SABAHATTİN ALİ: BEN SANA REHBER DEĞİL, ANCAK YOLDAŞ OLABİLİRDİM, FAKAT YOLU İKİMİZ DE BİLMİYORDUK

Yatağın başucundaki dolaptan bir deste kâğıt aldı. Ortalık henüz tamamen kararmamış olduğu halde perdeleri kapadı ve lambayı yaktı, masanın başına geçerek, kurşunkalemiyle ve acele acele yazmaya başladı: “Ömer! Seni bırakıp gidiyorum. Bunun bana ne kadar acı geleceğini, hayatta senden başka hiç kimsem olmadığını bilirsin… Senin de benden başka kimsen olmadığını biliyorum. Buna rağmen seni bırakıp gideceğim… Emine teyzelerin evinden çıkıp senin arkana takılarak geldiğim günden beri bunun böyle olacağı hakkında içimde garip bir korku vardı… Bunu kendimden ne kadar saklamaya çalışsam, bir fırsatını bulup tekrar kafamda beliriyor ve beni çok üzüyordu.

Bu korkunun sebeplerini düşündüm, üç ayı geçen beraber hayatımız esnasında, bu anın gelmemesi için neler yapmak lazım olduğunu araştırdım, nihayet kendimi tesadüflerin ve hayatın eline bırakmaktan başka çare kalmadığını gördüm… Bilmem sana söylemeye hacet var mı? Ömer, benim sevgili kocacığım, biz, hiçbir tarafları birbirine benzemeyen, hiçbir müşterek düşünceleri ve görüşleri olmayan iki insanız… Kim bilir ne gibi sebeplerle tesadüf bizi birleştirdi. Sen beni sevdiğini söyledin, ben buna inandım. Ben de seni seviyordum… Hem nasıl seviyordum… Hislerimde bugün de bir değişiklik yok. Fakat niçin seviyordum, işte bunu bulamadım ve beni düşündüren, seninle olan hayatımızın devamından şüphe ettiren bu oldu. Seni niçin sevdiğimi bir türlü bilmiyordum. Huylarını, yaptığın işleri, beğenmiyordum demeyeyim, fakat anlamıyordum. Sen de benim birçok şeylerimi anlamadığını inkâr edemezsin. Böyle olduğu halde nasıl garip bir kuvvet bizi birbirimize bu kadar sağlam bağlamıştı? İlk andan itibaren tamamıyla başka dünyaların insanları olduğumuzu anladığım halde beni burada tutan ve seni gördüğüm zaman içimi sevinçle dolduran neydi? Acaba şu senin her zaman bahsettiğin ve her hareketinin kabahatini kendisine yüklediğin şeytan mı? Son günlerde ben de bundan korkmaya başladım. Şimdiye kadar daima, düşünüp doğru bulduğum şeyleri yapmaya alışmıştım… Bu sefer hiçbir doğru ve akıllıca tarafını bulamadığım bu hayata beni bağlayan kuvvetin, içimde saklı bir şeytan olması sahiden mümkündü. Bu ihtimal beni adamakıllı telaşa düşürdü. Hayatta kendi düşüncelerim ve kararlarımdan başka birtakım kuvvetlerin emri altına girmek asla tahammül edemeyeceğim bir şeydi. Aynı zamanda, seninle beraber bulunduğum müddetçe, nedense irademi kullanamadığımı gördüm. Sana, senin iradene tabi olmak bana ağır gelmezdi, fakat aramızda hiç olmasa en küçük bir müşterek nokta bulunması, yaptıklarından hiç olmazsa bir kısmını benim de doğru ve iyi bulmam lazımdı. Kendi kendime hiçbir zaman yapamayacağım şeyleri, sırf bilmediğim bir kuvvete tabi olmak yüzünden, boyuna tekrar etmek beni düşündürdü ve nihayet, aylardan beri kaçtığım bu kararı verdirdi.

Ömer, benim kalmamın senin üzerinde en küçük bir tesiri, bir faydası olacağını bilsem muhakkak kalırdım. Hiç inkâr etme ve benim yanlış düşündüğümü zannetme; bana olan bütün sevgin, senin üzerindeki bütün nüfuzum, bir parçacık bile seni değiştiremedi. Yanımdayken dünyanın en iyi, en tatlı ve makul insanıydın; ayrılır ayrılmaz eski haline dönüyor ve belki de bana boyun eğdiğin için kendine kızarak daha ileri gidiyordun. Zaman bu hallerini düzelteceği yerde daha fenaya götürdü. Yanı başında oturduğum, gözlerinin içine baktığım halde sana müessir olamadığımı gördüm. Kim bilir, belki sen ve etrafındakiler haklısınız… Belki insan yükseldikçe böyle olmak mecburiyetindedir. Fakat ben bütün gayretime rağmen, içinde bulunduğum hayata ısınamadım. Bu hayatı anlayamadım. Benim eski ve manasız yaşayışımdan, bomboş çocukluk ve mektep hayatımdan büyük bir farkı olduğunu göremedim. Biliyorum: Pek akıllı olmayan bilgisiz bir kızım… Fakat bu, sende ve etrafındakilerde bir parça kuvvetli ve güzel taraflar olsa görmeme mâni miydi?.. Birçok şeyler öğrenmek, daha iyi düşünebilmek, göremediklerimi görmek, istemez miydim? Aranıza gelince bunların hiçbirini bulamadım. Bizim mahalle kadınları arasında yahut Emine teyzemlerde tesadüf ettiğim, içinde büyüdüğüm muhitten bir tek farkınız, biraz daha çok ve daha anlaşılmaz konuşmanızdı. Şimdi düşünüyorum da, üç aydan beri o çeşit çeşit arkadaşlarının münakaşalarını, konferanslarını dinlediğim halde, ne öğrendiğimi bir türlü bulamıyorum.

