniriz,Türkiye ve İran’ın arasında birçok bağlantı vardır”. der şarkıda trans ritimleri Türkçe ve İranlı utların tabakalarını destekler, yeni bir alet ile üstlü kamman olarak bilinen, göreneksel İranlı kemanın daha büyü bir uyarlaması şarkılara ayrı bir renk katmıştır.. Nine heavens’de şarkıların ikisi, Hindistan’dan emir Khosrau Dehlavi’e aittir.”‘Molk e-divan’, bizim, yeni albüm için yazdığımız ilk şarkıydı”, Azam ali: “Loga ve ben, şiiri bulduk, ve bir arada müziği yazdık; Loga,ana melodiyi yaptı, ve ben, vokal çizgiyi yaptım Sonra, tüm şey, Carmen’e kaldı.yüksek ölçüde işleme tabi tutulan davul programlaması,Yakındoğu udları ve elektroniğin zengin kalın örme kumaşı ile ortaya güzel bir albüm çıktı”

Nine heavens’in diğer önemli şarkısı “Iman” dır, Loga tarafından yazılan bir ninni aslında müzikal bir dua. Ve “Feraghi” bir sürgünün şarkısıdır,yorgun bir ritme rağmen dans ve transı aynı anda hissetirecek bir harmanlamayla iki duyguyu aynı kapta sunan bir şarkı olmuştur…

Cd1: 1 beni beni, 2 tamana, 3 feraghi: 4 song of exile 5 ishq: love and the vei 6 allah mazare 7 iman 8 molk-e-divan 9 hejran 10 sadrang. Cd2: 1- allah mazare (acoustic) 2- beni beni (acoustic) 3- sadrang (acoustic) 4- tamana (acoustic)5- feraghi: song of exile (acoustic) 6- hejran (acoustic) 7- ishq: love and the vei (acoustic) molk-e-divan (acoustic)

Beni Beni

Bab-ı ihsanından mürüvet eyle mürüvet eyle Karıştırma her bir eşyaya beni Bakma isyanıma dost dost merhamet eyle Ulaştır menzili a’laya beni beni dost beni beni . Beni beni beni beni sultanım beni beni Ulaştır menzili a’laya beni beni dost beni beni . Kün buyurdun her eşyayı yetirdin yali yetirdin

Mevcudatı kemaline getirdin Yaptın arş’ı kürş’ü çıktın oturtun Düşürdün dünyayı dost dost Kavgaya beni beni dost beni beni . Beni beni beni beni sultanım beni beni Düşürdün kavgaya beni beni dost beni beni . Dertli’ye tükenmez nice dert verdin ala dert verdin Ne çekmeğe sabır sabır ne gayret verdin Ne saltanat verdin ne devlet verdin verdin Ya niçin getirdin dost dost Dünyaya beni beni dost beni beni . Beni beni beni beni sevdiğim beni beni Çok şükür bir dara dost dost yitirdin beni beni

(Şair Dertli)

JUNG: PSİKİYATRİ VAKALARININ ÇOĞUNDA, HASTANIN DİLE GETİRİLMEMİŞ BİR ÖYKÜSÜ VARDIR

Psikiyatri vakalarının çoğunda, hastanın dile getirilmemiş bir öyküsü vardır ve kural olarak, bu öyküyü kimse bilmez. Bence tedaviye, ancak tümüyle kişisel olan bu öyküyü iyice irdeledikten sonra başlanabilir. Hastanın gizidir bu ve hasta bu kayaya çarparak parçalanmıştır. Gizli öyküsü bilinirse tedavi için bir anahtar elde etmiş olunur. Doktorun görevi, bu gizle ilgili bilgiyi nasıl ortaya çıkaracağını düşünmektir. Çoğu vakalarda, bilincin malzemesini taramak yetersiz kalır. Bazı vakalarda çağrışım deneyi yolu açabilir. Düşlerinin yorumu ya da hastayla uzun ve sabırlı bir iletişim kurmak da. Tedavide göz önünde bulundurulması gereken nokta hastanın tüm kişiliğidir, yalnızca bulgular değil. Tüm kişiliğini zorlayan sorular sorulmalıdır.

JUNG PSİKİYATRİK ÇALIŞMALARINI ANLATIYOR

Burghölzli’de çıraklık dönemimi geçirdim. İlgilendiğim ve üzerinde araştırma yaptığım konuların başında benim için çok önemli olan şu soru geliyordu: “Ruhsal hastalığı olan birinin içinde gerçekte neler oluyor?” O zamanlar bunu çözemiyordum. Meslektaşlarım bu tür sorunsallarla ilgilenmiyordu. Psikiyatri hocaları da hastanın anlattıklarını dinlemiyorlardı bile. Dertleri, günlük teşhisleri nasıl koyacakları ya da bulguları nasıl tanımlayacaklarıydı. Yalnızca istatistik bilgi topluyorlardı. O zamanlar klinik çalışmalarında ağır basan görüşte, hastanın insan yönünün ve bireyselliğinin hiç önemi yoktu. Doktor, elinde sorgulanmamış uzun bir teşhis listesi ve ayrıntılı bulgularla hasta X’in karşısına çıkar, hastalar sınıflandırılır, bir teşhisle damgalanır ve çoğu zaman iş orada biter ve bu işte akıl hastasının psikolojisi hiç rol oynamazdı.

Bu noktada, özellikle, isteri ve düşlerin psikolojisiyle ilgili temel araştırmaları olduğu için Freud’u çok önemsemeye başlamıştım. Bence, düşünceleri, bireysel vakaların daha yakından irdelenmesi ve anlaşılabilmesi için yol göstericiydiler. Nörolog olmasına karşın, psikiyatriye psikolojiyi sokan odur.

O zamanlar, çok ilgimi çeken bir vakayı anımsıyorum. “Melankoli” olduğu varsayılan genç bir kadın hastaneye yatırılmıştı. Muayeneler her zamanki gibi titizce yapıldı. Hastanın geçmişi, testler, fiziksel kontrol vb. Teşhis, şizofreni ya da o günkü adıyla Dementia praecox’du. Hastanın ne kadar sürede iyileşeceğiyle ilgili sonuç, “kötü” çıktı.

Kadın, benim bölümüme düştü. Başlarda, teşhisten kuşku duymaya cesaret edemedim. Yeni başlamış biriydim ve hâlâ genç sayılırdım. Başka bir teşhis koyacak kadar kendime güvenemiyordum. Oysa vaka, garibime gidiyordu. Şizofreni vakası olmadığını, sıradan bir depresyon geçirdiğini düşünüyordum. Kendi yöntemlerimi uygulamaya karar verdim. O günlerde, teşhiste kullanılan çağrışımlarla ilgili çalışmalar içindeydim ve bu nedenle, hastaya bir çağrışım deneyi uyguladım. Ayrıca düşlerini de konuştuk. Böylece, geçmişiyle ilgili soruların ortaya çıkaramadığı gerçeği su yüzüne çıkarabildim. Karanlık ve trajik öyküsünü doğrudan doğruya bilinçdışından çekip çıkardığım bilgiyle elde ettim.

Evlenmeden önce, çok zengin bir sanayicinin çevredeki bütün kızların gözü üzerinde olan oğlunu tanımış ve çok hoş bir genç kız olduğu için de onu tavlamasının daha kolay olacağını düşünmüş. Anlaşılan, genç onunla ilgilenmemiş, o da başka biriyle evlenmiş.

Beş yıl sonra, eski bir arkadaşı onu ziyarete gelmiş. Eski günlerden söz ederlerken arkadaşı, zengin sanayicinin oğluna değinerek, “Evlenmen birini çok şaşırttı. Senin o Bay X’ini,” demiş ve işte o anda olan olmuş! Depresyonun başlangıcı o tarihe rastlıyor, birkaç hafta sonra da bir felakete yol açıyor: Bir gün, çocuklarına banyo yaptırıyormuş. İlk önce, dört yaşındaki oğlunu, sonra da iki yaşındaki kızını yıkamış. Yaşadığı taşra kentinde sular çok temiz olmadığı için, içmek için temiz kaynak suyunu, banyo ve temizlik için de mikroplu nehir suyunu kullanıyorlarmış. Kızını yıkarken, çocuğun süngeri emdiğini görmüş fakat sesini çıkarmamış. Oğluna, içmesi için bile o sudan vermiş. Doğal olarak bunu bilinçsizce ya da yarı bilinçli yapmış; çünkü zihni başlamış olan depresyonun etkisi altındaymış.

Kısa bir süre sonra, hastalığın kuluçka dönemi bitince, kızı hastalanıp tifodan ölmüş. En çok kızını severmiş. Oğluna enfeksiyonu almadığı için bir şey olmamış. Depresyonu, kızının ölümüyle akut hale dönüşmüş ve hastaneye kaldırmışlar.

Çağrışım deneyinden, onun bir katil olduğunu çıkarmış ve gizinin ayrıntılarını saptamıştım. Depresyona uğraması için bu yeterli bir nedendi. Aslında vaka şizofrenik değildi; psikojenik rahatsızlığı vardı.

İyileşmesi için ne yapmak gerekliydi? O güne dek uykusuzluğunu gidermek için uyuşturucular veriliyor, intihar girişimini önlemek için de sürekli izleniyordu. Başka hiçbir şey yapılmamıştı. Fiziksel sağlığı yerindeydi.

Bir sorunla karşı karşıdaydım: Onunla açıkça konuşmalı mıydım, yoksa susmalı mıydım? Harekete geçmeli miydim? Benim için bir vicdan sorunuydu bu. Çelişen görevlerle yüz yüze kalmıştım. Tek başıma karar vermem gerekiyordu. Meslektaşlarıma sormaya kalksam, “Ne yapıyorsun! Sakın kadına bunları söyleme. Onu daha çok çıldırtırsın,” deyip beni uyaracaklardı. Oysa etkinin bunun tersi olabileceğini düşünüyordum. Genel anlamda, psikolojide tek bir kural yoktur denilebilir. Bilinçdışı faktörünü ele alıp almamamıza bağlı olarak, bir soruya değişik biçimde yanıtlar verilebilir. Kuşkusuz, büyük bir risk altına girdiğimin bilincindeydim. İşler ters giderse başım derde girecekti.

Her şeye karşın, sonu belli olmayan bir tedaviyi denemeye karar verdim. Hastaya çağrışım deneyinin ortaya çıkardıklarını anlattım. Bunu yapmanın benim için ne denli zor olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Bir insanı açıkça cinayetle suçlamanın şaka götürür bir yanı yoktur. Hastanın bunu dinleyip kabullenmesi trajik bir olay oldu fakat iki hafta içinde toparlanıp taburcu oldu ve bir daha da hastaneye yatması gerekmedi.

Meslektaşlarıma bu olaydan söz etmememin başka nedenleri de vardı. Vakayı tartışıp yasal sorulara yönelmeleri olasılıydı. Kuşkusuz, hastayla ilgili bir şeyi kanıtlamaları olanaksızdı fakat bu tartışmalar onun felaketine neden olabilirdi. Kader onu yeterince cezalandırmış ve zaten büyük bir yükün altında ezilerek taburcu olmuştu. Bu yükü sırtlanarak yaşamayı öğrenmesi gerekiyordu. Çocuğunu yitirmek onun için ürkünç bir deneyimdi ve yaptığının kefaretini zaten depresyonu ve hastaneye kaldırılışıyla ödemeye başlamıştı.

Psikiyatri vakalarının çoğunda, hastanın dile getirilmemiş bir öyküsü vardır ve kural olarak, bu öyküyü kimse bilmez. Bence tedaviye, ancak tümüyle kişisel olan bu öyküyü iyice irdeledikten sonra başlanabilir. Hastanın gizidir bu ve hasta bu kayaya çarparak parçalanmıştır. Gizli öyküsü bilinirse tedavi için bir anahtar elde etmiş olunur. Doktorun görevi, bu gizle ilgili bilgiyi nasıl ortaya çıkaracağını düşünmektir. Çoğu vakalarda, bilincin malzemesini taramak yetersiz kalır. Bazı vakalarda çağrışım deneyi yolu açabilir. Düşlerinin yorumu ya da hastayla uzun ve sabırlı bir iletişim kurmak da. Tedavide göz önünde bulundurulması gereken nokta hastanın tüm kişiliğidir, yalnızca bulgular değil. Tüm kişiliğini zorlayan sorular sorulmalıdır.

JUNG’UN HİPNOZDAN VAZGEÇMESİNE NEDEN OLAN OLAY

1905’te Zürich Üniversitesi’nde psikiyatri dersleri vermeye başladım ve aynı yıl içinde Psikiyatri Kliniği’nin başhekimi oldum. Dört yıl sonra da istifa etmek zorunda kaldım; çünkü işten başımı kaşıyacak vaktim kalmamıştı. Yıllar boyunca özel çalışmalarım öylesine yoğunlaşmıştı ki işlere yetişemez olmuştum. Gene de, hocalığımı 1913 yılına dek sürdürdüm. Psikopatoloji, doğal olarak Freud psikanalizinin temelleri ve ilkel insan psikolojisi üzerine dersler veriyordum. Ana konularım bunlardı. İlk dönemde verdiğim dersler, genelde hipnoz ve Janet ve Flournoy üzerineydi. Dersler ilerledikçe Freud’un psikanalizinin sorunsalları ön plana çıkmaya başladı.

Hipnoz derslerinde, öğrencilere sunduğum hastaların özgeçmişlerini sorardım. Bir vakayı hâlâ çok iyi anımsıyorum: Bir gün, orta yaşlı bir kadın geldi. Dinsel yönünün güçlü olduğu belliydi. Elli sekiz yaşındaydı. Hizmetçisinin yardımıyla koltuk değneklerine abanarak yürüyebiliyordu. On yedi yıldır sol bacağında ağrı yapan felçten yakındı. Onu rahat bir sandalyeye oturtup olayı baştan sona anlatmasını istedim. Ne kadar kötü durumda olduğunu ve hastalığını en ince ayrıntısına kadar uzun uzun anlatmaya koyuldu. Bir süre sonra, sözünü keserek, “Bu kadar konuşacak zamanımız yok, ben size hipnoz uygulayacağım,” dedim. Sözümü doğru dürüst bitiremeden gözlerini kapadı ve hipnotize olmadan derin bir transa girdi. Şaşırmama karşın, onu rahatsız etmedim. Konuşmasını sürdürdü ve bilinçdışını oldukça yoğun yaşadığını gösteren çok ilginç düşlerini anlatmaya başladı. Ben bunu ancak yıllar sonra anlayabildim. O gün bir çılgınlık nöbetine kapıldığını sanmıştım ve durumdan giderek rahatsız olmaya başlamıştım. Yirmi kadar öğrenci gözlerini bana dikmiş, hipnoz uygulamamı bekliyordu!

Yarım saat kadar bekledikten sonra, hastayı uyandırmak istedim. Uyanmıyordu. Çok telaşlandım. İstemeden gizli bir psikozu uyandırmış olabileceğim aklıma geldi. On dakika kadar uğraştıktan sonra kadını uyandırabildim. Bir yandan da, öğrencilerin ne denli gergin olduğumu anlamamaları için uğraşıyordum. Kadın kendine geldiğinde başı dönüyordu ve şaşkındı. “Ben doktorum. Merak edecek bir şey yok,” dememe kalmadan kadın, “İyileştim!” diyerek koltuk değneklerini fırlattı ve yürümeye başladı. Utançtan alı al moru mor, öğrencilere, “Hipnozla neler yapılabileceğini görüyorsunuz işte!” dedim. Oysa ne olup bittiğinden zerre kadar haberim yoktu.

Hipnozdan vazgeçmemin nedenlerinden biri bu olaydır. Ne olduğunu bir türlü anlayamamıştım. Oysa kadın iyileşip neşe içinde ayrılmıştı. En geç yirmi dört saat içinde eski şikâyetlerinin yineleneceğini varsaydığım için beni aramasını söylemiştim fakat tüm kuşkularıma karşın sonunda iyileştiğini kabul etmek zorunda kaldım.

Ertesi yıl, yaz döneminin ilk dersinde kadın geri geldi. Kısa bir süre önce başladığını söylediği şiddetli sırt ağrılarından yakınıyordu. Derslerimin yeniden başlamasıyla bir ilgisi olup olmadığını düşündüm, doğal olarak. Gazetede derslerin başlayacağını okumuş olabilirdi. Ağrıların ne zaman başladığını ve nedenini sordum. Belirli bir zaman veremiyordu, ne olduğunu da bilmiyordu. Hiçbir açıklamada bulunamadı. Sonunda, ağrıların gazetede ilanı gördüğü an başladığını sözlerinden çıkartabildim. Varsayımım doğruydu fakat hâlâ mucizevi iyileşmenin nasıl olduğunu anlayamıyordum. Onu bir kez daha hipnotize ettim, yani bir kez daha kendiliğinden transa girdi ve ağrılar kayboldu.

Bu kez, yaşamıyla ilgili daha çok şey öğrenebilmek için onu alıkoydum. Hastanede benim bölümümde yatan geri zekâlı bir oğlu olduğu ortaya çıktı. Bu konuda bilgim yoktu çünkü ikinci kocasının soyadını taşıyordu ve çocuk ilk kocasındandı. Başka çocuğu da yoktu. Doğal olarak yetenekli ve başarılı bir oğlu olsun istemiş ve çocuğun genç yaşta akıl hastalığına uğraması ona büyük bir darbe olmuştu. O zamanlar, hâlâ genç bir doktordum ve oğlunda görmek istediği her şeyi ben simgeliyordum. Saplantıya dönüşen, bir kahramanın annesi olma isteğini bana yöneltmişti. Beni oğlu yerine koymuş, önüne gelene mucizevi iyileşmesini anlatır olmuştu.

Aslında, çevrede oluşan, bir sihirbaz olduğum yolundaki ünümü ona borçluydum. Olay kısa sürede yayıldığı için ilk özel hastamı da. Özel psikoterapik çalışmalarım, bir annenin beni akıl hastası oğlunun yerine koymasıyla başladı! Kuşkusuz, ona bağlantıları anlattım. Büyük bir anlayışla karşıladı ve bir daha da ağrısı olmadı.

Bu benim ilk gerçek tedavimdi diyebilirim. Daha doğrusu, ilk analizim. Yaşlı hanımefendiyle konuşmamı çok net hatırlıyorum. Zeki bir kadındı ve onu ciddiye almam ve hem kaderiyle hem de oğlunun durumuyla ilgilenmem, bana minnet duymasına yol açmış, bu da ona yardım etmişti.

Başlangıçta muayenehanemde hipnoz uyguluyordum fakat sonra vazgeçtim, çünkü karanlıkta el yordamıyla dolaşmak gibi oluyordu. Hipnozda gelişmenin ve tedavinin süreci hiçbir zaman belli olmadığı için belirsizlik içinde çalışmak beni rahatsız ediyordu. Hastanın ne yapması gerektiğine tek başıma karar vermeyi sevmem. Hastayı eğilimlerinin doğal akışına bırakıp ondan bazı şeyler öğrenmek beni daha çok ilgilendirir. Bunun için de, düşlerinin özenle analiz edilmesi ve bilinçdışının göstergelerinin irdelenmesi gerekir. 1904-1905 yılları arasında Psikiyatri Kliniği’nde bir deneysel psikopatoloji laboratuvarı kurdum. Bazı öğrencilerimle birlikte ruhsal tepkileri (örneğin çağrışımları) irdeledik. Franz Riklin yardımcımdı. Ludwig Binswanger o günlerde psikogalvanik etkiyle bağlantılı çağrışım deneyleri üzerine doktora tezi yazıyordu. Ben de, Zur Psychologischen Tatbestands diognastik’i (Gerçeklerin Psikolojik Teşhisi) hazırlıyordum. Frederick Peterson ve Charles Ricksher gibi Amerikalı meslektaşlarımız da vardı. Yazıları Amerikan tıp dergilerinde yayımlanıyordu. 1909’da çalışmalarımı anlatmam için Clark Üniversitesi’ne davet edilmem de bu meslektaşlarımın katkılarıyla oldu. Ayrıca Freud da davet edilmişti. İkimizi de hukuk doktoru unvanıyla onurlandırdılar.

Çağrışım ve psikogalvanik deneyleri Amerika’da ünlenmeme ve oradan hastaların gelmesine neden oldu. Bir vakayı hâlâ çok iyi anımsıyorum. Amerikalı bir meslektaşım, “alkolik nevrasteni” teşhisiyle bir hasta yollamıştı. Bulgular “iyileşmez” sonucunu vermiş, tedavimin bir işe yaramayacağını düşündüğü için de, Berlin’de ünlü bir nöroloğu görmesini de önermişti. Hastayla konuştuğumda hastanın ruhsal kaynağını bilmediği sıradan bir nevrozu olduğunu anladım. Çağrışım deneyi uyguladığımda çok ciddi bir anne kompleksinin etkisi altında olduğu ortaya çıktı. Zengin ve saygıdeğer bir aileden geliyordu, hoş bir karısı vardı ve görünürde hiçbir sorunu yoktu. Yalnızca, çok içiyordu. İçmesinin nedeni kendini umarsızca uyuşturabilmek ve baskıdan kurtulabilmekti. Doğal olarak da bir işe yaramıyordu.

Annesinin büyük bir şirketi vardı ve yetenekli oğlunu orada önemli bir mevkiye getirmişti. Annesinin yanında çalışmanın verdiği baskıdan kurtulabilmesi için çoktan ayrılması gerekirdi ama iyi mevkiinden vazgeçmeye gönlü bir türlü razı olmuyordu. Dolayısıyla onu o mevkiye getiren annesine bağımlı kalmıştı. Onunla beraber olduğunda ya da annesi işine karıştığında yoğun duygularını körletmek ya da onlardan kurtulmak için içmeye başlıyordu. Bir yönü o rahat ve sıcak yuvayı bırakmak istemezken başka bir yönü de içgüdülerine ters düşen bir durumla refah ve rahatın kendisini satın almasına izin veriyordu.

Kısa süreli bir tedaviden sonra içkiyi bıraktı ve kendini iyileşmiş varsaydı. Ona, “Yerinizde kalırsanız içkiye başlamayacağınızı garanti edemem,” dedim. Bana inanmadı ve Amerika’ya rahatlamış olarak döndü.

Annesinin etkisi altına girer girmez yeniden içkiye başladı. Annesi İsviçre’ye geldiğinde beni görmek istedi. Zeki bir kadındı ama tam bir güç delisiydi. Oğlunun durumunu daha da iyi anladım. Oğlunun direnecek gücü yoktu. Fizik olarak bile zayıf ve narindi. Annesine hiç benzemiyordu. Emrivaki yapmaya karar verdim. Haberi olmadan annesine, oğlunun alkol sorunu nedeniyle o sorumluluğu alacak durumda olmadığını belirten tıbbi bir belge verdim ve işten ayrılmasını önerdim. Annesi dediğimi yaptı ve kuşkusuz oğlu öfkeden köpürdü. Burada yaptığım, normal koşullarda bir tıp adamına yakışmayacak bir iş olarak görülür ama hastanın iyiliği için bu adımı atmak zorunda kalmıştım.

Sonra ne mi oldu? Annesinden ayrılınca kişiliği gelişti ve benim yaptığıma rağmen ya da yaptığımdan dolayı çok parlak bir meslek hayatı oldu ve karısı, kocası alkolizmden kurtulduğu ve kendi yolunda çok başarılı olduğu için bana hep minnet duydu.

HER KATİL ÖNCE KENDİ RUHUNU ÖLDÜRÜR SONRA KENDİNİ YARGILAR

Başka çözüm olmadığını bilmeme karşın arkasından iş gördüğüm için yıllarca vicdan azabından kurtulamadım. Durumundan kurtulduğunda nevrozu gerçekten geçmişti. Hiç unutmadığım bir vaka daha var. Bir gün muayenehaneme bir hanım geldi. Bir daha gelmeyeceğini söyleyerek adını vermek istemedi. Eskiden doktormuş. Üst tabakadan biri olduğu belliydi. Bana bir itirafta bulunmak istiyormuş. Yirmi yıl kadar önce kıskançlık nedeniyle bir cinayet işlemiş. Kocasıyla evlenebilmek için en iyi arkadaşını öldürmüş. Cinayet ortaya çıkmazsa sorun olmayacağını düşünmüş. Arkadaşının kocasıyla evlenmek istediği için en kolay yolun, onu ortadan kaldırmak olduğunu düşünmüş. Olayı ahlaksal açıdan önemsemiyormuş.

Sonuçta ne mi olmuş? Adamla gerçekten evlenmiş ama garip şeyler olmaya başlamış. Kızı evden ayrılmak istemiş. Evlenmiş ve ondan giderek uzaklaşmış. Bir süre sonra da ilişkileri tümüyle kesilmiş. Bu hanım, ata binmeye meraklıymış ve atlarını çok severmiş. Bir gün ata binerken atların tümünün çok huzursuzlaştıklarını görmüş. En sevdiği atı bile binmesini istemiyormuş. Sonunda ata binmekten vazgeçmek zorunda kalmış. Bu kez köpeklerine düşkün olmaya başlamış. Olağanüstü güzel bir köpeği varmış. Köpeğinin felç olması bardağı taşıran son damla olmuş ve morali çökmüş. Birine itiraf etme gereksinimi duyduğu için bana gelmiş. Bir katildi ama kendini de öldürmüştü; çünkü böyle bir eylemde bulunan kişi kendi ruhunu da öldürür. Katil kendini yargılar. Yakalanırsa cezasını çeker ama ahlaksal bilinci devreye girmeden yapar ve olay gizli kalırsa, bu vakada da görüldüğü gibi ceza onu bırakmaz ve sonuçta olay ortaya çıkar. Bazen katile hayvanların ve bitkilerin bile bu işten haberi varmış gibi gelir. Kadın işlediği cinayet nedeniyle büyük bir yalnızlığa itilmiş, hayvanlara bile yabancılaşmıştı. Yalnızlıktan kurtulabilmek için beni gizini paylaşmaya zorlamıştı. Katil olmayan birine gereksinimi vardı. Bu kişinin onu önyargısız dinlemesi gerekiyordu. Bunu yapmakla yeniden insanlarla iletişim kurmuş gibi olacaktı. İtiraf edeceği kişi profesyonel bir din adamı olamazdı, doktor olması gerekiyordu. Din adamının onu görevi olduğu için dinleyeceğinden ve gerçekleri kabul etmek yerine olayı ahlaksal açıdan ele alacağından korkuyordu. İnsanların ve hayvanların ona sırt çevirdiğini görmüştü ve artık bir kez daha yargılanacak gücü yoktu.

Onu bir daha ne gördüm ne de elimde doğru söylediğinin kanıtı var. Bazen aklıma gelir, ne olduğunu merak ederim. Öyküsü henüz bitmemişti. İntihar etmiş olabilir; çünkü o yalnızlığı kaldırabildiğini hiç sanmıyorum.

AKIL HASTALIĞININ İNSANA NELER YAPABİLDİĞİNİ GÖRMEK BENİ ÇOK SARSIYORDU

Klinik bulgular, bir doktorun uyum sağlayabilmesi için çok önemlidir ama hastaya bir yararları olmaz. Önemli olan hastanın tarihçesidir. Ancak onun yoluyla, hastanın insan olarak geçmişini ve acılarını öğrenebilirsiniz. O andan sonra doktorun tedavisi devreye girebilir. Böyle tipik bir vaka vardı: Kadınlar koğuşunda yaşlı bir hasta vardı. Aşağı yukarı yetmiş yaşındaydı ve kırk yıldır yatalaktı. Elli yıl kadar önce hastaneye yatırılmıştı. O zaman hastanede olanların çoğu öldüğü için gelişini anımsayan kimse kalmamıştı. Yalnızca otuz beş yıldır orada çalışan başhemşire bir şeyler anımsıyordu. Yaşlı kadın konuşamıyor ve gıda olarak yalnızca sıvı ya da kıvamlı şeyler yiyebiliyordu. Elleriyle yemeye çalışıyor, gıdayı ağzına akıtıyordu. Bazen bir bardak sütü içmesi saatler alıyordu. Yemek yemediği zamanlarda elleri ve kollarıyla garip ritmik hareketler yapıyordu. Ne yaptığını bir türlü anlayamıyordum. Akıl hastalığının insana neler yapabildiğini görmek beni çok sarsıyordu ama bir açıklama getiremiyordum. Klinikte hastalar tanıtıldığında, Dementia praecox vakası olarak gösterilirdi ama bunun benim için bir anlamı yoktu, çünkü bu, ne yaptığı hareketlerin anlamını ne de kaynağını açıklıyordu.

Bu vakanın üzerimdeki etkisi o dönem psikiyatrisine gösterdiğim tepkinin tipik bir örneğidir. Asistanlığa başladığımda psikiyatrinin ne olduğunu hiç anlayamadığımı düşünmüştüm. Ben karanlıkta el yordamıyla ilerlemeye çalışırken meslektaşlarımın takındığı kendinden emin hava, onların yanında kendimi çok rahatsız hissetmeme neden oluyordu. Bana göre psikiyatri hasta zihinde neler olup bittiğini anlamaktı ama bunu da anlayamıyordum. Yolumu göremediğim bir mesleğe saplanıp kalmıştım!

Bir gece, koğuşta dolaşırken yaşlı kadının yine o gizemli hareketleri yaptığını gördüm. “Bunları neden yapıyor?” diye düşündüm. Başhemşireyi buldum ve ona hastanın eskiden beri mi öyle olduğunu sordum. “Evet, benden öncekiler ayakkabı yaptığını söylediler,” dedi. Hastanın tarihçesine baktığımda orada gerçekten ayakkabıcı hareketleri yaptığı yazılıydı. Eskiden ayakkabı yapanlar ayakkabıyı dizlerinin arasına sıkıştırır ve bu hareketle iğneyi deriden geçirirlerdi. (Köy ayakkabıcıları hâlâ öyle yapıyor.) Hasta bir süre sonra öldüğünde kardeşi cenazeye geldi. Ona, “Kardeşiniz nasıl akıl hastası oldu?” diye sordum. Bana kardeşinin bir ayakkabıcıyı sevdiğini, onunla evlenmek istediğini ama adam onunla evlenmek istemeyince kardeşinin “uçtuğunu” söyledi. Ayakkabıcı hareketleri ölümüne dek sevdiğiyle özdeşleşmesini sağlıyordu. O vaka, içimde Dementia praecox’la ilgili kuşkuların doğmasına neden olmuştur. Ondan sonra tüm dikkatimi bir psikozdaki anlamlı bağlantılara verdim.

Başka bir vaka da bana psikozun, daha da ötesi anlamsız düşüncelerin arkasında yatanları açıkladı. Vaka, o güne dek anlamsız varsayılan şizofrenlerin dilini anlamamı sağladı. Bu Babette S. vakasıydı. Vakayı bir yerde yazdım ve 1908’de, Zürich’te bir konferansta sundum.

Babette, Zürich’in yoksul ve pis kenar mahallelerinden birinde büyümüştü. Kız kardeşi fahişe, babası alkolikti. Otuz dokuz yaşında, Dementia praecox’la bağlantılı paranoyaya yakalanmıştı ve onun tipik belirtisi olan megalomanisi vardı. Onu ilk kez gördüğümde yirmi yıldır hastanedeydi ve garip bir ruhsal bölünmeye tanık olan yüzlerce tıp öğrencisine gösterilmişti. Tipik bir vakaydı. Babette tümüyle aklını yitirmişti ve çok garip şeyler söylüyordu. Ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Örneğin, “Ben Lorelei’ım,” derdi. Bunun nedeni onu gören doktorların sürekli, “Ne anlama geldiğini bilmiyorum,” demeleriydi. Ya da, “Ben Sokrates’in temsilcisiyim,” derdi. Bunun, “Ben de Sokrates gibi haksız yere suçlandım,” demek olduğunu çözebilmiştim. “Ben çift teknik bulunmaz biriyim,”; “Ben mısır ekmeğinin üzerine sürülmüş erik turtasıyım,”; “Ben çok lezzetli tereyağından yapılma Helvetia ve Germania’yım,”, “Napoli’yle birlikte dünya makarna gereksinimini karşılamamız gerekiyor,” gibi sözler söylerdi. Bu son söyledikleri, aşağılık kompleksini telafi ederek gözünde özdeğerini artırıyordu.

Babette ve başka vakalar bana hastaların söylediklerinin hiç de sanıldığı kadar saçma olmadığını gösterdi. Birçok kez, böyle hastalarda bile, normal sayılabilecek bir kişiliğin arka planda gizli kaldığını gördüm. O kişilik durup izler, denebilir. Arada sırada da, düşler ve sesler yoluyla mantıklı şeyler söyleyip yorum yapabilir. Özellikle, bedensel bir hastalık olduğunda ön plana çıkabilir ve hasta son derece normal görünür.

HER DOKTORUN TEDAVİ EDİLEMEYECEK HASTALARI VARDIR

Bir kez, arka plandaki normal kişiliğinin belirgin olduğu yaşlı bir hastam vardı. İyileşme umudu yoktu, yalnızca bakımı sağlanıyordu. Her doktorun tedavi edilemeyecek hastaları vardır. Yapabildiği yalnızca ölüme giden yolda rahat ilerlemelerini sağlamaktır. Hasta bedeninin her yerinden gelen sesler duyuyordu. Göğsünden gelen ses de “Tanrı’nın sesi”ydi. Yürekliliğime kendim de şaşarak ona, “Bu sese güvenmeliyiz,” dedim. Bu ses mantıklı şeyler söylüyor ve böylece işler yolunda gidiyordu. Bir gün ses ona, “Senin, İncil bilgini sınasın,” demiş. Yıpranmış eski bir İncil getirdi. Ben de ona her gidişimde bir bölümü ödev olarak vermeye başladım. Bir sonraki gidişimde onu o bölümden sınıyordum. Bunu on beş günde bir, yedi yıl sürdürdük. Başlangıçta rolümü garipsiyordum ama sonra anlamını çözdüm. Bu olaya yoğunlaşması bölünmüş hayallerine gömülmesini önlüyordu. Sonuçta altı yıldır süren sesler sol tarafına çekildi; sağ tarafında ses kalmamıştı. Sol tarafındaki sesler de artmamıştı. Hasta iyileşmiş gibiydi. En azından yarı yarıya. Bu beklenmedik bir başarıydı. Bellek egzersizlerinin tedavide işe yarayabileceklerini hiç düşünmemiştim.

PSİKOZUN ARKASINDA, UMUTLAR VE İSTEKLER YATAR ANLAMIYORSAK SUÇ BİZDEDİR

Hastalarla ilişkim bana paranoid düşüncelerin anlamlı bir öz taşıdığını öğretti. Psikozun arkasında, bir kişilik, bir yaşamöyküsü, umutlar ve istekler yatar. Anlamıyorsak suç bizdedir. İlk kez, kişiliğin genel psikolojisinin psikozun içinde saklı olduğunu ve insana özgü çelişkilere burada da rastladığımızı fark ettim. Hastalar tepkisiz ya da tümüyle geri zekâlı gibi görünseler bile zihinlerinde varsayılandan çok daha fazlası olup bitiyor ve çok daha anlam var. Akıl hastalığının derinlerine indiğimizde yeni ve bilinmeyen hiçbir şeyle karşılaşmayız. Bulduğumuz, bizim de altyapımızdır.

