12 BÖLÜMDEN OLUŞAN BBC SİYASİ DÜŞÜNCE TARİHİ’Nİ SESLİ DİNLEYİN

Yönetim, siyaset anlayışları tarih boyu büyük bir çeşitlilik ve değişim gösterdi. Günümüz dünyasında herkes için geçerli tek bir siyasi model bulunmuyor. Çoğunluk, ulus devlet sınırları içinde yaşıyor ancak bu sınırlar içinde hüküm süren otoriteye karşı tutumlar farklı. “Bu otorite tanınmalı mi, tanınacaksa nasıl ve nereye kadar? Bireyin çıkarı mı yoksa toplumun çıkarı mı önce gelmeli?” Bunlar, çağdaş siyasi yaşamın parçası olan sorular. BBC için Charles Haviland’ın hazırladığı ve Türkçe’ye Hüsnü Kural’ın uyarladığı Siyasi Düşünce Tarihi adlı dizi tarih boyu bu tartışmalarda en etkili, en belirleyici olmuş siyasi düşünürleri ve görüşleri ele alıyor.

BBC Türkçe Servisinin hazırladığı 12 bölümden oluşan dizinin kısa özetlerine ve 15’er dakikalık ses dosyalarına aşağıdan dinleyebilirsiniz.

düşünce-tarihiMÖ 551’de doğan Konfüçyüs’ün adı geçti mi, Çin’de bugün bile akan sular durur. BİRİNCİ BÖLÜM
Asil bir ailenin yoksulluk içinde büyüyen çocuğu bir çok alanda çok bilgiliydi: Politika, adetler, şiir, tarih hatta matematik ve okçuluk. 2.500 yıl önce yaşayan Çinli Konfüçyüs’ün düşüncesi, özünde muhafazakar… Geçmişin Altın Çağı’na özlem duyan, siyasi ilişkilerin temelinde toplumda herkesin yerini bilmesi, buna göre davranması gereğinin yattığını ileri süren bir düşünce bu… Ancak radikal bir potansiyeli de var; çünkü hükümetler, hükümdarlar ve yönetimlerden halklarına hizmet vermelerini, halklarının hayrına yönetim sergilemelerini talep ediyor. Konfüçyüs toplumsal ve siyasal reçeteleriyle Çin halkına medeniyetlerinin devamlılığı, kalıcılığı duygusunu verdi. Ve ondan bu yana pek az siyaset düşünürünün halklarının siyasi yaşamı üzerinde bu kadar dolaysız ve kalıcı bir etkisi oldu… Konfüçyüs düşüncesinde kilit unsur ahlaktı. Politika bu ahlaktan yükseliyordu. Konfüçyus’a göre herşeyden önce politikacılar, ciddi biçimde erozyona uğradığını düşündüğü, geleneksel faziletler kümesi olan jen ve li’yi yeniden keşfetmeliydiler.. Yüzlerce yıl boyunca Çin’in tüm bir sivil yönetimi hayat görüşü Konfüçyüs felsefesiyle beslenmiş kişilerden oluştu, 1911 yılında imparatorluğun sona ermesine dek Konfüçyüsçülük Çin devletinin resmi felsefesi haline geldi.
Antik Yunan felsefesinin iki dev ismi Eflatun ve Aristo, siyasi iktidarın temelleri ve amaçlarını sistemli biçimde sorgulayan ilk düşünürler oldu. Eflatun İKİNCİ BÖLÜM Pek çok uzmana göre, Rönesans sonrasına dek Batı’da siyasi düşünceyi şekillendirdiler. MÖ 4. yüzyılda yaşayan ikiliden, asil bir aileden gelen Eflatun, Yunanistan’ın kuzey kesiminden olan Aristo’nun hocasıydı… En büyük eseri kabul edilen “devlet”te bir ideal toplum portresi sundu. Eflatun’un hocası Sokrat ile diğer Atinalılar arasında diyaloglar şeklinde yazılan bu kitapta temel görüş, gerek kamu hayatı, gerekse özel hayatta doğru ve yanlışın ancak felsefe sayesinde bulunabileceğidir. Eflatun’un öğrencisi ve Antik Yunan felsefesinin diğer bir dev ismi olan Aristo isadan önce 384’te yunanistan’ın kuzeyinde Makedonya’da doğdu. Atina’ya Eflatun’un Akademisi’nde büyük filozoftan bizzat ders alabilmek için gitti… Bu eğitim ardından Aristo tüm zamanların en etkileyici düşünürlerinden biri haline geldi. Makedonyalı lider Büyük İskender’in de hocası olan Aristo insanların toplum içinde bir arada nasıl yaşamaları gerektiğiyle yakından ilgileniyordu. Aristo, siyaset bilimciyi bahçıvana benzetir ve insanoğlunun serpilmesi için gerekli koşulları sağlaması gerektiğini belirtir. İnsanoğlunu, Politika adlı büyük eserinde “siyasi hayvan” olarak adlandıran da yine Aristo’dur… Her iki düşünür, “kimin, hangi temelde iktidara sahip olması gerektiği, ahlakla siyaset arasındaki ilişki, siyasi kararlar nereye kadar ahlaka dayanmalı, geçerli yasalara başkaldırmak ne zaman meşrudur” ve benzeri soruların tartışılmasına zemin yarattı.
Bu bölümde Roma İmparatorluğunun farklı iki döneminden, birbiriyle çelişkili gibi görünen ancak birbirine tamamlayan iki düşünürü ele alıyoruz. Hristiyan düşüncesinin en önde gelenlerinden Aziz Augustine ve Hristiyanlık öncesi büyük politikacı ve hatip Cicero… Cicero'nun büstünün gravürü ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Marcus Tullius Cicero önceleri acımasız bir politikacıydı, Roma Cumhuriyeti’nin en tepedeki iki yetkilisinden biri olmuştu. Görev başında olmadığı dönemde ise yaşamakta olan çalkantılı dünyadan yola çıkan bir politika teorisi geliştirdi. O, devletin özel mülkiyetin bekçisi olduğu düşüncesinin öncüsüydü, ancak insanların bu dağılımda adalete yönelik bir içgüdüye de doğal olarak sahip olduklarını düşünüyordu. Uzmanlara göre eserleri ile nesnel, hukuk devleti kavramını ortaya atmıştır… Hristiyan düşüncesinin en büyük isimlerinden biri olan Aziz Augustine MS 354’te günümüz Cezayir’indeki Hippo’da doğdu; annesi Hristiyan, babası pagandı. Gençliğinde Kartaca’da eğitim gördü, Cicero’yu okudu ve büyülendi. Daha sonra Roma’ya gitti ve hitabet dersleri vermeye başladı… Augustine’in hristiyan olması ve kiliseye yönelmesi Batı için bir dönüm noktasıdır. Ona göre insanoğlu “düşmüş”tü; devlet iyi yasalarla buna çare bulamazdı. İnsanı içinde bulunduğu halden kurtarabilecek tek şey, tanrının inayetiydi. Politika insanlığın hayrına giden bir yol değil, tarih içinde sükunet ve istikrarın sağlanmasına yönelik bir araçtı. Augustin’in devlet ve kilise arasındaki ilişkiye yönelik görüşleri günümüze dek süren bir etkiye sahip oldu..
MÖ 7. yüzyılda Arabistan’da İslam dini gelişmeye başladı. Diğer iki büyük tek tanrılı din yani Hristiyanlık ve Musevilikten farklı olarak başından beri dinsel olduğu kadar politik bir sistemdi İslam. İsfahan'da bir cami DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Bazı Müslümanlara göre, ikinci halifenin önde gelen yöneticilere “sıradan insanlar gibi yaşayın” emrini vermesi demokrasinin tohumlarının atılması anlamına geliyor.
İslam imparatorluğu yayıldıkça bazı islam alimleri kutsal metinlerin demokrasiyi önerdiğini savundu, bazılarına göre ise bunlar otoriter yönetim reçetesiydi. İslam dünyasının ilk politika düşünürlerinden biri olan Farabi onuncu yüzyılda Bağdat’ta yaşadı. Fazilet Devleti gibi eserlerinde Farabi ideal yöneticiler çok nadir olduğu için, insanların daha önceki ideal örnekleri taklit etmeye çalışmaları gerektiğini savundu. İslam düşüncesinin en büyük isimlerinden biri olan Gazali Sufi’dir… ‘Tanrının hukuku ve adaleti’ düşüncesine insan unsurunu ilk sokan kişi Gazali’dir. Gazali’ye göre hukukçular Tanrı düşüncesini insanların hayrına yorumlayıp, kutsal metinlerin sessiz kaldığı konularda yasalar ortaya koyabilir. Diğer taraftan insanların da yöneticilerine itaat etmeleri gerekir. 12. yüzyılda, İspanya’nın güneyindeki Kordoba’dan İbni Rüşd, Yunanlı filozoflar üzerine geniş çaplı yorumlar yayınladı ve Farabi’nin filozofların siyasete de karışmaları gerektiği düşüncesini canlandırdı. İbni Rüşd’e göre felsefe becerisi olanlar bunu toplumun ilerlemesi için kullanmalıdır. Ancak bunlara nadiren rastlandığı için hükümdar olmalarını sağlacak sayıya hiç bir zaman ulaşamayacaklardır. Sıradan insanlar ise yasaları ve dinbilimsel öğretiyi sorgulamamalıdır.
16. yüzyıl İtalyan politikacı ve yorumcusu Nicolo Machiavelli dünyanın gelmiş gelmiş en ünlü ve tartışmalı siyaset düşünürlerinden biridir. Nicolo Machiavelli BEŞİNCİ BÖLÜM Daha önceki bir çok düşünürün aksine, Floransalı düşünür Machiavelli politikayı ideallere göre değil, yaşanan gerçekliğe göre tasvir eder ve politikacıları ideal davranışların yıkımları olacağı konusunda uyarır… Machiavelli 1469’da İtalyan rönesansının kalbi olan Floransa’da doğdu. 1494’te iktidardaki Medici ailesi halk isyanıyla devrildi ve bunu sofu bir papaz olan Savonarola’nın dört yıllık teokratik yönetimi izledi. Yeni doğan Floransa cumhuriyetine diplomat olarak hizmet eden Machiavelli, politikacıların sık sık insaf ve vicdan sınırlarını aşan tutumlarını içerden izleme fırsatı buldu. En ünlü eseri “Hükümdar”a göre, “Hükümdar, yapacağı şeyin ahlaki olup olmadığı gibi sorularla yolundan sapmamalıydı. İktidarda kalmak için ne gerekiyorsa onu yapmalıydı.” Cicero’nun, Seneca’nın çizdiği adil, cömert ve yüce gönüllü hükümdar idealini yerden yere vurdu. Machiavelli “bu niteliklerin devlet işlerini yürütmeye, ün ve zafer kazanmaya yeteceğini zannediyorsanız, çok yanılıyorsunuz” diyordu…
Hobbes’un insan doğası hakkındaki görüşünün oldukça kötümser olduğu söylenebilir… Ona göre insanlar arzuları peşinde koşar ve ortalıkta devlet olmasa herkes birbirine düşer. Thomas Hobbs ALTINCI BÖLÜM Thomas Hobbes 16. yüzyılın sonlarına doğru İngiltere’de doğdu. Hobbes’un insanlık ve politika hakkındaki görüşlerini ortaya koyduğu başlıca eseri Leviathan’dır. 1651 yılında yazılan bu kitap, İngiliz tarihinin en alışılmadık dönemlerinden birinin ürünüdür ve ülkenin cumhuriyetle yönetildiği on bir yılı kapsar… Hobbes sadece merkezi bir gücün otoritesi olmadan daha iyi yaşanacağını düşünen idealistleri değil, karşıtlarını yani kralların Tanrı’dan aldıkları güçle iktidar olduklarını, Kralların İlahi Yetkileri kuramını savunanları da eleştiriyordu… Hobbes’un düşüncesinde orijinal bir yön, toplum hayatı ile zamanının doğa bilimleri arasında kurduğu paralellikti. Hobbes’a göre devlet-hükümet olmazsa insanlar birbirlerine karşı, sürekli bir önleyici saldırganlık içinde olurdu. Çünkü kimse bir diğerinin kendilerine zarar vermeyeceğine, ellerindeki bir şeyi, mülklerini, canlarını veya özgürlüklerini almaya kalkışmayacağına emin olamazdı. Bu yüzden de en iyi savunma saldırı haline gelirdi. Buna karşı savunulan, “haklara sahip olunan bir doğal durum fikri, güvene dayalı siyasi sözleşme fikri, bunun itaati gerektirdiği, tüm bunların devletle ilişkisi, devletin hakları kadar yükümlülükleri de olduğu fikri”, günümüzdeki siyasi tablonun yapıtaşları arasında görülüyor. Onyedinci yüzyılın ortalarına doğru doğan İngiliz filozof John Locke, hükümeti ve devleti net biçimde halkın hizmetine koşan bir düşünürdür.
John Locke YEDİNCİ BÖLÜM Kendisinden yaklaşık yarım asır önce devleti canavar benzetmesi ile mutlak iktidar sahibi bir varlık olarak tasarlayan diğer İngiliz düşünürü Thomas Hobbes’un vizyonunu paylaşmaz. Siyaset üzerine eserlerinin üzerinden geçen üç yüz yıla rağmen Locke hala politikaya ılımlı yaklaşımın, bireysey özgürlüklere saygını ve güvenilir hükümet düşüncesinin mimarı olarak güncelliğini korumaktadır. Bu nedenle empirik ve liberal düşüncenin babası kabul edilir. John Locke’a göre insanlar özgür, eşit ve bağımsız doğar; kendi hallerine bırakıldıklarında akıl yürütme ile doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek temel bir ahlakla doğar. Dahası insanlar bazı haklara doğuştan sahiptir… Mülkiyet hakkı da Locke’un hükümet teorisinin belkemiğidir. Ancak mülkiyeti günümüzdekinden daha geniş tanımlar. Ona göre mülkiyet “yaşam, özgürlük ve mülkü” kapsar… Peki, herkes Tanrı’nın indinde eşitse, niçin bazıları mülk sahibidir de, diğerleri bundan yoksun? Antik Roma düşünürü Cicero’yu takip eden Locke’a göre mülkiyetin kökeninde doğanın ürünlerinin yararlanmak ve insan emeğini bu ürünlere katmak vardır. Yani Locke’a göre insanlar arasındaki mülk eşitsizliğinin kökeni doğayla girilen ilişkidedir. Örneğin toprağı işlemek, avcı-toplayıcı hayat tarzından daha değerlidir.
Filozof ve eğitimci olan ve 1712 yılında Cenevre’de doğan Rousseau, Aydınlanma insanının en iyi örneklerinden biriydi, ancak tüm bu süreçte kendine özgü bir yeri vardı. Jean-Jacques Rousseau SEKİZİNCİ BÖLÜM Onsekizinci yüzyıl, Avrupalı aydınları yepyeni bir düşünce tarzının etkisi altına almasına sahne oldu. Bu düşünce tarzında herşeyden önce aklın önemi vurgulanıyordu. Sanattan politikaya, dinden toplum düşüncesine varolan tüm fikirler eleştiriliyor, gözden geçiriliyordu. Eski siyasi düzen dağılıyor, yeni bir devir başlıyordu… Ve bu dönem dünya tarihine Aydınlanma dönemi olarak geçti. Bu aydınlar arasında en önde gelenlerinden biri Jean-Jacques Rousseau’ydu. Rousseau çağının avrupasındaki despot krallıklara karşıydı ancak siyasi görüşleri Aydınlanma’da egemen görüşlerle de çatışıyordu. Herşeyden önce Rousseau zamanın baskın düşüncesinin tersine, insanlığın karanlık bir çağdan çıkmakta olduğu ve aydınlığa doğru ilerleyeceği görüşüne karşıydı. Rousseau’nun çağdaşı dünyanın sorunlarına çözüm aradığı eseri ‘Toplum Sözleşmesi’ oldu. dünya literatürünün unutulmazları arasına giren, “insan özgür doğar oysa her yerde zincire vurulmuştur” cümlesi, bir slogan olarak bu eserin sayfaları arasından sıyrılıp kuşaklar boyu devrimcilerin sloganı haline gelir. Rousseau bu eserinde antik Roma’nın cumhuriyetçi dönemi gibi eşitlikçi addettiği eski toplumların ruhunu canlandırmaya çalışır… Rousseau’nun toplum sözleşmesi vizyonuna göre her bir yurttaş başkalarının iyiliği, ya da Rousseau’nun deyimiyle, genel iradenin iyiliği için bireysel haklarından feragat eder. Devrimci sloganlar haline gelen “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” kavramları tümüyle Rousseau’yu yansıtır: “Başka insanlar arasında özgür olmamız, aramızda eşitlik olmasıyla mümkündü. Ancak aramızda kardeşlik havası varsa ortak kurallar yaratabilirdik.”
Siyasi düşünce tarihinin en güçlü akımlarından biri olan liberalizm kaba hatlarıyla devletin, ekonomik alanda olsun, sosyal alanda olsun insanların hayatına mümkün olduğunca az müdahele etmesi talebini ortaya koyan bir düşünce ve siyasi pratiktir. Adam Smith DOKUZUNCU BÖLÜM Çağdaş yaşamın oldukça güncel bir parçası olan bu düşüncenin kökleri ise Aydınlanma çağı İskoçyasına gider… Buradaki düşünce hayatına damga vuran 1723 doğumlu Adam Smith, Fransızca konuşan dünyanın yıldızları Rousseau ve Voltaire’in hayranıydı, ancak onlardan farklı olarak devrimci değil. Smith’e göre devletin devrilmesi gerekmiyordu, bunun yerine mümkün olduğunca bir kenara çekilmeliydi devlet çünkü çok müsrifti… Adam Smith’in mirasını İngiltere’ye taşıyan isim olan Bentham devletin-hükümetin işlevlerini sınırlamak gerektiğini savunuyordu. Adam Smith gibi o da siyasi sistemlerin doğal veya doğuştan haklara dayanmadığını, karşılıklı rızaya, uzlaşmaya dayalı olduğunu düşünüyordu. Bentham’ın ideal yasa ve kurumlara ilişkin kuramı fayda kavramına dayanıyordu. Faydacılık kuramının idealleriyle yetişen önde gelen İngiliz düşünürlerinden biri de John Stuart Mill’dir. Bentham’ın devletin halkın yararı için halk adına bazı işlere kalkışmaması gerektiği düşüncesini geliştiren John Stuart Mill, “devlet baba” düşüncesini eleştirenlerin başında gelir… Mill’e göre devlet bireylerin potansiyellerini gerçekleştirmelerine olanak sağlayacak ortamı yaratmalı ancak insanların bireyselliğini ezmemeli… Yirminci yüzyılda pozitif ve negatif özgürlük taraftarları birbirlerinden ayrılmaya başladı. Aralarında ünlü ekonomist John Maynard Keynes de olan ‘Yeni liberaller’ adı verilen kesim, devletin liberal toplumun geliştirilmesinde etkin rol oynamasını talep ediyordu. Bu kesimin karşısındaki düşüncenin en önde gelen ismi ise Avusturya doğumlu ekonomist Friedrich Hayek oldu. 1992 yılında doksan yaşının üzerinde ölen Hayek’e göre liberal adı verilen çevreler liberal düşüncenin temel ilkelerine ihanet ediyordu… Devlet hangi alanlarda etkin olmalı, neredelerde olmamalı? Bu, yirminci yüzyılda sosyal liberalizm ile ekonomik liberalizm arasındaki en büyük anlaşmazlık konusudur.
Taraftarları gözünde, hem büyük bir sosyal bilimci hem büyük bir devrimci olan, hem teoride hem de pratikte önderdir Marx; karşıtları gözünde ise çağdışı kuramları ve kışkırttığı olumsuz duygularla çağdaş hayata yönelik ciddi bir tehdit. Karl Marx ONUNCU BÖLÜM Siyasi düşünce tarihi açısından ise Marx muhtemelen bu iki ucun arasında bir yerde… 1818’de günümüz’de Almanya içinde kalan Rheinland’da doğan Karl Marx, liberal devlet görüşünün naif bir görüş olduğu, gelmiş geçmiş tüm devletlerin sınıf baskısının araçları olduğu düşüncesindedir. Yani bir sınıf devletin kontrolüne sahip olur ve devlet gücünü ezilen sınıflar üzerinde kendi ekonomik gücünü pekiştirmek için kullanır. Marx’a göre komünizmin erken aşamalarında devlete ihtiyaç olabileceği halde, komünist toplumun tam olgunluğa erişmesi ile devlete ihtiyaç kalmayacaktır. Karl Marx ve deyim yerindeyse sağ kolu Friedrich Engels 1848’te yayınladıkları Komünist Manifesto bir dönüm noktası oldu: “Komünist devrim egemen sınıfları tir tir titretiyor. İşçi sınıfının zincirlerinden başka kaydecekleri bir şey yoktur; oysa tüm dünya onların olabilir. dünyanın tüm işçileri, birleşiniz…” Marx’ın bu çağrısına yirminci yüzyıl boyunca dünyanın dört bir yanından yanıtlar geldi; Küba’dan Kamboçya’ya dünyanın dört bir yanında Marx adına bir dizi rejim kuruldu, Çin Halk Cumhuriyeti’nden Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’ya dek yüz milyonlarca insan Marxist iddialar dile getiren devletler tarafından yönetildi… Yakın dönemde, özellikle de 1989 yılından sonra doğu bloğunun dağılması ile birlikte Marx ve marxist düşüncenin yanlışlandığı, bu geleneğin insanlığa söyleyecek sözü olmadığı sık sık dile getirildi.. Ancak temel itirazı, siyasi süreci devre dışı bırakacak şekilde, ekonominin tümüyle piyasa güçlerine terkedilmesi olan Marx’ın düşüncüleri küresel kapitalizmin gelişimine yönelik eleştirilerde bir kez daha canlanıyor.
Milliyetçilik 18. yüzyıl sonlarında özellikle Alman düşünürleri arasında, Fransız devrimi ve Napolyon’un Avrupa çapında yaydığı evrensel vatandaşlık ve akıl ideallerine tepki olarak doğdu. Milliyetçi gruplar ONBİRİNCİ BÖLÜM Başlangıçta bir çok Alman düşünür Napolyon hayranıydı. Ancak zaman içinde bir çeşit askeri işgalciye dönüştüğünde Napolyon’a karşı cephe almaya başladılar. Bir dizi düşünür, her bir ulusal kültürün, özellikle de dillerin eşsiz rolünü vurgulamaya başladı. Bu tür bir milliyetçiliğin 1860 ve 70’lerde İtalya ve Almanya’nın, küçük devletçiklerin bir araya gelmesi ile kurulmasında büyük etkisi oldu. Bazı uzmanlara göre İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde ise, devletin prestiji çerçevesinde ortaya çıkan bir milliyetçiliği yüzlerce yıl geriye götürmek mümkün. Afrika ve Asya’nın çoğu bölgesinde, özellikle de İngiltere’nin yönetimindeki Hindistan’da ise milliyetçilik, sömürgecilik karşıtı hareketle içiçe geçti. Genelde bu yukarıdan aşağı, eğitimli seçkinlerin önderliğinde bir hareketti… Örneğin, Kenya’da Jomo Kenyatta, Gana’da Kwame Nkrumah ve bağımsız Hindistan’ın kurucuları Gandi ile Nehru… Gündeme gelen bir soru, yeni devletlerin bölünmeye ve kurulmaya devam ettiği çağımızda, millet ve devlet kavramlarının sınırlarının nasıl tanımlanması gerektiği… Bir diğer bir soru ise küreselleşmenin milliyetçiliğin sonu olup olamayacağı…
Yeşil düşünce 20. yüzyılda insanların sadece yaşadıkları sınırlar içinde değil, kendilerini kuşatan tüm bir dünyayla etkileşim içinde olduğu görüşünün güç kazanması ile kendini gösterdi. Bir çöplük ONİKİNCİ BÖLÜM Soğuk Savaş’ın sona erişi geride siyasal ideolojilerden arınmış bir dünya bırakmadı. Boşluğu dolduranlardan biri güçlü milliyetçi ideolojiler oldu, bunun karşı kutbunda ise korunması gerekenin milletler değil tüm bir gezegen olduğunu söyleyenler yer aldı. “Yeşil Siyasal Düşünce” isimli bir kitabın yazarı olan Andrew Dobson, “Ekolojizm” olarak adlandırdığı dünya görüşünün kendine özgü ve diğer akımlardan bağımsız bir “Yeşil” siyasal ideoloji niteliği kazandığını söylüyor. Bu görüşe göre, “Çevreye verilen zararın nedeni, büyümenin sınırına gelinmiş olması. Sonlu bir gezegende yaşıyoruz, sonsuza dek büyüyemeyiz. Diğer yönü ise ahlaki: insanın dışındaki doğal dünyayı bir araç olarak görmememiz gerektiği”. Dobson’a göre ekolojizm çevrecilikten daha radikal bir akım. Çevrecilik aşamalı reformlarla çevreye verilen zararın azaltılması veya giderilmesini amaçılıyor. Ekolojizm ise bunun daha ötesine gidiyor. Çevreci görüş geçmişin büyük siyasal düşünürlerinin tepkisiz kalamayacağı bir akım… Örneğin, bugün yaşasaydı Rousseau muhtemelen en önde gelen çevrecilerdeni biri olurdu. Marx da muhtemelen sınırsız serbest ticarete karşı çıkanlarla arasında bir çok ortak nokta bulurdu. Hobbes ve Machiavelli ise Yeşilleri nafile idealistler olarak görürdü… Bazılarına göre siyasetin acı gerçekleri geçtiğimiz 100 yıl içinde siyasal düşüncenin önemini azalttı. Bu görüşe göre politikacılar artık düşünürler olmaktan çıktı, tümüyle icraatçılara dönüştü… Ancak muhtemelen önümüzdeki dönem, insanların, sadece yaşadıkları ulusal sınırlar çerçevesinde değil, kendilerini kuşatan tüm bir dünyayla ilişkilerini giderek daha çok düşündükleri bir dönem olacak…