“Buna rağmen beni sana bağlayan bir şey vardı: Dış tarafın etrafındakilerin aynı olduğu halde bana büsbütün başka görünüyordu. Bu arkadaşlardan, bu muhitten, bu kokuşmuş mahluklardan hoşlanmadığını, sıkıldığını görüyordum. Günün birinde büsbütün başka bir insan olacağını ümit ediyordum. İlk günlerde biraz kuvvetlenen bu ümidim, yavaş yavaş tamamen yok oldu. Senin, bu yaşa kadar içinde bulunduğun insanlar ve muhitle birdenbire hesap kesecek cesareti kendinde bulamadığını anladım. Bende sana bu cesareti verecek kuvvet yoktu. ‘Onları bırak!’ dediğim zaman, ‘Kimlere sarılayım?’ diyecektin; ben, zavallı Macide, sana kimi, neyi gösterebilirdim? Bu hayattan daha doğru ve akıllı bir şey olması lazım, fakat bunun ne olduğunu ben de bilmiyorum. Onun için, sana yardım edemedim. Belki sen beni alıp evine getirirken büsbütün başka şeyler düşünmüştün. Sana yeni bir dünya açacağımı sanmıştın… Seni sukutu hayale uğrattım. Ben sana rehber değil, ancak yoldaş olabilirdim, fakat yolu ikimiz de bilmiyorduk ve birbirimize yük olmaktan, birbirimizi şaşırtmaktan başka bir şey elimizden gelmiyordu.

“Artık ayrılmamız lazım. Dediğim gibi, sana en küçük bir faydam olacağını bilsem her şeye tahammül eder ve kalırdım. Halbuki selametinin yalnızlıkta olduğunu görüyorum. Hâlâ, bugün bile şuna kaniyim ki, bir müddet daha bocaladıktan sonra, yolunu bulacaksın, fakat yalnız olman lazım. Herhangi bir insanın, ayaklarına dolaşmaması lazım… Ne olurdu? Birbirimize birkaç sene sonra tesadüf etmiş olsaydık! O zaman hayatımız belki bambaşka bir şekil alırdı. O zaman sana tabi olur ve bundan zevk duyardım. Fakat şimdi, hiçbir faydası olmadığını bile bile, yanlış ve manasız bulduğum şeylere oyuncak olmak, bütün sevgime rağmen imkânsız…”

“Ömer, hep senden bahsediyorum. Bunun sebebi, seni sahiden kendimden çok düşünmemdir… Ben ne yapacağımı bilmiyorum, daha doğrusu yapılacak bir tek şey var, onu da bilmek istemiyorum. Ben hayatımda kimseye haksızlık ve fenalık etmemeye çalışmış ve başkalarına yapılan haksızlığa bile kendimeymiş gibi üzülmüş bir insanım… Nefsime hiç müstahak olmadığı bir şey yapmak, bu ağır ve tamiri imkânsız haksızlığı reva görmek bana ağır gelecek. Fakat ne yapabilirim? Ben senin arkandan gelirken her şeyi bıraktım. Her şeyle alakamı kestim. Zaten feda ettiklerim de öyle büyük bir şey değildi. Sen beni Emine teyzelerin kapısından alırken eski hayatımla olan alakamı zaten kesmiş bulunuyordum. O zaman da ne yapacağımı bilmeden sokağa fırlamıştım. Balıkesir’e, ablamla eniştemin yanına dönmek bana korkunç ve imkânsız görünüyordu… Perişan bir haldeydim. Fakat içimde kendimden bile sakladığım bir ümit vardı. Seni kapının önünde bekler bulduğum zaman sanki bunun böyle olacağını biliyormuş gibiydim. Bir söz söylemeden, hakkımda neler dü-şüneceğini hesaba katmadan seninle geldim. Bir genç kızın çok güç atacağı bir adımı seve seve, inana inana attım. Bunlardan pişman değilim… Kimse beni zorlamamıştı. Doğru buldum ve yaptım. Fakat şimdi… Beni hangi Ömer kapının önünde bekleyecek? Kim gece yarıları karanlık sokaklarda bana sevgisinden bahsedecek?.. Ömrümün en acı gününü en mesut bir güne çevirmiştin… Pek az tanıdığım bir adamla hiç bilmediğim bir yere giderken içimde beni coşturan arzular köpürüyordu… Şimdi gene çıkıp gideceğim… Nereye?.. Yanıma bavulumu ve eşyalarımı almıyorum… Gideceğim yere çamaşırsız da gidilir. Fakat ben son dakikaya kadar ümidimi kaybetmeyeceğim. Bana hiçbir fenalığı dokunmayan nefsime bu en büyük haksızlığı yapacağım dakikaya kadar her şeyin değişebileceğini umarak kuvvet bulmaya çalışacağım…”

“Ömer, senden bir tek ricam var… Ne kadar sükûnetle ve aklı başında yazdığımı görüyorsun… Benim akıbetimden dolayı kendini asla mesul sayma! Sen bana karşı değil, asıl kendine karşı kabahatlisin. Bunu düzeltmeye ve yeni bir hayata kavuşmaya çalış… Yalnız başına kalırsan bu işi başaracağına eminim… Hem bu yalnızlığa da lüzum kalmaz, belki kuvvetli ve bilgili bir insan, bir arkadaş, bir sevgili senin elinden tutar ve sana yol gösterir… Ben biraz kazaya kurban gidiyorum sayılır. Bir otomobil çarpsa, bindiğim sandal devrilse yahut dibinde oturduğum ağaca yıldırım çarpsa bunlardan kimseyi mesul etmek aklıma gelir miydi? İşte, sana da bu kadar az kabahat buluyorum. Birçok şeyleri benim yüzümden yaptığını bildiğim için hatta biraz da kendimi mesul tutuyorum. Mesela ben olmasam kafan para meseleleri üzerinde bu kadar çırpınmayacaktı ve sen veznedara belki öyle yapmayacaktın, yahut, burada hiç söylemek istemediğim halde kalemimin ucuna geldi, yahut da bir kadına bağlanmış olmak yüzünden başka kadınlara karşı arzular duymayacak ve herhangi bir sokak kadınını yanına alıp…”