Psikiyatrinin psikozun içeriğine eğilmesinin bu kadar gecikmesi şaşırtıcı bir olaydır. Hiç kimse fantezilerin anlamı üzerinde durmamış, kendine, bir hastanın belirli bir fantezisi varken, öbürünün neden farklı bir fantezisi olduğunu, örneğin birini Cizvitler izlerken, neden bir başkasını Yahudilerin zehirlemek istediğini ya da bir üçüncüyü polislerin neden kovaladığını sormamıştır. O günlerde bu tür sorular doktorları ilgilendirmiyordu. Fanteziler örneğin, “izlenme düşünceleri” gibi bir ad altında toplanıveriyordu. O günlerde yaptığım çalışmaların artık neredeyse anımsanmaması da garip. Yüzyılın başında şizofreniyi psikoterapatik açıdan ele alıyordum. Bu nedenle, o yöntem yeni keşfedilmiş bir şey değildir. Psikolojinin, psikiyatrinin bir parçası olarak alınması çok uzun sürdü.

Klinikte çalışırken şizofrenik hastaları dolaylı yollarla tedavi edebiliyordum. Bunu yapmasam hayalcilikle suçlanacağımı biliyordum. Şizofreninin tedavi olmayacağına inanılıyordu. Şizofrenik bir vakada iyileşme görüldüğünde o vakanın zaten şizofreni olmadığına karar veriliyordu.

FREUD: TANRI AŞKINA, BU DÜNYA ÇİRKİNİ KADINA GÜNLERCE NASIL DAYANDINIZ?” DEDİ

Freud beni 1908 yılında Zürich’te ziyaret ettiğinde ona Babette S. vakasını sundum. Daha sonra bana, “Bu hastayla ilgili bulgularınız çok ilginç ama, Tanrı aşkına, bu dünya çirkini kadına günlerce nasıl dayandınız?” dedi. Ona şaşkınlıkla bakmış olmalıyım çünkü böyle bir şeyi aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Ayrıca, çok hoş düşünceleri olduğu ve ilginç şeyler söylediği için ona tatlı, yaşlı bir yaratık gözüyle bakıyordum. İnanılmaz bir saçmalık bulutunun ardındaki insan yönü görülebiliyordu. Tedavi edilemedi çünkü uzun bir süredir hastaydı. Oysa kişiliğine dikkatle girilen hastalarda iyileşme sağlandığına tanık olmuştum. Dıştan bakıldığında, hastalıklarının verdiği trajik tahribatı görürüz ama çoğu zaman bize yüz çevirmiş olan ruhlarının öbür yüzünü kavrayamayız. Dış görünüşün ne denli aldatıcı olduğunu genç bir katatonik hastada gördüğümde çok şaşırmıştım. On sekiz yaşındaydı ve kültürlü bir aileden geliyordu. On beş yaşındayken ilk önce erkek kardeşinin, daha sonra da bir okul arkadaşının tecavüzüne uğramıştı. On altı yaşından beri kendini soyutlamıştı. İnsanlardan kaçıyordu. Tek duygusal bağı başka bir aileye ait olan kötü huylu bir köpekti. Onun ilgisini çekmeye çalışıyordu. Giderek kötüleştiği için on yedi yaşında hastaneye yatırılmıştı. Sesler duyuyor, yemek yemeyi reddediyor ve hiç konuşmuyordu. İlk gördüğümde tipik bir katatoni durumundaydı. Birkaç hafta uğraştıktan sonra onu konuşturabildim. Uzun süre direndikten sonra bana Ay’da yaşadığını söyledi. Ay’da insanlar varmış. İlk önce oradaki erkekleri görmüş. Bir kez onu yanlarına almışlar ve karılarını ve çocuklarını gizledikleri, Ay’ın altında bir yere götürmüşler. Onları orada saklamalarının nedeni, Ay’ın dağlarında bir vampirin yaşamasıymış. Bu vampir çocuklarını ve karılarını kaçırıp öldürüyormuş. Ay insanları soylarının tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıyaymışlar ve bu yüzden kadınları Ay’ın altında bir yerde saklıyorlarmış.

AKIL HASTALARININ İÇ DÜNYALARI SANDIĞIMIZDAN ÇOK ZENGİNDİR

Hastam, Ay insanları için bir şeyler yapmak istemiş ve vampiri öldürmeye karar vermiş. Gözetleme kulesinin platformunda vampiri beklemeye başlamış. Birkaç gece sonra nihayet uzaktan büyük kara bir kuş gibi kanatlarını çırpa çırpa gelen vampiri görmüş. Büyük kurban bıçağını çıkarmış, giysisinin altına gizlemiş ve vampirin yaklaşmasını beklemeye başlamış. Vampir ansızın önünde bitmiş. Birkaç kat kanadı varmış. Yüzünü ve bedenini kanatları örttüğü için yalnız tüylerini görebiliyormuş. Bıçağı çekip yaklaştığında bu dünyadan değilmişçesine güzel bir adamla karşılaşmış. Adam onu sıkıca kavradığı için bıçağı kullanamamış. Zaten öylesine büyülenmiş ki adamı bıçaklayamayacakmış. Adam onu almış, birlikte uçmuşlar.

Bu açıklamasından sonra normal konuşmaya başladı ama dirençler baş gösterdi. Ay’a gitmesini engellediğim için artık bu dünyadan kaçamıyordu. Dünyanın değil de, Ay’ın güzel olduğunu ve orada yaşamın bir anlamı olduğunu söylüyordu. Sonra yeniden katatonik durumuna girdi. Onu bir sanatoryuma nakletmek zorunda kaldım. Bir süre çok şiddetli delilik nöbetleri oldu.

İki ay sonra taburcu oldu. Onunla artık konuşulabiliyordu. Zamanla dünyadaki yaşamın kaçınılmaz olduğunu anladı. Bu gerçeği ve onun getireceği sonuçları kabul etmemek için umarsızca direniyordu. Bu nedenle sanatoryuma geri götürülmesi gerekti. Onu hücresinde ziyaret ettiğimde, “Bunun bir yararı yok; Ay’a geri dönemezsin,” dedim. Hiç sesini çıkarmadı. Hiçbir tepki göstermiyordu. Kısa bir süre sonra taburcu edildi. Kaderine razı olmuştu.

Bir süre için bir sanatoryumda hemşire olarak çalıştı. Orada bir asistan onunla zamansız bir ilişkiye girmeye çalışmış. Doktoru vurdu. Şans eseri doktor hafif yaralandı. Silahlı olduğu ortaya çıkmıştı. Bana da silahlı gelmiş, tedavinin bitmesine yakın silahını bana teslim etmişti. Bunun ne işe yaradığını sorduğumda, “Beni düş kırıklığına uğratsaydınız sizi vuracaktım,” demişti.

Doktorla olan olay sönünce doğduğu yere geri döndü. Evlendi, çocukları oldu ve bir daha hastalanmadan iki dünya savaşını da tanık olarak yaşadı. Böyle fanteziler nasıl yorumlanabilir? Çok genç yaşta yaşamak zorunda kaldığı ensest, onu dünyanın gözünde küçük düşürmüş, buna karşın fantezi dünyasının genişlemesine neden olmuş ve kadın mitsel bir âleme dalmıştı çünkü ensest aslında geleneksel olarak tanrıların ve soyluların dünyasının bir parçasıdır. Yaşadıklarının sonucunda dünyadan kendini soyutlamış, dünya dışına çıkmış ve bir tür psikoza girmişti. Kozmik uzaklıklara gitmiş ve orada kanatlı şeytanla karşılaşmıştı. Tedavi sürecinde o figürü bana yansıttı. Bu tür olaylarda bu bir kuraldır. Onu normal yaşama döndürmeye çalışan ben de dahil herkes ölüm tehdidi altındaydı. Bana öyküsünü anlatmakla bir bağlamda Şeytan’a ihanet etmiş ve bir dünya insanıyla bağ kurmuş oluyordu. Yaşama geri dönüp evlenebilmesinin nedeni de budur.

NE KADAR İNSAN VARSA O KADAR DA PSİKOTERAPİ YÖNTEMİ VE ANALİZ VARDIR

O günden sonra akıl hastalarının çektiği acılara farklı bir gözle bakmaya başladım; çünkü iç dünyalarının zenginliği ve önemiyle ilgili bir iç görüş kazanmıştım. Bana çoğu zaman psikoterapik ya da analitik yöntemimin ne olduğu sorulur. Bu soruya tek bir yanıt veremem. Tedavi her vakada farklıdır. Bir doktor bana şu ya da bu yönteme sadık kaldığını söylerse tedavisinin etkili olacağından kuşku duyarım. Tıp literatüründe hastanın direndiğine öylesine sık değinilir ki doktorun hastanın gırtlağına sarıldığını sanırsınız. Oysa iyileşme hastanın içinde doğal olarak gelişmelidir. Ne kadar insan varsa o kadar da psikoterapi yöntemi ve analiz vardır. Her hastaya özel yaklaşırım çünkü sorun her zaman özeldir. Evrensel kurallar ancak çorbada tuz olabilirler. Psikolojik bir gerçek ancak tersi düşünülebilinirse geçerlidir. Benim için olanaksız olan bir çözüm başkası açısından tam aranılan çözüm olabilir.

BİREYLERLE UĞRAŞIYORSANIZ BİREYSEL BİR ÇÖZÜM GEREKİR

Bir doktorun, kuşkusuz, yöntemleri bilmesi gereklidir ama rutin ve belirli bir yönteme saplanıp kalmaması doğru olur. Kuramsal varsayımlardan kaçınmalıdır. Bugün için geçerli olabilirler ama yarın onların yerini başka varsayımların alması olası. Bu nedenle, analizlerimde onlara yer vermem. Bana göre, bireylerle uğraşıyorsanız ancak bireysel bir anlayış geçerlidir. Her hasta farklı bir dil gerektirir. Bir analizde Adler’in dilini kullanırken bir başkasında Freud’un dilini kullanabilirim.

Önemli olan hastaya bir insan olarak yaklaşmaktır. Analiz iki kişi gerektiren bir diyalogdur. Analist ile hasta yüz yüze ve göz göze otururlar. Yalnız hastanın değil doktorun da söyleyecekleri vardır.

KÜLTÜRLÜ VE ZEKİ HASTALARDA MESLEK BİLGİSİ YETERSİZ KALIR

Psikoterapinin özü yöntem olmadığına göre, psikiyatri eğitimi görmüş olmak yeterli olmaz. Psikoterapi malzemesini öğrenebilmek için çok uzun yıllar çalıştım. 1909 yılından da önce, simgelerini tanımazsam gizli psikozu tedavi edemeyeceğimi anlamıştım. Mitoloji öğrenmeye başlamamın nedeni budur.

Kültürlü ve zeki hastalarla karşılaştığınızda meslek bilgisi yetersiz kalır. Tüm kuramsal varsayımları bir kenara atarak hastayı neyin motive ettiğini anlamak zorundasınızdır. Bunu yapamazsanız gereksiz bir dirençle karşılaşırsınız. Önemli olan bir kuramın yerine oturması değil hastanın kendini bir birey kabul etmesidir. Bu da, doktorun bilmesi gereken ortak görüşlere göndermeler yapmak demektir. Bunun gerçekleşmesinde tıp eğitimi yetersiz kalır çünkü bir insanın ruhu bir muayenehanenin kısıtlı sınırlarının dışına taşan çok geniş bir ufka sahiptir.

Carl Gustav Jung Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi) Almanca Aslından Çevireniris Kantemir, Can Yayınları

DOSTOYEVSKİ: BELKİ DE TARİHİMİZİN EN BULANIK, EN ZORLU, EN UĞURSUZ DÖNEMİNİ YAŞIYORUZ

“Çok Üzücü Bir Görüntü”

Günümüz yazınından bir şeyler okudum. Grajdanin’in sayfalarında bu tür yapıtlara yer vermesi gerektiğini düşünüyorum. Benden eleştirmen mi olur! Eleştirel yazılar yazmayı gerçekten istediğim oldu; sanırım “bir vesileyle” buna yönelirim. Bay Leskov’un Mühürlü Melek’ini, Nekrasov’un şiirlerini, Şçedrin’in ve Otoçestvenniye Zapiski’den Bay Skabiçevski ve N. M.’nin yazılarını, hepsini okudum. Son iki yazı bir anlamda benim için yeni bir keşif oldu; zamanı geldiğinde bu yazılardan mutlaka söz edeceğim. Şimdi baştan, yani okuduğum sıraya göre, özellikle Mühürlü Melek’i ele alacağım.

Bay Leskov’un bu öyküsü Ruskiy Vestnik’te çıktı. Bilindiği gibi, bu öyküyü burada Petersburg’da çok kişi beğenmiş ve okumuştu. Gerçekten buna değer: ilgi çekici ve sürükleyici… Bir işyerinde çalışan yüz elli kadar raskolnik’in, meydana gelen bir mucize sonucu hep birlikte yeniden Ortodoks olmalarıyla ilgili, yılbaşı gecesi bir handa eski bir raskolnik tarafından anlatılan bir öykü. Bu işyeri büyük bir Rus kentinde köprü inşa ediyormuş ve çalışanları ırmak kıyısına kurulu barakalarda üç yıl yaşamışlar. Kendilerine ait bir şapelde, Patrik Nikon döneminden önce hâlâ kutsal sayılan çok eski ikonalar bulunuyormuş. Önemli bir devlet memurunun bu işyerinden on beş bin ruble rüşvet koparmak istemesi öyküde çok mükemmel anlatılıyor. Memur, şapeli görevlilerle birden basıp, tasvir başına yüz ruble kurtulmalık talep ediyor. İşçiler vermiyorlar, bunun üzerine memur tasvirlere el koyuyor, üzerlerine delik açtırarak simit gibi bir çubuğa geçirtiyor ve bodruma taşıtıyor. Bu tasvirlerin arasında işçilerin derin saygı duydukları, mucizeler yarattığına inandıkları çok eski bir melek tasviri vardır. Para vermemekte direnen raskolniklere çok öfkelenen memur, hıncını almak, onları aşağılamak ve sarsmak amacıyla, mühür mumunu alıyor ve herkesin gözleri önünde tasvirin yüzüne damlatıyor, ardından devlet hâzinesinin mührünü basıyor. O yerin piskoposu meleğin mühürlenmiş yüzünü görünce: “Çok üzücü bir görüntü!” diye hayıflanıyor ve küçük düşürülmüş tasvirin katedralde pencere kenarına konmasını emrediyor. Bay Leskov piskoposun bu sözlerinin ve lekelenmiş tasvirin bodrum yerine katedrale taşınması emrini vermesinin işçilerin çok hoşuna gittiğine inanıyor.

Sonra bu “melek” tasvirinin katedralden çalınmasıyla beraber karışık ve çok ilginç olaylar dizisi başlıyor. Köprü yapımının sanırım yüklenicisi olan İngiliz’in raskolniklerle arası çok iyidir; kendisine çok içten davrandıkları için onlara kanı kaynıyor ve yardımcı olmaya niyetleniyor. Özellikle raskolniklerin İngiliz’le ikona sanatı üzerine yaptıkları sohbetler öykünün en önemli yeri, öykünün bütünü içinde en güzel bölümdür. Nihayet akşam ayininden sonra tasvirin katedralden çalınması, meleğin yüzündeki mührün çıkarılması ve yerine İngiliz’in eşinin ilkine benzeterek “mühürlediği” pek kutsal olmayan bir tasvirin konmasıyla her şey bitiyor. İşte, tam bu kritik anda bir mucize gerçekleşiyor: Yeni mühürlenen tasvirden ansızın bir ışığın yayıldığını görüyorlar (gerçekte bu ışığı tek kişi görmüştür); tasviri getirdiklerinde, mühürsüz olduğunu, yani yüzünde mühür mumunun olmadığını fark ediyorlar. Tasviri taşıyan raskolnik öylesine şaşırıyor ki, soluğu katedralde alıyor ve günah çıkarıp piskoposa olanları anlatıyor; piskopos onu bağışlamakla birlikte şöyle diyor: “Bu sana iyi bir ders olmuş, gerçek dini nerede araman gerektiğini göstermiştir: Sizler hileyle meleğinizden mührü söktünüz, bizim meleğimizse kendi çıkardı mührünü ve işte seni buraya getirdi.” Bu mucize raskolnikleri öyle şaşırtıyor ki, hepsi birden, yüz elliye yakın kişi yeniden Ortodoks dinine dönüyor.

Gelgelelim yazar burada kendini tutamamış ve öyküyü çok beceriksizce bitirmiştir (bu beceriksizlik Bay Leskov’un özelliğidir. Kilise Görevlileri adlı yapıtındaki zangoç Ahilla’nın sadece sonunu hatırlamamız yeterli olur sanıyorum). Herhalde kendisini kör inançlara eğilimli olmakla suçlayacaklarından çekinmiş olmalı, mucizeyi açıklamakta aceleci davranmıştı. Öyküyü aktaran, yani eski raskolnik, Ortodoksluğa yeniden döndükleri günün ertesinde, meleğin yüzündeki mührün sökülme nedeninin kendisini “neşelendirdiğini” itiraf ediyor. İngiliz kadın, kutsal olmayan melek tasvirine yine de mühür mumunu damlatmaya çekinmiş, bir kâğıt üzerine mühür basıp ikona üzerindeki madeni çerçeveye iliştirmiş. Yolda kâğıt kuşkusuz kaymış ve melek olduğu gibi ortaya çıkıvermiş. Bunun bir mucize olmadığı ortaya çıktığı halde raskolniklerin Ortodoks kalmalarının nedeni bir dereceye kadar anlaşılmaz kalıyor. Piskoposun bağışlaması karşısında çok duygulanmalarından olabilir miydi? Ancak eski inançlarının temiz ve sağlamlığını, kutsal saydıkları tasvirlerinin lekelenmesini dikkate aldığımızda, kutsal duygularının ayaklar altına alınmasını ve nihayet genel olarak bizim raskolniklerin karakterini göz önünde bulundurduğumuzda, bu davranışlarını yalnızca duygusallıkla -sonra kime ve neye karşı?- açıklamanın mümkün olmadığını düşünüyorum ben. Piskopos bağışladığı için duyulan bir gönül borcu muydu? Ucu raskolniklere olduğu kadar tüm Ortodokslara da dokunan, rüşvetçi bir memurun neden olduğu böylesine akıl almaz ve vicdansızca dinin ayaklar altına alınmasından sonra, piskoposun sadece “çok üzücü bir görüntü!” demekle yetindiği ve inançlara adeta küfür edercesine eylemini gerçekleştiren bu ikinci dereceden memuru durdurma gücünü kendinde bulamayan bu kiliseye karşı sevgi duyguları besleyemezlerdi. O kilisede piskopos için gücün ne demek olduğunu başkalarından daha iyi bilirlerdi.

Bay Leskov’un bu anlamda öyküsü üzerimde, aslında, kötü bir izlenim ve anlatılan olayın doğruluğu üzerine birtakım kuşkular bıraktı. Elbette ki öykü çok güzel anlatılmış ve çok övgüyü de hak ediyor; bir sorum var: Acaba bütün bunlar gerçek mi? Bunlar bizde yaşanmış olabilir mi? Öykünün gerçek bir olaya dayandığı söyleniyor. Hayal gücümüzü şöyle bir çalıştıralım: Diyelim ki günümüzde herhangi bir yerde, bir Ortodoks kilisesinde mucizeler yarattığına inanılan ve her yerde Ortodokslar tarafından kutsal sayılan bir tasvir bulunsun. Yine, dinden ayrılmışların oluşturduğu bir grubun, kendilerine ait ibadet yerinde sırf kendi dinsel görevlerini yerine getirmek amacıyla bu tasviri hep birlikte katedralden çaldıklarını düşünelim. Bunlar kuşkusuz olabilirdi. On yıl gibi bir aradan sonra bilmem ne devlet memurunun bu tasviri bulduğunu ve yüklü bir rüşvet koparmak için raskolniklerle pazarlığa oturduğunu, ancak raskolniklerin bu parayı ödeyememeleri üzerine, memurun mühür mumunu alıp tasvirin yüzüne damlattığını ve üzerine devlet hazinesi mührünü bastığını düşünelim. Tasvirin birkaç yıl raskolniklerin elinde olması, kutsallığını yitirdiği anlamına mı gelir? Bay Leskov’un anlattığı “melek” tasviri de dinlerinden ayrılmadan önce Ortodoksların kutsal saydığı çok eski Ortodoks tasviri değil miydi? Acaba yerel piskopos “çok üzücü bir görüntü!” diye sızlanacağına, tasvirin kutsallığını korumak için daha etkin bir davranış sergileyemez miydi? Bu tedirgin edici sorularım eğitim görmüş insanlarımıza entipüften ve önyargılı gelebilir, ama ben halkın dinsel duygularının ayaklar altına alınmasının, korkunç bir zorbalık ve tam anlamıyla insafsızlık olduğu inancındayım. Raskolnikler de içlerinden şöyle geçirmezler miydi: “Ya dine saygısızlık eden daha yüksek mevkide bulunsaydı, bu Ortodoks papazı kiliseyi nasıl koruyacaktı peki?” Öyküde anlatıldığı gibi, dinsel yetkinin böylesine yetersiz kullanıldığı bir kiliseye saygı duyabilirler miydi? Söyler misiniz, piskoposun bu davranışı yetki azlığıyla değil de başka neyle açıklanabilir? Umursamazlıkla mı, tembellikle mi, yoksa inanılması güç ama, piskoposun görevini bir kenara iterek, devletin bir memuru durumuna düşmesiyle mi? Onun toy meslektaşlarının başına bu tür saçmalıklar bulaşmışsa bu hepsinden de kötüdür: Bu durumda onun Ortodoks çocukları, dinsel inançlarına olan tüm enerjilerini, kiliseye sevgi ve bağlılıklarını yavaş yavaş yitirecekler, kuşkusuz raskolnik de Ortodoks kilisesine küçümseyerek bakacaktır. Papazlık görevinin bir anlamı olmalıdır, değil mi? Raskolnikler bunu hiç anlamayacaklar mı?

Leskov’un bu güzel öyküsünü okuduktan sonra insanın aklına ister istemez bu gibi düşünceler geliveriyor demek. Bir kez daha söyleyelim, bazı ayrıntılara girdiğimizde bu öykünün pek gerçekle bağdaşmadığı eğilimindeyiz. Bu arada, geçenlerde Golos’un bir sayısında şöyle bir haber okumuştum: Orlov ilinden bir köy papazı Sovremennik gazetesine şöyle yazıyor:

Toprak köleliği düzeninin kaldırılmasından beri, kilise cemaati çocuklarına okuma-yazma dersi veriyordum. Bizim D… köyü zemstvo’sunun bir fon kurduğunu ve ders veren normal öğretmenlerin dışında öğretmenlik yapabilecek insanlara ihtiyaç duyduklarını öğrenmem üzerine bu görevimi bıraktım. 1872-1873 yılı öğretim yılı başında ilçemizde halk öğretmeni sayıca yetersizdi. Köyümüzdeki okulun kapatılmasını hiç istemediğimden öğretmen olmaya karar verdim ve bu göreve atanmama ilişkin başvuru dilekçemi okul idaresine gönderdim. Okul idaresi, Köy Cemiyetinin uygun görmesi halinde bu göreve atanmamın yapılacağı yanıtını verdi. Köy Cemiyeti kabul etti ve buna ilişkin karar aldı. Okul idaresinin talebine uygun olarak kararın onaylanması için bucak yönetimine başvurdum. Başında kara cahil sekreter M. S. ve onun sözünden çıkmayan muhtarın bulunduğu volost yönetimi, öğretmenlik yapacak zamanım olmadığını öne sürerek -aslında başka gerekçelerle- kararı onaylamadı. Sulh yargıcına başvurdum. Yargıç P. yüzüme karşı dikkate değer şu sözleri söyledi: “Devletimiz genelde halk eğitiminin din adamlarının eline bırakılmasına karşıdır.” Şaşkınlık içinde: “Ama niçin?” diye sordum. “Çünkü” dedi, “din adamları ortalığı bulandırıyorlar…”

Nasıl beyler, bu haber hoşunuza gitti mi? Kuşkusuz bu olay dolaylı olarak, kuşkulandığımız ve ısrarla kuşkumuzu sürdürdüğümüz Bay Leskov’un öyküsünün hemen hemen gerçeğe yakınlığını gösteriyor bize. Böyle bir yargıç varmış yokmuş hiç önemli değil: Bir budalanın çıkıp da böyle saçma sözler etmesinden bize ne? Onun görüşleri bizi ne ilgilendirir? Burada önemli olan, bu sözleri hiç sapmadan, yetki gücüyle söylemesi; bilinçli bir yetkiyle, öylesine rahat ve teklifsizce söylemesidir. Bilgelik kokan görüşlerini doğrudan ve hiç duraksamadan insanın yüzüne karşı söyleyebiliyor, üstelik böyle bir görüşü devlete dayatma ve devlet adamı sıfatıyla bildirme küstahlığında bulunabiliyor.

Bırakın herhangi bir sulh yargıcını, yetki bakımından ondan on derece yüksek biri, örneğin bir Ostsee papazına bu sözleri etmeye cüret etseydi ya! Aman Tanrım, bu papaz ortalığı nasıl velveleye verir, ne gürültüler koparırdı kim bilir! Bizim papaz alttan alarak, bu kendini bilmezlerin ayıbını ancak uysalca açığa vurur. Şöyle bir düşünce geliyor insanın aklına: Bu kişi, yani papaz, ya sulh yargıcından daha yüksek bir mevkide bulunsaydı (bu çok mümkün, bizde her şey olabilir çünkü), iyiliksever papaz, bundan sadece “çok üzücü bir görüntü” den başka bir şey çıkmayacağını bilerek, belki de hiçbir açıklamada bulunmayacaktı. Bunu istesek bile, Hıristiyanlığın ilk zamanlarındaki enerjisini ondan beklemek mümkün değildir. Genelde din adamlarımızı, din işlerine karşı ilgisizlikle suçlamaya istekliyizdir; değişik koşullarda din adamı nasıl davranmalıdır peki? Oysa halkımızın din adamlarına ihtiyacı hiçbir zaman bu kadar kaçınılmaz olmamıştır. Belki de Rus halk tarihinin en bulanık, en zorlu, en uğursuz dönemini yaşıyoruz.

***

Geçenlerde Rusya’nın bir köşesinde, çok tuhaf bir olay ortaya çıktı, Grajdanin’in zamanında haber olarak verdiği, Ortodoks bir çevrede Alman Protestanlığı, yeni bir Ştunda tarikatıydı bu. Bu oluşum doğum aşamasında, ama sanki geleceğe değgin bir şeyler içeriyor. Herson ilinde Boneketberg adlı iyiliksever bir Protestan papazı o bölgede Rus halkının bilgisizliğini ve inanç yetersizliğini görünce onlara acımış ve Ortodoks inançlarına uymalarını ve halka Ortodoks dininden ayrılmamalarını öğütleyerek Hıristiyan ilkelerini öğretmeye koyulmuş. Ne var ki farklı bir durum çıkmış ortaya: Protestan papazı tam bir başarı elde etmiş, ama yeni Hıristiyanlar yeni oluşumu birinci ve mutlak koşul kabul ederek Ortodoks dininden uzaklaşmaya başlamışlar; ibadetlerini, kutsal tasvirlerini yadsımışlar; Luterci eğilimler altında toplanmaya ve Zebur’dan ilahiler okumaya başlamışlar; kimileri Almanca öğrenmeye kadar götürmüş işi. Tarikat müthiş bir hızla kasabalara ve ile kadar yayılmış; tarikat üyeleri yaşam biçimlerini değiştirmişler, içki içmeyi bırakmışlar. Sözgelimi şöyle düşünmeye başlamışlar: “Onlar (Almanlar-Luther Ştunda tarikatı üyeleri) oruç tutmadıkları için namuslu ve gönenç içinde yaşıyorlar…” Kısır bir mantık, ama ne derseniz deyin, orucu sırf yerine getirilmesi gereken dinsel bir kural olarak görürseniz bunun bir anlamı olur. Zavallı adam orucun ruhu günahlardan arındıran o derin amacını nereden bilecek ki? Evet, eski inancını da dinsel vecibelerin yerine getirilmesi olarak bellemişti. Demek ki dinsel kurallara karşı duruyordu.

Bunun anlaşılır olduğunu varsayalım, ama niçin birden karşı durma yolunu seçti? Onu buna zorlayan neden nerededir? Nedeni çok genel: onun 19 Şubattan sonra yeni yaşamın ışığıyla aydınlanmasıdır belki de. Bu yeni yolunda ilk adımlarını atarken tökezleyecek ve düşecekti, ama mutlaka uyanacaktı, kendine gelince de birden “ne kadar acınası, zavallı, kara cahil, kör ve yoksul” olduğunu görecekti. En önemlisi gerçeğe can atıyordu, şimdiye kadar kutsal bildiği neyi varsa feda ederek, ne pahasına olursa olsun gerçeği arıyordu. Çünkü hiçbir ahlaksızlıkla, baskıyla ve aşağılamayla halkımızın yüreğindeki gerçeğe olan susuzluğu asla yıkamaz, yok edemez ve kökünü kurutamazsın, çünkü bu tutku onun için her şeyden daha değerlidir. O, korkunç derecede düşkünleşebilir, ama en aşağılık anında bile, sadece alçak bir adam olduğunu, ancak bir yerlerde yüce bir gerçeğin bulunduğunu ve onun her şeyin üstünde olduğunu her zaman hatırlar.

Olay bu işte. Tek tük olaylardan görünse de rastlantısal olduğu şüphelidir. Daha başlangıcında dinebilir, kabuk bağlayabilir, öte yandan pek dokunulmadığı takdirde Rus tarikatların çoğunda görüldüğü gibi yeni bir dinsel inanç biçimi haline gelebilir. Ama ne olursa olsun, yineliyorum, bu olayda yine de kehanete benzer bir şeyler var sanki. Geleceği böylesine bulanık gördüğümüz günümüzde bazen kehanete inanmak bile mümkün görülebiliyor.

Benzer bir oluşum ya Rusya’nın her yanma yayılırsa? Ştunda tarikatı değil, sadece bir benzeri (gerçi gerekli önlemlerin alındığı söyleniyor). Ya halk toptan kendi perişanlığını gördükten ve ahlaksızlığın son sınırına vardıktan sonra: “Ahlaksızlık yapmak istemiyorum artık, içki içmeyeceğim, sadece gerçeği ve Tanrı korkusunu istiyorum, en önemlisi gerçeği, her şeyden önce gerçeği!..” derse?

Halkın gerçeğe tutkusu, kuşkusuz, kıvanç vericidir. Ne var ki gerçeğin yerine Ştunda tarikatında olduğu gibi, olağanüstü bir yalan çıkabiliyor. Aslında halkımızın Protestanlıkla, Almancılıkla ne işi var? İlahiler okumak için neden Almanca öğrensin ki? Aradığı her şey Ortodokslukta yok mu? Rus halkının ve gelecek yüzyıllarda tüm insanlığın kurtuluşu da, tek gerçek de yalnızca Ortodokslukta değil mi? İsa’nın Tanrısal imgesi tüm duruluğuyla sadece Ortodoks dininde korunmamış mıdır? Ve belki de insanoğlunun yazgısında, Rus halkı için saptanmış en belli başlı görev, apaklığıyla İsa’nın Tanrısal imgesini yüreğinde barındırması ve zamanı geldiğinde de yolunu yitirmiş dünyaya bu imgeyi göstermesidir!

Bunların hepsi zamanla gerçekleşecek. İşte bir Protestan papazı erkenden ilk kuşlarla birlikte kalktı; üstelik gerçeği, Ortodoks gerçeğini anlatmak için halka gitti; çok vicdanlı biriydi. Ama halk Ortodoksluğun değil, onun peşinden gitti, bu sadece gönül borcu değildi, onda ilk gerçeği gördüğü için yürüdü. “Oruç tutmadıkları için onlar iyi” yargısı ortaya çıktı. İşin içine kişilik bulaştığında bu çok anlaşılabilir bir durumdur.

Aklıma gelmişken, peki ya bizim papazlar ne âlemde, onlar hakkında neler duyuyoruz? Papazlarımızın da uyandığını söylüyorlar. Din adamlarımız çoktandır yaşam belirtileri göstermeye başlamış. Piskoposların saygın bir yaşam ve din üzerine kendi kiliselerinde verdikleri dersleri duygulanarak okuyoruz. Papazlarımız, gelen haberlere göre, kararlı biçimde din kitapları yazmaya koyulmuşlar ve bunları halka okumaya hazırlanıyorlarmış. Zamanında yetiştirebilecekler mi? ilk kuşlarla birlikte uyanabilecekler mi? Protestan papazı yine de farklı, tesadüfen uçup gelen bir kuş, üstelik güvencesi de farklı. Sonra tamamen değişik görev, makam sahibi vs… Öyle olmasına öyle, ama bizim papaz da aslında memur değil. Tüm dünyayı yenileyen tek yüce Gerçeğin yayıcısı da değil mi? Protestan papazı bizimkinden daha erken olgunlaştı, bu gerçek; sözgelimi Ştunda olayında bizim papaz nasıl davranırdı acaba?

Papazlarımızı hep suçlamaya eğilimliyizdir, ama anlamaya çalışalım: Sadece ilgililere ihbar etmekle mi yetinmeliyiz? Elbette hayır, nitelikli çok papazımız var, hatta umduğumuzdan, hak ettiğimizden de çokturlar. Gelgelelim Ortodoks dininin Luterciler karşısında üstünlüğü üzerine ne gibi vaazlar vermişlerdir peki? (Bu konulara yabancı, kibar çevrenin adamı misali, kimileyin bu tür düşünceler gelir aklıma.) Köylüler kara cahildir: Hiçbir şeyden anlamazlar, belki de ne desen inanmazlar. Hiç ayrıntıya girmeden olaya genel olarak bakalım, nitelikli davranışlar ve huylar mı? Halk sabahtan akşama kadar ayyaş dolaştığı zaman “İyi huylardan” nasıl söz edebiliriz? Kötülüğü kökünden yok etmek için içkiden sakınmak yeter mi? Ayrıntıya pek girmeden söyleyelim, bu doğrudur elbette, çünkü, evet, çünkü epeyce pahalıya mal olan büyük devlet olarak Rusya’nın büyüklüğünü dikkatlerden uzak tutmamanız gerekir… Bu neredeyse “çok üzücü bir görüntüyle” aynı anlama geldi. Halka az içmesi için öğüt vermekten başka bir şey kalmıyor geriye…

Büyük bir Avrupa devleti olarak Rusya’nın büyüklüğü Protestan papazını niye ilgilendirsin? Asla “çok üzücü bir görüntü” den çekinmez, görev anlayışı farklıdır ve işte bu yüzden işleri düzgün gidiyor.

