SLAVOJ ZİZEK‘E GÖRE MUTLAKA İZLENMESİ GEREKEN 10 FİLM

Günümüz çağdaş felsefesinde görmezden gelinemeyecek derecede önemli bir isim olan, Sloven Marksist sosyolog, filozof ve kültür eleştirmeni olan Slavoj Zizek, 1949 yılında Ljubljana- Slovenya’da doğdu.

Felsefe doktorasını Ljubljana’da aldı ve Paris Üniversitesi’nde Psikanaliz eğitimi gördü.  Popüler kültürün yeniden okunmasında Jacques Lacan’ın çalışmalarını kullanmasıyla ünlüdür.  İdeoloji, köktendincilik, hoşgörü, politik doğruluk, küreselleşme, öznellik, insan hakları, Lenin, mit, internet, postmodernizm, çokkültürlülük, post-marksizm, gibi sayısız konuda yazmaktadır.

[srizonfbalbum id=1]

Kaynak video:

Trouble in Paradise (1932)

trouble-in-paradise-filmloverss

Zizek’in “kapitalizm üzerine yapılmış en iyi eleştiri” diyerek tanımladığı Trouble in Paradise, Ernst Lubitsch’in yönetmenliğinde 1932 yılında çekilmiş romantizm, komedi ve suç ögelerini iç içe geçiren bir film. Hollywood filmlerine yepyeni bir bakış sunan Lubitsch kendi dönemine yeni bir soluk getirdi. Miriam Hopkins, Kay Francis ve Herbert Marshall’ı izlediğimiz bu başarılı ve oldukça keyifli filmi henüz keşfetmediyseniz, Zizek’in önerisini de dikkate alarak hemen izlemeye başlayabilirsiniz.

Sweet Smell of Success (1957)

sweet-smell-of-sucsess-filmloverss

1957 yılında Alexander Mackendrick tarafından çekilen Sweet Smell of Success, Zizek’in tanımlamasıyla Amerika’da basının yozlaşması üzerine çekilmiş önemli filmlerden bir tanesi. Burt Lancaster’ın başarılı performansının hafızalara kazındığı film, oldukça başarılı ancak mesleğinde etik davranmaktan oldukça uzak olan köşe yazarı J.J. Hunsecker’ın ve kariyerinde ilerlemek için her şeyi göze almaya hazır Sidney Falco (Tony Curtis)’nun hikayesini konu ediyor.

Picnic at Hanging Rock (1975)

picnic-at-hanging-rock-filmloverss

Picnic at Hanging Rock için Stalker’ın adeta bir Peter Weir versiyonu olduğunu ve yönetmenin ilk dönem filmlerini çok beğendiğini belirtiyor Zizek. Rachel Roberts, Anne Louise Lambert ve Vivean Gray’in oynadığı  Picnic at Hanging Rock, ayrıca müzikleriyle de önplana çıkan bir film. David Lynch filmleri tadında gizemleri çözmeyi seven izleyiciler için filmde bir grup kızın kaybolmasının ardındaki gizemi çözmeye çalışmak da keyifli bir hal alıyor.

Murmur of the Heart (1971)

murmur-of-the-heart-filmloverss

Louis Malle’in hem senaryosunu yazdığı hem de yönetmenliğini üstlendiği filmi Murmur of the Heart, Zizek için keyifli ve hoş Fransız filmlerinden biri. Bir anne ve oğul arasındaki saklı kalan sırrı sevdiğini de eklemeyi ihmal etmeyen Zizek, sinemaseverler için seçtiği filmlerin arasına Murmur of the Heart’ı da ekliyor. Burjuva bir ailenin yaşantısını konu alan filmde anne ve oğulun ensest sahnesinden yola çıkarak, psikanalizi çalışmalarında bu denli kullanan Zizek’in neden bu filmi sevdiği sorusunun cevabı kendisini açıkça belli ediyor. 

The Joke (1969)

the-joke-filmloverss

Milan Kundera’nın ilk romanı olan The Joke için Zizek, Kundera’nın en iyi romanı olduğunu sonraki bütün çalışmalarında ise düşüşe geçtiğini belirtiyor. Jaromil Jires’in yönettiği The Joke elbette bahsi geçtiği üzere Milan Kundera’nın kitabına dayanıyor. Josef Somr, Jana Ditetova ve Ludek Munzar’ın rol aldığı filmde Ludvik Jahn karakteri, sevgilisine gönderdiği notun içeriğinin politik olarak doğru bulunmaması sebebiyle üniversiteden ve komünist partiden ihraç edilir ancak yıllar sonra onu suçlayanlardan intikam almak için çeşitli planlar yapar.

The Ice Storm (1997)

the-ice-storm-filmloverss

Usta yönetmen Ang Lee’nin 1997 yılında çektiği The Ice Storm, Zizek’in hayatında özel bir yere sahip. Filmin senaristi James Schamus’un, The Ice Storm’u yazarken Zizek’in kitaplarından birini okuduğunu ve bu kitabın yazdığı senaryo ile ilgili ona ilham verdiğini belirtmesi sebebiyle Zizek’in The Ice Storm ile arasında özel bir bağ oluşmuş. Zizek’in filmi sevmesindeki en önemli etken bu olsa da yanı sıra filmi başarılı bulduğunu da ihmal etmiyor.

Great Expectations (1946)

great-expectations-filmloverss

O yıllarda renkli ve siyah-beyaz filmlerin ayrı değerlendirilmesi sebebiyle Siyah-Beyaz Film Dalı’nda En İyi Görüntü Yönetimi Oscarı’nı kazanan Great Expectations’ın yönetmen koltuğunda David Lean otururken görüntü yönetmenliğini ise Guy Green üstleniyor. Charles Dickens’ın romanına dayanan film için Zizek, filmi neden seçtiğini “Büyük bir Dickens hayranıyım.” diyerek açıklıyor. Jean Simmons ve John Mills’in rol aldığı filmde bir erkeğin büyük dönüşümünü izleriz.

City Lights (1931)

citylights-filmloverss

City Lights ile ilgili Zizek’in yorumu tam anlamıyla Charles Chaplin sevenlerin hislerine tercüman olacak nitelikte “ne söylenebilir ki, tüm zamanların en iyi filmlerinden biri.” Chaplin’in güldürüsünün ardında yatan politik eleştirileri göz önünde bulundurulduğunda böylesine başarılı bir filmografiyle yıllar sonra gelen bir Onur Ödülü dışında herhangi bir Oscar Ödülü ile ödüllendirilmemesi durumu daha anlaşılır kılıyor.

Y Tu Mamá También (2002)

y-tu-mama-tambien-filmloverss

Y Tu Mamá También’i tamamen kişisel sebeplerle sevdiğini çünkü filmin DVD’sinde yorum yaptığını belirten Zizek, filmin yönetmeni Alfonso Cuáron’dan en sevdiği filmin Children of Men olduğunu belirtiyor. Bir Meksika yapımı olan Y Tu Mamá También için bir yolculuk ve büyüme hikayesi tanımlaması yapabiliriz. 20’li yaşlarındaki iki genç erkeğin bir kadınla çıktıkları yolculuğu konu edinen filmin senaryosunda yönetmene ek olarak Carlos Cuáron’un da imzası bulunuyor. Gael Garcia Bernal’in ilk gençlik hallerini gördüğümüz filmde cinselliğin dolu dolu yaşandığı bir yol hikayesi izliyoruz.

Antichrist (2009) antichrist-filmloverss

Sinemanın asi yönetmeni Lars von Trier’in son olarak başı Cannes Film Festivali’nde yaptığı “Ben de bir Naziyim” gafıyla ciddi anlamda derde girmişti. Yönetmenin hayatındaki bu çalkantılı dönem yavaş yavaş geride kaldı. Ancak bu durum Lars von Trier’in sinemasında da sözünü sakınmayan tavrının altını çizen olaylardan biri oldu. Lars von Trier’in hem senaryosunu yazdığı hem de yönetmen koltuğunda oturduğu Antichrist’te Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg’u izliyoruz. Bir anne-babanın sevişirken oğullarının bir başka odada camdan düşerek ölmesinin acısıyla mücadele filmin temelini oluşturuyor.

BERTRAND RUSSELL: “AKILLILAR HEP KUŞKU İÇİNDEYKEN APTALLAR KÜSTAHÇA KENDİNDEN EMİNDİR”

0

Ne kadar az bilirseniz; o kadar şiddetle müdafaa edersiniz!

“Her ülkede insanların büyük bir bölümü, kendilerininkinden farklı olan evlilik törelerinin ahlaka aykırı olduğuna inanmışlardır; bu görüşe karşı çıkanların ise kendi sorumsuz yaşam tarzlarını haklı kılmayı amaçladıklarına. Hindistan’da geleneklere göre dul kadınların yeniden evlenmeleri, akılalmaz ölçüde korkunç bir şey sayılır. Katolik ülkelerde boşanmak çok büyük bir günah olarak düşünülürken evlilikte sadakat kurallarına yapılan bazı ihlaller, en azından erkeklerce yapılmışsa, hoşgörüyle karşılanır. Amerika’da boşanmak kolaydır, ama evlilik dışı ilişkiler şiddetle kınanır. Müslümanlar, bize aşağılayıcı gelen çok eşliliğe inanır. Bütün bu farklı görüşler aşırı bir şiddetle savunulur ve bunlara karşı gelenler çok acımasızca cezalandırılır. Ancak yine de, bu ülkelerden hiç kimse kendi ülkesindeki törenin insan mutluluğuna katkısının diğerlerinden daha çok olduğunu göstermek için en ufak bir çaba sarfetmez.”
 

Kuşkuculuğun Önemi Üzerine (Sorgulayan Denemeler) – Bertrand Russell

Okuyucularıma, üzerinde hoşgörü ile düşünmeleri için, belki de son derece paradoksal ve yıkıcı görünebilecek bir doktrin sunmak istiyorum. Söz konusu doktrin şudur: Doğru olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunmayan bir önermeye inanmak sakıncalıdır. Böyle bir görüşün genel kabul görmesi durumunda bütün sosyal yaşamımızın ve politik sistemimizin tümüyle değişeceğini kabul etmeliyim; şu anda ikisinin de kusursuz olmasının bunu güçleştireceğini de kabul ediyorum. Ayrıca (ve daha önemli olarak) bu görüşün, bu dünyada ve sonrasında başarılı olmayı haketmek için hiçbir şey yapmamış insanların akıldışı umutlarından çıkar sağlayan kişilerin (gaipten haber verenler, çifte bahisçiler ve din adamları gibi) gelirlerinin azalmasına yol açacağının da farkındayım. Bu önemli düşüncelere karşın, ileri sürdüğüm paradoksun savunulabileceği kanısındayım ve şimdi bunu yapmaya çalışacağım. İlkönce, aşırılığa kaçtığım düşüncesine karşı kendimi savunmak isterim. Ben İngilizlerin ılımlılık ve uzlaşmaya olan tutkularını paylaşan bir İngiliz Whig’iyim (Whig: 17. ve 18. yüzyıllarda hükümdara kargı Parlamento’nun üstünlüğünü savunan (ve sonradan yerini Liberal Partiye bırakan) siyasal parti üyesi. (Ç.N.)). Pyhrrhonizm (kuşkuculuğun/ skeptisizmin eski adı)’in kurucusu olan Pyhrro hakkında bir öykü anlatılır. Pyhrro, bir eylemin diğerinden daha akıllıca olduğundan emin olmamız için asla yeterince bilgiye sahip olmadığımızı ileri sürmüştü.

Öyküye göre gençliğinde bir akşam yürüyüşü sırasında, felsefe hocasını (ilkelerini ondan almıştı) kafası bir çukura sıkışmış ve kendini kurtaramıyacak bir durumda görür. Bir süre onu seyrettikten sonra, yaşlı adamı dışarı çekmenin bir yararı olacağını düşünmek için yeterli neden olmadığına karar verip yoluna devam eder. Onun kadar kuşkucu olmayan çevredeki insanlar hocayı kurtarırlar ve Pyhrro’yu acımasızlıkla suçlarlar.

Ancak hocası, kendi öğretisine sadık kalarak, onu tutarlılığından dolayı kutlar. Ben bu ölçüde abartılı bir kuşkuculuk önermiyorum. Teoride olmasada pratikte, sağduyudan kaynaklanan gündelik inançları kabul edebilirim. Bilim alanında tam kabul görmüş bir sonucu, kesin doğru olarak değil ama rasyonel bir eylem için yeterince olası bir temel olarak kabule hazırım.

Falan tarihte bir ay tutulması olacağı söylenirse bunu, gerçekleşip gerçekleşmediğini görmek için gökyüzüne bakmaya değer bulurum. Pyhrro ise farklı düşünürdü. Bu nedenle, bir orta yol benimsediğimizi söylememin yerinde olacağını sanıyorum. Ay ve Güneş tutulması örneğinde olduğu gibi, araştırmacıların üzerinde anlaştığı konular vardır. Uzmanların tam anlaşamadığı konular da vardır. Bütün uzmanlar hemfikir olduklarında bile yanılabilirler.

Einstein’ın ışığın yerçekimi etkisiyle sapmasının niceliği konusundaki savı bundan yirmi yıl önce, bütün uzmanlar tarafından rededildi; ama doğru olduğu ortaya çıktı. Yine de, uzman olmayanlar, uzmanların görüş birliği içinde oldukları bir savın doğru olmasını, olmamasından daha olası kabul etmelidirler.

Benim savunduğum kuşkuculuk şundan ibarettir:

(1) Uzmanlar bir görüşte hemfikir ise, bunun tersinin doğru olduğundan emin olunamaz.

(2) Uzmanların hemfikir olmadığı bir görüş uzman olmayanlarca kesin doğru olarak kabul edilemez.

(3) Bütün uzmanlar, doğru olması için yeterli neden bulunmadığını kabul ediyorlarsa, sıradan bir kimsenin karar vermekte çekingen davranması akıllıca olur.

Bu öneriler her ne kadar ılımlı görünüyorlarsa da, eğer kabul edilirlerse insan yaşamını kökünden değiştirebilirler.

İnsanların uğrunda savaşmayı ve zulmetmeyi göze aldıkları fikirler bu kuşkuculuğun reddettiği yukarıdaki üç gruptan biri içinde yer alır. Herhangi bir görüş rasyonel nedenlere dayanmaktaysa, insanlar bu nedenleri ortaya koyar ve etkilerini beklerler. Böyle durumlarda bunları ateşli bir şekilde savunmazlar; sükunetle benimserler ve nedenleri soğukkanlılıkla açıklarlar. Ateşli bir şekilde savunulan görüşler asla iyi bir temele dayanmayan görüşlerdir; gerçekten de şiddetli duygusallık, görüş sahibinin rasyonel kanıtlardan yoksun olduğunun bir göstergesidir. Politika ve din konularındaki görüşler hemen hemen tümüyle aşırı duygusallık ile bağıntılı olan türdendir. Bu konularda güçlü inançları olmayan kişiler, Çin’in dışındaki ülkelerde zavallı yaratıklar olarak düşünülür; kuşkuculardan, kendilerininkine tümüyle karşıt olan düşüncelere sahip kişilerden daha çok nefret edilir. Günlük yaşamın bu konularda fikir sahibi olmayı gerektirdiği ve daha rasyonel davranmanın toplum yaşamını olanksız kılacağı düşünülür. Ben bunun tam tersine inanıyorum; nedenini de açıklamaya çalışacağım.

1920 sonrasındaki işsizlik sorununu ele alalım. Siyasal partilerden biri, bunun sendikaların suçu olduğu kanısındaydı. Bir diğeri, nedenin Kıta Avrupasındaki kargaşa olduğuna inanıyordu. Bir üçüncüsü de, bunların rolü olduğunu kabul etmekle beraber, sıkıntının temel nedenini, İngiltere Bankası’nın sterlin değerini yükseltme politikasına bağlıyordu. Bana anlatıldığına göre, uzmanların çoğu bu üçüncü partiye mensuptu; ama partide uzmanlar dışında kimse de yoktu. Politikacılar parti edebiyatlarına uygun olmayan görüşlere ilgi duymazlar; sıradan insanlarsa felaketleri düşmanların entrikalarına atfetmeyi yeğlerler. Sonuçta da insanlar konu ile ilgisi olmayan şeyler için veya o şeylere karşı savaşırlar. Rasyonel düşünce sahibi birkaç kişiye ise, hiç kimsenin hislerine hizmet etmediklerinden, kulak asılmaz. Bu üçüncü partinin, yandaş toplamak için insanları İngiltere Bankası’nın kötü olduğuna inandırması; işçileri kendi saflarına çekmek için İngiltere Bankası yöneticilerinin sendika hareketine düşman olduğunu göstermesi; Londra Piskoposu’nu saflarına almak için de bu yöneticilerin “ahlaksız” olduklarını göstermesi gerekirdi. Para konusunda tutumlarının yanlış olması da tüm bunların bir sonucu olarak görülürdü.

Bir başka örnek ele alalım. Sosyalizmin insan doğasına ters düştüğü sık sık dile getirilir. Bu sav sosyalistler tarafından, karşıtlarından aşağı kalmayan bir şiddetle reddedilir. Bu konu, ölümü çok büyük bir kayıp olan Dr. Rivers’ın University College’de verdiği bir derste irdelenmiş ve ölümünden sonra yayınlanan Psychology and Politics (Psikoloji ve Politika) kitabında yer almıştır. Bildiğim kadarıyla, bu konunun bilimsel denebilecek tek tartışması da budur. Yazar, sosyalizmin Melanesia’da insan doğasına ters düşmediğini gösteren bazı antropolojik veriler ortaya koymakta; sonra da, Melanesia’da insan doğasının Avrupa’daki ile aynı olup olmadığını bilmediğimize işaret etmekte ve sosyalizmin Avrupa insanının doğasına ters düşüp düşmediğini anlamanın tek yolunun onu denemek olduğu sonucuna varmaktadır. Ulaştığı bu sonuç nedeniyle İşci Partisi’nden adaylığa istekli olması ilginçtir. Ancak bu adayın, politik tartışmaları genellikle saran hırs ve öfke havasını artırıcı bir etki yapmayacağı kuşku götürmez.

Şimdi de, insanların serinkanlılıkla tartışmada güçlük çektikleri bir konuya, evlilik törelerine el atacağım. Her ülkede insanların büyük bir bölümü, kendilerininkinden farklı olan evlilik törelerinin ahlaka aykırı olduğuna inanmışlardır; bu görüşe karşı çıkanların ise kendi sorumsuz yaşam tarzlarını haklı kılmayı amaçladıklarına. Hindistan’da geleneklere göre dul kadınların yeniden evlenmeleri, akılalmaz ölçüde korkunç birşey sayılır. Katolik ülkelerde boşanmak çok büyük bir günah olarak düşünülürken evlilikte sadakat kurallarına yapılan bazı ihlaller, en azından erkeklerce yapılmışsa, hoşgörüyle karşılanır. Amerika’da boşanmak kolaydır, ama evlilik dışı ilişkiler şiddetle kınanır. Müslümanlar, bize çok aşağılayıcı gelen çok eşliliğe inanır. Bütün bu farklı görüşler aşırı bir şiddetle savunulur ve bunlara karşı gelenler çok acımasızca cezalandırılır. Ancak yine de, bu ülkelerden hiç kimse kendi ülkesindeki törenin insan mutluluğuna katkısının diğerlerinden daha çok olduğunu göstermek için en ufak bir çaba sarfetmez.

Bu konuda yazılmış herhangi bir bilimsel çalışmaya, örneğin Westermarck’ın History of Humcın Marriage (İnsan Evliliği Tarihi) adlı kitabına baktığımızda, benimsenmiş önyargılı yaklaşımdan çok farklı olan bir hava ile karşılaşır, insan doğasına ters geleceğini sandığımız birçok geleneğin var olduğunu görürüz. Çok eşliliğin, saldırgan erkeklerin kadınlara zorla kabul ettirdiği bir örf olarak açıklanabileceğini düşünürüz.

Peki, bir kadının birden fazla kocasının olduğu Tibet gelenekleri için ne söylenebilir? Tibet’i görenler oradaki aile yaşamının en az Avrupa’daki kadar uyumlu olduğu konusunda bize güvence veriyorlar. Bu tür yazılardan birkaçını okumak konuya açık kalplilikle yaklaşan herkesi tam bir kuşkuculuğa yöneltecektir; çünkü öyle görünüyor ki, bir evlilik geleneğinin bir diğerinden daha iyi veya daha kötü olduğunu söylememizi sağlayan herhangi bir veri mevcut değil. Yerel kurallara karşı gelenlere hoşgörüsüzlük ve acımasızlık içermeleri dışında ortak bir yanları yok. Günahın coğrafi birşey olduğu anlaşılıyor. Bu sonuçtan hemen başka bir sonuç ortaya çıkıyor: “Günah” gerçek olmayan yanıltıcı bir kavramdır ve onu cezalandırmak için uygulanagelen zulüm gereksiz birşeydir. Çoğu kimseye hoş gelmeyen de işte bu sonuçtur. Çünkü vicdan rahatlığıyla yapılan zulüm moralistler için bir zevktir. Cehennemi de bu nedenle icadettiler.

Milliyetçilik de kuşku götürür konularda ateşli inanç sahibi olmanın bir uç örneğidir. Şunu rahatça söyleyebilirim: Büyük Savaşın tarihini günümüzde ele alan bilimsel bir tarihçinin yazdıklarında, eğer bunlar savaş sırasında yazılmış olsalardı, çarpışan ülkelerin her birinde tarihçinin hapse atılmasına neden olacak ifadeler bulunması kaçınılmazdır. İnsanların kendileri hakkındaki gerçeklere tahammül gösterdikleri, Çin dışında, hiçbir ülke yoktur. Gerçekler normal zamanlarda sadece kabalık olarak, savaş halinde ise suç olarak algılanırlar. Birbirinin karşıtı katı inanç sistemleri oluşur; bu sistemlere yalnızca aynı ulusal eğilimi taşıyanların inanmaları, bunların yapay olduğunu açıkça ortaya koyar. Ancak bu inanç sistemlerine mantık uygulamak, vaktiyle dinsel dogmalara mantık uygulamanın günah olduğu kadar günahtır. Bu tür konularda kuşkuculuğun neden kötücül olduğunu açıklamaları istendiğinde insanların verdikleri yanıt, mitlerin savaşı kazanmaya yardım ettiği, bu nedenle de rasyonalizmi benimseyen ulusların başkalarını öldüremeyeceği, tersine, kendilerinin öldürüleceği, yolundadır. Yabancılara tümden iftira yoluyla insanın kendisini korumasının utanç verici olduğu düşüncesi, bildiğim kadarıyla, şimdiye dek Quaker’ler (17. yüzyıl ortalarında kurulan, savaşa ve askerliğe karşı, hıristiyan oldukları halde kiliseye gitmeyen, Dostlar Derneği üyeleri.(Ç.N.)) dışında ahlaki destek bulamamıştır. Rasyonel bir ulusun savaşa hiç girmemenin yollarını bulabileceği öne sürüldüğünde alınan yanıt ise genellikle hakaretten ibarettir.

Rasyonel bir kuşkuculuğun yayılmasının etkileri ne olabilir? İnsanoğlu ile ilgili olaylar güçlü tutkulardan kaynaklanır; bu da onları destekleyen birtakım mitlerin doğmasına yol açar. Psikanalizciler bu sürecin kişisel görünümünü, vesikalı ve vesikasız deliler üzerinde incelemişlerdir.

Bazı aşağılamalara maruz kalmış bir kişi kendisinin İngiltere Kralı olduğu yolunda bir kuram benimser ve kendisine bu yüce konumunun gerektirdiği saygı ile davranılmamasını mazur göstermek için de zekice işlenmiş birsürü açıklama icadeder. Bu örnekte, komşuları onun bu hayallerine sıcak bakmazlar ve kendisini bir tımarhaneye kapatırlar. Fakat o kendi büyüklüğünü değil de ulusunun veya sınıfının veya mezhebinin büyüklüğünü ileri sürerse, görüşleri, dışarıdan bakan tarafsız bir kişiye tımarhanede karşılaşılanlar kadar abes gelse bile, birçok yandaş kazanır; bir siyasal veya dinsel önder olur. Bu yolla, kişisel delilikle benzer kuralları izleyen bir toplumsal delilik gelişir. Kendini İngiltere Kralı sanan bir deli ile tartışmanın tehlikeli olduğunu herkes bilir; fakat tek başına olduğu için onun hakkından gelinebilir. Bütün bir ulus bir kuruntuya kapıldığı zaman, savlarına karşı gelindiğinde kapıldıkları öfke tek bir delininkiyle aynıdır; fakat o ulusun aklını başına getirecek tek şey savaştır.

Entellektüel etkenlerin insan davranışını ne ölçüde etkilediği konusunda ruhbilimciler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Burada birbirinden tamamen ayrı iki soru söz konusudur: (1) İnançlar, eylemlerin nedeni olarak, ne ölçüde etkindirler? (2) İnançlar ne ölçüde mantıksal açıdan yeterli delillerden kaynaklanırlar ve kaynaklanabilirler? Bu iki soruda söz konusu olan entellektüel faktörün etkisine ruhbilimciler, sıradan insanların vereceklerinden çok daha küçük bir yer vermekte uyum içindedirler; ancak bu genel uyum alanı içinde önemli ölçüde derece farkları yer almaktadır. Bu iki soruyu sırayla ele alalım.

(1) İnançlar eylemlerin nedeni olarak ne ölçüde etkindirler? Bu soruyu kuramsal olarak değil, sıradan bir insanın sıradan bir günde yaşadıklarını ele alarak tartışacağız. Güne sabah yataktan kalkmakla başlar. Büyük olasılıkla bunu hiçbir inancın etkisi olmadan, alışkanlık nedeniyle yapar. Kahvaltı eder, trenine biner, gazetesini okur, işyerine gider; bütün bunları yine alışkanlık nedeniyle yapar. Geçmişte bu alışkanlıkları edindiği bir dönem olmuştur; en azından işyerinin seçiminde inancın bir etkisi vardır. Belki de vaktiyle o işyerinde teklif edilen işin, bulabileceği en iyi iş olduğunu düşünmüştür. Çoğu kişide mesleği ilk seçtiği zaman inancın bir rolü olmuştur; bu nedenle de, o seçimin yol açtığı herşeyde inancın payı vardır.

Eğer küçük bir görevli ise iş yerinde etkin irade kullanmaksızın ve inancın açık katkısı olmaksızın, sadece alışık olduğu şekilde davranmayı sürdürebilir. Sütunlarla rakamı toplarken uyguladığı aritmetik kurallarına inandığı düşünülebilir. Ancak bu doğru değildir; bu kurallar salt bedensel alışkanlıklardır; bir tenis oyuncusunda olduğu gibi. Bu alışkanlıklar, onların doğru olduklarına dair bilinçli bir inanç nedeniyle değil, bir köpeğin arka ayakları üzerinde durarak yiyecek istemeyi öğrenmesi gibi öğretmeni hoşnut kılmak için gençlikte edinilmiş alışkanlıklardır. Bütün eğitimin bu türden olduğunu söylemiyorum; ancak üç R öğreniminin (Okuma, Yazma, Aritmetik) çoğu kesinlikle öyledir.

Söz konusu kişi iş yerinde bir ortak veya bir yönetici konumundaysa günlük işleri arasında bazı zor yönetimsel kararlar alması gerekebilir. Bu kararlarda inancın da bir etkisi bulunması olasıdır. Bazı hisselerin yükselip bazılarının düşebileceğine veya falan kişinin güvenilir olduğuna, falanın da iflas eşiğinde olduğuna inanmaktadır. Bu inançlar doğrultusunda kararlar alır.

Salt alışkanlıkla değil, inandığı şeylere göre davrandığı içindir ki bir sekreterden daha üstün bir kişi olarak düşünülür ve çok daha fazla para kazanır -tabii eğer inandığı şeyler doğru çıkarsa.

Eylem nedeninin inançtan kaynaklandığı durumlar özel yaşamı için de aynı ölçüde geçerlidir. Normal zamanlarda, karısına ve çocuklarına davranışlarını alışkanlıklar veya alışkanlıkla değişime uğramış olan içgüdü yönetecektir. Önemli durumlarda -evlenme teklif ederken, oğlunu hangi okula göndereceğine karar verirken veya karısının kendisine sadık olup olmadığından kuşkulandığında- salt alışkanlığın etkisiyle davranamaz. Evlenme teklifinde yalnızca içgüdüsü veya hanımın zengin olduğu sanısı etken olabilir. Eğer kararda içgüdü etken olmuşsa, kuşkusuz, hanımın her türlü erdeme sahip olduğuna inanır. Bu da ona, kararının bir nedeni gibi gelebilir; ancak gerçekte bu da içgüdünün değişik bir etkisinden başka bir şey değildir ve içgüdü tek başına eylemin yeterli nedenidir.

Oğluna okul seçerken izlediği yol büyük olasılıkla önemli iş kararları alırken izlediğinin aynıdır; burada da inanç önemli bir rol oynar. Karısının sadakatsizliği hakkında bir bilgi edinmişse davranışı büyük olasılıkla salt içgüdüsel olacaktır; ancak bu içgüdü sonradan olacakların temel nedenini de oluşturan bir inanç etkisiyle harekete geçmiştir.

Demek oluyor ki, inançlar eylemlerimizin yalnızca ufak bir bölümünden doğrudan sorumlu olsalar da sorumlu oldukları eylemler en önemli olan ve yaşamımızın genel yapısını belirleyen eylemler arasında yer alır. Siyasal ve dinsel eylemlerimiz özellikle inançlarımızla bağıntılıdır.

(2) Şimdi ikinci sorumuza geliyorum. Bu soru iki yönlüdür:

(a) İnançlar gerçekten ne ölçüde kanıtlara dayanır?

(b) Öyle olmaları ne ölçüde olanaklı veya arzu edilen birşeydir?

(a) İnançların kanıtlara dayanma oranı onlara inananların sandıklarından çok daha düşüktür. Oldukça rasyonel bir eylem ele alalım: zengin bir işadamının parasal yatırım yapması. İşadamının, örneğin Fransız Frankının iniş çıkışı konusundaki görüşünün, politik eğilimine bağımlı olduğunu görürsünüz; ve de bu görüşü öylesine benimsemiştir ki parasını o yolda riske sokmaktan kaçınmaz. İflas olaylarında, çoğu kez, felaketin nedeninin bazı duygusal etkenlerden kaynaklandığı ortaya çıkar. Politik görüşler, onları açıklamaları yasaklanmış olan devlet görevlilerine ait olanları dışında, nadir olarak kanıtlara dayanırlar. Bazı istisnalar kuşkusuz vardır. Yirmi beş yıl önce başlamış olan gümrük resimleri reformu tartışmalarında sanayicilerin çoğunun desteklediği taraf, kendi gelirlerini artıracak taraftı. Bu, görüşlerinin gerçekten kanıtlara dayandığını gösteriyor; ancak, ifadelerinde bunu ima eden en ufak bir şey yoktu. Freudcular bizi “rasyonalize etme” süreciyle, yani gerçekte irrasyonel olan bir görüş veya karar için kendimize rasyonel görünen nedenler uydurma süreciyle tanıştırdı. Ancak, özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde “irrasyonalize etme” denebilecek bir de ters süreç var.