Macide kalemi yavaşça masanın üzerine bıraktı. Dişlerini sıktı. Nihayet kendini daha fazla zapt edemeyerek kâğıtların üzerine kapandı ve ağlamaya başladı. Uzun uzun, belki on beş yirmi dakika böyle kaldı. Fazla heyecanlı değildi. Üç ay evvel babasının ölümüne ağladığı gibi sessiz, isyansız gözyaşları döküyordu. Tekrar başını kaldırdı. Yanaklarındaki yaşları sol elinin tersiyle sildi ve kalemi alarak son yazdığı satırları karaladı. Ondan sonra titrek bir yazı ile ve gayet acele devam etti:

“…daha yazacak birçok şeyler aklıma geliyor… Ne faydası var?.. Oturup saatlerce konuşsak gene bitecek gibi değil. Halbuki biz beraber yaşamaya başladıktan sonra ne kadar az konuştuk… Birbirimize söyleyecek bir şeyimiz yok muydu? Neden?… Neden uzun uzun dertleşmedik? Belki o zaman birçok şeyler başka türlü olurdu…”

“Artık yeter Ömer.. Sana kızgın değilim… Sana kızmayacak kadar seni iyi tanıyorum… Sonra seni seviyorum… Neden sevdiğimi bilmeden seviyorum… Bu sevgiyi her gittiğim yere beraber götüreceğim… Allahaısmarladık… Güzel dudaklarını öperim… Sen de bana kızma… Başka türlü yapamazdım… Allahaısmarladık…”

Yaşlar yanaklarından süzülmekte devam ediyordu. Yazdığı kâğıtları alt alta sıraladı. Kırmızı abajurun aydınlattığı odaya şöyle bir göz gezdirdi. Hiçbir zaman pek sevmemiş olduğu bu eşyaya teker teker bir bağlılığı bulunduğunu hissetti. Elle tutulan yerleri yağlanmış kaim perdeler bile bu akşam daha sıcak yüzlü idi. Sanki her şey onu bir tarafından çekip alıkoymaya çalışıyordu. Masanın bir kenarında öğleden kalma bir çay fincanı vardı. Dibindeki kurumuş şekere bir sinek musallat olmuş, kalkıp iniyor ve bazan uzunca bir müddet kalıyordu. Macide gözlerini o hayvana dikti ve daldı.

Bir aralık dudaklarından her zamanki “Niçin” suali döküldü. Niçin? Bütün bunlara ne lüzum vardı? Ne yapmıştı? Hangi hatasının cezasını çekiyordu. Ve bu sırada, yazıp bıraktığı mektupta istediği kadar samimi olmadığını zannetti… Ömer’e hiç kızmıyor değildi… Nasıl kızmazdı? Kendinden yaşça büyük, fazla okumuş, erkek olduğu için daha çok şeyler görmüş bir insan nasıl olur da bir çocuk kadar düşüncesiz şeyler yapar ve bu yüzden nihayet başka bir insanın feda edilmesine meydan verir? Macide kendini yabancı biri gibi düşünüyor ve adeta haksızlığa uğrayan bir zavallıyı müdafaa ediyordu…

Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan

Shakespeare: Güneş akşam olup öbür yarımküreyi aydınlattığında, Haydutlar ve hırsızlar ortaya çıkar

William Shakespeare (1564-1616) genel olarak politika teorisyeni olarak tanınmaz ve dar anlamda düşündüğümüzde zaten öyle değildir. Ancak I. Elizabeth döneminde yaşayan aklı başında hiçbir İngiliz, İskoçya Kraliçesi Mary’nin asılması ve İspanyol donanmasının yarattığı tehdit gibi büyük olaylara tamamen kayıtsız kalamamıştır. Shakespeare’in belki de en belirgin özelliği massetme konusundaki yeteneğiydi; Rönesans düşünürlerinin politik görüşlerini neredeyse emmiş ve bunları o güçlü, dramatik hayal gücüne enerji sağlamak için kullanmıştır. Şairin neredeyse tüm eserlerinde görülen sosyal yapı, devletin gücü ve vatanseverlik hakkındaki söylevler, özellikle de On Dördüncü ve On Beşinci yüzyıl İngiliz hükümdarlarıyla ilgili “tarihi oyunları” bu yüzden Elizabeth dönemi İngiliz insanının görüşlerini yansıtır.

Sosyal Ve Politik Düzene Dair* William Shakespeare (Truva’daki Yunan kuşatması kötüye giderken, hatta yarılması tehlikesi mevcutken Kral Agamemnon inatçı duvarların dışındaki ordugâhında savaş konseyini toplar. Strateji konusundaki çeşitli görüşler söylendikten sonra Yunan liderlerin en kurnaz olanları bugüne kadar neyin ters gittiğini açıklamaya başlarlar.)

Ulysses Şu diyeceklerimden kurtulsaydık,

Troya çoktan temelinden yıkılmış,

Büyük Hektor’un kılıcı çoktan sahipsiz kalmış olurdu.

Bizde başa bağlılık, üste saygı kalmadı.

Bakın şu ovadaki Yunan çadırlarına;

Hepsi nasıl boşsa birliklerin de öyle başı boş.

Kumanda yeri bir arı kovanına benzemedikçe,

Herkes vargücünü oraya bağlamadıkça,

Nasıl bal beklenir bu petekten?

