“SENİN SEVMEDİĞİN GÜZEL OLMAZ!” MAVİ KARANLIK – VEDAT TÜRKALİ

Nasıl sevmem bu kenti? Bu maviden yeşile güneşe boyanmış doğa, insanı küçümsemeden nerde böyle kuşatır dört yanı? Bir şu Kale olmasaydı. Ortaçağ zindan bekçisi gibi durur… Maniseleion’un katilleri Hıristiyan barbarlar dikti, bizim aptallar da onardı; bir avuç para döktüler bu taştan gâvur pisliğine!.. Ne var gene sabah sabah?.. Uykuyu alamadık. Akşam biraz da fazla mı kaçırdık, ne?.. Tekne bitse de bir açılsak, yorgunluk, sinir minir kalmaz ya, teknenin de biteceği yok. Üç yüz bin daha diyorlar. Sen ona beş yüz, de… Nerden bulacağız bakalım?.. Balkona çıkıp koltuğa ilişti. Saat biri geçiyor, ezanlar başladı. Hele şu caminin müezzini… Böylesi çirkin sesli birine kim ezan okutur? Bu müezzini Makarios atamış diyordu Nazmi, haklı! İslamlıktan soğutmak için bağırtıyorlar herifi… Karılara bak, daha dün geldiler, iki saattir kumda yatıyorlar bu güneşin altında. Toptan manyak bu kadın milleti! Kalabalık başladı gene. Acıkmışım, gidip bir şeyler yemeli… Kalkıp odaya girdi, giyindi çabucak, taranmak için musluk üstündeki aynaya bir şey soracakmış gibi yaklaştı. Kırlaşmış saçlarına, yorgun göz altlarına baktı. Sor bakalım! Kapı vuruldu yavaştan. Hah, geldiler… Kurtardın beni Rahmiciğim. İki adımda kapıyı buldu, çevirdi anahtarı. Kapıyı açınca şaşırdı birden.

— Merhaba… Sevinmişti. — Sen miydin kız? Kumral, kırışık Tatar bakışlı, ince uzun bir kız boynuna sarıldı. — Düş kırıklığına uğrattım değil mi babacığım? dedi. Kimi bekliyordun? Kızın yanaklarından öpüp kapıyı kapatırken. — Herhalde seni değil, dedi gülerek. Ne vakit geldin? — Biraz önce. Annem İstanbul’a gitti. Mürvet geliyordu arabasıyla, haydi, dedi… — Özgür de burda!.. Donuk baktı Nergis. Öyle ya, Korhan var şimdi. — Aç mısın? Haydi inip bir şeyler yiyelim, hem konuşuruz. — Olur. Ben daha yeni kahvaltı ettim ya… Balkon kapısından baktı. — Ne güzelmiş bu oda, dedi. Kale, adalar, karşı burun… — Yaaa, hele Kale!.. — Doğru ya, senin sevmediğin güzel olmaz!.. Bakıp durma aynaya, yakışıklısın… Saçlarını çabucak taradı, kolundan tutup kapıya çekti kızını. — Haydi, geveze, dedi, açlıktan öldüm ben… Aşağı kata iniyorlardı ki resepsiyonda görevli komiser emeklisi elinde telefon, — Sizi, Muhtar Bey, dedi gülerek… — Ben mi?.. — Sevinerek telefona giderken, yemek salonunu gösterdi, — Sen otur Nergisciğim, dedi, bana da bir ızgara söylersin… Telefonu aldı hemen. — Efendim?.. Haa sen misin? Yoo, İstanbul sandım da… Söyle… Telefondaki çın çın kadın sesi, akşama Akkonak’a çağrılı olduklarını söyleyince, ilgisi arttı birden, — Olur, dedi, saat beşte geliriz, Nergis de burda… Belki o da gelir… Sağ ol Fatoşçuğum.. Öptüm… Kıyıdaki masada Nergis’in karşısına otururken kızın alaylı bakışına gülümsedi o da. — Fatoş’muş… — Duymayan mı kaldı? dedi Nergis aynı alaylı gülüşle. Muhtar’ın telefondaki bağırmasını mı, bir dedikodunun yaygınlığını mı vurgulamıştı? Açıklamak gereğini duymuş gibi, — Ayrıldı mı onlar? dedi. — Yoo, niye ayrılsınlar? Kısa bir sessizliği Muhtar bozdu. — Fesat kız, dedi. Fatoş’la aramızda bir şey kalmadı bizim… Rahmi’yle de iyiler… Allah bozmasın. Tık tık masaya vurdu bir uğursuzluğu kovalamak için!.. — Şimdi gelelim sana. Anlat bakalım… Garson salatayı, şişleri masaya koyup biraları açtı, çekildi. Nergis bardağına ağır ağır bira boşaltırken, — Ne anlatayım? dedi… Yok önemli bir şey… — Sınavlar? Birasını dikmeye hazırlanıyordu ki duraladı, çok mu önemli gibisine baktı babasına, — Bıraktım bu yıl, dedi. Herifle hırlaşıp duruyoruz zati. Belki de dışarı gideceğim. Bir burs dalgası var… Olursa… Doktorayı verebilsem daha kolay olacaktı ya… Gözleri kızda, ağır ağır yemeğini çiğnedi bir süre. Nergis tedirgin, başını önüne eğip de et parçalarıyla uğraşırken, Muhtar, — Üç oldu, dedi yavaşça. — Ne üç oldu? Aynı tedirginlikle babasına bakıyordu Nergis, Muhtar da aynı durgunlukta, — Yalanların, dedi. Yarım saat olmadan üçüncü yalanın bu… Nergis gülmeye vurdu ya, bozulmuştu. Bir süre bakıştılar babasıyla. — Daha ilk soruda adamları bir dövmediğin kalmış. Nergis boş verir gibi tabağındaki etine döndü gene. — İyi etmişim, dedi. Doktora sınavına girdim ben, itler parçalasın diye gitmedik. Sinirli bir sessizlikten sonra, gene gülerek baktı babasına, — Her yerde de kulağın var, dedi. Saadettin Bey mi yetiştirdi? Muhtar da gülümsedi, — Nergis DEREN’in, benim kızım olduğunu bilen bir Saadettin mi var? Ses çıkarmadı Nergis. Muhtar sürdürdü, — Sen unutuyorsun diye başkaları da mı unutacak benim kızım olduğunu? dedi. — Saçmalama, dedi Nergis. Benim unuttuğumu nerden çıkarıyorsun? Onurlanmıştı; üstelemekten çekinir gibi sustu Muhtar. Ters bir söz eder şimdi… — Öteki yalanlarım? — Onları da sen açıkla!.. Nergis güldü. Buzlu bira bardağını yarıya yakın içip masaya bıraktı. — Korhan’la geldik, dedi. Mürvet’in arabasıyla ya… — En kötüsü de bu dördüncü yalanmış. Kızacak gibi baktı Nergis, — Ne yapalım, dedi, sen başlattın beni yalana… Kötü oluyor yalanlarım!.. Muhtar kızarır gibiydi, toparlandı, gülümsemeye vurdu. Hoşlanmazdı Korhan’dan. Soğuk oğlan. İyice bozuk bu kız, kötü saldırdı… Aldırmazdı takılmalarıma. İlk kez başıma kakıyor yıllar önceki bir olayı. On dördünde var yoktu o sıra. Muhtar’ı, Berrin’le sandalda sevişirlerken yakalamıştı Gökova’da; Jale’den, annesinden saklamış, kuşkusunu da ustaca bir yalanla önlemişti. — Annen de İzmir’e gitti, değil mi? Nergis kalan birayı, köpürterek şişeden bardağa boşaltırken soğukça bir sesle, — Evet, dedi, İzmir’e gitti, İstanbul’a değil. — Çeşme’ye, Ferhat’a… — Evet, Çeşme’ye, Ferhat’a… Yıllar olmuş, kopmuşsunuz; Jale Hanım’ın dedikodusunu bırakamıyorsun bir türlü… Aynı soğuk, sert sesle, — Çok umrumdaydı, dedi Muhtar. Yalana ne gerek var sadece?.. — İçimden İstanbul demek geldi birden. Alışkanlık. Yalana bulaşmışız bir kez!.. Alaylı, acımasız baktı babasına, gülmeye başladı, — Bayılıyorum size, dedi. Merak etme, o da senden beter… Geberiyorsunuz birbiriniz için ya, dünyada birleştirmeyeceğim sizi. Çıra gibi yanıp tutuşun böyle… Kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Muhtar da gülmeye vurdu. — Aptal! dedi. Birleşecekmişim!.. Tanrı korusun!.. Dünyayı sen yönetiyorsun zaten!.. Bir sessizlik oldu, konuyu değiştirmekle sürdürmek arası, — Şu tekne bir bitse, dedi Muhtar, birleşecek başka şeyim kalmadı benim… Denizle evleneceğim artık!.. Tekne, deniz, balık… — Bıkarsın… — Bunca yıl bıkmadım da… — Bunca yıl gelip gittin, yılda üç beş ay… — Gençtik… Gelip gitmeyle yitirecek vaktim yok artık. Yerleşeceğim buraya. Emekliliğim de ekimde zaten… Bıktım büyük kentten… — İstanbul’dan da mı? — İstanbul’dan da…