BBC’de ilk olarak  2002 yılında yayınlanmış olan bu dizinin tekrar yayını ise 2010 yılında yapılmıştır.

ADORNO: YERLEŞMİŞ VE KABULLENİLMİŞ OLAN HER ŞEYE KARŞI ÖLÇÜSÜZ BİR SAYGI VAR!

0

İnceliğin diyalektiği üzerine

— Doğmakta olan sanayi toplumunda her türlü insani ilişkinin imkânsızlaşacağını sezen Goethe, Wilhelm Meister’in Yolculuk Yılları’nda, inceliği, yabancılaşmış insanlar arasındaki kurtarıcı uyarlanma olarak sunmaya çalışmıştı. Vazgeçişten ayrılamayacak bir şey olarak görünüyordu bu uyarlanma ona; bütünsel temastan, tutkudan ve katışıksız mutluluktan el çekilecekti. İnsani olan, Goethe için, tarihin sorgulanmaz akışını, ilerlemenin insanlık dışı niteliğini, öznenin sönümlenişini kendi davası gibi olumlayan bir öz-sınırlama anlamına geliyordu. Gelgelelim o dönemden bu yana olup bitenler, Goethe’vari bir vazgeçişin doyum olarak görünmesine yol açacak türdendir. Bu arada incelik ve insanlık da -bunlar aynı şeydi onun için- Goethe’ye göre bizi gitmekten alıkoyacakları noktaya kendileri gitmişlerdir.

Çünkü artık bildiğimiz gibi kesin bir tarihsel ânı vardır inceliğin. Burjuva bireyinin kendini mutlakiyetçi zorun sultasından kurtardığı andır bu. Özgür ve tek başına, sadece kendine hesap vermektedir birey; öte yandan, mutlakiyetin geliştirdiği hiyerarşik saygı ve düşüncelilik de eski ekonomik temelinden ve korkutucu gücünden sıyrılmıştır ama imtiyazlı gruplar içinde bir arada yaşamayı katlanılabilir kılacak kadar da varlığını korumaktadır henüz. Mutlaki-yet ile liberallik arasında bu ilk bakışta paradoks gibi görünen etkileşim, sadece Wilhelm Meister’de değil, Beethoven’in geleneksel kompozisyon örgülerine karşı tavrında, hatta mantıkta Kant’ın nesnel olarak bağlayıcı fikirleri öznel olarak kurgulamasında bile gösterir kendini. Beethoven’in dinamik ve patlayıcı sergilemeleri izleyen düzenli özetlemelerinde, Kant’ın skolastik kategorileri bilincin birliğinden çıkarsamasında açıkça “incelikli” olan bir yön vardır.

İnceliğin koşulu, eski sağlamlığını ve yekpareliğini çoktan yitirmiş ama yine de sürüp giden konvansiyondur. Onarılmaz bir yıkıntı halinde, sadece biçimlerin parodisinde yaşayıp gidiyordur: Cahillerin yararlanması için keyfi olarak düzenlenmiş veya geçmişten derlenmiş bir görgü kuralları demeti, gazetelerin gönüllü “görgü danışmanlarının” hep öğütlediği türden – şeref saatlerinde bu konvansiyonlara can vermiş olan anlaşmaysa şimdi araba sahiplerinin ve radyo dinleyicilerinin gözü kapalı konformizmine bırakmıştır yerini. Törensel ânın göçüşü, ilk bakışta inceliğe yarayacak gibidir. Özerk olmayan ve zarar verecek ölçüde dışsal kalan her şeyden kurtulduğunda incelikli davranışın da artık sadece her insani durumun kendi özgül gereklerini dikkate alması beklenir. Ama böyle bir özgürleşmiş incelik, nominalizmin her bağlamda karşılaştığı zorlukların ortasına düşecektir. İncelik düpedüz törensel konvansiyonlara boyun eğmek anlamına gelmiyordu: Daha sonraki hümanistlerin ironikleştirdiği de tam bu türden konvansiyonlardı.

İncelikli tavır, kendi tarihsel zemini kadar paradoksaldı aslında. Konvansiyonun yetkisiz kalmış iddialarıyla bireyin başıbozuk yönelişleri arasında bir uzlaşma -gerçekte imkânsız bir uzlaşma- istiyordu. İncelikli davranışın konvansiyondan başka ölçüsü yoktu. Konvansiyon, ne kadar kuruyup solmuş bir halde olursa olsun, bireysel hak iddiasının tözünü oluşturan evrenseli temsil ediyordu. Farkların ayrıştırılmasıdır incelik. Bilinçli sapmalardan oluşur. Ama özgürleşmiş -ayrıştırılacağı bir evrensel kalmamış- incelik, bir mutlak olarak karşısına dikildiği bireyi cezbetmeyi de başaramaz ve sonunda mutlaka haksızlık eder ona. Neyin tartışılıp neyin tartışılmayacağını belirleyen hiçbir kuralın kalmadığı bir dünyada, artık iyi yetişmenin doğal gereği sayılmayan “sağlığınız nasıl” sorusu mütecessislik ya da kötü niyetliliğe, nazik konular karşısında suskunluksa bomboş bir aldırışsızlığa dönüşür. Böylece birey de inceliğe karşı düşmanlık -sebepsiz de olmayan bir düşmanlık- beslemeye başlar: Sözgelimi belli bir kibarlık biçimi, kendisiyle bir insan olarak konuşulduğu duygusunu vermekten çok, insanlık dışı durumunu sezdiriyordur ona ve kibar kişi de sırf kibarlığı sürdürdüğü, bu aşılmış ayrıcalığı devam ettirdiği için nezaketsiz görünme riskiyle karşı karşıyadır. Özgürleşmiş ve tümüyle bireyselleşmiş incelik sonunda sadece bir yalan haline gelir. Bugün inceliğin bireydeki sahici ilkesi, hakkında konuşmayı sahiden reddettiği şeyde saklıdır: Her bireyde cisimleşen fiili ve daha çok da potansiyel güç.