Bir yerde baş belli olmadı mı,

En değersizler değerli gibi görünür.

Gökler, yıldızlar ve bu dünya,

Büyük bir düzen içinde,

Başa, sıraya, mevkiye, yola, yordama, ölçülere, mevsimlere,

Şekillere, görevlere, geleneklere saygı gösterirler.

İşte onun için güneş, hepsinin ortasında,

Bütün ihtişamıyla tahtına oturmuştur.

Onun şifalı gözü, uğursuz yıldızların

Zararını önler ve bir kralın fermanı gibi,

Hiç şaşmadan, iyiye de kötüye de ulaşır.

Ama yıldızlar, başıboş bir kargaşalığa düştü mü,

Vebalar, belalar, kavgalar başlar:

Deniz kudurur, yeryüzü sarsılır, rüzgârlar boşanır.

Korkular, sapıtmalar, kanlı hadiseler,

Varlığın birliğini ahenkli huzurunu altüst eder,

Her şey çığırından çıkar, dağılır parçalanır,

Kökünden bozulur dünyanın düzeni,

İnsanları yükseklere ulaştıran o merdiven

Bir sarsıldı mı, iş çıkmaza girmiştir.

Başa saygı kalmazsa, topluluklar,

Mekteplerde sınıflar, şehirlerde loncalar,

Ayrı kıyılar arasında rahatça alışveriş;

Büyük evlat hakları,

Yaş, taht, taç, nam, nişan hakları,

Bütün bunlar nasıl yerli yerinde durur artık?

Saygı sıra gözetme, tellerin düzenini boz,

O zaman seyreyle gümbürtüyü!

Her şey birbirine girer;

Uslu uslu akan sular yataklarından taşar,

Cıvık çamura boğulur bu sapasağlam toprak;

Kuvvetli zayıfı ezer,

Azgın evlat babasını öldürür,

Zorbalık hakkın yerine geçer;

Daha doğrusu, adaletin uzlaştığı haklı haksız

Birbirinden ayırt edilmez olur,

Adalet namına da bir şey kalmaz.

O zaman kuvvet hırs olur, hırs da açgözlülük,

Ve bu açgözlülük, kuvvetle hırsın yardımıyla

Bir kurt gibi dünyaya saldırır, her şeyi yer yutar

Sonunda da kendini kemirir.

İşte büyük Agamemnon, düzene kıyılınca,

Ardından gelecek kargaşalık budur.

Düzen hiçe sayıldı mı, insan yükselmek istedikçe,

Her adımda geri gider

Baştaki bir alttakini saymaz olur,

Onu da bir alttaki, onu da bir alttaki;

Böylece ilk yanlış adımı atana bakarak,

Herkes kendi üstündekini horgörür;

Bu horgörme, soluk, kansız, cansız,

Bu kıskançlık illetine döner.

İşte Troya’yı ayakta tutan bizim bu illetimizdir,

Kendi kanı canı değil…

Uzun sözün kısası,

Kendi gücüyle değil, bizim zaafımızla yaşıyor Troya.

Krallığa Dair**

(İrlanda’ya yaptığı bir seferden geri dönen Kral Richard, Galler kıyılarında Aumerle tarafından karşılanır ve kendisine kralın kuzeni Henry Bolingbroke’un -müstakbel Kral IV. Henry- güçlü bir isyancı ordunun başına geçtiği bildirilir. Kralın cevabı asil bir Tudor gizemi içerir.)

Kral Richard Karamsar kuzen, bilmez misin ki,

Güneş akşam olup öbür yarımküreyi aydınlattığında,

Haydutlar ve hırsızlar ortaya çıkar,

Çekinmeden cinayet işler, soygunlar yaparlar.

Ama güneş yeryuvarlağının ardından çıkıp

Aydınlatınca mağrur çamların tepelerini

Ve suçluların barındığı tüm delikleri,

Cinayetler, ihanetler ve iğrenç günahlar,

Alınınca sırtlarından gecenin pelerini,

Çırılçıplak ortada kalır, birbirlerine bakıp ürperirler.

Aynı şekilde, biz dünyanın öbür tarafını aydınlatırken,

Gecenin keyfini çıkaran bu hırsız, bu hain Bolingbroke,

Doğudan, tahtımızda yükseldiğimizi görecek,

İhanetleri yüzünü kızartacak,

Günün aydınlığını görmeye dayanamayacak,

Günahları aklına gelip korkudan titreyecek.

Fırtınalı denizlerin tüm suları bile

Krala sürülen kutsal yağı çıkartamaz,

Hiçbir ölümlü Tanrı’nın vekilini tahttan indiremez.

Bolingbroke’un altın tacımıza kılıç çekmemesi için

Topladığı her adama karşılık Tanrı, Richard’ına cennetten

Bir kutsal melek yollayacak. Melekler savaşırsa,

Haksızlar yenik düşer, çünkü Tanrı hep haklıdan yanadır.

(Daha sonra, çok daha farklı biçimde, takipçileri tarafından terk edilen ve yenilgiyle ve esaretle yüz yüze gelen hükümdar, kralların kaderini yansıtır.)