Fyodor Dostoyevski Bir Yazarın Günlüğü Yapı Kredi Yayınları / Çeviren: Kayhan Yükseler

ELIAS CANETTI: İTALYA BERBAT YER, İSVİÇRE BİR GÖLLER KONFEDERASYONU

Tarih ve Melankoli

O sıralarda “Özgürlük” önemli bir sözcük haline gelmişti. Yunanların ektikleri topraktan çıkmıştı; bize Yunanları öğreten öğretmeni yitirdiğimden içimde Yunanistan ve İsviçre’den oluşan garip yapı güçlendi. Burada dağların özel bir önemi vardı. Yunanları ne zaman düşünsem, önümde dağlar belirirdi, işin en garip yanı, bunların her gün gözümün önündeki dağların aynıları olmasıydı. Havanın durumuna göre bazen yakın görünüyorlardı, bazen uzak, netlikle göründüklerinde seviniyordu insan, onlar hakkında konuşuyor, şarkılar söylüyordu, bir tapımdı bu dağlar adeta. En güzel manzara, yakınlardaki Ütli Dağından, bir sis denizi üzerinden bakıldığında gözler önüne seriliyordu; böyle durumlarda, dağlar ışıltılar saçan, nerdeyse dokunacağınızı saldığınız, zirveleri insanda huşu uyandıran adalara dönüşüyordu. Adları vardı, Tödi gibi bazı adlar işlenmiş değerli taş adları gibi geliyordu insana ve kendilerinden başka hiçbir şeyi belirlemiyorlardı; Wungfrau (Bakir) ya da Mönch (Keşiş), yeterinden fazla şeyi belirliyordu; ben, her dağ için yeni ve eşsiz bir sözcüğü, başka hiçbir nesne için kullanılmayan adları yeğlerdim. Aynı yükseklikte iki dağ göremezdiniz. Kayaları sertti, zaman zaman değiştiklerini insanın aklı almıyordu. Bu değişmezlik konusunda çok kesin bir inancım vardı, onları dokunulmaz nesneler olarak kabul etmiştim; bu dağların fethinden söz edildiğinde, keyfim kaçıyordu; tırmanmayı düşündüğümde, yasak bir şey istiyormuş duygusuna kapılıyordum.

Üstelik yaşam, tam da göllerin çevresinde yaşanıyordu, en ilginç şeyler orada oluyordu, bu göllerin Yunan okyanusu gibi olmasını isterdim, Zürih Gölü yakınlarında oturduğumda, bütün hepsini tek bir göl olarak düşünürdüm. Şeklini biçimini değiştiren yoktu aslında, her yerin bir anlamı vardı ve hepsi de kendine, özgü niteliklerini, bireyselliklerini koruyorlardı. Körfezler vardı, yarlar, ağaçlar, evler vardı. Ama benim düş dünyamda her şey “göl”dü, herhangi birinde olan biten, diğerlerinin de başına gelmiş oluyordu, bir antla oluşturulan İsviçre Konfederasyonu bir göller konfederasyonuydu bana göre. Orda hurda keşfedilen yerleşim yerlerinden söz edildiğinde, burada yaşayanların birbirlerinden habersiz olduğunu düşünüyordum. Kendi insanlarından uzakta, iletişimden yoksun bulundukları sürece nerede oturdukları fark etmiyordu, yeter ki minik bir parça göl ya da herhangi bir su bulunsundu ellerinin altında; kim olduklarını kimse öğrenemeyecekti; onlardan geriye kalmış ne kadar çömlek kırığı, ne kadar ok parçası, ne kadar kemik bulunursa bulunsun, fark etmezdi, onlar İsviçreli değildi.

İşte tarih buydu benim için: göllerin birleşmesi. Bundan önce tarih marih yoktu, zaten tarih, benim için tarihin gerçek tarihöncesini, Yunanları öğrenmekle ortaya çıkmıştı. Arada olanlar pek sayılmazdı; Romalılara güvenmiyordum, Walter Scott’un bana göre Yunanların torunları olan, demirden yapılmış, kolları bacakları vidalı yapma bebekleri yani şövalyeleri bana sıkıcı geliyordu, bunlar yalnızca köylüler tarafından yenilgiye uğratıldıklarında ilginç oluyorlardı.

Kendimi göllere kaptırdığım bu dönemde, Hutten’in Son Günleri elime geçti, Conrad Ferdinand Meyer’in ilk yapıtlarından biri olan bu kitabın beni anında çarpmasına şaşırmadım. Hutten bir şövalyeydi evet, ama aynı zamanda bir ozandı ve yapay güçlere karşı savaşan bir kişi olarak betimleniyordu. Hasta, dışlanmış bir insandı, herkes onu terk etmişti, Zwingi’nin etkisine girmiş bir halde Ufenau’da yalnız yaşıyordu. İsyancı ruhuyla gerçekleştirdikleri, anılar şeklinde anlatılıyordu, ama insan onların ateşini ne denli hissederse hissetsin, o anda Ufenau’da içinde bulunduğu koşulları unutamıyordu. Yazar, Hutten’i hep üstün bir güce karşı mücadele içinde yansıtıyordu; dolayısıyla şövalyeler konusunda insanı rahatsız eden konu, yani en yüreklilerinin bile, güçlerini zırhlarından aldıkları olgusu, saf dışı bırakılmıştı:

Loyola’nın adayı ziyareti bana çok sürükleyici geldi, bu, hiç kimsenin, Hutten’in bile tanımadığı bir Loyola, bir fırtına sırasında kendi küçük kulübesine aldığı, uyuması için üzerini kendi battaniyesiyle, kendi gocuğuyla örttüğü bir hacıydı. Gece yarısı Hutten bir gök gürlemesiyle uyanmıştı, şimşeklerin aydınlığında, hacının kendi sırtını kamçılamakta, kanlar içinde bırakmakta olduğunu görmüş, kendisini Bakire Meryem’in hizmetine adadığını belirten dualarını işitmişti. Sabah kalktığında, hacının yatağı boştu, Hutten şimdi en büyük düşmanının kendini gösterdiğini anlıyordu. Yaşamının sonunda düşmanla karşılaşması, onu gizlice dinleyen birinin varlığından habersiz olması, asıl düşmanının daha yeni ortaya çıkmasıyla şimdiye dek sürdürdüğü mücadelenin boşuna olduğunu anlaması… Ve artık çok geç olduğunda gelen yanıt —”Ben sadece İspanyol’u öldürmüştüm!”’ ‘Gerçeklik” denen şeye, tam da burada, şiirsel bir yazının orta yerinde yaklaştığımı sezmemek elimde olabilir miydi?

Üzerinde Ufenau’nun uzandığı göl, ta bana dek’ uzanıyordu; Meyer karşı kıyıda, Kilchberg’de oturmuştu. Bu uzun şiirin beni sardığını hissediyordum, ozan, önümde uzanan görünümü aydınlatıyordu, iki dizesi, insansal konularda artık geliştirmiş olduğum görüşü dile getiriyordu: “Ben ustaca kurgulanmış bir sanat yapıtı değilim / İnsansal çelişkileri olan bir insanım.” Kurgu ile insan arasındaki karşıtlık, bir ön bilgiyle yapılan ile doğanın verdiği arasındaki, bir kitabın kavranabilirliğiyle insanın anlaşılamazlığı arasındaki karşıtlık içimi kemirmeye başlamıştı. Hiç beklemediğim durumlarda düşmanlıkla karşılaşıyordum, dışardan zorla uygulanan düşmanlık, kişisel kaynaşmalardan doğmamış, köklerini anlamadığım ve üzerinde uzun uzun düşündüğüm kötülüklerle karşılaşıyordum. Çözüm getiremediğimden, insanı bir çelişki olarak görme şeklindeki geçici çözümü kabul etmiştim. Bu çözüme sıkı sıkıya sarıldım ve sonunda Annem bir imha saldırısıyla onları yok edinceye kadar Meyer’in dizelerini yineledim durdum.

Ama bundan önce, beni yalnız bıraktığı bir yıllık bir süre geçirmiştim. Meyer’i Saint Barthelemy Gecesi ve Otuz Yıl Savaşlarına dek okudum. Onun sayesinde, Dante’yi kişi olarak tanıdım, sürgün yerinden konuşan ozanın imgesi, belleğime kazıldı. Geziler sırasında Gruisons dağlarını görmüştüm; biri İsviçre’deki ilk yazımda olmak üzere art arda iki yaz, Domleschg’de, Duke Rohan’ın deyişiyle, “Avrupa’nın en güzel dağı” olan Heinsen dağına çıkmıştım. Yakınlarında, Rietberg Şatosunda, Jürg Jenatsch’a ait olduğu söylenen kan lekesine dikmiştim gözlerimi, ama pek etkilenmemiştim. Şimdi, onu anlatan yazıları okurken, izini kovalayan bir uzman gibi hissediyordum kendimi. Pescara’nın eşi, Michelangelo’nun kutsadığı Vittoria Coloıına’yla tanıştım; Ferrara’ya geldim, yalnızca saf ve sevimli yönleriyle tanıdığım bir ülke olan İtalya ne berbat bir yerdi. “Önemli” oluşlarıyla benim günlük yaşantıma ters düşen heyecan verici olaylar oluyordu burada hep. Kadının giysilerini görmedim, zamanlardaki ve yerlerdeki çeşitliliği gördüm. Giysilerle yaratılmış debdebeyi fark etmedim hiç; sonlar hep kasvetli, hep umutsuz bitiyordu, bu durumu hakikat olarak kabul ettim.

Bu yıllar boyunca bilgiye karşı duyduğum korkunç susuzluk içinde, Meyer’de beni saran şeyin, tarihin birbirinden farklı şekillerde canlandırılması olduğu görüşündeydim. Ondan ciddi ciddi bir şeyler öğreneceğimi sanıyordum. Kafamda hiç kuşku yoktu, onun söylediklerini kabul ettim, ardında yatanın ne olduğunu allamadım, her şey açıktı, öyle çok olay oluyordu ki, olayların zenginliği yanında ilgisiz ya da sözü edilmeye değmeyecek ne bulunabilirdi bunların ardında?

Artık resmi tarihe dayanamaz hale geldiğim, yalnızca kaynakların dibine inmeyi, olayları olduğu gibi anlatan kitapları yeğlediğim bugün, Meyer’de beni daha da derinden etkileyen başka şeyler vardı diye düşünüyorum: bir hasat duygusu ve meyve yüklü ağaçlar, “yeter denen şey hiç yetmez,” ve göl şiirlerindeki melankoli. Şiirlerinden biri şu dizelerle başlıyordu:

Hazin hazin solmakta durgun yaz günü Küreklerim ağır, üzgün, isteksiz gider yollarında

………………………

Gökler uzakta, derinliklerse öyle yakın, öyle yakın— Yıldızlar, ey yıldızlar neden çıkmazsınız ortaya? Şimdi aziz, sevecen bir ses çağırıyor adımı Deniz-mezardan, durmadan, durmadan.

Kimin sesiydi bu, bilmiyordum, ama ölü bir insan, kendisine yakın biri olduğunu düşünüyordum, suyun içinden seslenmesiyse sanki seslenen babammış gibi duygulandırdı beni. Bu son Zürih yıllarında, onu sık sık aklıma getirmedim, işte bu yüzden, bu şiirle geri dönmesi, büsbütün beklenmedik, büsbütün gizemli bir durum yaratıyordu benim için. Gölü böylesine çok sevdiğim için babam gölde saklanmıştı sanki.

O ana dek Meyer’in yaşamı hakkında bir şey bilmiyordum, annesinin gölde boğularak kendini öldürdüğünü bilmiyordum. Bunu bilseydim eğer, ikindi aydınlığında gölde kürek çekerken babamın sesini duyabileceğim asla aklıma gelmezdi. Tek başıma kürek çektiğim nadirdi ve işte yalnız böyle durumlarda bu dizeleri söylüyor, sonra durup dinliyordum. Yalnız ve yalnız bu dizelerden dolayı gölde yalnız olmak istiyordum; bu şiiri ve benim için ne büyük bir anlam taşıdığını hiç kimse öğrenmedi. Melankolisi, hüzünlü havası beni bütünüyle sardı; bu benim için yeni bir duyguydu, göle bağlı olarak, hava boğucu ve hüzünlü olmasa da, ben hüzünleniyordum, melankoli, sözcüklerden damlıyordu. Bu duygunun, ozanı göle çektiğini hissediyordum, yüreğimdeki acı, aslında başkasından bana yansımıştı ama buna karşın tuzağa düşüyor, sabırsızlıkla ilk yıldızların gökyüzünde belirmesini bekliyordum. Onları, yaşıma uygun olarak, rahatlama duygusuyla değil de sevinçle karşılıyordum. Uzanılmaz ve dokunulmaz varlıklar olan yıldızlarla ilişki kurma itkisi, sanırım o zaman başladı bende ve o günleri izleyen birkaç yıl içinde bir yıldız dinine dönüşecek kadar arttı. Yaşamım üzerinde etkileri olduğunu düşünemeyecek kadar değerli görüyordum yıldızları, yalnızca, ama yalnızca görünüşleri için bağlanmıştım onlara, yanımdan çekildiklerinde korkuyordum, beklediğim yerde tekrar gözüktüklerinde kendimi güçlü hissediyordum. Düzenli aralıklarla hep aynı yere dönmelerinden, yoldaşlarıyla, yani birlikte, harikulade ve de şaşılası adlar taşıyan burçları oluşturdukları diğer yıldızlarla tutarlı bir ilişki içinde bulunmalarından başka hiçbir şey beklemiyordum onlardan.

Elias Canetti Kurtarılmış Dil Bir Gençliğin Öyküsü Çeviren: Şemsa Yeğin (Payel Yayınevi)

“KOLAY BENİM SON İSTEĞİMİ SÖYLEMEK…” VE GÜNLER YÜRÜMEYE BAŞLADI – EDUARDO GALEANO

Kasım 16 Bir yaşam arayıcısı Çok miyop olduğu için modern optiğin temelini teşkil eden mercekleri ve yeni bir yıldız keşfeden teleskobu icat etmekten başka çaresi yoktu. Ve çok gözlemci olduğu için, avucunun içine düşen bir kar tanesine bakarken buzun ruhunun altı köşeli bir yıldız olduğunu gördü, altı, tıpkı arıların yaptığı bal peteklerindeki hücreciklerin altı kenarlı olması gibi ve aklının gözleriyle şunu gördü ki, bir alanı en iyi şekilde kullanmayı altıgen biçim bilir. Ve evinin balkonundaki bitkilerin ışığı arayış yolculuğunun dairesel olmadığını görünce bundan belki de gezegenlerin güneş etrafındaki yolculuğunun da dairesel olmayabileceği sonucuna vardı ve çizdikleri elipsleri teleskobuyla ölçmeye koyuldu. Görerek yaşadı. Görmeyi bırakınca, 1630 yılında bugün öldü. Johannes Kepler’in mezar taşında şöyle yazar: Gökleri ölçtüm. Şimdi karanlıkları ölçüyorum.

Kasım 17 Diğer kulak 1959 yılında bugün, Brezilyalı müzisyen Heitor Villalobos öldü. Onun iki tane kulağı vardı, biri içeride, diğeriyse dışarıda. Gençlik yıllarında, hayatını Rio de Janeiro’nun herhangi bir genelevinde piyano çalarak kazanırken, Villalobos bestelerini şu şekilde yapardı: dış kulağını kahkahaların ve eğlencenin gürültüsüne kapatıp iç kulağını doğmakta olan müziğini, nota nota dinlemek için açardı. Daha sonraları, olgunluk yıllarındaysa, iç kulağı topluluğun küfürleri ve eleştirmenlerin zehri karşısında onun sığmağı oldu.

Kasım 18 Zorro dört kez doğdu İlk kez 1615’te doğdu. Adı William Lamport’du, kızıl saçlıydı ve İrlandalıydı. Daha sonra isim ve vatan değiştirip Guillén Lombardo adında İspanyol donanması mensubu bir İspanyol yüzbaşı olarak doğdu. Ve üçüncü sefer, Meksika bağımsızlık mücadelesinin bir kahramanına dönüşmüş olarak doğdu ve 1659 yılında odun ateşinde yakılmaya mahkûm edildi ve ateşin içinde onursuzca ölmeden önce darağacında can verdi. Yirminci yüzyılda dirildi. Adı Diego de la Vega’ydı; maskeyle dolaşıyor, zor durumdakilere adalet dağıtan kılıç ustası Zorro olarak tanınıyor ve geçtiği yerlerde Z şeklinde bir iz bırakıyordu. Douglas Fairbanks, Tyrone Power, Alain Delon ve Antonio Banderas Hollywood’da onun kılıcını kavradılar.

Kasım 19 Yosun ve taş Joe Hill 1915 yılında bugünün şafağında Salt Lake City’de kurşuna dizildi. İki kez isim, bin kez de iş ve ikamet değiştiren bu tuhaf kışkırtıcı. Birleşik Devletler’deki işçi grevlerine eşlik eden şarkıları bestelemişti. Son gecesinde, yoldaşlarından ağlayarak zaman kaybetmemelerini istedi:

Kolay benim son isteğimi söylemek, Zira miras bırakmıyorum bölüşecek Geride kalan tek şey özgürlüğüm. Bilinsin ki dönen taş yosun tutmaz.

Kasım 20 Söyleyen çocuklar Bugün Dünya Çocuk Günü. Yürüyüşe çıkıyorum ve iki yaşında, belki biraz daha büyük, o hepimizin pagan olduğumuz yaştaki bir kız çocuğuyla karşılaşıyorum. Küçük kız hoplaya zıplaya, yeşilliği selamlayarak geliyor: -Merhaba, çimencik! -Günaydın, çimencik! Sonra, bir ağacın dallarında şarkı söyleyen kuşları dinlemek için duruyor. Ve onları alkışlıyor. Bugünün öğle vaktinde, yaklaşık sekiz, belki dokuz yaşlarındaki bir çocuk evime bir hediye getiriyor. Bu içi resimlerle dolu bir dosya. Hediye, Montevideo’nun Cerrito de la Victoria semtindeki bir okulun öğrencilerinden geliyor. Ve genç sanatçı onu bana verirken şöyle diyor: -O resimler biziz.

Kasım 21 Tarihin en hüzünlü maçı 1973’te, Şili’nin askeri diktatörlük tutsağı bir ülke olduğu dönemde, Nacional Stadyumu toplama kampına ve işkence odalarına dönüştürülmüştü. Şili milli takımı Sovyetler Birliği’yle Dünya Kupası’na katılma yolunda çok önemli bir maç oynayacaktı. Pinochet Diktatörlüğü maçın Nacional Stadyumu’nda oynanmasına karar verdi ve bu nihai karardı. Stadyumdaki tutuklular aceleyle başka yere nakledildikten sonra en üst düzey futbol otoriteleri sahayı ve mükemmel çimi inceleyip maçın oynanmasına onay verdiler. Sovyet takımı oynamayı reddetti. Bilet alıp içeri giren on sekiz bin taraftar Francisco Valdés’in boş kaleye attığı golü alkışladı. Şili milli takımı hiç kimseye karşı oynadı.

Kasım 22 Müzik Günü Hafızası sağlam olanların anlattığına göre, eskiden güneş müziğin sahibiymiş, ta ki rüzgâr onu çalana kadar. O günden beri, kuşlar güneşi teskin etmek için her günün başlangıcında ve sonunda konserler veriyorlar. Ancak kanatlı şarkıcılar, büyük şehirlerde hüküm süren motorların uğultusu ve homurtusuyla rekabet edemiyorlar. Kuşların şarkıları artık ya çok az dinlenebiliyor ya da hiç işitilmiyor. Kendilerini duyurabilmek için boş yere göğüslerini yırtacak gibi oluyorlar ve her seferinde daha güçlü ötme çabası ötüşlerinin kalitesini bozuyor. Ve artık dişiler erkeklerinin sesini tanıyamıyor. Hepsi birer usta tenor, dayanılmaz bariton erkekler onları çağırıyor, ama şehrin şamatası içinde hangi sesin kime ait olduğu anlaşılmıyor ve dişiler en sonunda başka kanatların himayesini kabulleniyorlar.

Kasım 23 Dede Charles Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserinin ilk baskısı 1859 yılında bugün matbaadan çıktı. Orijinal elyazmasında kitabın başka bir adı vardı. Charles’ın dedesi Erasmus Darwin’in bir eserine saygı gösterisi olarak Zoonomia adını taşıyordu. Don Erasmus’un on dört çocuğu ve bir sürü kitabı vardı. Ve torunundan yetmiş yıl önce doğada filizlenen, yüzen, yürüyen ya da uçan ne varsa hepsinin ortak bir kökeni olduğunu ve bu kökenin Tanrı’nın eli olmadığını söylemişti.

Kasım 24 Nine Kemikleri 1974 yılında Etiyopya’nın taşlık tepelerinde ortaya çıktı. Kâşifleri ona Lucy adını verdiler. En gelişmiş teknoloji sayesinde, bir gün az bir gün fazla, üç milyon yüz yetmiş beş bin yıl olan yaşını ve de boyunu hesaplayabildiler: oldukça kısaydı, bir metre küsur geliyordu. Gerisi çıkarım ya da tahmin: oldukça tüylü bir bedeni vardı, artık dört ayak üstünde yürümüyordu, ama neredeyse yere sürtünen elleriyle şempanze gibi sağa sola yalpalayarak gidiyor ve yerden ziyade ağaç dalları ilgisini çekiyordu. Belki bir nehirde boğularak ölmüştü. Belki de bir aslandan ya da onunla ilgili görünen başka bir tanımadık canlıdan kaçıyordu. Ateş ve sözden çok daha önce doğmuştu, ama belki de el kol hareketleri ve gürültüden oluşan bir lisan konuşuyordu ve bu sayede mesela şunları söylüyor ya da söylemek istiyordu: üşüyorum, karnım aç, beni yalnız bırakmayın.

Kasım 25 Aile İçi Şiddet Karşıtlığı Günü Alto Parana selvasında, dünyanın en güzel kelebekleri kendilerini teşhir ederek korunurlar. Sarı ya da kırmızı fırça darbeleriyle neşe katılmış siyah kanatlarını açar ve bir çiçekten diğerine hiçbir korku duymadan uçuverirler. Binlerce yıllık deneyimin neticesinde düşmanları bu kelebeklerin zehirli olduğunu öğrenmiştir. Örümcekler, eşekarıları, kertenkeleler, sinekler ve yarasalar onlara uzaktan, arada belli bir mesafeyi koruyarak bakarlar. 25 Kasım 1960 günü, Dominik Cumhuriyeti’nde Generaller Generali Trujillo’nun diktatörlüğüne karşı çıkan üç militan öldüresiye dövüldükten sonra bir uçurumdan atıldı. Bunlar Mirabal kız kardeşlerdi. O kadar güzeldiler ki, onlara kelebekler diyorlardı. Onların ve eşsiz güzelliklerinin arasına, bugün Dünya Aile İçi Şiddet Karşıtlığı Günü. Ya da başka bir deyişle: küçük Trujillo’ların her evin içinde uyguladıkları diktatörlüğe karşıtlık günü.

Kasım 26 Laura ve Paul Karl Marx Tembellik Hakkı’nı okuduktan sonra şöyle dedi: -Eğer Marksizm buysa, ben Marksist değilim. Yazar Paul Lafargue komünistten ziyade anarşiste benziyor ve tropikal deliliğe yönelik şüpheli bir eğilim sergiliyordu. Çok açık renk tenli olmayan bu Kübalı zaten damat olarak da onun hoşuna gitmiyordu. Paul, kızı Laura’ya karşı tehlikeli yakınlaşmalar sergileyince: -Aşırı samimiyete burada yer yok, diye ona yazılı uyarıda bulundu ve tumturaklı bir biçimde ekledi: -Laubali davranışınızın karşısına aklımı koymak benim görevim. Akıl bir işe yaramadı. Laura Marx ve Paul Lafargue kırk yıldan uzun bir süre boyunca yaşamı paylaştılar. Ve 1911 yılında bugünün gecesinde, yaşam artık yaşam olmaktan çıkınca, her zamanki yataklarında birbirlerine sarılıp son yolculuklarına çıktılar.

Karl Marx’ın kızı Laura’yla intihar eden damadı Paul Lafargue neden “Tembellik Hakkı”nı savundu?

Kasım 27 Rio de Janerio’nun suları cayır cayır yandığında 1910 yılında Brezilya denizciliğinin isyanı sona erdi. Ayaklanan denizciler, uyan amaçlı top atışlarıyla Rio de Janeiro şehrini tehdit etmişlerdi: -Kırbaçlama son bulsun yoksa şehri yerle bir ederiz. Savaş gemilerinin güvertesinde kırbaçlama bir gelenekti, cezalandırılanların ölmesiyse sık rastlanan bir durum. Beş günün sonunda isyan amacına ulaştı ve kırbaçlar denizin dibini boyladı. Denizin paryaları alkışlar arasında Rio sokaklarını dolaştılar. Bir süre sonra ayaklanmanın lideri, köle çocuğu ve isyancıların kararıyla amirallik rütbesine yükselen Joáo Candido tekrar düz denizci oldu. Ve bir süre sonra donanmadan kovuldu. Ve bir süre sonra tutuklandı. Ve bir süre sonra tımarhaneye kapatıldı. Bir şarkının dediği gibi, rıhtımdaki kaldırım taşlarının üzerinde onun anısına dikilen anıt var.

Kasım 28 Öğrenerek öğreten adam 2009 yılında Brezilya Hükümeti, Paulo Freire’den özür diledi. O bu jeste teşekkür edemedi çünkü on iki yıldan beri ölüydü. Paulo dayanışmacı eğitim denen şeyi ilk başlatan kişi olmuştu. İlk başlarda derslerini bir ağacın altında veriyordu. Dünyayı okuyabilsinler ve değiştirilmesine yardım etsinler diye, Pernambuco’daki binlerce şeker işçisine okuma yazma öğretmişti. Askeri diktatörlük onu hapse attı, sonra ülkeden kovdu ve geri dönmesini yasakladı. Sürgünde bir sürü yer gezen Paulo öğrettikçe öğreniyordu. Bugün Brezilya’daki üç yüz kırk okul onun ismini taşıyor.

Kasım 29 Dünya Terör Şampiyonası İnsan hayatını önemsememe konusunda Hitler bir numaraydı, ama bu konuda birçok rakibi oldu. 2010 yılında Rus Hükümeti, Katyn, Kharkov ve Miednoje’deki on dört bin beş yüz Polonyalı mahpusun ölümünün sorumlusunun Stalin olduğunu resmen kabul etti. Polonyalılar 1940 ilkbaharında enselerine sıkılan kurşunla öldürülmüş ve suç Nazi Almanyası’nın üzerine atılmıştı. 1945’te, müttefiklerin savaşı kazanacağı artık neredeyse kesinleşmişken, Alman şehri Dresden ve Japon şehirleri Hiroşima ve Nagazaki taş üstünde taş kalmayacak şekilde yerle bir edildi. Muzaffer ulusların resmi kaynakları bunların askeri hedefler olduklarını söyledi ama binlerce ölünün tamamı sivildi ve yıkıntıların arasından kuş avlayacak bir sapan dahi çıkmadı.

Kasım 30 Cennette randevu 2010 yılında doğal ortamın korunmasına yönelik konferansların bin birincisi başladı. Her zaman yatıkları gibi, doğayı en çok katledenler ona aşk şiirleri okudular. Cancún’da toplandılar. Daha iyi bir yer düşünülemezdi. İlk bakışta, Cancún bir kartpostal kadar güzel, ama bu eski balıkçı köyü son yarım asırda otuz bin nüfuslu modern ve devasa bir otele dönüştü; bu başarı yolunda kumullar, göller, bakir plajlar, bakir ormanlar, mangrov bataklıklara ve gelişime engel teşkil eden diğer bütün engeller ortadan kaldırıldı. Plajların kumu bile bu yolda kurban edildi ve şimdi Cancún dışarıdan kum satın alıyor.

Eduardo Galeano Ve Günler Yürümeye Başladı Çeviri: Süleyman Doğru / Sel Yayıncılık

HARARİ: HOMO SAPİENS ESNEK İŞBİRLİĞİ YAPABİLEN TEK TÜR OLDUĞU İÇİN DÜNYAYA HÜKMEDİYOR

Akıllı At

2010’da biliminsanları alışılagelmedik bir dizi dokunaklı fare deneyi yürütür. Bir fareyi küçük bir kafese kapatıp kafesi daha geniş bir hücreye yerleştirir ve başka bir farenin hücrede serbestçe dolaşmasına izin verirler. Kafesteki farenin sıkıntı uyaranları yaymaya başlaması özgür farenin de kaygı ve gerginlik belirtileri göstermesine neden olur. Serbest fare pek çok kez tutsak dostunu kurtarmaya çalışır ve birkaç denemeden sonra kafesi açıp tutsağı özgür bırakmayı başarır. Araştırmacılar aynı deneyi, hücreye bir parça çikolata bırakıp tekrarlarlar, özgür fare artık tutsağı kurtarmak ya da çikolatanın keyfini tek başına sürmek arasında seçim yapmalıdır. Birçok fare önce dostunu kurtarmayı sonra çikolatayı paylaşmayı tercih eder (tabii az sayıda farenin sanki bazı farelerin daha kötü huylu olduğunu bizlere göstermek ister gibi, bencil davrandığı da olur).

DİLENCİYE ÜZÜLDÜĞÜMÜZ İÇİN Mİ, YOKSA KENDİMİZ İÇİN Mİ PARA VERİYORUZ?

Şüpheciler sonuçları görmezden gelerek özgür farenin empati kurmak yerine sadece kaygı ve gerginlik belirtilerini ortadan kaldırabilmek için tutsak fareyi kurtardığını öne sürerler. Huzursuzluk hisseden farelerin bu duygudan kurtulmaktan başka emelleri yoktur. Belki de… Peki aynı şey insanlar için de geçerli midir? Dilenciye para verdiğimde, onu görmenin bende yarattığı huzursuz hislerle hareket etmiyor muyum? Aslında dilenciyi mi düşünüyorum, yoksa birazcık vicdanımı rahatlatarak kendimi daha iyi hissetmenin mi peşindeyim?

Özümüzde fareler, köpekler, yunuslar ya da şempanzelerden farklı değiliz. Onlar gibi bizim de ruhumuz yok. Bizim gibi onların da bilinci ve karmaşık bir duyu ve duygu dünyası var. Her hayvanın kendine has özellik ve yeteneği, insanların da farklı farklı kabiliyetleri var. Hayvanların sadece daha tüylü hâllerimiz olduğunu hayal ederek onları gereksiz yere insansılaştıramayız. Bu yanlış bir yaklaşım olmanın ötesinde, hayvanları anlamamızın ve onlara kendi şartlarında gereken değeri vermemizin de önüne geçer.

1900’lerin başında Almanya’da Akıllı Hans adında ünlü bir at vardır. Almanya’yı baştan aşağı dolaşan Hans, gittiği yerlerde Alman diline olan hayret verici yeteneğini ve daha da ilginci, matematik zekasını sergilen “Hans, üç kere dört kaçtır?” diye sorulduğunda toynağını on iki kere vurun Yazılı bir mesajla, “Yirmiden on bir çıkarsa kaç kalır?” diye sorulduğunda takdire şayan bir Prusya dikkatiyle tam dokuz kere tıklar.

1904’te Alman eğitim kurulu, bir psikolog başkanlığında bilimsel bir komisyon görevlendirip durumun araştırılmasını isten Bir sirk müdürü ve veterinerin de aralarında bulunduğu on üç kişilik komisyon tüm bu yeteneklerin uydurma olduğundan emindir; ancak ellerinden geleni yaptıkları hâlde bir dalavere ya da sahtekarlık izine rastlayamazlar. Hans sahibinden ayrılıp kendisine soru soran yabancılarla tamamen yalnız bırakıldığında bile soruların çoğunu doğru yanıtlar.

1907’de yeni bir araştırmaya girişen psikolog Oskar Pfungst sonunda gerçeği ortaya çıkarır. Meğerse Hans muhataplarının beden dilini ve yüz ifadelerini dikkatle gözlemleyerek doğru cevapları buluyordun Hans üç kere dördün kaç olduğu sorulduğunda geçmişteki deneyimlerinden yola çıkarak, insanların ondan toynaklarını belirli bir sayıda vurmasını beklediğini bilir. Tık tık toynaklarını vururken bir yandan dikkatle insanları incelemeye devam eder. Doğru sayıya yaklaştıkça insanlar daha da gerilir, doğru cevabı verdiğindeyse gerilim zirveye ulaşır. Hans da insanların davranışlarından ve ifadelerinden bu gerilimi okumayı öğrenir. Tıklamayı bırakınca gerilimin yerini hayranlık ve kahkahalara bırakmasını izler; böylelikle doğru yaptığından emin olur.

Hayvanları insansılaştırma eğilimindeki insanların sık sık hataya düşerek hayvanlara sahip olduklarından daha harikulade yetenekler bahşetmesinin en iyi örneği Akıllı Hans’tır. Ne var ki asıl dersimiz bu değil; tam aksine Hans’ın hikayesi, hayvanları insansılaştırarak diğer canlıların özgün yeteneklerini ve hayvan bilişini küçümsediğimizin somut bir göstergesidir. Söz konusu matematikse Hans bir dâhi olmayabilir Sekiz yaşındaki herhangi bir çocuk çok daha iyisini yapabilir Ancak beden dilinden duygu ve niyetleri okuyabilmekte Hans sınır tanımayan bir yetenektir Kendi dilinde bana üç kere dört kaç diye soran bir Çinli’nin duruşundan ve bakışlarından ayağımı yere vurarak doğru cevabı bulmama imkan yok. Akıllı Hans atlar beden diliyle anlaştığı için bu yeteneğe sahiptir. Hans’ı inanılmaz yapansa bunu sadece diğer atların değil yabancı insanların duygu ve niyetlerini çözmek için de kullanabilmesidir.

Peki hayvanlar bu kadar akıllıysa neden atlar insanları arabaya koşmuyor, fareler üzerimizde deneyler yürütüp yunuslar çemberlerden atlamamızı istemiyor? Homo sapiens’in tüm diğer hayvanlara hükmetmesini sağlayan bir ayrıcalığa sahip olduğu şüphesiz. Homo sapiens’in hayvanlardan bambaşka bir düzlemde var olduğuna dair şişirilmiş gerçekleri ve insanların ruh ya da bilinç gibi eşsiz bir öze sahip olduğu iddialarını geride bıraktığımıza göre, gerçekliğe geri dönüp bizi bir adım öteye taşıyan fiziksel ve zihinsel özelliklerimizi inceleyebiliriz.

Pek çok araştırma insanlığın ilerlemesinde alet yapabilme becerisi ve zekanın özellikle önemli olduğunu gösteriyor Diğer hayvanların da bazı aletler yapabilmesine karşılık insanların bu alanda açık ara daha başarılı olduğuna şüphe yok. Fakat mesele zekaya gelince sınırlan çizmek zorlaşır; zekayı tanımlamak ve ölçmek için çalışan koca bir sektöre rağmen bu konuda henüz bir fikir birliği sağlanmış değil. Neyse ki zekanın mayın tarlasında dolaşmak zorunda değiliz; ne zeka ne de alet yapabilme becerisi dünyayı fetheden Sapiens’in başarısını tek başına açıklayamaz. Sık başvurulan zeka tanımlarına bakılırsa insanlar bir milyon yıl kadar önce de yeryüzündeki en zeki canlılardı, alet yapabilme becerisinde ellerine su dökebilen yoktu; ne var ki çevredeki ekosisteme etki edemeyen önemsiz canlılardı. Zeka ve alet yapmak dışında olmazsa olmaz bir özellikleri yoktu. Öyleyse insanevladı tarif edilemeyen üçüncü bir özellik sayesinde değil, zekasını geliştirerek ve daha iyi aletler geliştirme yeteneğinin evrimleşmesiyle mi gezegeni ele geçirmeyi başardı? Bunun da pek doğru olduğunu sanmıyorum çünkü tarihsel kanıtlara göre bireylerin zeka ve alet yapabilme becerisiyle türümüzün kudreti arasında doğrudan bir bağ kurulamadı. 20 bin yıl önce ortalama bir Sapiens muhtemelen bugün ortalama bir türdeşinden hem çok daha zeki hem de daha becerikliydi. Modern okullar ve işverenler zaman zaman yeteneklerimizi ölçtüğünde ne kadar başarısız olursak olalım, refah devleti en temel ihtiyaçlarımızı bir biçimde karşılıyor. Oysa Taş Devri’nde doğal seçilim sizi her daim aralıksız testlere tabi tutuyordu, sonu gelmeyen testlerin birinde bile tökezleseniz ânında öbür dünyayı boylardınız. Taş Devri’ndeki atalarımızın üstün alet yapabilme becerilerine, keskin zekalarına ve hassas duyularına rağmen, 20 bin yıl önce insan türü bugün olduğundan çok daha güçsüzdü.