İnanmamış gibi baktı Nergis, ses çıkarmadı. Yemekleri bittiğinde konuşacak şeyleri de tükenmiş gibiydi. Nergis uzunca kalmayı düşünüyordu. Mürvet dönecekmiş, evi ona bırakıyormuş. Korhan mı? O da bir süre kalacak… Muhtar’ın tekneyi bitirmekten başka düşüncesi yok. Yazıhaneyi Selami’ye, ortağı avukata bırakmış eylül sonuna dek… Sonra da… Lokantadan daracık sokağa indiklerinde, — Hadi benim tekneye bir bakalım, dedi Muhtar. Ustanın aldırmazlığından, çalışanların tembelliğinden yakındı. Başında durmasa daha kırk yıl bitmez bu tekne. Nergis, bu küçük kentte yıllardır duyduğu bu tür sözlerin alışkanlığıyla gülümseyerek dinliyordu. Biraz bulut görseler, “Böön hava gış,” deyip işe gelmezmiş yapılardaki işçiler… Yol boyu birkaç kez “Oooooo!”larla, yerli, yabancı tanıdık karşılaşmalarından, çoğuyla sarılıp öpüşerek görüşme dileklerinden sonra bir ara sokağa sapıp Kale’nin yanındaki kıyıda, kızakta bekleyen tekneye vardılar. Bir iki tekne daha vardı kızakta, bitmişe en yakını buydu. Motoru falan takılmış ya, daha epeyi işi vardı belli ki. Usta yemeğe gitmişti. Bu saatte, herkes lokantalarda, evlerinde. Kimi çoktan öğle uykusuna yattı… Muhtar tekneyi gösterdi başıyla, — Görmek ister misin? dedi… — Yoo, dedi Nergis. Gidip yatayım biraz. Çok sıcak. Sen de yorgun görünüyorsun. Daha burdayız. Tam bir şey diyecekti ki Muhtar’ın gözü, kıyıya açılan arka kapıdan demircideki birine takıldı, duraladı. — İbraam değil mi bu? Yürüdü işyerine; matkaplar, presler, bıçaklar, kocaman çelik örs, kaynak makinesi, bütün işyerini denetleyen bir bekçi gibi köşeye kurulmuş isli körük, elindeki eğeyi bir demir parçasına sürterek karanlık işyerinin sessizliğini bozan, rengi karaya dönmüş mavi tulumlu bir de oğlan vardı içerde. Yeni terlemiş bıyıkları, yeşil gözleri, koyu kestane saçlarıyla güzel, delikanlı bir yüz, kapıdan bakan Muhtar’ı görünce gülümsedi. Eğeyi bırakıp yaklaştı. — Merhaba İbraam… — Hoş geldin ağbem… Arkadan yaklaşan Nergis’i görünce gizlemeye çalıştığı kırılgan bir sevinçle baktı, — Sen de hoş geldin abla, dedi… — Hoş bulduk… Muhtar, Nergis’in bir şeyler demesini önler gibi, — Ne oldu? dedi. Sen Malik Bey’e gitmemiş miydin? Fabrikaya… — Gittimdi… — Eeee?.. İbrahim söylemekle söylememek arası durdu bir, kızarır gibi oldu. — Döndük işte, dedi. Muhtar üsteledi, — Ne oldu? Bir şey mi oldu? — Eh işte, deyip duraladı İbrahim; gülmeye çalıştı. Muhtar’ın soru dolu bakışlarıyla bir süre ikircikli kaldı sonra dikeldi, kesin bir karar bildirir gibi, — Bize göre değil, dedi. Daha bir şeyler bekleyen Muhtar’a bakıp durdu öylece. — Yahu, Malik Bey iyi adamdır, dedi Muhtar. Seni de pek sevmişti… Onun fabrikalarında sen, çok iyi bir gelecek… — İyi adam Malik Bey… Kötü demedik ağbem… Sağlık olsun… Kesip atması uyarı oldu Muhtar için de, geriler gibi gülümsedi. — Sağlık olsun canım, dedi… Neyse… Şimdi burdasın?.. — Burdayız, dedi. İşyerini gösterdi şöyle bir. — E, görüşürüz… — Güle güle… — İkindiyin uğrayacağım. Hadi eyvallah… — Sağ olun… Güle güle… Gözleri Nergis’e kaydı yavaşça, Nergis’in gülümseyerek başıyla verdiği selamı nasıl karşılayacağını bilemeden işine döndü. Suskun yürüyüp sokağı bulduklarında Muhtar Bey, hece sonlarındaki “k” sesini yutan yerli ağzını daha da abartarak, — Mali Bey iyi adam!., dedi. Pis tembel bok… Şu turizm olmasa yemeğe “e’me’” bulamazsınız miskin herifler… Ekmek sözünü yerli ağızla söylemesine Nergis gülünce tutamadı, o da güldü. — Oysa Malik Bey neler düşünüyordu bunun için. Kafasız… Nergis’in sessizliğiyle aymış gibi baktı alaylı bir ciddilikle, — Bağışla, unuttum, dedi. İbraam emekçi kardeşimiz, Malik Bey gibi sömürgen bir fabrikatöre karşı… Ancak bizim gibi oportünist küçük burjuvaların anlayamayacağı… Nergis yavaşça kesti, — Kavga istiyorsun galiba!.. Ürkerek toparlanmış gibi, — Tanrı korusun, dedi Muhtar. Koca üniversite baş edemiyor sizinle… Durup elini uzattı babasına. — Çok sıcak, dedi. Gidip biraz yatmak istiyorum. Akşama da Akkonak’ta… — Sevindim, dedi Muhtar. Geleceksin!.. — Geleceğim, dedi Nergis. Belki Korhan da gelir. Git de yat, çok yorgun görünüyorsun. — Moralimi bozamazsın, dedi Muhtar. Aslan gibiyim. Büyük kentin pisliği var üstümde. Üç gün sonra görürsün…

Uzanıp yanaklarından öptü kızını, el sallayıp yürüdü. Nergis haklı, yorgunum. Şu yalınayak giydiğim şipitik sandaletler, keten pantolon, şilebezi gömlek bile ağır geliyor. Sıcaktan. Güneş tepede, baksana. Beş yüz bini bulmanın bir yolu arka koydaki arsayı satmak. O da akıl işi değil. Arsalar gün günden bindiriyor. Tekne için elden çıkarmak enayilik. Buraya yerleşeceksem bir kulübem olmalı. Yaş da elliyi… Daha kırk dokuz… Ah, Nergis yaşında olsaydım. O zaman da Nergis olmazdı. Olmasın… Nasıl dilim varır be. Çok seviyordu Nergis’i. Nefretlerle, kızgınlıklarla, yüreğinin ta içinden bağlılıklarla karmakarışık bir şey… Petrolün topraktan çıkarılışı üstüne bir film görürken Nergis’i anımsadığını unutmuyordu hiç. Kapkara, çamurla karışık yer yağ ağırca akarken spiker, “İşte uçaklarımızı bulutların üstüne çıkaran, arabalarımızı yüzlerce kilometre coşkuyla koşturan güç bu karanlık sıvıda…” demişti. Daha doğrusu eskidendi bu duygusu. Arınmış, süzülmüştü artık bu sıvı; çoğu kez hayranlığa dönüşen çekingen bir sevgi kalmıştı. Ama ne kadar güç olmuştu bu süzülüp arınma. Biliyordu, dertlerin kaynağı karısıyla kendisiydi aslında. Kızın ne suçu var? İstanbul’da Hukuk’u bitirip de evlendiklerinde Jale, Güzel Sanatlar Akademisi, Resim Bölümü’ndeydi daha. Seramikle uğraşıyordu. Bir diploma da alamadı ya… Bu konuda da beni suçlar: Evlenmekte acele etmişiz! Sanki yalnız benim isteğimle oldu. Neyse on yedi yıl sürdürdük gene de; sürdürmekse… Ayrılalı dokuz yıl oldu demek. Ayrılmayı isteyen Jale oldu görünürde. Genç kızı varmış; her önüne gelen kadınla yatan böyle bir ahlaksızla daha fazla birlikte olamazmış. Aslında onları ayıran Nergis’ti; öyle değil, basbayağı baskıyla yapmıştı o işi. Annesiyle babasının, kendini bildi bileli, önce korkuyla, sonra gözyaşlarıyla, sonra da alayla seyrettiği bitmez tükenmez kavgalarından kurtulmanın tek yolu olarak gördüğü için boşanmalarını ikisine de zorla dayattı denebilirdi. Başlarda babasını suçlu bulurdu; bütün yaygarası içinde annesinin de ne cevizler, ne fındıklar kırdığını öğrenmiş olmalı ki babasına sokulmaya başladı. Muhtar Bey kızındaki bu değişikliğin nedenlerini sezdi sezmedi, boşanma işi çıktı ortaya. Hem de Jale’den geldi. Daha önceleri bu konuda hep direten Jale’den!.. Neyse, Allah razı olsun kim yaptıysa… Ağzı çok sıkıydı Nergis’in. Muhtar Bey, Jale’nin Ferhat’la ilişkisini kızının da bildiğini, ancak karısıyla ayrıldıktan sonra öğrenmişti. Çok zekiydi bu kız, daha parmak kadarken kavramadığı bir şeyimiz kalmamıştı; huysuzlukları, edepsizlikleri, sırasında etmediğini komaması, açıklarımızı iyi biliyordu da ondan. Biz de onu eğitip adam edeceğiz diye… Aslında o bizi adam etti! Bana mı benzer daha çok, annesine mi? İyi ki başka çocuk yapmadık. Benden olacağına güvensem isterdim belki de! Bunun senden olduğuna… Yoo, onda kuşkum yok. Vakti, saati her şeyi tam hesabıyla oldu. Çekik Tatar gözlerine baksana… Daha buraya dadanmamıştık o zamanlar!.. Ne olduysa bu kentte oldu bize… Boşuna bedroom dememişler buraya!.. Bak, ev işini Nergis’e söyleseydim iyiydi. Onun kolu kanadı geniştir. Aylarca bu otelde kalmaya param yetmez. Birine takılmadan çıkıp yatayım biraz.