Kral Richard Mezarlardan, solucanlardan ve mezar taşlarından söz edelim,

Toprak kâğıdımız olsun ve yağmur gibi akıttığımız

Gözyaşlarımızla yeryüzünün bağrına acımızı yazalım. Celladımızı seçip vasiyetlerimizi konuşalım – Ama hayır. Ne bırakabiliriz toprağa bedenlerimizden başka? Malımız, canımız, her şeyimiz Bolingbroke’un, Bizim diyemiyoruz ölümden ve kemiklerimizi örtecek Bir parçacık topraktan başka hiçbir şeye. Tanrı aşkına hadi yere oturup Kralların hüzünlü öykülerini anlatalım – Nasıl azledilmiş bazıları ya da savaşta öldürülmüşler, Nasıl bazılarına öldürdükleri kralların ruhları görünmüş, Nasıl bazılarını karıları zehirlemiş, bazıları uykuda katledilmiş, Hepsi de cinayete kurban gitmiş. Çünkü ölümlü kralın tacında Ölüm hüküm sürer; evet bu soytarı orada yaşar, Kralın yüceliğini küçümser, onu alaya alır, Kısa bir konuşma yapmasına, Bir küçük sahne kral rolü oynamasına, İnsanları korkutmasına, bakışlarıyla öldürmesine izin verir; Sanki yaşamımızı barındıran bedenimiz Ele geçirilmez bir kaleymiş gibi boş bir güven aşılar ona; Böyle dalgasını geçtikten sonra bir gün gelir ve bir iğneyle Deler duvarını şatonun, sonra – krala güle güle! Giyin şapkalarınızı, saygı göstererek Et ve kemikten bir faniyle alay etmeyin. Bırakın gelenekleri, biçimciliği ve resmiyeti, Hep yanlış tanıdınız beni. Ben de sizin gibi ekmekle beslenirim, acıkırım, Acı duyarım, dostlarımı özlerim. Böyle ihtiyaçları olan birine nasıl kral diyebilirsiniz? (II. Richard’ın halefi ve kuzeni olan IV. Henry, kendi kraliyet itibarı ve onun nasıl koruyacağı konusunda kendine özgü fikirlere sahiptir. Konuşmasında avare oğluna, müstakbel V. Henry’ye bu konuda ders vermeye çalışır.) Kral Henry Seni Tanrı bağışlasın! Ama Harry, Zevklerine şaşmamak elde değil. Atalarının uçuş yoluna tümüyle aykırı yönde kanat çırpıyorsun. Başıboşluğun yüzünden Meclis üyeliğini kaybettin Ve yerini kardeşin aldı. Saray halkının ve soyumdan gelen prenslerin Gönlünde yabancı kaldın. Geleceğinle ilgili umutlar, Beklentiler yıkıldı. Şimdi herkes kâhin olmuş Düşüşünü bekliyor artık. Eğer ben senin kadar bıraksaydım kendimi, Âlemin diline düşseydim, Vaktimi ayaktakımıyla geçirseydim, Halk beni tahta çıkarır mıydı sanıyorsun? Krala sadık kalır, beni de, Adsız, sıradan bir insan olarak, Sürgünde bırakırlardı. Oysa seyrek göründüğüm için, Ne zaman dışarı çıksam gözler bana dönerdi; Kuyrukluyıldız görmüş gibi, Herkes çocuklarına beni gösterirdi: “İşte bu o,” derlerdi; bir kısmı da, “Hangi, hangisi Bolingbroke?” diye sorardı. Böylece, Tanrı katındanmış gibi bir tavır takındım Ve öyle alçakgönüllü bir kimliğe büründüm ki İnsanların gönüllerinden sadakat, Dudaklarından, taçlı kralın önünde bile, Beni selamlayan çığlık ve haykırışlar kopardım. Kendimi hep böyle canlı ve diri tuttum. Varlığım, bir piskopos kaftanı gibi, Her görüldüğünde hayranlık uyandırdı. Ortaya çıkışlarım seyrek fakat görkemli olurdu. William Shakespeare
* William Shakespeare, II. Richard, Perde III, Sahne 2; IV. Henry, Bölüm I, Perde III, Sahne 2. *** William Shakespeare, Troilus ve Cressida, Perde I, Sahne III.

Türkiye’de Şoför Tiplemeleri – Perihan Mağden

Bazı çok agresif taksiciler var. Bütün trafik, düşmanıymış gibi araba kullanan. Bir de çok nazlılar var. Oraya gidemez. Oradan inemez. Oraya sapamaz. Olamaz. Naz. Naz. O zaman yaptığım standart konuşma: “Beyefendi, şunu hatırlatmak isterim: Ben otostop yapmış değilim. Belli bir ücret karşılığı bu şehirde beni istediğim yere götürmek zorundasınız. Tabii bu stresli oluyorsa, size Bilecik’e yerleşmenizi öneririm,” tarzı bir konuşma modeli var.

Benim arabam yok. Ehliyetim yok. Ömrümde araba kullanmadım. Bende çok ciddi bir ‘kötü araba kullanan kadın olma’ korkusu var. Hani on yılda kavrama yapmayı öğrenemez, on beş yılda anca doğru dürüst park etmeyi becerir; (anneciğim, anneciğim) işte onlardan olacağım korkusu dondurdu beni. Direksiyona elimi sürmedim. Bu beni ne yapıyor? Taksi bağımlısı yapıyor. Bağımlılığın her nevisinden nefret ettiğim için, çok arada bir minibüs ve otobüse biniyorum. (Türünün son örneği olarak.) Ama bu cengâverce çabalamalarını bir yana, ömrümün hatırı sayılır bir kısmı taksilerde, dolayısıyla da taksi şoförleriyle geçiyor.

Araba kullanmamamın bir ciddi nedeni de, aşırı işlevci olmam. Şimdi altımda bir ARAÇ olursa, ben bunu KULLANAYIM gibi olurum. Hani Türk şoförlerinin önlerini kaşır gibi, klaksona basma âdetleri var. Deli oluyorum! Direksiyonda olsam o elini penisinden, pardon klaksonundan kaldıramayan tiplere şöyle bir arabayla geçirmek gelir içimden. Bir gelir, iki gelir; üçüncüde bir de geçiririm. “Kes lan klaksonunu, senin mastürbasyonundan bize ne,” diye. Bu nedenle silah da alamam mesela. Silahım olsa, ‘bunu da kullanayım,’ gibi olurum. Öyle aşırı işlevci bir eldeki araçları değerlendirelim kaygısı. (Hani poşetleri atamayan kadın modeli. 40’lardan kalma.)