Kurnaz bir kişi bir sorunun lehinde ve aleyhinde olan yönleri az veya çok bilinç- altı bir yolla, bencil bir açıdan değerlendirebilir (İnsanın kendi çocuklarının söz konusu olması dışında, bencil olmayan düşünceler çoğu zaman bilinç-altına inmezler). Bilinç-altının yardımıyla sağlam bir bencil karara vardıktan sonra kişi nasıl büyük fedakarlıklarla kamu yararını gözettiğini gösteren büyük büyük laflar uydurur veya başkalarından alıntılar yapar. Bu lafların, sahibinin gerçek nedenlerini belirttiğine inananlar o kişinin gerçek kanıtları değerlendirebilmekten yoksun olduğunu da düşünecektir; çünkü, o kişinin eylemleri, kamu yararına olan bir şeye yol açmayacaktır. Bu durumdaki bir kişi, olduğundan daha az rasyonel görünür. Daha da ilginç olanı, onun irrasyonel yönünün bilinçli, rasyonel yönünün ise bilinç-dışı olmasıdır. İngiliz ve Amerikalıları bu denli başarılı kılan da bu özelliktir.

Kurnazlık, gerçek olduğu zaman, insan doğasının bilincinden çok bilinç-dışına ait bir şeydir ve sanırım ki iş aleminde başarı için gereken en önemli özelliktir. Ahlaki açıdan ise, her zaman bencil olduğu için, küçümsenen bir özelliktir; bununla birlikte insanları en kötü suçlardan alıkoymayı da başarabilir. Bu özellik eğer Almanlarda var olsaydı sınırsız denizaltı harekatına girişmezlerdi; eğer Fransızlarda var olsaydı Ruhr’da yaptıklarını yapmazlardı; eğer Napolyon’da olsaydı Amiens Antlaşması’ndan sonra tekrar savaşa girmezdi. Bazı istisnaları olsa da, ortaya şöyle bir genel kural koyabiliriz: İnsanlar neyin kendi yararlarına olduğu konusunda yanılırlarsa, akla uygun olduğunu sandıkları tutum, başkaları için, gerçekten akla uygun olan tutumdan çok daha fazla kötülüğe yol açar. Bu nedenle, insanları kendi çıkarlarını iyi değerlendirecek duruma getiren her şey yararlıdır. Ahlaki nedenlerle, kendi çıkarlarına ters olduğuna inandıkları şeyleri yaptıkları halde çok zengin olmuş sayısız insan vardır.

Örneğin ilk-dönem Quaker’lerden bazı dükkan sahipleri, başkalarının sürekli olarak yaptığı gibi her müşteriyle pazarlık etmek yerine, sattıkları mallar için kabul edebilecekleri en düşük miktardan daha çok para istememe yolunu tutmuşlardır. Bu kararı almalarının nedeni, razı olduklarından çok para istemeyi yalan söylemek saymalarıydı. Ancak müşteriye sağlanan bu kolaylık öylesine büyüktü ki herkes onların dükkanlarına koştu; sonuçta zengin oldular (Bunu nerede okuduğumu unuttum; ancak, belleğim beni yanıltmıyorsa güvenilir bir kaynaktı). Aynı amaca açıkgözlülük yaparak da ulaşmak olanaklıydı; ancak hiç kimse yeterince açıkgöz değildi. Bilinç-dışımız göründüğünden daha kötü niyetlidir. Bu nedenle, ahlaki gerekçelerle, kendi yararlarına ters düşen şeyleri bilerek yapan kişiler kendi yararlarına olanı tam olarak yapan kişilerdir. Onların arkasından, şiddetli duyguları olabildiğince safdışı ederek, kendi yararlarını bilinçli ve rasyonel olarak düşünmeye çaba gösterenler gelir. Üçüncü olarak, içgüdüsel olarak açıkgöz olan kişiler gelir. Bunlar başkalarının mahvolmasını amaçladıkları yollarda kendilerini mahvederler. Bu son grup Avrupa nüfusunun yüzde doksanını kapsar.

Biraz konu dışına çıkmış görünebilirim; ancak açıkgözlülük dediğimiz bilinç-dışı mantığını bilinçli türlerinden ayırmam gerekliydi. Normal eğitim yöntemlerinin bilinç-dışına hiçbir belirgin etkisi yoktur. Öyleyse, açıkgözlülük bugünkü teknik olanaklarımızla öğretilebilir birşey değildir. Yalnızca alışkanlıktan kaynaklanan ahlak dışında, ahlakın da bugünkü yöntemlerle öğretilmesi olanaksız görünüyor; en azından, ben şahsen sıkça öğütlenen kişilerde iyiye doğru bir etki farketmedim. Bu nedenle, günümüzde bilinçli olarak yapılmak istenen her ıslahatın rasyonel yollar kullanarak yapılması zorunludur. İnsanlara açıkgöz veya erdemli olmayı nasıl öğreteceğimizi bilmesek de onlara rasyonel olmayı öğretmeyi bir ölçüde biliyoruz: Eğitimden sorumlu olanların her konuda uyguladıklarının tam tersini yapmak bunun için yeterlidir. Gelecekte, iç salgı bezleriyle oynayarak, salgılarını azaltıp çoğaltarak, erdem yaratmayı da öğrenebiliriz. Ancak günümüzde rasyonalizmi yaratmak erdem yaratmaktan daha kolaydır -rasyonalizm sözcüğü ile, eylemlerimizin etkilerini önceden tahmin etme sürecinde bilimsel düşünme alışkanlığını kastediyorum.

(b) Bu, bizi şu soruya getiriyor: İnsanların eylemleri ne ölçüde rasyonel olabilir veya olmalıdır? Önce “olmalı mı” sorusunu ele alalım. Kanımca rasyonalizmin uygulama alanını belirleyen kesin sınırlar vardır; yaşamın en önemli bölümlerinden bazıları mantığın işe karışmasıyla mahvolurlar. Leibniz son yıllarında bir muhabire yaşamında yalnız bir kere, o da elli yaşındayken, bir bayana evlenme teklif ettiğini anlatmış; sonra da şunu eklemiş: “Şükürler olsun ki düşünmek için zaman istedi. Bu bana da düşünme fırsatı verdi ve teklifimi geri aldım.” Davranışının çok rasyonel olduğu kuşku götürmez; ancak beğendiğimi söyleyemem.

Shakespeare “deli, aşık ve şair”i “yoğunlaşmış hayal gücü” olarak biraraya getirir. Sorun deliyi salıverip aşık ve şairi bir arada tutmaktır. Bir örnek vereceğim: 1919 yılında Old Vic’de oynanan The Trojan Women (Truvalı Kadınlar) oyununu seyrediyordum. Büyüyünce ikinci bir Hector olur korkusuyla Greklerin Astyanax’ı öldürdükleri, dayanılmaz ölçüde acıklı bir sahne vardır. Tiyatroda bütün gözler yaşlıydı; seyirciler Greklerin bu gaddarlığını akılalmaz buluyorlardı. Ama orada ağlayan bu insanlar, aynı anda, aynı gaddarlığı Euripides’in bile hayal gücünü aşan bir ölçüde kendileri uyguluyorlardı. Kısa bir süre önce, ateşkesten sonra Almanya’ya uygulanmakta olan ablukayı uzatan ve Rusya’ya da abluka öngören kararı alan bir hükümete -büyük çoğunluğu- oy vermişlerdi. Bu ablukaların çok sayıda çocuğun ölümüne neden olduğu biliniyordu; ama düşman ülkelerin nüfusunun azalmasını arzuluyorlardı: çocuklar, Astyanax gibi, büyüyüp babalarının yolundan gidebilirlerdi. Şair Euripides seyircilerin hayalinde aşık’ı canlandırmıştı. Ancak tiyatro kapısında aşık ve şair unutulmuşlardı; ve kendilerini iyi yürekli ve erdemli sayan bu bay ve bayanların siyasal eylemleri deli’nin (çıldırmış katil kişiliğinde) egemenliğine girmişti.

Aynı zamanda deli’yi de alıkoymadan şair ve aşık’ı alıkoymak olanaklı mıdır? Her birimizin içinde onların üçü de değişik ölçülerde mevcuttur. Bunlar, birisi kontrol altına alındığında diğer ikisinin yok olmasını gerektirecek ölçüde, birbirlerine bağlı mıdırlar? Öyle olduğunu sanmıyorum. Hepimizin içinde mantıktan esinlenmeyen eylemlerle tüketilmesi gereken bir miktar enerji olduğuna inanıyorum; bu, çıkış yolunu, koşullara göre sanatta, tutkulu aşkta veya tutkulu nefrette bulur. Saygınlık, düzen ve rutin -yani modern endüstri toplumunun demir gibi katı disiplini- sanatsal dürtüyü köreltmiş ve aşkı verimli, özgür ve yaratıcı olmak yerine bunalıma veya gizliliğe mahkum etmiştir.

Haset, gaddarlık ve nefret hemen bütün piskoposlar sınıfı tarafından takdis edilirken, özellikle özgür olmaları gereken şeyler baskı altında tutulmuştur. İçgüdüsel yapımız iki bölümden oluşur; birisi kendimizin ve çocuklarımızın yaşamını geliştirmeye, diğeri ise rakip gördüğümüz kişilerin yaşamını engellemeye yönelir.

Birincisi yaşama aşkını, sevgiyi ve psikolojik olarak sevginin bir kolu olan sanatı içerir; ikincisi de rekabeti, milliyetçiliği ve savaşı. Geleneksel ahlak birincisini bastırmak, ikincisini yüreklendirmek için herşeyi yapar. Gerçek ahlak bunun tam tersini gerektirirdi. Sevdiklerimizle ilgili davranışlar içgüdüye güvenle bırakılabilir. Akıl kapsamına alınması gerekli olan ise nefret duyduğumuz kişilere karşı olan davranışlardır.

Günümüz dünyasında etkin olarak nefret ettiklerimiz bizden uzak olan gruplar, özellikle de yabancı uluslardır. Onları soyut olarak algılarız ve gerçekte nefretin ta kendisi olan eylemleri, adalete olan aşkımız ve benzeri yüce amaçlar için yaptığımızı ileri sürerek kendimizi kandırırız. Bu gerçeği bizden saklayan perdeyi ancak, büyük ölçüde kuşkuculukla kaldırabiliriz. Bunu ve kıskançlık çılgınlığının tedavisini gerçekleştirdikten sonra, kıskançlıklara ve sınırlamalara dayalı olmayan, dopdolu bir yaşam arzusuna ve başka insanların birer engel değil, birer yardımcı olacağının idrakine dayalı yeni bir ahlak oluşturmaya başlayabiliriz. Bu ütopik bir beklenti değildir; Elizabeth İngilteresinde kısmen gerçekleşmişti. Eğer insanlar bir başkasının mutsuzluğu peşinde koşmak yerine kendi mutluluklarının peşine düşmeyi öğrenirlerse, bu beklenti hemen yarın gerçekleşebilir. Bu, hiç de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak töresi değildir; ama benimsenmesi dünyayı cennete dönüştürebilir.

NIETZSCHE: ZULÜMSÜZ ŞENLİK OLMAZ: BÖYLE ÖĞRETİYOR İNSANIN EN ESKİ, EN UZUN TARİHİ

0

Acı çekildiğini görmek iyi gelir, acı çektirmek daha da iyi gelir – sert bir cümle bu; ama eski, kudretli, insanca-pek insanca bir temel ilke, hatta belki maymunlar bile bu cümlenin altına imzalarını atarlardı: çünkü acayip zalimlikler keşfetme konusunda iyiden iyiye insanın habercisi ve adeta insana bir “başlangıç” oldukları anlatılır. Zulümsüz şenlik olmaz: böyle öğretiyor insanın en eski, en uzun tarihi – ve cezada da şenlikli çok şey var!

***

Bu düşüncelerle, kötümserlerimizin ahenksiz ve gıcırtılı yaşam bıkkınlıklarının değirmenlerine kesinlikle su taşımak niyetinde olmadığımı da belirteyim; aksine, insanlığın zalimliğinden henüz utanç duymadığı o zamanlarda yeryüzünde yaşamın, karamsarların olduğu günümüze oranla daha neşeli geçmiş olduğunu sergilemiş olmalı bu düşünceler. İnsanlığın üzerindeki gökyüzünün kararması, insanın insandan utanmasının artışına koşut olarak artmıştır hep. Yorgun ve karamsar bakış, yaşam bilmecesine duyulan güvensizlik, yaşam tiksintisinin buzdan Hayır’ı – insan neslinin en kötü çağlarının göstergeleri değildir bunlar: bunlar, bu bataklık bitkileri, ait oldukları bataklık oluştuktan sonra gün ışığına çıkarlar ancak, – “insan” hayvanına en nihayetinde tüm içgüdülerinden utanmayı öğreten o hastalıklı yumuşamadan ve ahlaksallaşmadan söz ediyorum. İnsan, “melek” (daha sert bir sözcükten kaçınmak için bu sözcüğü kullanıyorum) olma yolunda ilerlerken, sadece hayvansal sevinci ve masumiyeti insanın gözünde tiksinilecek bir şey kılmakla kalmayıp, yaşamın kendisini de insan için tatsızlaştırmış olan o bozuk mideyi ve paslı dili edindi kendine: – öyle ki kimi zaman, kendi karşısında burnunu kapayarak durdu ve Papa III. Innocentius’la beraber rezilliklerinin listesini çıkardı ayıplayarak (“safkan olmama, ana rahminde kötü beslenme, insanın hammaddesinin kötülüğü, leş gibi kokma, tükürük, idrar, dışkı salgılama”). Acı çekmenin, varoluş aleyhine ileri sürülen savlar içinde, varoluşa iliştirilmiş en vahim soru işareti olarak hep en başı çekmek zorunda kaldığı bugün, bir de bunun tersi bir yargıya varılmış olan zamanların, acı vermekten yoksun kalınmak istenmediği, onda birinci sınıf bir sihir, yaşamaya ayartan gerçek bir yem görüldüğü zamanların hatırlanması iyi olur. Belki de o zamanlar acı – hanım evlatlarına avuntu olsun diye söylüyorum – şimdiki kadar can yakmıyordu; ağır iç iltihaplanma vakalarında zencileri (bunları tarihöncesi insanın temsilcileri olarak alırsak) tedavi etmiş olan bir doktor böyle bir sonuca varabilir en azından; en sağlam bünyeli Avrupalıyı bile neredeyse yılgınlığa sürükleyen bu hastalıklar, zencilerde aynı etkiyi yapmaz. (İnsanın acıya dayanma eğrisi gerçekten de, üstkültürün ilk on bini ya da on milyonu hesaba katılır katılmaz olağandışı ve neredeyse ani bir düşüş gösteriyormuş gibi görünüyor; ben kendi adıma, tek bir isterik, okullu hanımcığın geçirdiği bir sancılı gecenin yanında, şimdiye kadar bilimsel yanıtlar almak uğruna bıçakla sorgulanmış tüm hayvanların çekmiş oldukları toplam acının bir hiç kalacağından eminim.) Kaldı ki, zalimlikten alınan o hazzın da aslında tükenmemiş olduğu olasılığına bile yer verilebilir belki: acının bugün daha fazla can yakıyor olmasına bağlı olarak, yalnızca yüceltilmesi ve inceltilmesi gerekmişti bu hazzın, imgelem ve ruh alanına aktarılmış haliyle ortaya çıkması ve en narin ve ikiyüzlü vicdanda bile kuşku uyandırmayacak denli alakasız bir sürü isimle bezenmesi gerekmişti (“trajik merhamet” böyle bir isim örneğin; bir diğeri “les nostalgies de la croix” [çarmıh özlemleri]). Acı çekmeye karşı asıl isyan ettiren, acı çekmenin kendisi değil, acı çekmenin anlamsızlığıdır: ama, ne acı çekmeyi gizemli bir selamet düzeneği olarak kurgulamış olan Hıristiyan için, ne de her acıyı yalnızca seyirciler ya da acı verenler bağlamında kavrayabilen eskinin o naif insanı için, böyle anlamsız bir acı çekme söz konusu değildi. Saklı, keşfedilmemiş ve tanıksız acıyı dünya yüzünden silebilmek ve açıkça olumsuzlayabilmek için, tanrılar ve çeşitli yüksekliklerde ve alçaklıklarda ara yaratıklar, kısacası, gizlide de gezinen, karanlıkta da gören ve içinde ıstırap olan ilginç bir oyunu kolay kolay kaçırmayan bir şey icat etmek zorunda kalınmıştı o zamanlar. Çünkü yaşam, o her zaman sahip olmuş olduğu hünerini, kendini haklılaştırma, kendi “şerrini” haklılaştırma hünerini bu icatlar yardımıyla göstermekteydi o zamanlar; bugün belki de başka yardımcı icatlara gereksinimi var bunun için (örneğin, bilmece olarak yaşam, bilgi sorunu olarak yaşam). “Baktığında, bir Tanrı’ya yüce duygular ilham eden her şer mubahtır”: böyle çınlıyordu tarihöncesinin duygu mantığı – yalnızca tarihöncesinin mantığı mıydı bu gerçekten? Dehşetli sahne oyunlarının tutkunları olarak kurgulanan Tanrılar – ah! bizim Avrupalıca insanlaştırmamızın bile nasıl da içlerine kadar uzanmıştır bu en eski imge! Buna ilişkin olarak Calvin ve Luther’e başvurulabilir örneğin. Kesin olan şu ki, Yunanlılar da zulmün hazzından daha cazip bir çeşni sunamıyordu tanrılarının mutluluğuna. Homeros, insanların yazgılarını tanrılarına ne gözle seyrettirmişti sanıyorsunuz? Troia Savaşı’nın ve benzeri trajik dehşetlerin en son anlamı neydi aslında? Bu konuda şüphe duymak imkânsız: tanrılar için birer şenlik gösterisi olarak düşünülmüştü onlar: ve onlarla ozan “tanrısal” olana diğer insanlardan ne kadar çok benzerse, ozanlar için de o kadar şenlik gösterisi olurlar… Sonraları Yunanistan’ın ahlak felsefecileri de bundan daha farklı canlandırmadılar zihinlerinde, erdemli insanın ahlakla sürüp giden cebelleşmesini, onun yiğitliğini, kendine eziyet edişini yukarıdan seyreden Tanrı’nın gözlerini: “görevlerin Herakles’i” bir sahne üzerindeydi, farkındaydı da bunun; tanıksız erdem bu oyuncu-halk için düşünülmesi tümüyle olanaksız bir şeydi. İlkin Avrupa için yapılmış olan o cesur, o uğursuz filozof icadı, “özgür istenç”in, iyide ve kötüde insanın mutlak kendiliğindenliğinin icadı, özellikle de tanrıların insana, insani erdeme olan ilgilerinin asla tükenemez olduğu düşüncesine hak kazanmak için yapılmamış mıydı? Gerçekten yeni, gerçekten duyulmadık heyecanlar, entrikalar, felaketler hiç eksik olmamalıydı bu yeryüzü sahnesinden: bütünüyle belirlenimci biçimde tasarlanmış bir dünya, tanrılar için tahmin edilebilir ve dolayısıyla kısa bir süre sonra da sıkıcı olurdu, – bu tanrı dostlarının, filozofların, öylesi belirlenimci bir dünyayı tanrılarına uygun görmemeleri için yeterli bir nedendi bu da! Özünde kamusal ve abartılı olan, oyunsuz ve şenliksiz bir mutluluk düşünemeyen antik insanlık, “seyirciyi” gözeten böylesi inceliklerle doludur işte. – Ve, daha önce de belirtildiği gibi, büyük cezada da şenlikli çok şey vardır!..

***

İncelememize geri dönersek, suçluluk ve kişisel yükümlülük duygusu, görmüştük ki, var olan en eski ve en asli kişilerarası ilişkiden, alıcı-satıcı, alacaklı-borçlu ilişkisinden kaynaklanmıştı: ilk kez burada kişi kişinin karşısına çıktı, ilk kez burada kişi kişiyle boy ölçüştü. Bu ilişkiden herhangi bir iz taşımayacak denli aşağı düzeyde bir uygarlık keşfedilmedi henüz. Bedel belirlemek, değer ölçmek, eşdeğerler bulmak, takas etmek – bunlar, düşünmeye ilk başladığında insanı o derece meşgul etti ki, düşünmenin kendisi oldular bir anlamda: sağgörünün en eski türü burada yetiştirildi; insanın övüncü olan diğer hayvanlardan üstün olma duygusunun da ilk burada baş gösterdiği düşünülebilir. Bizim “Mensch” (insan) (manas) sözcüğümüz belki hala tam da bu özgüvenden bir şeyler dile gelmektedir: insan kendini, değer ölçen, değer biçen ve ölçen bir varlık, “değerlendiren hayvanın kendisi” olarak tanımladı. Alış ve satış, tüm psikolojik eklentileriyle birlikte, herhangi bir toplumsal örgütlenme biçiminin ve loncaların başlangıcından daha eskiye dayanır: kişisel hukukun en kabataslak biçiminden filizlenen takas, sözleşme, suç, hak, yükümlülük ve tazminata ilişkin bilinç önce en ilkel ve baştaki topluluk dizgelerine (ve bunların ben zer dizgelerle ilişkilerine) aktarmıştır kendini daha ziyade, ve aynı zamanda gücü güçle karşılaştırma, ölçme ve hesaplama alışkanlığını da. Göz, bu bakış açısına ayarlanmıştı artık bir kez: ve eski insanlığın, zor harekete geçirilen, ama harekete geçirildikten sonra da aynı yönde amansızca ilerleyen düşünüş tarzına özgü o hoyrat çıkarımsal tutarlılıkla, büyük bir genellemeye, “her nesnenin bir bedeli vardır; her şey geri ödenebilir” – adaletin en eski ve naif ahlak yasasına; yeryüzündeki her tür “iyi yürekliliğin”, “hakkaniyetin”, “iyi niyetin”, “nesnelliğin” başlangıcına varıldı çok geçmeden. Adalet bu ilk aşamada, birbirlerine aşağı yukarı eş güçte olanların birbirleriyle uzlaşmak, bir tazminat yoluyla yeniden “anlaşmak” için gösterdikleri iyi niyettir – daha az güçlü olanları ise kendi aralarında bir uzlaşmaya zorlamaktır.

Friedrich Nietzsche Kaynak: Ahlakın Soykütüğü – Kabalcı Yayınevi

AMİN MAALOUF: BUGÜN SAYGILI BİR IRKÇILIKLA KARŞI KARŞIYAYIZ!

Beatrice’in Yüzyılının Yirminci Yılında, Temmuz Ayında, Clarence koluma asılmış, sabah yürüyüşümüzü yaparken, flaş haberlerle, Timal’in efendisi, “Çok dindar general” Abdane’nin ölümü duyuruldu. Güney’in en zengin ülkelerinden birinin on altı yıllık despot başkanı idi.

Birkaç yıl önce olsaydı böyle bir ölüm haberi, bizde kısmi bir rahatlama yaratmış olurdu; bu kalasların birbiri ardından devrilmelerini eğlenerek izlerdik. Ama zamanla değiştik, despotizmden çok kaostan korkar olduk. Nai’puto’dan sonra, değişikliklerin bizi sevindirmeyeceği, sloganların hayran kılmayacağı kadar olay, vahşet ve gerilik görmüştük. Ben mi yaşlandım yoksa tarih mi diye sormak belki gülünçtür ama yanıtı yine de kesin değil benim için.

Abdane iktidara geldiğinde, kokuşmuş bir monarşiye son vermişti. Özgürlük, Cumhuriyet diye bağırmış ve bin kez ırzına geçilmiş bu bakireler yeniden bakire olmuşlardı. İnanmaya gereksinimimiz vardır, Abdane bizlere bunu sağlamıştı. İktidara geldikten az sonra, fazlasıyla hırslı yardımcısını öldürdüğünde meşru savunma dolayısıyla her şeyi mahkûm etmemek gerektiğine inanarak, gözlerimizi çevirivermiştik. Kuzey’in, varlıklı, ayrıcalıklı, eski sömürgeci çocukları olarak, davranışımızın nelere yol açacağını ölçemeden, Güneylilere ders verecek durumda olmadığımıza da inanmıştık.

Tekrar ediyorum, davranışımızın neye yol açacağını hiç görmedik. Bizler – yani ben, benim kuşağım ve çevremdekilerin kuşağı – bir Ukraynalı muhalif susturulduğunda isyan ediyorduk da, bir Rimalili hücreye sokulduğunda, iç işlere müdahale etmeme ilkesinin ardına sığınıyorduk. Sanırsınız sömürgecilikten arınma, Pontius Pilatus10 ile birlikte başladı. Belki de zihinlerde, ahlaki değerleri ikiye ayıran ya da çocukluğumun unutulmuş bir feylesofunun dediği gibi: “İnsanlar ile yerlileri” birbirinden ayıran yatay çizgi böyle oluşmuştu. Irk ayırımcılığının gerilediği dönemde, “ayrı gelişmişlik” kavramı, bütün dünyaya yayılmıştı: bir yanda, vatandaşları, kurumlan ile uygar uluslar, öte yanda örflerine göre yönetilen “Bantustanlılar” [Afrikalılara verilen genel ad] Rimalili bir üniversitelinin “uygarlaştırma döneminden” özlemle söz ettiğini anımsıyorum; en azından o dönemde herkesin uygarlaştırılabileceği kabul ediliyordu.

O üniversiteliye göre “herkesin uygar olduğunu, bütün değerlerin bir olduğunu, insana ait ne varsa insancıl olduğunu, dolayısı ile herkesin kökleri doğrultusunda gitmesi gerektiğini ilan eden tutum” çok daha zararlıydı.

Delikanlı öfkesini alaya vurmuştu: “Eskiden hor görücü bir ırkçılıkla karşı karşıya idik; bugün saygılı bir ırkçılıkla karşı karşıyayız. Özlemlerimize ilgisiz, lagarlığımıza karşı müşfik! Hayatta kalışın en berbatı, sakatlığın en aşağılayıcısı “kültürel miras” diye adlandırılıyor. Herkesin yüzyılı kendine!”

Nice Rimalilinin, özellikle iyi yetişmiş çevredekilerin duyguları böyleydi. Oysa Abdane, tam tersine, özelliği, kendine özgü gerçekleri kabul etmekten yanaydı. İktidar oyununu kendi kurallarına göre oynayacağını göstermek için geleneksel kılıklar giyiyordu. Bu da eskilerin hoşuna gidiyordu. Bin yıllık sesleri kısıldığında Abdane karından konuşmayı, düzenbaz olmayı biliyordu. Bu hüner uzun süre yeterli olmuştu. Tebası uysaldı ve bizler, Kuzey’dekiler, büyülenmiştik. Kokuşmuş mu?

KUZEY’E YERLEŞEN GÜNEYLİ’YE “GÖÇMEN”, GÜNEY’E YERLEŞEN KUZEYLİ’YE “SÜRGÜN” DENİLİYOR!

Sarayın yüksek duvarları ardında bir sapık mı? Sokaklarda, sopa zoruyla, herkesi inanmaya zorluyordu. Bütün önemli görevlere erkek kardeşleri ile kuzenlerini mi yerleştirmiş? Kuzey’de buna nepotizm yani akraba kayırıcılığı denirdi. Güney’de ise buna “Aile kurulu” deniliyordu. “Yatay çatlağı” geçer geçmez, nice kavramın tercüme edilmesi gerekiyordu. Dikkatimi çeken Clarence olmuştu: Rejime karşı çıkan bir Avrupalıya “ayrıcalıklı” deniliyordu; günün birinde bir yazısında Afrikalı bir ayrılıkçıdan söz ettiğinden, yayın müdürü, bir imla yanlışını düzeltircesine, ona danışmak gereğini bile duymadan “Afrikalı muhalif” diye değiştirmişti. Aynı düşünce sistemi içinde Kuzey’e yerleşen bir Güneyli işçiye “göçmen” deniliyordu da, Güney’e yerleşen bir Kuzeyli işçi “sürgün” diye tanımlanıyordu. Birbirine karıştırmayalım!

AMİN MAALOUF: ETNİK KIYIMLAR HEP EN GÜZEL BAHANELERE SIĞINILARAK GERÇEKLEŞTİRİLİR

Örnekleri sıralamak niyetinde değilim, niyetim, otuz yaşından küçük olanlara ya da unutmuş bulunanlara o dönemde nasıl bir hava estiğini, Güney’deki karışıklıklar söz konusu olduğunda, ortalığın ne gibi sislerle kaplandığını anımsatmaktır.

Abdane’a karşı, şafak vakti ayaklanılmıştı. Muhafız subayları generalin sarayına girmiş ve onu, o gecelik karısı ile öldürmüştü. Aynı anda diğer askerler de “imansız, iki yüzlü, kokuşmuş Batı uşağı ve kısırlaştırıcı despotun” öldüğünü duyurmak için televizyon merkezini ele geçirmişlerdi. Seslerini anında duyurmuşlardı.

Pek çok semtte bağlantıları olmalıydı. Önce, generalin yakınlarına, aşiretinin mensuplarına, işbirlikçilere saldırmışlardı; günün ileri saatlerinde, ayaklanma planı gereğince olup olmadığı bilinmeyen biçimde modern binalara ve yabancı şirketlerin bürolarına yönelmişlerdi.

Daha sonra, sürgündekilerin villaları ile zengin Rimalilerin oturdukları semtlere sıra gelmişti. Kıyım, işkence, ırza geçme, yıkım yaşanmıştı orada. Geriye kalabilmişlerin tanıklıklarına göre yağmadan çok yıkım olmuştu.

İsyancılar bir şey istemiyor, bir şey çalmıyordu. Açlıklarını kinle bastırıyorlardı. Bunu belirtmek gerekir, o tarihte – hatta bugün de çok ciddi olmayan kitaplarda okuduğuma göre – “yeni bir Nai’puto’dan” söz edilmişti.

Sonu kaosla biten ani bir patlamayı böyle adlandırmak, basite kaçmak olmaz mı? Oysa iki olay arasında, Emmanuel Liev’in New-York’taki konuşmasında değindiği ve o tarihte sadece Bilgeler Şebekesi üyelerinin saptayabildikleri yapısal bir fark vardı: basite indirgeyecek olursak, Nai’putodakilerin henüz karıları ve kızları vardı.

Rimal’de ayaklananlar, başta asi subaylar olmak üzere, bütün ömürlerini karısız, çocuksuz, ailesiz geçirmeye mahkûm oldukları duygusu içindeydiler.

Neden Rimal’de? Çünkü zengin ama geri olan bu ülkede “madde”, çok evvelinden, çok miktarda alıcı bulmuştu. Hiçbir yerde, erkeğin üstünlüğüne bu denli inanılmamıştır ve Güney ülkelerinin hiçbirinde çağdaş teknolojiden, özellikle tıp dalında, bu denli kolaylıkla yararlanılmamıştır. Ayırımcı doğum yöntemleri, hiçbir ahlaki ve mali engele takılmadan, hızla bütün halk tabakalarına yayılmıştı. Nai’puto’da, en kötü yıllarda bile, beş erkeğe bir kız doğuyordu; Rimal’de üstüste birkaç yıl, yirmi erkeğe bir kız doğmuştu. Bu sadece tabii ki tahmini bir değerlendirmedir çünkü Abdane, nüfus ile ilgili bilgilerin açıklanmasını yasaklayan ilk yöneticidir.

Bilinçsizlik mi? Körü körüne cinayet mi? Bu sözcükler Rimal’in efendisinin düşüşünün ertesinde basının kullandığı sözcüklerdi. Oysa bu yönden, çağının diğer yöneticilerinden farklı değildi. On beş-otuz yıl sonra ortaya çıkabilecek sorunları, pek azı öngörebilecek durumdaydı; çoğu, ardılları olma küstahlığını gösterecek mirasçılarına bu işin çözümünü bırakmış oluyordu.