Geçtiğimiz 20 bin yılda insan türü, taş uçlu mızraklarla mamut avlamaktan uzay mekikleriyle Güneş Sistemi’ni keşfetmeye doğru attığı her adımı, maharetli elleri ve büyük beyinlerinin evrimi sayesinde başarmadı (hatta beyinlerimiz eskiye oranla daha küçük). Dünyayı ele geçirmemizi sağlayan en can alıcı özellik, birçok insanı bir araya getirip birbirleriyle iletişim kurmalarını sağlayabilmekti. İnsan bir şempanzeden ya da kurttan bireysel olarak çok daha zeki olduğu ya da daha becerikli parmakları var diye değil, Homo sapiens kalabalık gruplarla bile esnek işbirliği yapabilen tek tür olduğu için dünyaya hükmediyor. Zeka ve alet yapma becerisi de çok önemli elbette. Ancak insanlar kalabalık gruplar hâlinde esnek işbirlikleri geliştiremeselerdi, yaratıcı beynimiz ve marifetli ellerimiz uranyum atomları yerine hâlâ çakmaktaşı parçalıyor olurdu.

İşbirliği en önemli özellikse, milyonlarca yıldır kitleler hâlinde işbirliği yapabilmelerine rağmen neden karıncalarla arılar nükleer bombalarla bizi yok edemediler? Çünkü onların işbirliği esneklikten yoksun. Arılar inanılmaz karmaşık yöntemlerle işbirliği içine girer ve sosyal yapılarını bir gecede değiştiremez. Kovanı tehdit eden yeni bir tehlike ya da bir fırsat belirdiğinde, arılar kraliçeyi giyotine yollayıp cumhuriyet kuramaz.

Fil ve şempanze gibi sosyal memeliler, arılardan çok daha esnek işbirliği yapabilir ancak akrabalarının ve dostlarının az sayıda olacağı unutulmamalıdır. Kurdukları iletişim kişisel tanışıklık seviyesindedir. Eğer ikimiz de birer şempanzeysek ve işbirliği yapmamız gerekiyorsa sizi tanımak isterim: Ne tür bir şempanzesiniz? İyi huylu musunuz yoksa kötü niyetli misiniz? Sizi tanımadan sizinle işbirliği yapamam. Bildiğimiz kadarıyla sadece Sapiens sayısız yabancıyla esnek ilişkiler kurabiliyor. Ebedi bir ruha ya da özel bir tür bilince sahip olduğumuz iddiasının aksine, elle tutulur bu yeteneğimiz Dünya’daki hükümranlığımızı açıklamaya yetiyor.

Yuval Noah Harari Homo Deus/ Yarının Kısa Bir Tarihi Türkçesi: Poyzan Nur Taneli

TÜRKLER HANGİ DİNDEN VAZGEÇİP, NE ZAMAN MÜSLÜMAN OLDU? KILIÇ ZORUYLA MÜSLÜMAN OLDUKLARINI NEDEN GİZLİYORLAR?

Günümüzde İslam dininin ilk olarak Türklere ne şekilde ve hangi şartlarda geldiği pek bilinmez, bilinmesi de  istenmez. Ancak, bu topraklarda yaşayan bir çoğumuzun bilmediği, ya da bilmek istemediği bu tarih, aslında ders diye anlatılan o taraflı tarihi hikayelerden daha önemli olduğu kesin. Türklerin ders kitaplarında  Müslümanlaştırılmaları ile ilgili 670’li tarihlere dayanan bilgiler maalesef okullarda  anlatılmadığı gibi, resmi tarih; Türklerin Müslümanlığa geçişinin kendi istekleri ile olduğunu belirtiliyor. İslam’ın Türklere zorla kabul ettirilmeleri ile ilgili 670’lerden başlayarak 740’lara kadar uzanan tarihin gerçekte anlatılmamasının nedenlerini, bu süreci gözden geçirince anlamak mümkündür. İşte bu kayıp 70 yılın tarihine  İslami kaynaklardan, Taberi ve Zekeriya Kitapçı gibi İslami tarihçi ve yazarların kaynaklarına dayarak Ömer Malik’in kaleme aldığı makaleyi  aşağıdan okuyabilirsiniz.

Müslüman Arapların Türklere İlk Saldırıları

Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında bulunan bölge tarihi ipek yolu üzerindedir.. Türk beylikleri, bu bölgedeki, Buhara, Semerkant, Talkan, Baykent gibi şehirlerde yerleşmiş yaşıyorlar, deri imal ediyor ve pamukdan kağıt üreterek bunları satıyor ve iyi de para kazanıyorlardı.. Bu üretimlerinin yanı sıra Altın madenleri çalıştırıyorlardı..Özellikle adı zengin şehir manasına gelen, Semerkant’ın zenginliğinin o devirde dillere destan olduğu söylenir.. Bu zenginlik ötedenberi Talancı Arapların iştahını kabartıyorduysa da, Türklerden çekiniyorlar ve araya sınır olarak koydukları Ceyhun nehrini geçmeye pek cesaret edemiyorlardı.. Çünkü daha önce Halife Osman zamanında, Muhammed bin Cerir komutasındaki Araplar İslamı yayma bahanesiyle oraları talan etmek için 2700 kişilik bir ordu ile Fergane’ye kadar girdiysede Türkler tarafından yok edilmişlerdi.. Ancak daha sonraları Muaviye tarafından, Ceyhun nehrinin altında kalan Horasan’ın tamamiyla işgal edilmesi ile o bölgede ilk Araplaştırma ve İslamlaştırma girişimleri başlamış oldu..

Buhara’nın Talan Edilmesi

Horasan’ın kendileri tarafından tamamen işgal edilmesinden cesaret alan Araplar, Muaviye’nin ilk Horasan valisi olan, Ubeydullah bin Ziyad 673 yılında bu sefer ilkinden çok daha kalabalık 24000 kişilik bir ordu ile Ceyhun nehrini geçerek Kibac Hatun yönetimindeki Buhara’yı kuşatır. Kibac Hatun diğer Türk beyliklerinden yardım istersede bu yardım kendisine gelmez ve Araplar verdikleri kayıplardan dolayı Buhara’yı işgal edemezlersede tam anlamıyla talan ederler.. Daha sonra, Muaviye’nin ikinci Horasan Valisi, Halife Osman’ın oğlu Said’de Buhara’ya saldırmaya hazırlanır.. Kendisine diğer Türk Beyliklerinden yardım gelmeyeceğini anlayan Kibac Hatun, Said’le anlaşma yapmak zorunda kalır.. Bu anlaşmaya göre, Kibac Hatun, Said’e diğer Türk Beyliklerine yapacağı saldırılarda önüne çıkmayacağına dair güvence ve bu güvencenin teminatı olarak da Buhara’daki Türk asilzadelerinden rehinler verir.. ( Bu sayı kimi tarihcilere göre 50 kimine göre de 80’ dir… ) Bu anlaşmanın verdiği rahatlıkla Said, zenginliğini öteden beri duyduğu Semerkant’a saldırır.. Semerkant’ı baştan aşağı talan eder ve topladığı binlerce Türk gencini, köle pazarlarında satmak için Horasan’a getirir.. Said daha sonra Kibac Hatun’dan aldığı 80 kadar rehine tarafından bir punduna getirilmiş ve hançerlenerek öldürülmüştü….( Said’i öldürdükten sonra dağa kaçmayı başaran rehinlerin orada açlıktan öldüğü söylenir ) Said’den sonra, Horasan Valisi Salim bin Ziyad olur. Horasan’da Muaviye’nin oğlu Yezid’e bağlıdır.. Ziyad’da ayni şekilde 680 yılında Türkleri İslamlaştırmak ve şehirlerini talan etmek için saldırır fakat püskürtülerek geri çekilirler.. Bu sefer, kendi orduları Türkler tarafından talan edilerek silahları alınır.. Daha sonra Araplar daha güçlü bir orduyla tekrar saldırır ve Türkleri gene talan ederler.. Bu talandan her Arap 2400 dirhem alır.. ( Bir kölenin satış fiyatı 300 ile 500 dirhem arasında olduğu düşünülürse, bu durumda aldıkları ganimet adam başına 7 veya 8 köleye eş değerdedir..)

Haccac ve Rutbil

İslam’da ilk asimilasyon 685 yılında Abdülmelik ile başlar.. Abdülmelik, etrafını İslamlaştırmaya adı İslam tarihine kandökücü zalim olan Haccac’ı kendisine yardımcı seçerek başlar.. Abdülmelik önce civar halkların dillerini Arapçalaştırdı.. Harac karşılığı önceden bazı hakları kabul edilmiş olan gayri müslimlerin bütün haklarını geri aldı.. Bu arada Haccac’ı Irak genel valiliğine atadı.. Haccac’ın Irak’a genel vali atanmasından sonra Türklerin kaderinde ilk köklü değişikler başlamış oldu.. Haccac ilk olarak Ubeydullah ibni Ebi Bekri’yi Sicistan’a, Muhalleb ibni Ebi Sufra’yi da Horasan’a vali yapar.. O tarihte, Sicistan’ın Türk Hükümdarı Rutbil’dir ve Araplara vergi vermektedir.. Haccac, bununla yetinmez ve Ubeydullah’ı Rutbil’in üzerine göndererek ondan tam olarak teslim olmasını ister.. Rutbil önce bu teklifi kabul etmek istemez.. Bunun üzerine Ubeydullah Rutbil’in üzerine yürür.. Rutbil 18 fersah geriye çekilerek Ubeydullah ve ordusunu kuşatma altına alır..Ubeydullah, Rutbil’den kurtulmak için 700000 dirhem teklif ederse de Rutbil kabul etmeyerek Arap ordusunu büyük bir bozguna uğratır.. Buna çok kızan Haccac 40000 kişilik büyük bir ordu toparlayarak, Abdurrahman ibn Esas komutasında Rutbil’in üzerine gönderir.. Rutbil’i yenemiyeceğini anlayan Esas, bu sefer onunla anlaşır.. Bu olay karşısında çılgına dönen Haccac, Esas’ı yakalatmak üzere bir birlik gönderirse de, Esas’ın ordusu bu birliği yenilgiye uğratır ve geri kalanları da Basra’ya kadar sürer. Ancak burada yenilen Esas’ın ordusu dağılır ve Esas Rutbil’e sığınır.. Bunun üzerine Haccac, Esas’ı kendisine vermesi için Rutbil’i tehdit eder.. Vermediği taktirde çok büyük bir ordu ile üzerine yürüyeceğini ve bütün Türk şehirlerini harap edeceğini, verirse de kendisinden 7 sene hiç vergi almayacağını söyler.. Türk şehirlerinin tekrar bir savaşa girmesini istemeyen Rutbil, 7 sene haraçtan muaf tutulacağını da düşünerek Haccac’ın bu teklifini kabul eder ve Esas ve yakınlarını Haccac’a teslim eder.. Ancak, Rutbil Haccac’a güvenmekle hata yaptığını daha sonra anlayacaktır.. Haccac Rutbil’den Esas’ı teslim aldıktan sonra derhal yeni bir ordu düzenleyerek 699 yılında Muhelleb bin Ebi Sufyan komutasında Türk şehirlerinin üzerine gönderir.. Hocente, Kes, Sogd ve Nesef’i ele geçirirsede Türkler direnirler.. Horasan valiliğine Muhelleb’in oğlu Yezid gelir.. Yezid ibni Muhelleb’de Türk şehirlerini talan eder.Yezid’in savaşçıları, Harzem’den ele geçirdiği Türkleri boyunlarına damga vurarak köle pazarlarında satarlar.. Bu tarihlerde, Araplar Türklerin yurtlarını devamlı olarak istila edip şehirlerini talan ettilersede kalıcı bir üstünlük sağlayamamışlar, elde ettikleri yerleri sonunda tekrar Türlere geri vermek zorunda kalmışlardı..

Kuteybe ibni Müslim

705 yılında Abdülmelik öldüğünde yerine oğlu Velid geçer.. Ve Türk tarihini önemli şekilde etkileyecek olay, Kuteybe ibni Müslim’in Horasan’a vali atanması olur.. Bu zamana kadar kalıcı bir başarı elde edemeyen Araplar onun zamanında Türk yurtlarında kalıcı başarılar elde etmişlerdir. Türklerin gerçek anlamda kılıç zoru ile Müslümanlaştırılmaya başlamaları Kuteybe zamanında olmuştur..Vali olduğu andan itibaren, Türk Beyliklerinin toptan işgal edilerek İslamlaştırılması için çok güçlü bir ordu kurmaya başlar.. Merv’de askerleri toplayarak, Allah kendi dininin aziz olmasi için size bu toprakları helal kıldı der.. Sanki, Bakara suresi 193’ü …. “Yalnız Allah dini kalana kadar onlarla savaşın…” yada “8.Enfal /.39’u “din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” . ayetlerini savaşçılarına hatırlatarak Arap ordusunu Türklerin üzerine sürer.. Kuteybe ilk olarak Baykent’i kuşatır.. Diğer Beyliklerden Türk Savaşçılar Baykent’in savunmasına yardıma gelirler.. İki ay süren bir savaş olur. Kuteybe tam bir zafer kazanamazsa da, Türkleri haraca bağlayan bir anlaşma yapmaya zorlar.. Şehir yıkımdan kurtulur ama, şehre giren Araplar anlaşmaya rağmen şehrin bir kısmını yağmalarlar ve şehirden ayrılırlarken arkalarında bir de askeri garnizon bırakırlar.. Başlarına gelecekleri anlayan Türkler ayaklanmaya başlarlar ve kendi aralarında silahlanarak karşı bir mücahit birliği kurarlar, Baykent’de karışıklıklar başlar.. Bunun üzerine Kuteybe Baykent’e tekrar gelerek nekadar silahlanan Türk varsa hepsini öldürtür.. Kadınları ve çocukları esir alır ve şehri tekrar baştan aşağı yağmalar.. Taberi’nin anlatımlarına göre, Kuteybe’nin aldığı ganimetlerin haddi hesabı yoktur.. Taberi, bütün Horasan’ı işgal ettiklerinde dahi bu kadar ganimet toplayamadıklarını söyler.. Şehrin yağmasından sonra, daha önce Horasan’da Merv’e getirilmiş olan Arap aileleri, Merv’den getirilerek Baykent’e yerleştirilir.. Muhafız birlikleri oluşturulur.. Valilik den vergi tahsildarlığına kadar bütün denetim organları Araplar’dan oluşturulur.. Türklerin Budist ve Zerdüşt inançlarını simgeleyen bütün heykeller toplatılır, taş olanlar kırılır, altın olanlar eritilerek ganimet olarak Araplar tarafından alınır.. Bunlar, Enfal suresinde yazdığı gibi, sanki Araplara Allah’ın verdiği ganimetlerdir.. Daha sonra esir edilen kadın ve çocuklar kocalarına ve babalarına geri satılır.. Müslümanlar, Baykentli Türklerin neleri var neleri yoksa almışlar, şehrin onarımı da gene Türklere kalmıştır..Bundan sonra sıra gelir Buhara’nın tamamen işgal edilip Müslümanlaştırılmasına..

Buhara’nın Tekrar Kuşatılması ve İlk Türk Katliamı

Kuteybe Merv’de büyük bir hazırlık yapar.. Bu arada Vardana ve Buhara beylikleri arasında çatışmalar vardır.. Müslümanlara karşı mücadele etmek için bu çatışmalar derhal durdurulur ve Vardan Hudat, Kuteybe’ye karşı Türklerin başına geçer.. Kuteybe önce, Numiskent ve Ramitan’a saldırır ve buraları kolayca istila eder.. Demirkapı önlerinde Vardan’la çarpışırlar.. Vardan savaşı kaybeder ve Buhara’ya doğru çekilir.. Ancak Kuteybe’de, savaştan yorgun düştüğü için Buhara’yı alamadan Merv’e geri döner.. Haccac bunu başarısızlık olarak kabul eder ve, Buhara’yı mutlaka almasi için Kuteybe’ye emir verir..Kuteybe büyük bir hazırlık yaparak bir sene sonra tekrar Buhara’yı kuşatır.. Türkler direnir ve Kuteybe başarılı olamaz, ordusu dağılmaya başlar.. Bunun üzerine Kuteybe her bir Türk başı için askerlerine 100 dirhem vaad eder.. Para hırsı ile gayrete gelen Araplar, şehri istila ederler..Bütün direnen Türkler kılıçtan geçirilerek tam bir katliam yapılır, Araplar Türk kadınlarına tecavüz ederler, beğendikleri kadınları ya cariye olarak kullanmak yada köle pazarında satmak üzere alıkoyarlar.. Erkeklerden de binlerce kişiyi köle olarak satmak üzere beraberlerinde götürürler.. Araplardan oluşan yeni bir idari kurumlaşma yapılır.. Diğer beyliklerden tepkiler gelmeye başlayınca da, Buhara Melikesi Hatun’un oğlu Tuğ Sad kukla hükümdar yapılır.. Tuğ Sad tarihe hain bir işbirlikçi olarak geçer.. Daha sonrada Müslüman olarak oğluna da, efendisi Kuteybe’nin ismini vererek bağlılığını kanıtlar.. Etkili bir kolonizasyon yapmak isteyen Kuteybe bunun için öncelikle yerli halkı İslamlaştırmaya başlar.. Buhara halkı önceleri Müslüman olmuş gibi görünselerde bu dini kabul etmek istemezler..Kuteybe Türklerin aslında Müslüman olmadıklarını, evlerinde İslami kuralları tatbik etmediklerini anlar ve yeni bir yöntem geliştirir..Bu yönteme göre Türkler evlerini Araplarla paylaşmak zorunda bırakılırlar ve bu şekilde bire bir kontrol altına alınırlar.. İslami kurallara uymayanlar ise ağır cezalara uğratılırlar.. ( Bugün, bazı İslami yazarlar bu getirilen tedbirlerin İslam’ın Türkler tarafından kabul edilmesinde çok yarar sağladığını açıkca ifade ederler..Bu yaklaşım da üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.. ) Kuteybe’nin bu zorlamaları karşısında, halkdan bazı direnişçiler çıkar.. Gizlice silahlanırlar..Bu durum karşısında Araplar camiye dahi silahsız gidemez olurlar..Kuteybe baskıları arttırır, kendi aralarında örgütleşen Türkleri yakalattırıp öldürtür.. Bu arada yeni vergi yasaları getirir.. Yerli halk, halifeye senede 200000 dirhem, Horasan valisi Haccac’a da 10000 dirhem vergi ödemeye mecbur bırakılır.. Bunun dışında Arap askerlerinin atlarına yem temin etmeye, oraya getirilip yerleştirilen Arap ailelerine odun temin etmeye ve onlara tahsis edilen arazilerde çalışmaya mecbur bırakılırlar.. Kadınlar, kızlar Araplara cariye yapılırlar.. Buhara Türkleri bu yıllarda dünyadaki çok az milletin yaşadığı vahşeti ve ızdırabı yaşar.. Kuteybe’nin getirip Türk evlerine yerleştirdiği Arap’lar, Türklerin o zamana kadar yaptıkları bütün birikimlerinin üzerine konarlar, Türklerin tarlalarını alır ve Türkleri o tarlalarda çalıştırırlar.. İste Tek din İslam oluncaya kadar savaşın diyen ayet, Arapları Türklerin sırtından geçimlerini sağlayacak ortamı yaratmıştır..Allah dini dedikleri İslam, Ahzab Suresi / 50 de olduğu gibi, savaşta gasp edilen Türk kızlarınıda ganimet olarak görür, ve Araplara cariye olmalarını helal kılar..Cuma namazı zorunlu hale getirilir.. Genede Türkerden rağbet görmez. Bunun üzerine Kuteybe, namaza gelenlere 2 dirhem vaad ederek önce fakirler üzerinde İslamın etkili olmasını temine çalışır.. Bu uygulama nispeten başarılı olur.. Fakir halktan para için camiye gidenler olur..

1. Büyük Katliam ( Talkan Katliamı )

Buhara’da olanlar diğer Türk Beyliklerinde de etkilerini gösterir.. Aynı şeylerin kendi başlarına geleceğinden korkmaktadırlar.. Sogd meliki Neyzek Tarhan şehrinin yıkıma uğramaması için Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır.. Bu anlaşmaya göre Tarhan haraç verecek ve tarafsız kalacaktır.. Ancak bu tarafsız kalmalar ve Türklerin birleşememeleri Arapların işlerini kolaylaştırmış ve Türk beyliklerini istedikleri gibi istila edip talan etmişlerdir.. İlk olarak saldırıya uğrayan Kibac Hatun’a diğer beyliklerden yardım gelmeyince, o yardımı esirgeyenler aynı akibete uğramışlardır.. Bu olaylarda Türklerin belli bir şekilde organize olamamaları da onların Araplar tarafından istila edilmelerini kolaylaştırmıştır.. Neyzek Tarhan daha sonra Kuteybe ile yaptiğı anlaşmada hatalı olduğunu ve bu anlaşmanın kendisine hiçbir güvence getirmeyeceği gibi diğer Türk Beylerine de ihanet etmiş olacağını anlar.. Tohoristan’a dönerek bütün Türk Beyliklerine birer mektup yazar ve onları ortak bir direnişe girmeleri için uyarmaya çalışır.. İlk olumlu yanıt Talkan meliki Sehrek’den gelir..Tarhan’ın planlarını öğrenen Kuteybe, buna karşılık Belh şehrinde hazırlık yaparak, baharda büyük bir ordu ile Talkan şehrine doğru yürür.. O ana kadar bir direniş hazırlığı yapamayan Talkan şehri meliki Sehrek, Kuteybe’nin gelişinden önce şehri terkeder.. Şehre hiç savaşmadan giren Kuteybe’nin adamları şehirde eli kılıç tutabilen nekadar erkek varsa hepsini kılıçtan geçirirler.. Bu katliam o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür.. Kuteybe bu katliamı diğer beyliklere ibret olması için yapar.. Kuteybe’nin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da, Talkan yolu üzerindeki ağaçlara asarlar.. Bu yolun 4 fersah ( 24 Km.) mesafelik bölümü Türklerin ağaçlara asılan cesetleri ile doludur.. Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir.. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan geçirmiş, ağaçlara asmıştır.. bütün bunlar hep İslam adına yapılmıştır.. Kuteybe, Talkan katliamından sonra Suman’a girer.. erkeklerin pek çoğunu öldürterek, kadınlarını ve kızlarını cariye olarak alıkoyar.. Daha sonra Kes ve Nesef’de aynı şeyleri yapar.. Erkekler öldürülür, Türk kadın ve kızları utanç verici bir şekilde Araplara cariye olurlar.. Daha sonra Faryab’a yönelir ve Faryab’ın teslim olmasını ister.. Faryab halkı başlarına gelecekleri bildiklerinden teslim olmaya yanaşmazlar.. Erkekleri dövüşerek ölürler.. Bütün şehir yakılır.. Araplar bu şehre yakılmış şehir anlamında Muhtereka derler.. Kuteybe, Faryab’dan sonra, Tarhan’ın çekildiği kale Bazgis’i kuşatır.. 2 ay süreyle devamlı olarak buraya saldırır fakat bir sonuç elde edemez.. Bu arada kış yaklaşır..Kuteybe’nin kışın savaşacak gücü yoktur ancak, kale içindeki Türklerin de yiyecekleri bitmiştir.. Her iki tarafta savaşın kendileri için kaybedildiğini düşünür.. Kuteybe son olarak bir hileye baş vurur.. Tarhan’ın yanına Muhammed bin Selim adındaki adamını gönderir.. Muhammed ibni Selim Tarhan’ın teslim olması durumunda kendisine hiç bir şekilde zarar gelmeyeceği güvencesini verir.. Kalenin açlık içinde olmasından dolayı Tarhan’ın Kuteybe’nin teklifini kabul etmesinden başka yapılacak bir şeyi yoktur.. Komutanları ile görüşüp teklifi kabul ederler.. Silahlarını teslim ederek kaleden çıkarlar.. Tarhan kaleden çıkar çıkmaz yakalanır, etrafı hendek açılmış bir çadırda zincire vurulur..Kuteybe bu arada Tarhan’ı hemen öldürmez.. Haccac’a haber göndererek ne yapacağını sorar.. Haccac Tarhan için, “ O bir Müslüman düşmanıdır hiç aman vermeden öldür” der.. Kuteybe önce Tarhan’ın iki oğlunu, Tarhan’ın ve toplanan halkın gözü önünde öldürtür.. Arkasından 700 kadar Türk savaşçısının başlarını gene Tarhan’ın ve halkın gözü önünde kestirir.. Tarhan’ı da bizzat kendisi öldürür.. Bütün kesilen başlar Haccac’a gönderilir.. Kuteybe sanki Kuran’daki ayetleri yerine getirmiştir..

9 Tevbe. 123. Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.

Tarhan’ın öldürülmesinden sonra, Kuteybe, Aral Gölü’nün altında bulunan Harzem bölgesine yürür.. Harzem’de Caygan ile Havarizat arasında taht kavgası vardır.. Kuteybe Caygan’la işbirliği yapar.. Önce Havarizat ile etrafındakileri öldürtür.. Arkasından Camhud melikini yenerek 4000 civarında esir alırlar.. Ancak, daha sonra bunlar Kuteybe’nin emri üzerine öldürülürler..

Bu olay, Ziya Kitapçı’nın, İslam Tarihi ve Türkler adlı kitabında aynen şöyle anlatılır ; Bu harblerden birinde, et-Taberi’nin bütün tafsilatı ile anlattığına göre, bir defasında Abdurrahman b. Müslim, Kuteybe’ye, 4000 esirle gelmişti. Kuteybe, Abdurrahman’ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağruru bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bin tanesini sağına, bin tanesini soluna, bin tanesini arkasına ve bin tanesinide önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir. Cebbar, zorba, insafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bu harblerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu. Nitekim bu vahşetten adeta gururlanan bir Arap şairi Kaah el-Aşkari şöyle haykırmıştır,

Kazah ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız.

Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler. ( Sayfa 314 )

Harzem’de ayaklanan halk, Kuteybe ile işbirliği yaptığı için Caygan’ı öldürür..Bunun üzerine, Kuteybe bütün Harzem’i yakıp yıkar, halkı kılıçtan geçirir.. Harzemli ünlü Türk bilgini, Biruni Harzem’deki uygarlığın yok edilişini şu şekilde anlatır.. “Kuteybe, her çareye baş vurarak Harzemlilerin yazılı dilini bilenleri, geleneklerini koruyanlarını, bütün bilginleri öldürttü, böylece herşey karanlıklara gömüldü.. İslam Harzemlilerin içinde girerken, onların tarihi hakkında bilinenleri artık öğrenme olanağı bırakmadı..Harzem’i yıktıktan sonra Kuteybe, Semerkant üzerine yürür..Semerkant meliki Gurek üzerine gelen Müslümanlara karşı diğer Türk Beyliklerinden yardım ister.. Taşkent ve Fergane’den yardım gönderir, fakat gelen birlikler yolda Kuteybe’nin askerleri tarafından pusuya düşürülerek yok edilirler..Semerkant, kuşatılır.. Araplar mancınık ateşi ile saldırırlar.. Daha fazla dayanamıyacağını anlayan Gurek, Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır..Bu anlasmaya göre,

1.Semerkant Araplara hersene 2.200.000 altın ödeyecektir.. 2.Bir defaya mahsus olmak üzere 30.000 Türk gencini esir olarak verecektir.. 3.Şehirde Cami yapılacaktır.. 4.Şehirde eli silah tutan kimse dolaşmayacaktır.. 5.Tapınak ve putlardaki tüm mücevherler Kuteybe’ye teslim edilecektir..

Daha sonra Kuteybe, altından yapılan putları erittirerek alır ve Merv’e geri döner.. Dönerken kardeşi Abdurrahman bin Muslim’i Semerkant’ın başına vali olarak bırakır.. Kuteybe’nin Merv’e dönüşünden sonra, Türkler kendi aralarında işgalci Müslümanlara karşı bir direniş birliği kurarlar.. Zaman zaman Ceyhun ırmağını geçerek Araplara pusu kurar ve ciddi zararlar verirler.. Haccac Kuteybe’ye Taşkent ve Fergana’yi işgal etmesi talimatını verir.. Kuteybe Taşkent’e gider fakat başarılı olamaz.. Bu arada Haccac ölür. Halife Velid, Kuteybe’ye Türklere karşı savaşları devam ettirmesini söyler.. Kuteybe bu sefer Kasgar’a doğru yola çıkar.. Tam Kasgar’ı kuşatacakken Halife Velid ölür, yerine Süleyman ibni Abdülmelik halife olur.. Bu yeni Halife ile arası hiç iyi olmayan Kuteybe Kasgar seferini yarıda bırakarak ona karşı ayaklanır, ancak kendi komutanları tarafından 11 yakını ile birlikte 716 senesinde kafası kesilerek öldürülür.. Çünkü Kuteybe’nin komutanları Halifeye karşı gelmek istememişlerdir..

2. Büyük Katliam.. ( Curcan Katliamı )

Kuteybe ve Haccac’ın ölümü, Arapların Türkleri Müslümanlaştırmak ve Türk şehirlerini talan etmek politikalarında bir değişiklik yapmamıştır.. Öncelikle, Araplardaki Türklere karşı olan korku ortadan kalktığı için, Araplar, Kuteybe’den sonra da aynı şekilde Türk yurtlarına saldırılarını sürdürmeye devam etmişlerdir.. Kuteybe’nin öldüğü aynı yıl olan 716 da, Yezid ibni Muhelleb Horasan’a vali atanır.. İlk iş olarak Dağıstan’ı işgal eder.. Dağıstan meliki Saltekin, Yezit’e karşı uzun süre dayanır.. Sonunda Dağıstan düşer.. Şehir yağmalanır ve 14000 kişi öldürülür..Dağıstan’dan sonra Curcan’a yönelir.. Curcan 300.000 dirhem karşısında savaşmadan teslim olur.. Yezid, Curcan’a bir bölük asker yerleştirerek, Taberistan’ a doğru yola koyulur.. Taberistan Meliki, İsfehbed, Deylem melikinden 10000 kişilik bir yardım alarak savaşa başlar.. İsfehbed savaşırken, Curcan halkı da ayaklanarak Esed ibni Abdullah komutasındaki askerleri imha ederler.. Yezid öfkeye kapılır, Curcan’lı Türkleri yendiğinde kanlarından değirmen döndürüp ekmek yiyeceğine dair Allah’a yemin eder.. Askerlerini toplayarak Curcan üzerine yürür.. Curcan beyi, şehirden çıkarak Curcan kalesine çekilir. 7 ay süren savaştan sonra, kale düşer.. Curcan beyi öldürülür.. Kaledeki askerler esir alınır.. Araplar, daha sonra Curcan şehrine girerler.. Burada da aynı şekilde Kuteybe’nin yaptiğı katliama benzer bir katliam yapılır.. Türkleri öldürerek, 4 fersah boyunca sağlı sollu ağaçlara astırır.. Allah’a verdiği sözü yerine getirmek için, esir aldığı binlerce Türk’ü, Enderiz vadisindeki nehrin kenarına sürükler, orada askerlerine korumasız Türkleri öldürtür.. Öldürülen Türklerin kanlarını nehire akıtır.. Nehrin suyuyla akan kanlardan, ilerideki değirmenden un ve ekmek yaptırarak yer ve Allah’a verdiği sözü yerine getirir.. Katliamdan geriye kalan kız ve kadınlardan beş de biri cariye olarak halifeye ayrıldıktan sonra, geriye kalanlar askerler arasında ganimet olarak paylaştırılır.. Kaynaklar Curcan katliamında Talkan katliamında olduğu gibi yaklaşık 40.000 Türk’ün öldürüldüğünü söylerler.. 717 yılından sonraki zaman, Arapların kendi aralarındaki çatışmalarla geçer.. Buraya kadar dikkat ederseniz, ilk Arap saldırıları başladığında Kibac hatun diğer Türk Beyliklerinden yardım istediği halde istediği yardım kendisine verilmemişti.. Sonra o yardımı göndermeyenler, yardıma muhtaç duruma düştüler.. Bu olaylardan Türklerin daha o zaman da aralarında tam bir birlik ve beraberlik sağlayamamış olduklarını görüyoruz.. 717 yılında Ömer ibni Abdulziz halife olur..İki yıl sonra hastalanır yerine, 719 da, Yezid ibni Abdülmelik geçer.. Yezid ibni Abdülmelik ile Yezid ibn Mehleb’in arası iyi değildir.. Yezid ibn Mehleb hapse attırılır ancak, Yezid ibni Mehleb hapisten kaçarak, Basra’da örgütlenir ve Yezid ibni Abdülmelik’e karşı ayaklanır.. 721’de Abbas ve Mesleme adında iki komutan önderliğinde kurulan hilafet ordusu Yezid ibni Mehleb ile savaşır.. Bu savaşta Abbas ve Yezit ibni Mehleb olur.. Yezit’in kafası kesilerek halife Yezit ibn Abdülmelik’e yollanır.. Mesleme, Mehleb’in yakını olan yaklaşık 300 kişinin daha kafasını kestirerek öldürtür. Yezid ibni Mehleb’in oğlu olan, Muaviye ibni Yezid’de elinde bulundurduğu 32 kadar Mesmele taraftarının kafasını kestirtir.. Aralarındaki savaş, Mehleb taraftarlarının tamamen yok edilmesi ile biter… Mesmele, Mehleb’den ele geçirdiği aralarında Türklerin de bulunduğu cariyeleri Cerrah ibni Hakem’e satar..Bu arada, Yezid ibni Mehleb’in yerine getirilen yeni Horasan Valisi, Cerrah ibni Abdullah, Türkmenistan’ın iç kısımlarına bazı saldırılar yaparsada başarılı olamaz.. Kuteybe’nin ölümüyle birlikte Türk topraklarına yapılan akınlar eskisi kadar başarılı olamamışlardır.. Bu dönemde İslam yayılmacılığı bir duraksama içine girer.. Halife II. Ömer ibn Abdülaziz, işgal altında bulunan yörelerdeki Arap egemenliğinin her geçen gün biraz daha zorlaşır bir hale gelmesinden dolayı bu bölgelerde yaşanan gerginliğin azaltılarak İslam’ın kuvvetlendirilmesine çalışır.. Kendisine bağlı yöneticilere, “ Bundan böyle Türk Beyliklerine saldırmayın, hakimiyetiniz altında bulunan bölgelerde gücünüzü arttırarak İslamı yaymaya çalışın” demiştir.. Ayrıca, II. Ömer, Müslüman olan halklardan cizye alınmamasını istersede, Arapların gelirlerinde önemli ölçüde düşme olmasından dolayı bu karardan daha sonra, Türklerin Müslümanlıkarında samimi olmadıkları bahane edilerek vazgeçilmiştir.. Bu arada Horasan’da Cerrah ibni Abdullah, yerine Abdurrahman ibni Nuaym atanmıştır..