Kişilere teklifsiz davranma ve onları oldukları gibi kabul etme önerisinin ardında gayretkeş bir “yerine oturtma” isteği yatıyordur aslında: Bireyi ve önündeki olasılıkları, ağzından çıkan her sözün içerdiği zımni kabullenişler aracılığıyla, gittikçe katılaşan evrensel hiyerarşi içindeki yerine yerleştirme isteği. İnceliğin nominalizmi, en evrensel olanın, demek kaba dışsal gücün, en mahrem durumlarda bile galip gelmesine yardım eder. Konvansiyonu yararsız, günü geçmiş ve dışsal bir süs olarak bir yana atmak, her şeyin en dışsal olanını, bir dolaysız egemenlik dünyasını olumlamak anlamına gelir. Bu incelik karikatürünün bile bugünün laubali ahbapçavuşluğu -ki özgürlüğün kötü bir şakaya dönüşmesidir- sonucunda lortadan kalkmasının yaşamı daha da katlanılmaz kılması, insanların bugünkü koşullarda birlikte yaşamasının ne kadar imkânsızlaştığını gösteren örneklerden sadece bir tanesidir.

Vahşiler daha soylu değildir

— Afrikalı ekonomi politik öğrencilerinde, Oxford’daki Siamlılarda ve daha genel olarak küçük burjuva kökenli çalışkan sanat tarihçi ve müzikologlarda bir eğilim görülür: Yeni malzemenin özümlenişini, yerleşik, kabullenilmiş ve onaylanmış olan her şeye karşı ölçüsüz bir saygıyla birleştirmeye pek heveslidirler. Uzlaşmasız bir kafa, ilkelciliğin, geç kalmışlığın ya da “kapitalist olmayan dünya”nın tam tersidir: Deneyim vardır temelinde, tarihsel bir bellek, titiz bir zekâ ve en önemlisi de belli bir doygunluk. Radikal gruplara sonradan katılan o deneysiz gençlerin bir kez geleneğin gücünü hissettikten sonra kamp değiştirdikleri çok görülmüştür. Gelenekten nefret edebilmek için ona sahip olmak gerekir. Avant-garde sanat hareketlerine proleterlerden çok züppelerin yatkın oluşu, siyaset için de anlamlı bir ipucu verebilir bize. Geç kalanların ve yeni gelenlerin ürkütücü bir yatkınlığı vardır pozitivizme -Hindistan’daki Carnap müritlerinden Alman ustalar Matthias Grüne-vvald ve Heinrich Schütz’ün inançlı hayranlarına kadar hepsinde görülür bu. Psikolojiden hiç anlamayanların öne sürebileceği bir şeydir, dışta kalmanın sadece nefret ve hınç uyandırdığı; fazla sahiplenici ve hoşgörüsüz bir aşk da doğabilir buradan ve baskıcı kültürün uzakta tuttuğu insanlar kolayca onun en inatçı savunucuları kesilebilirler. Bir Sosyalist olarak “bir şeyler öğrenmek”, kültürel miras denen şeyden pay almak isteyen işçide bile bir yankısı işitilebilir bunun; ve Beherlerin zevksiz bilirbilmezliği de kültürü anlamamalarından çok, onu görünürdeki değeriyle kabul etmeye, onunla özdeşleşmeye teşne oluşlarında -ve böylece anlamını da çarpıtmalarında- belli eder kendini. Sosyalizmin ne böyle bir dönüşüme ne de teorik olarak pozitivizme düşmeye karşı genel bir muafiyeti vardır. Uzakdoğu’da Marx kolaylıkla Driesch ve Rickert’in işgal etmediği yeri alabilir. Batı dışı toplumların sanayi toplumunun çatışmalarının içine çekilmesinin -ki çok daha önce yapılması gerekirdi- asıl kazançlısının, yaşam standardında beklenebilecek hafif bir yükselişi bir yana bırakırsak, bağımsızlığına kavuşmuş halkın kendisinden çok, rasyonel olarak geliştirilmiş üretim ve iletişim olmasından korkulur. Daha yaşlı uluslar, kapitalizm öncesi halklardan mucizeler beklemek yerine, onların onaylanmış her şeye ve Batı’nın başarılarına duyduklan o kısa görüşlü, üşengeç iştaha karşı uyanık olmalıdırlar.

Theodor W. Adorno Minima Moralia / Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar [Metis Yayınları]

“KÂİNATIN MUCİZESİ YAŞAM” HERKESİN İZLEMESİ GEREKEN BİR BELGESEL: HOME/ YUVA

Çekimi 3 yıl suren ilginç bilgilerle beraber ve 54 ülkeden havadan çekilen görüntülerle müthiş bir görsel şölen sunan belgeselin yönetmenliğini Yann Arthus-Berntrand yapıyor. İnsanlik geçtiğimiz birkaç kısa on yılda, gezegenin yaklaşık dört milyon yıl süren evrimle kurulan dengesini nasıl altüst etti? İnsanlığınn bu gidişatı tersine çevirmesi, Dünya’nin zenginliklerini yağmaladığının farkına varması ve tüketim kalıplarını değiştirmesine imkan var mı? Dünya ne zamandan beri var, İnsan ne zamandan beri burada varolmaya başladı? Dünyada ne kadar canlı var? Bu canlıların birbirleyle bağlantıları nedir? gibi sorulara da cevap veren belgeselin anlatıcılığını Glenn Close yapıyor. 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde 90 ülkeyle eş zamanlı yayınlanan ve milyonlarca izleyiciye ulaşan ‘Yuva’ (Home) belgeselini aşağıdan izleyebilirsiniz.

HOME FRAGMAN (Trailer)

Ancak YUVA (Home), mesajı olan bir belgeselden çok daha öte, kendi çapında muhteşem bir film. Her nefes kesici sahnesi Dünya’nın (“Dünyamız”ın) daha önce hiç görülmemiş bir halini gözler önüne seriyor. Her görüntü sanki “Bak, Dünya ne kadar güzel, neyi yok ediyor olduğumuza bir bak ve hepsinin ötesinde, hala koruyabileceğimiz bütün bu harikalıklara bak” diyor.

KATILAN KITA VE BÖLGELER

yuva home

* Avrupa: Türkiye, Avusturya, Almanya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İngiltere, İskoçya, İspanya, İtalya, İsviçre, İzlanda, Letonya, Litvanya, Macaristan, Monako, Norveç, Polonya, Portekiz, Romanya, Rusya, Slovakya, Slovenya, Yunanistan… * Amerika:Arjantin, Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya, Guyana, Haiti, Kanada, Meksika… * Asya: Çin, Endonezya, Filipinler, Güney Kore, Hindistan, Hong Kong, Japonya, Kamboçya, Makao, Malezya, Nepal, Singapur, Tayvan, Tayland, Vietnam… * Afrika: Benin, Burkina Faso, Cezayir, Cibuti, Çad, Ekvator Ginesi, Etiyopya, Fas, Fildişi Sahili Cumhuriyeti, Gabon, Gambiya, Gana, Gine, Gine Bissau, Güney Afrika Cumhuriyeti, Kamerun, Kenya, Komorlar, Kongo, Libya, Madagaskar, Malavi, Mali, Merkez Afrika Cumhuriyeti, Mısır, Moritanya, Morityus, Namibya, Nijer, Nijerya, Ruanda, Sao Tome, Senegal, Somali, Sudan, Tanzanya, Togo, Tunus, Uganda, Zambiya… * Okyanusya: Avustralya, Fransız Polinezyası, Yeni Kaledonya, Yeni Zelanda… * Orta Doğu: Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Filistin, Irak, İsrail, Katar, Kuveyt, Lübnan, Suudi Arabistan, Suriye, Uman, Ürdün, Yemen…

ÜRKÜTEN RAKAMLAR

* Dünya nüfusunun yüzde yirmisi, gezegenin kaynaklarının yüzde seksenini kullanıyor. GEO4, UNEP (United Nations Environment Programme) 2007 * Dünya’da, gelişmekte olan ülkelere edilen yardımın 12 katı, askeri giderlere harcanıyor. SIPRI Yıllığı, 2008 (Stockholm International Peace Research Institute) OECD, 2008 (Organization for Economic Cooperation and Development) * Bir günde 5000 insan kirli içme suyu yüzünden ölüyor. Bir milyar insan temiz içme suyuna ulaşamıyor. UNDP, 2006 (United Nations Development Programme) * Bir milyara yakın sayıda insan açlık sınırında. FAO, 2008 (Food and Agriculture Organization of the United Nations) * Dünya’da yapılan tahıl ticaretinin yüzde ellisi hayvan besini ya da biyolojik yakıtlar için gerçekleştiriliyor. Worldwatch Institute, 2007 – FAO, 2008 * Ekilebilir arazilerin yüzde 40’ı, uzun süreli zarar görmüş durumda. UNEP (United Nations Environment Programme), ISRIC World Soil Information * Her yıl, 13 milyon hektar orman yok oluyor. FAO, 2005 * Dört memeliden biri, sekiz kuştan biri ve hem karada hem suda yaşayabilen her üç canlıdan biri soyunun tükenmesi tehditi altında. Canlı türleri doğal oranlarının 1000 katı hızlı bir şekilde ölüyor. IUCN, 2008 (International Union for Conservation of Nature) XVI International Botanical Congress, Saint-Louis, USA, 199 http://www.eurekalert.org/pub_releases/1999-08/XIBC-Wbbe-020899.php Uluslararası Kongre « Biyolojik Çeşitlilik : Bilim ve yönetim » Unesco, Paris, Fransa, 2005 * Balık avlama alanlarının dörtte üçü, tükenmiş durumda. Bu bölgelerdeki balıklar ya tükenmiş ya da tehlikeli boyutta azalmış oranda. Kaynak: UN (http://www.un.org/apps/newsFr/storyF.asp?NewsID=13755&Cr=FAO&Cr1/ ) * Son 15 yılın ortalama sıcaklıkları bu güne kadar kaydedilen en yüksek sıcaklıklar. NASA GISS data http://data.giss.nasa.gov/gistemp/graphs/Fig.A.txt http://data.giss.nasa.gov/gistemp/graphs/Fig.A2.txt * Kıta buzulu, 40 yıl öncekinden yüzde 40 daha ince. NSIDC, National Snow and Ice Data Center, 2004 2050 yılında en az 200 milyon iklim mülteicis olabilir. The Stern Review: the Economics of Climate Change, Part II, Chapter 3, page 77 http://www.hm-treasury.gov.uk/d/Part_II_Introduction_group.pdf

ÇEKİMLERİN 217 GÜNÜ

Yapım notları: Yann Arthus-Bertrand ve ekibinin 30 yıldan uzun yoğun çalışmalarının ve gezegene olan tam bağlılıklarının filmini çekmeleri yaklaşık olarak üç yıl sürdü.

Büyük fikir: Yann Arthus-Bertrand böyle bir film yapma fikrinin aklına geldiği 2006’de, Elzévir Films’ten yapımcı Denis Carot ile görüştü. Carot, yönetmenin filmin ücretsiz gösterilmesi fikrine karşın hemen projeye katıldı. Bu klasik ticarileştirmeden kurtulmak ve filme yatırım yapabilecek bir sponsor bulmak anlamına geldiği için kritik bir karardı.

Aynı şekilde, filmin gerçekten küresel olabilmesi için uluslararası dağıtımı sağlayacak nitelikte bir dağıtımcı bulmayı da gerektiriyordu. Denis Carot bu süreci, “Sektör içindeki insanlar projeyi duydukça, pek çok dağıtımcı firmadan telefon aldık. Bunların arasında bizim gibi bağımsız bir yapım şirketiyle çok nadir ortak projeler yürüten Amerikan dağıtım firmalarının temsilcileri de vardı. Ancak hiçbiri filmi ücretsiz olarak gösterme fikrini kafalarında bir yere oturtamıyordu. Sonunda Luc Besson ve EuropaCorp gerçekten projeye inandı ve potansiyel bir destekçi olarak PPR’ın karşısına çıkardı.” sözleriyle anlatıyor. Sonrasında çekim programı oluşturuldu. 54 ülke ve 217 günlük çekimin ardından 488 saatlik görüntü elde edildi.

Farklı mekanlarda araştırma yolculuklarına The Earth From The Air gibi çok satan kitaplarından ve Seen From The Air gibi televizyon programlarından deneyimli olan Yann Arthus-Bertrand eski teknik ve sanatsal danışmanlarından Isabelle Delannoy’ı anlatıcı metnini birlikte hazırlamak ve Seen From The Air’den gazeteci Dorothée Martin’i de birinci yönetmen asistanı olarak ekibine dahil etti. Yapım müdürü Jean de Trégomain ve çekim mekanlarını belirleyen Claude Canaple aynı anda Dünya’nın dörtbir yanında 21 ay boyunca çekim yapacak üç ayrı ekip için inanılmaz bir program hazırladı.

Dorothée Martin’in söylediği gibi, “Dünya’nın etrafında helikopterle dönmek kolay görünebilir, ama aslında her görev ve her çekim zorlu çalışmalarla gerçekleştirildi”.

Film ekibi: Havadan fotoğraf çekme konusunda oldukça deneyimli olan Jean de Trégomain, her çekimi kafasında tasarladı. Trégomain çekimler için, “Film çekim yapılacak her yerde, doğru iletişimi kurmak, doğru helikopteri ve onun pilotunu bulmak gibi kendi içinde bir hazine avını barındırıyor” yorumunda bulunuyor.

Farklı bölgelerdeki çekimlerin yanı sıra ekip genellikle Paris’te çalıştı. Buradan yürütülen çalışmalar çekim planları, ekiplerle iletişim kurma gibi organizasyon işleriydi. Havadan çekim yapmak beraberinde pek çok teknik sorun da getiriyordu. Bunlardan biri oldukça belirli bir tipte kamera kullanılması zorunluluğuydu. Cineflex V14 TM – AXYS, yüksek çözünürlüklü çekim yapmasının yanı sıra uzak mesafelerden yakın plan çekim yapabilme ve filmlerinin helikopterde değiştirilebilmesi gibi özellikler taşıyordu. Ancak bu kamera için de helikopterin dar alanına 120 kilogram ekipman sığdırılması gerekiyordu.

Yann Arthus-Bertrand ile daha önce pek çok çekime çıkmış, 20 yıllık hava fotoğrafçılığı deneyimi olan Tanguy Thuaud ekibe katılan kameramanlardan biriydi. Thuaud yaşadığı deneyimi, “Her zaman helikopterimizi ya da pilotumuzu seçemiyorduk ve hava fotoğrafçılığının sonuçlarının yüzde 60’ı helikopterin gücü ve pilotun onu nasıl kontrol ettiğine bağlıdır. Hava, ekipman ve iletişim problemlerinden hiç bahsetmiyorum. Yann ilk çekimlere başladığımız zaman nasıl görüntüler istediğini bize anlatabilmek için fotoğraf çekip, kendi fotoğraf makinasından bize gösteriyordu” sözleriyle ifade ediyor.

Her görevde kameramanlar, görüntü teknisyenleriyle birlikte ekip olarak çalıştılar. Bu teknisyenler, kameramanlara asistanlık yapmanın yanı sıra, kameraların filmlerinin koyulması, taşınması gibi konularla ilgileniyorlardı. Filmler renk düzeltmeliyse ekip çekimi ‘ham / raw’ modda çekerek en yüksek töleransı elde etmeye çalışıyordu. Görüntü teknisyenlerinden biri olan Stéphane Azouze, “Bu çekim biraz gri, düz ve pek de etkileyici olmadığı anlamına gelir, ki istenmeyen bir sonuçtur. Ama bir süre sonra bunun bir geçiş süreci olduğuna dair gözlerinizi eğitirsiniz” sözleriyle süreci anlatıyor.