Vedat Türkali Mavi Karanlık

Mavi Karanlık Zaman: 12 Eylül 1980 Darbesi öncesinin minyatür, kaotik “iç savaş” yılları. Yer: Bodrum… Kişiler: Aydınlar… Olayların eksenini, doktora öğrencisi Nergis’in ölümle tehdit edilen sevgilisi, fizik asistanı Korhan’ı ölümden kurtarmak için Bodrum’a getirilişi, orada eski sevgilisi Özgür’le karşılaşması oluşturuyor. Nergis-Korhan, Nergis-Özgür ilişkisinin çevresinde, ülkenin içinde bulunduğu durum, “terör”ün tırmanışı, Bodrum’daki yaşayış ele alınıyor. Ölümün kol gezdiği bir dönemde her sınıftan aydının toplandığı Bodrum sığınağı şöyle çiziliyor: “Tabaklarla, içki şişeleriyle donanmış masalardaki arkeolog, gazeteci, yazar, öğretmen, doktor, mimar, hukukçu, radyocu, televizyoncu, büyük kent sosyetelerinden kadınlı erkeli bilinen yüzler, türkülü, kahkahalı, gülücüklü, konuşmalı, alkol kokulu, sigara dumanlı bir ortalıkta karman çorman…” “Mavi Karanlık”, Korhan’la Özgür arasında bocalayan Nergis’in sevdası ekseninde; asıl, aydınlarla halk arasındaki ilişki ve çelişkinin hesaplaşmasının sergilendiği, bugün de güncelliğini yitirmemiş bir romandır. (Tanıtım Yazısından)

Fuat Saka’nın Gürcü caz müzik grubu The Shin ile çıkardığı “Lazutlar2016” albümü

1952 yılında doğan Fuat Saka, İstanbul’da resim, Fransa ve Almanya’da da müzik eğitimi aldı. Akustik gitar, bass, buziki, davul, perküsyon, keyboard,saz, çura, tambur ve flüt gibi çeşitli çalgıları çalabilmektedir. İlk albümünü 1982 yılında “Yıkılır Zulmün Son Kaleleri” adıyla çıkardı.

Bir yıl sonra da “Ayrılık Türküsü” albümünü sevenlerine sundu. 1980’li yıllarda uzun bir süreliğine yurt dışına çıkan sanatçı, “Kerem Gibi (Nazım Hikmet Şiirleri)” albümünü 1984 yılında çıkardı. Sanatçı, dördüncü albümü “Sevdalı Türküler”i 1987 yılında çıkardıktan bir yıl sonra “Nebengleis (Kenardaki Ray)” albümüyle çıktı sevenlerinin karşısına. Daha sonra bu albümü 1989’da çıkardığı “Askaros”, 1991 yılında piyasaya sürdüğü “Semahlar ve Deyişler” ve 1993’de çıkardığı “Şiirce” albümü izledi.

Müziğine Lazca caz yakıştırması yapılan Fuat Saka, 1994 yılında çocuklar için düzenlediği “Torik Balıklar Ülkesinde” albümü müzik marketlerde yerini aldıktan iki yıl sonra, 1996’da Demir Gökgöl’le “Arhavili İsmail” albümünü çıkardı. Yerli ve yabancı müzisyenler için düzenlemeler yapan Saka, lazutlar serisinin ilki olan “Lazutlar”ı 1997 yılında sundu hayranlarına. üretken ve kaliteli müzik yapan birkaç sanatçıdan biri olan Fuat Saka, bir yıl sonra da “Sen” albümüyle çıktı hayranlarının karşısına. Serinin ikinci albümü olan “Lazutlar II”yi 2000 yılında, “Perçem Perçem” kasetini de bir yıl aradan sonra 2001 yılında, serinin üçüncü albümü olan “Lazutlar III”ü 2002 yılında çıkardı.

Yaptığı müziklerle bir kültür elçisi gibi çalışan Saka, uluslararası bir çok solo konser verdi ve Almanya, Fransa, Danimarka ve Türkiye’den birçok müzisyenle çalıştı. müzik hayatını İstanbul – Hamburg – Paris üçgeninde sürdüren sanatçının grubu alman, Amerikalı, Gürcü ve Azerbaycanlı müzisyenlerden oluşuyor.

The Shin, Gürcü caz müzik grubu. 1998 yılında Almanya’da kurulmuştur. Grup üyeleri Zaza Miminoshvili, Zurab J. Gagnidze ve Mamuka Gaganidze’den oluşmaktadır. tarzları daha çok GürcüFolk müzik’in Caz ile karışımından oluşmaktadır. The Shin grubu, ülkeleri Gürcistan’ı Danimarka’nın Kopenhag şehrinde yapılmış olan 2014 Eurovision Şarkı Yarışması’nda Mariko Ebralidze ile birlikte temsil etmiştir ve yarı finalde sonuncu olarak elenmiştir. Grubun Egari ve  Karadeniz Ateşi (Çok kültürlülük sentezi ve Kara Deniz) adlı iki albüm çıkarmıştır.

Ekim Devrimi ve Kadınlar – Mediha Göbenli

Kollontay, mutfağın evlilikten ayrılmasının bir kadının yaşamındaki önemini, kilisenin devletten ayrılmasıyla eş olduğuyla açıklamıştır.

Aşık Hikayeleri, Hasan Mellah ve İlk Romanlarımız – Berna Moran

İlk romancılarımız Batı’dan aldıkları roman türünü savunurken kendi geleneksel anlatı türlerimizi akıl dışı olaylara yer verdikleri için ilkel ve çocukça bulmuşlar ve yetişkin bir insanın bunlardan zevk alamayacağını iddia etmişlerdir. Bununla birlikte Şemsettin Sami, Ahmet Mithat, Namık Kemal ve Samipaşazade Sezai gibi yazarlarımız Batı’dakileri örnek alarak roman yazmayı denediklerinde, doğal olarak çocukluklarından beri dinledikleri ve okudukları masalların, halk hikâyelerinin, meddah taklitlerinin oluşturdukları bir birikimden yararlanmışlardır. Pertev Naili Boratav «İlk Romanlarımız» adlı incelemesinde hikâyecilik geleneğimizin ilk romanlarımızdaki izlerini ele alırken meddah hikâyelerinin önemini vurgular ve bunların gerçekçi bir yönü bulunduğundan ötürü modern roman için gerekli temel koşula sahip olduklarını hatırlar. Daha sonra Ahmet Mithat’ın geniş bir okur kütlesine roman çeşidini kabul ettirebilmek için bir meddah gibi davrandığını, meddahlar gibi okuyucu ile konuştuğunu, onların fikirlerini sorduğunu, okuyucunun sorabileceklerine cevap verdiğini, kıssadan hisse çıkardığını, kısacası Ahmet Mithat’ın romanlarında «aynı dil ve üslubun, aynı hikâye tekniğinin mevcut olduğunu» söyler.  Boratav şöyle bitiriyor yazısını:

«Türk romanı sadece Avrupa romanını taklitle kalmamıştır. Onun eski Türk hikâyeciliğinde kökleri vardır. Modern Avrupa romanı bu hikâyecilik üzerine bir aşı vazifesi görmüştür.»

Meddah hikâyelerinin etkisinin yeni bir örneğini Güzin Dino’nun Türk Romanının Doğuşu adlı kitabında buluyoruz. Güzin Dino, Namık Kemal’in İntibahını incelerken konunun ve kişilerin Hançerli Hanım diye bilinen bir meddah hikâyesinden geldiğini göstermiştir.

Yine de eski anlatı türlerimizle ilk romanlarımız arasındaki bağlar henüz araştırılmış sayılmaz. Belki eski metinlerin güvenilir baskıları sağlandıktan sonra bu konuda daha derin incelemelere girişilecektir. Bununla birlikte, şimdilik, özellikle halk hikâyeciliğimizden ilk romanlarımıza nelerin aktarıldığı konusunu biraz daha aydınlatmak olanağı vardır. Üzerinde durulmayan bir nokta eski âşık hikâyeleri ile ilk romanlarımız arasındaki bağlardır. Üzerinde durulmamıştır, çünkü âşık hikâyeleri, meddah hikâyeleri gibi gerçekçiliğe özenen bir anlatı türü değildir. Ne tarihsel doğruluk iddiasındadır ne de gerçekliğe bağlı kalmak iddiasında. Bu, masala yakın hayal ürünü hikâye çeşidi ideale yönelik bir karakter taşıdığı ve üstelik doğa yasalarına aykırı olaylara, doğa üstü varlıklara yer verdiği için romana uzak görülmüş olsa gerek. Kerem ile Aslı, Emrah ile Selvi, Tahir ile Zühre, Aşık Garip gibi hikâyelerden oluşan bu hikâye kolu sevgiyi idealize ederek gerçeklikten uzak bir romans dünyası sergiler. Kahramanlar bir bakıma bize benzemeyen yüceltilmiş âşıklardır ve hikâye gerçeğin değil güzelin peşinde olduğundan dil bakımından da şiirlerle süslüdür.

Meddah hikâyeleri ise (konularını masaldan, menkıbelerden ve diğer hikâyelerden alanlar dışında) kendi zamanındaki çevresine sadık kalır, kişileri bize benzer kişilerdir ve şehrin güncel yaşamı içinde geçen olaylar süssüz, düzyazı diliyle anlatır. Örneğin, genellikle bir mirasyedinin kadın ve içki âlemlerinde servetini tüketmesi tema’sını işleyen Tıfli Çelebinin hikâyeleri (Hançerli Hanım, Sansar Mustafa, Kanlı Bektaş, Letaifname) 17. yüzyıl İstanbul’unun esnaf çevresinde geçen ve gerçekçi bir havası olan hikâyelerdir. Gerçi bu hikâyelerde de sevgi vardır, ama bunlardaki sevgi idealize edilmiş romantik bir aşk değil, batakhaneler ve cinayetler atmosferi içinde yaşanan şehvettir daha çok. Kendi döneminin yaşamına yönelik bu çeşit meddah hikâyeleri, kurmacadan uzaklaşıp gözlemleneni yansıtmaya yaklaştığı oranda olay örgüsünü bir yana bırakarak ‘hayattan bir dilim’ sergilemeye kadar varabilir. Nitekim 19. yüzyılda taklide ağırlık veren meddah hikâyelerinde olay örgüsü ortadan kalkar ve hikâyeci, kentte gözlemlediği bir sahneyi (vapur yolculuğu, ya da tramvaya binen bir kadın gibi) canlandırmaya çalışır.

İlk romancılarımız Avrupa romanını taklit eder, hatta toplumsal sorunlara değinen yapıtlar verirken, karşıt yönelişlerde olan meddah ve âşık hikâyelerinden yararlanmışlardır. Meddah hikâyelerinin üslup bakımından (Ahmet Mithat tarafından) nasıl sürdürüldüğü açıklanmıştır, ama yapılan bakımından birer romans olan âşık hikâyelerinin ilk romancılarımız için oynadığı rolün önemi farkedilmemişe benziyor.