Hakan Sulu’nun Göktürk Boylarının Başına Geçmesi

Türkler, Arapların istilasına karşı direnişlerini Çin’den yardım isteyerek sürdürürler.. Daha önce Araplarla işbirliği içinde olan Tugsad da, 718 yılında Çin imparatorundan yardım ister.. Çin, Türklere yardım göndermez.. Turgis Kaani Sulu, Bati Göktürk Boylarının başına geçerek, 720 yılında Sogd’daki Türklerin Araplara karşı isyanını desteklemek için bir birlik gönderir.. Sulu’nun, Kur-Sul adındaki komutanı, Seyhun nehrini geçerek, Sogd’a gelir ve oradaki diğer Türklerle birleşerek, Semerkant’a doğru yürür.. Arap Valisi, Said ibni Haris, Türkleri durduramaz ve Semerkant’a çekilir.. Ancak Türkler Semerkant’ı kuşatamazlar.. Bu arada Said ibni Haris yerine 721 yılında Horasan’a Said ibni Harasi atanır.. 722’de Hisam Halife olur, Said ibni Harasi’yi görevden alarak yerine Müslim ibni Said’i atar.. Müslim ilk olarak Afşin’i haraca bağlar.. Seyhun’u geçerek bütün ekinleri ve ağaçları yakarak ilerler.. Bunun üzerine Turgis Hakanı Sulu, Müslim’in üzerine yürür.. Sulu’nun üzerine geldiğini ögrenen Müslim geri çekilmeye başlar.. Seyhun nehri yakınlarında, bir başka Türk birliği tarafından durdurulur.. Bir yandan yukardan Sulu’nun birlikleri ilerlediği için acele eden Müslim, zayiat vermesine rağmen, Seyhun nehrini geçerek Semerkant’a çekilir.. Bu yenilgi üzerine, Müslim görevden alınır, yerine Esed ibni Abdullah atanır..Esed ilk olarak Hoten şehrini ele geçirerek yağmalar.. Ancak, Turgis Hakanının Müslim’i kovalamasından cesaret alan halk Araplara karşı ayaklanır.. 726 yılında Turgis Hakanı Sulu kararlı bir şekilde Esed’in üzerine yürür.. Huttal’da çarpışırlar.. Esed, Sulu karşısında ağır bir mağlubiyet alır.. Bunun üzerine 727’de Esed’de görevden alınarak yerine Esres ibni Abdullah atanır.. Esres halk üzerinde baskı uygulayarak denetim kurabileceğini düşünürsede başarılı olamaz.. Bir kısım halk Müslüman olduklarını söyleyerek vergi vermek istemezler ve Turgis’lerden yardım isterler. Turgis Hakanı Sulu 728 yılında Buhara’yı zapteder.. Bu arada Esres’in yerine Cüneyt ibn Abdurrahman geçer..Araplar Semerkant’a çekilir..Hakan Sulu ve Kur-Sul idaresindeki Turgis kuvvetleri 729 yılında 58 gün süreyle Arapları Kemerce kalesinde kuşatma altında tutarlar.. Açlıktan ölme noktasına gelen Araplar Kemerce’den çıkarak teslim olurlar, yapılan anlaşma gereğince teslim olanlar Debusia’ya gönderilirler.. Daha sonra Hakan Sulu, Semerkant’ı kuşatır.. Semerkant’ın işgal komutanı Savra ibni Hurr, Cüneyd ibni Abdurrahman’dan yardım ister.. Cüneyd yardıma gelmeden Savra ve Hakan Sulu Semerkant yakınlarında savaşırlar.. Araplar savaşı kaybeder, Semerkant’ın Arap Karargah komutanı Savra bu savaşta ölür.. Halife Hisam, Kufe ve Basra’dan 20000 kişilik ek bir kuvveti Cüneyd ibni Abdurrahman’a gönderir.. Hakan Sulu 732’de Buhara’yı terk ederek çekilir.. 734’de Cüneyd ibni Abdurrahman ölür, yerine Asım ibni Abdullah geçer, bir yıl sonra onun da yerine Halid ibni Abdullah geçer..

Hakan Sulu’nun Ölümü ve Cuzcan Beyinin ihaneti

Hakan Sulu, 737 yılında Halid’in üzerine yürür.. Araplar zayiat vererek Ceyhun’un güneyine çekilir.. Türkler Ceyhun nehrini geçerek Arapları Belh’e kadar çekilmeye zorlar, ancak Cuzcan önderi, Arap’larla birleşerek Hakan Sulu’nun ülkesine çekilmesine sebep olur.. Göründüğü kadarı ile eğer Cuzcan önderi Araplarla işbirliği yapmamış olsaydı Hakan Sulu’nun ordusu muhtemelen Arapları Türk topraklarından temizleyecekti.. Hakan Sulu ülkesine döndükten sonra bir zamanlar Araplara karşı beraber savaştiğı Kur-Sul tarafından şahsi nedenlerden dolayı öldürülür.. Bu gelişmenin birazda Çin tarafından tezgahlandığı, ve tarihte Çin’in Türk Beyliklerini birbirine düşürme siyaseti olarak görülür.. Hakan Sulu’nun ölmesi Araplar arasında sevinçle karşılanır.. Öyleki Horasan Valisi Araplara Hakan’ın öldürülmesinden dolayı şükür orucu tutulmasını ister.. Haberi Halife Hisam’a ulaştırırsa da, Halife bu haberin doğruluğunu anlamak için güvendiği adamlarını yollayarak haberin doğruluğunu öğrenmelerini ister.. Hakan Sulu’nun öldürülmesinden sonra Türkler bir daha toparlanamazlar.. Arapların Türk yurtlarından temizlenmeleri ile ilgili umutları bir anda söner.. Öncelikle Dikhanlar denen yerel egemenlikler Araplara büyük tavizler verirler.. Müslümanlığı kabul eden kişilere büyük ekonomik çıkarlar sağlanır.. Cizye olarak alınan vergilerin miktarları düşürülerek önceki zorlamalara göre çok daha yumuşak bir sömürü politikası uygulanır.. Buraya kadar ki tarihte Türklerin zorla Müslümanlaştırılmalarına hizmet etmiş olan en önemli 2 isim, Arap Komutanı Kuteybe ve Hakan Sulu’nun tam önemli bir darbe indirmek üzereyken kendini Araplara satarak onlarla işbirliği içine giren hain Cuzcan Beyi’dir.. Kur-Sul’da, Turgis Hakanı Sulu’yu şahsi çıkarları uğruna öldürerek ister istemez Arapların korkulu rüyasını ortadan kaldırmış, Müslümanlığın Türk topraklarında daha rahat bir şekilde yayılmasına neden olmuştur..

Kur-Sul’un Ölümü ve Türk Ordularının Dağılması

Emevilerin son valisi, Nasır ibni Seyyar’ın valiliğe gelmesi ile birlikte Güney Türkistan’da Arap güçlerinde bir toparlanma başlar. Nasır, Arap hakimiyetinin yumuşak bir politika ile daha kolay bir şekilde yayılabileceği bilinci ile güçlü bir ordu kurarak Türk topraklarına yayılır. 739 yılında Araplar Semerkant’a tamamen yerleşirler.. Ancak, Seyhun nehrini geçmeye çalışırlarsada, Kur-Sul komutasındaki Türk ordusu tarafından durdurulurlar.. Sayı olarak Kur-Sul’un ordusundan daha kalabalık olmalarına rağmen, nehrin öte tarafına geçmeye cesaret edemezler.. Ancak bu arada Araplar için hiç beklemedikleri bir gelişme olur.. Araplara karşı saldırı düzenlemeyi planlayan ve bu nedenle nehrin etrafında keşif yapan Kur-Sul, Arap askerlerine yakalanır.. Nasır, Kur-Sul’u hemen öldürerek cesedini Türklerin görebileceği şekilde Seyhun nehrinin kenarına astırır.. Bu manzara çok geçmeden Türkler üzerinde beklenen etkiyi yapar ve Türk ordusu zaten sayıca üstün olan Araplar karşısında dağılır.. Taşkent ve Fergana da teslim olur.. Nasır,bundan sonra Arap hakimiyetini daha yumuşak politikalar uygulayarak sürdürür.. Yurtlarını terk ederek giden Türklerin geri dönmeleri halinde vergi borçları affedilir.. Halk içinden Müslüman olanlara bazı ekonomik ve sosyal çıkarlar sağlanarak, onların kendiliğinden Müslümanlığı seçmeleri teşvik edilir.. İslam’ın taraftar bulabilmesi için, gerek korkutarak, gerek teşvik ederek gereken her türlü tedbiri alınır.. Bu alınan tedbirler yavaşda olsa sonuç verir.. Türk topraklarındaki son Emevi Arap valisi Nasır ibni Seyyar Türklere İslam’ı kabul ettirtmeyi başarmıştır..

Bizi ilgilendiren tarih buraya kadardır.. Bundan bir süre sonra Arap topraklarında, Emevi Hanedanının egemenliği son bulur ve Abbasilerin devri kendini gösterir.. 749’da Abbasiler Emevi Hanedanını zorlamaya başlar.. Arap topraklarında başlayan iç savaş, Emevilerin dışarı yayılmaları için gerekli olan kuvvetin bölünmesine yol açar.. Abbasilerle birlikte, Müslümanlaştırılan halklar üzerinde daha uyumlu, onların örf ve ananelerine uyan bir İslam uygulanır.. Emevilerden sonra İslamiyetin evrensel bir din olduğu şeklinde uygulamalar yapılarak İslam’ın daha geniş kitlelere yayılmasına özen gösterilir.. Bu şekilde önceleri Arap dini olarak kurulan din, giderek daha bir evrensel görünüm kazanır. Bu arada Araplar arası çatışmalar da giderek şiddetlenir.. Araplar arası kavgada Mevaliler, yani azat edimiş köleler de belli bir önem kazanırlar.. Bu çatışmaların içinde olan Arap şefleri Mevali’yi kendi taraflarına çekmek isterler.. Ancak, bütün Müslümanları eşit gören İslam karşısında Mevali’nin durumu belirsizdir.. Mevali, eşitliği öngören İslam adına, Arap üstünlüğüne karşı çıkar.. Ali tarafı ve Peygamberin amcası Abbas’ın soyu, Emeviler tarafından kendilerinden hile ve zorbalıkla alınan iktidarlarının asıl sahipleri olarak görünmeleri, beraberinde bir takım siyasal sorunları da başlatır.. Bu arada, sınıfsal farklılıklar ve beraberinde yaşanan olumsuzlukların nedeni olarak, ezilen sınıf tarafından İslamın kendisi değil, Emevi hanedanın iktidarı sorumlu tutulur..

Müslüman Araplar Türklere Neden Saldırmıştır

Genelde, bu tarihi bilen İslami çevreler, Müslüman Arapların Türklere saldırmasını, onları İslam dinine davet etmek, gerekirse bu uğurda zor kullanarak, onları İslam’a boyun eğdirmeye zorlamak şeklinde yorumlarlar.. Ancak tek neden bu değildir.. Bu konu da ayrıca Zekeriya Kitapçı’nın Yeni İslam Tarihi ve Türkler adlı Kitabında anlatılmıştır.. Aşağıdaki pasaj, aynı kitaptan alınma bir bölümdür.

Değişen Arap Toplumunun Yeni Hayat Anlayışı

a-) Harbeden Askerlerin Servete Kavuşma İsteği

Arapları, Orta Asyayı fethe zorlayan bir diğer faktörde harbeden askerlerin kısa zamanda büyük servet ve zenginliklere sahip olmaları idi. Değil daha sonraki devirler, ilk devirlerdeki fetih hareketlerinde bile sosyo-ekonomik nedenlerin çok önemli bir faktör olduğu ortaya çıkmaktadır. Genellikle Bedevi, çölde yaşayan, fakru zaruret içinde çok insafsız bir hayat mücadelesi içinde yoğrulan Araplar, daha İslamın ilk devirlerinde harbedeb askerlerin verilen yüksek maaş ve ganimetler dolayısıyla kısa zamanda büyük bir servet ve zenginliğe kavuştuklarını görmüşlerdir. Mücahit gazilerin bundan sonraki yaşantıları ve hayat seviyeleri bir anda değişmiş ve harbe iştirak etmeyenlere nazaran çok daha iyi ve müreffeh bir hayat sürmeye başlamışlardır. Bu kabil Arap bedevilerinin o zamanki durumu, bugün Anadolu’nun iç kısımlarından kalkarak aynı sosyo-ekonomik nedenlerle çalışmak için Almanya’ya giden Türk köylüsünü ve onun sosyal hayatındada meydana gelen başdöndürücü değişiklikleri hatırlatmaktadır. Bunun içindir ki Arap kabileleri çeşitli cephelerde savaşmak için hata Hz. Ömer devrinde Medine’ye çok büyük kafileler halinde akın akın gelmeye başlamışlardır. Daha sonraları bunları Bedevi aileler takip etmiş ve dolayısıyla Arap yarımadasının dışına daha o devirlerden itibaren çok büyük bir Müslüman Arap göçü L. Caetani’nin ifadesiyle tarihte ilk defa Sami ırkının göçü başlamış oluyordu. Tarihte belki ilk defa vaki olan bu Sami Arap göçü, Emeviler devrinde de bütün canlılığı ile devam etmiş, sadece İran’a değil, Türkistan’ın Buhara, Baykent, Semerkant gibi daha birçok büyük şehirlerine önemli ölçüda Arap aileleri yerleştirilmiştir. Özellikle Buhara’ya yerleştirilen bu kabil muhacir Arap aileleri o kadar çoktu ki, Kuteybe b. Müslim be yerleşik Arap nüfusu ve kesafetine dayanarak bu büyük Türk şehrini nerede ise kolonize etmeye kalkışmış ve bunda önemli ölçüde de muvaffak da olmuştur. Genellikle 25-50 bin arasında değişen ve aile efradıyla birlikte yapılan bu göçler, bir taraftan İran ve Türkistan’ın büyük şehirlerinin Arap nüfusuyla iskan edilmesine, diğer taraftan da siyasi Arap hakimiyetinin bölgede daha kolay bir şekilde yerleşmesine ve hatta İslam dininin gelişme ve yayılmasına da yardım etmiştir.

b-) Yaygın Geçim Sıkıntısı

Müslüman Arapları komşu ülkeleri ve bu arada Türkistanı fethetmeye zorlayan önemli sebeplerden bir diğeri de çok yaygın hale gelen geçim sıkıntısıdır..Nitekim, el-Mesudi’nin en güzel kitap olarak tavsif ettiği ve fetih hareketlerini çok daha objectif kriterler içinde ele alan ilk tarihçilerimizden Belazuri’nin Fütuhu’l Büldan adındaki kıymetli eserinde, Arapların geçim sıkıntısı yokluk ve mahrumiyetler içinde sürdürdükleri hayat mücadelesi nedeniyle komşu ülkeleri fethetmeye zorlandıkları ve bu ülkelerde çok büyük sayıda yerleştikleri hakkında sarih ifadeler vardır. ( Sayfa 299..)

Taberi Anlatımları

Aşağıdaki pasajlar doğrudan Taberinin anlatımından alınmıştır.

Tarih-i Taberi / Cilt 3/(Syf-343)

Her kim Türk’lerden baş getirirse yüz dirhem vereceğim. İmdi müslümanlar bir bir Türk’lerin başını kesip getirip 100 dirhemi aldılar.Ve Türk’leri dağıtıp hesapsız kırdılar ve mübaleğa ile mal ve ganimet alıp yine dönüp Merv’e geldiler. Yaz gelince Kuteybe Horasan şehirlerine nameler gönderip asker topladı. Sonra göçüp Talkan’a vardı. Şehrek ki Talkan meliki idi. Neyzekle müttefik idi. Kuteybe’nin geldiğini işitince kaçtı. Kuteybe Talkan’a girdiği vakit hükmetti ki ahalisini kılıçtan geçireler. Nekadar kırabilirlerse kıralar. Bunun üzerine Kuteybe’nin askeri orada hesapsız adam öldürdü. Rivayet ederler ki 4 fersenk yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi. Oradan göçtü. Mervalarüd’e kondu. Oradaki melik kaçtı. Kuteybe onun da iki oğlunu tuttukta kalan şehrin beyleri itaat edip istikbale geldiler.(Syf-344) Kuteybe dedi: – Vallahi eğer benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar zaman kalmış olsa bunu derim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). ( Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün ) Bunun üzerine Neyzek’i ve iki kardeşi oğulları ki biri Sol ve biri Osman’dır. Ve yine o kendisi ile mahsur olanların hepsini öldürdüler.hepsi 700 adam idi. Buyurdu başlarını kesip Haccaca gönderdiler.(Syf-347) Kuteybe deve palanı demek olur.(Syf-351) Ganimet malının beşte birini Haccac’a gönderip Semerkant’ın fethini de ilan etti. Haccac da bu haberi işitip sevindi. Kuteybe tekrar Merv’e döndü. Kardeşi Abdullah’ı Semerkant’a emir yaptı. Askerlerinin bir miktarını onun yanında bıraktı ve lüzumu kadar harp aleti verip, Abdullah’a dedi: Kafirlerden hiç kimseyi Semerkant’a girmeye bırakma, ancak eline bir parça balçık ver ve o balçığın üzerine mühür vur.(Syf-353)

Kuteybe’nin Havarizem Şehrine Gitmesi Haberi

Havarizem melikinin adı Çaygan idi. Ondan küçük Havarizad adlı bir kardeşi vardı. Çaygan’ın üzerine galebe etmiş idi ve onun bütün işini tutmuş idi. İşitse ki Çaygan’ın eline güzel bir cariye girmiş, yahut bir nefis bir kumaş almış derhal adam gönderip aldırırdı.Yine işitse ki bir kişinin güzel kızı var yahut güzel bir avreti var derhal mecal vermez,çekip alırdı.Hiç kimse men edemezdi. Ve Çaygan’a ondan şikayet etseler ben ona bir şey diyemem,derdi. Çaygan da onun elinden bunalmış idi.Bu işi bu şekilde uzatınca Çaygan’ın tahammül etmeye takatı kalmadı.El altından Kuteybe’ye adam gönderdi. Havarizem şehirlerinden üç şehrin kilitlerini bile gönderdi. Ve Kuteybe’ye dedi: Havarizem’e gelip kardeşimi öldürürsen her ne dilersen vereyim,dedi.Lakin bu haberi hiç kimseye bildirmedi.Bu haber Kuteybe’ye ulaşınca gaza vaktı idi.Kuteybe kavmine Segat gazasına varırız diye bildirdi.Çaygan’ın adamını geri gönderdi.Havarizad’e haber verdiler ki Kuteybe Segad’a gazaya gider. O da gayet sevindi. Ve kavmine bildirdi ki bu yıl cenkten eminsiniz,zira Kuteybe segad’a gidermiş.Ve bizde iş’e meşkul olalım dedi.Bilmedi ki Kuteybe kendi üzerine gelir. Bu esnada Kuteybe ansızın bin atlı ile Medinetül Fil ki Havarizemin ulu ve muazzam şehridir.Zira Havarizem ülkesi üç şehirdir.Ondan ulusu yoktur.Kuteybe çıkıp geldi.Havarizem halkı Kuteybe’yi görüp korktular. Kuteybe doğru Çaygan’ın yanına geldi.Ve Havarizad’a haber verdiler ki ne gafil durursun işte Kuteybe erişip alemi fesada verdi.Havarizad anladı ki bu iş Çaygan’ın başı altındadır.Diledi ki Çaygan’ı öldüre.Lakin fırsat ve mecal bulamadı.İmdi hazır bulunan sipahi ile sürüp Medinetil Fil’e geldi.Çaygan o üç şehri Kuteybe’ye verip kendisi de Kuteybe’nin yanına geldi.Ve Havarizad şaşkına döndü. Nihayet Kuteybe’ye adam önderip aman diledi. Kuteybe dedi: Amanı kardeşinden dile eğer o aman verirse benden emin ol. Havarizad dedi: -İmdi bildim ki benim ölmem lazım. Zira benim kardeşime boyun eğmem ölmek demektir.Belki ölmek muti olmaktan iyidir,dedi. Bunun üzerine cenge koyuldu. Bir saat cenk edip sonunda tutuldu.Kuteybe’ye getirdiler. Kuteybe dedi:Kendini nasıl görürsün. Havarizad dedi: -Ey emir,beni melamet etme ki ben kılıca eli onun için vurdum ki seninle benim aramda bir hüküm zahir ola.İmdi fırsat senin oldu,bana ne öğünmek gerek,ne dilersen et. Bunun üzerine Kuteybe buyurdu.Dışarı çıkıp boynunu vurdular. Çaygan dedi: -Ey emir,henüz gönlüm şifa bulmadı. Kuteybe dedi: -Daha ne dilersin? Çaygan Dedi: -Dilerim ki onunla bile olan kimselerin hepsini öldüresin. Kuteybe dedi: -İmdi sen benim yanıma topla, ben öldüreyim. Çaygan da hepsini tutup getirdi.Kuteybe cümlesini öldürüp mallarını aldı. Çaygan şöyle şart etmiş idi ki:Bin baş esir ve nice bin kumaş vere. İmdi Kuteybe Medinetül File girip o malı Çaygan’dan aldı. Çaygan Kuteybe’den yardım diledi.Zira Camhüd meliki daima gelip Çaygan ile cenk ederdi.Ve Çaygan’ı gayet incitirdi.Kuteybe Abdurrahman’ı ona yardıma gönderdi.Ve Abdurrahman varıp muharebe etti ve o meliki öldürdü.Çaygan o yerleri fethedip dört bin baş esir aldılar. Kuteybe buyurdu. Hepsini öldürdüler. (Syf-349-350) -Şaş askeri bize gece baskın etmek dilerrmiş, imdi varın onların yolunda filan yerde pusuda durun.Ve onlar çıktığı vakit üzerlerine sürünüz.Ola ki bir fetih edesiniz,dedi.Muslih b.Müslim’I bunlara kumandan tayin etti.Muslih de gelip o 700 adamı üç bölük etti.Bir bölüğünü yolun sağ yanına,bir bölüğünü sol yanına koydu ve kendisi bir bölükle yolun üzerine durdu.Gece yarısı geçince Şaş askeri çıkıp geldiler.Muslih’i yol üzerinde görünce cenge meşgul oldular.Ve o iki bölük gaziler de iki taraftan hamle edip aç kurdun koyuna girdiği gibi kafirleri tarumar ettiler.Gazilerde Şübe adlı bir bahadır yiğit vardı.Kendisini Şaş güruhuna ve kalabalığına vurdu.Onların ortalarında bir melikzadeleri vardı.Yetişip Şübe onu kulağı tözünden kılıç ile çaldı.Öyle bir çaldıkı başı top gibi havaya uçtu.Şaş askeri bu heybeti gördüklerinde hepsi bozguna uğradılar.Müslümanlar ardına düşüp onları hesapsız kırdılar.Onlardan kurtulan pek az oldu.Ve onların ekserisi Melikzadeler idi.Ziynetli ve silahlı kimselerdi.Onların başlarını ve silahlarını ve elbiselerini hepsini aldılar geri dönüp Sürür ile Kuteybe’nin yanına geldiler. Ertesi gün Kuteybe hükmetti ki cenge atılalar. Gavrek Kuteybe’ye adam gönderip dedi: -Bu ettiğin harbi öyle zannetme ki arapların kuvveti ile edersin belki acemden benim kardeşlerimdir ki sana yardım edip cenk ederler.Yoksa harbe arapları gönder.Gör ki biz de neler ederiz,dedi.Kuteybe bu sözü işitip gadaba geldi ve münadilere çağırttı.Müslüman mübarizleri toplanıp kafirlerin üzerine yürüyüş ettiler ve buyurdu ki mancınık kurdular ve bir burcu döğe döğe yıktılar.Ve Müslümanlar o yıkılan yerden hücum ettikte kafirlerden bir bahadır er gelip o gedikte durdu her kim ileri gelse mecal vermez öldürürdü.Müslümanlarda silahşörler çok idi.Kuteybe onları çağırtıp dedi ki:Sizden kim ki o şahsı ok ile vurursa ben ona on bin dirhem veririm.O silahşörlerden biri ileri yürüyüp ok ile o şahsı atıp gözünden vurdu ve ensesinden çıktı.derhal düştü.O kişi Kuteybe’nin yanına gelip on bin dirhemi aldı.

Türkler Müslümanlaştırılmaları – Ömer Malik

CEMAL SÜREYA’NIN SESLENDİRDİĞİ AHMET MUHİP DIRANAS ŞİİRİ: SESİN NERDE KALDI?

KAR

Kardır yağan üstümüze geceden, Yağmurlu, karanllık bir düşünceden, Ormanın uğultusuyla birlikte Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte Kar yağıyor üstümüze inceden

Sesin nerde kaldı, her günkü sesin, Unutulmuş güzel şarkılar için Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu’dan Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!

Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam! Uyandırmayın beni uyanamam. Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına, Allah aşkına, gök, deniz aşkına Yağsın kar üstümüze buram buram

Buğulandıkça yüzü her aynanın Beyaz dokusunda bu saf rüyanın Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış Sırf unutmak için, unutmak ey kış! Büyük yalnızlığını dünyanın.


Ahmet Muhip Dıranas

ANDREY TARKOVSKİ: ÇİRKİN, NASIL GÜZELİN İÇİNDE VARSA, GÜZEL DE ÇİRKİNİN İÇİNDE VARDIR

Sanat: İdeale Duyulan Özlem Güzel, gerçeğin peşinden koşmayanlardan kendini gizler

Bence, çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın bugün, güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olmasıdır. “Tüketicilere” göre biçilmiş günümüz kitle kültürü bir protezler medeniyeti ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını, bir ruhsal varlık olarak kendisinin bilincine varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor.

Sinemaya özgür sorunlara geçmeden önce sanat anlayışımı açıklamakta yarar görüyorum. Sanat niçin vardır? Sanata kim ihtiyaç duyar? Esasen sanata ihtiyaç duyan herhangi bir kimse var mı? Bütün bunlar, yalnızca sanatçıların değil, sanatı kabullenen, daha doğrusu günümüzde kullanılagelen deyimiyle “tüketen” (ne yazık ki bu “tüketen” deyimi, 20. yüzyıldaki sanat-kitle ilişkisinin özünü belirtmekte, dahası adeta teşhir etmektedir) her insanın cevabım aradığı sorulardır.

Herkes bu soruyla ilgili; ve dediğimiz gibi, sanatla uğraşan her insan bu soruya bir cevap arıyor. Aleksander Blok,14 “Şair, kargaşadan uyum yaratır,” demiştir… Puşkin, şairi peygamberlik yeteneğiyle donatır… Her sanatçı, diğer sanatçılar için bağlayıcı olmayan, kendine özgü yasalarla tanımlanır.

Ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak “tüketilmek” istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz, kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karış karşıya getirmelidir.

En genelinden başlayacak olursak: Bence sanatın hiç tartışılmayacak işlevlerinden biri, bilgilenme düşüncesidir, bir sarsıntı, bir katharsis şekline bürünen etkidir. Havva’nın, bilgi ağacından elmayı koparıp yemesiyle birlikte insanoğlu da sonsuz bir gerçek arayışına mahkum edildi. Bilindiği gibi, Adem ile Havva her şeyden evvel, çıplaklıklarının farkına vardılar ve çok utandılar. Utandılar, çünkü kavradılar ve birbirlerinin farkına varmanın zevk dolu yolunda ilerlediler. Bu, sonu olmayan bir yolun başlangıcıydı. Ulvi bir bilgisizlikten, faniliğin düşman ve bilinmedik topraklarına fırlatılıp atılanların trajedisi hiç de anlaşılmaz değildir.

“Ve alnının teriyle ekmek yiyeceksin…” Ve insan, “yaradılışın bu baştacı”, yeryüzüne işte böyle indi ve onu sahiplendi. O günden bugüne katettiği yol, genelde evrim olarak adlandırılır. Bu, aynı zamanda da insanın kendisinin bilincine varmasının acı dolu süreci oldu. Bir anlamda insan, hayatın özünün ve kendisinin, olanaklarının, amaçlarının bilincine her seferinde yeniden varır. Tabii ki varolan bilgi birikiminden de yararlanır. Gene de ahlaksal-töresel bilinçlenme süreci, her bir insanın, her seferinde kendisi için yeni baştan edinmek zorunda olduğu tayin edici bir deneyimdir ve öyle de kalacaktır. İnsanoğlu bıkıp usanmadan, kendisi ile dünya arasında bir ilişki kurar; bu dünyayı sahiplenmek, sezgisel olarak algıladığı idealiyle bu dünya arasında bir uyum sağlamak için yanıp tutuşur. Bu isteğin yerine getirilemez olması, insanların hoşnutsuzluğunun ve kendi benliğindeki eksikliğin yarattığı acının bitip tükenmeyen bir kaynağım oluşturur. Demek ki sanat ve bilim, dünyaya sahip olma biçimleri; insanın sözümona “mutlak gerçek’e giden yol üzerindeki bilgi edinme biçimleridir.

Yaratıcı insan dehasının bu iki ifade biçimi arasındaki ortak yan da sadece bundan ibarettir ve ben, yaratıcılığın keşifle değil, bir şeyler var etmekle eş anlamlı olduğunda ısrar etmekten hiç çekinmiyorum. Burada, bu noktada, her şeyden önemlisi, bilgilenmenin bilimsel biçimiyle estetik biçimi arasındaki ilkesel farklılıktır.

Sanatta insan, gerçeği, öznel deneyimler sonucu sahiplenir. Bilimde ise insan bilgisi, sonu olmayan bir merdivenin basamaklarım tırmanır ve atılan her adımla dünya hakkındaki bilgiler yerlerini yenilerine terk eder. Demek ki bu, nesnel ayrıntıların bilgisine dayanarak birbiri üstüne, mantıken inşa edilen kavrayışların basamak basamak yükselen yoludur. Buna karşın sanatsal kavrayış ve keşif, her seferinde dünyanın yeni ve benzersiz bir görüntüsü, mutlak gerçeğin bir “hiyeroglifi” olarak ortaya çıkar, kendini bir vahiy olarak sunar. Sanat, sanatçının tüm dünya yasalarını sezgisel olarak yakalama arzusu şeklinde ortaya çıkar: Güzellik ve çirkinlik, insancıllık ve acımasızlık, sonsuzluk ve sınırlılık. Bütün bunları sanatçı, “mutlak”ı yakalayan görüntüyü yaratma aşamasında kendine özgü bir tavırla yeniden şekillendirir. Tinin maddeyle, sonsuzun sonla sınırlandırılmasıyla ifade edilen sonsuzluk duygusu, bu görüntünün yardımıyla yakalanabilir. Sanat, olgucu faydacı bir pratiğin bizden gizlediği, mutlak tinsel gerçekle iç içe geçmiş bu dünyanın bir simgesidir görüşünü bile ileri sürebiliriz.

Bir insan şu ya da bu bilimsel sisteme katılmak istediğinde, mantıklı düşünme yeteneğini harekete geçirmek, belli bir eğitim sistemine iyice vakıf olmak, onu anlamak zorundadır. Sanat ise herkese yönelir, herkes tarafından hissedilebilen bir etki oluşturmayı, duygusal sarsıntı yaratmayı ve kabul edilmeyi umar. Sanat, insandan, katı mantık kurallarından çok sanatçılarca iletilen manevi enerjiye boyun eğmesini bekler. Ve sanat, en olgucu anlamıyla da olsa bir eğitim temeli değil, manevi deneyim talep eder.

Sanat, insanları çevresinde toplamaya iten o sonsuz, dur durak tanımayan idealin, maneviyat özleminin duyulduğu yerde ortaya çıkar ve gelişir. Modern sanatın seçtiği yol yanlıştır, çünkü hayatın anlamını arama adına salt kendini onaylama peşinde koşmaktadır. Bu yüzden bu yaratıcı uğraş, kendi bireyci eylemlerinin bir kerelik değerini haklı göstermeye çalışan egzantrik kişilerin garip bir çabasına dönüşmüştür. Ne var ki, bireyin kendini sanatta kanıtlaması olanaksızdır, çünkü sanat daha farklı, genel ve yüksek bir düşünceye hizmet eder. Sanatçı, kendisine neredeyse bir mucize sonucu bahşedilmiş sayabileceğimiz yeteneğinin bedelini ödemek zorunda olan bir hizmetkârdır. Günümüz insanı hiçbir şey feda etmeye yanaşmıyor; oysa gerçek bireyselliğe varmanın tek yolu özveriden geçer. Ne yazık ki, bu gerçeği giderek unutuyoruz, dolayısıyla insan olma duygusu da yitip gidiyor.

Burada güzele ulaşmaktan söz ederken, yani ideale özlemden doğan sanatın hedefinin işte bu ideal olduğunu söylerken, amacım asla, sanatın dünyevi “pislikten” kaçınması gerektiğini vurgulamak değildir… Aksine, sanatsal görüntü daima, birinin yerine ötekini, büyüğün yerine küçüğü geçiren bir göstergedir. Canlıdan söz etmek isteyen sanatçı ölüden bahseder, sonsuz hakkında konuşabilmek için sınırlı olanı sunar. Bir yedek! Sonsuzu maddeleştirmek mümkün değildir, ancak onun yanılsaması, görüntüsü yaratılabilir.

Çirkin, nasıl güzelin içinde varsa, güzel de çirkinin içinde vardır. Hayat, bu saçmalığa varan muazzam çelişkinin içine gömülmüştür ve bu çelişki sanatta aynı zamanda hem uyumlu hem de dramatik bir birlik olarak belirir. Her şeyin birbirine yakın olduğu, her şeyin iç içe geçtiği bu bütünlüğü algılamak ise ancak görüntüyle mümkündür. Bir görüntünün düşüncesinden söz edilebilir, görüntünün özü, sözcüklerle ifade edilebilir, çünkü düşüncenin sözel ifadesi, şer killendirilmesi mümkündür. Ancak bu tanımlama da görüntüyü anlatmaya yetmez. Bir görüntü bu eylemin ussal anlamı açısından kavranamaz. Sonsuzluk düşüncesi, sözcüklerle ifade edilemez, hatta tanımlanamaz bile. Sanat ise insanlara bu olanağı bahşeder, sonsuzu denenebilir kılar. Sanatçının kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin vazgeçilmez koşulları, kendine inanmak, hizmet etmeye hazır olmak ve taviz vermemektir.