Bir başka sorun da helikopterlerden kısıtlı sürede çekim yapılabilmesiydi. Dorothée Martin bu sorunu, “Kısıtlı miktarda yakıt alınabiliyor ve motor bunu kısa sürede yakıyor. Havada geçen her dakika pahalı. Ortalama bir helikopter havada 2 ya da 2.5 saat kalabiliyor ve biz genellikle yakıt dolum alanlarından uzak yerlerde çekim yapıyorduk. Bu nedenle istediğimiz görüntüleri alabilmek için 30 dakika gibi bir süremiz kalıyordu. İşte bu nedenle olabildiğince odaklanmış ve verimli bir şekilde çalıştık” şeklinde anlatıyor.

Bürokrasi: Teknik sorunlar ekibin karşılaşacağı bürokratik sorunların yanında önemsiz kalıyordu. Jean de Trégomain çalışma yapılan her ülkede, “Bizim yerel kültürü, onun işleyişini anlamamız gerekiyor ve ona uyum sağlamalıyız” açıklamasını yapması gerekti. Her ülkenin güvenlik gereksinimleri uyarınca farklı yerlerden izinler alınması gerekti.

Dorothée Martin, “Bir ülkenin isteği gereği Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Konsolosluk, Ordu ve havacılık Kuvvetleri’nin hepsine aynı anda izin için başvurmamız gerekti” sözleriyle yaşadıkları zorlukları anlatıyor.

Bütün bu işler Paris’ten yerine getirildikten sonra keşif gezisine giden ekip, çekmek istedikleri bölgelerin kesin GPS kodlarını bildirdikten sonra beklemeye başladı. Filmde 2 ya da 3 dakika görünecek bir sahnenin hazırlığı bir yıl sürüyordu.

Martin, “Ekip havalanınca, yanımızda bir de güvenlik görevlisi oluyordu. Bu görevli, uçuş planını kontrol ediyor, verdiğimiz GPS kodlarına sadık kalıp kalmadığımıza bakıyor ve neleri çektiğimizi inceliyordu. Akşam da görüntüleri bizimle birlikte izliyordu. Kasetleri yurt dışına çıkarmama izin vermediler. Sansür nedeniyle onları bırakmam gerekti. 15 kasetten iki ve birinin yarısı silinmiş olarak geldi” sözleriyle devam ediyor. Bu önlemler havadan çekim yapmanın sorunlarından ileri geliyor. Bazı ülkeler bizim kullandığımız cayro –denge sağlayıcı kameraları zum objektifleri nedeniyle yasaklıyorlar.

Senaryonun yazımı: Projenin bir diğer orijinal yönü de çekimlerin senaryo yazılmadan başlaması. Çekimlerin başlamasından bir yıl sonra Yann Arthus-Bertrand gazeteci Isabelle Delannoy’a senaryoyu birlikte yazmalarını teklif etti. Delannoy, “Sonunda, bunun iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum. Çünkü her çekim kendi hikayesini, kendi hızında anlatıyor. Gökyüzü, su ve Dünya’nın birleştiği bir çekimi izlerken yaşadığım şoku hatırlıyorum. Yann ile birlikte, insanların ve Dünya’nın, tüm elementlerin arasında sarsılmaz bir bağ olduğunu anladık. Bu bizi çok etkiledi.” diye ekliyor.

Bir başka ön koşulları da tahrik edici bir özellik olan hüzün tacirliğinin tuzağına asla düşmemek. Isabelle Delannoy, “Seçtiğimiz yoldan dramatik bir şekilde çıktık ve bunu şimdi değiştirmek zorundayız. Bunun hayati olduğunun farkına varır ve anlarsak bunu değiştirebiliriz. Havadan çektiğimiz görüntüler konular üzerine düşünecek bir perspektif verirken, bu gerçeği gözler önüne seriyor” sözleriyle yazıdan çok görüntülerin tanımlayıcı olduğunu vurguluyor.

Isabelle Delannoy’un eğitici yaklaşımı, Tewfik Fares ile yazdığı metinde kendini açığa çıkarıyor, “Hikayemize devam etmek artık bize kalmış. Hepimize.”

Müzik, kendi başına bir karakter: Önce görüntüler, sonra metin ve sonra da müzik. Yann Arthus-Bertrand’ın dokunaklı filmine eşlik eden, duyguları açığa çıkaran, asla yersiz olmayan ve asla basit olanı aşırı duygusal hale getirmeyen bir müzik.

Onun deneyimi, dünyevilik ve birleştirme, projesine eşsiz şiirsel bir dinamik kazandırdı. Armand Amar, Budapeşte Senfoni Orkestrası ve Şangay Perküsyon Topluluğu’yla kayıtlar yapmak için pek çok yolculuk yaptı. Başarılı müzik çalışmasında farklı kıtalardan ilahiler ve enstrümanlar kullandı.

Filmin müziklerini hazırlayan Armand Amar YUVA’nın (Home) müzikal yolculuğunun hikayesini anlatırken, “Bir film için müzik yaparken sayısız zorunluluğun merhametine kalırsınız. Her şey bir sahneye, niyete hizmet etmelidir. Film müziği yapmanın temel fikri, yönetmenin ne hissettiğini bilmek ama mesajı aşırı vurgulamadan film hakkındaki kendi vizyonunu da oluşturmaktır. Notalar hikayenin bir kısmını anlatır, görüntüler diğer bir kısmını, dış ses ile başka bir dilden konuşur ama hepsinin bir senfoni, bir harmoni içinde birleşmesi gerekir. Görüntü ve metin olmadan müzik yapmak benim için önemli bir deneyim oldu. Müzik aynı zamanda görüntülere hareket ve duygu verir. Filmin ritmi uzun düşüncelere dalmaya olanak veren bir ritim, ama ben bu kısıtlamaların akıntısına kapılmaya izin vermedim.

Görüntülerin nefes almasına izin vermek önemlidir. Onlar oldukça sessiz görüntüler. Yerkürenin üzerinde uçuyoruz, bu nedenle sessizliğe ihtiyacımız var. Orkestranın bölümlerinden yalnızca piyano ve kemanları elimde tuttum. Fazla senfonik bir etki kullanmak istemedim. Geleneksel müzikte olduğu gibi, yayay yazıyı, dikey yazıya tercih ettim” diyor.

Kurgu: Projenin çapı göz önünde tutulunca ve Yann Arthus-Bertrand her yerde bulunamadığından, yapılan çekim aynı gün izleniyordu. Daha sonra her işin derlemesi, diğer yerlerle ilgili isteklerini böylelikle belirleyebilecek olan Yann Arthus-Bertrand’a gönderiliyordu.

Bu ön-eleme, filmin editörünün de işini kolaylaştırıyordu. Yine de editörün önünde izlenecek 488 saatlik çekim vardı! Projeye Eylül 2007’de katılan Yen Le Van, ekip çekimlere koyulduktan beş ay sonra çalışmaya başladı. Halihazırda çekilmiş olan bölümü izledi ve “efektler yerine karşıtlıkların üzerinde durmayı seçerek” bir ilk genel bakış fırsatı sunmak için bunu montajladı.

TOLSTOY’UN GÜNLÜĞÜ’NDEN GEÇEN 60 SÖZ: “İNSAN KENDİSİNİ NE KADAR BEĞENİRSE O KADAR DENGESİ BOZULUR”

    1. Faydasız ya da sıradan çok şeyi bilmektense iyi ve gerçek bir kaç şeyi bilmek evladır
    2. İyi insanlar, yaptıklarının farkında dahi olmadan, birbirlerine yârdim ederler Kötu insanlar bile bile birbirlerinin kuyusunu kazarlar (Cin Atasözü)
    3. Enerjinizin en az yarısını bos isteklerinizden kendinizi özgürleştirmede harcayın Böyle yaparsanız, kısa zamanda çok daha büyük başarılar elde eder ve daha mutlu olursunuz (Epiktetus)
    4. Bir insan ne kadar iyi huylu ve düşünceli olursa, başkalarında o kadar fazla dostluk bulur
    5. Okuyun, çalışın, ama daha fazla düşünün Öğretmenlerinizden ve okuduğunuz kitaplardan sadece gerçekten ihtiyacınız olan ve gerçekten bilmek istediklerinizi edinin

    1. Ok hedefi vurmadığında okçu, başkasını değil, kendini suçlar Bilge kişi de ayni şekilde davranır
    2. İnsan geçmişin bilge ve kutsal insanlarının kendisine sunduğu manevi mirası kullanmalıdır Ancak her şeyi aklıyla test etmeli, bazılarını kabul ederken bazılarını reddetmelidir
    3. Bilimler sayısızdır ama temel olan bir bilim dalı vardır ve “hayatin anlamı nedir ve insanlar için iyi olan nedir”i konu edinir; bu olmadan diğer tüm bilgi ve sanat türleri bos ve zararlı oyalanmalara dönüşür
    4. Toplum ancak kişisel fedakârlıklarla iyileştirilebilir
    5. Öfkenizi hiç bir şey haklı göstermez Öfkenizin sebebi daima içinizdedir
    6. Bilge kişi bilgeliği arar: akilsiz kişi onu bulduğunu düşünür (İran Atasözü)
    7. Bilge kişi çıkar umduğu için değil ama sevgide cenneti bulduğu için sever
    8. Üç şekilde bilgeliğe ulaşabilirsiniz Birinci yol meditasyondur Bu en soylu yoldur İkinci yol taklittir Bu en kolay ve en az tatmin eden yoldur Üçüncüsü tecrübe yoludur En zor yol budur
    9. Size yapılan kötülüklere iyilikle cevap vermelisiniz Böylece, kotu insanin kötülükten aldığı zevki yok etmiş olursunuz
    10. İnsan kendisini ne kadar beğenirse o kadar dengesi bozulur; kişi kendini ne derece yetersiz görürse ayakları o derece yere sağlam basar
    11. Zihin sadece iyi kalpli kişilerde aydınlanabilir Bir insan sadece aydınlanmış bir zihne sahip olduğunda iyi kalpli olabilir Bunların biri diğerine yârdim eder
    12. Hayatin amacını geçici şeylerde, unvanlarda ve bedenlerinde görmeyenler, iste onlardır hayatin gerçeğini bilenler (Dhammapada, Bir Budist Bilgeliği Kitabi)
    13. Mükemmellik Tanrı’nındır Mükemmelliği arzulamak insanindir (Goethe)
    14. Bu dünyaya geldiğin zaman sen ağlıyorken çevrendeki herkes neşe içindeydi Hayatini öyle bir şekilde yasa ki bu dünyayı terketme ani geldiğinde sen neşe içindeyken çevrendeki herkes ağlıyor olsun
    15. Bilgeliğin şartı saflıktır; bilgeliğin sonucu ruhun huzurudur
    16. Alçakgönüllü olun ve aşırılığa karşı çıkın En keskin kılıç dahi yumuşak ipeği kesemez  Oysa, yumuşak sözlerle ve iyilikle, tek bir sac kılıyla bir fiili istediğiniz yere götürebilirsiniz
    17. Az bilen çok konuşur, çok bilen çoğunlukla sessiz durur
    18. Hatalarınızı düzeltmek istiyorsanız, başkalarını suçlayarak kaybedecek vaktiniz olmayacaktır
    19. Zenginlerin hazları genellikle fakirlerin gözyaşları pahasınadır
    20. Düşünce sekliniz öyle olmalı ki herkes ruhunuza bakıp orada neler olup bittiğini görebilmeli (Seneca)
    21. Hayat ne ıstıraptır ne de eğlencedir, fakat hayat, sona erinceye dek sürdürmeniz ve dürüstçe tamamlamanız gereken bir görevdir (Alexis de Tocquevile)
    22. Güçlü ve bilge insan becerilerini başkalarına destek olmada kullanır (John Ruskin)
    23. Hırs, tembellik, şehvet ve öfkenin efendisi olmaya çalışın
    24. Kendisine karşı zafer kazanmış olan kişi gerçekten güçlüdür (Doğu Bilgeliği)
    25. Birisinin hata yaptığını gördüğünüzde onu ve hatalarını alçakgönüllülükle düzeltin Eğer sizi dinlemezse yalnızca kendinizi suçlayın ya da daha iyisi, hiç kimseyi suçlamayın ama alçakgönüllülüğünüz devam etsin
    26. Kralın size hediye ettiği bir elbise güzel olabilir ancak kendi sade elbiseniz daha güzeldir Zenginin sofrasındaki çeşitli yiyecekler güzel olabilir ancak sofranızdaki sade ekmeğin tadı daima daha güzeldir (Sadi)
    27. Kötülüğe iyilikle karşılık vermenin zevkini bir kere yasayanlar, bu zevki hep yasamaya çalışırlar
    28. Su üç şeyi yapan bilgedir: birincisi, başkalarına öğütlediği şeyi kendisi de yapar; ikincisi, gerçeğe aykırı hiç bir şey yapmaz; üçüncüsü, çevresindekilerin zayıflıklarına karşı sabırlıdır
    29. Kendinizi eleştirin ama bunlar sizi umutsuzluğa sevketmesin (Epictetus)
    30. Akilli insanlar daha fazla bilmek için, değersiz insanlar ise daha fazla bilinmek için çalışırlar (Doğu Bilgeliği)
    31. Unutmayın, dünyada yaşamıyorsunuz: sadece dünyadan geçiyorsunuz
    32. Hareket tarzınız öyle olmalı ki, herkese, “benim gibi yapın”, diyebilmelisiniz (Immanuel Kant)
    33. Bir toplumun gelişmesi ancak ve ancak ahlaki gelişmesi ile olur
    34. Kalbiniz faziletle dolu olduğunda mutluluk ve güzelliği bulursunuz (Ralph Waldo Emerson)
    35. İyi olan her şey sadakadır Susamış bir kimseye su vermek, yoldan bir taşı kaldırıp atmak, komşularınızı ve dostlarınızı faziletli olmaya davet etmek, bir yolcuya yolunu göstermek ya da komşunuzun yüzüne gülümsemek, iste bütün bunlar birer fazilettir (Hz Muhammed)
    36. Dini, yaşamınıza taşımanın ilk şartı tüm canlı varlıklara karşı sevgi ve şefkat duymaktır (Cin Atasözü)
    37. Dünya sizi suçlasa da siz iyi olun Bu, başkalarınca ovulup de kotu kalmaya devam etmekten daha iyidir
    38. Bilgi bir hedef değil, bir araçtır
    39. “Akademisyen” sıfatı bana o kişinin okula gittiğini, öğrenim gördüğünü söylüyor Ama bu, o kişinin gerçekten önemli herhangi bir bilgi edindiği anlamına gelmiyor (George Lichtenberg)
    40. Öylesine bir hayat sürmelisiniz ki kafanızın içindeki her şeyi güvenle ortaya dökebilesiniz
    41. Sadece iyi şeyler düşünün; zamanla bunlar iyi davranışa dönüşecektir
    42. İçten, ciddi düşünmeyle gecen bir saat, boş konuşmalarla gecen bir haftadan daha değerlidir
    43. Sadece kanaatkar bir yasam suren kişiler ihtiyaçlardan arınmış ve kıskançlığın olmadığı bir yasam sürebilirler
    44. Gerçek sevgi sadece özel bir kişiyi sevmek değil, fakat herkesi seven bir ruh halinde olmak demektir
    45. Başkalarını sizi sevmeye zorlamayın: sevmekle yetinin, böylece sevilirsiniz
    46. Zihin hastalığı bedenin hastalığından daha tehlikelidir (Cicero)
    47. Hayatin anlamı iki şeyde yatar: Kişisel mükemmelliğiniz ve insanlara yaptığınız hizmetler Mükemmelliğe doğru yol alırken hizmet etmeye devam edebilir ve mükemmelliğe, insanlara hizmet ederek de ilerleyebilirsiniz
    48. Kendini bilmek, içinde var olan güzellikleri keşfetmek demektir
    49. Büyük ve harika ruhlu insanlar daima sessiz, daima mutludurlar Ruhaniyeti olmayan insanlar ise daima mutsuzdurlar kişi, sadece ruhunu anladığında dünyadaki yerini anlar (Cin Bilgeliği)
    50. İnsan ne kadar alçakgönüllü ise o kadar özgür ve güçlüdür
    51. Kadın ne kadar güzelse o kadar dürüst olmalıdır çünkü sadece dürüstlük yoluyla güzelliğinin sebep olabileceği kötülük ve hasarın önüne geçebilir (Gotthold E Lessing)
    52. Olabilecek en kotu şeylerden biri “herkes gibi ol, kalabalığı izle” kuralına uymaktır
    53. Dünyanın kendisinde kötülük yoktur Tüm kötülükler ruhumuzda var olur ve hepsi de yok edilebilir
    54. İyi kalplilik her şeyi mağlup eder ve hiç bir zaman yenilmez
    55. Mevcut sosyal yapıyı, sadece insanlar arasında sevginin yayılması düzeltebilir
    56. Herkes, insanlığın genel iyilik halini artırmak için küçük de olsa hatta küçücük de olsa caba sarfetmelidir.
    Tolstoy’un Günlüğü / Bilgelik Takvimi

YAŞAR KEMAL: HALKI ÖNCE AĞALARIN, BEYLERİN, ŞEYHLERİN, CEHALETİN ELLERİNDEN KURTARMALIYIZ

AĞALAR, BEYLER, ŞEYHLER VE DEMOKRASİ

1957 seçimlerinde Muşta yaşlıca bir adamla karşılaştım. O günler gazetecilerin nabız yoklama günleri olduğundan, adama oyunu kime vereceğini, seçimi hangi tarafın kazanacağını sordum. Şaşarak öğrendim ki adamın seçim denen şeyden haberi yok.