Romans sözcüğünden, Avrupa’da Ortaçağ’da soylu sınıfın meydana getirdiği şövalye edebiyatını kastetmiyor, sözcüğü daha geniş anlamıyla kullanıyorum. Yani idealize edilmiş kahramanlarıyla, bildik dünyadan biraz uzak bir dünyada geçen ve bir aşk ilişkisinin ağır bastığı bir öyküyü anlatan ve dolayısıyla gerçekçi olmayan bir anlatı türünü. Romans gerçek hayatın sorunlarına değinmeyen iyi vakit geçirtecek, eğlendirecek masalımsı bir anlatıdır diyebiliriz. Genellikle mutlu biten bir aşk öyküsünü dile getiren romansın olay örgüsü ve episodları belli kalıpları tekrarlar. Kişileri de siyah beyazdırlar, ya iyi ya kötü.

Batı’da 2. yüzyılda Yunan’da ilk örneklerine rastlanan romansa bakacak olursak bunlarda tekrarlanan bir olay örgüsü tipi buluruz. İki sevgili şu ya da bu nedenle ayrı düşerler ve birbirlerini ararken her ikisinin de başından birtakım serüvenler geçer. Bazen kaçırılırlar, köle olarak satılırlar, hapsedilirler vb. Genç erkeğe göz koyan kadınlar, kıza göz koyan erkekler, ölümle burun buruna gelmeler okura heyecanlı dakikalar yaşatır. Ne var ki bütün bu güç durumlara karşın erkek de kız da namusunu korur, birbirlerine bağlılıklarını sürdürürler ve sonunda kavuşur evlenirler. Bu romansları inceleyen eleştirmenler de yapılarının ayrılık-tehlike- birleşme bölümlerinden meydana geldiğine dikkati çekmişlerdir.  Çok güzel iki gencin idealize edilmiş bu aşk öyküsünde sadakat en önemli erdem olur. Romanın Batı’daki gelişimi konumuzun dışında; ancak bilindiği gibi burjuva romanı 18. yüzyılda boy gösterdiğinde ona hazırlık sağlayan anlatı türleri arasında Rönesans’ın ve 17. yüzyılın romansları da vardı ve romancı güncel yaşamı sergilerken bir olay örgüsü kurabilmek için romans kalıplarına da başvuruyordu. Hatta Northrope Frye’a göre romans büyük ölçüde gerçekçi romanın yapısının çekirdeğini de sağlamıştır ve romans kalıpları biraz şekil değiştirmiş olarak gerçekçi romanlara uydurulmuştur. Bundan ötürü hayal ürünü romans ile, bildik bir dünyayı yansıtan roman arasındaki sınırı saptamak güç olur bazen. Belki bir yapıt için romans mı yoksa roman mı demek gerektiğini kolayca kestiremeyebiliriz. Bununla birlikte bu iki anlatı türünün uç noktalarındaki örneklerini alacak olursak aradaki fark çok daha açık olarak görülür. Romansın en uçtaki şekli, gerçeklikten iyice kopmuş, masala yakın bir anlatı iken, romanın en uçtaki şekli gerçekçiliğin ’hayattan bir dilim noktasına kadar uzanır.

Bizim âşık hikâyeleri de romans grubuna giren bir anlatı türüdür ve ilk romanlarımızda romansa özgü yapılarıyla varlıklarını belli ederler. Âşık hikâyelerinin yapısına dikkat edecek olursak bir olay örgüsü kalıbının (romans kalıbının) bu hikâyelerde tekrarlandığını söyleyebiliriz sanırım. Hikâye dört ana bölümden oluşur:

1) Genç kız ile erkeğin arasında aşkın doğuşu.

2) Sevgililerin ayrı düşürülmesi.

3) Sevgililerin birbirlerine kavuşabilmek uğrunda verdikleri savaşım.

4) Evlilik ya da ölümle bitiş.

Birinci bölümde bir genç kızla delikanlının birbirlerine âşık oluşları anlatılır. Bunların arasındaki bağ, ya derviş gibi üstün güçleri olan birinin işe karışması ile, ya rüyalarında aşk kadehi içmeleriyle ya da buna benzer olağanüstü bir durumla kurulur, ikinci bölümde sevgililer ya ana babanın araya girmesi (Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre) ya rakip bir erkeğin kızı kaçırması (Emrah ile Selvi) ya erkeğin gurbete çıkması zorunluluğu (Aşık Garip), gibi bir nedenle ayrılırlar.

Üçüncü bölüm sevgililerin tekrar kavuşmak için aradaki engelleri ve güçlükleri aşmak yolunda verdikleri savaşımı sergiler. Genellikle genç erkek kendisinden kaçırılan kızın peşine düşer ya da gurbete çıkar, şu ya da bu şekilde, ölüm pahasına da olsa kıza kavuşma çabasını inatla sürdürür.

Dördüncü bölüm ya mutlulukla sonuçlanır ve iki sevgili evlenirler (Aşık Garip), ya da ikisi birden ölürler (Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Arzu ile Kamber vb.).

Romans yapısına göre kurulmuş bu hikâyeler doğal olarak bir aşk öyküsünü anlatırlar, ama sıradan bir aşk değildir bu. Gerek hikâyenin kahramanları gerekse işlenen aşk tema’sı idealize edilerek olağanüstü bir düzeye ulaştırılmıştır. Aşkın hiçbir engel ve güçlük karşısında yılmadan üstün geleceğini kanıtlayan bu hikâyelerde de sevgiliye bağlılık ve sonuna dek sürdürülen sadakat en önemli erdem olur; aşk da en büyük değer. Sevgililer sonunda birleşip mutluluğa ermekle sadakatlerinin ve bağlılıklarının ödülünü almış olurlar. Buna karşılık ölümle biten acılı hikâyelerde de aşk uğruna canlarını vermiş olanlar sadakatlerini sonuna dek sürdürmekle sevginin yüceliğini kanıtlamış olurlar. Onun içindir ki ‘hak aşığı’ denilen bu tür sevgililerin aşkı bir bakıma kutsal sayılır ve bir çeşit dokunulmazlığı vardır. Hikâyede bazen, kızı elde etmek isteyen rakip, bunların hak âşığı olduğunu öğrendiği zaman kızı sevgilisine terkederek aradan çekilir.

Bugün biliyoruz ki hayal gücü, bir yalın kurmaca metin yaratmaya giriştiği zaman bilinmedik, görülmedik yeni bir kurgu yaratmak yerine belli kalıplar içinde dönüyor. Aşık hikâyelerinin bir kısmının gerçekten yaşamış bir aşığın yaşam öyküsünü dile getirdiği söylenir. Eğer öyleyse, hikâyelerin aynı olay örgüsü kalıbını tekrarlamaları, bir âşığın yaşamını öykülemek isteyen kişinin bunu nasıl belli bir kalıba dökme eğiliminde olduğunu kanıtlar.

Tanzimat döneminde Fransızcadan yapılan çeviriler arasında Yunan romanslarından Longos’un Daphnis Kai Khloe’si de var. 1873’de Dafni ile Khloe’nin Hikâye-i Taaşşukları adıyla Kâmil tarafından Türkçeye çevrilmiş. Bu eski romansların kalıntılarının daha önceki yüzyıllarda Anadolu topraklarından ve Arapçaya yapılan çevirileri yolu ile bizim hikâye edebiyatımıza bir şeyler verip vermediğini bilmiyorum. Araştırılmış bir konu değil bildiğim kadarıyla. Ama örneğin Muhayyelat-ı Aziz Efendideki «Hoca Abdullah’ın ibretli Hikâyesi» ile Efesli Ksenophon’un Efes ile ilgili olaylar veya Habrakome ile Anthias’ın Aşkları adlı romanslarında görülen benzer episodlar böyle bir olanağı akla getirmiyor değil.

Adı geçen romansda korsanlara esir düşerek ayrılan Habrakome ile Anthias’ın başlarından türlü serüvenler geçer. Habrakome bir ara Mısır’da ölüme mahkûm edilir ve çarmıha gerilir. Rüzgâr çarmıhı Nil nehrine yuvarlar ve suların sürüklediği Habrakome’yi nöbetçi askerler görerek kurtarırlar. Öte yandan Anthias da Mısır’da haydutların eline düşmüş ve ölüme mahkûm edilmiştir, ama başındaki nöbetçi ona âşık olur ve Anthias ölümden kurtulur, sonra köle olarak satılır. Tabii iki gencin kavuşması ile biter bu romans da.

Hoca Abdullah’ın hikâyesinde de Mısır sultanın odalıklarından Dürdane (sultan ile sevişmeyi reddetmiştir) ile Hoca Adbullah birlikte kaçmak isterlerken yakalanırlar. Genç adam bir çuvala konarak Nil’e atılır, ama boğulmaz; sular onu sürükler ve balıkçılar Abdullah’ı kurtarırlar. Dürdane de Anthias gibi ölümden kurtulur, çünkü onu Nil’e atmakla görevli cellatlar, gizlice bir esirciye satmayı tercih ederler. Türlü serüvenlerden sonra Abdullah ile Dürdane evlenirler.

Bu benzer episodlar Yunan romanslarından Anadolu’da bir şeyler kaldığını gösterebilir, ama bu romansların kaynakları arasında Doğu ebediyatının da bulunması olasılığının ileri sürüldüğünü de unutmayalım.

Batı’da romans gibi kalıp (formül) edebiyatını inceleyenler göstermişlerdir ki evrensel diyebileceğimiz birtakım kalıplar çeşitli ülkelerde ve başka başka çağlarda karşımıza çıkıyor. Ancak kalıplar, yapıtların yazıldığı ülke ve çağın kendi kültür çevresinin oluşturduğu bir bağlam içine oturtuluyor. Başka bir deyişle kalıp pek değişmez ama içini dolduran malzeme ülke ve çağa uygun düşen kişilerden, örflerden, günahlardan vb. oluşur. Ayrı çağların ve ülkelerin edebiyatında bulduğumuz bu kalıpların neden tekrarlandığını kesin olarak bilmiyoruz. Sosyolojik, psikolojik ya da birden çok etkene bağlı çözümler getirilmeye çalışılıyor, ama girişilen bu çabalar üzerinde durmamız bizi konumuzdan uzaklaştıracağı için bu tartışmalı sorunu bir yana bırakabiliriz.