Sinirlerim zayıf olduğu için kullanamıyorum işte araba. Bir de sanki beni rencide etmek için trafiğe açılmışlar, kötü kadın sürücülere, /Bayanım, bayarım, 30 km’yle gider, sağlar sollar trafiğin içine ederim, sinyal vermeden şerit değiştiririm, saparım, şaşkınım dalgınım, canım ne isterse yaparım’ kadınlara inanılmaz bir KİN duyuyorum. Başlıyorum hakarete. Bu ultra maço tutum, gaza getiriyor tabii şoförleri, onlar da başlıyor hakarete. Öyle kadın şoför düşmanı düşmanı yol alıyoruz.

Bazı çok agresif taksiciler var. Bütün trafik, düşmanıymış gibi araba kullanan. Bir de çok nazlılar var. Oraya gidemez. Oradan inemez. Oraya sapamaz. Olamaz. Naz. Naz. O zaman yaptığım standart konuşma: “Beyefendi, şunu hatırlatmak isterim: Ben otostop yapmış değilim. Belli bir ücret karşılığı bu şehirde beni istediğim yere götürmek zorundasınız. Tabii bu stresli oluyorsa, size Bilecik’e yerleşmenizi öneririm,” tarzı bir konuşma modeli var. Bir de Taksim e tarifle giden, Beşiktaş’ı bilmeyen onlarca şoföre çattım. Çünkü onlar ‘Avcılar dan geliyorlar/ Ya da ‘Karşı tarafın şoförü/ Ulan yapış o zaman semtine, bakkaldan evlere, evlerden PTT’ye ‘Avcıların Asli Şoförü’ olarak meslek hayatını sürdür. Ama artık bu Taksim’i bilmeyen vs. şoförlere öyle alıştım ki, gayet anlayışla ‘Sağ yapın, sola sapın’ diye onları gideceğim yere kadar itekliyor, sonra da ‘Bu yokuştan aşağı inip sağa döndünüz mü Karaköy: KARAKÖY İstanbul’un bir başka semti, bir başka güzelliğiyle karşılaşacaksınız,” diye sevecenlikle uğurluyorum.

Ama geçen gece bir şoförle karşılaştım ki… Ya hani

Karadenizli taklidi yapıp durur bayat komedyenler. İnsan da “Kimse bu kadar koyu bir aksanla konuşmuyordu” gibi olur. Hayır, en berbat komedyenin en koyu taklidi gibi, cümle sonlarında “Daa” filan diyerek konuşuyor. Ve yemin ederim iki söyleyip üç gülüyor. Ritim bu. Adam hakiki bir neşe şelalesi. Ben Amerikalı kadın antropolog Jane Marplevvood ayaklarında: “Karadenizli misiniz’i patlattım. “Rizeluyum daaa,” dedi, beş kahkaha patlattı. Ben için için, yahu senin şu neşeli Laz genlerinden biraz ben alsaydım da, sen de benim şu sinir illeti Gürcü genlerimden biraz nasiplenseydin diye, genetik mühendislik hesaplamaları yapıyorum. Böyle koyu bir neşe! Adamı alıp ‘Neşeli Karadeniz Uşağının saf ve bozulmamış bir örneği olarak bir kavanoza kapamalı. Bir de Fatoş Oyuncakları hani Karadenizli erkek-kadın bir çift bebek yapmıştı vakti zamanında. Pek sevimsizlerdi. Bu adamın bebeği yapılmalı oysa. Kızımla tam taksisinden ineceğiz: “Allah bozmasın, neşenize hayran kaldım” diye  yazdım. O da dönüp bana, “Ben de senin konuşmana hasta oldum,” demez mi? Pek komik bulmaktaymış yani beni. Arabayı durdurup fırladık caddeye. Üç Karadeniz oyunu yapıp: “Hoy hoy hoy!” Neyse. Böyle folklorik ve sıcak bir karşılaşmaydı.

Laz ve Gürcü Kardeşliği zirvesi, Büyük Hanım ve Karadenizli Şoför kaynaşması, Neşe Bulaşıcıdır, Eğlence Mitinginde Buluşalım anısıydı.

Karadenizli Şoför yani Türk Meddahlığının acı kaybı, şoför tiplemelerinin en matrağıydı!

Best of Perihan Mağden

Ahmet Kaya’nın sevilen şarkı ve türkülerini online dinle

Ahmet Kaya (Malatya, 28 Ekim 1958 – Paris, 16 Kasım 2000) 1980 ve 1990’larda çıkardığı albümler ve verdiği konserlerle popüler olmuş, eserlerinin etkisi günümüzde de devam eden özgün (protest) müzik sanatçısıdır.

5 çocuklu bir işçi ailesinin en küçük üyesi olan Ahmet Kaya ilkokulu Malatya’da okudu ve müzikle ilk defa 9 yaşlarında tanıştı. Boş zamanlarında müzikle ilgilenen Ahmet Kaya, ailesinin İstanbul’a göç etmesiyle ortaöğretimden sonra bu işi profesyonelliğe dökmeye karar verdi. Uzun uğraşlar sonucu çıkardığı Ağlama Bebeğim albümünün sansürden geçmesinin gazetelere yansıması, eserin duyulmasını sağladı; bu onun için iyi bir fırsattı ve ilk albümünde büyük bir beğeni topladı.