Sanatsal uğraş, sanatçıdan gerçek bir “özveri” talep eder, hem de kelimenin en derin anlamıyla. Bu yolda, mutlak gerçeğin “hiyeroglifleri” ile çalışan sanatta, bu hiyerogliflerin her biri, sonsuza dek bu sanat eserinde işlenmiş olarak kalacak dünyanın bir görüntüsünü oluşturur. Ve eğer gerçekliğin bilimsel ve duygusuz bir şekilde kavranması, hiçbir zaman sonu gelmeyen bir merdivenin basamaklarını tırmanmakla eş anlama geliyorsa, sanatsal kavrayış da insana, kendi içinde mükemmel ve bütünleşmiş, sonu olmayan bir alanlar sistemini hatırlatır. Bu alanlar, bazen birbirlerini tamamlar bazen de birbirleriyle çelişir, ama hiçbir şart altında birbirlerinin yerini dolduramazlar. Aksine, birbirlerini zenginleştirir, bütünsellikleriyle sonsuza dek uzanan, her şeyin üzerinde özel bir alan oluştururlar. Kendi içinde sebeplendirilmiş ve her daim geçerliliğini koruyacak olan bu şiirsel vahiy, insanın kimin kopyası olduğunu kavradığını ve bunu ifade etme yeteneğine sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Bütün bunları ek olarak, sanatın köklü bir iletişim işlevi vardır, çünkü insanlararası anlaşma, yaratıcı son amacın en önemli yanlarından birini oluşturur. Ayrıca bir sanat eseri, bilimden farklı olarak, maddi değeri olan herhangi pratik bir hedef peşinde de koşmaz. Sanat bir üstdildir, insanlar da bu dilin yardımıyla kendileri hakkında bilgi verip başkalarının deneyimlerini benimseyerek birbirlerine ulaşmaya çalışırlar. Ama gene bu da herhangi bir pratik fayda sağlama adına değil, faydacılığın tam zıddı olan özveride kendini bulan sevgi adına gerçekleştirilir. Bir sanatçının yalnızca “kendini gerçekleştirme” gibi bir nedenle yaratmaya kalkışabileceğine inanasım gelmiyor. Karşılıklı anlaşmaya dayanmayan bir kendini gerçekleştirme son derece anlamsızdır. Başkalarıyla arasında manen bir bağ oluşturma uğruna kendini gerçekleştirmeyi istemek ise hiçbir yarar sağlamadığı gibi aksine, insandan çok özveri bekleyen, son derece eziyetli bir iştir. Ama kendi sesine kulak veriyor olmak bütün bu eziyete değmez mi acaba? Ama belki de sezgiler, sanat ve bilimi, gerçekliği ele alışın bu ilk bakışta son derece zıt görünümlü iki biçimini birbirine yaklaştırıyordur? Doğal olarak yaratıcı uğraşta bilimsel alandan çok farklı bir rol oynamalarına karşın, hiç şüphesiz, her iki durum için de sezgilerin önemi büyüktür. Aynı şekilde anlama kavramı da her iki alanda farklı şeyleri tanımlar. Bilimsel açıdan anlama, mantık ve akıl düzeyinde uyuşma demektir; bir teoremi ispatlamaya benzeyen akılcı bir eylemdir. Öte taraftan bir sanatsal görüntüyü anlamak demek, duygusal, hatta zaman zaman, duygu “üstü” düzeyde sanatsal güzelliğin benimsenmesidir. Bilim adamının sezgisi bir aydınlanma, bir ilham gibi gözükse dahi, yalnızca mantıksal gelişmeyle eşanlamlıdır. Bunun da nedeni, mantıksal değişkenlerin varolan bilgiler ışığında yeni baştan ele alınmasındansa doğal bir sonuç olarak algılanmaları, yeni bir aşama olarak görülmeleridir; yani mantıksal düşüncedeki bilinçli sıçrama, bilimin her alanında önceden tespit edilmiş yasalara dayandırılır. Bilimsel bir keşfin, bir ilham sonucu yapıldığını varsaysak bile, bir bilginin ilhamı ile bir şairin ilhamı arasında gene de çok fark vardır. Çünkü sanatsal bir görüntünün akıcı olmayan, başka bir düzlemde yaratılmış ve bu düzlemdeki varlığını koruyan, kendi içinde bütünselleşmiş, benzersiz bir görüntünün ortaya çıkışını, aklın yardımıyla yapılacak deneysel bir bilgi süreciyle açıklamak mümkün değildir. Yapılacak iş, terimler konusunda bir anlaşmaya varmaktır. Bir sanatçı, bir görüntü yarattı mı, onun açısından bir vahiy olan dünyanın duygusal düzeyde algılanmış görüntüsü karşısında bir hiç olan kendi düşüncesini zorluyor demektir. Çünkü, düşünce kısa ömürlü, görüntü ise mutlaktır. Bu yüzden manen duyarlı bir insanın sanat eseri karşısında algıladıklarıyla salt dinsel bir deneyim arasında paralellikler vardır. Sanat, her şeyden önce insanın ruhuna seslenir ve insanın manevi yapısını şekillendirir.

Şair, bir çocuğun hayal gücüne ve ruhsal yapısına sahip bir insandır. Hangi dünya görüşünü savunursa savunsun, dünyadan edindiği izlenim dolaysızdır; yani sanatçı dünyayı “tanımlamaz”, dünya onundur. Bir sanat eserinin kabul görmesinin vazgeçilmez önkoşulu, bir sanatçıya güvenmeye, ona inanmaya hazır olmaktır. Ama bazen, salt duygularla kavranması gereken şiirsel bir görüntüden bizi ayıran anlaşmazlık derecesini aşmak çok güçtür. Tıpkı Tanrıya duyulan gerçek inanç gibi bu inancın da koşulu, belli bir ruhsal tutum ve özel, saf bir manevi güçtür. Burada Dostoyevski’nin Ecinniler adlı romanında yer alan, Stavrogun ve Şatov arasındaki konuşma yeniden akla geliyor:

‘Yalnızca sizin Tanrıya inanıp inanmadığınızı öğrenmek istiyorum. ‘ Nikolay Vsevolodoviç onu sert bir ifadeyle süzmektedir. ‘Ben Rusya’ya ve onun iman gücüne inanıyorum… İsa’nın bedenine inanıyorum. İsa’nın Rusya’da yeniden doğacağına inanıyorum. .. İnanıyorum,’ diye kekeledi Satov heyecanla. ‘Pekiya Tanrıya? Tanrıya inanıyor musunuz?’ ‘Ben, Tanrıya… inanacağım.’ Buna eklenecek başka ne var ki? Ruhsal iktidarsız diye tanımlayabileceğimiz günümüz insanının giderek en belirgin özelliği halini almaya başlayan karmaşık ruhsal yapısı, manevi yoksulluğu ve yetersizliği burada, nasıl da dahice bir ustalıkla tespit edilmiş!

Güzel, gerçeğin peşinden koşmayanlardan kendini gizler. Sanatın anlamı ve varlık nedeni hakkında düşünmeye yanaşmadan onu ele alıp değerlendirmeye kalkanların ruhsuzluğu ne yazık ki, sık sık, kaba bir şekilde basite indirgenmiş birtakım sözlere neden olur: “Bunu hiç beğenmedim!”, “Hiç de ilginç değil!”… Bunlar çok iddialı savlar, ama ne yazık ki gökkuşağını tanımlamaya çalışan doğuştan kör bir adamın savlarından hiç farkı yok! Bu kör insan, bir sanatçının gerçeği başkalarına açıklayabilmek uğruna çektiği acılara karşı tamamen duyarsızdır.

Peki ama gerçek nedir? Bence, çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın bugün, güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olmasıdır. “Tüketicilere” göre biçilmiş günümüz kitle kültürü bir protezler medeniyeti ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını, bir ruhsal varlık olarak kendisinin bilincine varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor. Ama bir sanatçı, gerçeğin sesine kulaklarım tıkamamalıdır, tıkayamaz, çünkü ancak ve ancak bu çağrı, yaratıcı iradesini belirleyecek ve disiplin altına alacaktır. Sanatçı ancak bu sayede inancım başkalarına da aktarabilme yeteneğine kavuşacaktır. Bu inanca sahip olmayan bir sanatçı ise doğuştan kör bir ressama benzer.

Bir sanatçının konusunu “aradığını” söylemek yanlış olur. Konu, onun içinde tıpkı bir tohum gibi olgunlaşır ve şekillendirilmeyi bekler. Bu tıpkı bir doğuma benzer. Şu farkla ki şairin elinde gurur duyacağı hiçbir şey yoktur. Sanatçı, durumun hakimi değil, hizmetkârıdır. Yaratıcılık, onun için mümkün olan yegane varoluş biçimidir ve yarattığı her eser, onun için, gönüllü olarak kaçamayacağı bir eylemdir. Belirli, tutarlı adımların gerekliliği ve içerdikleri düzen konusunda bir duyarlılık geliştirebilmek ancak ideale duyulan inançla mümkündür; ancak ve ancak inanç, görüntüler sistemini (hayatın sistemi diye okunmalı) destekler.

Dinsel gerçeğin anlamı umut ta yatar. Felsefe, gerçeği, insan aklının sınırlarım, insan eyleminin ve insan varlığının anlamının sınırlarım belirleyerek arar. (Bir filozof, insan varlığının ve eyleminin son derece anlamsız olduğu sonucuna varsa bile bu, geçerliliğini yitirmez.) Sık sık sanıldığının aksine, sanatın işlevsel belirlemi, düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir. Hayır, sanatın amacı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.

İnsan bir başyapıtla karşılaştığında kendi içinde, sanatçıya da ilham veren sesi duymaya başlar. Böyle bir sanat eseriyle karşılaştığında izleyici, derin bir sarsıntı yaşar, adeta temizlenir. Sanatsal bir başyapıtla onu algılayanlar arasında oluşan o özel gerilim alanında insanlar, varlıklarının, o andan itibaren serbest kalmak için baskı yapan en iyi yanlarının bilincine varırlar. Böyle anlarda, olanaklarımızın tükenmezliğinde, kendi duygularımızın derinliğinde kendimizin farkına varır, kendimizi keşfederiz.

Andrey Tarkovski Mühürlenmiş Zaman

ANADOLU’NUN SOLAN RENGİ SÜRYANİLER VE SÜRYANİ HALK EZGİLERİ – TRADİTİONAL ASSİRYAN MUSİC

Süryaniler yaşadıkları coğrafyada kültür anlamında derin izler bırakmış, bugün yeni nesil tarafından pek bilinmeyen kültürel zenginlikleri halen varlığını sürdürmektedir. Dünya coğrafyası üzerinde bugüne kadar kurdukları bir devlet olmamasına rağmen her türlü şartlar altında kültürel birikimlerini koruyarak günümüze kadar ulaştırabilmiş bir halktır Süryaniler.İnsanlar tarih öncesi çağlardan günümüze kadar ruhani bir haz ile müzikle uğraşmış, duygularını ifade etmekte sözlerin ve simgelerin yetersiz kaldığı  durumda taptığı şeylere (put, güneş ateş vs.), ulaşmak,  kendini iyi hisedebilmek için müziği  araç olarak kullanmışlardır.

Medeniyetin beşiği olan Mezopotamya’da da müzik önemli bir yer tutmaktaydı. İlk ve en eski enstrümanın Sümer-Akad döneminden kalma bir Ur şehrinden çıkması bunun en güzel kanıtı sayılabilir. İlk telli çalgılar Mezopotamyada yaşayan  Süryaniler tarafından kullanılmış olup telli çalgılar grubunu oluşturan arp, santur, çitara ile bağlama, divan sazı ve curaya benzeyen telli ve uzun saplı çalgılar daha sonrki zamanlarda kilise (dini müzik)  ile halk ezgilerinde çokça kullanılmıştır. Günümüzde Mezopotamya’daki müziğin varlığına tanıklık eden kabartma ve resimler de mevcuttur. Bu kalıntılarda çok sayıda antik kabartma, insanları çeşitli müzik aletlerini çalarken göstermektedir.

Albümde yeralan ezgiler:1. O Lilya Lilya 2. Aziza D`Libley 3. Parpalyateh D`Yenna 4. Edana P`Khodba 5. Shineh D`Prashta 6. Mibadrina Herke Utamo 7. Tlio Hlito Safirto 8. Imune Kumdaglat Al i 9. Etinuhot Husune 10. Vaylog Zabno 11. Kotil Boli Habibtu

Bir Süryani Halk Şarkısı

Süryanicesi Türkçesi Hızyoli mrihko atayto -naman Uzaktan gelişini gördüm Alkafta şarbo ftito -naman Omuzunda geniş küp Kohoyarno bifsihuto- naman Sevinçli olana bakıyorum Bu halğo di hlito -naman Tatlının yürüyüşüne Mırla şlomo fayito- naman Selam dedi geçti Karğa kifo fsihayto- naman Başı eğik sevinçli Mirlila klayo hlito -naman Dur tatlı dedim Kay havga mnakfonito -naman Neden öyle utangaçsın Attino ho mi krito- naman Geldim taa köyden Lihzitaydağ ya hlito- naman Seni görmek için ey tatlı Emi babi kitilbilağ -naman Annem babam isteyecekler Lacani hat gidobilağ- naman Seni bana verecekler

Bu uygarlığın devamı sayılan Süryaniler de aldıkları bu müzik kültürünü Hıristiyanlığa uyarlamış ve kendilerine özgü bir müzik tarzı yaratarak müzik konusunda bütün Hıristiyan kiliselerine öncü olmuşlardır. Bugün Süryani Kilisesinde yaklaşık 2000 müzik makamının varlığı bilinmektedir. Kiliselerde ilk defa ilahilerin müzik eşliğinde okunması bir Süryani felsefe adamı olan Bar Dayson zamanında (154-222) zamanında olmuştur. O tarihlerde kiliselerdeki korolarda kız ve erkekler birlikte ilahiler okurdu. Süryanilerde kadın ve erkeğin eşit olduğu düşüncesi bu koroların varlığı ile hayata geçirilmeye çalışılıyordu.

Halkın dilindeki müzik Din alanında bu kadar zengin bir müzik kültürüne sahip olan Süryaniler ne yazık popüler halk müziği alanında bu kadar başarılı olamamışlardır. Kiliselerindeki zengin makamları halk müziğine aktarmada yetersiz kalmışlardır. Günümüze kadar ulaşan az sayıdaki makam ve tarza da başka toplumlar sahiplenmişlerdir. Örneğin Araplar Süryani Kilisesinin 24 makamını alıp kendilerine uydurmuşlardır. Arapların Hicaz, Nahvan ve başka adlarla söyledikleri makamların hepsi Süryani kilisesinde mevcuttur. Birçok kitapta Asurluların müziğe verdikleri önemden bahsedilmektedir. Diğer topluluklar bu müziklerden son derece etkilenmiştir. Her ne kadar halk ezgi ve çalgılarının ilk Süryanilerce reddedilip uzun bir süre kilise müziğine girememiş ise de tapınaklarda yapılan müzikli dini tören ve eğlencelerden sonra kiliseye de girmeye başlamıştır. Son yıllarda Avrupa’da Süryaniler arasında müzik kültürüne sahip çıkan sanatçılar çıkmış ve çeşitli albümler yayınlanmışlardır. İnternette bu sanatçılara ait şarkı örneklerini bulabilirsiniz.

Anadolu’nun Solan Rengi Süryaniler ve Süryani Halk Ezgileri – Traditional Assiryan Music, Diğer Müzikler – Dünyadan Sesler,  Süryani Halk Müziği,  Süryani Müziği,  Süryani Müzikleri,  Süryaniler,  Traditional Assiryan Music

WALTER BENJAMIN: HER KÜLTÜR ÜRÜNÜ, AYNI ZAMANDA BİR BARBARLIK BELGESİ…

SON BAKIŞTA AŞK: TARİH KAVRAMI ÜZERİNE Galip gelenle! Hükmedenlerin hepsi de, kendilerinden önce galip gelmiş olanların mirasçısıdır. O halde galiple duygudaşlık, daima hükmedenlerin işine yarar.

I. Satranç oynayan bir otomattan çok söz edilmiştir. Rakibinin her hamlesine en doğru cevabı vererek oyunu mutlaka kazanan bir otomat. Ağzında nargilesi, geleneksel Türk giysileri içinde bir kukla, geniş bir masanın üstündeki satranç tahtasının başında otururdu. Yanlardaki aynalar, nereden bakılırsa bakılsın masanın altını boşmuş gibi gösteriyordu. Aslında aşağıda satranç ustası kambur bir cüce vardı; iplerle kuklanın kollarını oynatıyordu. Bu aygıtın bir de felsefi karşılığı düşünülebilir: “Tarihsel maddecilik” adlı kukla daima kazanacaktır. Her oyuncuyla çekinmeden karşılaşabilir, yeter ki, bugün besbelli şekilsiz bir cüceye dönmüş, zaten gözden uzak durması gereken teolojiyi hizmetine alsın.

II. “İnsanın en dikkate değer özelliklerinden biri,” diyor Lotze, “tek tek bunca bencilliğin yanı sıra, yaşadığı ânın yarına hepten kayıtsız kalmasıdır.” “Düşününce görürüz ki, mutluluk imgemiz baştan başa, kendi varoluşumuzun bizi bir kere içine sürüklediği zamanın renklerini almıştır. Bizde imrenme duygusu uyandıracak mutluluk, sadece solumuş olduğumuz havada vardır; bazı insanlarla konuşabilirdik, bazı kadınlar kendilerini bize verebilirlerdi, orada… Başka bir deyişle, mutluluk imgemiz ayrılmaz biçimde kurtarma ve kurtarılma imgemizle birliktedir. Tarihin konusu olan geçmiş imgemiz için de böyledir bu. Geçmiş, gizli bir zaman dizini taşır; ona kurtulma kapısını açan budur. Eskileri kuşatmış olan havanın soluğu bize değip geçmez mi? Kulak verdiğimiz seslerde, artık susmuş olanların yankısı yok mudur? Kur yaptığımız kadınların tanımadıkları kızkardeşleri olmamış mıdır? Böyleyse eğer, bizimle geçmiş kuşaklar arasında gizli bir anlaşma var demektir: Bu dünyada bekleniyorduk biz. Daha önceki her kuşak gibi biz de zayıf bir Mesiyanik güçle donatılmışız, geçmişin üstünde hak iddia ettiği bir güç… Bu iddianın karşılığını vermek kolay değildir. Tarihsel maddeci bunun farkındadır.

III. Olayları önemlerine göre ayırt etmeden sayıp döken vakanüvis, şu doğrudan yola çıkar: Hiçbir olay tarih için kaybolmuş sayılamaz. Oysa, ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişine tümüyle sahip çıkabilir. Bu demektir ki, ancak kurtulmuş bir insanlık geçmişini bütün anlarıyla zikredebilir. Yaşanmış her an artık bir citation à l’ordre du jour‘a dönüşür. Bu, Hüküm Günü‘dür.

IV. Önce karnınızı tok, sırtınızı pek tutmaya bakın; Tanrı‘nın Ülkesinin kapıları önünüzde kendiliğinden açılacaktır. —HEGEL, 1807 Marx’dan feyz almış tarihçinin her zaman göz önünde tuttuğu sınıf mücadelesi, kaba ve maddi şeyler için yapılan bir mücadeledir. Bunlar olmadan incelmiş ve manevi şeyler de olamaz. Yine de sınıf mücadelesinde bu değerler, galibin payına düşen bir ganimet gibi çıkmaz ortaya. Umut, cesaret, mizah, kurnazlık ve azimkârlıkta hayat bulurlar. Geçmişin derinliklerine uzanır etkileri: Hâkim olanın her zaferini yeni baştan sorgularlar. Çiçeklerin yüzlerini güneşe dönmesi gibi, geçmiş de gizemli bir güneş tutkusunun verdiği şevkle, tarihin ufkunda yükselen güneşe uzanmak için çabalar. Tarihsel maddeci, bu göze görünmez dönüşümün farkında olmalıdır.

V. Geçmişin gerçek imgesi uçucudur. Geçmiş ancak, bir daha görünmemek üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak yakalanabilir. “Hakikat bizden kaçamaz”: Gottfried Keller‘in bu sözleri, historisizmin tarih anlayışında, tarihsel maddeciliğin tam da darbe indireceği noktaya işaret ediyor. Çünkü geçmiş imgesi, onda kendini amaçlanmış olarak bulmayan her bugünle birlikte, yitip gitme tehdidi taşır; bu imge bir daha geri getirilemez. (Tarihçi geçmişe bakıp hararetle müjdeler verirken, belki de ağzını açtığı anda artık boşa konuşmaktadır.)

VI. Geçmişi tarihsel olarak kurmak “onu gerçekten olmuş olduğu gibi” tanımak değil, tehlike ânında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir. Tarihsel maddeciliğin meselesi, tehlike ânında tarihsel öznenin karşısında beklenmedik bir şekilde beliriveren geçmiş imgesini alıkoymaktır. Geleneğin hem kendi varlığı, hem de onu devralanlar tehlikededir. Her ikisi de aynı tehdit altındadır: Hâkim sınıfın aleti durumuna düşmek. Geleneği, onu hükmü altına almak üzere olan konformizmin elinden çekip almak, her dönemde yeni baştan girişilmesi gereken bir çabadır. Mesih sadece kurtarıcı olarak değil, aynı zamanda Deccal’e boyun eğdirmek üzere gelir. Düşman kazanacak olursa, ölüler bile payını alacak bundan. Ancak bu endişeyi içinde duyan tarihçi, geçmişteki umut kıvılcımlarını alevlendirme yetisine sahiptir. Ve düşman kazanmaya devam ediyor hâlâ.

VII. Düşünün karanlığı ve acı soğuğu Feryatların yankılandığı bu vadide —BRECHT, Üç Kuruşluk Opera

Bir çağı yeniden yaşamak isteyen tarihçiye Fustel de Coulanges‘ın öğüdü, tarihin sonraki akışı hakkında bildiklerini tümüyle bir kenara bırakmasıdır. Tarihsel maddeciliğin karşısına aldığı yöntemin bundan iyi tanımı olamaz. Bu bir duygudaşlık, bir empati yöntemidir. Kaynağını acedia’da, atalette bulur; tarihin bir an parlayıp sönen gerçek imgesini yakalayıp sahiplenme umudunu taşımaz. Ortaçağ teologları bunu hüznün ilk nedeni sayarlardı. Bu duyguyu tanımış olan Flaubert şöyle yazıyor: “Peu de gens devineront combien il a fallu être triste pour ressusciter Carthage.” Historisist tarihçinin aslında kiminle duygudaş olduğu sorusu ortaya atıldığında, bu hüznün niteliği daha da açığa çıkar. Cevap belli: Galip gelenle! Hükmedenlerin hepsi de, kendilerinden önce galip gelmiş olanların mirasçısıdır. O halde galiple duygudaşlık, daima hükmedenlerin işine yarar. Tarihsel maddeci için bunun anlamı yeterince açıktır. Bu âna kadar hep galip gelenler, bugün hükmedenlerin altta kalanları çiğneyerek ilerlediği zafer alayında yerlerini alırlar. Her zamanki gibi ganimetler de alayla birlikte taşınır. Kültürel zenginlik denir bunlara. Ama tarihsel maddeci zafer alayını temkinli bakışlarla uzaktan izler. Çünkü bu kültürel zenginlikler, hiç istisnasız, dehşet duygusuna kapılmadan düşünülemeyecek bir kökene sahiptir. Varlıklarını sadece onları yaratan büyük dehaların çabalarına değil, aynı zamanda o çağda yaşamış adı sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetlere de borçludurlar. Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan. Bu yüzden tarihsel maddeci, kendini bundan olabildiğince uzak tutar. Kendine biçtiği görev, tarihin havını tersine taramaktır.

VIII. Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız “olağanüstü hal” istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir. Böylece, faşizme karşı mücadelede daha iyi bir konuma ulaşacağız. Faşizm, talihini biraz da, hasımlarının ilerleme adına onu tarihsel bir norm gibi görmelerine borçludur. Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın “hâlâ” nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir. Bu şaşkınlık bizi, herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç tabii: Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı.

IX. Hazırım kanat çırpmaya “Dönsem,” derim, “dönsem geriye” Bir an daha kalırsam burada Korkarım hiç dönemem diye. —GERHARD SCHOLEM, “Meleğin Selamı”

Klee’nin “Angelus Novus” adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek… Ama Cennet’ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.

X. Manastır nizamının rahipler için öngördüğü tefekkür konuları, dünya işlerinden sırt çevirtmeye yönelikti. Burada izlediğimiz düşünce tarzı da benzer bir tespitten yola çıkıyor. Faşizm karşıtlarının umut bağladığı politikacıların bozguna uğradıkları, kendi davalarına ihanet ederek yenilgilerini daha da pekiştirdikleri bir anda, politika dünyasına gömülmüş insanı içine düşürüldüğü bu ağdan kurtarmayı amaçlıyor. Politikacıların kör bir inatla sürdürdükleri ilerleme imanı, “kitle temelleri”ne duydukları o sonsuz itimat ve nihayet kölece bir boyun eğişle denetlenemez bir aygıta tabi olmaları, aslında aynı şeyin üç ayrı görünüşüdür. Değerlendirmemiz bu tespitten yola çıkar ve alışkın olduğumuz düşünce tarzının, politikacıların inatla bağlı kaldıkları anlayışla her türlü alışverişi kesen bir tarih anlayışına ulaşabilmek için ödenmesi gereken bedelin büyüklüğü hakkında bir fikir verebilmek ister.

XI. Konformizm, başından beri bir parçası olduğu Sosyal Demokrasi’nin sadece siyasi taktiklerinde değil, ekonomik görüşlerinde de kendini gösterir. Sosyal Demokrasi’yi sonradan çöküşe sürükleyen nedenlerden biri de odur. Hiçbir şey Alman işçi sınıfını, akıntıyla birlikte hareket ettiği kanısı kadar yozlaştırmadı. Teknolojik gelişme, işçi sınıfının da içinde birlikte yol aldığını sandığı ırmağa hız veren bir eğim olarak görüldü. Bu noktadan, teknolojik ilerlemeyle birlikte yürüyen fabrika işçiliğinin kendi başına siyasi bir kazanım olduğu yanılsamasına sadece bir adım kalmıştı. Eski Protestan çalışma ahlakı, Alman işçileri arasında bu kez dünyevi bir kılıkta yeniden hayat buldu. Bu akıl karışıklığının izleri, emeği “tüm zenginlik ve kültürün kaynağı” olarak tanımlayan Gotha Programı‘na kadar uzanır. Burada bir bit yeniği sezen Marx bu görüşe karşı çıkmış, kendi emek gücünden başka hiçbir şeye sahip olmayan insanın, “zorunlu olarak, mülk sahibi konumuna gelenlerin kölesi olacağı“nı söylemişti. Buna rağmen kafa karışıklığı giderek yayıldı. Çok geçmeden Josef Dietzgen “çalışmanın çağımızın kurtarıcısı olduğu”nu tüm dünyaya müjdeliyordu: “Emeğin koşullarındaki… iyileşme… şimdiye kadar hiçbir kurtarıcının başaramadığını sonunda gerçekleştirebilecek bir zenginlik ortaya çıkarmaktadır.” Bu kaba Marksizm yorumu, emek işçilerin tasarrufunda olmadığı halde, ürünlerinin nasıl olup da onların yararına olacağı sorusunu pek dikkate almaz. Gözünü doğaya hâkim olma sürecindeki ilerlemeye dikip, toplumsal gerilemeyi fark etmez. Daha sonra faşizmde karşımıza çıkacak teknokratik eğilimler burada şimdiden görünmektedir. Bunlardan biri de, 1848 Devrimi öncesindeki sosyalist ütopyalardan uğursuzca farklılaşan bir doğa anlayışıdır. Bugün emekten anlaşılan, doğanın sömürülmesi demek. Safça bir gönül rahatlığıyla, doğa sömürüldükçe proletarya sömürüden kurtulur sanılıyor. Fourier’nin bunca alay konusu olmuş fantezileri, bu pozitivist anlayışla karşılaştırıldığında, son derece makul görünür. Fourier’ye göre, toplumsal emeğin uygun kullanımı sayesinde gecelerimizi dört tane ay aydınlatacak, kutuplardaki buzlar eriyip gidecek, deniz suyu tuzundan arınacak, vahşi hayvanlar bile insanın hizmetine girecekti. Tüm bunlar, doğayı sömürmek şöyle dursun, doğanın bağrında uyuklamakta olan yaratıcı imkânları harekete geçirecek bir emeğe işaret eder. Halbuki, yozlaştırılmış emek kavramının ayrılmaz bir parçası Dietzgen’in ifadesiyle “sebil” olan doğadır.

XII. Tarih gerek bize, ama bilgi bahçesinde başıboş gezinen aylağınkinden farklı bu ihtiyaç. —NIETZSCHE, Tarihin Hayat İçin Yarar ve Sakıncaları Üzerine

Tarihsel bilginin öznesi, mücadele içindeki ezilen sınıfın kendisidir. Marx bu sınıfı, tüm mazlum kuşakların öcünü alarak kurtuluş davasını sonuca ulaştıran son köleleştirilmiş sınıf olarak ele alır. Spartakistlerle birlikte bir an için yeniden hayatiyet kazanan bu bilinç, oldum olası Sosyal Demokrasi’ye itici gelmiştir. Blanqui’nin önceki yüzyılı yerinden oynatan adını Sosyal Demokrasi otuz yıl içinde hafızalardan silmeyi neredeyse başardı. İşçi sınıfı için gelecek kuşakların kurtarıcısı rolünü yeterli sayarak, ona güç veren en büyük kaynaklardan birini kuruttu. Bu eğitim sınıfa hem nefreti hem de fedakârlık duygusunu unutturdu. Çünkü her iki duygu da, köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle beslenir, torunlarımızın kurtarılması idealiyle değil.

XIII. Her geçen gün davamız daha netleşiyor, halk daha uyanıyor. —JOSEF DIETZGEN, Sosyal Demokrat Felsefe

Sosyal Demokrasi kuramı, özellikle de pratiği, gerçekliğe sadık kalmak yerine dogmatik iddialarda bulunan bir ilerleme anlayışı tarafından biçimlendirilmiştir. İlerleme denince Sosyal Demokratların kafasında öncelikle canlanan, insanlığın kendisinin ilerlemesiydi (sadece bilgi ve yeteneklerinin değil). İkincisi, ilerleme sonu olmayan bir şeydi (insanlığın sonsuz yetkinleşme gücüne denk düşüyordu). Üçüncüsü, pek karşı konulamaz bir şeydi (kendi dinamiğiyle çizgisel ya da sarmal bir yol izliyordu). Bunların hepsi de tartışmalı, eleştiriye açık iddialardır. Ama işin temeline inildiğinde, eleştiri bu iddiaların ötesine geçmeli, hepsinde ortak olan bir şeye yönelmelidir. Tarihsel ilerleme kavramı, insanlığın homojen ve boş bir zaman içinde durmadan yol aldığı tasavvurundan ayrıştırılamaz. İşte bu tasavvurun eleştirisi, ilerleme kavramının her eleştirisine temel oluşturmak zorundadır.

XIV. Köken, hedeftir. —KARL KRAUS, Manzum Sözler I

Tarih, bir inşa faaliyetinin nesnesidir: Yapı, homojen ve boş bir zamanda değil, “şimdi’nin zamanı“nın* doldurduğu bir zamanda yükselir. Nitekim Robespierre için eski Roma, tarihin sürekliliğinden koparıp aldığı, “şimdi’nin zamanı“yla yüklü bir geçmişti. Fransız Devrimi kendisini eski Roma’nın tekrarı olarak görmüştü. Tıpkı modanın eski giysilere başvurması gibi o da eski Roma’ya başvurmuştu. Moda hep geçmişin ormanlarında avlanıp güncel olanı yakalar, bir kaplan sıçrayışıyla. Ne var ki, geçmişe doğru bu sıçrayış, kuralları hâkim sınıfın koyduğu bir arenada gerçekleşir. Aynı hamle, tarihin geniş ufkunda diyalektik bir nitelik kazanır. İşte Marx devrimden bunu anlıyordu.

XV. Tarihin sürekliliğini parçalama bilinci, eylem ânındaki devrimci sınıflara özgüdür. Büyük Fransız Devrimi kendi takvimini de yaratmıştı. Her takvimin ilk günü, tarih içinde zamanın akışını değiştiren bir makine işlevi görür. Bayram günleri olarak, anma günleri olarak tekrar tekrar karşımıza çıkan aslında hep aynı gündür. Yani takvimler zamanı, saatler gibi ölçmez. Onlar, son yüzyılda Avrupa’da en ufak bir izi kalmamış görünen bir tarih bilincinin anıtlarıdır. Oysa Temmuz Devrimi sırasında gerçekleşen bir olay, o dönemde bu bilincin hâlâ yaşadığını gösteriyordu. Çatışmaların başladığı günün akşamı, Paris’in birçok mahallesinde saat kulelerine ateş açıldığı görüldü, birbirinden habersiz ve aynı anda. Görgü tanığı bir şair, biraz da kafiye aşkıyla, olayın anlamını yakalamıştı: Amma garip şey! Yeni Yeşualar, yaşamak için ânı, Durduramayınca başka türlü akıp giden zamanı, Kurşunlamışlar kulelerdeki akrebi, yelkovanı.

XVI. Bir geçiş olmayan, zamanın onda durduğu ve onun tarafından üstlenildiği bir bugün kavramı, tarihsel maddeci için vazgeçilemezdir. Çünkü bu kavrayış, tam da onun kendisi için tarih yazmakta olduğu bugünü tanımlar. Historisizm “ezeli ve ebedi” bir geçmiş sunar; tarihsel maddecinin geçmişle ilişkisi ise tekil ve benzersiz bir yaşantıdır. Tarihsel maddeci, historisizm batakhanesindeki “evvel zaman içinde” adlı fahişeyle gücünü tüketmeyi başkalarına bırakır. Sahip olduğu kuvvetlerin efendisi olarak kalır: Erkekliğini tarihin sürekliliğini parçalamaya saklar.

XVII. Historisizm eninde sonunda evrensel tarihe varır. Maddeci tarih yazımının yöntem açısından belki de en belirgin biçimde ayrıldığı anlayıştır evrensel tarih. Kuramsal donanımdan yoksundur. Yöntemi bir toplama işleminden ibarettir; homojen ve boş zamanı doldurabilmek için olgu yığınları devşirir. Buna karşılık, maddeci tarih yazımı kurucu bir ilkeye dayanır. Düşünme sadece düşüncelerin akıp gitmesi değil, aynı zamanda akışın durdurulup düşüncelere el konmasıdır. Düşünce birdenbire gerilimlerle yüklü bir kümelenmede durduğunda, onu şiddetle sarsar, kendisi de bu sarsıntıyla kristalize olur, bir monada dönüşür. Tarihsel maddeci, ancak karşısına bir monad olarak çıkan tarih konularını ele alabilir. Bu yapı içinde, olup bitenin Mesiyanik bir müdahaleyle durduruluşunun işaretini yakalar. Başka bir deyişle, baskı altındaki geçmiş uğruna verilen devrimci mücadele için bir başarı imkânı görür. Belli bir dönemi tarihin homojen akışından kopartıp almak için değerlendirir bu imkânı; böylece o dönemden belli bir hayatı, tüm bir ömürden de bir yapıtı çekip çıkartır. Bu yöntem sayesinde yapıtın içinde tüm bir ömür, ömrün içinde dönem, dönemin içinde tüm tarih akışı hem korunmuş hem de yadsınarak aşılmış olur. Tarihsel kavrayışla olgunlaşan besleyici meyvenin içinde nadide ama tatsız bir tohumdur zaman.

XVIII. “Homo sapiens‘in elli bin yıldan ibaret tarihi,” diyor çağdaş bir biyolog, “yeryüzündeki organik hayatın tarihiyle karşılaştırıldığında, yirmi dört saatlik bir günün ancak son iki saniyesi kadardır. Uygar insanın tarihi ise böyle ölçüldüğünde, son saatin son saniyesinin beşte birini ancak kaplar.” Mesiyanik zamanın bir modeli olarak, tüm insanlık tarihini muazzam bir kısaltmayla içinde taşıyan şimdi’nin zamanı, tamı tamına insanlık tarihinin evrendeki yerine denk düşer.