Üstelik pek çok kişi, Rimal’in Güney’i sarsan olayların dışında kalacağına inanıyordu. Olup bitenler karşısında her yerde, Abdane’nin zorbalığı kınanır gibi yapılıyor ama gizliden kutsanıyordu. Bir keresinde – olayların patlak vermesinden üç-dört yıl önce – İnsan Haklan kuruluşlarından biri son on iki ayda Rimal’de ırza geçme yüzünden, sekizyüz elli idam cezası verildiğini saptamıştı; despotun buna yanıtı, ülkesinin yasasının, halkının töresinin böyle olduğu ve mahvolmalarına izin vermeyeceği oldu. Irza saldırının bireysel değil de herkesin korktuğu evrensel bir nitelik kazanacağı bilinince, kimse bu yanıta diyecek bir şey bulamamıştı.

O temmuz sabahı, Clarence ile benim şaşkınlığımız belki daha iyi anlaşılacaktır. Daha o akşam ve ertesi günü, kıyımın ayrıntıları öğrenildiğinde, iş daha belirgin hale gelmişti. Ne yazık ki biz de, herkes gibi, ölenlere ve öldürülüş biçimine üzülmekle birlikte, bir altın çağ gibi, despotluk, kokuşmuşluk, ikiyüzlülük yıllarını özler olmuştuk.

Rimal’deki öfke patlaması, korkunçluğu, ölçüsüzlüğü içinde destansı bir niteliğe sahipti. Bununla cinayeti övmek ve büyük yıkıcı çılgınlığı gözardı etmek niyetinde değilim. Hayır, sadece olayların daha ilk gününden itibaren dünyanın sonunun geldiğini gösteren bir anlamı olduğunu söylemek istiyorum. Sanki onanmaz bir şey olmuştu, sanki bütün insanlık aniden, az çok saklayabildiği bir karabasanın bilincine varmıştı. Tabii facianın, ölenlerinin sayısının – ki aralarında binlerce yabancı vardı – korkunçluğu ortadaydı ve saydam olmakla övünen hükümetler bile sayıları doğrulamaya cesaret edememişti. Ama bunların ötesinde, dünyanın bir kısmının, en kalabalık, en büyük kısmının yasaklanmış topraklar, kimsenin dolaşamayacağı yöreler ve hiçbir ilişkinin kurulamayacağı yerler haline geldiği sezinleniyordu.

Bir anda Kuzey, istenmeyen bir ağırlık olarak gördüğü “aşağıdaki dünyanın” kendinden bir parça olduğunun bilincine vardı ve Güney’deki kıyameti, bir uzvunun kesilmesi, daha da beteri, kangrenleşmesi gibi duyumsadı.

Amin Maalouf Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl Fransızcadan Çeviren: Esin Talu – Çelikkan, Telos Yayıncılık

BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA FİLMİNİN OLUŞUM SÜRECİ ÜZERİNDEN, SİNEMA VE BELLEK KAVRAMLARI – ERCAN KESAL

Gerçek neydi? Başımdan geçenler mi, yoksa hayal ettiklerim mi? Yaşamış ve yaşlanmıştım. Geçmişim beni peşimden takip etmiş ve yıllar boyunca yün yumağı gibi sarılarak gelmişti. Şimdi neydi o zaman? Şimdi, geçmiş ve bugünün toplamıydı. O halde, geçmiş, yok olmuş bir şey değildi. Bugünün içinde duruyordu. Yaşadıklarımızın belli bir an ve mekânda gerçekleştiğinin farkında olarak, bilincimizde yer almasıyla belleğimiz oluşuyor, geçmişi de bellek yoluyla, ama bugünün algısıyla yeniden okuyorduk. Yani, bellek dediğimiz şey, hatırlama ve unutmayı aynı anda içerdiği için, aslında tam da zamanın kendisiydi. Zaman ne bir tarihti, ne de bir gelişme. Bir durumdu ve geri getirilemiyordu. Ancak herkes geçmişte, şimdiki zamanın geçip giden her bir anın geçici olmayan gerçekliğini bulabildiğine göre geçmiş ne demekti?

Kaynak bitip tükenmezdir. Saha çalışması otobiyografik geçmişin bir yerlerinde vuku bulsa da, yüzleşme devam eder. Geçmiş, antropolojide geçmiş değildir; etnografik şimdiki zamandır… KIRSTEN HASTRUP Anadolu da Hekimlik 1984 yılının Kasım ayında, kasvetli bir Ankara gününde, Sağlık Bakanlığı nın uzun ve loş toplantı salonunda mecburi hizmet için kura çekimleri yapılıyordu Temmuz kurasında dönem arkadaşlarımın çoğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu daki ücra sağlık ocaklarına gitmişlerdi. Biraz da böyle bir beklentiyle gittiğim kura salonundan, Ankara Keskin Ceritmüminli Sağlık Ocağı na tayin emriyle çıktım.

Ertesi hafta, Aralık ayının soğuk bir sabahı, Ankara nın meşhur AŞOT terminalinden bindiğim Kırşehir Mermerler Seyahat otobüsünden Keskin yol ayrımında indim. Elimde bavulum, caddeden aşağıya dümdüz yürüyerek köy dolmuşlarının kalktığı minibüs durağını buldum. Aklımda, Ceritmüminli köyüne gidecek bir araba bulmak ve bir an önce işime, yani hekimliğe başlamak. Köye her gün bir minibüs, o da saat gibi minibüs durağından kalkarmış. Minibüsü beklerken Keskin Devlet Hastanesi ne uğradım. Hastane başhekimi, dahiliye uzmanı Mevlüt Abi’yle 20 (Çapanoğlu) tanıştım. Durumumu anlattım. Çay ikram etti, espriler yaptı. Saat gibi de bir minibüsle Ceritmüminli ye gittim. Köye girdiğimde beni üzerinde tuhaf bir giysiyle bir köy bekçisi karşıladı. Birazdan da muhtar geldi. Sağlık ocağında ise köyün yerlisi bir tıbbi sekreterden başka kimse yoktu. Ne hemşire, ne ebe, ne de başka biri.

O akşam köyde kalmadım. Keskin e döndüm. Mevlüt Abi ye yalvarıyordum: Aman abi beni buraya, hastaneye al, ben orada hiçbir şey yapamam, zaten bir şey bilmiyorum, iyice körelirim vs. Mevlüt Abi sağ olsun ilgilendi, uğraştı. Bir ay içerisinde hastanenin eski bir odasına yerleşmiş, geçici bir görevle de Keskin merkeze tayin edilmiştim. Her şey yoluna girmişti sanki. Gece gündüz fakültedeki eksiklerimi okuyarak ve pratik yaparak tamamlamaya çalışıyordum. Başhekimin yanında, Keskin’in gece eğlencelerine de katılmaya başlamıştım. O günlerde günceme yazdıklarım:

23 Nisan 1985, Keskin Bu gece günlüğümün ilk yazısına başlıyorum. Çok daha önceden (kurayı çekip Keskin e gelmeden önce) karar verdiğim günlük tutma işini kesinlikle gerçekleştirmeye ve yürütmeye kararlıyım. Günlük tamamen, hekimlik özelinde yaptığım ve yapacağım işleri kapsayacak. Beni çok etkileyen ve mutlaka yazmam gereken şeyleri de içine alabilir. Bu anlamda bu akşam sıraladığım bazı notları ve çalışma programını yazmak istiyorum. Bu işlere yarından itibaren girişecek ve sonuçlarını takip edeceğim. Merkez sağlık ocağına bağlı sağlık ocak ve sağlık evlerinin denetimi. Ceritmüminli Sağlık Ocağı: Hizmetli, ocağın durumu, lojmanın durumu. Çelebi Sağlık Ocağı: Temizlik, denetim, hizmetli, sekreter. Köprüköy Sağlık Evi: Ebenin ziyareti. Hizmet içi eğitim, seminer çalışması, sağlık ocağı, sağlık kurulu. Böyle bir kurul oluşturmak mümkün mü?

21 Mevlüt Abi yle konuşacağım. Ocak kütüphanesi, kitap dolabı? Tanıdık bir marangoza hediye şeklinde yaptırılabilir mi? Araştıracağım. Ocağa pano yaptıracağım. Çalışmalar ve duyurular için gerekebilir… Dernek yararına bir eğlence gecesi düzenlenebilir mi? Bakalım… Yarına Allah kerim. Kasabada bulunuşumun altıncı ayıydı galiba. Bir cinayet işlenmişti.

Katiller cesedi kasabanın epey uzağında bir tarlaya gömmüşler ve ortadan kaybolmuşlardı. Fakat iki gün içerisinde yakalanmışlar ve suçlarını da itiraf etmişlerdi. Biz o gün akşam saatlerinde üç araba dolusu insan, komiser, savcı, diğer görevliler ve yanımızda katillerle, cesedi bulmak için başlayan ve sabaha kadar süren tuhaf bir yolculuk yaptık. Beni çok etkileyen ve uzun yıllar zihnimden çıkmayan bir yolculuktu bu. O yolculuğun belleğimde bıraktığı izleri de takip ederek, kasaba hayatı ile ilgili şunları yazmıştım: Kasabalarda hayat bozkırda yapılan yolculuklara benzer. Her tepenin ardında yeni ve farklı bir şey çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar. Bu satırlar, yirmi beş yıl sonra Bir Zamanlar Anadolu’da filmini çekmek için gittiğimiz aynı mekânlarda, bizim yol haritamız olacaktı. Bu olayın öyküsünü taslak biçiminde yazdıktan sonra, bundan Nuri ye (B. Ceylan) de söz etmiştim. Onu bu konuda çalışmaya ikna etmek ve öyküye inandırabilmek için birtakım materyallerle desteklemem gerektiğini düşünüyordum. Bu nedenle iki kez daha Keskin e gittim. Daha önce çalıştığım, gezdiğim, vaktimi geçirdiğim yerleri dolaştım. Epeyce fotoğraf çektim. Eski tanıdıklarımı buldum, sohbet ettim. O günlerden cinayetle ilgili akılda kalan bilgileri toplamaya çalıştım.

O yıllarda birlikte çalıştığım bazı bürokratlar artık hayatta değildi. Hâlâ yaşayanlarla duygulu anlar yaşadım. Bu arada yazdıklarımı da aralıklarla Nuri ye gönderiyor, konu ile ilgili onu iştahlandıracak ayrıntıları hatırlamaya, kaydetmeye çalışıyordum. Bir süre sonra bu yolculuğu ve yolculuk boyunca yaşadıklarımı, hissettiklerimi, duygularımı ve gözlemlerimi Cihangir deki (İstanbul) ofiste, baştan sona bir kameranın önünde Nuri ve Ebru ya (Ceylan) anlattım. Tüm bunların film olma hikâyesi işte böyle başladı…

Senaryo Yazım Süreci Film için bu hikâyeyi çalışmaya karar verdikten sonra; öncelikle metinde temel olarak neleri anlatmamız gerektiğini ve olmazsa olmazlarımızı şöyle sıralamıştım: İnsanın toplumsal bir varlık olarak, bilinmeyen ve görünmeyen yüzünü göstermek, onun sürekli güç talebini açığa çıkarmak, aslında cinayetin kimsenin derdinde olmadığını ortaya koymak, kendini ve başkalarını kandırma kurnazlığını, olmayacak şeylere inandırma yeteneğini, bu dünyaya, bugüne, eşimize, dostumuza, çevremize yönelik bitmek bilmeyen hükmetme isteğimizi; ölüm, siyaset, iktidar, aldatmaca meselelerimizin hiç bitmemesini, sevme ve nefret duygularının gücünü, cinayetin etrafında gündelik hayat ilişkilerinin akıp gitmesini, insanın yine de her durumda ümit etme yeteneğinin devam etmesini; doktorun, komiserin ve şoförün katille olan ilişkileri üzerinden, herkesin kendi hikâyesinin peşinde olmasını, cesedin yalnızca bahane edilmesini, en küçük kıvrımlarımızı, günlük hayatın en fark edilmeyen ayrıntılarını, herkesin bu cinayete bilerek ya da bilmeyerek katkıda bulunmasını; her şeye rağmen, hâlâ inanmak isteğimizi ve içimizdeki derin karanlığı anlatmalıydık…

Filmde bir kasabada görev yapan bürokratların ve kasabalıların ortak tutum ve davranışlarının, bir ceset arama yolculuğu üzerinden psikoanalitik çözümlemesini de yapmalıydık. Cinayet kasabanın tarihine kanlı bir iz bırakırken, kasabalıları ve bürokratları bundan sonra nasıl bir hayat beklemekteydi? Günümüzde ve Anadolu nun ortasında, bir bozkır kasabasında yaşananları anlatan filmde, aslında mekânsız ve zamansız bir konumda olacaktık. Dünyanın herhangi bir yerinde ve çok önceden yaşanmış olabileceği gibi, günümüzden çok sonra, bilinmeyen bir başka yerde de aynısının yaşanması kuvvetle muhtemel bir hikâye olmalıydı…

Senaryomuzu yazdık, bitirdik ve sete çıktık…

Yirmi beş yıl önce hekim kimliğimle gittiğim yere, yirmi beş yıl sonra sinemacı olarak gittiğim günlerde, günceme şunları yazıyordum: Salı Keskin, Sabah saat gibi Keskin girişindeyiz. Güneşin doğmasını ve araçların kasabaya girişini çekeceğiz. Kasabada henüz kimse uyanmamış. Caddeyi boydan boya birkaç kez yürüdüm, tuhaf duygular içindeyim. Yirmi beş sene sonra, elli yaşında, bu sefer çok farklı bir nedenle yine yürüyorum bu caddeyi boydan boya. Yirmi beş sene önce ev ve muayenehane olarak kullandığım binaya bakıyorum. Benim ev noter olmuş. Caddede kimseler yok. Birazdan gün ağaracak ve kasabalı gündelik hayatına başlayacak. Saat gibi çekimler başladı…

CHE’NİN ELLERİ NEDEN KESİLDİ, FAŞİZM BEDENİMİZDEN NE İSTİYOR? – ERCAN KESAL

Uzun yıllar sonra, artık senarist ve oyuncu olarak gittiğim bu topraklarda, Tarkovski nin Solaris filmindeki psikolog Kris gibiydim. Solaris teki gibi burada da geçmişin maddileşmesi mümkünmüş gibi gözüküyordu. Kafamdaki görüntüler geçmişe ait görüntülerdi, lakin onun içindeki gerçekliği, bugün tek taraflı yeniden tarif ettiğim için asla geçmişteki gerçekliği bulamayacaktım. Daha tuhaf olanı ise, hastane önündeki arbede sahnesini çekerken, senaryo gereği katili oynayan oyuncuya saldıran yerel oyuncuların içindeki gençlerden birkaç tanesinin, yıllar önce öldürülenin akrabaları olduğunu iyi biliyordum. Biz çekim yaparken hamamın çatısına sıralanıp, çerçeveye girmeden bizi seyreden kasabalıların bir kısmının da, katilin akrabaları olduğu gibi.  Eski bir hikâyeyle devam edeyim:

“… Kavurucu sıcağın altında öğleye kadar tarlasında çalışan genç çiftçi, bir ara mola vererek hemen yanı başında akmakta olan nehrin soğuk sularına girip, serinlemek ister. Tarlanın ortasındaki küçük evinde yaşayan oğlu ve karısı, birazdan öğle yemeği için onu çağıracaklardır. Terli ve sıcak giysilerini çıkartarak kenara koyar ve nehre girer. Bir süre sonra aniden ortaya çıkan fırtına, giysilerini savurur ve onu nehrin sularına kapılarak, epey bir aşağıdan çırılçıplak çıkmak zorunda bırakır. Tam o sırada oradan geçmekte olan köle tacirleri, genç adamı esir ederek, köle kervanına katarlar. Uğradıkları bir şehrin köle pazarında satılan genç adam, çaresizce, yeni sahiplerine yıllarca hizmet eder. Çalışkan ve güvenilir olduğu için, sahipleri onu saraya tavsiye ederek, kralın yardımcısı olmasını sağlarlar. Zamanla, kralın en güvendiği hizmetkârı olur. Ardından kral ölür ve çocuğu da olmadığı için yerine onu vâris bırakır. Köle iken kral olmuştur ve artık çok yaşlanmıştır. Son günlerinde, maiyetiyle birlikte, doğduğu toprakları son kez görmek ister. Daha önce evinin de olduğu topraklara gelir ve aynı nehrin kenarında dururlar. Askerleri konaklarken, o da giysilerini çıkartarak nehre girer. Hikâye bu ya, bir anda müthiş bir fırtına kopar, sular coşar ve çadırlar, askerler, her şey dağılır. Yaşlı kral sudan çıkarken bütün vücudunun değiştiğini, gençleştiğini ve delikanlı haline geri döndüğünü fark eder. Nehrin kenarına çıkar. Uzaktan koşarak gelen küçük oğlu, yemeğin hazır olduğunu haber vermektedir. Nehrin kenarına çıkarttığı giysileri, ilk günkü gibi hâlâ terli ve sıcaktır… (Akt. Yavuz Erten, bkz. Karanlık Odadaki Suretler)”

Ben, Bir Zamanlar Anadolu da filminde bir nehre girdim ve çıktım. Set bittiğinde giysilerim terli ve sıcaktı. Gerçek neydi? Başımdan geçenler mi, yoksa hayal ettiklerim mi? Yaşamış ve yaşlanmıştım. Geçmişim beni peşimden takip etmiş ve yıllar boyunca yün yumağı gibi sarılarak gelmişti. Şimdi neydi o zaman? Şimdi, geçmiş ve bugünün toplamıydı. O halde, geçmiş, yok olmuş bir şey değildi. Bugünün içinde duruyordu. Yaşadıklarımızın belli bir an ve mekânda gerçekleştiğinin farkında olarak, bilincimizde yer almasıyla belleğimiz oluşuyor, geçmişi de bellek yoluyla, ama bugünün algısıyla yeniden okuyorduk. Yani, bellek dediğimiz şey, hatırlama ve unutmayı aynı anda içerdiği için, aslında tam da zamanın kendisiydi. Zaman ne bir tarihti, ne de bir gelişme. Bir durumdu ve geri getirilemiyordu. Ancak herkes geçmişte, şimdiki zamanın geçip giden her bir anın geçici olmayan gerçekliğini bulabildiğine göre geçmiş ne demekti?

Bir Zamanlar Anadolu da filminin oluşum sürecinde yaşadıklarım bana gösterdi ki; geçmiş, yaşadığımız zamandan daha dayanıklı ve daha süreklidir. Şimdiki zaman parmaklarımızdan akıp gitse de, asıl ağırlığına anılarımızda kavuşmakta ve içinde yaşadığımız zaman, ruhlarımıza, zaman içinde kazanılmış deneyimler olarak yerleşmektedir. (Tarkovski) Keskin de, film çekimi boyunca, o yıllardan kalan arkadaşlarım, eski personelim, kasabanın beni hatırlayan esnafları ellerinde bazı fotoğraflarla sık sık ziyaretime geldiler. Bu ziyaretlerden beni en çok etkileyen, o yıllardaki aşı kampanyalarında şoförlüğümü yapan Gara Gazi nin gelişi oldu. Gazi Abi yi (filmde Arap Ali) A. Mümtaz Taylan oynuyordu ve A. Mümtaz, Gazi Abi nin artık yaşamadığını düşünüyordu. Gazi Abi ise masada hemen yanı başında oturan kişinin kendisinin yirmi beş sene önceki halini oynadığını bilmiyordu. Birbirleriyle tanıştırmadım ve gerçeği söylemedim. Üçümüz sohbet ettik. Hayata ve ölüme dair.

Hayatımız biricikti, tekrar edilemezdi ve çok gerçek ti. Ama, sinemanın kendi gerçeği, hayatın gerçeğinden daha da gerçek olabiliyordu pekâlâ! Peki, gerçeği yeniden yazarken, aslında gerçeği de bozmuş olmuyor muyduk? Her seferinde, elimizdeki parçaları yeniden ve kendi icat ettiğimiz bir puzzle gibi dizip, yeniden oluşturduğumuz gerçeğe şaşırarak bakıyorduk işte…

Ercan Kesal Kaynak: Evvel Zaman

İNSAN SESİNİN BÜYÜSÜ; ZULAL “NOTES TO A CRANE” ALBÜMÜ VE SEÇİLMİŞ ŞARKILARI

Zulal, 2002’den beri birlikte Ermenice etnik müzik yapan, Teni Apelian, Yeraz Markarian ve Anaïs Tekerian adlı  üç Ermeni kadından oluşuyor. Zulal, sadece insan sesi kullanılarak parçaları seslendiren bir a capella üçlüsü.

Ermeni  müziğin kırsal köklerine inen köy halk melodilerini karmaşık düzenlemelerle dokuyup ilerici bir lirizm (Coşkun, ilhamla dolu) ile tanıştırıyor. Ezgilrti Ermeni köy yaşamından renkler  taşıyan sevgi ve paylaşım ağırlıklı müzik kaliteli işler yapan, su gibi sade temiz ve akışkan grup.

Grubun ilk albümü Zulal’den sonra ikinci albümü “Notes to a crane” yi 2007 yılının sonlarında çıkarmıştı.

Alternatif link >>

Armenia – Notes to a crane: 1 yaruhs khorodig e—my sweetheart is cute! so what if he’s short? 2 lachin u manan—lachin and her spinning wheel 3 maratuk—the mountain of maratuk 4 mogats shugen—at the market in the town of moks 5 es kisher—this night 6 empty hearth 7 ruri—lullaby 8 msho geghen—the village of mush 9 gago mare, garke zis— arrange my marriage 10 the forgotten suitor 11 oror— lullaby 12 kami’s theme 13 churi bes yegank, kamuh bes antsank—we came like water, we left 14 kele lao—come, let us go, my son 15 jakhrag—the spinning wheel 16 katser im shugen—i went to the market 17 akh ninar—ode to a girl named ninar 18 crane’s flight

Armenian Song-Zulal -Bingyol

DOSTOYEVSKİ’Yİ ÜNE ERDİREN OLAYI BİLİR MİSİNİZ? ÖZLÜ BİR OLAYDIR… – FRANZ KAFKA

“Sevgili Bayan Milena,

İstemeden mektubumdan sezinlemeyesiniz diye şunu söyleyivermek istiyorum: Aşağı yukarı on beş gündür giderek artan bir uykusuzluk çekiyorum; kaygılandığım yok pek, gelip geçici durumlar bunlar, belirli nedenleri de var (gülünç ama, Baedeker’e göre buranın havası da yaparmış!), istemediğiniz kadar hem, elle tutulur çeşitten olmasa bile… Gelgeldim kütük gibi yapıyor kişiyi, bir hayvan ürkekliği veriyor.

Ama bir avuntum var: Siz iyi uyumuşsunuz. “Tuhaf buluyorsunuz, daha dün “allak bullaktım” diyorsunuz, “gene de iyi uyudum!” Şaşıyorsunuz buna. Sevinçliyim, geceleri bana uğramayan uykunun yolunu öğrendim artık. Uykusuzluğa karşı koymak budalalık… Yeryüzünde en suçsuz nesne uyku, oysa en suçlu varlık insan!

Siz de kalkmış teşekkür ediyorsunuz bu uykusuz adama son mektubunuzda. Sorunu bilmeyen biri okusa bunu, “ne adam” diyecek, “bu konuda dağlar devirmiş anlaşılan!” Ama o adam küçük parmağını bile oynatmamış (mektup yazmak için yalnız…), süt içiyor o adam, besleyici şeyler yiyip canına bakıyor… “Çay-ekmek” de yemiyor yalnız; işleri oluruna, dağlan da yerlerine bırakıyor. Dostoyevski’yi üne erdiren olayı bilir misiniz? Özlü bir olaydır. Biraz bu yüzden, biraz da bu büyük adın verdiği kolaylıktan ötürü yazıyorum, yoksa hiç tanınmamış birinin de başından geçseydi, değerinden gene bir şey yitirmez, anlamı değişmezdi.

Yerli yerine anımsamıyorum pek, hele kişilerin adları hiç kalmamış usumda. Dostoyevski ilk romanı “Yoksullar”! yazıyormuş. O vakitler gönüldeşi tarihçi Grigoriev’le otururlarmış. Grigoriev, romanın karalamalarını aylarca görmüş masanın üzerinde, ama romanı ancak basıldıktan sonra okuyabilmiş. Çok sevmiş; Dostoyevski’nin haberi olmadan kitabı, o çağın ünlü eleştirmeni Nekrassov’a götürmüş. Ertesi gün, gece yarısı saat üçte Dostoyevski’nin kapısı çalınmış.

Grigorievle Nekrassov gelmişler, sarılıp öpmüşler Dostoyevski’yi. O güne dek Dostoyevski’yle tanışmamış olan Nekrassov: “Rusya’nın umudu sizde” demiş Dostoyevski’ye. Bir iki saat konuşmuşlar… konulan hep romanmış. Şafak sökerken ayrılmışlar. O geceyi, yaşamının en mutlu gecesi sayan Dostoyevski pencereye dayanmış, arkalarından bakarken tutamamış kendini ağlamaya başlamış.

Nerede okuduğumu anımsamıyorum şimdi, ama o geceki duygulanmasının özünü Dostoyevski şu sözlerle belirtmişti aşağı yukarı: “Bunlar ne yetkin insanlar! Ne iyi, ne soylu kişiler! Oysa ben ne bayağıyım. Görebilselerdi içimi! Anlatmaya kalkışsam, inanmazlar ki!”

Dostoyevski’nin onlara benzemek istemesi, sonradan uydurulmuş, bir sapıklık; belki yenilmek istemeyen gençliğin son sözü etmek tutkusudur.. Hem bu anlattıklarımla da bir ilintisi yok. Bu küçük öykünün büyüsünü, usa sığmayan yanının ne olduğunu sezinleyebiliyor musunuz sevgili Bayan Milena? Şöyle sanıyorum ben: Nekrassov’la Grigoriev -genel bir görüşle -Dostoyevski’den daha üstün değillerdi elbet, ama bırakalım bu genel görüşü şimdi, Dostoyevski de o gece önem vermemiş bu genel görüşe, bir işe de yaramaz bu genel görüş tekcil olgularda; Dostoyevski’nin dediklerine bakalım, Nekrassov’la Grigoriev’in gerçekten üstün olduklarına, ama Dostoyevski’nin sonsuz bir bayağılık içinde olduğuna inanırız. Hiçbir vakit Grigoriev’le Nekrassov’a erişemeyecektir. Hele hak etmediği o büyük iyiliklerinin karşılığı hiçbir zaman ödenemez. Pencereden uzaklaştıklarım görür gibi oluyor insan, uzaklaşmalarıyla erişilmezliklerini de belli ediyorlar. Yazık ki, bu öykünün anlamı siliniyor Dostoyevski’nin büyük adının altında… Bakın uykusuzluğum nerelere götürdü beni. Boş sözler ettim, bağışlayın.”

Sizin Franz K Franz Kafka Sevgili Milena Çevirmen: Adalet Cimcoz, Say yayınları

NERUDA: ARANDIĞIMDA HİÇ TANIMADIĞIM İNSANLAR BENİ SAKLAMAK İÇİN KAPILARINI AÇIYORDU

“İkiye Bölünmüş Gövde”

Konuşmalarım gitgide sertleşmeye, senato salonu da her toplantıda daha çok dolmaya başladı. Sonunda bazı senatörler, dokunulmazlığımın kaldırılmasını ve polisçe tutuklanmamı istediler.

Biz şairleri oluşturan maddenin büyük bir bölümü ateş ve dumandandır. Duman, yazmamıza yardımcı olur. Başımdan geçenler, Amerika’nın tarihi için tipik ve dramatik örneklerdir. Tehlikelerle dolu ve saklanarak geçen o yıl, en önemli kitaplarımdan birini bitirmeyi başardım: Canto General!

Hemen hemen her gün başka bir yerde kalıyordum. Her yerde beni saklayacak insanlar kapılarını seve seve açıyordu. Bunların çoğu hiç tanımadığım kimselerdi; birkaç gün için de olsa beni saklamayı arzu ettiklerini söylüyorlardı. İster bir saat, isterse bir hafta için olsun, vatandaşlarım bana kollarını açıyordu! Saklandım; limanlarda, tarlalarda, şehirlerde, depolarda, köylülerin, mühendislerin, avukatların, denizcilerin, doktorların ve maden ocağında çalışan işçilerin evlerinde.

Halk şairinin gövdesi parçalara bölünmüştür: Ayakları bir adadayken, vücudunun öteki organları tarlalar ve kentlerdedir. Şair, kendini ülkenin her yerinde görür. O günlerde ben de kendimi böyle hissediyordum. Saklandığım evlerin içinde beni en çok duygulandıran Valparaiso’nun yoksullar tepesinde iki odalı bir evdi.

Küçük pencereli, daracık bir odayı bana vermişlerdi. Buradan, aşağıdaki hayat dolu limanı görebiliyordum. Bu küçük gözetleme deliğimden, akşamları acele acele insanların gelip geçtiği bir sokağı da görüyordum. Burası yoksullar semtiydi. Bu dar sokakta bütün canlılığıyla semtin yaşamını izliyordum. Sokağın sağına soluna dizilmiş küçük dükkânlardaki yaşam, çekiciydi.

Kapanmış olduğum odada merakım her geçen gün biraz daha artıyordu. Tek başıma geçirdiğim saatler, düşünceler ve yine düşüncelerle doluydu. Bazen kendi kendime sorular soruyor, çok kez de bu soruların cevabını bulamıyordum. Örneğin, aşağıdaki sokakta acele acele yürüyenler ile sallana sallana yürüyenler, belli bir yere geldiklerinde niçin duruyordu? Burası bir dükkânın önüydü. Acaba vitrinde çok çekici şeyler mi vardı? Bütün insanlar duruyordu. Aileler çocuklarını omuzlarına almış vitrini seyrediyordu. Fakat yüzlerini iyice seçemediğimden, o ilgi çekici vitrinde neler durduğunu da tahmin edemiyordum.

Altı ay geçtikten sonra dükkânın vitrininde ne olduğunu öğrenebildim. Burası bir ayakkabıcı dükkânıydı ve vitrinde ayakkabılar duruyordu. Demek ki, bu kadar çok insanın ilgisini çekmiş olan şey ayakkabı, diye düşündüm. Bu durumu öğrenmeye, incelemeye ve bir şeyler yazmaya karar verdim. Ama bunun için hiçbir zaman fırsat bulamadım. İçinde yaşadığım şartlar bu kararımı yerine getirmemi engellemişti. Ancak yine de ayakkabılar şiirlerimde hiç eksik değildir. Mısralarımda yürürler, dönerler, gezerler.

Kaldığım eve konuklar gelip gitmeye başladı. Ev sahipleriyle uzun uzun söyleşiyorlardı. Bu evin daracık bir odasında, insan avcılarının peşinden koştuğu bir şairin saklandığından haberleri yoktu. Hafta sonlarında da evin kızının nişanlısı geliyordu. O da, benim burada kaldığımı bilmemesi gereken kişilerdendi. Kızın kalbini kazanmış bir genç işçiydi, ama ailenin güvenini henüz kazanmamıştı. Küçük penceremden, semtte yumurta taşıdığı bisikletinden indiğini görüyordum. Biraz sonra şarkılar mırıldanarak, evden içeri giriyordu. Benim sessizliğimin düşmanıydı. Düşmanıydı diyorum, çünkü benden birkaç santimetre ötede genç kızı kollarına almaktan başka şey düşünmüyordu. Evin kızı ise parkta ya da sinemada “platonik aşk”tan söz ediyorsa da, genç adam bunu reddediyordu. Ve ben dişlerimi gıcırdatarak, budala yumurtacının inatçılığına küfürler ediyordum.