Ahmet Mithat ilk romanı Hasan Mellah’ı Monte Cristo’dan esinlenerek yazdığını söyler. Anlaşılan Monte Cristo’nun sürükleyici niteliğine imrenmişti yazarımız. Ne var ki böyle bir roman yazmaya kalktığı zaman Monte Cristo’nun yapısını ve tema’sını almak yerine âşık hikâyelerinin yapısını, tema’sını ve kahramanlarını, bol serüvenli sürükleyici bir romana uygun bir biçimde kullandı. Hasan Mellah’ın gerçekte âşık hikâyelerini bir Batı romanına dönüştürme çabası olduğunu kanıtlamak kolaydır.

Olay örgüsü kalıbı aynıdır ve sözünü ettiğimiz dört bölüme ayrılır. Yani, âşık olma, ayrılma, kovalama ve kavuşup evlenme.

Hasan ile Cuzella birbirlerine âşık olurlar. Kız zaten daha önce Hasan’ı resminden sevmiştir. Hasan da kızı görünce ona âşık olur ve âşık hikâyelerinde olduğu gibi birbirlerine sadık kalacaklarına, başkasına yar olmayacaklarına «âşıkhane» söz verirler. Kız Hıristiyan, Hasan Müslüman dır; Kerem ile Aslı da olduğu gibi. Aşık hikâyelerindeki sevgililerin başına gelen onların da başına gelir, ayrı düşerler. Kerem ile Aslı da olduğu gibi kız kaçırılır. Ancak Hasan Mellah’da kızı kaçıran anası babası değil, Emrah ile Selvi de olduğu gibi başka bir erkektir: Zengin Pavlos. Derken üçüncü bölüm başlar: Kovalamaca ve serüvenler. Bu tür romanslarda (Hasan Mellah gerçekte bir romanstır) baştaki ayrılık ile sondaki kavuşma bölümleri arasında yer alan serüvenlerin iki işlevi olsa gerek. Birincisi sevgililerin her türlü güçlük ve tehlikeye karşı ödün vermeyerek sözlerinde durduklarını kanıtlamak. Yani moral bir işlev. İkincisi kahramanları tehlikeli serüvenlere sokarak okura heyecan verme işlevi. Çünkü bu tür romanslarda okur kahramanla tam özdeşleşir, tehlikeler karşısında onun adına korku duyar, ama bilir kı kahraman tehlikeden sıyrılacaktır. Ve bu bilişin verdiği rahatlıkla heyecanlı olayların içinden sürüklenip gitmek romansların ve serüven romanlarının çekiciliğini sağlar. Hasan da Fransa, İspanya, Fas, Mısır, İstanbul, Cezayir arasında dolaşır, sevgilisini arar ve sonunda kızı ve Pavlos’u Şam’da bulur. Böylece dördüncü bölüme geliriz.

Ahmet Mithat, Hasan ile Cuzella’nın karşılaşma sahnesini anlatırken yine âşık hikâyeleri vardır aklında. Bu hikâyelerin bazılarında iki sevgili karşılaşınca düşüp bayılırlar. Hatta Selvi ve Emrah da bunların hak âşığı olup olmadıklarını sınamak için bayılıp bayılmayacaklarına bakılır, Ahmet Mithat ise sevgililerin bayılmasını gerçekçi bulmaz.

Bu hikâyeyi yalnız hayalat-ı şairenin dalâleti ile [şairce hayallere uyarak] yazmış olsak Cuzellayı Hasana gösterdiğimiz zaman Hasanı şarkadak düşürüp bayıltabilirdik. Kimse kolumuzu tutar, «Bunu niçin böyle yazıyorsun» der miydi? İhtimal ki sözün tabiat-ı cereyanını [bu yolda gidişini] muvafık bulurlardı.  diyerek okurun alışık olduğu kalıbın bu parçasını bilerek kullanmadığını belirtir.

Hasan Mellah’ın tema’sı da âşık hikâyelerinde bulduğumuz yüceltilmiş sevgidir ve Ahmet Mithat bu çeşit bir sevginin gerçekte var olup olamayacağını tartışmak gereğini duyarken düşündüğü örnek Kerem ile Aslıdır. Kurnaz Pavlos, Hasan’ı Cuzellayı kovalamaktan vazgeçirmek için Mişle adlı yaşlı bir Fransız’a para vermiştir. Paris’te bir salonda Hasan’ın da bulunduğu bir toplantıda ihtiyar Fransız aşk konusunu açar ve bunun gerçekte şehvetten başka bir şey olmadığını, sadakatin budalalık sayılacağını söyledikten sonra Hasan’ı etkilemek için, bir arkadaşının Fransızcaya çevirdiği Kerem ile Aslı hikâyesine değinerek şöyle bitirir konuşmasını:

Kerem namında bir âşık varmış. Aslı namında bir maşukasını [sevgilisini] babası kendisinden kaçırdığı için, o da arkasına düşmüş. Maşukası kaçmış o takib eylemiş. Adeta herif dünyayı dönüp dolaşmış. Nihayet karnında gaz madeni mi varmış ne imiş? Bir gün ateş alıp cayır cayır yanmış. Nasıl? Aşk gayretinde bulunanlar artık bu Kerem Ağa’yı (…) kim bilir ne kadar tahsin ve takdis ederler [beğenirler]. Ben ne dedim? Hay ahmak budala hayî Dünyada karı kıtlığına kıran mı girdi ki, bir karının arkası sıra dünyayı dolaşmağı göze aldırdın, (s. 211). Ahmet Mithat’a göre Hasan da başka bir Kerem besbelli; ve Hasan Mellah yeni bir Kerem ve Aslı hikâyesi.

Yazarımız böylesine yüce bir sevginin gerçekçi olup olmadığı sorunu üzerinde dururken aşka inanmayanların görüşüne yer vermekle kalmaz, sorunu kendi deneyimlerine dayanarak çözmek ister. Araya girerken yazar olarak kendinden ve diğer yazılarından söz etmekte sakınca görmeyen Ahmet Mithat’ın, aşağıdaki parçayla araya girişini, uzunluğuna rağmen alıntılıyorum, çünkü hem anlatıcı olarak kendisiyle okur arasında kurduğu yakınlığa iyi bir örnek teşkil ediyor hem de yüceltilmiş aşk konusu üzerindeki düşüncelerini anlatıyor. Ayrıca Hasan Mellah’ın içine yerleştirilmiş diğer aşk hikâyelerinin işlevine de ışık tutuyor bence.

Şimdi siz bana sorarsınız ki insan alâka eylediği bir kızın aşkından bütün bütün vazgeçebilir mi? Bak ben bu bapda [konuda] ihtiyar Alfons ile hemfikir [aynı fikirde] olamam. Hele Paris’de Mişle’nin bu bapta arz eylediği fikri hiç tasvib edemem yal Ama bu bapda bildiğim bir şey mi vardır? Hayır. Zaten benim dünyada hissiyatımdan [duygularımdan] başka bildiğim hiçbir şey yoktur. (…) Alemde başından aşk geçmemiş kaç kişi bulabilirsiniz? Hele benden beş on kadarı geldi geçti. (…) İnsan (…) sevmek ister, sevilmek ister. Bu muaşakayı [sevişmeyi] unutmak mutasevver değildir [düşünülemez]. Bin yıl sonra hatıra gelse yüreğinin cızladığını duyar. Lâkin bir kere kendisini bir âfetin pençesine kaptırmış olan insan ilaherel ömür [ömrünün sonuna dek] o pençenin mağlubu ola gitmez. Bunun gibi nice pençeler insanın yüreğini tiftik tiftik eder. Hangisi daha galib gelirse yürek onun zebunu [esiri] olur. İşte benim ilm-ü hissim, tecrübem budur. Ama bana hercai meşreb [gelgeç gönüllü] diyeceklermiş. Varsınlar desinler. Yalnız yalancı demezler ya. Ben hissimi doğrudan doğruya yazdım. Hiçbir şey ketmetmedim [saklamadım]. Eğer yalancılığı mübah [zararsız] addetmiş olsa idim kendimi o kadar sadık-ı aşk gösterirdim ki, bu yolda feday-ı can [can vermenin] hiç olduğunu temin edebilirdim. (s. 301.)

Ama Ahmet Mithat’a göre insanın sevgilisine ya da karısına sadık kalması gerekirse de, bir başkasına gönül verip vermemesi elinde olamaz. Elde olan, duygularına kapılarak sevgilisini ya da karısını aldatıp aldatmamaktır. Biri duygu, biri ödev meselesidir.

His efendim his! O vazife ile değil bir cebbarın [zorbanın] emri ile bile tebeddül edemez [değişemez]. Vazife işin yalnız fiiliyatını [uygulanmasını] menedebilir. (s. 302.)

Hasan Mellah’da. Ahmet Mithat’ın içiçe hikâye tekniğini kullandığını Kenan Akyüz dilini sadeleştirdiği romana yazdığı «Önsöz»de işaret etmiştir.

Yalnız belirtmek gerekir ki bu hikâyelerin tema’sı da Hasan Mellah’ın tema’sıdır ve Cuzella ile Hasan’ın aşkına koşut durumları ve farklı davranışları ortaya koymak gibi bir işlevleri vardır romanda.

Mösyö İliya ile karısı da ayrı düşmüşlerdir ve kadın sonuna kadar kocasına sadık kalmışken bir gün bir an için duygularına kapılır, kocasını aldatır, sonra da kendinden iğrenerek intihar eder.