Amanın nasıl olur? Partililer dağı taşı doldurmuş, uçan kuşlara bile nutuk atarlarken, büyük kalkınmamızdan, herkese bir Cennet vereceklerinden söz ederlerken bir vatandaşın bundan haberi olmasın!

Bu adam alay mı ediyor? Deştim, anladım ki adamın alay falan ettiği yok. Ama bir adam yıldızlardan gelmediyse seçimin ne olduğunu bilmeli. Bir oy bir oydur. Partililer hiç adamın yakasını bırakırlar mı?

Bana dert oldu. Başladım adama seçimi, demokrasiyi anlatmaya. Uzun uzun, dilimin döndüğünce söylemeye. “Oyunu sandıklara getirir atarlar…” derken, adamın birden gözleri parladı: “Bildim” dedi “senin ne demek istediğini. Sen, Şeyhin kağıdının sandığa atılma gününün geldiğini söylüyorsun. Ama herhalde ona epey gün olsa gerek. Şeyh daha kağıtları göndermedi.”

Bu, yukardaki anlattığım, yurdumuzda binde bir olacak işlerdendir. Atatürk’ü, Cumhuriyeti duymamış, ev görmemiş, şehre inmemiş, kuru ekmek, yoğurt, bulgur aşından başka yiyecek yüzü görmemişler de var yurdumuzda. Onlar da binde bir. Biz o kadar değiliz. Daha ileri, çok daha medeniyiz.

Bunu, burada bırakalım da başka bir düşünceye geçelim: Tam yüz yıldan beri yurdumuzda bir demokrasi savaşı, hür olma savaşı var. Bunun için kanlar döküldü. Kelleyi koltuğa almış inanmışlar çıktı. Aydınlarımızın çoğunluğu hürlüğü candan istediler. İçlerinde doğulu tipi aydınlar da vardı bunların tabii. Yalancılar. Ne olursa olsun, içlerinde kimler bulunursa bulunsun, şurası gerçektir ki, yüz yıl süren bir savaşın candan inanmış taraftarları olması gerektir. Ama diyeceksiniz ki, bu bir ihtiyaçtır. Taraftarları az olsa da bu sürüp gider. Sürer ama, bizdeki savaş çetin oldu. Öyle az buz adamla, taraftarla olacak iş değil.

Yüz yıldır yurdumuza, bu çetin savaşa rağmen demokrasi yerleşemedi. Biz bunu şunun üstüne attık, bunun üstüne attık. Ah, dedik, şu kişi şöyle yapsaydı demokrasi olacaktı. Bu böyle yapsaydı. Aaaah şu kişinin önde olması yazık oldu. O olmasaydı demokrasi olacaktı.

Ama bilmedik ki, demokrasi bir halk rejimidir. Demokrasiyi halk ister, halk yapar. Halkın çıkarına uygun bir rejimdir demokrasi. Demokrasi birinci olaraktan bir bağımsızlık rejimidir.

Ve bizim halkımız bağımsız değildir. Dinle Şeyhe, toprakla, geçimiyle Ağaya, Beye bağlıdır. Hem de öyle kolay kolay kopamaz bağlarla. Ağaların, Beylerin, Şeyhlerin sözünden çıkılamaz. Hele çıksınlar da görsünler. Ya dinleri, ya tarlaları, ekmekleri gider ellerinden. İşte efendim o sebepten de Şeyhlerin, Ağaların kağıtlarını, hiçbir şey bilmeden, sandığa atarlar.

Yaşar Kemal: Vatan, Önce Sağlıklı Bir Topraktır

Seçim tahminlerimizde niçin o kadar doğru sonuçlara varıyoruz biliyor musunuz? Çoğunluğu bilmem ama, birkaç arkadaş şöyle yapıyoruz: Bir bölgeye vardığımızda önce bir Ağaların, Beylerin, Şeyhlerin listesini yapıyor, bunların hangi partiye kayıtlı olduklarını öğreniyor, nüfuz bölgelerini, tesirlerini ölçüyor, biçiyor, sonunda bu parti şu bölgede kazanacak, bu parti bu bölgede kaybedecek diyor, işin içinden dosdoğru çıkıyoruz. Bunların tesirlerini bilmek o kadar zor değil. CHP olsun, DP olsun, partilerin de kazanma ölçüleri bu. Halkın duygu, düşüncelerine bakan bile yok. Onların duyguları Ağaların duyguları demektir.

Yüz yıldan bu yana halk bizim bu hürriyet oyunumuza seyirci. Biz Ağalarımız, Beylerimiz, Şeyhlerimizle kendi kendimize gelin güvey oluyoruz.

Demokrasiyi gerçekten istiyorsak, halkımızı gerçekten seviyorsak onu Ağaların, Beylerin, Şeyhlerin, cehaletin ellerinden kurtarmalıyız. Bağımsızlığına kavuşturmalıyız. Bakın, o zaman demokrasi, medeniyet, refah yurdumuza nasıl gelir, kalkınma dediğin nasıl olur.

1961

Yaşar Kemal Binbir Çiçekli Bahçe Yazılar – Konuşmalar, YKY

TARİHTE ADALET YOKTUR: BİZ GETİRMESEK BUNDAN SONRADA OLMAYACAK – YUVAL NOAH HARARI

Tarım Devrimi’ni İzleyen 1000 Yıldaki insanlık tarihini anlamak, tek bir soruyu cevaplamakla mümkün olabilir: Eğer uygun içgüdüleri yoksa, insanlar kitleler halinde işbirliği ağlarını nasıl oluşturuyorlar? Cevap kısaca şudur: İnsanlar hayali düzenler yaratıp, yazıyı icat ettiler ve bu ikisi, biyolojik mirasımızın boş bıraktığı yerleri doldurdu.

Bu ağların ortaya çıkışı, çoğu insan için karışık sonuçları olan bir nimettir. Bu ağların sürmesini sağlayan hayali düzenler, ne doğal ne de adildi ve insanları yapay olarak yaratılmış gruplara bölerek hiyerarşiyi oluşturdular. Üstte yer alan gruplar gücü elinde tutarak ayrıcalıklardan yararlanırken, alttaki gruplar ayrımcılığa ve baskıya maruz kaldı. Hammurabi Kanunları insanları üstün, sıradan ve köle olarak çok net bir şekilde ayırmıştı. Üstün insanlar yaşamın tüm güzelliklerinden faydalanabiliyorken, sıradan insanlar onlardan artakalanlarla idare ediyor, Köleler ise şikayet ederlerse şiddete maruz kalıyordu.

İnsanların eşit olduğunu iddia etmesine rağmen, Amerikalıların 1776’da ilan ettiği hayali düzende de hiyerarşi vardı. Bu düzenden faydalanan erkeklerle güçsüz bırakılan kadınlar arasında ve özgürlükten faydalanan beyazlarla daha aşağı seviye insanlar olarak görülen, insan haklarından eşit olarak yararlanmayan siyahiler ve Kızılderililer arasında bir hiyerarşi oluşturulmuştu. Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzalayanların çoğu köle sahipleriydi ve Bildirgeyi imzaladıktan sonra kölelerini salıvermedikleri gibi kendilerini de ikiyüzlü olarak görmediler. Onların bakış açısıyla, insan haklarının siyahilerle bir alakası yoktu.

Amerikan düzeni zenginle fakir arasındaki hiyerarşiyi de adeta kutsallaştırdı. O dönemde çoğu Amerikalının, zengin ebeveynlerin çocuklarına para ve işyeri miras bırakarak eşitsizlik yaratmasıyla bir derdi yoktu. Onlara göre eşitlik aynı yasaların zengin ve fakire aynı şekilde uygulanmasıydı sadece; işsizlik maaşı, eğitim, sağlık sigortası gibi meselelerle alakası yoktu. Özgürlük de bugünkünden çok farklı bir anlama sahipti. 1776’da özgürlük, güçsüzlerin (hele de siyahilerin, Kızılderililerin veya Tanrı korusun kadınların) güç kazanıp yönetime geçebileceği anlamına gelmiyordu. Özgürlük sadece, devletin çok istisnai bir durum olmadıkça vatandaşların kişisel mülkiyetlerine el koyamayacağını ve mülkiyetin nasıl kullanacağına karışamayacağını açıklayan bir kavramdı; Amerikan düzeni zenginlik hiyerarşisini önde tuttu. Kimileri bunun Tanrı’nın buyruğu, kimileriyse doğanın engellenemez yasaları olduğunu düşünüyordu. Bu mantığa göre, doğa hünerli olmayı zenginlikle ödüllendirir, tembelliğiyse cezalandırırdı.

Yukarıda bahsedilen tüm bu ayrımlar (özgür insanlarla köleler, beyazlarla siyahiler ve zenginlerle fakirler arasında) kurgulara dayanır (kadınla erkek arasındaki hiyerarşiye de değineceğim). Bununla birlikte, tüm hayali düzenlerin kurgusal kökenlerini yok sayarak kendilerini doğal ve kaçınılmaz olarak anlatmaları tarihin değişmeyen en temel kurallarından biridir. Sözgelimi çoğu insan, özgür insanlarla köleler arasındaki hiyerarşiyi doğal ve doğru kabul ederek köleliğin insan icadı olmadığını düşünürdü. Hammurabi bunun tanrıların buyurduğu bir düzen olduğunu söyledi. Aristoteles kölelerin “kölece bir doğaları”, özgür insanların ise “özgür doğaları” olduğunu ileri sürmüştü; toplumdaki konumları bu insanların içsel özelliklerinin sadece bir yansımasıydı.

Beyazların üstünlüğüne inanan ırkçılara soracak olursak, ırklar arasındaki biyolojik farklılıklardan oluşan sözde bilimsel açıklamalardan enfes örnekler sunacaklardır. Muhtemelen beyaz ırkın kanında veya genlerinde onları daha zeki, ahlaklı ve çalışkan yapan bir şeylerin olduğunu söylerler. Koyu bir kapitaliste zenginlik hiyerarşisi hakkındaki fikirlerini sorarsanız, bunun insanların becerileri arasındaki farkların kaçınılmaz bir yansıması olduğunu söyleyecektir. Bu kişiye göre zenginlerin daha çok parası vardır çünkü daha çalışkan ve beceriklilerdir. Bu yüzden kimse, zenginlerin daha iyi sağlık sistemine, eğitime ve beslenmeye erişimi olmasına itiraz etmemelidir. Zenginler keyfini sürdükleri her şeyi hak ederler.

Kast sistemine bağlı olan Hindular da kozmik sistemin bir kastı ötekinden daha üstün yarattığına inanır. Meşhur bir Hindu yaradılış mitine göre, tanrılar dünyayı Purusa adındaki tarih öncesi bir varlıktan yarattılar. Bu mite göre, güneş Purusa’nın gözünden, ay beyninden, Brahminler (rahipler) ağzından, Kşatriyalar (savaşçılar) kollarından, Vaişyalar (köylüler ve tüccarlar) bacaklarından ve Şudralar (hizmetkarlar) Purusa’nın ayaklarından yaratılmıştır. Bu açıklamayı kabul eden biri doğal olarak Brahminler ile Şudralar arasındaki farkın adeta güneşle ay arasındaki fark kadar doğal ve ebedi olduğunu düşünür.[49] Eski Çinliler de, tanrıça Nü Wa’nın aristokratları kaliteli sarı topraktan, sıradan insanlarıysa kahverengi topraktan yarattığına inanırlardı.

Bütün hiyerarşilerin hayal ürünü olduğu açıkça ortadadır. Brahminler ve Şudralar tarih öncesi bir yaratığın bedeninin çeşitli yerlerinden yaratılmamıştır. Kastlar arasındaki farklar, Kuzey Hindistan’da üç bin yıl kadar önce insanlar tarafından icat edilen yasaların ve normların sonucudur. Aristoteles’in savunduğunun aksine, köleler ve özgür insanlar arasında bilinen herhangi bir biyolojik fark yoktur. İnsan yasa ve normları, kimi insanları sahip, kimileriniyse köle yapmıştır. Siyahilerle beyazlar arasında ten rengi ve saç tipi gibi birtakım biyolojik farklar vardır, ama bu farkların zeka veya ahlakla ilgisi olduğuna dair herhangi bir kanıt yoktur.

Çoğu toplum kendi toplumsal hiyerarşilerinin adil ve doğal olduğunu, buna karşılık diğer toplumların yanlış ve gülünç birtakım kıstaslar üzerine kurulduğunu öne sürer. Modern Batıklar, ırk hiyerarşisi fikriyle dalga geçmek üzere eğitilirler. Siyahilerin beyazların mahallesinde yaşamasını, beyazların okullarında okumasını veya beyazların hastanelerinde tedavi görmesini engelleyen yasalar onları şoke eder. Ancak, zenginlerin diğerlerinden ayrı ve daha lüks mahallelerde yaşamalarını, yine ayrı ve daha prestijli okullarda okumalarını ve diğerlerinden farklı olarak daha iyi donatılmış hastanelerde tedavi görmelerini öngören zengin-fakir arasındaki hiyerarşiyse pek çok Amerikalı ve Avrupalıya gayet normal gelmektedir. Oysa pek çok zengin insanın zengin bir ailede doğduğu için zengin olduğu ve pek çok fakirin de fakir bir ailede doğduğu için hayatları boyunca fakir kalacağı kanıtlanmış bir olgudur.

* * *

Maalesef karmaşık insan toplumları, hayali hiyerarşilere ve adil olmayan ayrımlara ihtiyaç duyar. Elbette tüm hiyerarşiler ahlaken aynı değildir ve bazı toplumlar aşırı derecelere varan ayrımcılıklardan diğerlerine nazaran daha çok etkilenmişlerdir. Yine de araştırmacılar, ayrımcılığı ortadan kaldırmış hiçbir büyük toplum örneği veremiyorlar. İnsanlar toplumsal düzeni her seferinde, üstünler ve köleler; siyahiler ve beyazlar; asilzadelerle avamlar; Brahminler ile Şudralar veya zenginler ile fakirler olarak çeşitli hayali kategorilerle sınıflandırarak sağladılar. Bu kategoriler, milyonlarca insan arasındaki ilişkileri, insanları birbirlerine karşı yasal, politik veya toplumsal olarak üstün kılarak düzenledi.

Hiyerarşilerin bu anlamda önemli bir görevi vardır: birbirini hiç tanımayan insanların, tanışmak için gereken zamanı ve enerjiyi harcamadan birbirlerine nasıl davranacaklarını bilmelerini sağlar. Kalabalık bir pazardaki satıcı, dükkanına her gün giren düzinelerce insana halı ve kilim satmak için ne kadar çaba harcaması gerektiğini bilmelidir. Her birinin alım gücüyle ve zevkleriyle ilgili detaylı araştırma yapamayacağından, toplumsal ipuçlarını kullanır. İnsanların giyim kuşamı, yaşları, hatta ten ve saç renklerine bile dikkat eder. Böylelikle de pahalı yün bir halı alacak olan varlıklı avukatı da, en iyi ihtimalle Çin malı sahte bir halıyı almak isteyecek normal ofis çalışanını da ayırt edebilir.