Evdeki insanların bana çok yardımı dokunuyordu. Dul anne, iki genç kızı ve iki denizci oğluyla burada yaşıyordu. Bu iki oğul, muz toplayıp gemilere yüklüyorlardı. Günün birinde bana, körfezdeki eski bir gemi kalıntısından söz ettiler. Küçük odamda onlara direktifler verdim. Birkaç gün sonra gemi kalıntısının burnundaki güzel tahta heykel, yerinden çıkarıldı ve limanda bir ambara saklandı. Ancak aradan yıllar geçip de, kaçışım ve saklanmalarım sona erdiğinde, bu heykelle tanışabildim. Eski yelkenli gemilerin resimlerinde gördüğümüz o heykellerden biriydi. Şimdi deniz kıyısındaki evimde şu anıları yazdığım günlerde bütün melankolik güzelliğiyle bana bakıyor.

Evin bu iki oğlunun Guayaquil’e bir gidişinde kaçak yolcu olarak gemide seyahat etmeye ve oraya vardığımızda ortaya çıkmaya karar verdim. Denizci oğlanlardan biri, gemi Ekvador limanında demir attığı sırada, çok iyi giyimli bir yolcu gibi, elimde puroyla ortaya çıkmamı söyledi. Yakında bir gemi limandan ayrılacağı için, bana tropik ülkelerde giyilen bir elbise yapmaya karar verdiler. Hemen ölçümü aldılar. Birkaç gün içinde elbise dikildi. Onu gördüğüm zamanki kadar neşelendiğimi pek hatırlamıyorum. Kadınların bana diktikleri elbise, ‘Rüzgâr Gibi Geçti’ filminden esinlenilerek yapılmıştı. Genç kadınlar, o filmden çok etkilenmiş olacaklardı. Bu iyi yürekli insanların hazırlamış olduğu ilginç elbiseyi her zaman sakladım, fakat giymeye bir türlü fırsat bulamadım. Çünkü saklandığım o evi terk ettiğimde gemiye gitmedim. Clark Gable gibi giyinip, muzlarla birlikte Guayaquil’e yolculuk yapmadım. Ben soğuklara giden yolu seçtim. Güney Amerika’nın en güney ucuna gidip, dağları aşmaya karar verdim.

Pablo Neruda Yaşadığımı İtiraf Ediyorum Çeviren: Ahmet Arpad, Evrensel Yayın

METİN KAYGALAK: EKSİLİŞİN YANKISINI DUYUYORUM/ ÇEKİLEN SUYUN SIZISINDA…

Makas

I. tecrübeye çıkan çocuklar bilir karanlığa karışan nefsin gecenin inancında nasıl çürüdüğünü. ve ben burada bu kutsal bağrın huzurunda şahitlik ederim ki eksilişin yankısını duyuyorum çekilen suyun sızısında..
II. tutsak kalbin sancısıyla gittim herkesin kendini öldüğü mezarlara o son vedayla dönen hurufilerin gözlerini gördüm “yanlış kardeş”leğin sırrına ermişlerin saadetli gecesini.. kabulüm kapanmış o siyah zamanı kabul edenleri
III. nasıl dönerim hem utanıp utanıp nasıl geçerim bunca geceden küfre düşen alnımla .. aşkı güzel olan çocuklara dönüp şehri hatıramla ağlıyorum. kendimi inandırdığım sözün o esmer tayfıyla
IV. sarıldım lanetli bir tereddütle o son yağmurda yakaranların yüzlerine yerleşen inancına. her yer elem! siz ey! kendini gitmeyen saadetli ermişlerin barınaksız dileği. beni geçirimli kılan şey şüphesiz her göçün önünde kendimi bulduğumdandır
V. ben de giderim bir gün elbet kirecin söndüğünü gördüğüm vakit. biraz sâlah bulsam seydî makasına gelen dilimden, şehre incinmezdim bu kadar alınyazmak konusunda câni..

.Metin Kaygalak

TAHİR PALALI VE O ADLI İLK ALBÜMÜ: “AŞIĞIN SÖZÜ KENDİSİNİ YAKMAZSA KARŞIDAKİNİ ISITMAZ!”

Çocuk yaşta Maraş’tan ayrılıp Londra’ya yerleşen Tahir Palalı, iki eserde eşlik eden ve prodüktörlüğünü yapan Erkan Oğur ile 2015 yılında çıkardığı O adlı ilk albümü anlatıyor:

“Albüm 5 yıllık çalışma sonucu çıktı ortaya. İşten sonra vakit buldukça kayıtlar yaptım. Kayıt yapmayı öğrenmek için bir şeyler çalıp kayıt etmeye başladım evde, zamanla kayıtlar gelişti, kendimi geliştirdim ama albüm çalışması olarak görmedim son ana kadar. Kayıtları Erkan Oğur’a dinlettim, çok beğendi, katkıda bulunmak istedi. Hayranı olduğum bir müzisyenle birlikte çalışma yapmak, benim için harikulade bir olay tabii ki; bu müzisyen Erkan Oğur olunca da iş bayağı bir ciddiye biniyor.

Erkan Hoca’nın da yönlendirmesiyle kayıtlara devam ettim. Sürekli sadeleştirmemi istedi benden. Kayıtları Londra’da evde yapıp albümü çıkardığımız MMT şirketinde görevli olan Sertaç’a gönderiyordum, Sertaç da Erkan Hoca’ya dinletiyordu. Albümün bu kadar sade olmasının sebebi Erkan Oğur. Elimden tutup birebir yönlendirmedi ‘şurada bunu çal’ falan diye, sadece beni zorladı sade olsun diye.”

“Albümdeki eserleri bilinçli bir şekilde seçmedim, Batıni deyişler olsun diye bir şart koşmadım kendime. Albüm süreci sırasında kendi dünyamda arayışlar içinde oldum. Okuduğum, dinlediğim, gözlemlediğim, düşündüğüm şeylerin yansıması oldu O albümü. Batıni deyişler, hakikati sorgulayan düşünce benim için bir tarz değil, yaşam biçimidir.”

“Tabii ki albümün bir bütünlük taşımasına özen gösterdim, iç kapakta kullandığım fonttan klipteki ışıklandırmaya kadar her şeyin bir bütün olmasına özen gösterdim. Her şeyi ben yaptım, Erkan Hoca’nın perdesiz gitarı ve Çiğdem Aslan’ın söylediği eser dışında albümde çalınan bütün enstrümanlar, bestelerin birçoğu, kayıtlar, mix, mastering, albüm kapağı, klip ve albümün matbaaya gönderiminden dijital dağıtım yüklemelerine kadar her şeyini ben yaptım. Şirket adına YouTube videolarını bile ben yükledim. İyi de olduysa, kötü de olduysa tek sorumlusu benim yani. Böyle olunca bir bütünlük oluşuyor.”

“Müziği yemekle karşılaştırırım hep; yemek yapmaya benziyor. Yöresel yemekleri o yörenin insanından yemeniz lazım mesela. Müzik de böyle. Geleneksel ya da yöresel bir müzik yapacaksanız oranın toprağıyla bütünleşmeniz gerekiyor bence. New York’ta yaşamadan televizyonda izlediklerinizle New York’ta geçen bir roman yazsanız ne kadar inandırıcı yazabilirsiniz? Müzikte de her şeyde olduğu gibi belli bir yetkinlik gerekiyor; yaptığın şeyi bilmen gerekiyor, bastığın notayı hissetmen gerekiyor.

Bunlar bir yana, her müzik yapan da tamamen böyle kaygılara girmemeli. Yemek yaparken lezzetli bir şey yapmaya özen gösteririz elbette ama her seferinde şaheser yapma kaygısı olursa yemek yapmayı bırakırız. Benim en önemli şartım, kayıtlarda da sahnede de, az önce söylediğim gibi, öncelikle dinlemeyi sevdiğim müziği icra etmek. Meçhuli Baba’nın deyimiyle, “Âşığın sözü kendisini yakmazsa karşıdakini ısıtmaz.” Yani yaptığın yemeği sen yiyemiyorsan karşıdakine sunma.”*


*A. Arslan ile yapılan şöyleşiden

İMGELEME (HAYAL KURMA) GÜCÜ ÜZERİNE – MONTAIGNE

0

“Fortis imaginatio generat casum” [“Güçlü bir hayal kurma olayı meydana getirir.”] der bilginler. Ben imgeleme (hayal kurma) gücünü kuvvetle hissedenlerden biriyim. Bu gücü herkes hisseder ama bazılarımız şaşkına döner bundan. Hayal kurma içime işler benim. Becerime gelince, ona karşı direnmek değil, kendimi ondan sakınmaktır. Sağlıklı ve şen kişilerin varlığıyla yaşamak isterdim. Başkalarının üzüntüsüne tanık olmak beni maddeten kederlendirir; duygularım çoğu kez başkalarının etkisinde kalır. Sürekli öksüren biri akciğerimi ve boğazımı rahatsız eder. Görevim gereği ziyaret ettiğim hastalara, fazla önemsemediğim insanları ziyaretten daha az zevk duyarak gidiyorum. İlgi duyduğum hastalık beni bulur, içime yerleşir. Hayal kurmanın, ona yol açan ve onu cesaretlendiren kişileri ateşler içinde bırakmasını ve ölüme götürmesini garip bulmam. Simon Thomas zamanının bir büyük hekimiydi. Ona akciğer hastası ihtiyar bir zenginin evinde rasladığımı hatırlıyorum. Kendi özgün iyileştirme yollarıyla onu tedavi ederken, benim birlikteliğimden yararlanmasını, gözlerini yüzümün tazeliğine, düşüncesini gençliğimden taşan zindeliğe ve güçlülüğe çevirmesini, duygularını benim içinde bulunduğum gelişme durumuyla doldurmasını, böylece iyileşebileceğini söyledi hastaya. Ama aynı zamanda da benim durumumun bundan kötüye gidebileceğini söylemeyi unuttu.

Gallus Vibius, kafasını deliliğin esasını ve belirtilerini anlamaya o derece verdi ki, aklını bir daha hiçbir zaman geri getiremeyeceği biçimde oynattı. Bilgelikten dolayı çıldırmış olduğuyla övünebiliyordu artık. Korkudan celladın eline zamansız düşen de vardır. Affa uğradığı bildirileceği sırada, hayal gücünün ani bir oyunuyla idam sehpasında kendini ansızın ölmüş bulan da. Hayal gücümüzün yarattığı sarsıntılarda bolca ter döker, titreriz, benzimiz atar ve kızarırız; yatağa düşmüş olarak, kimi kez bundan son nefesimizi verecek kadar bedenimizin çırpındığını hissederiz. Kaynayan gençlik ‘tam’ uykuda, aşk arzularının hülyasındaki ateşli konuşma, duyumsama, hareketlenmenin pek öncesinde kızışıp doyuma ulaşır:

“Öyle ki, onlar coşkun dalgalar halinde yayılır ve giysilerini bolca ıslatırlar.” (Lucretius, IV, 1035)

Yatarken boynuzları olmadığı halde, bunların gece çıktıklarını görmek de yeni bir şey değildir üstelik. Bir zamanların İtalya Kralı Cyppus olayı mesela; gündüz büyük tutkuyla boğa güreşlerinde bulunduktan sonra, bütün gece kafasında boynuzların oluştuğu bir rüya görür, Kroisos’un oğluna doğanın esirgemiş olduğu sesi ise duyarlılık sağlamıştır ona. Antiokhos da Stratonice’nin güzelliğinin ateşine kapılıp bununla ruhunu aleve verdi. Plinius, Lucius Cossitius’un düğün gününde kadınken erkeğe dönüşmüş olduğunu gördüğünü söyler. Pontano ve diğerleri de geçmiş yüzyıllarda İtalya’da benzer başkalaşımların meydana geldiğini anlatırlar. Annesinin ve kendisinin ateşli arzusuyla,

“Iphis, kızken beslediği istekleriyle oğlanlığı kazandı.” (Ovidius, Metamorphoses, IX, 793)

Victry le François’dan geçerken, Soissons Piskoposu’nun vaftiz sırasında Germain adını vermiş olduğu, tüm orada oturanların yirmi iki yaşına kadar kız olarak görüp Marie diye tanıdığı bir adamla karşılaştım. O zamanlar kaba sakallı ve yaşlıydı, hiç evlenmemişti. Uzun atlamaya çalıştığı sırada çaba gösterirken erkeğe özgü organlarının kendiliğinden oluştuğunu söyledi. Oranın kızları arasında birbirlerine Marie Germain gibi oğlan çocuğuna dönüşmemek için hızlı atlama sıçramalara kalkışmamalarını öğütleyen bir şarkı hâlâ ağızlarda dolaşıyordu. Bu tür bir olayın sıkça meydana gelmesi o kadar da hayret verici değildir; zira eğer hayal gücü böyle şeyleri yaratabiliyorsa, durmaksızın aynı düşüncelere saplanmamak ve arzunun şiddetine kapılmamak gerekir, yoksa erkeğe özgü organın kızlarda ortaya çıkması şaşırtıcı olmaz.

Bazıları Kral Dagobert’in ve Aziz Franciscus’un yara izlerini hayal gücüne atfeder. Hayal gücünün etkisiyle kimi kez bedenlerin yerlerinden çıktığı söylenir. Celsus, bir papazın ruhunu böyle bir hazzın tadını çıkarmaya bıraktığında, bedeninin uzun süre soluksuz ve duygusuz kaldığını anlatır. Aziz Augustinus, bir diğer hikayeden bahseder; acılı feryatlar duyması birden bayılmasına ve bilincini yitirmesine yeterli olduğundan, onu tekrar kendine gelinceye kadar sarsmak, bağırmak, çimdikleyip ateşle yakmak gerekirmiş. Sonradan o sırada sesler işitmiş olduğunu, bunlar uzaktan geldiği halde sıcaklıklarını ve ısırıklarını fark ettiğini söylüyordu. Duyarlılığına karşı bilinçli olarak gösterilmiş bir direnç değildi bu; o sırada ne nabzı atıyor, ne de soluk alıyordu.

Mucizelerin, saplantıların, harikaların ve böyle olağanüstü düşüncelerin etkisinin özellikle basit, daha zayıf ruhlara karşı harekete geçen hayal gücünden ileri gelmesi mümkündür. Bu kişiler öylesine güçlü bir inanca kapılır ki, görmediklerini gördük sanırlar.

Bence dünyamızın çok benimsemiş olduğu erkeklik bağlama büyüsü ile ilgili şakalar da bu korku ve çekingenliğin ürünüdür. Zira deneyimlerle kendimden yanıtlayabildiğim kadarıyla biliyorum ki, kendinde hiçbir zayıflık kuşkusu olmayan ve aynı zamanda aklı başında biri, başından geçen olağanüstü bir olayı anlatan bir arkadaşını dinledikten bir süre sonra, benzer bir rastlantıyla durup dururken bu öyküden duyduğu dehşetle benzer duruma düştü; ve bu olayın hayal gücünü sarsması ve etki altına almasıyla aynı kaderi paylaştı. Bu kişi çılgınlığının ilacını bir başka çılgınlıkta buldu. Yani durumunu kabul edip itiraf etti. Başına gelen felaketi haykırarak ruhunu sakinleştirdi. Böylece daha az baskı görüyor, ruhunun gerginliğini hafifletiyordu. Her fırsatta hayal gücünün seçiminden ve sarmalından kurtulmuş olarak, bedeni en iyi durumdayken bir başkasının izlenimini önceden sınayıp anlayarak ve bastırarak kendini bu rahatsızlıktan kurtardı. Ve eski normal haline döndü.

Bir kez yetilen bir kişiyle, bir daha başarısız olunmaz, gerçek bir güçsüzlük söz konusu olmadığı sürece…

Bu musibet ancak ruhumuzun arzu ve tasa arasında tereddütte kaldığı girişimlerde korkulası hale gelir ve özellikle de olaylar beklenmedik bir şekilde ve hızla geliştiğinde bu rahatsızlıktan kurtulmanın yolu yoktur. Birini tanıyorum, bu kişi aşırı tutkunluğun hararetini yatıştırmak için zaten doygunluğa ulaşmış bedenini bu durumdan yararlanarak yatıştırdı, yaşı gereği daha az iktidarsız oldu çünkü daha az iktidarlıydı. Bir başka tanıdığım da, bir dostunun kendisine sağladığı birçok karşıt büyüye güvenerek bu gücü korumuş. İyisi mi size bunun nasıl olduğunu söyleyeyim. Üst düzey bir mevkiden, çok yakınım bir kont güzel bir kadınla evleniyordu, kadının tören sırasında biri tarafından takip edilmesi dostlarını tedirgin ediyordu; bu durum özellikle de nikâh törenini evinde yapan ve yöneten akrabası yaşlı kadına büyük huzursuzluk veriyordu. Yaşlı kadın, bana anlattığına göre, büyüden yani erkekliğinin bağlanmasından kuşkulanıyordu. Bana güvenmesini söyledim. Şans eseri bavullarımdan birinin üzerinde güneş çarpmasına karşı etkili ve baş ağrısını gideren semavi şekiller kazınmış küçük bir altın para bulunuyordu. Başın üstüne konuyordu; onu orada tutmak için çenenin altından bağlamaya yarayan bir kurdelesi vardı. Sözünü ettiğimiz olay kadar saçmaydı yani. Bu eşsiz hediyeyi bana Jacques Peletier vermişti. Bunun neye yaradığını ortaya çıkarmayı düşündüm. Kont’a herkes gibi kötü bir talihe sahip olabileceğini, ama korkmadan yatmaya gitmesini, kesinlikle gizli tutacağına dair onur sözü verirse dostluk gösterip elimden gelen bir mucizeyi ondan esirgemeyeceğimi söyledim. Gece yemeği kendisine götürüldüğü sırada kendini rahatsız hissederse beni bundan haberdar edecekti sadece. Hayalindeki huzursuzluğa o kadar bağlanmış, kendini ruhuyla ve duygularıyla buna o derece kaptırmıştı ki, ancak başıyla kabul ettiğini bildirdi bana. O zaman ona hemen ayağa kalkmasını, oyun oynar gibi birbirimizi kovalarken üzerimde bulunan gece entarisini (ikimiz hemen hemen aynı ölçülere sahiptik) alıp giymesini söyledim. Dediğimi yerine getirdiği sırada birlikte dışarıya çıkmış olacaktık; o, işeyecek, üç kez belirli bir duayı okuyacak, belirli hareketleri yapacaktı. Bu üç aşamalı eylemlerin her birini yerine getirip eline verdiğim kurdeleyi beline bağladı; kurdeleye tutturulmuş madalyayı böğürleri üzerine özene bezene yerleştirdi. Kurdelenin çözülmeyeceği, yerinden oynamayacağı, amacına ulaşmasına uygun iyice güvencede olacağı şekilde yapıldı bu işlem. Kont, doğal olarak, ikisine de ulaşacağı şekilde gecelikle kurdeleyi yatağının yakınında bir yere koymayı unutmadı. Düşünce gücümüz bu karmaşık bilimin pek garip çarelerinden ayrışamadığı için bu maskaralıklar oluyordu. Saçmalıkları ağırlık ve saygınlık verir bunlara. Kısacası, tılsımlarımın güneş sisteminden ziyade cinsel alemden, yasaklamadan ziyade bunu etkin kılmadan yana oldukları belli oldu. Tabiatımdan uzaklaşmış olarak beni böyle bir şey yapmaya sevk eden, anlık ve garip bir ruh hali, maraca bağlı bir istekti. Hileli ve sahte eylemlerin (büyücülük ve gizem işlerinin) düşmanıyım, faydalı olacak olsalar dahi, aynı zamanda çıkarcı olan bu kurnazlıklardan nefret ederim. Eylemin kendisi değilse bile, yolu kötüdür.

Mısır Kralı Amasis, güzel Yunan kızı Laodice ile evlendi; başka her yönden nazik bir koca portresi çizmesine rağmen, eşiyle cinsel anlamda sorun yaşıyordu. Bunun büyüden kaynaklandığını düşünüp genç kadını ölümle tehdit etti. Bu tür şeylerin hayal gücüne dayandığı düşünüldüğü için, genç kadını da ibadete sevk etti; yalvarıp yakararak Venüs’e dilek ve adaklarını sunduktan hemen sonra ilk geceden itibaren yeteneklerinin tanrısal bir biçimde tekrar bağışlandığını gördü. Kadınlar, biz tam ateşli bir hale gelmişken çatık kaşlı, kavgacı ve kaçamak tutumlarıyla karşımıza çıkmakla hata ediyorlar. Pythagoras’ın gelini bir erkekle yatan kadının etekliğiyle birlikte utancı da bir yana bırakmasını, daha sonra onu iç çamaşırıyla almasını söylerdi. Saldırıya hazır yürek, çeşitli tehlike alemetleriyle kolayca sönüyor; düş gücü onu bir kez egemenliği altına alınca kötü bir başlangıç yapıyor ve bu tatsız kaza sonraki girişimlerde de yakasını bırakmıyor.

Yeni evliler, zaman tümüyle onların olduğundan dolayı, eğer hazır değillerse ne telaş etmeli, ne de bir girişimde bulunmalıdırlar. Hareketlilik ve ateşlilikle yüklü zifaf gecesini pervasızca sıkıntıya sokmaktan ve güçsüzlüğe uğrayıp sürekli tekrarlanan bir mutsuzluğa düşmektense, daha özel rahatlığı olan ve daha az telaşlı bir gece ya da bir diğer gece beklenmelidir. Kadına ilk sahip oluştan önce, kusurlu kişi kendini gayrete getirmeksizin kesinlikle nefsini uyarmaya çalışmadan üste varmalı, çeşitli zamanlarda hafifçe deneme ve sunuşta bulunmalıdır. Uzuvlarının sakin doğasını bilen kişiler, hayal güçlerinin aldanmasına karşı özen göstersinler sadece.

Bu organda başına buyruk özgür bir tavır görürüz. Hayatımıza tedirgin edici bir şekilde karışır; ona gereksinmemiz olduğunda bizi güçsüz bırakır, isteklerimize inat ve ısrarla itiraz eder. Her seferinde onun başkaldırısı sertçe eleştirilse ve bundan onun suçluluğuna kanıt ortaya çıkarılsa da, davasını savunmak üzere beni kendine bağlamıştır bu organ. Bu varsayımlı tartışmada, zevkteki önemi ve işlevindeki tatlılık nedeniyle, öteki organları, onu kalkındırması gereken yoldaşlarını, herkesi düzene getirip de kötü yüreklilikle ortak hatalarının tek suçlusu olarak onu itham etmelerinden dolayı kuşkuyla karşılıyorum. Bedenimizde, çoğu kez hareketi irademize karşı olmayan bir organ var mı acaba? Organların her birinin, bizim iznimiz olmaksızın onları uyandıran ve uyutan özgün tutkuları bulunur. Yüzümüzün istemeyerek yaptığı hareketler gizli tuttuğumuz düşünceleri kaç kez açığa vurur ve bizi ele verir? Bu organı harekete geçiren neden, onayımızı almaksızın kalbi, akciğeri ve nabzı da harekete geçirir. Hoşa giden bir nesnenin görünümü içimize fark ettirmeden ateşli bir duygunun alevini yayar. Sadece irademizin değil, aynı zamanda düşünce gücümüzün rızası olmaksızın gerilip yatışan şu kaslar ve damarlar yok mudur? Saçlarımızın diken diken olması ya da derimizin arzudan veya korkudan ürpermesi için komut vermeyiz. Elimiz sık sık uzatmadığımız yere yönelir. Dil titreşir ve ses çıkarma süresinde belirli durumda kalır. Bu arada, yiyecek hiçbir şeyimiz olmadığı ya da isteklerin önüne geçtiğimiz halde, yeme ve içme duygusu kendilerine bağlı bölümleri etkilemeyi bırakmaz; bu iştah az ya da çok ancak kendi istenciyle bizi terk eder. Karnı boşaltmaya yarayan aletler onayımızın dışında ve bize rağmen, kendi özgün genişleme ve sıkıştırma hareketlerine sahiptirler; aynen şu böbreklerimizi boşaltmaya yarayan organlarımızdaki gibi. Aziz Augustinus, irademizin mutlak gücünü yetkin kılmak için gerisine istediği sayıda yellenme komutu veren bir adamı gördüğünü anlatır. Onun yorumlayıcısı Vives ise, yellenmelerin önceden belirlenen bir tonda çıkarılabileceğini; zira, bu durumda başka türlüsünün çok daha saygısızca ve patırtılı olacağını, ama buna tamamen hakim olmanın da imkansız olduğunu söyler. Buna bağlı olarak, kendi zamanındaki bir başka örneği buna ilave edersem; patırtıcı ve huysuz birini biliyorum; efendisi kırk yıl ısrarla ve sürekli soluk alırcasına yellenmesini önerir ona, adamın ölümüne kadar sürer bu.

Ama biz kendi irademizi, başkaldırdığı ve isyan ettiği için suçlamıyoruz. İrademiz hep bizim isteğimizi mi istiyor? Ondan istemeyi men ettiğimiz şeyi, açıkça aleyhimize olduğu görüldüğü halde sıkça istemez mi? Aklımızın çıkardığı sonuçlara yönelmeye razı olur mu? Sonuçta, onun bu vakada durumu suç ortağınınkiyle ayrılmaz biçimde özdeşleşmiş olsa da, asıl saldırıya uğrayanın sadece kendisi olduğu ve bu saldırıda bağlantısı bulunması olanaksız hususlar dikkate alındığında, müvekkilim adına yapılan tartışmalı suçlamalar üzerinde derinliğine düşünmenizi istiyorum sizden. Böylece, suçlayanların ona diş bilediği ve haksız oldukları ortaya çıkar. Ne olursa olsun, varsın avukatlar ve yargıçlar tartışıp hüküm versin, onlara karşı çıkan doğa yolunu bulur yine de. Doğa bu organa, ölümlülerin tek ölümsüz eserinin yapımcısına belirli özel ayrıcalık bağışladığı zaman akıllılık etmiştir. Bu nedenle, Sokrates’e göre üreme tanrısaldır; aşk, ölümsüzlük arzusu ve Daemon kendiliklerinden ölümsüzdür.

Örneğin işte biri, hayal gücünün etkisi altında yol arkadaşının İspanya’ya getirdiği hastalığı burada bırakıyor. Bu nedenle, böyle şeylerde aklın ‘hazırlıklı’ bulunması istenir. Hayal gücünün etkisi iksirlerin düzmeceliğinin yerini doldurmasaydı, hekimler bunca aldatıcı iyileştirme vaadinden önce neden hastalarının güvenini kazanmaya çalışsınlar? Onlar, bu mesleğin ustalarından birinin insanların verdiği nasihatı bilir; sadece hekimin kendisini görüp de iyileşen hastalar vardır.

Bütün bu hadiseler, bana babamın hizmetinde bulunan ve meslek aşkıyla yanan bir eczacının anlattığı öyküyü anımsattı. Basit ve yalanı sevmeyen bir milletten, İsviçreli olan bu adam, uzun zaman önce hastalıklı ve bünyesinde taş bulunan, taş düşürmek için sıkça şırıngaya gereksinim duyan ve hastalığının seyrine göre hekimlere çeşitli şırıngalar ısmarlayan Toulouselu bir tüccar tanımış. Bunlar getirildiğinde alışılmış adetlerin hiçbiri ihmal edilmiyormuş; İşte hasta yatar, yüzükoyun dönermiş; her şey usulünce yapılırmış ama iğne yapılmazmış. Bu merasimden sonra eczacı çekip gider, hasta da gerçekten şırınga yapılmış gibi rahatlarmış. Tedavi yapılmışçasına aynı etkiyi duyumsuyordu hasta. Hekim bu etkiyi yeterli bulmazsa, ona aynı şekilde güya iki ya da üç şırınga daha yapıyordu. Tanığım kişinin yemin ettiğine göre, masraftan kaçınmak için (zira adam şırıngalar yapılmış gibi ücretlerini ödüyordu) hastanın karısı kimi zaman şırınganın içine sadece ılık su koyuyormuş ama durum anlaşılınca; her seferinde birinci yönteme dönülmesi gerekiyormuş.

Ekmeğiyle birlikte bir iğne yuttuğunu sanan bir kadın, iğnenin takılıp kaldığını düşündüğü midesindeki dayanılmaz bir sancıyla bağırıyor ve acılar içinde kıvranıyordu; ama dışarıdan ne bir şişme, ne de başka bir belirti olduğundan aklı başında biri, bunun sadece bir hayal ve bir boş inanç olduğu, bir ekmek parçasının geçerken boğazı tahriş ettiğinin farkına varıp kadını kusturdu ve gizlice kusmuğun içine eğrilmiş bir iğne attı. Bir süre düşündükten sonra kadının aklı yattı buna, kendini çok geçmeden sancıdan kurtulmuş hissetti. Soylu bir kişinin birçok dostunu evine davet edip, üç dört gün sonra oyun olsun diye (çünkü böyle bir şey yoktu) onlara yalandan yemekte kedi eti yedirdiğini söylediğini bilirim. Bunun üzerine davetlilerden bir genç hanım öyle bir dehşete düştü ki, büyük bir mide rahatsızlığıyla ateşlendi ve onu kurtarmak mümkün olmadı. Hayvanlar bile insanlar gibi hayal gücünün etkisinde kalabilirler. Sahiplerinin ölüm acısıyla kendilerini ölüme terk eden köpekler tanıklık eder buna. Köpeklerin rüya görürken uluduklarını ve çırpındıklarını, atların kişnediğini ve tepindiğini görürüz.

Ama tüm bunlar, aklın ve bedenin başlarına gelen olayları ortaklaşa birbirine ileterek oluşturdukları söylenebilir. Hayal gücünün, sadece kendi bedenine değil, başkasının bedenine karşı harekete geçmesi ise başka bir şeydir. Böylece bir beden hastalığını tümüyle komşusuna aktarır, kendinde gördüğü gibi veba, çiçek hastalığı ve gözlerindeki rahatsızlık birinden ötekine geçer:

“Hasta gözlere bakan gözler de hastalanır ve birçok hastalık bir bedenden bir diğerine bu şekilde geçer.” (Ovidius, De remerdio amoris, 615)

aynı şekilde şiddetle uyarılmış hayal gücü, uzaktaki nesneyi vurabilecek bakışlar fırlatır. Eski çağlarda birine karşı kızıp öfkelenen İskit kadınlarının tek bir bakışta onu öldürdüğüne inanılırdı. Kaplumbağalar ve devekuşlarının yumurtalarını bir bakışla döllerler, bu da onların gözlerinde dölleme yeteneği olduğunu düşündürtürmüş. Büyücülere gelince, onların kem ve kahredici gözleri olduğu söylenir,

“Bilmiyorum hangi göz benim nazlı kuzularımı büyüledi.” (Virgilius, Çoban Türküleri, III, 103)

Benim için onlar sihirbazlardan daha kötüdürler. Bir zenci çocuk doğuran annenin kanıtladığı gibi, hayal güçlerinin belirtilerini karınlarında taşıdıkları çocuklara aktaran nice kadını deneyimlerimizle görürüz. Piza yakınlarında oturan, annesinin karyolasında asılı Ermiş Jean Babtiste tasviri yüzünden hamile kaldığını söyleyen, tüylü ve sert sakallı bir kız, Bohemya Kralı ve İmparator Charles’ın huzuruna getirildi. Hayvanlarda da durum böyledir; dağda karın beyazlattığı Yakup’un koyunları, keklikler ve tavşanlar buna delildir. Son olarak evimde bir kedinin ağacın tepesindeki bir kuşu gözetlerken, bir süre aralarında dikkatlice bakıştıktan sonra kuşun kendini ölmüş gibi yere bıraktığını gördüm; kuşun ya kendi hayal gücüyle başı dönmüş ya da kuş kedinin bir tür çekim gücüyle kendini onun pençelerine bırakmıştı. Alıcı kuşlarla avlanmayı sevenler, şahinle avlanan bir kişinin kuşunun havadaki bir avı ısrarlı bir bakış gücüyle aşağıya indirebileceğini söylediği ve söylediğini de yaptığı öyküsünü duymuşlardır.