EK

A Historisizm, tarihin çeşitli anları arasında bir nedensellik ilişkisi kurmakla yetinir. Ama hiçbir olgu sırf bir neden oluşturduğu için tarihsel sayılmaz. Bir olgu ancak sonradan, binlerce yıl uzağındaki olaylar aracılığıyla tarihsellik kazanır. Bundan yola çıkan tarihçi, olaylar dizisini tespih çeker gibi peşpeşe sıralamaktan vazgeçecektir. Bunun yerine, yaşadığı dönemin çok belli bir dönemle oluşturduğu kümenin farkına varır. Böylece kurulan bugün kavramı, içinde Mesiyanik zaman kırıntılarının uçuştuğu “şimdi’nin zamanı“dır.

B Zamanın nelere gebe olduğunu keşfetmeye çalışan kâhinler, onu ne homojen ne de boş bir şey olarak görürlerdi. Bunu akılda tutan kişi, hatırlama ânında geçmiş zamanla kurulan ilişkinin de tıpkı böyle bir yaşantı olacağını anlayabilir belki. Yahudilere kehanetin yasaklandığı bilinir. Buna karşılık, Tora ve dualar onlara hatırlamayı öğretir. Kâhinlerden bilgi umanların kapıldığı gelecek büyüsü onlar için bozulmuştur. Ama bu, geleceği Yahudiler için homojen ve boş bir zaman haline getirmez. Çünkü onlar için zamanın her saniyesi, Mesih’in açıp girebileceği dar bir kapıdır.

Walter Benjamin Son Bakışta Aşk Yayına Hazırlayan: Nurdan Gürbilek Walter Benjamin’den Seçme Yazılar Metis Seçkileri

GUSTAV JUNG: YALNIZLIK, İNSANIN ÇEVRESİNDE İNSAN OLMAMASI DEMEK DEĞİLDİR!

Çocukken kendimi yalnız hissederdim; hâlâ da öyle hissediyorum çünkü bazı şeyleri biliyorum ve bunları hiç bilmedikleri ya da bilmek istemedikleri anlaşılan insanlara bazı ipuçları vermeye çalışıyorum. Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder.

GEÇMİŞE BAKIŞ

Bana hikmet sahibi ya da bilge denmesini kabul edemem. Birisi bir ırmaktan bir avuç su çıkardı. Bunun ne anlamı var? Ben o ırmak değilim, ırmaktayım ve hiçbir şey yapmıyorum. Başka insanlar da orada ve çoğu onunla bir şeyler yapmak zorunda olduklarını hissediyorlar. Bense hiçbir şey yapmıyorum. Kuru dalların üzerinde güller açtırmam gereken kişi olduğumu hiç düşünmedim. Durup doğanın neler yapabildiğini hayranlıkla izliyorum. Güzel bir eski öykü vardır. Bir gün bir öğrencisi hahama gitmiş ve, “Eskiden Tanrı’nın yüzünü gören insanlar varmış. Neden artık görmüyorlar?” diye sormuş. Haham da, “Çünkü bugün artık kimse o kadar eğilemiyor,” diye yanıt vermiş. Irmaktan su çıkarabilmek için biraz eğilmek gerekir.

Çoğu insanla aramdaki fark, benim gözümde, “ara duvar”ların saydam oluşu. Benim özelliğim bu. Başkalarına göre bu duvarlar öylesine kalın ki, arkasında bir şey göremedikleri için hiçbir şey yok sanıyorlar. Duvarların ardında olup bitenleri bir dereceye kadar algılayabiliyorum ve bu benim içimden emin olmamı sağlıyor. Hiçbir şey görmeyenler emin değiller ve bu nedenle sonuçlara varamıyorlar ya da varsalar bile ipuçlarına güvenmiyorlar. Yaşam ırmağını algılamamı neyin başlattığını bilmiyorum. Büyük bir olasılıkla bilinçdışının kendisi ya da gördüğüm ilk düşler başlattı. Başlangıçta yolumu saptayan onlardır.

Duvarların arkasında da işlemler olduğunu erken öğrenmem dünyayla ilişkimi biçimlendirdi. Özünde o ilişki, çocukluğumda neyse şimdi de öyle. Çocukken kendimi yalnız hissederdim; hâlâ da öyle hissediyorum çünkü bazı şeyleri biliyorum ve bunları hiç bilmedikleri ya da bilmek istemedikleri anlaşılan insanlara bazı ipuçları vermeye çalışıyorum. Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder. Bu duygu ilk düş deneyimlerimle başladı ve doruğuna, bilinçdışı üzerinde çalıştığım dönemde ulaştı. Bir insan başkalarından daha çok şey biliyorsa yalnızlaşır ama bu, o insanın arkadaşlığa düşman olduğu anlamına gelmez çünkü arkadaşlık konusunda hiç kimse yalnız bir insandan daha duyarlı olamaz ve arkadaşlık ancak, her insan kendi bireyselliğini unutup başkalarınla özdeşleşmeye kalkmazsa gelişir.

Bilinmeyen bir şeyi hissetmek ve bir gize sahip olmak önemlidir. Bu, yaşamı öznel olmayan bir şeyle, yani bir numinous’la doldurur. Böyle bir şey yaşamamış bir insan, önemli bir şeyi yaşamamış olur. Bir insanın, bazı açılardan gizemli bir dünyada yaşadığını, açıklanamayan bazı şeylerin olduğunu ve bunların yaşanabildiğini ve olan her şeyin anlaşılamayacağını hissetmesi gerekir. Beklenmedik ve inanılmaz şeyler vardır bu dünyada. Ancak o zaman yaşam bir bütün olur. Dünya benim gözümde baştan beri ucu bucağı olmayan, anlaşılmaz bir yer oldu.

BENİ ANLAMADIKLARINI ANLADIĞIMDA, İLETİŞİM KURMAKTAN VAZGEÇTİM

Düşüncelerim beni çok zorladı. İçimde bir şeytan vardı ve varlığı sonunda kanıtlandı. Beni gücünün altına aldı ve bazen fazla cüretkâr olduysam bunun nedeni onun etkisi altında olmamdı. Bir noktaya ulaştığımda durmasını hiç bilemedim. Düşüncelerimi yakalayabilmem için sürekli bir telaş içindeydim. Çağdaşlarım, doğal olarak, görüşümü kavrayamadıkları için onların gözünde, boş yere durmamacasına koşturan biri diye nitelendirildim. Beni anlamadıklarını anladığımda, iletişim kurmaktan hemen vazgeçtiğim için birçok insanı kırdım. İlerlemem gerekiyordu. Hastalarımın dışında, insanlara karşı sabırlı olamadım. Bana uygulanan ve seçme özgürlüğümü elimden alan içimdeki bir yasaya uymak zorundaydım ama kuşkusuz, her zaman ona uyamadım. Hangimiz yaşam boyu tutarlı olabiliriz ki? İç dünyama uydukları sürece bazı insanlar için hep vardım ve onlara kendimi yakın hissederdim, ama sonra beni onlara bağlayan bir şey kalmazsa onlardan kopardım.

İnsanların bana söyleyecek bir şeyleri kalmasa da varlıklarını sürdürdüklerini öğrenmem hiç de kolay olmadı. Birçok insanda beni heyecanlandıran insanca bir canlılık buldum ama bu heyecanı psikolojinin büyülü dairesi içinde kaldıkları sürece duyuyor, bir an sonra, onları aydınlatan projektör başka bir yöne döndüğünde artık görülecek bir şey bulamıyordum. Birçok insana karşı yoğun bir ilgi duydum ama içlerini okur okumaz ilgim sönerdi. Bu yüzden çok düşman edindim. Yaratıcı bir insan, yaşamını çok az denetleyebilir. Özgür değildir. Şeytan’ı onun elini kolunu bağlar ve onu yönetir.

Ayıptır bir güç yüreğimizi söküp alır. Nedeni, gökyüzündekilerin her birinin, bizden özveri istemesi kalsaydı, hiç de iyi olmazdı. HÖLDERLIN

Özgür olmamam beni çok üzdü. Çoğu zaman kendimi bir savaş alanındaymışım gibi hissettim. Kendime, “Bak arkadaş, sen yere düştün ama benim ilerlemem gerekli çünkü, ‘…ayıp ama, bir güç yüreğimizi söküp alıyor’. Seni seviyorum gerçekten, ama kalamam. İnsanın şu an için yüreği parçalanıyor. Kurban olan benim. Kalamıyorum ama Şeytan işleri öyle ayarlıyor ki, insan bunu da atlatıyor ve kutsanmış tutarsızlık, ‘ihanetime’ karşın, kuşku duyulmayacak denli sadakatımı da korumamı sağlıyor,” diyordum. Sanırım şöyle diyebilirim: İnsanlara başkalarından hem daha çok hem de daha az gereksinmem var. Şeytan işbaşında olduğunda, insan ya çok yakın ya da çok uzaktır. İnsan ancak, o suskunken ılımlı olabilir.

Yaratıcılık şeytanı bana çok acımasız davrandı. Her zaman ve her yerde olmasa da, en çok, tasarladığım sıradan atılımlarımda zorlandım. Sanırım, bu durumları tutucu yönümle telafi ettim. Pipomu hâlâ, büyükbabamın tütün kabından doldururum. O zamanlar yeni açılmış bir ılıca olan Pontresina’dan getirdiği, sapı dağ keçisi boynuzdan yapılma bastonunu da saklıyorum.

Yaşamımın izlediği yoldan memnunum. Dolu dolu yaşadım ve çok şey aldım. Bu kadarını nasıl umabilirdim ki? Sürekli beklemediğim şeyler oldu. Ben farklı olsaydım birçok şey de farklı olurdu, ama her şey olması gerektiği gibi oldu çünkü ben benim. Birçok planım gerçekleşti ama her zaman bana yararı olmadı. Her şey doğal ve kaderime uygun gelişti. Yaptığım, inatçılığımdan kaynaklanan saçmalıklara pişmanım ama o niteliğim olmasa amacıma ulaşamazdım. Bu nedenle, hem düş kırıklığı içindeyim hem de değilim. İnsanlar da, kendim de, beni düş kırıklığına uğrattılar ama onlardan şaşırtıcı şeyler öğrendim. Kendimden umduğumdan çok daha fazlasını gerçekleştirdim. Yaşam ve insan olguları çok geniş kapsamlı oldukları için sonuç diyebileceğim bir yargıya varamam. Yaşım ilerledikçe kendimi giderek daha az anlamaya ve daha az tanımaya başladım. Kendimle ilgili iç görüşüm de azaldı.

TÜMÜYLE EMİN OLDUĞUM, TÜMÜYLE İNANDIĞIM BİR ŞEY DE YOK!

Kendime şaşıyorum; kendimden memnunum ve kendimden düş kırıklığına uğradım. Dertliyim, yitiğim ve coşkuluyum. Bunların tümüyüm. Bunların toplamının ne olduğunu da bilmiyorum. Mutlak bir değeri ya da değersizliği saptama niteliğim yok. Kendimle ve yaşamımla ilgili bir yargım da. Tümüyle emin olduğum hiçbir şey yok. Tümüyle inandığım bir şey de gerçekten yok. Tek bildiğim, doğduğum ve var olduğum. Bana sürüklendim gibi geliyor. Bilmediğim bir şeyin temelinin üzerinde varlığımı sürdürüyorum ama tüm bu belirsizliklere karşın, tüm varoluşun sağlam bir temele dayandığını ve onun bende de sürdüğünü hissedebiliyorum.

Doğduğumuz dünya çok acımasız, ama aynı zamanda ilahî bir güzelliği var. Anlamlı oluşunun mu, yoksa anlamsızlığının mı ağır bastığına karar vermek, insanın yapısına bağlı. Anlamsızlık tümüyle baskın çıksaydı, gelişmek için attığımız her adımda, yaşamın anlamı büyük bir oranda değerini yitirirdi. Ama böyle değil ya da bana öyle geliyor. Büyük bir olasılıkla, tüm metafizik sorunsallarında olduğu gibi, her ikisi de doğru. Yaşam anlam ve anlamsızlık demek ya da yaşamda anlamlar ve anlamsızlıklar var. Anlamın ağır basıp zaferi kazanmasını kaygılı bir umutla yürekten istiyorum.

Lao-tzu, “Her şey apaçık, bulanık gören benim,” demekle, benim bu ileri yaşımda hissettiklerimi ifade etmiş. Lao-tzu, olağanüstü bir içgörüşle değeri ve değersizliği görmüş ve yaşamış ve yaşamının sonunda kendi benliğine, yani sonsuz bilinmeyen anlama dönmeyi arzu eden bir insana iyi bir örnektir. Yeterince şey görmüş yaşlı adam arketipi sonsuza dek gerçek kalacak. Her entelektüel düzeyde bu tip ortaya çıkar ve yaşlı bir köylü de olsa, Lao-tzu gibi büyük bir filozof da olsa, kimliği her zaman aynıdır. Bu, yaşlılık ve kısıtlanma demek, ama beni dolduran öylesine çok şey var ki: bitkiler, hayvanlar, bulutlar, gece ve gündüz ve insandaki ölümsüzlük, tümü. Kendime olan güvenim azaldıkça, her şeyle kan bağım olduğu duygusu artıyor. Aslında bana, beni dünyadan uzun bir süre ayıran yabancılaşma iç dünyama kaydı ve beni beklenmedik bir biçimde kendimden uzaklaştırdı gibi geliyor.

Carl Gustav Jung Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi) Almanca Aslından Çevireniris Kantemir, Can Yayınları

ELIAS CANETTI: DUYDUĞUM İLK CİNAYET, BİR TÜRKÜN BİRİNİ KISKANÇLIKTAN ÖLDÜRDÜĞÜ OLAYDI

Türk Evi İki Dede

Bazen, Canetti Dede dükkanda olduğunda, babaanneme saygılarımı sunmak üzere beni onun evine götürürlerdi. Babaannem Türk divanında oturmuş, sigara ve koyu kahve içiyor olurdu. Hep evde oturur, hiç dışarı çıkmazdı; onu evin dışında gördüğümü hiç anımsamıyorum. Adı Laura’ydı ve tıpkı Dedem gibi Adrianople’dan gelmeydi. Dedem ona, “altın” anlamına gelen “Oro” adını takmıştı, Babaannemin adını hiçbir zaman anlayamadım. Akrabalar arasında en fazla Türk kalan oydu. Divanından hiçbir zaman kalkmazdı, hatta oturacağı yere nasıl gittiğini bile bilemiyorum, çünkü onu yürürken hiç görmedim. Zaman zaman göğüs geçirir, bir fincan kahve daha, bir sigara daha içerdi. Beni ağlamaklı bir sesle karşılar, hiçbir şey söylemez, gene inleyerek uğurlardı. Beni getirene söyleyeceği birkaç yakınma tümcesi olurdu mutlaka. Belki hasta olduğunu sanıyordu, belki gerçekten hastaydı, ama şurası kesin ki, onda bir doğulu tembelliği vardı, ayrıca, şeytani bir canlılığı, neşesi olan büyükbabamdan çok çekiyor olsa gerekti.

Ben o zamanlar bunu anlamıyordum gerçi ama, nerede, ne zaman ortaya çıksa, anında bütün dikkatler onun üzerinde toplanırdı; ailede herkes ondan korkardı, istediğinde acı gözyaşları döktürebilecek zalim, gaddar bir adamdı. Adını taşıyan torunlarıyla arası pek iyiydi. Dostlar ve tanışlar arasında, hatta bütün İspanyol Musevileri topluluğunda özellikle kadınların bayıldığı güzel sesiyle ünlüydü. Bir yere davet edildiğinde, Babaannemi hiç yanında götürmezdi; onun aptallığına ve sürekli yakınmalarına, inlemelerine dayanamazdı. Gittiği yerde hemen herkes etrafına toplanır, o da onlara kendisinin de kahramanı olduğu öyküler anlatırdı, özel durumlarda, şarkı söylemesi ricalarını kırmazdı.

Rusçuk’ta, Babaannemden başka pek çok şey Türk’tü. Öğrendiğim ilk çocuk şarkısı —”Manzanicas coloradas, !as que vienen de Stambol, “ “Küçük elmalar, kırmızı, kırmızı elmalar, İstanbul’dan gelenler”— Türk başkentinin adıyla son buluyordu, ayrıca bu kentin ne kadar büyük olduğunu duymuş, hemen kentimizde gördüğüm Türklerle bu kent arasında bir bağlantı kurmuştum. (Canetti Dedeyle babaannenin geldiği kent olan Adrianople’un Türkçe adı olan) Edirne’den sık sık söz edilirdi. Dedem, bitmek bilmeyen Türkçe şarkılar söylerdi, burada önemli olan bazı yüksek notaları boyuna uzatmaktı; ben, çok daha ateşli ve hızlı İspanyol şarkılarını yeğlerdim.

Evimizin yakınlarında, hali vakti iyi Türklerin evleri vardı; bu evleri, kadınları korumak için pencerelere konan sık aralıklı parmaklıklardan ya da kafeslerden tanırdınız. Duyduğum ilk cinayet, bir Türkün birini kıskançlıktan öldürdüğü olaydı. Arditti Dedenin evine giderken annem beni bu evlerden birinin önünden geçirirdi; bir gün bana yüksekte bir kafes gösterdi ve bir Türk kadınının orada dikilip yoldan geçen bir Bulgar’a bakmış olduğunu, Türkün, yani kocasının bunun üzerine gelip kadını bıçakladığını söyledi. Daha önce hiç ölü bir insanın ne demek olduğunu kavradığımı sanmıyorum. Ama annemle yaptığımız bu yürüyüş sırasında, bunun anlamını öğrendim. Yetkililerin yerde bir kan gölünün içinde bulduğu Türle kadınının oradan kalkıp kalkmadığım sordum. “Asla!” dedi annem. “Asla! Ölmüştü, anlıyor musun?” Duydum, ama anlamadım, yanıtım birkaç kez tekrarlamasına yol açacak şekilde aynı soruyu sordum durdum, sonunda annem sabrını yitirdi ve başka şeylerden konuşmaya başladı. Bu öyküde beni etkileyen tek şey, bir kan gölü içinde bulunmuş ölü kadın değil, adamdaki, cinayete yol açan kıskançlıktı. Bu kıskançlıkta, ilgimi çeken bir şey vardı, kadının kesinlikle ölüp ölmediği konusunda kafamda sorular belirmişti ama bu kıskançlık olgusunu hiç karşı koymadan kabul ediyordum.

DOSTOYEVSKİ’NİN KARAMAZOV KARDEŞLER KİTABININ TÜRKÇE ÇEVİRİLERİNDE SANSÜRLENEN BÖLÜM

Arditti Dedenin evine vardığımızda kıskançlık denen şeyi bizzat yaşadım. Biz onu haftada bir kez, Cumartesileri ziyaret ederdik. Çok büyük, kırmızımsı bir evde otururdu. Eve, sol tarafta bulunan büyük bir bahçe kapısından girilirdi, eski küçük bahçe, bizimkinden çok daha güzeldi. Kocaman bir dut ağacı bulunurdu burada; dalları alçak, tırmanılması kolaydı. Ağaca çıkmama hiç izin verilmezdi, ama Annem, tepedeki bir dalı bana göstermeden geçmezdi ağacın önünden; bu onun gizlenme yeriydi; genç kızken, kimse tarafından rahatsız edilmeden okumak istediğinde çıkar buraya otururdu. Elinde kitabıyla gizlice ağaca tırmanır, bir fare kadar sessiz otururdu, bunu da öylesine zekice yapardı ki, aşağıdan onu asla göremezlerdi, seslendiklerinde de kendini kitaba iyice kaptırmış olduğundan, duymazdı; bütün kitaplarını orada okumuştu. Dut ağacının yakınında bir yerde, eve çıkan basamaklar bulunurdu; oturulan odalar bizim evdekilerden daha yüksekteydi ama koridorlar karanlıktı. Bir sürü odadan geçer, sonunda ufak tefek, solgun bir adam olan ve her zaman atkılara, şallara bürünmüş, bir koltukta sıcacık oturan Dedemin bulunduğu sonuncu odaya ulaşırdık; Dedem hastaydı.

“Li besolas manos, Senor Padrel” derdi Annem. “Ellerinden öperim Beybaba!” Sonra beni itelerdi; ondan hoşlanmazdım, ama elini öpmek zorundaydım. Ne gülünç, ya da öfkeli, ne sevecen ya da adını taşıdığım diğer dede, büyükbaba gibi sertti; hiç değişmezdi, hep bir koltukta oturur, hiç kımıldamazdı, benimle hiç konuşmaz, bana bir şey vermez, yalnızca annemle bir iki tümce konuşurlardı. Derken ziyaretin son anı gelirdi, bundan nefret ederdim, hiç değişmezdi. Yapmacık bir gülümsemeyle bana kurnazca bakar, alçak sesle şu soruyu sorardı: “Hangimizi daha çok seviyorsun, Arditti Dedeyi mi, Canetti Dedeyi mi?” Yanıtı biliyordu, genç yaşlı herkes Canetti dedeye bayılıyordu, o herkesi büyülerdi ve hiç kimse, Arditti Dedeyi sevmezdi. Ama benden hakikati zorla söylememi ister, beni korkunç derecede mahcup bir duruma sokardı, bunda da hoşlanırdı, çünkü her Cumartesi aynı şey oluyordu. Önce hiçbir şey söylemez, çaresiz gözlerle ona bakardım, soruyu tekrar tekrar sorar, yalan söyleme gücümü toparlayıncaya dek yılmazdı; sonunda, “İkinizi de!” derdim. Bunun üzerine işaret parmağını havaya kaldırır ve gözdağı verircesine haykırırdı — bu ondan duyduğum tek yüksek sesti: “Fâlsu!” (Yalancı çocuk!) Bir de aksanlı a’yı uzatırdı bunu söylerken; sözcük hem uğursuz hem de yakınmalı gibi gelirdi bana, dalla dün onu ziyaret etmişim gibi duyuyorum şu anda bu sesi.

Odalar ve koridorlar boyunca yürürken yalan söylediğim için kendimi suçlu hissederdim, keyfim yerinde olmazdı. Ailesine sarsılmaz bir şekilde bağlı olan ve bu ziyaret töreninden vazgeçmeyi asla düşünmeyen annem de, aslında öteki dedeme yöneltilmiş olan ama yalnızca bana yüklenen bu suçlamayla beni her zaman karşı karşıya bırakmaktan biraz kendini suçlu hissediyor olsa gerekti. Kederimi unutturmak için beni bagtchi’ye, evin arkasındaki meyve ve gül bahçesine götürürdü. Orada bana kızlığında en sevdiği çiçekleri gösterir, onları derin derin koklardı, annemin hep titreyen geniş burun delikleri vardı. Gülleri koklayabilmem için beni kaldırırdı ve eğer olmuş meyve varsa, koparırdı, ama Dedemin bunu bilmemesi gerekiyordu, çünkü Sebt günüydü. Anımsayabildiğim en harikulade bahçe budur, pek bakımlı olmayan, birazcık aşırı büyümüş ağaçlar… Dedemin bu Sebt meyvelerini kopardığımızı bilmemesi koşulu, Annemin kendisinin de benim uğruma yasak bir şey yapmış olması, beni suçluluk duygumdan kurtarırdı herhalde, çünkü eve dönüşte neşeli olur, gene sorular sormaya başlardım.

Evde, Yeğen Laurica’dan, bu dedenin, bütün torunlarının diğer dedelerini daha çok sevmelerini kıskandığını öğrendim, bu kıskançlığın nedenini de bana çok gizli, büyük bir sır olarak verdi: O bir mizquin’di, tamahkâr bir adamdı, ama anneme söylememeliydim.

Elias Canetti Kurtarılmış Dil Bir Gençliğin Öyküsü Çeviren: Şemsa Yeğin (Payel Yayınevi)

ECE AYHAN: BÜTÜN HOCALARIMIZ, ANNELERİMİZ, BABALARIMIZ BİZE YALAN SÖYLEMİŞ

İçinde bulunduğum toplumla kapışan bir adamım ben. Türk edebiyatındaki bütün büyük yazarlar büyük aileye mensuptur. Tevfik Fikret’ in Abdülhamit’ e verdiği altı ya da sekiz tane şiiri vardır, buyur, benim kabahatim ne burada? Biz parasız yatılıyız. Sokak çocuğuyuz. Ağzımızın bozukluğu oradan geliyor. Deli kabul edilmişliğimiz oradan geliyor. Her şeye karşıyım. İki tekke vardı benim gençliğimde. Bir doğu tekkesi, Kemal Tahir’ in. Bir de batı tekkesi Sebahattin Eyüboğlu’ nun. Biz ikisine de gitmedik. Eyüboğlu benim için “Şiiri rahat bıraksın” demiş. Bırakır mıyım!

“Yurttan sesler korosuna karşıyım”

■ Neden kara şairsiniz ve karaşınlık nedir? Pek çok şeyi benim ortaya attığımı sanıyorlar, halbuki öyle değil. Karaşın sözlükte var, sarışının tersi! Ben karamsarım, aykırıyım ama siz benim yanıma gelin de ben aykırı olmayayım, diyorum.

■ Ya karaduygululuk? Aa o ayrı tabii. Ama ben iyimser olamam. Bütün hocalarımız, annelerimiz, babalarımız bize yalan söylemiş. Mesela, Baltacı Mehmet Paşa ve Katherina aynı mekanda bulunmamışlar bile! Fatih’ in gemileri karadan yürütmesi diye bir olay yok, adam akıllı; Haliç’ in sonunda tersane kurduruyor ve Bizans donanmasını haklıyor. Hazerfan Ahmet Çelebi cambazmış. Galata Kulesi’nden kendini atıyor, topuğunu kırıyor. Daha çok örnek var böyle. Hâlâ yalan söylüyorlar. Bak tarihe, biz sorumlu değiliz de, hayır! Hâlâ “sözde” diyorlar.

Siyasal’da okudunuz, iki-üç yıl kaymakamlık yaptınız. Devlet memurluğundan, resmiyet karşıtı bir şair, yazar olmaya nasıl geçtiniz? Zaten oradaydım ben. Şiir yazmaya Zeyrek Ortaokulu’ndayken başladım, iyi hocalarımız vardı. Kaymakamlığı bir arkadaşımın sayesiyle yaptım, dilekçelere imza atacaksın sadece, demişti. Aslında memurluğu istemiyordum.

■ Edebiyat dünyasına nasıl girdiniz? Ankara’ya 1953’te ilk gittiğimde, bir kültür derneği vardı. Bülent Ecevit de üye, daha politika filan yok hayatında. Orada akşam karatahta dersleri veriliyordu. Atonel müzik üzerine. Biz de oraya giderdik. Müzikte yapılan şey, şiirde niye yapılmasın diye geldi aklıma. Aykırılığı da anlatırdı bu, karalığı da anlatırdı. Bunun gibi bir sürü şey etkiledi beni.

■ Ecevit’le nasıl bir ilişkiniz vardı? Resim eleştirmenliği yapardı. Merhabamız vardı sadece. Bir mekanda bulunmuş olmaktan kaynaklanan. 21-22 yaşlarındayız. Ama yıllar sonra oldu ilişkimiz. Kanlıca’da Can Yücel’ le komşuyum. Birdenbire kalp krizi zannettim, meğer beynimde tümör varmış. Bunun üzerine Yaşar Kemal ve Can Yücel açıyor telefonu İsviçre’ye, Gazi Yaşargil hemen gönderin, diyor. Yıl 1974, ben 43 yaşındayım. Kendimi İsviçre’de buldum. Ameliyat masraflarını, o zaman da Başbakan olan Bülent Ecevit karşılamıştı. Pasaport almamı da o sağladı. Artık cebinden mi ödedi, bilmiyorum.

■ Söz açılmışken, siz bu ameliyat dönüşünde, sizi gönderen insanlara dava açtınız galiba, toplanan parayı aldılar diye… Öyle bir şey yok canım. Dedikodu. Çok eski bir olay ya. Adam öldü artık, olmaz. Brunel Nefes Nefese kitabında, “öldüğüm zaman bir şey istemiyorum, yılda bir kere mezarlıktan kalkmak isterim ve yakın bayiye gidip gazete ve dergilere bakmak isterim, dünyada neler olmuş diye” diyor. Bu fantezi tabii. Artık bir şey söylenmez.

■ Şiirde anlatım kapanıklığını niye seçtiniz? Hayır karşıdakinde kabahat! Benim bir Fayton şiirim yayımlandı, 58’de, Pazar Postası’nda. Kimse bilmez, ama orada şöyle bir şey var, Fikriye Hanım, Atatürk’ ün Latife Hanım ile evlendiğini öğrenince, Ankara’ya geliyor ve faytonla köşke gidiyor, içeri alınmayınca faytona binip intihar ediyor. Ahmet Muhip Dranas bu şiiri okuduğunda, “son derece anlamlı, harkulade yeni” demişti. Anladı, Fikriye Hanım olayını bildiği için! Bunun gibi katmanlar var benim şiirimde.

■ Yine de zor şiir sizinkisi… Zor değil, aslında şiir işte budur. Bakın, bir yanda Shakespeare’i düşünün, ben Shakespeare değilim tabii, o da katman katmandır. Şimdi okuyucu üşeniyor. Ama bilen biliyor.

Zorluk deyince Yort Savul mesela…Bir şiirinizin adı, bir kitabınız da Yapı Kredi’den Bütün Yort Savul’ lar adıyla çıktı. Bir aydın bunun Ermenice ya da Rumca olduğunu söyledi. Biri ‘Daüssıla’ anlamında, dedi. Hiç alakası yok! Yunus Emre’de geçiyor. Türkçe. Kenara çekilin, savulun demek! Padişah gelirken söylenirmiş. Benim kabahatim ne, yort nidası unutulmuş yahu.

■ Dille oynamak nasıl bir duygu peki? İçinde bulunduğum toplumla kapışan bir adamım ben. Türk edebiyatındaki bütün büyük yazarlar büyük aileye mensuptur. Tevfik Fikret’ in Abdülhamit’ e verdiği altı ya da sekiz tane şiiri vardır, buyur, benim kabahatim ne burada? Biz parasız yatılıyız. Sokak çocuğuyuz. Ağzımızın bozukluğu oradan geliyor. Deli kabul edilmişliğimiz oradan geliyor. Her şeye karşıyım. İki tekke vardı benim gençliğimde. Bir doğu tekkesi, Kemal Tahir’ in. Bir de batı tekkesi Sebahattin Eyüboğlu’ nun. Biz ikisine de gitmedik. Eyüboğlu benim için “Şiiri rahat bıraksın” demiş. Bırakır mıyım!

■ Hayatınız hep böyle hırlaşmayla mı geçti? Niye hırlaşmayayım! Ben şair filan değilim, etikçiyim. Kafiye kullanmam yurttan sesler korosuna karşıyım. Bireysel davranırım.

■ Hayatta kapışmadığınız, hırlaşmadığınız biri oldu mu? Hep yalnız mı oldunuz? Pek olmadı. İdris Küçükömer, Cihat Burak… Düşünsem birkaç kişi daha bulurum. Vardığım noktadan memnunum. Evlendim, oğlum oldu, şimdi torunum da var. Karım kanserden öldü. Yalnız değilim ben yahu. Oğlum bankada çalışıyor. Dedesi baktı ona, büyüttü.

■ Siz ilgilenmediniz mi? O daha iyi bakardı, bende para pul yoktu.

■ Hep fakir miydiniz? Şiirden para hiç kazanmadınız mı? Yok canım. Şimdi ancak kazanıyorum, o da az. Yapı Kredi ile anlaşma yaptık, onlar kitapları basacaklar, masrafları ödeyecekler. Avucumla su içerdim ben. Mesela yılbaşı eğlencelerine gitmem. İmkanlarım yoktu. Elektriği, suyu olmayan evlerde yaşadım zaman zaman. Çengelköy’ den karşıya geçecek param olmazdı. Hatta bir kere biri sordu, sen nasıl geçiniyorsun, dedi. Valla zor oluyor dedim.

Bir dönem Çanakkale’de yaşadınız… Orada Belediye bana işçi kadrosu vermişti, SSK’da yatmıştım. Yürüme zorluğu olunca, Metin Üstündağ ve karısı beni buraya getirdiler. Bir yıldan fazla hastanelerde yattım. Bacağımı keseceklerdi sonra kurtardılar.

■ Huzurevine gelmeye nasıl karar verdiniz? Çanakkale’ deki evi kapattık. Burayı bulan Başbakan Ecevit. Hüsamettin Özkan’ı, Yüksel Yalova’ yı, Gemici adında bir bakanı görevlendirmiş. Önce Maltepe huzurevindeydim. Ama sonra hastaneye gittim. Çünkü beni yanlışlıkla ölecek adamların yanına koymuşlar; altına yapanlar vardı. Ben kusmaya başladım. Mülkiyeliler el atmışlar. Burada iyi bakıyorlar. Yavaş yavaş yürümeye başladım, yürüteçle. Daha önce yürüyemiyordum. Okuyorum, yazıyorum.

■ Yazmak için neden Öküz’ü seçtiniz? Sansür yok! Geçen yıl başka bir dergiden 28 Şubat’la ilgili bir yazı istemişlerdi. Esas duruş: Mülkün temelidir diye başlık attım.

10 Aralık 2000 Röportaj: Hürriyet Pazar Ece Ayhan

FRANZ KAFKA: İYİ OLMAM İÇİN GEREKLİ OLAN TEK ŞEY BENİ SEVMEN MİLENA

“İyi anlamamışsın kimi şeyleri, Milena:

Korktuğun kadar hasta değilim bir kere, hele biraz uyursam, Meran’da duymadığım kadar iyi duyuyorum kendimi.

Hastalıkların en sevimlisidir verem çoğu zaman, hele sıcak yaz aylarında. Kışa yaklaşırken ne yapacağımı düşünmüyorum şimdiden. Bugünlerde birtakım küçük sıkıntılarım var: Sözgelişi çalışamıyorum, sana mektup yazmıyorsam başka iş de yapamıyorum, koltuğa yaslanıp, pencereden, tek katlı bir ev var karşıda, hem dışarıyı seyrederken daralmıyor yüreğim, hayır üzüntü duymuyorum, yalnız silkinip kurtulamıyorum bu durumdan.

Sonra, para sıkıntım hiç, yok… Ne yapacağımı bilemeyecek kadar param var; sana gönderemediğim paralar da duruyor, sıkıyor beni. İyi olmam için gerekli tek şeyi yaptın, yapmaktasın da Milena: Beni sevmen. (Rahat ol Milena, bana gelince: ben son günde de ilk gün beklediğim gibi bekleyeceğim.) Prag yolculuğun için durumsamanı anlamıyor değilim, anladığım için de “haklısın” diye telgraf çekmiştim. Ne var ki, telgraftaki haklısın sözü kocanla konuşma konusun-daydı, yapılacak tek doğru şey de oydu Milena. Bu sabah birdenbire kuşkulandım, korktum; yüreğim ezilerek, yüreğim sevgi dolu korktum, düşünmeden, yanlış bir adım atıp Prag’a gelmeye kalkışırsın diye korktum. Ama sen, düşünmeden iş görür müsün hiç? Yanlış bir adım atar mısın? Sen ki, yaşamını son damlasına değin yaşamasını bilen birisin… yapar mısın böyle bir şey? Viyana’da geçen günler bile şaşırtmamalı, gözünü kamaştırmamak. Akşam kocana kavuşmanın bilinçaltındaki sevincine borçluyuz belki de Viyana’daki mutluluğumuzu.