İlk  büyük patlaması ve geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan albüm, 1985 yılında yapılıp 1986’da piyasaya çıkan Şafak Türküsü oldu. Bu albümde aranjör Oğuz Abadan’la çalıştı. 1990’lara değin özgün çizgisinden ayrılmadı ve başı sürekli derde girdi. 1990’larda da çizgisini korumaya gayret etse de, albümlerinde piyasaya yönelik çalışmalara da yer verdi. Her albümü ayrı bir patlama yapmış, özellikle Şarkılarım Dağlara albümü basılan 2.800.000 bandrolle rekor kırmıştır. 1990’ların sonuna değin çıkardığı albümler hep listebaşı oldu. 10 Şubat 1999’da Magazin Gazetecileri Derneği’nin düzenlediği ödül töreninde yeni albümüne Kürtçe şarkı koyduğunu ve bu şarkıya çekeceği klip için bir kanal aradığını açıklaması.

Aldığı ödülü insan hakları adına, cumartesi anneleri adına alıyorum” demesi üzerine törene davetli bulunanların verdiği tepki üzerine, ödül törenini terk etmek zorunda kaldı. Bu olayın hemen sonrasında Ahmet Kaya’nın 1993 yılında Berlin’de bir dernek gecesinde verdiği konsere ilişkin fotoğrafların Hürriyet gazetesi tarafından provoke edici şekilde yayınlanması üzerine “Örgüte yardım ve yataklık yaptığı ve halkı ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” iddiasıyla hakkında İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde toplam 10.5 yıl ağır hapis istemiyle iki ayrı dava açıldı. Haziran 1999’da Türkiye’den ayrıldı. Yargılamaların sonucunda toplam 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı, ancak yurtdışında olduğundan hapse girmedi. Bu arada Ordu Valiliği Kaya’nın kasetlerinin kentte satılmasını ve bulundurulmasını yasakladı. Hapis cezası ve tepkiler üzerine Fransa’ya yerleşti.

Almanya’da düzenlenen bir konserde ‘‘Arabamı şerefsizlerin memleketinde bıraktım’’ dediği iddia edildiği için hakkında DGM tarafından bir kez daha soruşturma başlatıldı. Ahmet Kaya yaptığı açıklamada hakkındaki iddiaları “Ülkeyi bölmek için değil, birleştirmek için vardık. Bunu anlamakta güçlük çektiler. Benim ülkede yaşayan 64 milyon insana şerefsiz dediğimi söylediler. Ben hiçbir halka, halklara asla şerefsiz lafını kullanmadım. Ben sadece Kürt kimliğimden beni linç etmek isteyen namussuzlara ve haysiyetsizlere burda birkez daha şerefsiz diyorum. Burda hiçbir zaman Ahmet Kaya 64 milyon insana şerefsiz dediği gibi speratif laflarla benim etrafımda toplamaya ve yıllandandır dostluk ettigim Türk halkını bana düşman etmeye çalışıyorlar, Türk halkını bana değil Türk halkını Kürtlere düşman etmek istiyorlar. Ben onların, o medyaların o üzerimde oynadıkları oyunların farkındayım bunlar soğuk savaş stratejileri. Onların o kirli savaş strajilerini bozarım, daha öncede bozdum, gene bozarım yine de bozacağım.” diyerek yalanladı. Babası Kürt annesi Türk olan Ahmet Kaya, 2000 yılında Paris’te bir kalp krizi sonucu öldü.

etiketler: ahmet kaya video, ahmet kaya şarkıları, ahmet kaya dinle, ahmet kaya kafama sıkar giderim, ahmet kaya mp3, ahmet kaya bahtiyar,ahmet kaya kum gibi, ahmet kaya giderim

“İnsanın erişebileceği en yüksek aşama kendini tanımasıdır” Shakespeare – Goethe

Yazar William Shakespeare

İnsanın erişebileceği en yüksek aşama kendi duygu ve düşüncelerinin bilincine sahip olması, kendini tanımasıdır. Bu tanıma insana, yabancı ruh hallerini de kavraması için kılavuzluk eder. Şair işte bu yeteneğe doğuştan sahip kimsedir. Shakespeare’de birdenbire kendimizi erdeme, rezilliğe, büyüklüğe, küçüklüğe, soyluluğa ve alçaklığa yatkın görürüz.

Shakespeare tümüyle iç dünyamıza seslenir ve bu iç dünya sayesinde düş gücü imgeler evrenini harekete geçirir. Hamlet’teki hayalet, Macbeth’deki cadılar ve bazı zalimlikler düş gücü sayesinde değer kazanır. Yazar etkisini daha çok canlı söz ile yapar. Bunu yapıtı yüksek sesle okurken anlayabiliriz. Şairin bizden istediği iç yaşamda neler geçtiğinden birtakım sözcükler ve sözler sayesinde haberdar olmamızdır. Yüreğin korkakça gizlediği ve sakladığı şeyler, serbest ve akıcı bir biçimde göz önüne konur. Böylece yaşamın gerçeğini öğreniriz. Güçlü ama erdemsiz insan, iyi düşünen ama öte yandan sınırlı adam, heyecan ve tutkularının elinde sürüklenmiş ya da olayları sakince düşünebilen kimse, hepsi yüreklerini ellerinde taşırlar. Herkes çok konuşur ve “Artık yeter, giz meydana çıkmalı ve gerekirse bu gizi taşlar bile açıklamalı,” der. Cansız varlıklar bile gizleri söylemek için can atarlar. Nesneler, gök, yer ve deniz, gök gürültüsü ve şimşek, vahşi hayvanlar çoğu zaman simgesel bir biçime bürünerek olaya katılırlar ve seslerini yükseltirler. Shakespeare’in yapıtları büyük bir panayırdır. Bu panayırda o dünyamızın sınırlarından dışarı çıkmaz. Evet, yapıtlarında lal, delilik, kahinlik, bilicilik, duygular, tansıklar, periler ve cinler, hayaletler, kötü ruhlar var ve bunlar büyülü bir öğe oluştururlar, ama hiçbir zaman yapıtın esası değildirler. Onların varoluşunun dayandığı temel, dünyanın gerçeğidir. Bunun içindir kı Shakespeare’in çağımızın romantiklerinden değil de safdil (naif) şair ve yazarlardan olduğu saptanır. Zira değeri çağdaş yazının onu çağdaş kabul etmesinden doğar, Romantızm’in nostaljisine de en ince cephesinden değil, kurduğu evrenin ancak kıyısından, köşesinden yaklaşır. Buna karşın eskilerden de büyük bir uçurumla ayrılır ve tümüyle çağdaş bir şairdir.