Madam İliya duygularına egemen olamayan, verdiği sözü tutamayan kadındır. İkinci hikâye Timur Bey ile Esma’nın öyküsüdür. Onların de evlenmelerine Timur Bey’in babası karşı çıkmış, kız kaçırılmış, esir olarak satılmıştır. Ama, Esma da Timur Bey de yeniden birbirlerini bulmak için her şeyi yapmış verdikleri sözü tutmuşlardır. Sonunda evlenirler. Esma, Madam İliya’nın tersine, esir olarak satıldığı halde, direnmiş, namusunu korumuş bir kadın. Hasan ile Cuzella’nın öyküsü ikisinin arasında bir yer tutar. Şöyle ki, Hasan Cuzella’ya olan sonsuz aşkına rağmen bir ara Esma’ya kaptırır gönlünü ve onunla yatmak iste; Cuzella’ya verdiği sözü bozacak olur. Ancak Esma’nın başına gelenleri ve Timur Bey’e bağlılığını öğrenince yaptığından utanır, kızı kendisine kardeş bilir ve sonra Timur Bey ile evlenmesini de sağlar. Hasan, Cuzella’dan sonra başkasına gönül vermiş (Ahmet Mithat’ın işin his tarafı dediği, insanın elinde olmayan bir şey), ama duygularına yenik düşecekken kendini toparlamış ve ödevini yerine getirmiş bir adam. Böylece üç hikâye aynı durumdaki inşaların üç ayrı davranışını örneklendirir.

Romanın kahramanı Hasan saz çalarak diyar diyar dolaşan bir âşık değildir elbet. Ama o da yüceltilmiş bir kişidir. Çok güzel, sevimli ve dürüst olduktan başka iyi bir denizci, akıllı, becerikli ve her bakımdan erdemlidir. Bu modern Kerem’i Ahmet Mithat bir şirketin ortağı yapar. Hasan yalnızca kaçırılan sevgilisini bulmak ve babasını öldürenlerden intikam almakla kalmaz, aynı zamanda şirketteki hisselerini de artırır. Çünkü Ahmet Mithat’a göre ideal bir erkekte, sermayesini akıllıca kullanmak önemli bir meziyettir.

Romans türünde önemli olan olay örgüsüdür ve bir serüvenden diğerine koşan romans kişilerinin psikolojik çözümlemesi üzerinde durulmaz. Kişilerin davranışı, psikolojileri gerçek hayattaki insanınkine pek uymayabilir de. Bir bakışta delice âşık olurlar örneğin. Ama Ahmet Mithat âşık hikâyelerini gerçekliğe yönelik bir doğrultuda değiştirerek bir Batı romanına dönüştürmek istediği için, kişilerin davranışını psikolojik gerçeklikle elinden geldiğince bağdaştırmaya, insan tabiatı üzerinde bilgi vermeye çalışır.

Şimdi, okuyucular hikâyeyi merak edip, alt tarafını öğrenmek için acele ederlerse de, der

bizim maksadımız yalnız masal söylemek olmadığından ve adına «insan» denilen ve mahiyeti hâlâ meçhul bulunan beş on okka et ve kemik içine (… Tanrının) ne gibi hisler yerleştirmiş olduğunu dahi aramak maksadımız cümlesinde [arasında] bulunduğundan buracıkta zimam-ı hürriyetimizi [hürriyetimizin dizginlerini] kendi elimize vermelerini rica ederiz. (s. 405.)

Korsanların eline düşmüş olan Hasan hırsızlık için bir eve girmek zorunda kalıp da Cuzella’nın yatak odasında kızla karşılaşınca birkaç dakika içinde birbirlerine âşık olurlar. Cuzella daha önceden Hasan’ı resminden sevmiştir zaten. Geleneğe uygundur bu durum, ama Ahmet Mithat bu motifi kullanırken okura döner ve bu koşullar altında Hasan ile Cuzella’nın âşık oluvermelerinin doğal sayılabileceği yolunda savunur kendini. Yine, örneğin, romanın sonlarında, Hasan yıllarca aradığı Cuzella’yı pencerede gördüğü zaman bayılmaz, sakindir ve bakar alık alık. Bu kez Ahmet Mithat Hasanı bayıltmadığı ve gelenekten ayrıldığı için psikolojik açıklamalara girmek gereğini duyar.

Ahmet Mithat’ın Hasan Mellah’ı yazarken âşık hikâyelerinin olay örgüsü tipine, tema’sına ve âşık kahramanlar anlayışına sadık kaldığı yeterince kanıtlanmıştır sanırım. Yukarıda dediğimiz gibi kalıplar değişmiyor, ama yazarımız bunları kendi kültür çevresinin gereklerine göre kullanıyor.

Hasan Mellah gibi romans türüne giren yapıtlar, gerçekliğe, toplumsal sorunlara değil de eğlendirmeye yönelik olduğu için heyecan verici olaylar birbirini izlerken okur «şimdi ne olacak?» sorusunu sorarak bir serüvenden öbürüne geçer. «Yapıt, anlattığı dünya hakkında ne gibi görüşler dile getiriyor?» çeşidinden, yani yapıtın anlamı ile ilgili bir soru sormaz. Romansta «eden bulur» ilkesine uyularak kıssadan hisse çıkarmak gibi bir yarar güdülebilirse de gerçek dünyada gözlemlemediğimiz bir adalet dağıtımıdır bu. Ahmet Mithat da Hasan Mellah’ın son sayfalarında kıssadan hisse çıkarılabileceğine işaret ederse de, romans öğelerinin egemen olduğu bu yapıtta moral sorun son derece yüzeyseldir. Çünkü romansta kişiler gerçek hayatta olduğu gibi iyi ve kötü yanları bulunan insanlardan farklı olarak ya tümden iyi ya da tümden kötüdürler. Bu durumda ahlaksal sorun basite indirgenmiş olur. Ahmet Mithat eğitici olmak kaygusu ile her ne kadar olayların geçtiği yerler hakkında tarih ve coğrafya bilgisi vererek okurun kültürünü artırmak isterse de Hasan Mellah her şeyden önce iyi vakit geçirtmek için yazılmış bir romansdır ve bu bakımdan ’kaçış’ edebiyatı içinde alır yerini.

Hasan Mellah’ın âşık hikâyelerinden geldiğini belirtmekten amacım yalnızca Hasan Mellah’ın türünü ve özelliklerini saptamak değil, aynı zamanda bizdeki ilk roman denemelerinde geleneksel hikâyemizin ne oranda sürdürüldüğünü araştırmak.

Bu nedenle ilk romancılarımızdan birkaçının daha yapıtlarına göz atarak, Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat, İntibah, Sergüzeşt ve Zehra’nın gerek olay örgüsü gerekse roman kişileri bakımından geleneksel hikâyemizle olan göbek bağlarını saptamak ilginç olacaktır. Göstermeğe çalışacağım ki bu romanlar ya aşık hikâyeleri ya da meddah hikâyeleri kalıpları üzerine kurulmuşlardır ve yine bu hikâyelerden alınmış, karşıt iki kadın tipi sergilerler. Bu iki tipten birincisine “kurban tipi”, İkincisine de “ölümcül kadın tipi” diyebiliriz. Ayrı iki tür romanda buluruz bunları. Kurban tipi aşkın idealize edildiği bir öyküyü anlatan romanlarda, sevgilisine ihanet etmektense ölümü tercih eden romantik bir genç kız olarak çıkar karşımıza. Ölümcül kadın ise, cinsel tutkunun egemen olduğu ve genç bir adamın bir kadın tarafından mahvedilişini anlatan başka bir grup romanın kahramanı olarak görülür. Kurban tipinin değişik bir versiyonu bu ikinci grupta da yer alır, ama ikinci derecede bir karakter, yani ölümcül kadının rakibi olarak. Kurban tipiyle başlayalım.

Tanzimat, imparatorluğun gerilemesine karşı bir çare olarak düşünülen Batılılaşma hareketi olduğu için toplumda kadının yeri konusu da bu hareketten doğal olarak etkilenecekti. Ataerkil ve Müslüman Osmanlı toplumunda, bilindiği gibi, kadın hakları yok denecek kadar azdı. Kız çocukların öğrenimi mahalle okullarında başlar ve biterdi. Evlenmede kadın söz sahibi değildi; evlilik yasaları da onun aleyhineydi. Erkek istediği zaman karısını boşayabilir, ya da birden fazla kadın alabilirdi.

Tanzimat dönemi romancılarımız, yapıtlarını, imparatorluğun geri kalmışlığının nedenlerini ortadan kaldırmak ve böylece uygarlaşmayı sağlamak yolunda bir araç olarak kullandıkları için, uygar olmayan görücü usulüyle evlenmenin neden olduğu mutsuzluklara dikkati çekmek isterken kurban tipi diyebileceğimiz bir roman tipi yarattılar.

Şemsettin Sami’nin, ilk Türk romanı sayılan Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’ı tefrika edileceği zaman, 18 Kasım 1872 tarihli Basiret gazetesinde “emr-i izdivaç ve ahlaka dair” ibret alınacak bir hikâye olarak tanıtılmıştı.

Görücü usulüyle kız evlendirmeyi eleştiren bu romanın da olay örgüsünü inceliyecek olursak temelde yine aşk hikâyelerinin kalıbını ve kişilerini buluruz. Fıtnat üvey babasının yanında son derece kapalı bir hayat yaşayan masum bir genç kızdır. Evden dışarı çıkmaz, sabahtan akşama kadar odasında nakış işler. Bir kız arkadaşı bile olmayan Fıtnat bir gün pencereden bakarken sokakta Talat’ı görür. Talat da onu. İlk bakışta aşık olurlar birbirlerine. Oğlan, kız kıyafetinde güya nakış öğrenmek üzere Fıtnat’ı ziyaret etmeğe başlar. Ne ki Fıtnat’in üvey babası kızı başka bir adama verince iki sevgili ayrı düşerler. Fıtnat sevgilisine ihanet etmemek için kocasına direnirse de çaresiz kalınca kendine kıymayı tercih eder. Fıtnat’ı götürüldüğü evde bulmaya gelen Talat da durumu görünce kederinden ölür.

Çok güzel bir kızla çok güzel bir gencin âşık olmalarının, ayrılmalarının ve sadakatlerinin birlikte ölümle biten bu öyküsü, sözünü ettiğimiz âşık hikâyelerinin yapısına göre kurulmuş, ve romans motifleriyle işlenmiş bir roman denemesidir.