Elbette bireysel yetenekler de toplumsal farkların oluşumunda rol oynar, ama tavır ve karakter farkları genellikle hayali hiyerarşiler aracılığıyla yerleşir. Bu iki şekilde olur: Birincisi ve en önemlisi, çoğu becerinin eğitimle kazandırılması ve geliştirilmesidir. Belli bir beceriyle doğan biri eğer desteklenmez, geliştirilmez ve çalıştırılmazsa becerisi zamanla körelir. Her insan becerilerini geliştirme ve iyileştirmekte eşit şansa sahip değildir, bu şansa sahip olup olmamaları da toplumlarının hayali hiyerarşisinde nerede olduklarıyla yakından ilintilidir. 1700’de doğduktan sonra birbirinden ayrılmış ikiz kardeşler hayal edin. Bunlardan birinin İstanbul’da zengin bir tüccar aile tarafından, diğerinin ise uzak bir Anadolu köyünde fakir köylüler tarafından yetiştirildiğini varsayalım.

Tamamen aynı genlere sahip olmalarına rağmen, yirmi yaşına geldiklerinde bu ikisinin ticaret yapma veya el arabası çekme yetenekleri birbiriyle aynı olmayacaktır. Ayrıca farklı sınıflara mensup insanlar, tam olarak aynı becerilere sahip olsalar bile, aynı oyunu farklı kurallara göre oynamak zorunda kalacakları için de aynı başarıları elde edemeyeceklerdir. Köylü kardeş zengin tüccar kardeşiyle aynı tüccarlık maharetine sahip olsa bile, zengin olma şansları aynı olmayacaktır. Ekonomi oyunu, gayrı resmi “cam tavanlar” ve çeşitli yasal kısıtlamalarla doludur.

Yuval Noah Harari Hayvanlardan Tanrılara – Sapiens

OĞUZ ATAY: HAKSIZLIĞIN İNSAN RUHUNU NASIL YIPRATTIĞINI BİLİYORLAR VE BUNUN İÇİN ISRAR EDİYORLAR

Her nefes alışında bu cümleyi alıp vermeli insan: kötülüğe karşı direnmeyeceksin. İlk tokadı yediği zaman insan bu gerçeği bilse… yapılan işkenceler önemini kaybeder. Önemsiz bulduğunuz için de işkence yapılmaz size: faydasız hareketlerden kaçınır insanlar.

Oysa, yüzünüze bakar bakmaz, gözlerinizin ifadesinden, size eziyet etmenin onlar için faydalı olacağını görüyorlar. Ne kadar gözlerinizi kaçırmaya çalışsanız fayda vermiyor, daha beter oluyor. Sizi ölü sanmaları gerekiyor önce: bizden bu dünya için ümitlerini kesmeleri gerekiyor. Bir ölüyü konuşturamayacaklarını bilirler ve vazgeçerler işkenceden.

Herkesin başına bir sorgu yargıcı dikiyorlar

“Kötülüğe karşı direnmeyeceksin” sözünden büyük bir ferahlık duyuyorum. İnsana gerçek hürriyeti bu “direnmemek” kazandıracak gibi geliyor bana. Yalnız, insan bir saniye bile aklından çıkarmamalı İsa’nın bu sözünü. Yoksa bütün çabalar boşa gider. İnsan, bir an için olsun, duygularına kapılıp karşı koymaya başlarsa, benim gibi olur sonunda. Nereye döneceğini, kime saldıracağını bilemez. İsa bu gerçeği çok iyi biliyordu: hiç yanılmadı bu konuda. Sorguya çekildiği sırada bir muhafızın attığı tokada biraz sinirlenir gibi oldu; fakat gene kendini tuttu. Bense, sarhoşlar gibi küfrediyorum içimden (ve dışımdan). Haksızlığa uğradığımı sandığım zamanlarda göğsüme doğru bir yumruğun beni sıkıştırdığını hissediyorum. Oysa insan, yalnız davranışıyla değil, içinden de kötülüğe karşı direnmemeli; hayatında kötülüğe direnmekten başka yüksek ve güzel şeyler olmalı ki bütün ilgisini bu konuya toplamasın benim gibi. Bütün vaktini bununla kaybetmesin ve sonunda yorulmasın benim gibi. Her nefes alışında bu cümleyi alıp vermeli insan: kötülüğe karşı direnmeyeceksin. İlk tokadı yediği zaman insan bu gerçeği bilse… yapılan işkenceler önemini kaybeder. Önemsiz bulduğunuz için de işkence yapılmaz size: faydasız hareketlerden kaçınır insanlar. Oysa, yüzünüze bakar bakmaz, gözlerinizin ifadesinden, size eziyet etmenin onlar için faydalı olacağını görüyorlar. Ne kadar gözlerinizi kaçırmaya çalışsanız fayda vermiyor, daha beter oluyor. Sizi ölü sanmaları gerekiyor önce: bizden bu dünya için ümitlerini kesmeleri gerekiyor. Bir ölüyü konuşturamayacaklarını bilirler ve vazgeçerler işkenceden. Haksızlığın insan ruhunu nasıl yıprattığını biliyorlar ve bunun için ısrar ediyorlar. Herkesin başına bir sorgu yargıcı dikiyorlar: neden bu sözü söylediniz? Neden mi? Öyle istedi canım. Olmaz. Bir sebep bulmalısınız. Mantık denen bir zehir aşılamışlar. Nedenini bulmak sorumluluğunu duyuyorsunuz. Canın cehenneme, diyemiyorsunuz. Hürriyet, gerçek hürriyet kalkıyor ortadan. Tanımlar istiyorlar sizden: sonradan aynı tanımlarla canınıza okumak için. Tanımlarınız yoksa, bu sefer konuşturmuyorlar sizi. Tanımlar veremeyen insan saçmalar, diyorlar. Saçmalarla uğraşamayız. Kimseye saçmalama hürriyeti veremeyiz. Mantıksızlık hürriyeti veremeyiz. Tanımları verince de herkes, daha önce kendisi için kazılmış olan çukura düşüyor. Başkaları için de tanımlar istiyorlar sizden. Başkalarının işine karıştırıyorlar sizi zorla, başkalarının da size karışması için yolu açıyorsunuz böylece. Bugün neden düşüncelisiniz? diyorlar. Düşüncelerinizin içine kadar sokuluyorlar. Mantığı ortadan kaldırmadan, bu gidişe bir son vermek, kötülüğe direnmekten vazgeçmek ve gerçek hürriyeti tanımak imkânsız. İsa-Mesih, hürriyetin yollarını gösteriyor. Hürriyet, ölümden kaçmak demek değildir. Belki de yalnız ölüme giderken hür olabilir insan. Ancak ölüm-kalım anında hürriyetin gerçek anlamını kavrayabilir. Geceleri yatmadan önce İncil okuyorum: beni sakinleştiriyor. Yaşadığım sürece sakin bir hayattan kaçtım. Şimdi herhalde öldüm. İsa’nın krallığı bu dünyada başlıyormuş: benim de ölümüm bu dünyada başladı. Ölmeden ölmek zormuş: öyle söylüyor şair. O kadar zor değil. Ölümü beklemek zor. Ölümü bekliyorum ve ölüm gelmek bilmiyor. Ben de bu arada vaktimi boş geçirmemek için ölümcül düşüncelerimi geliştiriyorum. Aynı zamanda kişiliğimi de aşağılık bir duruma getirmeye çalışıyorum. Belki ölüm geldiği zaman beni ölmeye değer bir yaratık bulmayacak. Ölümden kaçmak için sonsuz sayıda aşağılık düzen peşinde koştum; sonunda, yaşamama izin verilirse, ne yapacağımı bilemeyeceğim. Karanlık günlerimde beni hor görenlerin anıları yüzünden rahat edemeyeceğim.

14 Nisan Oğuz Atay Tutunamayanlar

WASSİLY KANDİNSKY: KALABALIĞIN DUYAMADIĞI SESİ ÖNCE SANATÇI DUYAR

Ruhsal Devrim

Bu yüksek bölümlerde, daha önce anlatılan bölümlerde bulunmayan başka düşünüş biçimleri ve fikirler belirir: Bilim ve sanat, sanat deyince tabii nihayet edebiyat ve müzik. Bilimde, yalnızca tartılıp ölçülebilen şeylere itibar eden pozitivistlerdir. Başka her şeyi değersiz saçmalık sayarlar. Oysa dün de bugün kanıtlanmış saydıkları kuramları saçma bulmuşlardı.

Sanatta natüralisttirler. Sanatçının kişiliğine, bireyselliğine ve mizacına bir noktaya kadar değer verirler. Başkaları tarafından belirlenmiş olan bu sınırı sorgulamaksızın kabul ederler. Ayrıcalıklı güvenliklerine ve şaşmaz ilkelerine rağmen, üçgenin bu yukarı bölümlerinde sinsi bir korku, endişe ve güvensizlik duygusu pusudadır. Bu ise onların daha önceki deneyimlerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bilirler ki bugün bilge, devlet adamı ya da sanatçı olarak saygı gösterdikleri insanlar, dün dolandırıcı ya da şarlatan diye aşağılanıyordu. Bölümün üçgendeki yeri ne kadar yukarıdaysa, korku ve güvensizlik o kadar büyüktür. İnsanların görebilen gözleri ve gördüklerini arasında ilişki kurabilen zihinleri var. Kendilerine şöyle sorarlar: “Önceki günün bilimi dün reddedildiyse ve dünün bilimi bugün bizlerce kabul edilmiyorsa, bugün bilim dediğimiz şeyin yarın geçersiz olması mümkün değil mi?” En cesurları da “Mümkündür,” diye yanıt verir soruya.

Sonra, bazıları bugünkü bilimin henüz açıklamadığı problemleri fark eder ve kendilerine sorarlar: “Eğer bilim, bunca zamandır izlediği yolda devam ederse, bir gün bu problemlerin çözümlerine ulaşabilecek mi? Ve eğer ulaşırsa, insanlık bu çözümlere güvenebilecek mi?” Bu bölümlerde, günümüzde akademilerce sağlam temellere dayalı olduğu kabul edilen olguların, bir zamanlar aynı akademilerce küçümsendiğini hatırlayan akademisyenler de vardır. İçlerinde, dün saçma olmakla suçlanan sanat hakkında, bugün derin kitaplar yazan estetik profesörleri de vardır. Böyle kitaplar yazarak, sanatın aştığı engelleri temizleyip, yerlerine yeni engeller dikip dururlar. Engelleri, sanatın önüne değil arkasına diktiklerini fark etmezler. Fark ederlerse, hemen yeni kitaplar yazar, engelleri aceleyle biraz öteye çekerler. Bu gösteri, estetiğin en ileri ilkesinin bile gelecek için değil yalnızca geçmiş için değerli olabileceği fark edilinceye dek sürüp gider. Bu tür kuram ve ilkeler daha ötedeki, yani maddi olmayan dünyadaki şeyler için geçerli olamaz. Maddi bir varlığı olmayan şey, maddi bir sınıflandırmaya tabi tutulamaz. Geleceğin ruhu yalnızca sezgiyle tasavvur edilebilir ve bu sezgiye ulaşmada tek yol sanatçının yeteneğidir. Kuram, dünün ve uzak geçmişin taşlaşmış düşüncelerine ışık saçan lambadır. Üçgende daha yukarılara çıkıldıkça huzursuzluk artar, en doğru mimari plana göre inşa edilmiş şehir bile doğanın kontrol edilmez gücüyle birdenbire sarsılabilir. İnsanlık böyle ruhsal bir şehirde yaşamakta ve ne mimarların ne de matematikçilerin öngörebildiği ani karışıklıklara maruz kalmaktadır. Bir yanda, kağıttan bir ev gibi parçalara ayrılmış heybetli bir duvar vardır, bir diğer yandaysa bir zamanlar cennete uzanmış olan ve muhtemelen pek çok ölümsüz ruhsal sütun üzerine inşa edilmiş büyük kulenin yıkıntıları. Issız mezarlık sarsılır, unutulmuş mezarlar açılır ve unutulmuş hayaletler ortaya çıkar. Güneşe leke düşer ve etraf kararır. Hangi kuram karanlıkla savaşabilir? Bu şehirde, yanlış bilgilerle kulakları tıkanmış, hiç bir çatırtıyı duyamayan adamlar yaşar. Gözleri yanlış bilgilerle körleşmiş bu adamlar şöyle derler: “Güneşimiz her zamankinden parlak olacak, çok yakında üstünde leke kalmayacak.” Ama bir gün bu adamlar bile görüp anlayacaklar.

Oysa daha yukarılarda bu şaşkınlık yoktur, insanlığın diktiği sütunlara karşı gözüpek bir saldırı süregider. Orada tekrar tekrar deneyen, hiçbir sorun karşısında titremeyen ve temel addedilmiş olgulara şüpheyle bakan başka bilim insanları vardır. Evrenin temelleri yerinden oynatılmaktadır. Her gün yeni bir kuramın gözüpek kâşifleri ortaya çıkar ve kendilerini hiçe sayıp, umutsuzca yeni bir zirve fethetmeye ya da koca bir kaleyi yıkmaya çalışan savaşçılara katılırlar. Çünkü “insanın aşamayacağı sur yoktur.”

Dünün biliminin dolandırıcılık diye adlandırdığı olgular bugün kanıtlanıyor. Çoğu, maddi başarıların ve ayaktakımının şakşakçı hizmetkârı olan ve her rüzgâra yelken açan gazeteler bile, bilimin mucizelerine dair söylediklerini düzeltmek, hatta tümden bir kenara atmak zorunda kalıyorlar. İçlerinde aşırı materyalistlerin de bulunduğu pek çok bilim insanı, kendilerini, artık yalanlarla ya da suskunlukla geçiştirilemeyecek problemleri bilimsel bir şekilde incelemeye adıyorlar.

Öte yandan, materyalist bilim, madde olmayanla veya zihinlerin kavrayamadığı konularla uğraştığı zaman, bilimin yöntemlerinden kuşku duyanların sayısı da artıyor. Sanatın Primitiflere başvurması gibi, bu adamlar da unutulmuş yöntemlerden destek alabilmek için neredeyse unuttuğumuz zamanlara dönüyorlar. Oysa bu yöntemler hala canlı ve çokbilmişliğimizle merhamet duyup küçümsemeyle baktığımız halklar tarafından kullanılıyorlar. Bu kültürlerden biri de, uygarlığımızın bilgili kişilerinin görmezden geldiği ya da yüzeysel açıklama ve sözcüklerle geçiştirdiği problemleri zaman zaman karşımıza çıkaran Hindistan. Hindistanda uzun yıllar yaşamış olan Madam Blavatsky, bu vahşilerle uygarlığımız arasında bir bağlantı görebilmiş ilk kişidir. O zamandan beri, bugün pek çok insanın dâhil olduğu ve Teosofik Toplulukla somut bir forma kavuşmuş olan muazzam bir ruhsal hareket başlamıştır. Bu toplulukta, ruh sorununa içsel bilgiyle yaklaşmaya çalışan gruplar bulunmaktadır. Blavatsky, harekete temel oluşturan teosofi kuramını, sorulu cevaplı bir öğrenme biçiminde sunmuştur. Blavatskyye göre teosofi, ölümsüz gerçekle eşanlamlıdır. “Gerçeğin meşalesinin yeni taşıyıcısı, insanların zihinlerini hazır bulacak; getirdiği yeni gerçekleri anlatacak bir dil ve maddi engel ve güçlükleri yolundan temizleyen bir düzen onu bekliyor.” Blavatsky, “yirmi birinci yüzyılda dünya günümüze kıyasla cennet olacaktır,” demektedir, kitabı da bu sözlerle sona erer.