Buraya aldığım öykülerin sorumluluğunu bunları bulan kişilere bırakıyorum. Düşünceler bana aittir ve deneyime değil mantıksal kanıtlara dayanır; isteyen herkes bunlara kendi örneklerini ekleyebilir. Eğer iyi yorumlamıyorsam, benim yerime başkası yapsın bunu.

İçinde mizaçlarımızın ve duygularımızın bulunduğu, ele aldığım konularda kullanılmış olan öyküler, tanıklıklarda gerçek olarak kabul edilirler. Roma’da ya da Paris’de geçmiş, ya da geçmemiş olsun, Jean’ın ya da Pierre’in başına gelmiş ya da gelmemiş olsun, bu metinde yararlı bir biçimde öğrendiğim öykü bir şekilde her zaman insanların karşılaşabileceği bir örnektir. Onu görüyorum ve ondan doğrudan ya da dolaylı biçimde yararlanıyorum. Anlatılan öykülerde, çeşitli değişkenliklerden en nadir ve en hatırlanabilir olanı amacımda kullanmak üzere alıyorum. Olayları anlatmayı amaç edinmiş olan yazarlar vardır. Benimki, eğer başarabildiysem, başa gelmesi mümkün olanı söylemekti.

Okullarda, asılları bulunmadığı zaman benzerliklerden yararlanmak kabul gören bir davranıştır. Bana gelince, ben böyle yapmıyorum; titiz bir şekilde tarihsel gerçekliğe bağlıyım. Olaylarla ilişkin burada vermiş olduğum örneklerde en hafif ve en küçük değişiklik yapmayı kendime yasakladım. Bilincim en küçük bir şeyi çarpıtıp değiştirmez; ama bilgim için birşey diyemem.

Bu konuda bazen kendime tarihi yazmanın bir din bilginine, bir filozofa, bu nadir ve güçlü vicdan ve bilgelik sahiplerine uygun olup olmadığını soruyorum. Sözlerini halkın sözlerinin üzerine nasıl koyar bunlar? Tanınmayan kişilerin düşüncelerine nasıl karşılık verilir, onların tahminlerine nasıl safça inanılır? Bunlar katılmış oldukları sayısız eylemle ilgili bir yargıç karşısında yeminli tanıklık yapmayı reddederlerdi kuşkusuz. Ve onların tam olarak niyetlerini bildiklerini öne sürebilecek derecede kendileriyle içli dışlı olan bir tek kişi bile yoktur. Bense geçmişteki şeyleri yazmayı bugünküleri yazmaktan daha az riskli buluyorum; yazar burada alıntı yaptığı bir gerçeğin hesabını verir sadece.

Bazıları, çeşitli çevrelerden önemli kişilerle olan ilişkilerim nedeniyle, bir başkasının tutkuyla gördüğünden daha az yanılarak ve daha yakından gördüğümü umut ederek benden günümüzün olaylarını yazmamı istiyor. Ama anlamadıkları şu ki Salluste’ün şanı uğruna bile bu zahmete katlanmazdım; zira ben, zorunlulukların, devamlılığın, direnmenin yeminli düşmanıyım. Bir birikimin anlatımı kadar tarzıma aykırı düşen başka hiçbir şey yoktur; sıkça soluğumun kesilmesiyle ara veririm, geçerli ne kurgulama, ne de olayı geliştirme kalır bende, en sıradan durumlarda kullanılan sözcüklerde ve tümcelerde bir çocuktan daha bilgisiz olurum.

Böylece malzemeyi gücüme uydurarak söylemeyi bildiğimi söylemekle yetinirim. Bana rehberlik eden bir konuyu ele alırsam, ölçüm onunkine uymayabiliyor. Tam bir özgürlük içinde, yasak ve cezalandırılabilir sayılmış olan yargıları, keyfime ve kendi fikirlerime göre yayınlayabilirim. Plutarkhos bu konuyla ilgili olarak bize şunları söylemiştir: Eğer örnekleri bütünüyle gerçeklere uygunsa, gelecek için yararlı ise, bugün bize doğruluğun (faziletin) yolunu aydınlatıyorsa, başkalarına ait bir eser olsa da, bizim eserimiz sayılır.

Hekimlikte kullanılan bir uyuşturucu durumunda olduğu gibi, eski bir öyküde bir şeyin şöyle veya böyle oluşu tehlikeli değildir.

Michel de Montaigne Denemeler (I. Kitap) Fransızcadan Çeviren: Engin Sunar, Say yayınları

GALEANO: KOSTA RİKA SİLAHLI KUVVETLERİ KALDIRINCA KIYAMET KOPMADI, SAVAŞLAR VE ASKERİ DARBELER BİTTİ!

Aralık 1 Silahlara elveda Kosta Rika devlet başkanı Don Pepe Figueres şöyle demişti: -Burada kötü giden yegâne şey her şey. Ve 1948 yılında silahlı kuvvetleri kaldırdı. Birçok kişi bunun dünyanın sonu ya da en azından Kosta Rika’nın sonu olduğunu söyledi. Ama dünya dönmeye devam etti, Kosta Rika da savaşlardan ve askeri darbelerden kurtuldu.

Aralık 2 Kölelik Karşıtlığı Günü: Kölecilerin generali, kölelik karşıtlığı olarak ilan edilen günde öldü  On dokuzuncu asrın ortalarında, kendi ırkına ihanet eden bir beyaz olan John Brown, silahları tarım alanlarında çalışan kölelere dağıtmak amacıyla Virginia’daki bir silah deposunu ele geçirdi. Onun etrafını saran ve yakalayan birliğin komutanı Albay Robert Lee generalliğe terfi etti. Kısa bir süre sonra da, Birleşik Devletlerde Kuzey ve Güney arasında uzun yıllar süren savaş boyunca köleliği savunan orduya komuta etti. Kölecilerin generali Lee, yatağında öldü. Askeri tören, marşlar, top atışları ve Amerika’nın bu büyük askeri dehasının erdemlerini göklere çıkaran sözcüklerle uğurlandı. Kölelerin dostu Brown, silah deposuna düzenlediği saldırıdan ötürü mahkûm oldu: cinayet, casusluk ve vatana hıyanet. 1859 yılında bugün asılarak idam edildi. Şu tesadüfe bakın ki, kölelik karşıtlığı olarak ilan edilen günde öldü.

Amerika’nın kölelik karşıtı en büyük liderlerinden biri olan Frederick Douglass, ünlü konuşmalarından birinde şunları söylemişti: “İnsanın özgürlüğü hak ettiği mantığını yürütmeme müsaade ediyor musunuz? İnsan, kendi vücudunun gerçek sahibi değil mi? Bugün Amerikalıların huzurunda özgürlüğün insanın doğal hakkı olduğunu nasıl gösterebilirim? Bunu yaparak sadece kendimle alay ettim ve şuurunuza hakaret ettim. Göklerin altında köleliğin ahlaka aykırı olduğunu bilmeyen hiçbir insan yok ki” Kölecilik tarihi boyunca sayısız insan, kendi özgürlüğü ve diğer kölelerin özgürlüğü için savaşmıştır. Hatta birçoğu kölecilikten ve köle olmaktan kurtulmak için hayatını feda etti. Kölecilik yasalarına ve köle ticaretine karşı yaygın protestolar, sonunda evrensel bir yasanın çıkarılmasına yol açtı ve 2 Aralık 1949’da Birleşmiş Milletler 2 Aralık’ı “Dünya Köleliğin Kaldırılması Günü” ilan etmek zorunda kaldı.

Aralık 3 Yeter diyen kral Dört asır boyunca, kara Afrika insan eti satışı konusunda uzmanlaştı. Uluslararası iş bölümüne göre onun görevi dünya pazarı için köle üretmekti. 1720’de bir kral buna karşı çıktı. Dahomey kralı Agaja Trudo, Avrupalıların kalelerini ve köle rıhtımlarını yakıp yıktı. On yıl boyunca, kaçakçıların ısrarına ve komşu krallıkların saldırılarına direndi. Ama bir süre sonra pes etti. Avrupa, karşılığı insan etiyle ödenmezse silah satmıyordu.

Aralık 4 Yeşil bellek Ağaçlar da, tıpkı bizim gibi, hatırlıyor Ama onlar, bizden farklı olarak, unutmuyor, gövdelerinde halkalar oluşturuyor ve hatıralarını halka halka muhafaza ediyorlar. Halkalar her ağacın hikâyesini anlatıp yaşını söylüyor ki bu yaş bazen iki bin yıla kadar ulaşıyor; ağacın hangi iklimleri gördüğünü, hangi sellere ve kuraklıklara maruz kaldığını anlatıyor, ağacın tanık olduğu yangınların, hastalıkların ve depremlerin izlerini barındırıyorlar. Bugün gibi bir günde, bu konunun uzmanı Jose Armando Boninsegna, Arjantin’in bir okulundaki öğrencilerden mümkün olan en güzel açıklamayı aldı: -Ağaçlar okula gidip yazmayı öğreniyorlar. Nereye yazıyorlar? Göbeklerine. Peki, nasıl yazıyorlar? Halkalarla. Ve bunlar okunabiliyor.

Aralık 5 Güzellik arayışı İspanyol Doğa Tarihi Derneği başkanı 1886’da, Altamira Mağarası’ndaki resimlerin binlerce yıllık olmadığını ileri sürmüştü: -Bunlar günümüz modern ekolüne mensup orta düzey tilmizlerden birinin eseri, demişti, neredeyse tüm uzmanların kuşkusunu teyit ederek. Yirmi yıl sonra, söz konusu uzmanlar yanılmış olduklarını kabul etmek zorunda kaldılar. Ve böylece güzellik arayışının açlık gibi, arzu gibi insanın dünyadaki macerasına başından beri eşlik ettiği kanıtlandı. Medeniyet diye adlandırdığımız şeyden çok önce, kuşların kemiklerini flüte dönüştürmüş, kolye yapmak için salyangozları delmiştik; mağaralarımızı güzelleştirmek ve her bedeni yürüyen bir tabloya çevirmek için toprağı, kanı, taş tozunu ve bitki özsularını karıştırarak renkleri yaratmıştık. İspanyol konkistadorlar Veracruz’a geldiklerinde Huasteco yerlilerinin beğenmek ve beğenilmek için boyadıkları bedenleriyle kadın, erkek çırılçıplak bir halde dolaştıklarını gördüler: -Bunlar en kötüleri, diye bir hükümde bulundu konkistador Bernal Diaz del Castillo.

Aralık 6 Bir tiyatro dersi Bay Euripides sınıf bilincini öğretme suçunu işlemişti 1938 yılında bugün, Washington’da faaliyet gösteren Amerikan Karşıtı Etkinlikler Komitesi, Hallie Flanagan’ı sorguladı. Bu kadın halk tiyatrolarını yönetiyordu. Temsilciler Meclisi’nden Alabamalı Joe Starnes sorgulama işini üstlendi. Hallie tarafından yazılmış bir makaleyle ilgili olarak ona şu soruları yöneltti: -Marlowe diye birinden bahsediyorsunuz. Bu Marlowe komünist mi? -Affedersiniz, ama burada söz konusu olan Christopher Marlowe’dan bir alıntı. – Kesin bir kanıya varmamız için, bize onun kim olduğunu söyleyin. -O Shakespeare öncesi dönemde en büyük İngiliz tiyatro yazarıydı. -Evet, tabii ki, Yunan tiyatrosunda bile şimdi kimilerinin komünist diye adlandırdığı türden insanlara rastlıyoruz. -Kesinlikle. -Yanılmıyorsam Bay Euripides bile sınıf bilincini öğretme suçunu işlemişti, değil mi? -Zannedersem bütün Yunan tiyatro yazarları bununla suçlandılar. -Netice itibarıyla bunun ne zaman başladığını söyleyemeyiz, diye içini çekti temsilci Starnes.

Aralık 7 Sanatın yaşı yok 1633 yılında, bugünden bir gün önce bir gün sonra, sömürge dönemi Brezilyası’nı en iyi tiye almayı bilen şair Gregório de Matos doğdu. 1969’da, askeri diktatörlüğün tam ortasında, altıncı bölgenin komutanı onun üç asırdan beri San Salvador de Bahia şehri Kültür Sekreterliği Kütüphanesinde mışıl mışıl uyuyan şiirlerini yıkıcı ilan etti ve ateşte yaktırdı. 1984’te, komşu bir ülkede, Paraguay askeri diktatörlüğü Arlequm Tiyatrosu’nun prömiyerini yapacağı bir eseri, içinde düzene, disipline, askere ve yasaya karşı hiciv bulunduğu gerekçesiyle yasakladı. Truvalılar adlı eser yaklaşık yirmi dört asır önce Euripides tarafından yazılmıştı.

Aralık 8 Nöronların hüneri 1906 Nobel Tıp Ödülü’nü Santiago Ramón y Cajal aldı. O aslında ressam olmak istemişti. Ama babası izin vermeyince tüm zamanların en ünlü İspanyol bilim insanı olmaktan başka çaresi kalmadı. Keşfettiği şeylerin resmini yaparak intikamını aldı. Onun beyin manzaraları Miró’yla, Klee’yle yanşıyordu: -Nörolojinin bahçesi eşi bulunmaz sanatsal heyecanlar sunuyor, derdi hep. Sinir sisteminin gizemlerini keşfetmek onun için keyifli bir işti, ama en büyük keyfi onları resmederken alıyordu. Ama çok, en çok keyfi, düşündüğünü yüksek sesle söylemekten alıyordu ve bu sözlerinin dosttan çok düşman kazandıracağının bilincindeydi. Bazen şaşkınlıkla sorardı: -Düşmanın yok mu? Nasıl olmaz? Yoksa sen hiçbir zaman doğruyu söylemedin mi? Sen hiçbir zaman adaleti tercih etmedin mi?

Aralık 9 Yaşama hüneri 1986 Nobel Tıp Ödülü Rita Levi Montalcini’ye verildi. Zor zamanlarda, Mussolini diktatörlüğü döneminde, Rita evinin bir köşesine kurduğu derme çatma bir laboratuvarda gizlice sinir lifleri üzerinde araştırmalar yapmıştı. Yıllar sonra, çok çalışmanın ardından, yaşamın gizemlerinin bu inatçı dedektifi insan hücrelerini çoğaltmakla görevli proteini keşfetti ve Nobel’i aldı. O sırada artık seksenli yaşlarındaydı ve şöyle diyordu: -Bedenim buruşuyor, ama beynim hâlâ eskisi gibi. Düşünemez hale geldiğimde tek istediğim onurlu bir şekilde ölmeme yardım edilmesi.

Aralık 10 Kutsanmış savaş 2009 yılında, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi Günü’nde, Başkan Barack Obama Nobel Barış Ödülü’nü aldı. Teşekkür konuşmasında başkanın aklına savaşa övgüler düzmekten daha iyi bir şey gelmedi: Kötülüğe karşı haklı ve gerekli savaş. Dört buçuk asır önce, henüz Nobel Ödülü diye bir şey ortada yokken ve Kötülük petrol içeren topraklarda değil, altın ve gümüş vaat edenlerde yaşarken, İspanyol hukukçu Juan Ginés de Sepúlveda da Kötülüğe karşı haklı ve gerekli savaşı savunmuştu. O dönemde Ginés, Amerika yerlilerine karşı yürütülen savaşın gerekliliğini, barbar, cahil ve insanlık dışı toplulukların doğaları gereği köle olmalarıyla, haklılığını ise, doğa kanunu olarak ve herkesin iyiliği için, bedenin ruha, arzunun akla, hayvanların insana, kadının kocasına, mükemmel olmayanın mükemmele, daha kötünün daha iyiye itaat etmesinin doğruluyla açıklamıştı.

Aralık 11 Birçok kişi olan şair İnanış oydu ki, Portekiz şairi Fernando Pessoa, içinde beş ya da altı kişiyi barındırıyordu. 2010 yılı sonlarında Brezilyalı yazar José Paulo Cavalcanti, birçok kişi olmayı düşleyen biri hakkındaki yıllar süren araştırmasını tamamladı. Cavalcanti, Pessoa’nın içinde beş ya da altı kişi olmadığını ortaya çıkardı: Pessoa o sıska bedeninde hepsi kendi ismi, kendi stili, kendi hikâyesi, kendi doğum tarihi ve kendi burcuyla tam yüz yirmi yedi kişi barındırıyordu. Onun bedenini mekân edinen yüz yirmi yedi kişi şiirler, makaleler, mektuplar, denemeler, kitaplar imzalamışlardı. Aralarından bazıları ona karşı sinsi eleştiriler yayınlamışlardı, ama Pessoa -tahmin ediyorum ki bu kadar kalabalık bir aileyi beslemek herhalde çok zor olsa da- hiçbirini bedeninden koymamıştı.

Aralık 12 Tonantzin’in adı oldu Guadalupe İsa’yı doğurmasından çok sonra Bakire Meryem Meksika’ya bir yolculuk yaptı. Oraya 1531’de vardı. Kendini Bakire Guadalupe olarak tarattı ve mutlu bir tesadüfün sonucu olarak ziyareti tam da Azteklerin ana tanrıçası Tonantzin’in tapınağının bulunduğu yerde gerçekleşti. Bakire Guadalupe o andan itibaren Meksika ulusunun doğuşu oldu: Tonantzin Bakire’nin içinde yaşamaya başladı ve Meksika’yla İsa’nın anası aynı kişi oldu. Tüm Amerika kıtasında olduğu gibi Meksika’da da, yasaklanan tanrılar havanın yollarını kullanarak Katolik ilahi kişiliklerin içine girdiler ve onların bedenlerinde yaşamaya başladılar. Tlaloc, Aziz Juan Bautista’da yağmur olarak yağdı, Xochiilli ise Aziz İsidro Labrador’da çiçek açtı. Tanrı Tata, Güneş Baba oldu. Çarmıha gerili İsa olan Tezcatlipoca, çarmıhın üzerinden yerli evreninin rüzgârlarının estiği dört yönü işaret etmektedir.

Aralık 13 Kilise korosu günü 1589’da Papa V. Sixtus, hadım edilmişlerin San Pietro Bazilikasında şarkı söylemelerine karar verdi. Erkek şarkıcılar dişi şarkıcılara, yani tiz ve gırtlaktan notaları kesiksiz söyleyebilen sopranolara dönüşsünler diye bunların testisleri buruluyordu. Üç asırdan daha uzun bir süre boyunca, castrati denen bu hadım edilmiş erkekler kilise korolarında kadınların yerini doldurdular: Havva’nın kızlarının, mabetlerin saflığını kirleten günahkâr sesleri orada yasaklıydı.

Aralık 14 Yedi kez kaçan keşiş 1794’te, Meksika Başpiskoposu Alonso Núnez de Haro, keşiş Servando Teresa de Mier’in mahkûmiyet kararını imzaladı. Bakire Meryem’in Meksika topraklarına yaptığı ziyaretin yıldönümünde, keşiş Servando, bölge valisinin, başpiskoposun ve Kraliyet Mahkemesi üyelerinin önünde bir vaaz vermişti. Bu bir vaazdan ziyade topa tutmaydı. Keşiş Servando herhangi bir rastlantı ya da tesadüfün söz konusu olmadığını söylemeye cüret etmişti: Bakire Meryem aslında Aztek tanrıçası Tonantzin’di, Havari Tomas ise yerlilerin çok sevdiği tüylü yılan Ouetzalcóatl. Keşiş Servando’nun felsefe doktorası dine bu şekilde küfrettiği için elinden alındı ve öğretmenlik yapması, günah çıkarması ve vaaz vermesi sonsuza dek yasaklandı. Ve İspanya’ya sürgüne gönderildi. O andan itibaren, yedi kez hapse atıldı ve yedi kez hapisten kaçtı; Meksika’nın bağımsızlığı için savaştı; İspanyollara karşı en sert ve en eğlenceli eleştirileri yazdı; ayrıca Meksika ulusunun kendi kendisinin efendisi olacağı günler için önerdiği sömürgeci ve askeri prangalardan arınmış bir cumhuriyet projesi üzerine ciddi incelemeler kaleme aldı.

Aralık 15 Yeşil adam Chico Mendes bugün doğum gününü kutlayacaktı. Kutlayacaktı. Eğer Amazonia’nın kiralık katilleri rahatsızlık veren ağaçları ortadan kaldırdıkları gibi rahatsızlık veren insanları da ortadan kaldırmasalardı. Chico Mendes gibi insanları. Borçlarından ötürü köleleşen ebeveynleri uzaklardaki Ceará Çölü’nden kauçuk tarlalarında çalışmak için gelmişlerdi. O okumayı yirmi dört yaşında öğrendi. Amazonia’da sendika hareketini örgütledi ve toprak yiyicilere, onların maaşlı bayraktarlarına, nehirlerin zehirlenmesini ve selvanın bombardımanını finanse eden Dünya Bankası’nın uzmanlarına karşı yalnızları, köleleştirilmiş tarım işçilerini ve yerinden yurdundan kovulmuş yerlileri birleştirdi. İşte bu yüzden onun üzerini çizdiler. Onu öldüren kurşunlar pencereden girdi.

Eduardo Galeano Ve Günler Yürümeye Başladı Çeviri: Süleyman Doğru / Sel Yayıncılık

CARL GUSTAV JUNG KUZEY AFRİKA GEZİSİNİ ANLATIYOR

1920 yılının başında bir arkadaşım, iş için Tunus’a gideceğini ve ona eşlik etmek isteyip istemediğimi sordu. Hemen kabul ettim. Mart ayında yola çıktık ve ilk önce Cezayir’e gittik. Kıyıyı izleyerek Tunus’a geçtik, sonra da Suse’ye. Arkadaşımı orada işiyle baş başa bırakıp ayrıldım.

Uzun yıllar boyunca, Avrupa dışında, Avrupa dillerinin konuşulmadığı, Hıristiyan kavramlarının egemen olmadığı ve farklı bir ırkın farklı bir geleneğe ve felsefeye göre yaşadığı bir yerlere gitmek istemiştim. Avrupa’nın yabancı bir ortamdan, bir yabancının gözüyle nasıl göründüğünü hiç olmazsa bir kez görmek istiyordum. Sonunda bu gerçekleşti. Ne yazık ki Arapça bilmiyordum ama bunun biraz yararı da oldu. İnsanları ve onların davranış biçimlerini çok daha dikkatli izlemek zorunda kaldım. Saatlerce bir kahvede oturup insanların bir tek kelimesini bile anlamadığım bir dilde konuşmalarını dinledim. El kol hareketlerini, özellikle duygulandıklarında yüzlerinde beliren ifadeyi ve bir Avrupalıyla konuşurken davranışlarındaki belli belirsiz değişikliği izledim. Böylece, olabildiğince farklı bir gözle bakmayı ve farklı bir çevredeki bir Avrupalının nasıl biri olduğunu anlayabildim. Avrupalılar, Ortadoğuluları sakin ve ilgisiz diye nitelendirirler. Oysa bence bu bir maske ve o maskenin arkasında nedenini anlayamadığım bir huzursuzluk ve –az da olsa– sıkıntı var. Kuzey Afrika’ya adım attığım andan itibaren garip bir etkinin altındaydım. Ülkede garip bir koku olduğunu düşünüyordum. Sanki ülkenin topraklarına işlemiş bir kan kokusuydu bu. Topraklarda üç ayrı medeniyetin yok olduğu aklıma geldi. Kartacalılar, Romalılar ve Hıristiyanlar oralardan gelip geçmişlerdi. Teknoloji çağının İslam dünyasına ne getireceğiyse henüz belli değildi.

Suse’den Sefakis’e, oradan da Sahra Çölü’ndeki bir vaha kenti olan Tuzur’a gittim. Kent, bir platonun kenarına, biraz yüksekçe bir yere kurulmuş. Kentin eteklerinden suları ılık ve biraz tuzlu birçok kaynak fışkırıyor ve tüm vaha bu kaynaklardan çıkan binlerce küçük kanalla sulanıyor. Altlarında şeftali, kayısı ve incir ağaçlarının yeşerdiği kule gibi yükselen palmiye ağaçları, yeşil bir çadır gibi gölge veriyorlar. Yeri de inanılmaz tonlarda bir yeşil kaplamış. Bu yeşilliğin içinde yalıçapkınları bir mücevher gibi parlıyor ve bu yeşil gölgeliğin altında, beyazlara bürünmüş insanlar dolaşıyor. Aralarında birbirine sarılmış dolaşan çiftler de var. Büyük bir olasılıkla bunlar eşcinseldi. Klasik Yunan Çağı’nı anımsadım. O zamanlar bu eğilimler erkek toplumunun ve kentin belkemiğini oluştururmuş. Burada erkeklerin erkeklerle, kadınların da kadınlarla konuştuğu belli. Ortada çok az kadın var. Onlar da, rahibeler gibi baştan aşağı kapalı. Peçesi açık çok az kadın gördüm. Rehberimin söylediğine göre bunlar fahişeymiş. Ana caddelerde erkekler ve çocuklar çoğunluktaydı.

Rehberim eşcinselliğin yaygın olduğu izlenimimi onayladı ve bunun doğal sayıldığını söyledi ve hemen teklifte bulundu. İyi niyetli rehberimin, o anda aklımda şimşek gibi çakan düşünceden haberi yoktu. Yüzyıllar öncesine, yarım yamalak Kuran bilgileriyle, çok eskiden beri içinde oldukları yarı aydınlık bilinçli durumlarından kurtulup kuzeyden gelen tehditlere karşı kendilerini koruyabilmek için varoluşlarının bilincine varmaya çalışan bu insanların saf ergenlik çağlarına dönmüştüm. Yüzyıllardır değişmeyen varoluşu düşünürken Avrupa’nın hızlı temposunu simgeleyen cep saatim aklıma geldi. Kuşkusuz, bu hızlı tempo bir kara bulut gibi, bu hiç kuşkulanmayan insanların ruhlarının üzerinde dolaşıyordu. Onları, avcıyı görememelerine karşın onu sezebildikleri için kendilerini biraz huzursuz hisseden kurbanlara benzettim, yani zaman tanrısı, hâlâ sonsuzlukla eşanlamlı sayılabilecek sürekliliği yakında parça parça edip saatlere, dakikalara ve saniyelere bölecekti. Bundan kaçınmaları olanaksızdı.

Tuzur’dan Nefta Vahası’na gitmek için rehberimle birlikte güneş doğmadan yola çıktık. Yükümüz ağırdı ama katırlar hızlı gidebiliyorlardı. Vahaya yaklaşırken beyazlar içinde bir atlı yaklaştı. Bize selam bile vermeden gümüş kakmalı semeri olan bir katıra bindi ve gururla bize eşlik etmeye başladı. Zarif ve etkileyici bir adamdı. Kol saati bir yana, cep saati bile olmadığı belliydi. Kuşkusuz, kendisini irdelemeye kalkmadığı için her zaman olduğu gibi kalmış bir insandı. Avrupalının biraz şaşkın havası onda yoktu. Avrupalı, yüzyıllar önceki insan olmadığını bilir ama o zamandan bu zamana neye dönüştüğünü bilmez. Kolundaki saat ona, Ortaçağ’ın ve onunla eşanlamlı olan ilerlemenin onun sırtına bindiğini ve ondan bir daha geri gelmeyecek bir şeyler alıp götürdüğünü söyler. O da, hafif bavullarını alır ve giderek artan bir hızla belirsiz amaçlara doğru yolculuğunu sürdürür. Yerçekiminden ve onunla bağlantılı bütünleşememe duygusundan kurtulmanın yerini, onu, değişik hızların gerçeğine iten ama zamanını çalan gemiler, trenler, uçaklar ve roketler gibi düşsel zaferleriyle doldurmaya çalışır.

Sahra Çölü’nde ilerledikçe zaman daha da yavaşladı ve neredeyse geriye doğru gidiyor gibi gelmeye başladı. Yerden dalga dalga yükselen sıcak, kendimi bir düşteymiş gibi hissetmeme neden oluyordu. Vahadaki palmiyeleri ve evleri gördüğümde, o vahanın yüzyıllardır orada var olduğunu ve tam gerektiği gibi olduğunu düşündüm. Ertesi sabah, ne olduğunu anlayamadığım sesler duyarak uyandım. Kaldığım hanın önündeki meydan, bir gece önce boştu, oysa o anda insanlar, develer, katırlar ve eşekler meydanı doldurmuşlardı. Develer değişik tonlarda sesler çıkararak her zamanki memnuniyetsizliklerini gösteriyor, eşeklerin her biri ayrı bir tonda anırıyor, insanlar da ellerini kollarını sallayarak bağırıyor, heyecan içinde oradan oraya koşuşturuyorlardı. Ürkütücü bir görüntüleri vardı. Rehberim, o günün önemli bir bayram olduğunu ve kadıya tarla işlerinde yardım etmek için birçok çöl kabilesinin iki günlüğüne orada toplandığını söyledi. Kadı, yoksullara yardım edermiş ve vahada birçok tarlası varmış. Çevreden, yeni bir tarla açıp su kanalları döşemek için gelmişler.

Meydanın bir köşesinde bir toz bulutu yükseldi; yeşil bir bayrak açıldı ve davullar çalmaya başladı. Ellerinde sepetler taşıyan vahşi görünümlü bir alay insanın ortasında saygı uyandıran ak sakallı yaşlı bir adam gördüm. Sanki, hep yüz yaşındaymışçasına yapmacıksız bir onurla çevreyi izliyordu. Beyaz bir katırın üzerinde gelen bu adam kadıydı. Çevresindeki erkekler darbuka çalarak dans ediyorlardı. Tozdan göz gözü görmüyor, yakıcı sıcağın altında insanlar çılgın bir coşku içinde haykırıyorlardı. Alay, çılgın gibi, büyük bir azim içinde vahaya doğru aktı gitti. Sanki savaşa gidiyorlardı.

Alayı uzaktan izledim. Rehberim işin yapılacağı yere varana dek yaklaşmamızı istemiyor gibiydi. Burada heyecan daha da arttı. Davullar daha hızlı çalmaya, insanlar daha çok bağırmaya başladılar. Bir karınca yuvasına çomak sokulmuşçasına her şey inanılmaz bir hızla yapılıyordu. Kimi tepeleme toprak doldurduğu sepetini taşıyor, kimi davul eşliğinde dans ediyor, kimileri de çılgın bir hızla hendekler kazıp su toplama yerleri yapıyorlardı. Bu karışıklığın ortasında kadı, beyaz katırının üzerinde, yaşlılara özgü o yumuşak, onurlu ama bezgin ifadeyle dolaşıyor ve büyük bir olasılıkla sağa sola ne yapmaları gerektiğini söylüyordu. Gittiği her yerde iş daha da hızlanıyor ve insanlar daha çok bağırmaya başlıyorlardı. Bu fonun önünde kutsal adam, sakin görüntüsüyle olağanüstü etkileyici bir izlenim veriyordu. Akşama doğru, adamların yoruldukları belli olmaya başladı. Develerinin yanına yatıp derin bir uykuya daldılar. Gece olduğunda, köpeklerin kaçınılmaz bir ağızdan ulumalarından sonra, çevreye, beni her zaman çok duygulandıran müezzinin sesi sabahın ilk ışıklarıyla birlikte duyulana dek, derin bir sessizlik çoktu.

Gördüklerimden bir şeyler öğrendim. Bu insanları duyguları yönetiyordu. Bilinçleri bir yandan yerlerine uyum sağlamalarına ve dış etkileri almalarına yarıyor, bir yandan da dürtülerinin ve duygularının etkisi altında kalıyor, ama bunu düşünceye geçiremedikleri için bağımsız bir “benlik” olgusu oluşmuyordu. Aslında, biraz daha karmaşık olmamıza karşın, Avrupalının durumu da bundan pek farklı değil. Avrupalının tek farklı yönü, belirli bir oranda iradeye sahip olması ve amaçlarına yönelebilmesi. Bizde eksik olan, yaşamı yoğun yaşayabilmek.