İkinci bir yapıt olarak Ahmet Mithat’ın romana yakın uzun hikâyesi Teehhüre bir göz atarsak yine benzer durumlardaki benzer kişilere rastlarız. Birbirini seven iki genci, aileleri kendi uygun gördükleri kişilerle evlendirirler ve bunun üzerine iki genç de intihar eder.

“Türk romanının Romantizmden Realizme geçişi”ni açıkça gösteren bir roman olarak tanınan, Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeştinde (1889) “vaka gözlem ürünüdür” deniyor:  Ama olayları İstanbul’un gündelik hayatı içinde geçen ve esaret sorununa eğildiği için tezli diyebileceğimiz bu romanın da olay örgüsüne bakacak olursak, yazarın (belki farkında olmayarak) yine âşık hikâyelerinin kalıbını ve tiplerini kullandığını görürüz.

Romanın kahramanı Dilber’in çocukluk döneminde bir esir olarak çektiklerinin anlatıldığı bir giriş bölümünden sonra Dilber ile çalıştığı evin genç oğlu Celal arasında doğan aşkla kalıbın birinci bölümü başlar. Birbirlerine sadık kalacaklarına yemin ederler. Sonra kalıbın ikinci bölümüne geliriz. Oğlanın anası babası araya girer, kızı gizlice satarlar ve böylece ayrı düşer sevgililer. Üçüncü bölüm kızın esirci tarafından tekrar cariye olarak satılıp Mısır’a götürüldüğü ve Celal’in onu bulmak için peşine düştüğü bölümdür. Kız da erkek de sonuna kadar sürdürürler sadakatlerini. Celal üzüntüsünden beyin hummasına tutulur; ölecektir belki de. Dilber ise Fıtnat’ın yaptığını yapar: sözünü tutar ve sahibinin yatağına girmektense intihar ederek sadakatini kanıtlar.

Bu romanlarda erkek kahramanın da yaşamı genç yaşta ölümle noktalandığı için onlar da kurban rolündedirler. Bununla birlikte yazarlarımız yapıtlarına kahraman olarak kızları seçiyorlardı, çünkü toplumda asıl aşağılayıcı durumda olan ve fikri sorulmadan evlendirilen onlardı.

Şimdi kurban tipinin bazı özelliklerine işaret edebiliriz. Bu genç kızlar ana baba sözünden çıkmayan, erdemli, masum, edilgen ve yumuşak başlı bakirelerdir. Otoriteye baş kaldırmaktansa, sevgililerine sadakatlerini kanıtlamak için ölümü tercih ederler. Sözgelimi, şöyle tanıtılır okura Fıtnat:

“Fıtnat Hanım gayetle halim (yumuşak başlı) olup hiddet ve gazabın ne olduğunu bilmezdi. Nezâket ve letâfet ona mahsus şeyler (..) Ahlâkını uzun uzadıya tarif etmektense , Hacı baba gibi (…) bir adamla imtizaç edip merkumu (adı geçeni) hiçbir vakit gücendirmediğini ve emr-ü tenbihi haricinde ebedi (hiç bir vakit) hareket etmediğini zikretmekle kifayet etsek daha iyi olur.” (11)

Ana baba tarafından düzenlenen ve görücü usulü ile gerçekleştirilen evliliklerin acı sonuçlarına örnekler vermek amacıyla yazıldıklarına kuşku olmayan bu romanlarda, çatışma, bireysel aşkla toplum gelenekleri arasında yer alır ve toplumu temsil eden ana baba öykünün kötü kişisi işlevini üstlenir. Genç kız da, bu çatışmada kendini aşk için feda etmeye yazgılı kurban işlevini.

Tanzimat romanında göze çarpan ikinci kadın tipi ’’ölümcül kadın’dır ve Namık Kemal’in İntibahındaki Mehpeyker ölümcül kadının prototipi sayılabilir. Bu romanda, genç, tecrübesiz ve saf Ali Bey, hafif bir kadın olan Mehpeyker’e tutulur ve onun aşığı olur. Mehpeyker de onu sevmektedir. Ne var ki Ali Bey kadının kendisini aldattığı sanısına kapılınca onu bırakır ve evindeki güzel cariye Dilaşup ile evlenir. Kıskançlıktan deliye dönen Mehpeyker öc almak için planlar kurar ve Dilaşupun başkalarıyla ilişkisi olduğuna Ali Bey’i inandırmakla kalmaz, evden kovulan Dilaşup’u da, fahişe yapmak amacıyla, satın almayı başarır. Ali Bey içkiye düşer, hem ahlaksal hem ekonomik yönden yokuş aşağı yuvarlanmağa başlar. Kocasına sadakatinden ve sevgisinden bir şey yitirmemiş olan Dilaşup, Ali Bey’i öldürmek üzere kurulan bir tuzağı ona haber verir, ama bu arada Ali Bey yerine yanlışlıkla o öldürülür. Bunun üzerine Ali Bey Mehpeyker’i vurur, kendisi de hapiste ölür.

Söylediğim gibi, Mehpeyker’e kıskançlık yüzünden çılgına dönen ve Machiavel’ci entrikalarla gerek sevdiği adamın gerekse rakibesinin mahvını hazırlayın ölümcül kadının prototipi olarak bakabiliriz. Düşmanı olduğu kadın ise, Dilaşup gibi, kurban tipinin başka bir çeşididir. Birinci grup romanlarda bu tip toplumun kurbanıyken, ikinci grup romanlarda ölümcül kadının kurbanı olur.

Ahmet Mithat’ın Yeryüzünde Bir Melek (1879) adlı yapıtında durumun İntibah takinden çok farklı olduğu söylenemez… Bu romanda da, kibar bir fahişe olan Arife sevdiği adamdan ve rakibesinden öc almak için korkunç dolaplar çevirir, ve hiç değilse bir süre için ve bir dereceye kadar başarılı olur.

Nabizade Nazımın, yine kıskanç bir kadının öc alması tema’sı üzerine kurulmuş Zehra’sında (1896), ilk bakışta farkedilmese de, benzer ilişkiler ağı gündemdedir. Suphi, karısı Zehra’yı bırakarak evdeki cariye kız Sırrıcemal ile evlenir. Zehra kendisi, öbür ölümcül kadınlar gibi bir fahişe değildir, ama öc almak için bu tür bir Rum kadınından yararlanır. Suphi’yi baştan çıkarması için kadına para verir ve amacına erişir. Urani’ye tutulan Suphi evini terkedince Sırrıcemal intihar eder. Suphi ise varını yoğunu Urani’ye harcayarak parasız kalır ve üstelik kadın tarafından kovulunca hem kadını, hem de kadının yeni sevgilisini öldürerek katil de olur sonunda, ve Trablusgarp’a sürülür.

Verdiğimiz örnekler, Türk romanının ilk yirmi beş yılındaki belli başlı yapıtlara bir göz atıldığında, biri melek, biri şeytan, biri aşk için ölen, biri aşk için, öldüren iki karşıt tipin en sık işlenen kadın kahramanlar olduğunu göstermeğe yeter herhalde. Dikkati çeken yalnız bu kadın karakterlerin kalbur üstü tüm yazarlar tarafından kullanılması değil, bu tür romanların değişmez bir ilişkiler ağı üzerine kurulmuş olmasıdır. Kurban tipine dayanan birinci grup romanlarda birbirini seven bir erkek ile bir kız ve onları ayırarak ölüme yollayan ana baba vardır, ikinci grup romanlarda ise kibar bir fahişe ile onun sevdiği erkek ve bir de erkeğin karısı oluşturur üçgeni.

Fransız romanını taklit ile başlayan bu yazarlarımız, Batı romanının tiplerini ve kalıplarını mı kullandılar? Batı’da kurban (victim) tipi de vardı ölümcül kadın (femme fatal) tipi de. Bununla birlikte bizde, sözünü ettiğimiz kadın tiplerinin hiçbiri Batı’dan gelmez, çünkü toplumsal koşullar başkadır.

Batı’daki kurban tipi genellikle, zengin bir erkek tarafından baştan çıkarılıp sonra korkunç kaderine terkedilmiş masum bir kızdır. (Samuel Richardson’un Clarissa’sı, Thomas Hardy’nin Tess’i, Goethe’nin Margaret’i, Hawthone’un Hester Prynne’i gibi.) Bu tip bizim romanımızda yer alamazdı çünkü İslam toplumundaki kaç göç bir erkeğe bir aile kızıyla flört etmek ve onu baştan çıkarmak olanağını tanımazdı. Onun için Tanzimat romanında kızları, kadınları baştan çıkaran çapkın erkek karakterler de yoktur. Bizdeki kurban tipinin kaynağını Batı romanında değil âşık hikâyelerinde aramak daha doğru olur. Sevişen iki gencin ve onları ayırarak ölümlerine neden olan ana babanın öyküsünü, Kerem ile Aslı, Arzu ile Kamber gibi halk hikâyelerinde buluruz.

Ölümcül kadın tipine gelince, Batı edebiyatında Clymnestra, Cleopatra ve Carmen gibi bu kategoriye giren ünlü karakterler çoktur ve bu karakterlerin arketipi, Adem’e elmayı yediren Havva’ya kadar götürülmüştür. Ne ki bizdekilerin kaynağı bunlar da olmamıştır. Güzin Dino, Türk Romanının Doğuşu adlı kitabında İntibah ile Hançerli Hanımın Hikaye-i Garibesi arasındaki benzerlikleri yakalamıştı. Öyleyse tereddüt etmeden iddia edebiliriz ki Mehpeyker kategorisine giren diğer ölümcül kadınların kökeni, Hançerli Hanım hikâyesini de içeren, 17. yüzyıla ait bir grup meddah hikâyesinde yatar. Bu hikâyelerde de bir fahişe tutulduğu adamı ve onun kendisine tercih ettiği kızı mahvetmek için şeytanca planlar kurarak öc almağa çalışır.