İnsanın çekebileceği en büyük azaplar, daha doğrusu, insan azaplarının çoğunluğu her bireyin içindeki, zorunluluk ile istek, zorunluluk ile bu zorunluluğun yerine getirilmesi ya da istek ile isteğin yerine getirilmesi arasındaki oransızlıklardan doğar. Kişiyi yaşamı boyunca bu oransızlıklar güç duruma düşürür. Beklenmedik ve zararsız bir biçimde hallolunabilen hafif bir yanlışın doğurduğu pek küçük bir sıkıntı gülünç durumlara zemin hazırlar. Buna karşın, hallolunamayan ya da halledilmemiş olan çok güç durumlar trajik öğeleri yansıtır.

Eski yapıtlarda daha çok zorunluluk ile bu zorunluluğun yerine getirilmesi arasındaki, yenilerde ise istek ile bu isteğin yerine getirilmesi arasındaki oransızlıklar egemendir, insanda zorunlulukla istek birlikte bulunur. Zorunluluk dıştan yükletilir, isteği ise insan kendisi yüklenir, yani içsel bir olaydır. Sürekli ve ısrarlı bir zorunluluk insana ağır gelir, bu zorunluluğu yerine getirmemek ise korkunçtur. İstek’te iş değişir. Sürekli bir istek kişiyi hoşnut eder, bu isteği yerine getiremese bile, sağlam bir iradeye sahip insan bunda da bir avuntu bulabilir.

İstek yeni çağın tanrısıdır

Eski tragedyalar kaçınılamayan bir zorunluluğa dayanır. Ne kadar değişik şekiller altında görünürlerse görünsünler, ister aktöre ve yönetim yasaları gibi usa, ister oluş, büyüme ve yok olma, yaşam ve ölüm yasaları gibi doğaya değin olsunlar, her zaman buyurgandırlar. Amaçları toplumun esenliğidir, ama biz bunu düşünmeden bile bu zorunluluklar önünde korkudan titreriz, istek ise, zorunluluğun tersine özgürdür, bireye karşı lütufkardır, bireyin gururunu okşar. Ortaya çıkar çıkmaz insana egemen olur, istek yeni çağın tanrısıdır, ona kendimizi veririz. Sanatımızı ve algılarımızı antik çağdan ayıran bu noktadır. Tragedya zorunlulukları işlediği için büyüktür. Dram eskilerin bu korkunç zorunluluğunun yerini isteğin almasıyla ortaya çıkar. Shakespeare eski ile yeniyi, yani tragedya ile dramı coşkuyla birleştiren bir şairdir. Onun piyeslerinde zorunluluk ile istek denge kurmaya çalışır. Her ikisi, şiddetle, ama sonunda hep istek zararlı çıkacak şekilde, birbirleriyle savaşır. Kişi zorunluluğa bağlı, yazgısı çizilmiş insandır.

Ama öte yandan onun, insan olarak, iradesi ve istekleri de vardır. Zorunluluk ve yazgının istekle savaşması sonucu bireyin içinde de çatışmalar çıkar. Shakespeare bu iç çatışmaya yapıtlarında önemli bir yer ayırır. Kişinin içindeki isteğe bazen dışsal bir istek de eklenir, böylece iç istek daha bir güçlenir. Örneğin Hamlet’ten babasının ruhu öcünün alınmasını ister. Macbeth’i büyücüler, Hekate ve karısı, Brutus’u dostları güç duruma sokarlar. Çağdaş sanat bireyin gücünü aşan isteği işler. Antik sanatta zorunluluk ve yazgı egemendir, irade insanlar için mümkün şeylerle sınırlıdır. Shakespeare isteği dışsal zorlamalara bağlayarak zorunluluk haline getirir ve böylece de antik sanata yaklaşır. İstek, zorunluluk ve istekle zorunluluğun yerine getirilmesi arasında güzel bir denge kurulur. Zorunlu olanı aktörel kılar ve böylece eski dünyayı yem dünyaya bizde sevinçle karışık bir hayret uyandıracak şekilde bağlar. Eğer Shakespeare’den bir şeyler öğrenmemiz gerekiyorsa öğreneceğimiz işte budur. Romantizmimizi aşırı bir biçimde ve tek varlıkmış gibi göklere çıkaracak ve ona tek yanlı bir inatla bağlanıp, güçlü, dinç ve üstün yanını yadsıyacak ve bozacak yerde uzlaşması olanaksız görünen zorunluluk ve istek çelişkisini kendi içimizde birleştirsek daha iyi etmiş oluruz. Shakespeare işte bu tansığı gerçekleştirdi. Ama unutmayalım ki o, tam hasat zamanına yetişmiş, içinde dindarlık deliliğinin bir aralık sustuğu, yaşam dolu bir Protestan ülkede çalışmak ayrıcalığına sahipti. Bu doğaya tapan kişi herhangi bir dinin yaptırımlarına uymak zorunda kalmadan saf içini geliştirdi.

Johann Wolfgang Von Goethe