Yerlilerin etkisi altında kalmamaya bakarken bedenim etkilendi. Bağırsak iltihabından hastalandım ama yerlilerin pirinç suyu ve kalomeli sayesinde birkaç günde kendime geldim. Tunus’a geri döndüğümde düşüncelerle doluydum. Marsilya’ya gitmek üzere yola çıkmadan bir gece önce, tüm gördüklerimi özetleyen bir düş gördüm. Aynı anda iki ayrı düzeyde yaşamaya kendimi alıştırmıştım. Bunlardan biri, anlamaya çalışan ama anlamayan bilinç düzeyim, öbürü de bir şeyi ifade etmek isteyen ama bunu yalnızca düş yoluyla ifade edebilen bilinçdışı düzeyimdi.

Düşümde, çoğunda olduğu gibi bir kalesi olan bir Arap kentindeydim. Kent düz bir alana kurulmuştu. Çevresi dört köşe duvarlarla çevriliydi ve dört kapısı vardı. Kulenin çevresi, Araplarda pek olmayan, su dolu bir hendekle çevrilmişti. Suyun üzerindeki tahta bir köprünün başında duruyor ve at nalı biçimindeki girişe bakıyordum. Giriş açıktı ama girişin ardında karanlıktan öte bir şey görünmüyordu. Kalenin içini görmek istediğim için köprünün üzerinde yürümeye başladım. Yarı yola geldiğimde, kapıdan, soylu, kral gibi bir Arap çıktı. Yakışıklı, esmer, beyazlar içinde bir adamdı. Bu gencin, kalenin sahibi prens olduğunu anladım. Bana saldırdı, boğuşmaya başladık ve köprünün korkuluğu kırılınca suya yuvarlandık. Başımı suyun altında tutarak beni boğmaya çalışıyordu. Bu kadarı da fazla, diye düşünüp ben de onun başını suyun içinde tutarak onu boğmaya çalıştım. Bir yandan da, ona büyük hayranlık besliyordum. Ne ölmek ne de öldürmek istiyordum; amacım, onun bayılıp dövüşü bırakmasını sağlamaktı.

Sonra sahne değişti. İkimiz kalenin ortasında, kemerli, sekizgen bir odadaydık. Odada her şey beyazdı. Çok güzel, sade bir odaydı. Açık renk duvarlar boyunca divanlar dizilmişti. Önümde, yerde, süt beyazı parşömen kâğıdının üzerine siyah harflerle olağanüstü güzellikte bir yazıyla yazılmış bir kitap duruyordu. Harfler Arap harfleri değildi. Bana daha çok Uygur harfleri gibi geldi. Bu harfleri, Turfan’daki Manicilere ait yazılardan tanıyordum. Yazının ne anlama geldiğini bilmiyordum ama bu kitabın, “benim” kitabım olduğunu çünkü onu benim yazdığımı düşünüyordum. Biraz önce boğuştuğum prens solumda yere oturmuştu. Ona, onu yendiğim için bu kitabı okuması gerektiğini söyledim ama istemedi. Omzuna kolumu atıp babacan bir sabır ve şefkatle onu okumaya zorladım.. Bu kitabı okuması çok önemliydi. Sonunda razı oldu.

Bu düşteki Arap genci, yolda bize selam vermeden geçen gururlu Arap’ın eşiydi. Kalenin sahibi olması benliğin simgesi ya da benliğin elçisi olduğunu gösteriyordu. Kapısından çıktığı kale, dört köşe duvarı ve dört kale kapısıyla kusursuz bir Mandala’ydı. Beni öldürmeye çalışmış olması, İncil diliyle söylenecek olursa, Yakup’un melekle mücadelesini simgeliyordu. Düşteki genç, insanları tanımadığı için onları öldürmek isteyen, Tanrı’nın bir meleği ve habercisi gibiydi. Aslında meleğin benim içimde olması gerekirdi ama bu olanaksızdı çünkü o yalnızca meleklere özgü şeyleri biliyor, insanlığı tanımıyordu. Bu nedenle genç, başlangıçta bana düşmanca davrandı ama sonra ben kalenin efendisi oldum, o da ayağımın dibine oturup düşüncelerimi, daha doğrusu insanı öğrenmek zorunda kaldı. Arap kültürüyle karşılaşmam beni derinden sarstı. Yaşama bizden çok daha yakın olan bu düşünmeyen insanların duygusal yapısı, bizim ancak kısa bir süre önce yenip arkamızda bıraktığımız ya da yendiğimizi sandığımız içimizdeki tarihsel katmanlara güçlü bir telkinde bulunuyor. Geride bıraktığımızı sandığımız çocukluk cennetimiz en ufak bir kışkırtmayla yeni yenilgilere düşmemize neden oluyor. Günümüz, geçmişten kaçmamız için bize baskı yaptıkça, bizi tehlikeli bir biçimde, gelecekle ilgili çocukça düşlere itiyor.

Buna karşın, çocukluk döneminin niteliği olan saflık ve bilinçsizlik, erginlik dönemine oranla, bireyin bozulmamış kişiliğinin ve bölünmemiş benliğinin resmini çok daha iyi verir. Bunun sonucunda da, ergin ve medeni bir insanın içinde bir çocuk ya da ilkel bir insan gördüğünde belirli özlemler uyanır. Bu özlemler, resmin, kişiliğin tatmin edilmemiş istek ve gereksinmelerini içeren parçalarıdır ama toplumsal kişiliğe uyma uğruna karalanmışlardır. Afrika’ya gitmekle ruhsal bağlamda Avrupa’yı dıştan gözlemleyebileceğim bir yer bulmuş oldum. Avrupalı olmanın getirdiği etkiler ve baskılar nedeniyle kişiliğimin görünmeze dönüşmüş parçasını bilinçsizce arıyordum. Bu parça, bilincinde olmadığım bir karşıt öğe ve ben onu bastırmak için elimden geleni yapıyorum. Doğasına sadık kalarak, beni öldürmek için bilinçsiz olmamı (su altında kalmamı) sağlamaya çalışıyor. Oysa benim amacım, iç görüşümle onu daha bilinçli bir duruma getirerek ortak bir yaşam biçimi bulabilmek. Arap gencin koyu teni onun bir gölge olduğunu gösteriyor ama bu kişiselden çok ırksal bir gölge ve toplumsal yüzümden çok öz kişiliğimle, yani benliğimle bağlantılı. Kalenin efendisi olduğuna göre benliğin bir tür gölgesi olarak yorumlanması doğru olur. Yaygın olan, mantıklı Avrupalı tipi, insanca olan birçok şeyi kendine yabancı bulur. Gurur duyduğu mantığını canlılığını kaybederek kazandığının ve bu nedenle kişiliğinin ilkel yönünün yeraltında varlığını sürdürmeye mahkûm olduğunun farkında bile değildir.

Düş, Kuzey Afrika’yı tanımamın beni nasıl etkilediğini gösteriyor. O süreçte, en büyük tehlike, Avrupalı bilincimin, ansızın, bilinçdışı benliğimin şiddetli bir saldırısına uğramasıydı. Bu durumun bilincinde olmadığım gibi, Avrupalılığım bana her attığım adımda hatırlatıldığı için kendimi üstün bile görüyordum. Bu da kaçınılmazdı çünkü Avrupalı olduğum için o insanlardan çok farklı bir yapıdaydım ve bu fark hemen belli oluyordu. İçimde, o yabancıların kişilik parçalarını bu denli yoğun bir biçimde almaya hazır bilinçdışı güçlerin varlığından da haberim yoktu ve bu durumu çok güçlü bir çelişki izledi ve düş, bu çelişkiyi öldürmeye teşebbüsle simgeledi.

Hissettiğim rahatsızlığın gerçek nedenini ancak birkaç yıl sonra, Afrika’nın tropikal bölgesinde kaldığım sırada anladım. Aslında, “derinin altının kararması” denilen bu durum, Afrika’da, köklerinden kopmuş Avrupalıları tehdit eden ve yeterince önemsenmeyen bir tehlikedir. Böyle durumlarda, çoğu zaman aklıma Hölderlin’in sözleri gelir. “Tehlike olan yerde kurtuluş da vardır,” demişti. Kurtuluşu, uyarıcı düşler yoluyla bilinçdışı dürtüleri bilinçli bir duruma getirerek sağlayabiliriz. Bu düşler, içimizde bilinçdışının etkilerine boyun eğmeyen, tersine, onunla karşılaşmak için istekle hareket eden bir şeyin olduğunu ve o şeyin kendisini gölgeyle özdeşleştirdiğini gösterirler. Bazen bir çocukluk anısı ansızın bilincimizde öylesine canlı duygular uyandırır ki, kendimizi gerçekten o âna dönmüş sanırız. Öyle durumlarda olduğu gibi, görünüşte yabancı ve tümüyle farklı Arap ortamı da, unuttuğumuz ama aslında çok iyi bildiğimiz, tarihöncesi geçmişimizden gelen arketip bir anıyı canlandırabilir ve bazı yerlerde varlığını sürdürmesine karşın, medeniyetin örttüğü bir yaşam potansiyelini anımsatır. Bunu safça yaşamaya kalktığımızda bu, barbarlığa dönüş demek olur. Bu nedenle unutmayı yeğleriz ama bu durum kendini bir çelişki olarak yansıtıyorsa, o zaman, bunu bilincimizde tutup iki ayrı olasılığı gözden geçirmemiz gerekir. Birinci olasılık yaşadığımız hayat, ikincisi de unuttuklarımızdır. Bunu yapmamız gerekir çünkü kaybolmuş bir şey yeterince neden olmadan yeniden su yüzüne çıkmaz. Yaşam sürecindeki ruhsal yapılarda hiçbir şey mekanik değildir; her şey bütünle bağlantılıdır ve onun tutumuna uyar, yani her şeyin bir amacı ve anlamı vardır. Oysa bilinç, bütünü göremediği için bu anlamı çıkaramaz. Bu nedenle, şimdilik, bu olguyu ortaya koymakla yetinmeli, benliğin gölgesiyle bu çatışmanın bağlantısının önemini ortaya çıkarmayı, ilerde yapılacak araştırmalara bırakmalıyız. Ben o zamanlar, ne bu arketip deneyimin yapısını ne de tarihteki örneklerini biliyordum. Düşün anlamını tümüyle çözemememe karşın hiç unutmadım. İlk fırsatta, bir kez daha Afrika’ya gitmek istiyordum. Bu isteğin gerçekleşmesi için aradan beş yıl geçmesi gerekti.

1920 yılının başında bir arkadaşım, iş için Tunus’a gideceğini ve ona eşlik etmek isteyip istemediğimi sordu. Hemen kabul ettim. Mart ayında yola çıktık ve ilk önce Cezayir’e gittik. Kıyıyı izleyerek Tunus’a geçtik, sonra da Suse’ye. Arkadaşımı orada işiyle baş başa bırakıp ayrıldım.

Uzun yıllar boyunca, Avrupa dışında, Avrupa dillerinin konuşulmadığı, Hıristiyan kavramlarının egemen olmadığı ve farklı bir ırkın farklı bir geleneğe ve felsefeye göre yaşadığı bir yerlere gitmek istemiştim. Avrupa’nın yabancı bir ortamdan, bir yabancının gözüyle nasıl göründüğünü hiç olmazsa bir kez görmek istiyordum. Sonunda bu gerçekleşti. Ne yazık ki Arapça bilmiyordum ama bunun biraz yararı da oldu. İnsanları ve onların davranış biçimlerini çok daha dikkatli izlemek zorunda kaldım. Saatlerce bir kahvede oturup insanların bir tek kelimesini bile anlamadığım bir dilde konuşmalarını dinledim. El kol hareketlerini, özellikle duygulandıklarında yüzlerinde beliren ifadeyi ve bir Avrupalıyla konuşurken davranışlarındaki belli belirsiz değişikliği izledim. Böylece, olabildiğince farklı bir gözle bakmayı ve farklı bir çevredeki bir Avrupalının nasıl biri olduğunu anlayabildim. Avrupalılar, Ortadoğuluları sakin ve ilgisiz diye nitelendirirler. Oysa bence bu bir maske ve o maskenin arkasında nedenini anlayamadığım bir huzursuzluk ve –az da olsa– sıkıntı var. Kuzey Afrika’ya adım attığım andan itibaren garip bir etkinin altındaydım. Ülkede garip bir koku olduğunu düşünüyordum. Sanki ülkenin topraklarına işlemiş bir kan kokusuydu bu. Topraklarda üç ayrı medeniyetin yok olduğu aklıma geldi. Kartacalılar, Romalılar ve Hıristiyanlar oralardan gelip geçmişlerdi. Teknoloji çağının İslam dünyasına ne getireceğiyse henüz belli değildi.

Suse’den Sefakis’e, oradan da Sahra Çölü’ndeki bir vaha kenti olan Tuzur’a gittim. Kent, bir platonun kenarına, biraz yüksekçe bir yere kurulmuş. Kentin eteklerinden suları ılık ve biraz tuzlu birçok kaynak fışkırıyor ve tüm vaha bu kaynaklardan çıkan binlerce küçük kanalla sulanıyor. Altlarında şeftali, kayısı ve incir ağaçlarının yeşerdiği kule gibi yükselen palmiye ağaçları, yeşil bir çadır gibi gölge veriyorlar. Yeri de inanılmaz tonlarda bir yeşil kaplamış. Bu yeşilliğin içinde yalıçapkınları bir mücevher gibi parlıyor ve bu yeşil gölgeliğin altında, beyazlara bürünmüş insanlar dolaşıyor. Aralarında birbirine sarılmış dolaşan çiftler de var. Büyük bir olasılıkla bunlar eşcinseldi. Klasik Yunan Çağı’nı anımsadım. O zamanlar bu eğilimler erkek toplumunun ve kentin belkemiğini oluştururmuş. Burada erkeklerin erkeklerle, kadınların da kadınlarla konuştuğu belli. Ortada çok az kadın var. Onlar da, rahibeler gibi baştan aşağı kapalı. Peçesi açık çok az kadın gördüm. Rehberimin söylediğine göre bunlar fahişeymiş. Ana caddelerde erkekler ve çocuklar çoğunluktaydı.

Rehberim eşcinselliğin yaygın olduğu izlenimimi onayladı ve bunun doğal sayıldığını söyledi ve hemen teklifte bulundu. İyi niyetli rehberimin, o anda aklımda şimşek gibi çakan düşünceden haberi yoktu. Yüzyıllar öncesine, yarım yamalak Kuran bilgileriyle, çok eskiden beri içinde oldukları yarı aydınlık bilinçli durumlarından kurtulup kuzeyden gelen tehditlere karşı kendilerini koruyabilmek için varoluşlarının bilincine varmaya çalışan bu insanların saf ergenlik çağlarına dönmüştüm. Yüzyıllardır değişmeyen varoluşu düşünürken Avrupa’nın hızlı temposunu simgeleyen cep saatim aklıma geldi. Kuşkusuz, bu hızlı tempo bir kara bulut gibi, bu hiç kuşkulanmayan insanların ruhlarının üzerinde dolaşıyordu. Onları, avcıyı görememelerine karşın onu sezebildikleri için kendilerini biraz huzursuz hisseden kurbanlara benzettim, yani zaman tanrısı, hâlâ sonsuzlukla eşanlamlı sayılabilecek sürekliliği yakında parça parça edip saatlere, dakikalara ve saniyelere bölecekti. Bundan kaçınmaları olanaksızdı.

Tuzur’dan Nefta Vahası’na gitmek için rehberimle birlikte güneş doğmadan yola çıktık. Yükümüz ağırdı ama katırlar hızlı gidebiliyorlardı. Vahaya yaklaşırken beyazlar içinde bir atlı yaklaştı. Bize selam bile vermeden gümüş kakmalı semeri olan bir katıra bindi ve gururla bize eşlik etmeye başladı. Zarif ve etkileyici bir adamdı. Kol saati bir yana, cep saati bile olmadığı belliydi. Kuşkusuz, kendisini irdelemeye kalkmadığı için her zaman olduğu gibi kalmış bir insandı. Avrupalının biraz şaşkın havası onda yoktu. Avrupalı, yüzyıllar önceki insan olmadığını bilir ama o zamandan bu zamana neye dönüştüğünü bilmez. Kolundaki saat ona, Ortaçağ’ın ve onunla eşanlamlı olan ilerlemenin onun sırtına bindiğini ve ondan bir daha geri gelmeyecek bir şeyler alıp götürdüğünü söyler. O da, hafif bavullarını alır ve giderek artan bir hızla belirsiz amaçlara doğru yolculuğunu sürdürür. Yerçekiminden ve onunla bağlantılı bütünleşememe duygusundan kurtulmanın yerini, onu, değişik hızların gerçeğine iten ama zamanını çalan gemiler, trenler, uçaklar ve roketler gibi düşsel zaferleriyle doldurmaya çalışır.

Sahra Çölü’nde ilerledikçe zaman daha da yavaşladı ve neredeyse geriye doğru gidiyor gibi gelmeye başladı. Yerden dalga dalga yükselen sıcak, kendimi bir düşteymiş gibi hissetmeme neden oluyordu. Vahadaki palmiyeleri ve evleri gördüğümde, o vahanın yüzyıllardır orada var olduğunu ve tam gerektiği gibi olduğunu düşündüm. Ertesi sabah, ne olduğunu anlayamadığım sesler duyarak uyandım. Kaldığım hanın önündeki meydan, bir gece önce boştu, oysa o anda insanlar, develer, katırlar ve eşekler meydanı doldurmuşlardı. Develer değişik tonlarda sesler çıkararak her zamanki memnuniyetsizliklerini gösteriyor, eşeklerin her biri ayrı bir tonda anırıyor, insanlar da ellerini kollarını sallayarak bağırıyor, heyecan içinde oradan oraya koşuşturuyorlardı. Ürkütücü bir görüntüleri vardı. Rehberim, o günün önemli bir bayram olduğunu ve kadıya tarla işlerinde yardım etmek için birçok çöl kabilesinin iki günlüğüne orada toplandığını söyledi. Kadı, yoksullara yardım edermiş ve vahada birçok tarlası varmış. Çevreden, yeni bir tarla açıp su kanalları döşemek için gelmişler.

Meydanın bir köşesinde bir toz bulutu yükseldi; yeşil bir bayrak açıldı ve davullar çalmaya başladı. Ellerinde sepetler taşıyan vahşi görünümlü bir alay insanın ortasında saygı uyandıran ak sakallı yaşlı bir adam gördüm. Sanki, hep yüz yaşındaymışçasına yapmacıksız bir onurla çevreyi izliyordu. Beyaz bir katırın üzerinde gelen bu adam kadıydı. Çevresindeki erkekler darbuka çalarak dans ediyorlardı. Tozdan göz gözü görmüyor, yakıcı sıcağın altında insanlar çılgın bir coşku içinde haykırıyorlardı. Alay, çılgın gibi, büyük bir azim içinde vahaya doğru aktı gitti. Sanki savaşa gidiyorlardı.

Alayı uzaktan izledim. Rehberim işin yapılacağı yere varana dek yaklaşmamızı istemiyor gibiydi. Burada heyecan daha da arttı. Davullar daha hızlı çalmaya, insanlar daha çok bağırmaya başladılar. Bir karınca yuvasına çomak sokulmuşçasına her şey inanılmaz bir hızla yapılıyordu. Kimi tepeleme toprak doldurduğu sepetini taşıyor, kimi davul eşliğinde dans ediyor, kimileri de çılgın bir hızla hendekler kazıp su toplama yerleri yapıyorlardı. Bu karışıklığın ortasında kadı, beyaz katırının üzerinde, yaşlılara özgü o yumuşak, onurlu ama bezgin ifadeyle dolaşıyor ve büyük bir olasılıkla sağa sola ne yapmaları gerektiğini söylüyordu. Gittiği her yerde iş daha da hızlanıyor ve insanlar daha çok bağırmaya başlıyorlardı. Bu fonun önünde kutsal adam, sakin görüntüsüyle olağanüstü etkileyici bir izlenim veriyordu. Akşama doğru, adamların yoruldukları belli olmaya başladı. Develerinin yanına yatıp derin bir uykuya daldılar. Gece olduğunda, köpeklerin kaçınılmaz bir ağızdan ulumalarından sonra, çevreye, beni her zaman çok duygulandıran müezzinin sesi sabahın ilk ışıklarıyla birlikte duyulana dek, derin bir sessizlik çoktu.

Gördüklerimden bir şeyler öğrendim. Bu insanları duyguları yönetiyordu. Bilinçleri bir yandan yerlerine uyum sağlamalarına ve dış etkileri almalarına yarıyor, bir yandan da dürtülerinin ve duygularının etkisi altında kalıyor, ama bunu düşünceye geçiremedikleri için bağımsız bir “benlik” olgusu oluşmuyordu. Aslında, biraz daha karmaşık olmamıza karşın, Avrupalının durumu da bundan pek farklı değil. Avrupalının tek farklı yönü, belirli bir oranda iradeye sahip olması ve amaçlarına yönelebilmesi. Bizde eksik olan, yaşamı yoğun yaşayabilmek.

Yerlilerin etkisi altında kalmamaya bakarken bedenim etkilendi. Bağırsak iltihabından hastalandım ama yerlilerin pirinç suyu ve kalomeli sayesinde birkaç günde kendime geldim. Tunus’a geri döndüğümde düşüncelerle doluydum. Marsilya’ya gitmek üzere yola çıkmadan bir gece önce, tüm gördüklerimi özetleyen bir düş gördüm. Aynı anda iki ayrı düzeyde yaşamaya kendimi alıştırmıştım. Bunlardan biri, anlamaya çalışan ama anlamayan bilinç düzeyim, öbürü de bir şeyi ifade etmek isteyen ama bunu yalnızca düş yoluyla ifade edebilen bilinçdışı düzeyimdi.

Düşümde, çoğunda olduğu gibi bir kalesi olan bir Arap kentindeydim. Kent düz bir alana kurulmuştu. Çevresi dört köşe duvarlarla çevriliydi ve dört kapısı vardı. Kulenin çevresi, Araplarda pek olmayan, su dolu bir hendekle çevrilmişti. Suyun üzerindeki tahta bir köprünün başında duruyor ve at nalı biçimindeki girişe bakıyordum. Giriş açıktı ama girişin ardında karanlıktan öte bir şey görünmüyordu. Kalenin içini görmek istediğim için köprünün üzerinde yürümeye başladım. Yarı yola geldiğimde, kapıdan, soylu, kral gibi bir Arap çıktı. Yakışıklı, esmer, beyazlar içinde bir adamdı. Bu gencin, kalenin sahibi prens olduğunu anladım. Bana saldırdı, boğuşmaya başladık ve köprünün korkuluğu kırılınca suya yuvarlandık. Başımı suyun altında tutarak beni boğmaya çalışıyordu. Bu kadarı da fazla, diye düşünüp ben de onun başını suyun içinde tutarak onu boğmaya çalıştım. Bir yandan da, ona büyük hayranlık besliyordum. Ne ölmek ne de öldürmek istiyordum; amacım, onun bayılıp dövüşü bırakmasını sağlamaktı.

Sonra sahne değişti. İkimiz kalenin ortasında, kemerli, sekizgen bir odadaydık. Odada her şey beyazdı. Çok güzel, sade bir odaydı. Açık renk duvarlar boyunca divanlar dizilmişti. Önümde, yerde, süt beyazı parşömen kâğıdının üzerine siyah harflerle olağanüstü güzellikte bir yazıyla yazılmış bir kitap duruyordu. Harfler Arap harfleri değildi. Bana daha çok Uygur harfleri gibi geldi. Bu harfleri, Turfan’daki Manicilere ait yazılardan tanıyordum. Yazının ne anlama geldiğini bilmiyordum ama bu kitabın, “benim” kitabım olduğunu çünkü onu benim yazdığımı düşünüyordum. Biraz önce boğuştuğum prens solumda yere oturmuştu. Ona, onu yendiğim için bu kitabı okuması gerektiğini söyledim ama istemedi. Omzuna kolumu atıp babacan bir sabır ve şefkatle onu okumaya zorladım.. Bu kitabı okuması çok önemliydi. Sonunda razı oldu.

Bu düşteki Arap genci, yolda bize selam vermeden geçen gururlu Arap’ın eşiydi. Kalenin sahibi olması benliğin simgesi ya da benliğin elçisi olduğunu gösteriyordu. Kapısından çıktığı kale, dört köşe duvarı ve dört kale kapısıyla kusursuz bir Mandala’ydı. Beni öldürmeye çalışmış olması, İncil diliyle söylenecek olursa, Yakup’un melekle mücadelesini simgeliyordu. Düşteki genç, insanları tanımadığı için onları öldürmek isteyen, Tanrı’nın bir meleği ve habercisi gibiydi. Aslında meleğin benim içimde olması gerekirdi ama bu olanaksızdı çünkü o yalnızca meleklere özgü şeyleri biliyor, insanlığı tanımıyordu. Bu nedenle genç, başlangıçta bana düşmanca davrandı ama sonra ben kalenin efendisi oldum, o da ayağımın dibine oturup düşüncelerimi, daha doğrusu insanı öğrenmek zorunda kaldı. Arap kültürüyle karşılaşmam beni derinden sarstı. Yaşama bizden çok daha yakın olan bu düşünmeyen insanların duygusal yapısı, bizim ancak kısa bir süre önce yenip arkamızda bıraktığımız ya da yendiğimizi sandığımız içimizdeki tarihsel katmanlara güçlü bir telkinde bulunuyor. Geride bıraktığımızı sandığımız çocukluk cennetimiz en ufak bir kışkırtmayla yeni yenilgilere düşmemize neden oluyor. Günümüz, geçmişten kaçmamız için bize baskı yaptıkça, bizi tehlikeli bir biçimde, gelecekle ilgili çocukça düşlere itiyor.

Buna karşın, çocukluk döneminin niteliği olan saflık ve bilinçsizlik, erginlik dönemine oranla, bireyin bozulmamış kişiliğinin ve bölünmemiş benliğinin resmini çok daha iyi verir. Bunun sonucunda da, ergin ve medeni bir insanın içinde bir çocuk ya da ilkel bir insan gördüğünde belirli özlemler uyanır. Bu özlemler, resmin, kişiliğin tatmin edilmemiş istek ve gereksinmelerini içeren parçalarıdır ama toplumsal kişiliğe uyma uğruna karalanmışlardır. Afrika’ya gitmekle ruhsal bağlamda Avrupa’yı dıştan gözlemleyebileceğim bir yer bulmuş oldum. Avrupalı olmanın getirdiği etkiler ve baskılar nedeniyle kişiliğimin görünmeze dönüşmüş parçasını bilinçsizce arıyordum. Bu parça, bilincinde olmadığım bir karşıt öğe ve ben onu bastırmak için elimden geleni yapıyorum. Doğasına sadık kalarak, beni öldürmek için bilinçsiz olmamı (su altında kalmamı) sağlamaya çalışıyor. Oysa benim amacım, iç görüşümle onu daha bilinçli bir duruma getirerek ortak bir yaşam biçimi bulabilmek. Arap gencin koyu teni onun bir gölge olduğunu gösteriyor ama bu kişiselden çok ırksal bir gölge ve toplumsal yüzümden çok öz kişiliğimle, yani benliğimle bağlantılı. Kalenin efendisi olduğuna göre benliğin bir tür gölgesi olarak yorumlanması doğru olur. Yaygın olan, mantıklı Avrupalı tipi, insanca olan birçok şeyi kendine yabancı bulur. Gurur duyduğu mantığını canlılığını kaybederek kazandığının ve bu nedenle kişiliğinin ilkel yönünün yeraltında varlığını sürdürmeye mahkûm olduğunun farkında bile değildir.

Düş, Kuzey Afrika’yı tanımamın beni nasıl etkilediğini gösteriyor. O süreçte, en büyük tehlike, Avrupalı bilincimin, ansızın, bilinçdışı benliğimin şiddetli bir saldırısına uğramasıydı. Bu durumun bilincinde olmadığım gibi, Avrupalılığım bana her attığım adımda hatırlatıldığı için kendimi üstün bile görüyordum. Bu da kaçınılmazdı çünkü Avrupalı olduğum için o insanlardan çok farklı bir yapıdaydım ve bu fark hemen belli oluyordu. İçimde, o yabancıların kişilik parçalarını bu denli yoğun bir biçimde almaya hazır bilinçdışı güçlerin varlığından da haberim yoktu ve bu durumu çok güçlü bir çelişki izledi ve düş, bu çelişkiyi öldürmeye teşebbüsle simgeledi.

Hissettiğim rahatsızlığın gerçek nedenini ancak birkaç yıl sonra, Afrika’nın tropikal bölgesinde kaldığım sırada anladım. Aslında, “derinin altının kararması” denilen bu durum, Afrika’da, köklerinden kopmuş Avrupalıları tehdit eden ve yeterince önemsenmeyen bir tehlikedir. Böyle durumlarda, çoğu zaman aklıma Hölderlin’in sözleri gelir. “Tehlike olan yerde kurtuluş da vardır,” demişti. Kurtuluşu, uyarıcı düşler yoluyla bilinçdışı dürtüleri bilinçli bir duruma getirerek sağlayabiliriz. Bu düşler, içimizde bilinçdışının etkilerine boyun eğmeyen, tersine, onunla karşılaşmak için istekle hareket eden bir şeyin olduğunu ve o şeyin kendisini gölgeyle özdeşleştirdiğini gösterirler. Bazen bir çocukluk anısı ansızın bilincimizde öylesine canlı duygular uyandırır ki, kendimizi gerçekten o âna dönmüş sanırız. Öyle durumlarda olduğu gibi, görünüşte yabancı ve tümüyle farklı Arap ortamı da, unuttuğumuz ama aslında çok iyi bildiğimiz, tarihöncesi geçmişimizden gelen arketip bir anıyı canlandırabilir ve bazı yerlerde varlığını sürdürmesine karşın, medeniyetin örttüğü bir yaşam potansiyelini anımsatır. Bunu safça yaşamaya kalktığımızda bu, barbarlığa dönüş demek olur. Bu nedenle unutmayı yeğleriz ama bu durum kendini bir çelişki olarak yansıtıyorsa, o zaman, bunu bilincimizde tutup iki ayrı olasılığı gözden geçirmemiz gerekir. Birinci olasılık yaşadığımız hayat, ikincisi de unuttuklarımızdır. Bunu yapmamız gerekir çünkü kaybolmuş bir şey yeterince neden olmadan yeniden su yüzüne çıkmaz. Yaşam sürecindeki ruhsal yapılarda hiçbir şey mekanik değildir; her şey bütünle bağlantılıdır ve onun tutumuna uyar, yani her şeyin bir amacı ve anlamı vardır. Oysa bilinç, bütünü göremediği için bu anlamı çıkaramaz. Bu nedenle, şimdilik, bu olguyu ortaya koymakla yetinmeli, benliğin gölgesiyle bu çatışmanın bağlantısının önemini ortaya çıkarmayı, ilerde yapılacak araştırmalara bırakmalıyız. Ben o zamanlar, ne bu arketip deneyimin yapısını ne de tarihteki örneklerini biliyordum. Düşün anlamını tümüyle çözemememe karşın hiç unutmadım. İlk fırsatta, bir kez daha Afrika’ya gitmek istiyordum. Bu isteğin gerçekleşmesi için aradan beş yıl geçmesi gerekti.

Carl Gustav Jung Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi) Almanca Aslından Çevireniris Kantemir, Can Yayınları

KAFKA: KENDİ KENDİMİZE SORUYORUZ, “BU EZİYETE DAHA NE KADAR KATLANACAĞIZ?”