Din, bilim ve ahlak -son ikisi Nietzschenin güçlü elleriyle- sarsıldığında ve onları besleyen dayanaklar yıkılmaya başladığında, insan dışarıyı bırakıp gözünü kendisine çevirir oldu. Edebiyat, müzik ve resim bu ruhsal devrimin ilk hissedildiği alanlardır; şimdinin karanlığını gösterir ve başlangıçta pek az kişinin zayıf bir ışık olarak gördüğü, çoğunluğunsa fark etmediği şeyin önemine işaret ederler. Belki gün gelecek onlar da kararacaklar, ama şimdi ruhsuz yaşantıyı bırakıyor ve ruhun maddi olmayan uğraşlarına imkân verecek esas ve düşüncelere yöneliyorlar.

Edebiyat dünyasında bu tür bir şairlerden biri Maeterlincktir. Bizi, doğru ya da yanlış bir şekilde doğaüstü dediğimiz bir dünyaya götürür. Prenses Maleine, Yedi Prenses, Körler vs, Shakespearein kahramanları gibi eski zaman insanları değildir. Onlar, bulutların arasında kaybolmuş, ölümle burun buruna, görünmez ve karanlık güçlerin tehdidi altında ruhlardır. Ruhsal karanlık, bilinmeyenin verdiği güvensizlik ve korku tüm dünyalarını kaplamıştır. Maeterlinck belki de ilk peygamberlerden, sanattaki ilk reformculardan, yukarıda anlatılan düşüşün sonunu haber veren ilk kâhinlerdendir. Ruhsal atmosferin kasveti, her şeyin yetkesindeki korkunç bir el, müthiş bir korku, yoldan çıkmışlık hissi, neyin kılavuzluk edeceğine dair bir bocalama eserlerinde açıkça görülür.

Maeterlinck bu atmosferi tamamen sanatsal vasıtalarla yaratmaktadır. Kullandığı maddi malzeme (karanlık dağlar, ay ışığı, bataklıklar, rüzgâr, baykuş sesleri vs) sembolik bir rol oynamakta ve iç sesin sunulmasına yardımcı olmaktadır. Maeterlinckin başlıca silahı sözcükleri kullanış biçimidir. Sözcük içsel armoniyi ifade edebilir. İçsel armoni, kısmen ya da belki çoğunlukla, dillendirdiği nesneden doğar. Ama nesnenin kendisi görülmeyip adı işitildiğinde, işitenin zihni yalnızca soyut bir izlenim elde etmektedir. Yani nesne, madde olmaktan çıkar ve kalpte kendisine özgü bir titreşim oluşturur.

Sözcüğün yerinde kullanılması ve iki üç kez, hatta şiirin ihtiyacına göre daha da sık tekrarlanması, içsel armoniye hizmet ettiği gibi sözcüğün bilinmeyen ruhsal özelliklerini de gün ışığına çıkartır. Bunun da ötesinde, sıkça tekrar edilmesi (yine çocukların çok sevdiği, oysa sonraki yıllarda unutulan bir oyun) sözcüğü asıl ve dışsal anlamından ayırır. Benzer şekilde resimde de, çizilen nesnenin verdiği soyut mesaj unutulabilir ve anlamını yitirebilir. Bazen belki de bilinçsiz bir şekilde, bu esas armoni, nesnenin somut ya da soyut anlamıyla birlikte algılanır. Ama ikinci durumda armoni ruhu doğrudan etkiler. Ruh, belirli bir nesneyle ilişkili olmayan, daha karmaşık bir hisse kapılır; zil sesinden ya da yaylı çalgılardan çok daha etkili hisler yaratılmıştır. Bu yol, geleceğin edebiyatına muazzam olanaklar sunmaktadır. Sözcükler –bu güç-, Serre Chaudesda gelişmemiş bir şekilde kullanıldı. İlk başta belirli bir izlenim bırakmayan sözcükler, Maeterlinckin kullanım şekli sayesinde çok ince bir değere kavuşuyorlar. Saç gibi bilindik bir sözcük bile, belirli bir biçimde kullanıldığı takdirde, keder ve umutsuzluk atmosferini pekiştirebilir. Maeterlinckin yöntemi budur. Sanatçı, gök gürültüsü, şimşek ya da bulutlar ardındaki ayın, sahnede doğada yarattıklarından çok daha büyük bir dehşet yaratabilecek şekilde kullanılabileceğini göstermektedir.

Gerçek içsel güçler, kuvvetlerini ya da etkilerini böyle kolayca kaybetmezler. Doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki anlama sahip olan sözcük, şiirin ve edebiyatın saf malzemesidir, bu malzemeyi yalnızca bu sanatlar dönüştürebilirler ve onunla ruha hitap ederler. Benzer bir duruma Wagnerin müziğinde de rastlanabilir. Kendisi, teatral yöntemler ya da ışık yerine ünlü leitmotiv yöntemiyle karakterlerine kişilik katmaya çalışmaktadır. Bu kadar belirgin bir motif kullanmak katışıksız bir müzikal yöntemdir. Müzikle, kahramandan önce gelen ve kahramanın havasını uzaktan yayan ruhsal bir atmosfer yaratılır. Debussy gibi modern müzisyenler, çoğunlukla doğadan alınmış, fakat tamamen müzikal bir forma sokulmuş ruhsal bir izlenim yaratırlar. Debussy, doğal fenomenleri sanatı için kullanması bakımından İzlenimci ressamlarla benzerlik taşıdığı için, çoğu zaman bu ressamlarla birlikte anılır. Doğru olsun olmasın, bu benzetme, günümüzde farklı sanat dallarının birbirleriyle sıkça alışverişe girdiklerini ve benzerlikler taşıdıklarını vurgulamaktadır. Ancak Debussynin öneminin bundan ibaret olduğunu söylemek acelecilik olur. İzlenimcilerle benzerliğine rağmen bu müzisyen, ruhsal armoniyle yakından ilgilenmektedir ve eserlerinde günümüzün acı ve eziyetleri duyulur. Dahası, Debussy program-müziğinin temel özelliği olan bütünüyle maddi sesi asla kullanmaz ve daha soyut bir izlenim yaratmaya çalışır.

Debussy, Rus müziğinden, bilhassa da Mussorgskyden çok etkilenmiştir. O yüzden Scriabinin başlarını çektiği genç Rus müzisyenlerle yakın ilişki içinde olması şaşırtıcı değildir. Bu iki müzisyenin eserlerinin icraları dinleyiciye çoğu zaman benzer deneyimler yaşatır. Dinleyici, oldukça ani bir biçimde, bir dizi modern akortsuzluktan az çok geleneksel bir güzelliğe geçiverir. İçsel ve dışsal güzellik arasında bir o yana bir bu yana giden bir tenis topuna dönebilir ve çoğu zaman kendisi aptal gibi hisseder. İçsel güzellik, alışık olmayanlara çirkinlik gibi gelir, çünkü insanlar genelde dışsal güzellikten yanadırlar ve içsel güzelliğe dair bir şey bilmezler. Avusturyalı besteci Arnold Schönberg, geleneksel güzellikten ayrılma konusunda neredeyse tektir. Harmonielehrede: “Sesler türlü türlü bir araya getirilebilir ve geliştirilebilir, ama beni belirli bir disonansı kullanmaya iten belirli kural ve koşullar olduğunu fark etmeye başladım,” demektedir.

Demek ki Schönberg en büyük özgürlüğün, yani engelsiz bir sanattaki özgürlüğün bile mutlak olmadığını farketmiştir. Her çağ ancak belirli ölçüde özgürdür; en kudretli dahi bile bu sınırların ötesine geçemez. Schönberg özgürlüğünden olabildiğince yararlanmaya çalışıyor. Ruhsal armoni arayışında çoktan yeni güzellik kaynakları buldu. Onun müziği bizi, müzik deneyiminin kulak değil ruh meselesi olduğu bir dünyaya taşır; geleceğin müziği de bu noktada başlar.

İzlenimci hareket de resimde benzer bir yol izlemiştir. En dogmatik ve natüralist formlarına Neo-izlenimcilik adı verilen yaklaşımda rastlanır. Temel fikir, doğanın yalnızca seçilmiş bir yönünü değil, tüm parıltısını ve harikuladeliğini tuvale aktarmaktır. Resimde, neredeyse aynı döneme ait ancak tamamen farklı üç grup görmek ilginç. Bunlar, (1) Rossetti, öğrencisi Burne-Jones ve takipçileri, (2) Böcklin ve okulu, (3) Segantini ve peşindeki değersiz fotoğraf sanatçıları. Bu üç grubu, sanatta soyut arayışını örneklemek üzere seçtim. Rossetti, Prerafaelitlerin soyut üslubunu yeniden canlandırmaya çalışır. Böcklin, mitolojik sahnelerle uğraşmış, fakat Rosettinin aksine, efsanevi kahramanlarına maddi bir form vermiştir. İçlerinde en maddeci olan gibi görünen Segantini, iyice sıradan nesneler (tepeler, taşlar, sığırlar vs) seçip, onları gerçekçi bir şekilde resmetmiştir. Ancak maddi bir değerin yanı sıra ruhsal bir değer oluşturmaktan geri kalmamıştır; bu nedenle aslında içlerinde maddecilikten en uzak olan odur.

Bu adamlar, dışsal olanın yoluyla, içsel olanı aramışlardır. Yeni bir form anlayışı arayışındaki başka biri ise aynı soruna başka, büsbütün sanatsal bir yoldan yaklaşmıştır. Cézanne bir çay fincanını canlı bir şeye çevirdi ya da ona can kattı. Natürmortu öyle bir noktaya getirdi ki, resim cansız olmaktan çıktı. Şeylerin içindeki yaşantıyı hissedebildiğinden, bu şeyleri sanki insanları resmediyormuşçasına resmetti. Kullandığı renk ve formlar da ruhsal armoniye uygundur. Adamlar, ağaçlar, elmalar, Cézanne bunları içsel ve sanatsal bir armoni parçası yaratmak için kullanmıştır. Genç Fransızların ustalarından olan Henri Matissein eserlerinde de aynı amaç işlerliktedir. Matisse resimler yapar ve bu resimlerde ilahi olanı yeniden ortaya çıkarmaya çalışır. Bu amaca ulaşmak için, resmettiği nesneden (insan ya da her neyse) başka bir çıkış noktasına ve resme özgü yöntemlerden, yani renk ve formdan başka bir şeye ihtiyacı yoktur.

Matisse, Fransız ve çok yetenekli bir renkçi olmasının verdiği imkânla, rengi iyice vurgular. Debussy gibi o da, geleneksel güzellikten her zaman uzak kalamaz, kanında İzlenimcilik vardır. Matissein içsel ihtiyacın etkisiyle yapılmış, muazzam bir içsel canlılığa sahip resimleri de vardır, dışsal bir istek doğrultusunda yapılmış ve yalnızca dışsal bir çekiciliğe sahip resimleri de (Bu bakımdan Manetyi anımsatır). Tipik Fransız resmi sayılabilecek eserleri, bulutları delip geçen koca bir dağın zirvesinden yükselen zarif bir melodi hissi verir. Oysa Paristeki bir diğer ustanın, İspanyol Pablo Picassonun eserlerinde, bu geleneksel güzelliğe rastlanmaz. Kendini ifade etme ihtiyacıyla bir o yana bir bu yana savrulan Picasso, bir üsluptan diğerine koşmaktadır. Bazen peşpeşe gelen üsluplar arasında büyük bir uçurum oluşur; çünkü Picasso cesaretle sıçrar ve serseme dönmüş takipçileri onu her defa bambaşka bir yerde bulurlar. Takipçiler onu yakaladıklarını sanarken o yine uzaklara gitmiştir. Fransız hareketlerinden biri olan ve ikinci bolümde ayrıntılı olarak ele alacağımız Kübizm böyle doğmuştur. Picasso yapısalcılığa oran yoluyla ulaşmaya çalışıyor. Son eserleriyle (1911) maddeyi mantıksal olarak yıkmayı başardı; ama bu yıkıma, hepten yok ederek değil maddeyi farklı bölümlere ayırıp bölümleri yapısal bir biçimde tuvale dağıtarak ulaştı. Ama son çalışmalarında maddeyi bir şekilde korumaya açıkça istekli gözüküyor. Picasso hiçbir yenilikten çekinmiyor. Renk sanatsal form arayışını duraksatacak gibi olursa rengi fırlatıp atıyor ve kahverengi ve beyaz bir resim yapıyor. Salt sanatsal form sorunu yaşamının asıl sorunu.

Matisse ve Picasso, aynı yüce amacın peşindeler, bu yolda Matisse rengi, Picasso ise formu temsil ediyor.

Sanatta Ruhsallık Üzerine Wassily Kandinsky Altıkırkbeş Yayın Beşiktaş/çArşı

“İNSAN KENDİNİ EYLEMLERİ İÇİNDE SERGİLER!” KENDİNİ ARAMAK: MONTAIGNE -STEFAN ZWEIG

Montaigne de ilk insanı, katıksız insanı, kişiliği henüz hiçbir şeyin damgasını taşımayan, önyargıların, yarar düşüncelerinin, gelenek ve göreneklerin, yasaların etkisiyle yozlaşmamış arı biçimi arar. Rouen’de rastladığı ve ne Tanrı ne önder, ne din ne gelenek, ne de ahlak tanıyan Brezilyalıların kendisine onca çekici gelmesi, boşuna değildir. Montaigne, onlarda bir yandan doğal, bozulmamış insanı, üstüne henüz hiçbir şey yazılmamış, temiz kâğıdı, öte yandan da her insanın kendini boş kâğıt üstünde sonsuz kıldığı yazıyı görür.

Kendini aramak: “Benim uğraşım, benim sanatım yaşamaktır…”

Montaigne, hep zayıf belleğinden yakınır. Bu zayıflığı tembellikle birlikte yaradılışının asıl kusuru sayar. Aklı, algılama gücü ise olağanüstüdür. Gördüğünü, gözlemlediğini, saptadığını bir çırpıda, bir şahinin bakışıyla kavrayıverir. Fakat, kendini hep suçladığı üzere, edindiği bilgileri sistematik bir düzene sokamayacak, mantık doğrultusunda geliştiremeyecek kadar üşengeçtir; kafasında bir düşünce oluşur oluşmaz yitip gider. Montaigne okuduğu kitapları unutur, tarihleri belleğinde tutamaz, önemli olayları hatırlayamaz. Her şey, bir akarsu gibi, geride bir şey bırakmaksızın yanından geçip gider, ne belli bir inanç ne kesin bir görüş ne de sürekli herhangi bir şey kalır.

Montaigne’in onca yakındığı bu zayıf yanı, aslında onun gücüdür. Hiçbir yerde kalamayışı, onu sürekli ilerlemeye zorlar. Montaigne için hiçbir dosya, kapatılmış bir dosya değildir. Deneyimlerinin üstüne bağdaş kurup oturmaz, harcayacağı bir sermaye biriktirmez; ruhu her şeyi hep yeniden kazanma peşindedir. Böylece bütün yaşamı, sürekli bir yenilenme sürecine dönüşür: “Hep yeniden yaşamaya başlarız,” der. Bulduğu doğrular, ertesi yıl, hatta çoğu zaman bir ay sonra artık doğru olmaktan çıkmıştır. Montaigne, yeniden aramak zorunda kalır. Böylece ortaya bir sürü çelişki çıkar. Montaigne bugün Epikurosçu, yarın Stoacı, ardından septiktir. Her şeydir ve hiçbir şeydir. Hep başka bir insan, aynı zamanda da hep aynı insandır.