Yeter artık… hayır, bir şey daha demek istiyorum: İki yeni salkı var mektubunda: Biri Heidelberg’e gitme tasarısı, ötekisi de bankayı bırakıp Paris’e kaçmak. Birinci tasarıda kendimi bir çeşit “kurtarıcı”, bir çeşit “zorlayıcı” öğelerin arasında görüyorum. Gene de benim ilintim yok, hayır. İkinci tasarıdan da şunu anlıyorum: Gelecek için birtakım planlar kuruluyor, birtakım olasılıklar, dilekler gözden geçiriliyor anlaşılan; hem de senin dileklerin. Bir şey daha çarptı gözüme mektubunda: Bana her gün yazmanın da payı var kendini yiyip bitirmende – çektirdiğin tek üzüntü bu Milena- her gün yazma bana, ama ben her gün yazarım gene eskisi gibi, bir pusulacık da olsa gönderirim -istersen tabii- sen daha az yazarsan, çalışmak için, sevdiğin işi yapmak için daha bol vakit bulursun.

(Ben de sana kitap gönderemez miyim?) Bugünlerde okuyabileceğimi ummuyorum. Küçük sıkıntılarımdan biri de okuyamamak bu ara, ama umursadığım yok, yalnız yakıştıramıyorum kendime. Max Brod’un “Yahudilik, Hıristiyanlık ve Dinsizlik” adlı büyük kitabının karalamalarına da bakamadım, oysa oku diye zorluyor her gün. Genç bir ozan gelecek bugün de, şiirlerini getirecekmiş. 75 şiiri nasıl gözden geçiririm, çoğu uzun şiirler… Düşman edeceğim çocuğu gene, bir kez daha böyle olmuştu.

Kızın mektubuma verdiği karşılığı ekliyorum, ona ne yazdığımı karşılıktan anlayabilirsin, nasıl sepetlendiğimi göresin diye ekledim mektubu. Karşılık verecek değilim artık.

Geçen pazarkinden daha iyi geçmedi dün günüm. Oysa kötü başlamamıştı: Gömütlüğe gitmek için evden çıktığımda ısı gölgede 36’yı bulmuştu; tramvaylar işlemiyordu, grev yapmıştı vatmanlar, özellikle buna sevinmiştim; bütün yol boyunca sevinçliydim, tıpkı geçen pazar borsanın yakınındaki o küçük bahçeye gidişim gibi sevinçliydim. Ama gömütlüğe girince, bir türlü bulamadım gömütü, kimsecikler de yoktu oralarda, danışma yeri kapalıydı, bekçi yoktu görünürlerde, karşılaştığım kadınlar da bir şey bilmiyordu, adlarının yazdı olduğu eski kâğıtlara baktım, onlarda da bir şey bulamadım, saatlerce dolandım durdum oralarda, gömüt taşlarını okumaktan başım dönmüştü, çıktım gömütlükten.

F.”

Franz Kafka Milenaya Mektuplar Çeviri: Adalet Cimcoz | Say Yayınları

JOHN BERGER’IN HOŞBEŞ KİTABINDAN ALINTILAR: BÜTÜN KOVALAMACALAR DAİRESELDİR

Medya, insanları içinde yaşadıkları adaletsiz dünyayı sorgulamaya sevk edebilecek bir sessizlik kalmasın diye, uyduruk ve geçici şeylerle dikkat dağıtıyor. . Çoğu insanın kendine ayıracak vakti yok, oysa bunun farkında değiller. Birileri onların peşinde, onlar da hayatlarının peşinde. . Dış dünyadaki mekânlara, bir hapishane hücresinin saydam ama geçirimsiz ve acımasız camından bakıyoruz. . Şarkılar bağ kurar, toparlar ve bir araya getirir.

Başka türlü söylersek: Şarkılar bir yokluğa söylenir. İlhamlarını yokluk vermiştir ve yokluğa hitap ederler. Aynı zamanda (aynı zamanda lafı burada özel bir anlam kazanır) şarkının paylaşılmasıyla yokluk da paylaşılır ve daha az keskin, daha az yalnız, daha az sessiz bir hal alır. Bu asıl yokluğun, şarkının birlikte söylenmesi sırasında, hatta söylendiğinin hatırlanması sırasında “azalması” ortak bir zafer duygusuyla yaşanır. Bazen mutedil bir zaferdir bu, çoğunlukla da örtülü bir zafer. Zenginler şarkıları dinler; yoksullar şarkılara tutunur ve onları sahiplenir.

 Gördüğümü kelimelere dökecek bir ses arıyorum.

Vaaz verenler yalnızca kendi seslerine aşıktır.

Her şeyi sayılara döken, nadiren işin özü ya da niteliğiyle ilgilenen bir dil. Yüzdeler, kamuoyu anketlerindeki dalgalanmalar, işsizlik istatistikleri, büyüme oranları, yükselen borçlar, karbondioksit ölçümleri, vesaire, vesaire . . . Yaşayan ya da acı çekenlerin değil, sadece sayıların dünyasına ait bir ses.

Soytarı kaybetmeye alışkındır. Kayıp­tan yola çıkar..

Her türlü ütopya vizyonunda mutluluk mecburidir. Bu da gerçekte elde edilemeyeceği anlamına gelir. Onla­rın ütopya mantığı içinde şefkat bir zaaftır. Ütopyalar şimdiden nefret eder. Umudun yerine Dogma koyarlar. Dogmalar taşa kazınmıştır; halbuki umutlar bir mum alevi gibi kırpışır.

Her türlü ütopya vizyonunda mutluluk mecburidir. Bu da gerçekte elde edilemeyeceği anlamına gelir.

Hikayelerimizin bizi ele geçirme tehlikesi olduğunu bilsek, başka türlü yazar mıydık acaba?

O halde, insan kalmaya bak. Temel mesele, insan olmak. Bu ise kararlı, dürüst ve neşeli olmak demek, evet, herkese ve her şeye rağmen neşeli olmak, çünkü sızlanmak zayıfların işidir. İnsan olmak demek, gerektiğinde tüm hayatını seve seve ‘kaderin büyük terazisine’ koymak, fakat aynı anda her aydınlık güne ve her güzel buluta sevinmek demektir.

Günümüzde bir topluluk genelde bir yalnızlıklar toplamıdır. “Modern proletarya sınıfı,” diye yazmıştın, [Rosa Luxemburg] “mücade­lesini bir kitapta ya da teoride yer alan planlara göre sür­dürmez; modern işçinin mücadelesi tarihin, toplumsal ilerlemenin bir parçasıdır ve tarihin orta yerinde, ilerle­menin orta yerinde, kavganın orta yerinde öğreniriz na­sıl mücadele edileceğini.”

John Berger Hoşbeş, Çeviren: Aslı Biçen, Beril Eyüboğlu, Oğuz Tecimen, Metis Yayınları

KAYBEDİLEN SEVGİLİNİN ARDINDAN BİR HAYKIRIŞ: MİRCAN KAYA VE “SÂL” ALBÜMÜ

Önce ‘Bizim Ninniler’ adlı albümüyle bebeklerin dünyasına giren, ardından geleneksel müzik yorumları albümü ‘Kül’ ile BBC’nin playlist’inde kendine yer bulan, şimdi de ‘Sâlâ’ adlı uluslararası albümüyle dikkat çeken müzisyen Mircan Kaya; biraz Laz, biraz Gürcü, en çok da dünyalı olarak tanıtıyor kendini… Cenaze namazına çağrı olarak okunan ‘sâlâ’dan yola çıkarak kendi ‘sala’sını yazan Mircan Kaya, albümle aynı adı taşıyan parçanın; bir kadının kaybettiği sevgilisinin ardından haykırışı olduğunu söylüyor. İlk Megrelce (Güneybatı Kafkas dil ailesinden Gürcüce, Lazca ve Svanca ile akraba bir dil) caz parçalarını kapsayan albümde; İngilizce, Türkçe ve Megrelce parçalar hayat buluyor.  Özdemir Asaf, Edgar Allen Poe, Tennyson ve Metin Eloğlu’nun da dizeleri var.

Sonraki şarkıya geçmek için >| şarkı seçmek için [>] işaretine basınız.

İlk albümünüz ‘Bizim Ninniler’in (dinle) ardından, ikinci albümünüz ‘Kül’; geleneksel müzik yorumları albümüydü. Ve şimdi de ‘Sâlâ’… Üçü de birbirinden bağımsızçalışmalar… Bunun nedeni nedir? ‘Kül’ yalnız bizim türkülerimizen oluşmuyordu. İçinde başka ülkelerin halk şarkılarıda vardı; Gürcü, Boşnak halk şarkısı da… Aslında amacım her albümde müziğimde yönümü değiştirmek değil. Sadece eserler arasında sıçramalar var. Yani bir eser diğerine benzemiyor. Aslında ‘Sâlâ’nın içinde de geleneksel ezgiler, tatlar fazlasıyla var. Geleneksel enstrümanlar, Batı enstrümanlarıyla birlikte kullanılıyor. Yön değiştirme ancak şunun için söylenebilir; ‘Sala’ tamamen benim bestelerimden oluşan bir albüm. Diğerleri anonim ezgilerin yorumlanmasıyla ortaya çıkmış albümlerdi. Bu bakımdan haliyle Sala ile diğer albümler arasında fark olması gerekiyor. Bir farklılık veya yön değişikliğinden söz edecek olursak, bunu buşekilde yorumlamak lazım. Bundan sonra yapacağım çalışmalarda da bu görülecek. Çünkü bir sonraki çalışma Sâlâ’ya benzemeyecek. Çünkü tekrara düşmemek çok önemli.Kendinizi tekrar etmeye başladığınız zaman artık üretemiyorsunuz demektir. Yeniden Sâlâ’ya benzeyen bir albüm yapmanın benim için de dinleyiciler için de çok fazlaanlamı olmaz.

“ÖNEMLİ OLAN YARGILAMAK DEĞİL; ANLAMAKTIR!” SPİNOZA: HAYATIN GEOMETRİSİ – ULUS BAKER

1

Felsefenin büyük kitaplarının harikulade bir özelliği, hem “sokaktaki insan”ın okuyup anlayabileceği, hem de yalnızca işin “jargonundan” haberdar olan uzmanların, yani felsefecilerin başedebileceği iki ayrı düzlemde yazılmış olmalarıdır. Yayın dünyamıza üçüncü kez sessizce giren Spinoza’nın Ethica’sı işte bu tür kitaplar arasında belki de tarihsel önemi en yüksek olanlardandır. Sokaktaki insanın anlayabilmesi bütün teknik okuma zorluklarına karşı, yalnızca mümkün değil, zorunludur, çünkü orada yalnızca ve yalnızca –herkesin doğal olarak “fikir sahibi” olduğu– “günlük hayattan”, “yaşam pratiğinden”, “tutkulardan”, “imgelemden” ve “bireysel ya da kollektif” yaşamdan bahsediliyor. Buna karşın, ilk bakışta sokaktaki okuyucuyu belki de dehşete düşürebilecek sunuluş biçimi, sürekli olarak Tanrı’dan, Tözden, Sıfatlardan bahsedilmesi okurun cesaretini kırabilir.

Oysa Spinoza’nın resmettiği “hayatın geometrisi”ydi –fikirlerin ve duygulanışların gündelik yaşamımızda olduğu kadar bütün varoluş hallerimizde (en mistik alanlara varıncaya dek) birbirlerini kovalayıp durdukları, birbirlerini etkiledikleri ve belirledikleri. Böyle bir yaşam portresi modern dünyamıza o kadar uygundur ki, Spinoza’yı günümüzün, hatta geleceğimizin filozofu olarak kabul etmek zorunda kalırız. Ve fikirlerin bir örgütlenmesi olarak felsefe geometrik bir yönteme bu yüzden ihtiyaç duyar –fikirlerden yeni fikirlerin türeyişi… Böylece eğer “geometrik sunuş”ta bir aykırılık görünüyorsa çözüm de hazırdır — Spinoza yöntemini ne kadar matematikleştirirse o kadar yetkin bir şekilde günlük bireysel yaşamın içine dalmaktadır…

Spinoza, eserinin ilk anlarından itibaren Tanrı’dan, Töz’den, Özler dünyasından filan bahsedip durur: ılginçtir, ne kadar Tanrıdan bahsederse çağdaşları ve ardılları tarafından o kadar “tanrıtanımazlıkla” suçlanmaktadır; ruhtan, tinden ne kadar bahsederse, o kadar “maddecilikle” suçlanmaktadır… Spinoza’yı ilk “modern” filozof olarak algılamanın yanlış olabilir, buna karşın ona ilk “laik filozof” diye tanımlayabiliriz: Bahsettiği Tanrı ne uhrevi dinlerin Tanrısıdır ne de sanıldığı gibi, Descartes gibilerine daha uygun düşen “felsefi Tanrı”. Tek bir cümleyle ifade edersek, Spinoza Tanrısı, ezeli-ebedi ve bitimsiz bir üretim kudretidir; her şeyin kendisinden çıkabildiği bir varoluşun sonsuz akışıdır. Spinoza böyle bir Tanrıya mutlak bir ihtiyaç duyar; çünkü dar, sonlu ve belirsiz bir “öznellikle” başlayan bir felsefe (Bacon ile Descartes’ı, bir de Platon, Aristo gibi eskileri kastettiği anlaşılabilir) bize olsa olsa dar ve belirsiz “kavramlar” kazandıracaktır –Tıpkı Rönesans ressamlarının yepyeni biçimleri (çoğul perspektifler), yepyeni renk ve temaları serbest kılmak üzere, insan kalabalıklarının kısıtlı dünyasının “üstünde” yer alan ilahi dünyayı işlemeye girişmelerinde olduğu gibi, Spinoza’nın felsefesinde biçim bulan Tanrı da, kavramların büyük bir güçle fışkıracağı bir kaynak haline gelecektir –bir kavramlar jeneratörü… Dolayısıyla uhrevi dinlerin “kudreti krallarınkine benzetilen” Tanrısı’ndan çok uzaktır –nefret eden, intikamcı, ya da bağışlayıcı, sanki insan tutkularıyla bezenmiş… Bizzat kendisi doğa olduğu için doğal bir zorunlulukla eyler… Ve bu Tanrı, Spinoza bu konuda son derecede açıktır, pekala bilinebilir ve tıpkı bir üçgenin iç açılar toplamının dikaçılı bir üçgene eşit olduğu gibi kesin bir zorunlulukla ıspat edilebilir: Tanrı bir “inanç” ilkesine değil, “bilinebilirlik” ilkesine bağlıdır –kısacası o inanılacak bir merci değil, bilinecek bir varoluştur. Spinoza, yalnız ve yalnız bu açıdan “tanrıtanımaz”dır.

İkinci paradoks da kolayca çözülebilir: Spinoza sürekli olarak ruhtan, bilgiden, zihinden, idealardan bahsedip durmasına karşın maddecilikle suçlanır –çünkü basitçe her türlü düşünmenin ve tinsel olgunun aynı zamanda “bedensel” olduğunu derinden kavramıştır. Bedeni, filozoflara “ne düşündüklerini ve nasıl düşündüklerini” anlamak için bir “model” olarak önermektedir: Spinoza’nın bu çağrısı aslında hem Hıristiyan tipi ahlaka, hem de filozoflara (özellikle Descartes’a) karşı yöneltilmiş inanılmaz güçte bir protesto kılığındadır –insanlar bedenin ruha boyun eğeceği, onun iradesine tabi olacağı yüzlerce değişik ahlak sistemleri geliştirdiler; oysa bir uyurgezerin uyandığı zaman uykusunda ne yaptığını bilemeyişi gibi, bedenlerinin nelere kadir olduğunu bile bilmiyorlar… Ethica’yı çok yönlü bir bir kitap kılan da işte budur: Yalnızca bir ahlak kitabı değil, bir davranışlar bilimi, bir doğa felsefesi, bir siyaset ve bir varlıkbilim kitabı.

Beden nasıl bir model olabilir? Spinoza’nın bu modeli sunuşundaki mantık silsilesi o kadar sağlamdır ki, onu takip etmekten başka yapacak bir şey kalmıyor geriye: Bizde bir tarafta dış şeyleri temsil eden, dolayısıyla “nesnel gerçekliğe sahip” fikirler, öte tarafta da bu fikirlerin “belirlediği” “ruhsal haller”, yani “duygular” (affectus) var. Günlük yaşam önce fikirlerin bir akışı, bir kovalamacası, bir çağrışımlar silsilesidir –tıpkı şiir okurken imgelerin birbiri adına ruhumuzu sarması gibi… ıkinci olarak nasıl bir fikirler silsilesi varsa, hayatımız “duyguların” birbirini takip edişiyle, birbirlerini yerlerinden söküp atmasıyla, birbirlerini kovalamalarıyla geçer. Bu durum, hem “sokakta” hem “tarihte” hem de Spinoza’nın Ethica’sının “geometrisinde” eş ölçüde geçerlidir. Ama “duyguları” belirleyecek olan fikirler gökten zembille inmezler –onlarla sokakta karşılaşırız, onlarla kitaplarda karşılaşırız, filmlerde, otobüs duraklarında beklerken, reklam tabelalarını seyrederken karşılaşırız –bu karşılaşmaların “bedensel” karşılaşmalar olmadığını söylemek budalalık değilse nedir?

Ancak insanoğlunun “bilinçli” olmasından gelen bir talihsizliği vardır –bilinçli bir varlık olduğunuz için övünmeye erken başlamayın!–; fikirler bizde sıra sıra dizilir, birbirlerini takip ederlerken, onların yalnızca “nesnel gerçekliğe” sahip olmakla kalmadıklarını, Spinoza’nın deyişiyle, “fikirlerin de fikirleri” her zaman oluşturulabileceği için, “içsel bir gerçekliğe” de sahip olduklarını unutmamak gerekir. Nedir bu “içsel gerçeklik”? Bu demektir ki, her fikir aynı zamanda bir “şeydir” ve her şey gibi, şu ya da bu oranda “gerçekliğe”, yani “kudrete” sahiptir. Spinoza’nın en özgün düşüncelerinden biriyle karşı karşıyayız: Sözgelimi Tanrı fikri, bizzat kendi başına, zihnimizde sonlu bir şeyin fikrinden, bir “örümcek” fikrinden sonsuzca daha fazla “yer kaplar”. Yani ondan sonsuzca daha güçlüdür. Ondan sonsuzca daha yüksek bir gerçekliği vardır.

Bu zor dönemeci almalıyız; çünkü Spinoza’nın anahtarı buradadır: Fikirlerin “farklı gerçeklik derecelerine” sahip olmaları, belirledikleri “duyguların” (affectus) da farklı derecelere tekabül etmesine yol açar. Caddedeki kalabalık içinde, epey önce bozuştuğunuz eski sevgilinizin dalgalı saçları bir anda yine yakaladı sizi –eski sevgilinizin fikri, çağrıştırdığı, hafızanıza ait bir dizi fikirle birlikte, sizde bir ruh hali belirlemeden edemez: Bir “duygu” –nefret, içerleme, gocunma… hüzün… Ya da hayır, bunlar “duygu” filan değil, “tutku halleridir” –sevgi, nefret, haset, içerleme, hepsi bedeninizin başına gelen, ürperten ya da gıdıklayan heyecanlardır. Spinoza diyecektir ki, unutmayalım, “bedensel karşılaşmalar”, dolayısıyla fikirler hep birbirlerini takip ettiklerine göre, belirledikleri duygular da birbirlerini takip edeceklerdir: Duygular her zaman, bir değişmeler dizisi içinde yaşanırlar. Eski sevgilinizden artık uzaklaştınız, sevdiğiniz bir dost, ona tekabül eden bir heyecan –neşe, sevinç… Hayat böyledir, başka türlü değil: Duygular anlık haller değildirler –Spinoza’nın deyişiyle “varolma kudretimizdeki” artış ya da azalışlardır duygular. Ve biz, kendimizi sokakların tesadüfi keyfine attığımızda, Simmel’in “metropoliten” insanı gibi, sürekli bir “değişiklikler zinciri” içinde yaşamaya mahküm görünüyoruz: Neşe-hüzün-keder-sevinç-hoşlanma-gıdıklanma… Sevinç ile Kederi Spinoza bütün öteki duyguları türeteceği iki temel kutup olarak çekip alır böylece –insanoğlu, yaşamın her düzleminde, birey ya da grup halinde bu iki duygu arasında savrulup durur bir haldedir: Dinlerin Tanrısı öksüz bırakmıştır onu.

Yine de böyle umut kırıcı bir mahkumiyetten çıkış olanağı vardır: Hiç değilse sahip olduğumuz “fikirlerin” duygularımızın akışını, dolayısıyla varoluş kudretimizdeki yükseliş ve alçalışları belirleyebileceğinin farkındayız. Spinoza’nın aslında hiç bir “ahlak”a, hiç bir “törebilim”e sahip olmadığının kanıtı da burada: Her şey “bedenimize ve düşüncemize” uygun gelen “karşılaşmalar” örgütleyebilme işidir. Çünkü aslında “duygulanışlarından başka hiç bir şeyle” tanıyamadığımız bedenimiz, karmaşık yapısı nedeniyle birden fazla yoldan “etkilenebilme”, yani “duygulanabilme” kapasitesine sahiptir. ışte Spinoza’nın ahlakı: Tek boyutlu insandan dışarıya çıkış –Simmel’in modern kentlisinin hep maruz kaldığı “yalnızca tek bir türden uyaranlar bombardımanı”nı geriye itmek, inzivaya çekilmek ya da lanetlemek filan değil, uyaranlardan mümkün olduğunca fazla yollardan ve tarzlardan etkilenmeyi başarmak. Etik, iyi karşılaşmalar örgütlemektir.

Mümkün olduğu kadar fazla yollardan sevinç türetmek formülü böylece yerine oturmaktadır. Peki bunun yolu nedir? Spinoza, açıkçası başlangıçta umutsuz gibidir. Biz, sonlu varlıklar olarak, doğru zamanda doğru yerlerde kolay kolay olamayız: Karşılaşmalarımız ya edilginlik hallerimizdir (tutkular=passio) ya da tümüyle tesadüflere kalmış budalalıklarımız. Üstelik siyasal rejimlerimiz de, şöyle bir tarihe göz attığımızda, iyi ve mutlu karşılaşmalara olanak sağlama konusunda pek cömert değillerdir. Tam aksine, tiranlıklar ve dinsel-teokratik rejimler, bendelerinde mümkün olduğunca “kederli” duygular uyandırmak zorundadırlar. Tractatus Theologicus Politicus kitabının ana programı bu hali aydınlatmaktır: Rahip ile despot, elbirliği içinde, kederli duygular ekip dururlar –“korku”, “nefret”, ama aynı zamanda “umut”, “güven”, “imrenme”… Hiçbir siyasal iktidar yalnızca şiddet, baskı ve korku üzerinde varlığını sürdüremeyeceği için, “umut” ve “güven” duygularına da başvurmak zorundadır. ışte bu yüzden, Spinoza, bütün filozofların aksine ilk “demokrat” filozof olmuştur.

Spinoza, böyle bir düşünce çizgisi üzerinde, “bilgiyi” tam bir “olumlu duygu”ya dönüştürmeye çabalamaktadır –fikirlerimiz, duygusal hallerimizi onayladıkları gibi, onları üretebilme yeteneğine de sahip oldukları ölçüde, “edilginlik” hallerimiz olan bazı tutkular belli bir oranda güçlenmemiz ve sevinçli tutkulara geçebilmemiz için bir araç olabilirler. Öncelikle, bizde üç tür fikir bulunduğunu anımsamak gerekir –birincisi “etkilenme fikirleridir”, ikincileri “mefhumlardır”, üçüncüler ise “özlerin fikirleridir”. Birinciler bizde hep vardır, ikincilere kısmen ve bazı hallerde sahip oluruz, üçüncüler ise, doğru dürüst “felsefe yapmadıkça” çok zordurlar. Kurtuluş, yükselme, ya da “çıkış” hep mahküm göründüğümüz “birinci tür” fikirlerden ikincilere ve üçüncülere doğru hareketimizdir: Ama olağan insanlık halindeki “yükselip alçalmalarla” ve savrulmalarla belirlenmiş fikirler ve duygular sıralanışı insanı hep “etkilenme fikirleri”nin dünyasına kapatmaktadır –Spinoza’nın “affectio”su… Bu, kısaca söylemek gerekirse, “bedenin belli bir şeyden etkilenmesi” demektir: Güneş ışınları bedenimde gezinirler… Ve izlerini bırakırlar. Bu noktada önemli olan, bu türden fikirlere sahip olduğum ölçekte ve sürece, onları bedenimde “izler” halinde barındırmayı sürdürmem ve bu “etkilenmelerin” nedenlerinden asla haberdar olmamamdır. Bedenim, duyuların etkilenmiştir ama neyin tarafından, hangi yollardan etkilendiklerinin fikri elimde değildir –güneş kili katılaştırır, mumu ise eritir… Bunlar bile “etkilenme fikirleri” oolmakla kalırlar. Bu, gündelik hayata aktarıldığında yalnızca şu anlama gelir –“etkilenme fikirlerinin” etkisi altında kalmakla sınırlandığım ölçüde “karşılaşmaların tesadüfüne bırakılmış” halde yaşarım. Bedenim çeşitli şeyler tarafından çeşitli yollardan etkilenip durur; ama ne yazık ki hiç bir şey elimde değildir –ve yine ne yazık ki, insanların büyük bir bölümü, böyle yaşamayı sürdürür.

Sihirli yükseliş “beden nedir peki?” sorusunun sorulduğu andan itibaren başlayacaktır. Spinoza beden sorusunu hep “güç” ve “kudret” terimleri içinde düşünmeye eğilimlidir –bir beden neler yapmaya muktedirdir? Bir bedeni anlamak demek, onun başka bedenlerle içine gireceği temasları ve karşılaşmaları kavrayabilmek demektir –beden kudreti sorusu, bizi böylece Spinoza’nın temel programının en önemli çizgisine taşıyacaktır: Güce dair hukuksal biçimin derin eleştirisi. Blyenbergh adlı, sıkı Hıristiyan ve gençten bir mektup arkadaşı bir ara Spinoza’yı şu sorularıyla bunaltmaya girişir: Bayım sizin felsefenizde “kötülüğün” yeri nerede? Tanrının buyruğunca yasaklanan, “günah” olan, ve Adem’in “düşüşüne” (cennetten kovuluşuna) götüren “kötülük” hani? Spinoza önce işi saflığa vurur: Kötülük yalnızca bir bedenin karakteristik birleşimini, organizmasının düzenini dağıtan veya zarar veren bir karşılaşmadan ibarettir. Tanrının gözünden bakıldığında da böyle bir şey asla kötü filan değildir. Spinoza “skandalı” başlamıştır. Blyenbergh ısrar eder: Bayım, siz şeytanın ta kendisisiniz! Tanrının ahlaki yasağı ve cezası sizin felsefe sisteminizin neresinde duruyor? Spinoza bu soruyu, biraz sabırla ve neşeli bir “Ademin düşüşü” öyküsüyle yanıtlar –tabii kendi yöntemince: Sürekli olarak Adem’e elmayı yemesini yasaklayan Tanrı örneğini önüme sürüp duruyorsun. Üstelik bunu bir ahlak yasası olarak kabul ediyorsun. Ama bu iş hiç de bildiğin gibi olmadı. Tanrı Adem’e yalnızca elmayı yerse zehirleneceğini, başka bir deyişle elmayla karşılaşmanın Adem’in bedeninin karakteristik bileşimini bozacağını anlattı. Elma senin için zehirdir. Ama Adem, Hıristiyanların inandığının aksine “ilk insan” olduğu ölçüde hiç de anlayışlı ve yetkin biri değildir –eğer elmayı yediyse bu Tanrının buyruğuna boyun eğmediği ve günah işlediği anlamına gelmez. Olsa olsa elmanın kendi bedeninin içsel düzenini bozacağı konusunda hiç bir gerçek bilgiye sahip olmadığı, kısacası ne kendi bedenini ne de elmayı, ayrıca kendi bedeniyle elmanın karşılaşmasıyla neler olacağını hiç mi hiç bilmediği anlamına gelir.

Böylece her şey, bedenin gücünün nelere muktedir olduğunun bilgisine nasıl sahip olunabileceği tartışmasına bağlanacaktır. Bir beden, sonsuz bir derecelenme üzerinde belli bir kudret derecesinden başka bir şey değildir. Ve kudreti “hukuksal olarak”, yani Tanrı’nın “yasaklama” iktidarı terimleriyle ele almaya kalkışmak tam bir felaket olmuştur: Spinoza’nın kitabının birinci bölümü bu felaketi anlatır –insanlar, Tanrının ve kendilerinin bilgisine asla sahip olmadıkları ölçüde onun kudretini (sonsuz bir yapıp etme kudretidir bu) kralların kudretiyle karıştırırlar –Tanrıya beşeri özellikleri malederek onun sonsuz “sıfatlarını” birer “karaktere”, “kişisel özelliklere” tercüme ederler. Spinoza’nın birinci kitabının stratejisi, dinler tarihine yönelik en etkili saldırıyı hazırlar –Tanrının “bir” olması, “bağışlayıcılığı”, “yarlıgayıcılığı”, vesaire, bütün bunlar “sıfat” filan değil, Tanrı açısından hiçbir karşılığı olmayan beşeri atıflardır (propria).

Blyenbergh ise hala ısrarcıdır –peki annemi öldürmem ahlaki bakımdan toptan anlamsız mıdır? Kötülük nerede? ıki eleştirisi vardır Spinoza’ya: Tasvir ettiğiniz doğa sürekli bir birleşme ve bozulma halinden oluşan bir kaosa benzemiyor mu? Düzen nerede? Spinoza nazikçe cevaplar: Doğanın tümü açısından bakıldığında her şey bileşmedir ve bozulma, dağılma diye bir şey yoktur –yalnız bizim anlayış gücümüz açısından bakıldığında “bozulmadan”, “dağılmadan” bahsedebilirsiniz. Bu açıklama Blyenbergh’e bir soru şansı daha verecektir: Anlaşıldığı kadarıyla bütün ahlaki meseleyi belli bir kudret derecesi olan “ben”in ilişkilerine uyan, hoşuna giden ile gitmeyen arasındaki farklılık üzerine kuruyorsunuz –yani bir “öznellik”… Ve bu öznellik açısından kusur ile erdemi ayırdeden şeyin ne olduğu felsefenizde tümüyle eksik –kusur ile erdem, sisteminizde yalnızca bir hoşlanma meselesi halinde…

Spinoza’nın Blyenbergh’e verdiği cevap, işte, bütün felsefesinin özünü dışavurmaktadır: Tamam, der, Neron’un annesini öldürmesi bir erdemsizliktir. Ama insanlar aynı şeyi, annesini “bedeninin aynı hareketiyle” yani bir hançeri tutup bir bedene daldırma hareketiyle öldüren Orestes için neden söylemiyorlar? Doğa ve Tanrı açısından bakıldığında, Neron’un annesini öldürüşündeki “olumlu unsur” (şimdilik bekleyin!) bunun bir suç olmadığını gösterir. Spinoza bu garip metinde ne demek istemektedir? Orestes de “aynı niyetle” annesini öldürmüştü. Neron’un cinayetini bir “suç” haline getiren tek özellik, bunu yaparken dışarıya “hayırsız, boyuneğmez ve hırçın” bir evlat olarak “görünmesidir”. Spinoza bu kadar “hırçın” ve “zalim” olabilir mi? Meselenin aslı, Spinoza’nın “imgeler kuramı”nda yatmaktadır. Buna göre, Neron’un cinayetindeki “olumlu unsur”, onun bedeninin “gücü dahilindedir” ve tümüyle “meşrudur”. Doğanın bahşettiği en yüksek hakla yapılmıştır. Olumsuz tek unsur (erdemsizlik işte budur), onun, bu eylemi gerçekleştirirken ürettiği bir imgenin varoluşu ve bu imgenin “annesinin ölümünün imgesi”, yani “iç düzeni dağıtılan ve bozulan” bir bedenin imgesi oluşudur. Bu eylemiyle Neron, “kendi açısından” kötü bir imge tarafından etkilenmiştir –“karakteristik ilişkileri çözülen annesinin bedeni.” Başka bir deyişle, kendisinin “yapıp etme güçleri” azalmış –kederli bir duyguyla (nefret, öç vesaire) etkilenmiştir. Babasının katili anası Klytemnaistra’yı aynı beden hareketiyle öldüren Orestes’in durumu ise tümüyle farklıdır. Toplumsal ahlak bu işi meşru bir “öç” olarak kabul etse de, Etik açısından bakıldığında olayın bütün görünüşü değişecektir –Orestes, annesini öldürürken, kendi karakteristik ilişkilerini annesinin ölümünün imgesiyle değil, babasının yaşamının imgesiyle birleştirmektedir. Alınan bir öç yoktur –babasıyla güçlerinin bir birleştirilmesi vardır.

Bununla, Spinoza’nın Ethica’sının ana formülüne erişiyoruz: Tutkularla gerçekleştirilebilen her şey akılla da gerçekleştirilebilir. Elbette kurulu siyasal rejimler, din ve ahlak sistemleri aklın herkes tarafından serbestçe kullanılmasına kolay kolay rıza göstermezler. Ethica’nın “siyasal” yönü böylece mutlak bir “eleştiri” hareketi olarak belirecektir –hukuksal biçimlerin eleştirisi, despotizmin eleştirisi, ama en önemlisi “ideolojinin eleştirisi”.

Bütün bu eleştiri uğrakları, Spinoza’nın eserinin içine stratejik takımadalar halinde yayılmış görünüyorlar –hukuksal biçimi altında iktidar, aklın icra edilişinin önünde en büyük engeldir. Gerçek yapıp etme kudretini (potentia) keyfi bir “yetke” diline tercüme ederek (potestas) iktidarını oluşturur. Öyleyse siyaset olarak etiğin tek amacı, insanların yapıp etme ve özgürleşme kudretlerini serbest bırakacak siyasal tarzlar arayışını yeğinleştirmektir. Despotizm ise yalnızca modern iktidar yapıları içinde değil (orada artık pek bir şansı yoktur), pekala “özgürlük” yanılsamalarının temel etki alanlarını oluşturan cemaat tarzları içinde mayalanabilir –dinsel cemaatların “totaliter” yükselişleri bunun çağdaş örneğidir. Spinozacılık temel toplumsallaşma tarzları arasında yalnızca tek bir tanesini “özgür” bir ilişki tarzına dayalı olarak ayırdeder –fiziksel ve duygusal “mecburiyetler” aygıtına dayalı aile değil; “komşuluğa dayalı” mecburiyetlerin yönlendirdiği “cemaat” değil, ticari-üretimsel mecburiyetlere dayalı “tecimsel ortaklık” değil, “ideolojik güçsüzlüğün” yarattığı gevşek toplumsal dokulara dayalı “sivil toplum” değil, hepsini tek bir siyasal erk düzlemi üzerinde yankılayan Devlet de değil– en az iki insan arasında mümkün olan tek “özgür” ilişki “dostluk” ve “paylaşımdır”. Anlayış gücümüzün tamirinin çok acil bir zorunluluk haline geldiği bir çağda, toplumsal-siyasal sarsıntıların acısının en fazla yaşandığı dönemlerden birinde yaşadığımız sırada Spinoza’nın eseri “geleceğin felsefesi” olma özelliğini bir kez daha hissettiriyor. Spinozacılık, bir zamanlar Hegel’in söylediği gibi yalnızca “felsefeci olmanın zorunlu başlangıcı” olmakla kalmaz, dünyanın hep değişikliğe uğramaya aday görünümleri içinde “paylaşım”ın insanların mücadelesi yoluyla bir toplumsal düzen olarak ortaklaşa inşa edilişinin düşünsel araçlarından biri haline gelir. Mutluluk erdemin ödülü değildir, kendisidir.

Ekim 1997