ESKİDEN BİR YAPRAK

Ülkemizin savunulması görevi ciddiye alınmışa benzemiyor pek. Bugüne dek biz de önemsemedik bunu, gündelik işlerimizin peşine düştük; fakat şu son zamanlara olup bitenler, hepimizi kara kara düşündürüyor.

Ben, imparatorluk sarayına bakan alandaki ayakkabı mağazasının sahibiyim. Henüz şafak sökerken, mağazayı açmadan, alana çıkan tüm sokakların başı silahlı adamlar tarafından kesiliyor; bizim askerlerimiz değil bunlar, kuzey illerinden gelme göçebeler. Başkentimiz sınırdan bu denli içerdeyken, nasıl olup da burada dek gelebildiklerini anlamak mümkün değil. Nasıl gelmişlerse gelmişler bir kez; görünüşe göre, her şafakta sayıları artıyor giderek.

Göçebe karakterleri yüzünden dam altına giremiyor, açık havada yatıp kalkıyorlar. Kılıçlarını bilemek, oklarını yapmak, at binmeye çalışmak; böyle uğraşlarla geçiriyorlar günlerini. Temizliğe özenip gözümüz gibi baktığımız hep sessiz kalmış bu alanı at ahırına döndürdüler. Arada bir iş yerlerimizden çıkıp, hiç olmazsa en kötü pislikleri çevremizden uzaklaştırmaya çabalıyoruz. Ne yazık ki, bu çabamız da günden güne tavsadı, çünkü emeklerimiz boşa gidiyor; yetmezmiş gibi, azgın atların nalları altında ezilmek ya da kamçılanıp yara bere içinde kalmak tehlikesi de cabası.

Onlarla konuşmak olanaksız; dilimizi hiç anlamıyorlar, ayrıca bir dilleri olduğundan da emin değiliz, kargalar gibi anlaşıyorlar birbirleriyle, sabahtan akşama dek karga gaklaması dinliyoruz. Bizim toplumsal yaşayışımızın düzenini bilmiyorlar, bunu öğrenmek gibi bir niyetleri de yok. Bu nedenle, işaretlerle anlaşmaya çalışmak zahmetine bile girmiyorlar. Onlara bir şey anlatmak için dilinizde tüy bitene dek konuşmak, kollarınız kopana dek işaretler yapmak da yararsız; anlamazlar, anlamayacaklardır da. Bunu denediğimizde suratlarındaki ifade bozulur, gözleri belerir, ağızları köpürür fakat niyetleri ne bir şey anlatmak, hatta ne de korkutmaktır, sadece başka türlü davranamıyorlar. Bir şeye gereksinim duyduklarında sormadan alıp giderler, zora başvurdukları söylenemez yine de; bir şey almaya kalktıklarında herkes nesi var nesi yok bırakıp bir kenara siniyor nasıl olsa.

Mağazamdaki mallardan da epeycesini alıp götürdüler. Ama karşıdaki kasabın başına gelenleri gördüğümde, kendi halime şükrediyorum. Zavallı adam yeni kesilmiş eti getirir getirmez, gelip tüm etlere el koyuyor, mideye indirmek üzere götürüyorlar. Üstelik atları da et yiyor bunların, atla binicisi yan yana durup, iki ucundan dişlemeye başlıyorlar eti. Kasap öyle korkuyor ki, et vermemek aklına bile gelmiyor. Biz, alandaki esnaf, onu anlıyor, aramızda topladığımız parayla zararını kapatıyoruz. Bu göçebelerin etini kessek, neler yaparlar kim bilir! Böyle her gün etle beslesek de, günün birinde kim bilir daha neler yapacaklar!

Kasap, geçenlerde bir gün, hiç olmazsa hayvanı kesme zahmetinden kurtulmak için, canlı bir sığır getirdi; herhalde bir daha asla böyle bir şey yapmaz! Mağazamın en dibine kaçtım, başımın üzerine elime geçen her türlü giysi, çul çaputu geçirdim, bir saat boyunca başımı kaldırmadan yattım; göçebelerin çepeçevre sarıp böğründen canlı canlı kopardıkları etler yüzünden bağırması alanı tutan sığırın sesini işitmemek için yaptım bunu. Ancak sesler kesildikten çok sonra mağazanın önüne çıkmayı göze alabildim. Şarap fıçısının çevresinde devrilen sarhoşlar nasıl yatarsa, göçebeler de, sığırdan arta kalanların çevresinde öyle yatıyordu.

Eğer yanılmıyorsam, tam o sırada sarayın penceresinden bakan imparatoru gördüm. Eski günlerde, imparator böyle dış odalara dek gelmez, sarayın merkezindeki bahçede eğleşirdi. Ama şimdi, en azından benim gördüğüme göre, pencerenin ardında dikilmiş, başı yana düşmüş, sarayının önündeki kargaşayı izliyordu.

Kendi kendimize, “Bu işin sonu nedir?” diye soruyoruz, “Bu taşınması güç eziyete daha ne kadar katlanacağız?” İmparatorun sarayının çekim gücü, bu göçebeleri uzak ülkelerinden buraya getirdi fakat onları geri yollamayı beceremiyor. Sarayın kapısı hiç açılmıyor; gün boyunca bir içeri bir dışarı gezip şişinen nöbetçi, şimdi demir kafeslerin ardından burnunu bile göstermiyor. Ülkemizin savunulması zanaatkarlar ve biz esnafa kaldı fakat biz, bu zor ödevi başaramayız, bunu yapabileceğimiz söyleyerek övündüğümüzü işiten olmamıştır. Ortada bir yanlış anlama olduğu kesin; bu yüzden mahvolacağız sonunda.

Franz Kafka Bir Köy Hekimi

SABAHATTİN ALİ: BU GAZETEYİ DÜNYAYA NİÇİN GELDİĞİNİ, NİÇİN YAŞAMASI VE ÖLMESİ GEREKTİĞİNİ BİLENLER ÇIKARIYOR

Gütenberg Matbaası

(Markopaşa*’nın bu sayısı tek yüzlü iki yapraktan oluşan çoğaltmadır. Fiyatı da baskının yarı değeri olan 5 kuruştur.)

Dünyaya karşı demokrasi göstermeliğimiz bir Demokrat Partimiz var. Amerikalılardan 150 milyon borç alacak kadar hürriyetimiz var. Ağaçlar bu yıl boy atmadı, otobüste kaba etime kıymık battı, bu nasıl hükümet, diye kokmaz bulaşmaz, tavşan tersi muhalefetleriyle apartıman diken muhalif gazetecilerimiz var. Herkes dilediği gibi düşünmekte, düşündüğünü söylemekte serbesttir, diyen Başbakanımız var.

Evet, bütün bu bol hürriyet numaraları, demokrasi varyetesi, muhalefet cambazlığı arasında, şu küçücük mizah gazetesini çıkarmanın imkânı yok.

Markopaşa, meğer ne kadar büyük bir kuvvetmiş. Biz onlardan, onlar bizden korkuyor. Korku, dağları beklermiş, şimdi matbaaları bekliyor. Hiçbir matbaa Markopaşa’yı basmıyor. Muharrirleri nezaret altına alınır, mahkemeye verilir, tehdit edilir, yer yer aleyhlerine nümayişler tertip edilir. Sözümona rekabet maksadıyla sürülerle mizah gazeteleri çıkartılır… Ey, bir cılız kalemden dile gelen hakikat… Sen devleri korkutacak kadar mı korkunçsun?.. Dünyaya niçin geldiğini, niçin yaşaması ve niçin ölmesi lâzım geldiğini bilen insanlar bu gazeteyi çıkarıyor.

İşte okuyucular, size bir gazete takdim ediyoruz ki, bununla yarın, küçük menfaatleri, mikroskopik kaygıları, günlük endişeleri ve sandalye sevdaları uğruna medeni cesaret gösteremeyenler hür(?) matbuat tarihimizin yüzünü kızartacaktır. Ve insanlar lâyık oldukları idareye müstahaktırlar. Şimdi gazetemizi teksir makinesiyle basıyoruz. Bu makineye GÜTENBERG matbaası ismini verdik. Gazetemizi bastırmamak için bütün matbaalara tesir yapanlar, inşallah bu on kiloluk makineyi mühürlemek, kırıp parçalamak gibi gülünç bir duruma düşmezler.

Sabahattin Ali Markopaşa, (16), 7 Nisan 1947

*Markopaşa, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve Mustafa Mim Uykusuz’un yazarlığını yaptığı 1946 yılında yayın hayatına başlayan Türkiye basın tarihinin en yüksek tirajlı yayınlarından biri olan cuma günleri çıkan haftalık mizah dergisidir. Sabahattin Ali başyazarlığını, Mustafa Mim Uykusuz da çizerliğini üstlenmiştir. Gazetenin adı, Aziz Nesin’in Gerçek adlı gazetede yazdığı “Markopaşa’ya Şikayet” köşesinden gelir. Toplumcu ve gerçekçi bir mizah anlayışıyla yazılan Marko Paşa, akılda kalıcı söylemler kullanırdı. O dönemlerde sert muhalefet gösteren derginin yazarlarına karşı birçok dava açılmış, kimi sayılar toplatılmış ve hatta dergi ismindeki Paşa kelimesinden dolayı zamanın “Milli Şef”i İsmet Paşa ile alay ediyor diye kapatılmıştır. Bu tür olaylar yüzünden Markopaşa “Toplatılmadığı zamanlar çıkar” veya “Yazarları hapishanede olmadığı zamanlar çıkar.” gibi ibarelerle çıkardı. Kimi zaman yazarlar dergiyi elden dağıtmaya çalışmışlar, buna karşın çok sayıda satmayı başarabilmişlerdir ki derginin tirajı 60-70 binlere dek ulaşmıştır. O dönemlerde en çok satan gazetelerin tirajları bile 50 bini geçmemekteydi. Markopaşa kapatılınca sırasıyla; Merhumpaşa, Malumpaşa, Yedi-Sekiz Hasan Paşa, Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Ali Baba ve Kırk Haramiler adları altında yeniden çıkarıldı.

SABAHATTİN ALİ: HAYATIMIZI, HALKA HAKİKATLERİ ANLATMAK YOLUNDA HARCIYORUZ

HARARI: KRALLARIN VE PEYGAMBERLERİN KENDİLERİNİ ÇOBAN OLARAK GÖSTERMESİ BİR TESADÜF DEĞİL

HER NESİL, KOYUNLARI DAHA ŞİŞMAN, DAHA İTAATKAR YAPTI 

Hayvanların evcilleştirilmesi yüz yıllar geçtikçe giderek daha zalimce bir hâle gelen bir dizi vahşi uygulama sayesinde olmuştur. Yabani tavukların ortalama yaşam süresi 7-12 yıl, ineğinki ise 20-25 yıldır. Yaban hayatında çoğu tavuk ve inek bundan çok daha önce ölürdü, ama yine de şimdikinden daha uzun yaşama şansları olurdu. Evcil tavukların ve ineklerin büyük çoğunluğu, birkaç haftayla birkaç ay arasında bir sürede kesilir, çünkü bu ekonomik açıdan en uygun kesim süresidir. (Neden üç ayda azami ağırlığına ulaşan bir horozu üç yıl daha beslemek isteyesiniz?)

DEVRİMİN KURBANLARI

İnsanlarla buğday arasındaki Faustvari pazarlık, türümüzün yaptığı tek anlaşma değildi. Bir başka anlaşma da koyun, keçi, domuz ve tavuk gibi hayvanların kaderiyle ilgiliydi. Yaban koyunu avlayan göçebe gruplar, zamanla avlamaya çalıştıkları sürülerin durumunu değiştirdiler. Bu süreç muhtemelen seçici avlanmayla başladı. İnsanlar kendileri için en iyi olanın, yetişkin koçları veya yaşlı ve hasta koyunları avlamak olduğunu öğrenmişlerdi. Sürünün uzun vadede hayatta kalabilmesi için yetişkin dişileri ve genç kuzuları kenara ayırdılar. İkinci adımda sürüyü diğer avcılara karşı aktif olarak savunarak aslanları, kurtları ve rakip insan gruplarını uzaklaştırdılar. Bir sonraki adımda, insanlar daha rahat kontrol edebilmek ve savunabilmek için sürüyü dar bir boğaza sıkıştırmış olmalı. Son olarak da, insanlar koyunları kendi ihtiyaçlarına uygun olacak şekilde daha dikkatli seçmeye başlamış olmalılar. En agresif koçlar, yani insan kontrolüne en çok direnç gösterenler ilk önce kesilirdi; çok ince ve huysuz dişiler de. (Çobanlar genellikle sürüden uzaklaşan meraklı koyunları pek sevmezler.) Her nesille birlikte koyunlar daha şişman, daha itaatkar ve daha az meraklı hâle geldiler. İşte bu! Koyunlar Ali Baha’nın çiftliğine artık kendiliğinden giriyordu.

Ya da, avcılar bir kuzuyu yakalayıp “evlat ediniyor”, bolluk dönemlerinde şişmanlatarak kıtlık döneminde kesip yiyorlardı. Bir noktada ellerinde bu tür kuzulardan daha çok sayıda tutmaya başladılar. Bunların bazıları ergenliğe erişip yavrulardı. Çok agresif ve dik başlı koyunlar yine önce kesilirdi. En itaatkar ve dolayısıyla da arzu edilir koyunlar daha uzun yaşayıp üreyebiliyordu. Bütün bu sürecin sonucu evcilleştirilmiş ve itaatkar bir koyun sürüsüydü.

Böyle evcilleştirilmiş hayvanlar (koyun, tavuk, eşek, vb.) insanlara gıda (et, süt, yumurta), hammadde (deri ve yün) ve kas gücü sağladı. Ulaşım, tarla sürme, tohum öğütme gibi o zamana kadar insan emeğiyle gerçekleştirilen işler giderek bu hayvanlara yaptırılır oldu. Çoğu tarım toplumunda insanlar bitki yetiştirmeye odaklanmıştı, hayvancılık ikincil önemde bir faaliyetti. Bununla birlikte, bazı bölgelerde hayvan sömürüsüne dayalı yeni bir toplum türü ortaya çıkmaya başlamıştı bile: göçebe çobanlar.

İnsanlar dünyaya yayıldıkça yanlarındaki evcil hayvanlar da onlarla birlikte yayıldı. 10 bin yıl önce, sadece birkaç milyon koyun, inek, keçi, yaban domuzu ve tavuk Afrika-Asya’nın belirli bölgelerine sıkışmış hâlde yaşıyordu. Bugün dünyada bir milyar koyun, bir milyar domuz, bir milyardan fazla inek ve 25 milyardan fazla tavuk var, üstelik bu hayvanlar tüm gezegene dağılmış durumda. Evcil tavuk şu ana kadar en çok yayılmış kümes hayvanıdır. Homo sapiens’in arkasından gelen evcil inek, domuz ve koyun da dünyada en yaygın bulunan ikinci, üçüncü ve dördüncü memeli türüdür. Başarıyı DNA kopyalarının sayısıyla ölçen dar bir evrimsel perspektiften bakarsak, Tarım Devrimi tavuklar, inekler, domuzlar ve koyunlar için bulunmaz nimettir.

Maalesef evrim perspektifi başarıyı ölçmek için yeterli değil, çünkü bu bakış her şeyi hayatta kalma ve üremeyle ölçüyor, bireysel acı ve mutluluk gibi kriterleri dikkate almıyor. Evcil tavuk ve inek evrimsel bir başarı hikayesinin kahramanları olabilir, ancak bunlar aynı zamanda dünyada yaşamış en şanssız canlılardır. Hayvanların evcilleştirilmesi yüz yıllar geçtikçe giderek daha zalimce bir hâle gelen bir dizi vahşi uygulama sayesinde olmuştur. Yabani tavukların ortalama yaşam süresi 7-12 yıl, ineğinki ise 20-25 yıldır. Yaban hayatında çoğu tavuk ve inek bundan çok daha önce ölürdü, ama yine de şimdikinden daha uzun yaşama şansları olurdu. Evcil tavukların ve ineklerin büyük çoğunluğu, birkaç haftayla birkaç ay arasında bir sürede kesilir, çünkü bu ekonomik açıdan en uygun kesim süresidir. (Neden üç ayda azami ağırlığına ulaşan bir horozu üç yıl daha beslemek isteyesiniz?) Yumurtlayan tavuklar, süt inekleri ve koşum hayvanlarının bazen uzun yıllar yaşamasına izin verilir. Bunun hayvanlara bedeliyse içgüdülerine ve isteklerine tamamen ters bir yaşama boyun eğmektir. Boğaların eli kırbaçlı bir maymunun boyunduruğu altında tarla sürmek yerine, zamanlarını geniş çayırlarda diğer boğalarla birlikte gezerek geçirmek istediğini rahatlıkla varsayabiliriz.

Boğaları, atları, eşekleri ve develeri itaatkar koşum hayvanlarına çevirmek için doğal içgüdülerinin ve sosyal bağlarının yıkılması, saldırganlıklarının ve cinselliklerinin kontrol edilmesi ve hareket serbestliklerinin kısıtlanması gerekiyordu. Çiftçiler bunun için hayvanları çitler ve kafeslere hapsetmek, koşum ve yularlarla gemlemek, kamçı gibi aletlerle eğitmek ve bazı organlarını kesmek gibi yöntemler geliştirdiler. Evcilleştirme süreci hemen her zaman erkeğin hadım edilmesini gerektirir. Bu hem erkek agresifliğini azaltır hem de insanların sürüdeki üremeyi kontrol edebilmelerini sağlar.

Pek çok Yeni Gine toplumunda, bir insanın zenginliği sahip olduğu domuz sayısıyla ölçülür. Kuzey Yeni Gine’deki çiftçiler, domuzların kaçmamalarını garanti altına almak için burunlarından büyükçe bir parçayı keserler. Domuz koklamaya çalıştıkça müthiş bir acı verir bu. Domuzlar koklamadan yiyeceklerini hatta gidecekleri yönü bile bulamadıklarından, sahiplerine tamamen bağımlı hâle gelirler. Yeni Gine’deki bir başka bölgede domuzların gözünü çıkarmak âdet haline gelmiştir, bunun amacı da hayvanların nereye gittiğini görememesidir.

Hayvanlara istediğini yaptırmak için süt endüstrisinin de kendi yöntemleri var. İnekler, keçiler ve koyunlar ancak yavruladıktan sonra ve ancak bu yavrular emdiği sürece süt üretirler. Hayvanın süt üretimini devam ettirmesi için çiftçinin elinde bu yavrulardan bulunması fakat yavrular tüm sütü tüketmeden çiftçinin bunu engellemesi gerekmektedir. Tarih boyunca yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri, yavruları doğumdan kısa süre sonra kesmek, annenin tüm sütünü sağmak ve sonra tekrar hamile bırakmaktır. Bu hâlâ çok kullanılan bir yöntemdir. Pek çok modern süt çiftliğinde, süt inekleri kesilmeden önce yaklaşık beş yıl yaşar. Bu beş yıl boyunca inek neredeyse hep hamiledir ve doğum yaptıktan sonraki 60-120 gün boyunca azami süt üretimini sağlamak için özel olarak beslenir. Doğumdan kısa süre sonra buzağılar anneden ayrılır. Dişiler bir sonraki süt ineği nesli olmak üzere yetiştirilir, erkeklerse et endüstrisine verilir.

Diğer bir yöntem de yavruları annelerinin yanında tutmak ama çok fazla süt emmelerini çeşitli yöntemlerle engellemektir. Bunu yapmanın en basit yolu yavrunun süt emmeye başlamasına izin verip süt gelir gelmez yavruyu çekmektir. Bu yöntem genellikle hem yavrudan hem de anneden tepki görür. Bazı çoban kabileleri yavruyu öldürüp etini yer, derisini de doldururdu. İçi doldurulmuş yavru derisi anneye gösterilerek süt üretiminin artması sağlanırdı. Sudan’daki Nuer kabilesi doldurulmuş hayvanlara annenin idrarından sürerek bu sahte yavrulara tanıdık bir koku verecek kadar işi ilerletmişti. Bir başka Nuer tekniği de, yavrunun ağzının kenarlarına boynuzlar takıp annenin canını yakmak ve emzirmeye itiraz etmesini sağlamaktı. Sahra’da deve yetiştiren Tuaregler de yavru develerin üst dudağını ve burnunun bir kısmını kesip veya yaralayıp süt emmeyi acı verici bir hâle getirerek fazla süt tüketmelerini önleme yöntemini geliştirmişti.

İddialara göre Roma İmparatoru Caligula, en sevdiği atı Incitatus’u konsolos olarak atamayı bile düşünmüştü

Elbette tüm tarım toplumları çiftlik hayvanlarına karşı bu derece zalim değildi. Bazı evcil hayvanların yaşamı gayet rahat olabiliyordu. Yün için yetiştirilen koyun, kediler ve köpekler, savaş atları ve yarış atları genellikle iyi koşullarda yaşardı. İddialara göre Roma İmparatoru Caligula, en sevdiği atı Incitatus’u konsolos olarak atamayı bile düşünmüştü. Tarih boyunca çobanlar ve çiftçiler hayvanlarına büyük sevgi gösterdiler ve onlara iyi bakmaya çalıştılar, tıpkı köle sahiplerinin kölelerini sevip onlara iyi bakmaya çalıştıkları gibi.

Kralların ve peygamberlerin kendilerini çoban olarak göstermesi ve bir çobanın sürüsüne özen gösterdiği gibi halkına özen göstereceğini iddia etmesi tesadüf değildi.

Çoban yerine sürü açısından bakılınca, Tarım Devrimi evcil hayvanların çok büyük kısmı için tam bir felaketti. Hayvanların evrimsel “başarısı”nın da hiçbir anlamı yoktu. Nesli tükenmek üzere olan bir yabani gergedanın yaşamı, kısacık hayatını küçük bir kafeste, lezzetli bir biftek olmak için şişmanlamakla geçiren buzağıdan çok daha güzeldir. Gergedan, türünün son örneklerinden biri olduğu için mutsuz değildir. Türünün rakamsal başarısı da tek tek buzağıların yaşadığı acılar için bir teselli olmuyordur.

Evrimsel başarıyla bireysel acı arasındaki bu karşıtlık, belki de Tarım Devrimi’nden çıkarmamız gereken en önemli derstir.

Buğday ve mısır gibi bitkilerin hikayesini incelediğimizde evrimsel perspektif belki anlamlıdır. Ama her biri, karmaşık duygular ve hisler dünyasına sahip inek, koyun ve Sapiens gibi hayvanlarda, evrimsel başarının bireysel olarak nasıl deneyimlere yol açtığına dikkat etmek durumundayız. Bir sonraki bölümde, tarihte hep görüldüğü gibi kolektif güçteki artışın ve görünürdeki bir başarının, birey boyutunda nasıl çile anlamına geldiğini daha yakından inceleyeceğiz.

Yuval Noah Harari Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi Türkçesi: Ertuğrul Genç, 2015, Kolektif Kitap

GRUP NİYAZ VE SUMUT ADLI ALBÜMÜ: “HEPİNİZ KALBİMİN BİR PARÇASISINIZ”

Azam Aliafgerad, 1970 yılında, İran’ın başkenti Tahran’da doğdu. 1979 yılındaki ‘İran İslam devrimi’ dolayısıyla ülkeyi  terk etti, Hindistan’da büyüdü, ardından ABD’ye yerleşti.  1995 yılında ‘Vas’ adlı bir müzük grubu kurdu. Ardından ‘Niyaz’ grubu kuruldu. Şu an müzik hayatlarına Azam Ali’nin grubu Niyaz’dan bağımsız olarak çıkardıkları single’lar ve Niyaz grubunun çalışmaları ile devam ediyorlar. Azam Ali, Niyaz grubunun telli çalgılar üstadı Loga Ramin Torkian ile evlenen sanatçı ABD’de yaşıyorlar.

Niyaz, yaratana yalvarıp yakarma, dua etme anlamında bir tasavvuf terimi. Grup ismini Bektaşilerde, babaya saygı gösterme anlamına gelen “Niyaz” sözcüğünden alır (kişinin diz çökerek dedenin sağ ve sol omzunu öpmek suretiyle saygı gösterme biçimi). Toplulukla aynı adı taşıyan ilk albümünü 2005 yılında çıkardı.  2008 yılında Nine Heavens, 2012 yılında Sumud adlı bu albümü bir yıl sonra Sumud Acoustic’i 2017 yılında ise The Best of Niyaz adlı albümü çıkardı. Niyaz Arapça, Farsça’nın yanında Türkçe, Kürtçe şarkıları da albümlerinde yer veriyor.

Azam Ali – Aramadı Sormadılar Beni [ Mahzuni’ye Saygı Albümünden ]
LOGA RAMİN TORKİAN VE İLK SOLO ALBÜMÜ “MEHRAAB”

GOETHE İLE KONUŞMALAR: YAŞAMAYA ZAMAN AYIRIN, ZİRA ZAMAN BUNUN İÇİN VAR

“Dünya hiç değişmiyor,” dedi Goethe, “bir ulusun başka uluslar gibi yaşadığı, sevdiği, hissettiği şeyler tekrarlanıp duruyor, o zaman niçin bir şair diğerleri gibi yazmasın? Yaşanan olaylar aynı, niçin şiirlerin konuları aynı olmasın?”

“İşte yaşamın ve duyguların bu benzerliği,” dedi Riemer, “diğer ulusların şiirlerini de anlayacak durumda olmamızı sağlıyor. Şayet böyle olmasaydı, yabancı ulusların şiirlerinde neden bahsedildiğini bile anlamazdık.”

Salı, 18 Ocak 1825

Bugün Saat beşte Goethe’ye gittim, birkaç gündür kendisini görmemiştim, onunla güzel bir akşam geçirdim. Onu akşam karanlığında oğlu ve doktoru Saray Danışmanı Rehbein ile sohbet ederken odasında buldum. Ben de masaya oturup onlara katıldım. Akşamın alacasında biraz daha konuştuk, sonra lamba getirildi, Goethe’yi tümüyle sağlıklı ve neşeli gördüğüme sevindim.

Her zamanki gibi ilgiyle son günlerde nelerle karşılaştığımı sordu, ben de ona şair bir bayanla tanıştığımı söyledim. Bir de onun sıradan bir yetenek olmadığını ekledim, onun bazı şiirlerini okumuş olan Goethe benim bu övgümü onayladı. “Memleketini anlattığı şiirlerinden biri,” dedi, “oldukça kendine özgü bir karaktere sahip. Dış dünya ile ilgili şeyleri çok iyi ifade ediyor, ayrıca iç dünya ile ilgili bazı güzel özelliklere de sahip. Elbette onda da eleştirilebilecek bazı şeyler var, ama onları bir yana bırakalım, yeteneğinin doğruyu göstereceği yolda onu şaşırtmayalım.”

O anda konu genel olarak bayan şairlere gelmişti, Saray Danışmanı Rehbein, kadınların şiir yazma yeteneğinin kendisine düşünsel açıdan bir tür cinsel dürtü gibi geldiğini söyledi. Goethe bir yandan bana bakıp gülerek, “Duydunuz işte, düşünsel açıdan cinsel dürtü! Doktor çok doğru ifade etti!” – “Doğru ifade edip edemediğimden emin değilim,” diye devam etti o da, “ama buna yakın bir şey. Kadınlar genellikle aşk denen mutluluğu tatmamışlar, düşünce ile ilgili konularla bu boşluğu gidermek istiyorlar. Vaktinde evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş olsalar, şiir yazmak akıllarına bile gelmez.”

“Bu konuda ne ölçüde haklı olduğunuzu,” dedi Goethe, “araştırmak istemem, ama evlilikle beraber yaratılarına son veren, başka işlerle uğraşan kadınları çok gördüm. Mükemmel resim yapan kızlar tanıdım, eş ve anne olur olmaz uğraşıları son buldu; çocuklarıyla ilgilenmeye başladılar ve bir daha ellerine kalem almadılar.”

“Bayan şairlerimiz,” diye devam etti Goethe oldukça heyecanlı, “istedikleri kadar şiir ya da yazı yazsınlar, yeter ki erkekler kadınlar gibi yazmasın! Benim hoşuma gitmeyen bu. Gazetelerde ve kitaplarda her şeyin yetersiz, gittikçe de daha yetersiz olduğunu görüyoruz! Şimdi Cellini’nin bir bölümünü Morgenblatt’ta bastırsak, acaba nasıl karşılanır!”

“Bu arada,” diye devam etti, “iyimserliğimizi yitirmeyelim ve bizi erkeksi bir ruhla Sırp dünyasına sokan Halle’deki güçlü kızımızla yetinmesini bilelim. Şiirleri muhteşem! İçlerinde bazıları Hz. Süleyman’ın Ezgiler Ezgisi’ni bile geride bırakır, bu da çok önemli bir şey. Bu şiirler üzerine yazdığım makaleyi bitirdim, şu anda da basılmış durumda.” Bunları söylerken içinde o makaleyi gördüğüm Kunst und Altertum’un yeni sayısına ait formanın ilk dört sayfasını bana uzattı. “Her bir şiirin içeriğine bakarak kısa kısa konusundan bahsettim, şiirlerindeki güzel motifleri beğeneceğinizden eminim. Rehbein da şiirden anlar, en azından içerik ve konu ne demek bilir, bu bölümü sesli sesli okursanız belki dinlemek onun da hoşuna gidecektir.”

Tek tek ele alınan şiirlerin konusunu yavaş yavaş okudum. Dikkat çekilen konular öyle canlı öyle açık bir şekilde anlatılmıştı ki, her bir sözcük bütün şiiri hayalimde canlandırmama yetiyordu. Aşağıda yazılanları özellikle çok beğendim:

1 Güzel kirpiklerini asla yerden kaldırmayan genç bir Sırp kızın terbiyesi. 2 Sevgilisini, sağdıç olarak bir üçüncü kişiye götürmek zorunda olan seven bir erkeğin iç çatışması. 3 Sevgilisi için endişelenen genç kız, mutluymuş gibi görünmemek için şarkı söylemek istemez. 4 Delikanlının dul kadına, yaşlı erkeğinse bakireye talip olması geleneğinin altüst olmasından yakınma. 5 Bir delikanlının, annenin kızına çok fazla özgürlük vermesinden yakınması. 6 Efendisinin kendisine olan ilgisini ve kendisiyle ilgili niyetlerini açıklayan atla, genç kızın özel ve neşeli konuşması. 7 Genç kız sevmediği adamı istemez. 8 Güzel garson kız; sevgilisi, gelen müşteriler arasında yoktur. 9 Seven erkeğin sevgilisini bulup nazikçe uyandırması. 10 Kocanın mesleği ne olacaktır? 11 Aşkla ilgili sevinçler kendini belli eder. 12 Seven erkek yabancı memleketlerden döner, genç kızı gündüz vakti görür, gece vakti ise ona sürpriz yapar.

Sanki şiirlerini okumuşum gibi sırf bu motiflerin bile bana yeterli olduğunu, bu nedenle okuduklarımdan sonra, onun şiirlerini okuma isteğimin kalmadığını söyledim.

“Tümüyle haklısınız,” dedi Goethe, “bu böyle. Ama siz bundan, kimsenin bir türlü kavrayamadığı bir şey olan motiflerin çok önemli olduğunu anladınız. Kadınlarımız bundan tamamen habersizler. Bu şiir güzel derler, bunu söylerken yalnızca duyguları, sözcükleri ve dizeleri düşünürler. Oysa bir şiirin gerçek gücünün ve etkisinin olaylardan, motiflerden kaynaklandığını kimse düşünmez. Bu yüzden de motif diye bir şeyin olmadığı, sadece duygularla, uyaklı dizelerle konuya benzer bir durumun uydurulduğu binlerce şiir yazılıyor. Bir de bu işin acemilerinde, özellikle de kadınlarda şiir kavramı tam oturmuş değil. Genellikle teknik sorunları çözdüler mi, işi kavradılar, işin uzmanı oldular zannediyorlar; ama çok yanlış yoldalar.”