İlk romancılarımızın kişilerini seçerken ve bunlara uygun bir öykü tasarlarken kendi halk hikâyelerine dönmeleri biraz da zorunluydu, çünkü Batı romanlarındakine benzer kadın erkek ilişkilerine oturtulmuş bir aşk serüveni, o dönem Türk toplumunda geçen bir öyküye konu olamazdı. Genç bir kızın bir erkekle görüşmesi, arkadaşlık etmesi ne kadar imkansız ise evli bir kadının da, Fransız toplumunda olduğu gibi aşk serüvenleri yaşaması o kadar imkansızdı. Bu koşullar altında, yazarlarımızın, çok iyi bildikleri eski halk hikâyelerinden, bilinçli ya da bilinçsiz, yararlanmalarını doğal karşılamak gerekir. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi alınan kalıplar ve kişiler yazarın çağındaki kültür çevresinin oluşturduğu bağlama uydurulmuştur. Romanın, eski hikâyelerdeki, doğa yasalarına aykırı olaylardan ve doğaüstü güçlere sahip kişilerden arınmış olması, ilk yazarlarımız için belki en önemli noktaydı. Namık Kemal’in Mukaddeme-i Celalde söylediği gibi “güzeran etmemişse bile güzeranı imkan dahilinde olan bir vakayı (…) tasvir” eden, yani ’’olmuş” değilse de “olabilir olan’ı anlatan bir olay örgüsünü tasarlayıp öykülemeye giriştiklerinde hayal güçleri belli kalıplara yöneltti onları.

Öyleyse Batı’dan aldıkları roman türüne örnekler vermeye çalışan ilk yazarlarımızın, ister eğlendirici, ister öğretici, ister gerçekçi, ister romantik türde yazsınlar, geleneksel Türk hikâyelerinin yapısını ve kişilerin, kendi çağlarındaki okurların kabul edebilecekleri bir roman dünyasına aktarmakla işe başladıklarını söylemek yanlış olmaz sanırım.

Berna Moran Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1

M. Mungan: Erkekler bağlanmaktan korkarken kadınlar bağlanmaya ihtiyaç duyar

Kadının eğitimi ve özgürleşmesi, beraberinde getireceği sorunlar yokmuş gibi yapılarak çözülemez. Yalnızlık bir insanlık halidir ve bizde genellikle kimsesizlikle karıştırılır. Bir şiirimde, “Yalnız olmayı bilmeyenlerin beraberliğine inanmam” diyorum, çünkü bir zorunluluğu beraberlik zannediyoruz. Yalnız kalma korkusuyla yapıştığın herhangi bir ilişkiyi süreklilik ve sadakat zannediyoruz. Önce yalnız kalmayı ve bunu taşımayı öğreneceksin ki, seçtiğin beraberlik kıymetli bir hale gelecek. O beraberlik içinde de yalnız kalabileceğin zamanları ayırabileceksin.

Murathan Mungan: “Akıllı kadın yalnız kalmaya mahkûm”

Kadından Kentler adlı kitabında Türkiye’nin 16 ayrı şehrine savrulmuş kadınların öykülerini toplayan Murathan Mungan, Elle dergisine verdiği röportajda Türkiye’deki kadınlara dair ilginç açıklamalar yaptı. Usta yazar “Türkiye’de bir kadın evli değilse bu bir araz gibi görünür. Akıllı kadının yalnızlığı artıyor” dedi.

Kitaptaki şehirleri neye göre seçtiğinizi söyler misiniz? Kitap kendi içinde bir harita oluştursun ve kitabın haritasıyla Türkiye haritası arasında bir denge olsun istedim. Bazıları hiç bilmediğim kentler, ama gereken konularda dersime çalıştım. Bütün Türkiye, İstanbul’a bakıyor ve kitabın bütün denklemini bunun üzerine kurdum. Türkiye, İstanbul’a yıllarca sinemadan baktı, şimdi de televizyondan seyrediyor. Kitaba İstanbul ve Türkiye’nin ilişkisi olarak bakmak daha doğru. Kentlerin özel simgesel anlamları ve kaba özdeşleşmeler yok bu kitapta.

Kitapta genelde “küçük” ve “sıradan” kadınların öykülerini anlatmak özel bir tercih miydi? Bir şarkıcı filmi çekmedik, derdim bir başarı öyküsü anlatmak da değildi. Zaten kitaba sığmayan öyküler de oldu, muhtemelen “Öteki Kadınlar Öteki Kentler” adıyla arkası da gelecek. Sıradan insanı anlatmak çok tuzaklı bir şeydir, ortaya sığ ve yavan bir şey de çıkabilir. Hem inandırıcı olmak hem de bir katman yaratmak kolay değildir. Bu kitap kolay okunuyor olabilir ama dili ve ayrıntıları üzerine çok çalıştım, yazarlık titizliktir.

Yüksek Topuklar’ın aksine, bu kitapta kahramana daha şefkatli davranmış gibisiniz. Buna katılmıyorum, o kitabın teması ve dokusuyla bu kitabınki aynı değil. Onun teması zaten kadın düşmanlığıydı ve bugün olsa yine öyle yazardım.

Kitabınız yalnız kadınlarla dolu. Erkek yalnızlığına aşinayız ama kadın yalnızlığından pek söz edilmez Türk edebiyatında… Çünkü bizim toplumumuzda kadınların yalnız olmaya hakları yok. Erkekler o kadar kötü ve zalim olmasalar da, kadınların hayatta var olmasının önündeki engellerden birini teşkil ediyorlar. Türkiye’de insanlar zaten sürekli savunma hattında yaşamak zorunda, sadece yaptıklarını değil kimi zaman yapmadıklarını da savunmaları gerekebiliyor. Hepimiz sürekli sanık sandalyesinde yaşıyoruz. Ekonomik özgürlüğünü kazanmaya ve ayakta kalmaya çalışan kadına bu bir şekilde yalnızlık olarak dönüyor. Üstelik mutlu ve sakin bir yalnızlık değil, sürekli hesabı sorulan, acımayla karşılanan bir yalnızlık.

Yalnız bir kadın sürekli kendini savunmak durumunda kalıyor… Geleneksel aile-toplum yapılarının dışında bir konum çünkü. Bir yandan da aile dağılıyor, evlilikler parçalanıyor ve biz bir şey olmamış gibi yapıyoruz. Bu konudaki toplumsal ikiyüzlülüğümüz “Batı’nın teknolojisini alalım ama ideolojisini almayalım” düzeyinde… Kadının eğitimi ve özgürleşmesi, beraberinde getireceği sorunlar yokmuş gibi yapılarak çözülemez. Yalnızlık bir insanlık halidir ve bizde genellikle kimsesizlikle karıştırılır. Bir şiirimde, “Yalnız olmayı bilmeyenlerin beraberliğine inanmam” diyorum, çünkü bir zorunluluğu beraberlik zannediyoruz. Yalnız kalma korkusuyla yapıştığın herhangi bir ilişkiyi süreklilik ve sadakat zannediyoruz. Önce yalnız kalmayı ve bunu taşımayı öğreneceksin ki, seçtiğin beraberlik kıymetli bir hale gelecek. O beraberlik içinde de yalnız kalabileceğin zamanları ayırabileceksin.

Kitapta dullara ve boşanmışlara da özel bir şefkat göstermişsiniz… Türkiye’de bir kadın evli değilse bu bir araz gibi görünür. Kitap biraz, “Ekonomik özgürlük kazandığında kadın ne kadar halloluyor?” sorusunu da sordurtuyor. Akıllı kadının yalnızlığı artıyor. Kadınların aklıyla yalnızlığı arasında bir denklem olmasını ortada temel bir yanlışlık olmasına bağlıyorum: Kadınlar seçilmek zorunda ve böyle olunca başkalarıyla yarışıyorsun ve diğer kadınların varlığı ilham değil rekabet kaynağı olduğunda da sorun başlıyor.

Fransızca gibi dillerde şehirler kadın ve erkek olarak ayrılır. Sizin şehirlerinizden hangileri kadın, hangileri erkekti? Böyle bir ayrım yok. Ben zaten yabancı dillerde sözcüklerin dişi ve erkek olarak ayrılmasından hiç hoşlanmam, dildeki seksizmi hiçbir zaman tasvip etmedim. Türkçenin bu nötr hali bana çok medeni gelir. Türkçe dilde biseksüelliğin keşfidir.

Erkekler bağlanmaktan korkarken kadınlar bağlanmaya ihtiyaç duyar. Kitaptaki kahramanlar genellikle aşkı hep başka bir şeyle karıştırıyor: Mesela kendine kıymayı aşk sanıyorlar… Evet ama toplumda da böyle değil midir? Aşkın, ideolojiye dönüştüğü ve mistifiye edildiği toplumlarda başka şeylerle karıştırılmaması mümkün değildir. İhtiyaç diye tarif edilmiş ve mutlaka yaşanması gereken bir şey diye görülüyor. Filmler, romanlar ve hikâyelerle mutlaka bir gün senin de başından geçmesi planlanıyor. Böylece yaşayacağın bir insan aramaktan çok, kafandaki senaryoyu canlandıracak insanı bulmaya çalışıyorsun. Sanki casting ajansından oyuncu ısmarlıyorsun. Toplumsal temaslarım sırasında 20 yaşındaki çocuklarla konuştuğumda, “Ne zaman bir kızla çıksam, hemen evlenelim diye tutturuyorlar” dediler. Erkeklerin bağlanma korkusuyla kadınların bağlama ihtiyacı ne kadar tanıdık. Üstelik bu çocukların çoğu gelip geçici işlerde çalışıyor ve profilleri gelecek ümidi vermiyor. Kızlar da zengin bir koca bulma arayışında olan türden değil.

Psikolojiyle bağları güçlü bir yazarım

Kadınlara dair bütün numaraları biliyor gibisiniz… Yazarın bir görme gücü olması lazım. Bu kadar yıl bu işle uğraşıp hâlâ görme zaafları taşımak, benim için çok ciddi bir sorun olurdu. “İnsanın içini çok kurcalıyorsun. İnsanlar böyle yazarlardan hoşlanmaz” da dediler. Psikolojiyle bağları güçlü hatta literatürü takip eden bir yazarım. Çocuk yaşta bir içgörü kazandığım için psikoloji temel malzemelerimden.

Yeşim Çobankent, Elle, 3 Nisan 2008