Profesör Riemer’in geldiği haber verildi; Saray Danışmanı Rehbein müsaade isteyip gitti. Riemer bize katıldı. Sırp aşk şiirlerinin motifleri üzerine sohbet devam etti. Riemer konuya yabancı değildi, yukarıda sözü edilen konulara bakılarak şiir yazılacağı gibi, Sırpça’da varlığından habersizce aynı motiflerin Almanlar tarafından kullanılıp yazılabildiğini de belirtti. Bunun üzerine Riemer kendi şiirlerinden bazılarını anımsadı, şiirleri okurken Goethe’nin bazı şiirleri aklıma geldi, ben de o şiirlerin isimlerini andım.

“Dünya hiç değişmiyor,” dedi Goethe, “bir ulusun başka uluslar gibi yaşadığı, sevdiği, hissettiği şeyler tekrarlanıp duruyor, o zaman niçin bir şair diğerleri gibi yazmasın? Yaşanan olaylar aynı, niçin şiirlerin konuları aynı olmasın?”

“İşte yaşamın ve duyguların bu benzerliği,” dedi Riemer, “diğer ulusların şiirlerini de anlayacak durumda olmamızı sağlıyor. Şayet böyle olmasaydı, yabancı ulusların şiirlerinde neden bahsedildiğini bile anlamazdık.”

“Bu yüzden de,” diye söze girdim, “şiirin kaynağının yaşam değil, kitaplar olduğunu söyleyen bilim adamları bana hep çok garip gelmiştir. Söyledikleri hep şudur: Bunu şuradan, şunu buradan almış! Örneğin Shakespeare’de, antikçağ yazarlarında bölümler bulurlar, o halde Shakespeare bu yazdıklarını o yazarlardan almıştır! Başkalarında olduğu gibi Shakespeare’de de güzel bir kıza bakarken onu kızları olarak gören anne-babanın, onu gelin diye evine götürecek delikanlının talihli sayıldığı bir konu vardır. Homeros’ta da aynı konu işlenmiş diye Shakespeare bunu Homeros’tan almış oluyor! Çok şaşırtıcı! Sanki insanın böyle şeyleri bilmesi için bu kadar derine inmesi şartmış, sanki böyle şeyleri her gün yaşayıp, hissedip konuşamazmış gibi!”

“Evet öyle,” dedi Goethe, “bu çok gülünç.”

“Bu konuda,” diye devam ettim, “Lord Byron’ın da daha farklı bir yaklaşımı yok, sizin Faust’unuzu incelerken, bunu şuradan, şunu buradan almış olduğunuz şeklinde değerlendirmelerde bulunuyor.”

“Lord Byron’ın bulmuş olduğu bu parlak şeylerin,” dedi Goethe, “büyük bir bölümünü okumadım, ben Faust’u yazarken ondan çok daha az kafa yormuştum tüm bunlara. Bence Lord Byron sadece şair olarak büyük, fikirlerini açıklamaya kalkışınca, çocuktan farkı kalmıyor. Aynı şekilde kendi ulusunun kendisine yönelttiği haksız saldırılar karşısında da ne yapacağını bilemiyor; oysa onlara karşı kendini daha iyi ifade etmesi gerekirdi. Ortada duran şey benimdir diyebilmeliydi; ister yaşamdan, ister kitaplardan alınmış olsun fark etmez, tartışılması gereken şey alınan şeylerin doğru kullanılıp kullanılmadığıdır! Walter Scott Egmont’umun bir sahnesini kullanmıştı, bunda haklıydı da, sağduyulu bir yaklaşım olduğu için övgüye değer. Aynı şekilde benim Mignon karakterimi de romanlarının birinde aynen kullanmıştır; tabii aynı bilgelikle mi, bu ayrı bir konu. Lord Byron’ın değişime uğramış şeytanı, Mephistopheles’in bir devamıdır, fena da sayılmaz! Orijinalinden kaçınmış olsaydı, ortaya daha iyi bir şey çıkmazdı. Böylece benim Mephistopheles’im Shakespeare’den bir lied okur, neden olmasın? Şayet Shakespeare’in liedi gerekli motifleri içeriyorsa, yeni bir şey bulmak için niçin zahmete katlanayım? Eğer benim Faust’un giriş bölümü, Eski Ahit’in Hz. Eyüp’ü ile bir benzerlik taşıyorsa, doğru yapmışım demektir, bu nedenle eleştirilere hedef olmamam, aksine övgüye değer görülmem gerekir.”

Goethe’nin neşesi yerindeydi. Bir şişe şarap getirtip, bana ve Riemer’e ikram etti; kendisi de Marienbad suyu içti. Belki ifade açısından bazı yerlerde bazı şeyleri düzeltmek gerekir diye, Riemer’le beraber Goethe’nin biyografisinin devamını anlatan elyazmasının akşamleyin incelenmesine karar verilmişti. Goethe, “Eckermann da bizimle kalıp, dinleyecek,” dedi, bunu duymak çok hoşuma gitti; Riemer’in önüne elyazmasını koydu, o da 1795 yılından itibaren okumaya başladı.

Yaz boyunca Goethe’nin hayatını anlatan yılların basılmamış tüm bölümlerini günümüze kadar tekrar tekrar okuma ve inceleme mutluluğunu yaşamıştım zaten. Ama şimdi Goethe’nin yanında bu bölümleri sesli sesli okunurken duymak, ayrı bir keyif olmuştu. Riemer dikkatini ifade tarzına vermişti, ben ise Goethe’nin büyük yeteneğine, kullandığı sözcüklerin ve deyimlerin zenginliğine hayran olma fırsatını elde etmiştim. Anlatılan dönem Goethe’nin gözlerinde yeniden canlandı, anılara dalmıştı, bazı şahıslardan ve olaylardan bahseden metnin eksiklerini anlattığı ayrıntılarla giderdi. Muhteşem bir geceydi! Goethe’nin çağdaşı birçok isim anıldı; doğal olarak söz sıkça 1795-1800 yılları arasındaki dönemde gündemden düşmeyen Schiller’den açıldı. Tiyatro onların ortak çalışma alanıydı, Goethe’nin en önemli yapıtları da bu döneme rastlamaktaydı. Wilhelm Meister bitmiş, Hermann ve Dorothea hemen arkasından tasarlanmış ve yazılmış, Horen dergisi için Cellini çevrilmiş, Xenien Schiller’in Musenalmanach’ı için beraberce yazılmış; hemen her gün bir şeylerle uğraşılmıştı. Bunların hepsi bu akşam konuşuldu, Goethe’nin ilginç şeyler anlatması için çok fırsat çıktı.

Konuşma sırasında, “Hermann ve Dorothea hâlâ okurken beğendiğim nehir şiirlerimden en önemlisi,” dedi, “şimdiye dek onu duygulanmadan okumam mümkün olmadı hiç. Özellikle de Latince çevirisi çok hoşuma gidiyor; bu çevirisi bana daha soylu geliyor, sanki biçim yönünden aslına kavuşmuş gibi.”

Wilhelm Meister’den de tekrar tekrar söz açıldı. “Schiller,” dedi, “trajik öğenin romanın dokusuna dahil edilmesini eleştirmişti. Bildiğimiz gibi bunda çok da haklı sayılmazdı. Bana yazmış olduğu mektuplarda Wilhelm Meister’le ilgili önemli düşünceler ve yorumlar vardır. Ayrıca bu yapıt, benim bile çözümleyemediğim şifrelere sahip yapıtlardandır. Bir odak noktası aranıyor, bunu bulmak oldukça zor ve doğru da değil. Şunu düşünmüş olmalıyım, önümüzden geçip giden zengin ve renkli bir yaşamın, kendi içinde bir anlamı olan dile getirilmemiş bir eğilimi olabilir. Ama illa da bunun söylenmesi gerekiyorsa, yapıtın sonunda Friedrich’in kahramanımıza yönelttiği şu sözler esas alınabilir: ‘Sen bana aynı babasının dişi eşeklerini aramak üzere uzaklara gidip bir imparatorluk bulan Kiş’in oğlu Saul gibi geliyorsun.’ Bunun üzerinde durulmalı. Aslında bütün bunlarla söylenmek istenen şey, insanın, tüm aptallıklarına ve şaşkınlıklarına rağmen, daha yüce bir irade tarafından yönlendirilerek mutlu sona ulaşmasıdır.”

Son elli yıldan beri Almanya’da yaygınlaşan orta sınıfın geniş kültürü üzerine düşünceler üretildi, Herder ve Wieland’la kıyaslayınca Lessing’in buna fazla bir katkısının olmadığına değindi Goethe, “Lessing çok büyük bir zekâydı ve ancak kendisi kadar zeki biri ondan gerçekten bir şeyler öğrenebilirdi. Sıradan insanlar için tehlikeli biriydi.” Lessing’i örnek almış, ama büyük önderinin çok gerisinde kaldığı için de geçen yüzyılın sonunda adını çokça duyurmamış bir gazetecinin adını andı.

“Almanya’daki üst sınıfın tümü,” dedi Goethe, “üslubunu Wieland’a borçludur. Ondan çok şey öğrendiler, kendini doğru düzgün ifade etme yeteneği küçümsenecek bir şey değildir.”

Xenien’den söz açılınca, Schiller’in yazmış olduklarını keskin ve çarpıcı bulduğunu, kendisininkilerin ise masum ve sönük olduğunu söyledi. “Schiller’e ait olan Tierkreis’ı (On İki Burç) hep hayranlık duyarak okurum.” dedi. “Dönemin Alman edebiyatına etkileri düşünülemeyecek kadar büyük olmuştur.” Xenien’de haklarında olumsuz yazıların çıktığı kişilerin isimleri de bu vesile ile anıldı; ama ben onların ismini aklımda tutamadım.

Sözünü ettiğim elyazması Goethe’nin bu ve bunun gibi yüzlerce açıklaması ve eklemeleriyle zaman zaman bölünerek, 1800 yılı sonuna kadar olan bölüm okunup tartışıldıktan sonra, Goethe kağıtları kaldırdı ve oturduğumuz büyük masanın baş tarafına hafif bir akşam yemeği hazırlattı. Yemeğimizi iştahla yedik; Goethe ise bir lokma bile yemedi, zaten onu akşamları yemek yerken hiç görmemiştim. Masada oturarak bize eşlik etti, şarap ikram etti, lambaları temizledi, ayrıca güzel sözleriyle ruhumuz canlandı. Schiller’in hatırası onda o kadar tazeydi ki, akşamüstü yaptığımız konuşmaların neredeyse yarısı Schiller’le ilgiliydi.

Riemer sözü Schiller’in kişiliğine getirdi. “Vücudunun yapısı, yolda yürüyüşü, her hareketi gururlu ve etkileyiciydi, yalnız gözlerinin ifadesi yumuşaktı.” – “Evet,” dedi Goethe, “geriye kalan her şeyi gururlu ve muhteşemdi, sadece gözlerinin ifadesi yumuşaktı. Yeteneği de bedeni gibiydi. Ne kadar kapsamlı olursa olsun, her konuya büyük bir cesaretle yaklaşır, her konuyu inceler, evirip çevirip bakar, farklı açılardan değerlendirir, değişik şekillerde işlerdi. Seçtiği konuya adeta dışarıdan bakardı, insanın iç dünyasında ortaya çıkan sessiz gelişim onun tarzı değildi. Yeteneği oldukça değişkendi. Bu yüzden hiç kararlı biri değildi ve bir işin sonunu getirmeyi bilmezdi. Genel provadan az önce bir rolü değiştirdiği çok olmuştur.

İşe genellikle cesaretle başlasa da, birçok şeyi bir nedene dayandırmayı bilmezdi. Geßler’e ağaçtan elma kopartıp erkek çocuğun kafasına koydurup nişan aldırmak istediği Tell’in bir sahnesini onunla tartışmam gerekmişti. Bu benim anlayışıma çok tersti, bu zalimliğe hiç olmazsa farklı bir boyut kazandırması konusunda onu ikna ettim, yüz adım mesafeden ağaçtaki bir elmaya nişan alabileceğini söyleyerek, Tell’in oğluna, babasının bu becerisi ile Bey’e büyüklük taslatabilirdi. Schiller başlangıçta beni dinlemedi, ama sonra benim düşüncelerime ve ricalarıma uyarak önerilerimi yerine getirdi.

Bana gelince her şeyi fazlası ile gerekçelendirdiğim için, oyunlarım tiyatrodan uzak kalmıştır. Eugenie mantıklı gerekçeler zincirinden oluştuğu için, sahnede başarı şansı olamaz.

Schiller tiyatro için yaratılmış bir yetenekti. Her oyunu ile daha ileriye adım attı ve gittikçe daha da mükemmelleşti; onda şaşırtıcı olan Haydutlar’dan sonra en parlak döneminde bile bir türlü vazgeçemediği zalimce anlatı öğelerine bir yakınlık duymasıydı. Egmont’taki mahkeme kararının okunduğu hapishane sahnesini çok iyi anımsıyorum, ölüm kararının Egmont’ta yarattığı etkiden haz duyması için Alba’yı maskeli ve pelerine sarınmış halde arka planda sahneye çıkarmamı istemişti. Böylelikle Alba intikam ve kötülüğe doymak bilmez biri olarak anlatılmak istenir. Doğal olarak ben buna karşı çıktım ve Alba bu sahneden çıkarıldı. Schiller garip yönleri olan büyük bir insandı.

Schiller geçen her hafta bir başkası, daha mükemmel biriydi; onu her gördüğümde kültürünü, bilgeliğini ve düşüncelerini geliştirmiş olarak karşıma çıkardı. Ondan bana kalan en güzel hatıra onun mektupları, bu mektuplar onun en değerli yapıtları arasında sayılabilir. Son mektubunu, hazinelerim arasında kutsal bir emanet olarak saklıyorum.” Goethe ayağa kalkıp o mektubu getirdi, bana uzatarak, “İşte bakınız ve okuyunuz.” dedi.

Mektup güzeldi ve cesur bir kalemin ürünüydü. Schiller, Rameau’nun Yeğeni adlı roman hakkında Goethe’nin açıklamalarını yorumluyordu. Goethe burada dönemin Fransız edebiyatından bahsetmişti ve Schiller’in fikrini almak için ona elyazmasını göstermişti. Mektubu Riemer’e okudum. “Görüyorsunuz,” dedi Goethe, “söyledikleri ne kadar isabetli ve doğru, el yazısı gibi görüşleri de en ufak bir zafiyet içermiyor. O muhteşem bir insandı ve en parlak zamanında bizlerden uzaklaştı.” Mektup 24 Nisan 1805 tarihliydi, Schiller ise 9 Mayıs’ta ölmüştü.

Mektubu elden ele dolaştırıp inceledik, güzel yazısını beğendiğimiz kadar, açık ve net ifadesini de beğenmiştik, Goethe arkadaşının sevgi dolu hatırası ile ilgili şeyler anlattı, bu arada saat gece on biri çoktan geçmişti, oradan ayrıldık.

Johann Peter Eckermann Yaşamının Son Yıllarında Goethe İle Konuşmalar Almanca Aslından Çeviren: Mahmure Kahraman | İş Bankası Kültür Yayınları

EDUARDO GALEANO: ADALET DE TIPKI YILANLAR GİBİ, YALNIZCA ÇIPLAK AYAKLILARI ISIRIYOR

Kaybolan şeyler… Barış ve adalet haykırarak doğan yirminci yüzyıl kanın içinde boğulmuş olarak öldü ve bulduğundan çok daha adaletsiz bir dünya bıraktı arkasında… Yine barış ve adalet haykırarak doğan yirmi birinci yüzyıl da, önceki yüzyılın izinden gitmekte.. Ben çocukken, dünyada kaybolan her şeyin Ay’a gittiğine inanıyordum… Ne var ki, Ay’a giden astronotlar orada ne tehlikeli rüyaları ne tutulmayan vaatleri ne de kırık umutları buldular… Eğer bunlar Ay’da değilseler, neredeler o zaman? Yoksa dünyada kaybolmadılar mı? Yoksa dünyada saklanıyorlar mı? Eduardo Galeano – Aynalar

“Görevliler, görevini yapmaz. Politikacılar, konuşur ama hiçbir şey söylemezler. Seçmenler, oy kullanır ama seçemezler. Bilgilendirme medyası bilgilendirmez. Okullar cahillik öğretir. Yargıçlar, kurbanları cezalandırır. Ordular, kendi vatandaşlarıyla savaşır. Polisler, suç işlemekten, suçla savaşmaya zaman bulamaz. Kârlar özelleştirilirken iflaslar kamulaştırılır. Para, insandan özgürdür. İnsanlar nesnelerin hizmetindedir.” Eduardo Galeano – Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu

Televizyon ailenin en önemli üyesi olmayı bırakacak, ona da ütü ya da çamaşır makinesi gibi davranılacak. Eduardo Galeano – Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu

Dünyada açlar ile obezlerin sayısı eşit. Açlar çöplüklerden topladığı, obezler ise mcdonaldstan aldıkları çöplerle besleniyorlar. Eduardo Galeano – Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu “İkinci Dünya Savaşı’nda, pek çok Kuzey Amerikalı siyah Avrupa’daki savaş meydanlarında öldü. Bu arada ABD Kızılhaçı, yatakta yasaklanan karışımın, kan nakli yoluyla gerçekleşmesini engellemek için siyahların kanının beyazlara verilmesini yasaklıyordu.” Eduardo Galeano – Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu

1979’un sonlarında, Sovyet güçleri Afganistan’ı işgal etti. Resmi açıklamaya göre işgalin sebebi ülkeyi modernize etmeye çalışan laik hükümeti savunmaktı. Ben 1981 yılında bu konuyla ilgilenen Stockholm’deki uluslararası mahkemenin bir üyesiydim. O oturumların birinde yaşadığım önemli bir anı asla unutmayacağım. O dönemde freedom fighters, yani özgürlük savaşçıları, şimdiyse teröristler olarak adlandırılan köktenci İslam’ın temsilcisi üst düzey bir dini lider tanık kürsüsündeydi. İhtiyar şöyle gürlemişti: – Komünistler kızlarımızın namusunu kirlettiler! Onlara okuma yazma öğrettiler! Eduardo Galeano – Ve Günler Yürümeye Başladı

1995’te Fransa Güney Pasifik’te nükleer denemeler yaparken, Fransız büyükelçisi Yeni Zelanda’da açıkladı: “Bu bomba kelimesi hoşuma gitmiyor. Bomba değil bunlar. Bunlar patlayan mekanizmalar.” Eduardo Galeano – Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu

“Yirminci yüzyılın sonlarında, özel cezaevi şirketi Corrections Corporation, Kentucy Fried Chicken’dan gelen sermayesiyle 1983’te doğdu ve başlangıcından itibaren tavuk gibi cezaevi satacağını ilan etti.” Eduardo Galeano – Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu

Adalet de tıpkı yılanlar gibi, yalnızca çıplak ayaklıları ısırıyor. Eduardo Galeano – Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu

Onlar, Montevideo’da bir duvara anonim bir elin yazdığı şu sözleri yalanlayan tek çalışanlardır: Çalışan adamın para kazanmaya vakti olmaz. Eduardo Galeano – Tepetaklak-Tersine Dünya Okulu

Bugün öğrendiğime göre bir grup adam, her ay, derginin çıktığı gün, onu okumak için Uruguay Nehri’ni geçiyorlar. Sayıları yirmi civarında.Grubun başında altmış küsur yaşlarında uzun yıllar hapis yatmış bir profesör var. Sabahleyin Paysandu’dan çıkıp Arjantin topraklarına geçiyorlar.Burada hepsi birleşip Crisis dergisinin bir sayısını aldıktan sonra bir kafeye oturuyorlar.İçlerinden biri hepsi için, dergiyi sayfa sayfa yüksek sesle okuyor.Dinliyor ve tartışıyorlar.Okuma bütün gün sürüyor.Bitince, dergiyi kafe sahibine hediye edip ve o derginin yasak olduğu benim ülkeme dönüyorlar. “Sadece bunun için bile olsa” diye düşündüm, “bunca zahmete değer.” Eduardo Galeano – Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri

Nitekim Kilise kendi kendine sordu: Ceza olmadan mükâfat olur mu? Korku olmadan boyun eğme olur mu? Yine sordu: Şeytan olmadan Tanrı olur mu? Kötülük olmadan iyilik olur mu? Ve kilise, Cehennem tehdidinin Cennet vaadinden daha etkili bir yöntem olduğuna karar verdi. O günden beri âlim ve kutsanmış papazları kötülüğün hüküm sürdüğü dipsiz uçurumdaki ateş işkencesini haber vererek bizleri korkutuyorlar. Eduardo Galeano – Aynalar

Cehennem: 960 yılı civarında Hıristiyan misyonerler İskandinavya’yı istila edip Vikingleri tehdit ettiler: Eğer pagan âdetlerini sürdürürseniz sonsuz ateşin yandığı cehenneme gidersiniz. Vikingler bu güzel haber için teşekkür ettiler. Zira onlar soğuktan titriyorlardı, korkudan değil. Eduardo Galeano – Ve Günler Yürümeye Başladı

Eduardo Galeano’dan Alıntılar

ÖLÜM VE PUSULA: HAİN VE KAHRAMAN İZLEĞİ – JORGE LUIS BORGES

Böylece Eflatun yılı Her yana yeni doğru ve yeni yanlış saçar Yerlerine eskiyi çeker burgacına İnsanlar hep çengidir ya oyunda adımlar Bir gongun yabanıl gümbürtüsünü kollar. —W.B. YEATS, Kule

Tarihin tarihten kopya çekmesi zaten yeterince şaşırtıcıyken: tarihin edebiyattan kopya çekmesi usa sığar gibi değildir…

Chesterton’un (soylu polis öyküleri kurucusu ve geliştiricisi) ve saray danışmanı Leibniz’in (zaman-öncesi uyumun bulgucusu) yabana atılamayacak ölçüde etkilerinde kalarak, boş ikindilerimde bir gün belki kaleme alacağım, şimdiden de her nasılsa beni doğrulayan şu öykü taslağını kurdum. Ayrıntılar, düzeltmeler, uyarlamalar epey eksik; öykünün benim bile kavrayamadığım bölgeleri var daha; bugün 3 Ocak 1944’te, şöyle değerlendiriyorum durumu:

Olay, baskı altındaki dirençli bir ülkede geçer: Polonya, İrlanda, Venedik Cumhuriyeti, bir Güney Amerika ya da Balkan devleti gibi… Ya da geçmişti diyelim, çünkü anlatıcı çağdaş olmasına karşın, öykü on-dokuzuncu yüzyılın ortasında ya da başlarında geçmiştir. Tutalım ki (anlatma kolaylığı açısından) yer, İrlanda’dır; diyelim ki, tarih de 1824. Anlatıcının adı Ryan’dır; o gencecik, yiğit, yakışıklı, gömütü esrarengiz ellerce kirletilmiş, Browning ile Hugo’nun dizelerini süslemiş, yontusu kızıl bataklıklardaki boz bir tepeye hakim, suikast kurbanı Pergus Kilpatrick’in torununun torunudur. Kilpatrick, bir suikastçıydı; gizli bir suikastçılar örgütünün önderiydi, tıpkı Moab toprağından şöyle bir gördüğü vadedilmiş ülkeye asla ulaşamayan Musa gibi Kilpatrick de önceden tasarladığı, düşlediği bir ayaklanmanın utkuya ulaştığı gece can verdi. Ölümünün ilk yüzyılı dolmak üzere; suçun işleniş koşulları hâlâ esrar perdesiyle örtülü; kahramanın yaşam öyküsünü kaleme almakta olan Ryan, bu esrarın basit bir polis soruşturmasının sınırlarını aştığını görür. Kilpatrick, bir tiyatroda öldürülmüştü; İngiliz polisi katili bulamadı bir türlü; tarihçiler, bunun polisin ününe pek gölge düşürmediğini, çünkü büyük bir olasılıkla onu zaten polisin öldürttüğünü ileri sürüyorlar. Bu esrar dolu olayın başka cepheleri de tedirgin eder Ryan’ı. Sarmal örgü göze çarpmaktadır: ırak yörelerin, ırak çağların birtakım olguları yinelenir ya da birleştirilir gibidir. Sözgelimi, kahramanlarımızın cesedini inceleyen görevlilerin, zarfı açılmamış bir mektup bulduklarını, o mektupta o gece tiyatroya gitmemesi konusunda uyarıldığını bilmeyen yoktur; Julius Caesar da dost hançerlerin yolunu beklediği saraya giderken bir pusula almıştı ama okumamıştı. Pusulada ihanet, hainlerin adlarıyla birlikte açığa vuruluyordu. Caesar’ın karısı Calpurnia, düşünde, kocasına Senato’nun bağışladığı bir kulenin yıkıldığını görmüştü; Kilpatrick’in öldürüldüğü gece de, Kilgarvan’ın yuvarlak kulesinin yandığı doğrultusunda yalan-yanlış, kaynağı belirsiz söylentiler yayılmıştı dört bucağa, Kilpatrick orada doğduğuna göre bu bir önsezi sayılabilirdi. Caesar’ın öyküsüyle İrlandalı suikastçının öyküsü arasındaki bu koşutluklar (ve daha başkaları), Ryan’ı gizli bir zaman örgüsü, yinelenen çizgilerden oluşma bir doku düşünmeye yöneltir. Condorcet’in ondalıklar tarihi, Hegel, Spengler ve Vico’nun önerdikleri biçimbilim tanımları, Hesiodos’un altından demire bozulan adamları gelir aklına. Ruh göçü’nü düşünür. Kelt edebiyatını ürkünç kılan bu kuramı Caesar, Britanya büyücülerine atfetmiştir; Fergus Kilpatrick’in Fergus Kilpatrick olmadan önce Caesar olduğunu düşünür. Bu çember labirentlerden, garip bir buluş, kendisini daha çetrefil, daha bağdaşmasız labirentlere çeken bir buluş aracılığıyla kurtulur: Fergus Kilpatrick ile öldüğü gün konuşan bir dilencinin söylediği kimi sözleri Shakespeare, Macbeth tragedyasında çok önceden kullanmıştır. Tarihin tarihten kopya çekmesi zaten yeterince şaşırtıcıyken: tarihin edebiyattan kopya çekmesi usa sığar gibi değildir… Ryan, 1814’te, kahramanımızın en eski dostu James Alexander Nolan’ın, Shakespeare’in bellibaşlı oyunlarını Gal diline çevirmiş olduğunu görür; bunlardan biri de Julius Caesar’dır. Arşivlerde, Nolan’ın İsveç Festspiele’si üstüne elyazması bir incelemesini bulur: serüvene dayalı dev gösterilerdir bu oyunlar, binlerce oyuncu vardır o tarihsel olaylar, aslında geçtikleri yerlerde, o kentlerde, o dağlarda yinelenir. Bir başka yayımlanmamış belge de ölümünden birkaç gün önce, son gizli toplantıya başkanlık eden Kilpatrick’in adı kayıtlardan silinmiş bir hainin idam emrini imzaladığını göstermektedir. Bu emir, Kilpatrick’in yumuşak yüreğiyle bağdaşmamaktadır. Ryan olayı soruşturur (işte bu soruşturma bölümü benim taslağımdaki önemli boşluklardan biri) ve esrarı çözmeyi başarır. Kilpatrick bir tiyatroda öldürülmüştü, ama bütün kent bir tiyatroydu, oyuncular bir İrlanda tümeniydi ve Kilpatrick’in ölümüyle taçlanan oyun, günlerce gecelerce sürmüştü. Olay şöyle: 1824 yılının 2 Ağustos günü, suikastçılar biraraya gelmişlerdi. Ülke, ayaklanmaya elverişli bir ortamdaydı; yine de hep bir aksaklık çıkıyordu: bir hain vardır aralarında. Fergus Kilpatrick, önceden James Nolan’a haini bulma görevini vermişti. Nolan, üstlendiği görevi başarıyla sona erdirdi: toplantının tam ortasında, hainin Kilpatrick olduğunu açıkladı. Suçlamasını çürütülmez kanıtlarla doğruladı ve suikastçılar, başkanlarını ölüme mahkûm ettiler. Kilpatrick, idam kararını kendi imzalamıştı ama infazın ülkesine zarar getirmemesi için yalvarmıştı. İşte Nolan, bu garip tasarıyı o zaman olgunlaştırdı. İrlanda, Kilpatrick’e tapıyordu; onun onursuzluğuna ilişkin ufacık bir kuşku, ayaklanmanın başarısızlığı demek olabilirdi. Nolan, cezanın infazını ülkenin özgürlüğe kavuşmasında araç olarak kullanacak bir tasarı önerdi. Suçlu, bilinmeyen bir suikastçinin eliyle, özellikle halkı etkileyecek, böylelikle belleklere kazılacak ve ayaklanmayı hızlandıracak koşullarda can verecekti. Kilpatrick, kendisine günahını ödeme olanağı veren, ölümüyle son bir utku ateşi kazanacak bu oyunda, payına düşeni yapacağına andiçti. Zaman darlığından, Nolan, bu katmerli infazın özel koşullarının tümünü kendi uyduramazdı; bir başka oyun yazarından, İngiliz düşman William Shakespeare’den hırsızlamaya karar verdi zorunlu olarak. Macbeth’ten, Julius Caesar’dan sahneler yürüttü. Halka açık ve kapalı temsiller günlerce sürdü. Mahkûm, Dublin’e girdi, tartıştı, oynadı, yakardı, payladı, acıklı sözler mırıldandı, bu edimlerin tümü o ilerde övgüyle anılsın diye Nolan’ca önceden hazırlanmıştı. Yüzlerce oyuncu, kahramanla işbirliği yaptı; kiminin rolü karmaşıktı; kimininki bir anlık. Onların yaptıkları ve söyledikleri tarih kitaplarında, İrlanda’nın ateşli belleğinde yaşıyor. Kendisini hem günahtan arındıran, hem de yıkıma sürükleyen bu kılıkılına tasarlanmış yazgıya iyiden iyiye kapılan Kilpatrick, yargılayıcısının metnini doğaçtan edimler, doğaçtan sözlerle kaç kereler zenginleştirdi. Bu kalabalık kadrolu oyun da böylece zamanla oturdu, neden sonra, 1824’ün 6 Ağustos günü, yaslı perdeleriyle Lincoln’un yazgısını öngören bir tiyatro locasında, nicedir özlenen bir kurşun, hain ve kahramanın göğsüne saplanana kadar, ama o, iki kan fışkırtısı arasında az daha öngörülmüş birkaç sözü bile söyleyemeyecekti. Nolan’ın yapıtında, Shakespeare’e öykünülen bölümler; en az etkili olanlardır. Ryan, birinin ilerde doğruyu sezebilmesi amacıyla yazarın bu hırsızlamaya başvurduğundan kuşkulanır. Anlar ki kendisi de Nolan’ın tasarısının bir parçasıdır… Bir dizi usandırıcı bocalamadan sonra buluşunu gizli tutmayı kararlaştırır. Kahramanın şanına adanmış bir kitap yayımlar; belki bu da öngörülmüştür.

Jorge Luis Borges Ölüm ve Pusula İletişim Yayınevi


Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo veya bilinen adıyla Jorge Luis Borges (d. 24 Ağustos 1899 – ö. 14 Haziran 1986), Arjantinli öykü ve deneme yazarı, şair ve çevirmen. Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerindendir ve gerçeküstücülük konusunda yazdığı denemeleri ile ünlüdür.