Montaigne’in asıl zevki bulmak değil, bu arama eylemidir. Montaigne bilgeliğin sırrını, amaca uygun formülleri arayan filozoflardan değildir. Herhangi bir dogmayı ya da öğretiyi istemez; katı iddialardan hep korkar: “Hiçbir şeyi serinkanlılıkla iddia etmemek, hiçbir şeyi de bir çırpıda yadsımamak.” Montaigne, hiçbir hedefe doğru ilerlemez. Onun pensée vagabonde’una, yani avare düşünüşüne uygun düşen her yol, aynı zamanda doğru olan yoldur. Bu nedenle Montaigne asla filozof değildir ya da ancak en sevdiği düşünür olan Sokrates kadar filozoftur; en çok onu sever, çünkü Sokrates arkasında hiçbir şey bırakmamıştır, ne bir dogma ne bir öğreti, ne de yasa ve sistem. Kalan, yalnızca insan Sokrates’tir; her şeyde kendini ve kendinde her şeyi arayan bir insan.

Belki de Montaigne’in en iyi yanlarını onun yorulmak bilmez arama güdüsüne, merakına, zayıf belleğine borçluyuz; yazar Montaigne’i de bunlara borçluyuz. Montaigne bir kitapta okuduğu düşünceleri, hatta bir kitaptan esinlenerek türettiği düşünceleri unuttuğunu bilir. Bir yana yazılmazsa, arka arkaya gelen dalgalar halinde birbirlerini süpürüp götüren songes’larını ve rêveries’lerini, yani düşlerini ve hülyalarını kaçırmamak için elindeki tek çare, bunları bir kitabın son sayfasına, sayfa kenarlarına not etmektir. Zamanla, eline geçen kâğıt parçalarının üzerine not almaya başlar; kendi deyişiyle bunlar “aralarında bağıntı bulunmayan mozaikler” gibidir. Başlangıçta yazılanlar, birer not olmanın, hatırlamasına yardımcı olacak işaretler olma niteliğinin ötesine pek geçmez; Montaigne, zaman içinde bunlar arasında belli bir bağlam bulmaya çalışır. Bu işi, doğru bir sona varamamış olma duygusuyla yapar; yazdığını çoğu kez bir solukta kaleme alır; bu nedenle de cümleleri spontanlıklarını korurlar. Fakat Montaigne, asıl önem taşıyanın bunlar olmadığından hep emindir. Yazmak ve not tutmak, Montaigne için yalnızca bir yan üründür, bir çökeltidir – hani neredeyse, idrarındaki kum taneleri ya da istiridyenin içindeki inci diye de nitelendirilebilirler. Asıl ürün ise doğrudan yaşamın kendisidir ve ötekiler, ancak yaşamın kırıntıları ya da atıkları olabilirler: “Benim uğraşım, benim sanatım yaşamaktır.” Yazılanlar, tutulan notlar, bir sanat yapıtının fotoğrafı olmaktan öteye geçemez. Montaigne’in içindeki yazar, insan Montaigne’in yalnızca bir gölgesidir; oysa bizler genelde insanların yazma sanatlarının ne kadar büyük, yaşama sanatlarının ise ne kadar önemsiz olduğunu görüp şaşkınlığa düşeriz.

Bu denemelerden her biri bir rastlantıdan, esintiden, bir kitaptan, konuşmadan, fıkradan kaynaklanmış olduğu için, başlangıçta öyle rastgele yan yana gibi duruyorlarmış gibi bir görüntü doğar; zaten Montaigne de öyle olduklarını hissetmiştir. Hepsini bir düzene sokmaya, belli bir düzen içinde bir araya getirmeye hiç kalkışmamıştır. Gelgelelim, zamanla bütün bu denemelerin ortak bir yanlarının, bir odak noktalarının, hedef sayılabilecek belli bir yönlerinin bulunduğunun ayırdına varır. Bu denemelerin yola çıktıkları ya da yöneldikleri belli bir nokta vardır ve bu nokta, yani “Ben” hiç değişmez. Başlangıçta Montaigne, kelebekleri, duvardaki bir gölgeyi kovalar gibidir; ama giderek belli bir şeyin, belli bir amacın arayışı içinde olduğunu anlar: Aradığı, kendisidir; doğru yaşayabilmek için, hayatın üzerinde bir bütün olarak düşünmektedir. O zamana kadar gözüne yalnızca zaman geçirme gibi gözükmüş olan, yavaş yavaş gerçek anlamını açığa vurur. Tanımladığı, görünüşte ne olursa olsun, aslında yalnızca kendi “Ben”inin şu ya da bu olay karşısındaki tepkileridir. Denemelerin tek bir konusu vardır ve bu konu, yaşamının içeriğiyle özdeştir: moi, daha doğrusu mon essence, yani “Ben” ve “Ben’in özü.”

Montaigne bu noktanın bilincine varır varmaz, daha önce neredeyse bir oyun, bir amusement, yani eğlence diye girişmiş olduğu eylem, bu kez yeni bir eyleme dönüşmeye başlar. Ben kimim, diye sorar kendine. Kendi kendisinin dışına çıkmaya, kendine comme un autre’a, yani bir başkasına bakar gibi bakmaya çalışır. Kendine kulak verir, kendini gözlemler, inceler, kendi anlatımıyla “kendi metafiziği ve fiziği” olup çıkar. Kendi kendisini hiç gözden kaçırmaz ve yıllardır kendini denetlemeksizin hiçbir şey yapmamış olduğunu söyler: “Artık aklımda gizlenmiş hiçbir hareketimi hatırlamıyorum.” Bundan böyle yalnız değildir, ikileşmiştir. Ve bu amusement’ın sonunun olmadığını, “Ben”in durağan bir şey olmayıp “dalgalar halinde hareket ettiğini”, bugünkü Montaigne ile dünkünün aynı olmadığını saptar. İnsanın yalnızca evreleri, konumları, ayrıntıları geliştirebileceğinin bilincine varır. Ancak her ayrıntı önemlidir; özellikle ufacık, esinti gibi bir hareket, kaskatı bir tutumun yapabileceğinden çok daha fazlasını öğretir. Montaigne, kendi kendisini büyüteç altına alır. Bir bütün gibi gözükeni bir sürü harekete, değişime ayırır. Böylece kendisiyle olan hesaplaşması hiç bitmez ve hep bir arayış içinde kalır. Ancak insanın kendini anlayabilmesi için yalnızca kendini gözlemlemesi yeterli değildir. Yalnızca kendi göbeğine bakan, dünyayı göremez. Bu nedenle Montaigne tarih okur, felsefede derinleşir; böyle yapmaktaki amacı, ders almak, kendine inanç aşılamak değil, başka insanların kendi “Ben”lerini başkalarının “Ben”i yanında ayakta tutabilmek için neler yapmış olduklarını görmektir.

Kendisiyle bir karşılaştırma yapabilmek için “geçmişin zengin ruhları”nı inceler. Başka insanların erdemlerini, kötü yanlarını, yanlışlarını ve doğrularını, bilgeliklerini ve çocukluklarını inceler. Tarih, Montaigne’in büyük ders kitabıdır, çünkü kendisinin de belirttiği gibi, insanoğlu kendini eylemleri içinde sergiler.

Aslında Montaigne’in aradığı, “Ben”i ya da kendisi değildir; Montaigne aynı zamanda insanı aramaktadır. Her insanda, hem ortak olan bir yanın hem de biriciklik niteliğini taşıyan bir yanın bulunduğunu çok iyi saptar: kişilik. Bir insanın kişiliği, başkalarınınkiyle asla karıştırılamayacak bir “öz”dür ve bu kişilik daha yirmi yaşında artık oluşmuştur. Bunun yanındaysa bütün insanlarda ortak olan, büyük yasaların egemenliğine sürgün edilmiş, doğumla ölüm arasındaki zaman dilimine kapatılmış o kırılgan ve sınırlı, her insanoğlunun hemcinslerine, birbirlerine benzemesini sağlayan öğe yer alır. Böylece Montaigne, ikili bir arayış içindedir. Bir yandan aradığı, kendidir, olduğu haliyle Montaigne’dir; bu “Ben”i olağanüstü bulmaz, çok ilginç bir kişilik saymaz, ama yine de başkalarıyla karşılaştırılmasının olanaksız olduğunu bilir ve belki bilincinde olmaksızın, dünya için korumak ister. Montaigne’in aradığı, hem kendi belirginleşme biçimlerini saptamak isteyen, içimizde var olan “Ben”dir, hem de öteki, hepimizde ortak olan yandır. Tıpkı Goethe’nin ilk bitkiyi araması gibi, Montaigne de ilk insanı, katıksız insanı, kişiliği henüz hiçbir şeyin damgasını taşımayan, önyargıların, yarar düşüncelerinin, gelenek ve göreneklerin, yasaların etkisiyle yozlaşmamış arı biçimi arar. Rouen’de rastladığı ve ne Tanrı ne önder, ne din ne gelenek, ne de ahlak tanıyan Brezilyalıların kendisine onca çekici gelmesi, boşuna değildir. Montaigne, onlarda bir yandan doğal, bozulmamış insanı, üstüne henüz hiçbir şey yazılmamış, temiz kâğıdı, öte yandan da her insanın kendini boş kâğıt üstünde sonsuz kıldığı yazıyı görür. Goethe’nin “Urworte”de (İlk Sözler) kişilik üzerine söyledikleri, aynı zamanda Montaigne’in de düşünceleridir:

Nasıl selama durduysa güneş yıldızlara, Seni dünyaya armağan eden günde, Sen de öyle büyüdün, yetiştin gittikçe, Sahneye çıkmanı sağlayan yasaya göre. Böyle olmak zorundasın, kaçamazsın kendinden, Böyle demişlerdi sibylla’lar, peygamberler önceden; Ve ne zaman ne de iktidarlar kadirdir parçalamaya, Artık yaşayıp gelişen, bir kez dökülmüş kalıbı.

Montaigne’in bu kendi kendini, kendi essence’ını arayışı, her özlemin başına ve sonuna yerleştirişi, kimilerince bencillik diye nitelendirilmiştir; özellikle Pascal, o ünlü konuşmasında bu tutumu kendini beğenmişlik, dahası bir günah ve Montaigne’in temel sakatlığı diye adlandırmıştır. […] Ancak Montaigne’in “Yalnızca kendinizle birlik olun” cümlesi, başkalarına sırt çevirmek anlamına gelmez. Ona kendini beğenmişlik kadar uzak düşen hiçbir şey yoktur. Montaigne kendini toplumdan soyutlamış bir insan, bir münzevi değildir; arayışı kendini göstermek, böbürlenmek için değil, yalnızca kendisi içindir. “Sürekli kendime yöneliyorum, çünkü aralıksız kendimi kınıyorum,” derken, doğasına uygun olarak, bir irade doğrultusunda davranmaktadır. Kaldı ki yanlış yaptığı zaman, bunu gönüllü olarak itiraf eder. “Eğer insanların kendi ‘Ben’iyle uğraşmalarının kendini beğenmişlik olduğu doğruysa, hastalıklı bir niteliğe sahip bu işe bir son vermeliyim. Bu kusuru saklama hakkına sahip değilim; böyle davranmak, yalnızca geçici bir durum değil, benim uğraşımdır.” “Kendi varlığının tadını çıkarmak ve dürüstçe tadını çıkarmak için” kendine bakmak, Montaigne için bir gerekliliktir. Böyle davranmak, Montaigne’in işlevi ve yeteneğidir; kendini beğenmişlikten çok öte, mutluluğun kaynağıdır. Bakışlarını kendi “Ben”ine çevirmesi, onu dünyaya yabancı kılmamıştır. Montaigne, ne fıçısının içine sığınan Diogenes’tir ne de hep izlendiği korkusuyla saklanan Rousseau’dur. Sevdiği dünyaya kırılmasına ya da sırt çevirmesine yol açabilecek hiçbir şey yoktur. “Yaşamı seviyorum ve onu Tanrı’nın istediği gibi değerlendiriyorum,” der. Kendi “Ben”ine iyi bakması, ona yalnızlık getirmemiş, aksine binlerce dost kazandırmıştır. Kendi yaşamını anlatan, bütün insanlar için yaşar; kendi zamanını dile getirense bunu aslında bütün zamanlar için yapmış olur.

Evet, doğrudur: Montaigne, yaşamı boyunca “Nasıl yaşıyorum?” diye sormaktan başka bir şey yapmamıştır. Ancak Montaigne’in hayran olunacak ve insanlara yararlı yanı, bu soruyu hiçbir zaman bir buyruğa dönüştürmemiş, “Nasıl yaşıyorum?” sorusunu “böyle yaşamalısın”a çevirmemiş olmasıdır. “Que sais-je?” sorusunu madalyonuna bir parola olarak bastıran adam, yaşamı boyunca en çok katı savlardan nefret etmiş, kendi deneyimleri aracılığıyla emin olmadığı hiçbir şeyi başkalarına öğütlemeye kalkışmamıştır. “Buradakiler benim öğretim değil, bilgi uğruna harcadığım çabalardır; bilgelik ise başkalarının değil, benim bilgeliğimdir.” Söylediklerinden başkaları yararlanmasına Montaigne’in bir itirazı yoktur. Ama söyledikleri yanlışsa ya da delilikse, bundan kimsenin zarar görmesini de istemez. “Bir delilik yaptığımda, bu kendi hesabıma yaptığım ve başkalarına zararı dokunmaması gereken bir deliliktir, çünkü benim iç dünyamda kalır ve herhangi bir sonuç doğurmaz.” Montaigne, düşüncelerini başkalarına yardımı dokunacak hazır haplara dönüştürmeye çalışmaz. Aradığını kendisi için aramıştır. Buldukları ise onlardan yararlanmak isteyen ya da yararlanabilecek herkese açıktır. Özgürlük ortamında düşünülmüş olan, hiçbir zaman bir başkasının özgürlüğünü sınırlayamaz.

İçimde sıradışı ya da yabancı olan hiçbir şey yok.” Kendi içindeki genel insani töz. Montaigne’in kuşkuya düştüğü pek çok şeyden biri de, bilgelikleri ya da doğruları aktarma olanağıdır. Montaigne kitaplara, öğretilere inanmaz; tek inandığı şey, bunlardan yaşantılananlardır. İsa’nın, Platon’un, Seneca’nın ya da Cicero’nun dünyaya yardımlarının dokunmadığını ve [kendi döneminde de] Romalı kralların vahşetinin mümkün olduğunu görür. İnsanlar ders verilerek bilgilendirilemez, yalnızca kendilerini aramaya, kendi gözleriyle görmeye yönlendirilebilir. Gözlük ve hap diye bir şey yoktur.

Stefan Zweig Montaigne, Can Yayınları

NIETZSCHE: ÇÖL BÜYÜR; VAY HALİNE İÇİNDE ÇÖL SAKLAYANIN!

0

Çölün Kızları Arasında

1 “Gitme buradan!” dedi bunun üzerine, kendisini Zerdüşt’ün gölgesi olarak adlandıran gezgin, “Yanımızda kal, yoksa eski boğuk keder yeniden çökebilir üstümüze. Zaten o yaşlı büyücü bizim için en büyük kötülüğü yaptı bile, baksana, dindar papanın gözlerinde yaşlar var ve yeniden demir aldı efkâr denizine. Bu krallar hâlâ cesurmuş gibi görünebilirler: bugün içimizde bunu en iyi onlar öğrendiler! Tanıkları olmasaydı, iddia ediyorum ki, kötü oyun başlardı yeniden –

– gezinen bulutların, rutubetli efkârın, kapalı gökyüzünün, çalınmış güneşin, uluyan sonbahar rüzgârlarının kötü oyunu,

– ağlayıp ulumamızın ve yardım isteyerek bağırmamızın kötü oyunu: yanımızda kal, ey Zerdüşt! Çok fazla gizli sefalet var burada, dile gelmek isteyen, çok fazla akşam, çok fazla bulut, çok fazla dumanlı hava!

Erkeklere yaraşır, güçlü gıdalarla ve güçlü sözlerle besledin bizi: yemekten sonra yumuşak kadınsı tinlerin yeniden üstümüze atılmasına izin verme!

Sadece sen çevrendeki havayı güçlü ve duru kılarsın! Senin mağarandaki kadar temiz bir hava bulabildim mi yeryüzünün başka bir yerinde?

Bir sürü ülke gördüm oysa, burnum öğrendi birçok havayı sınamayı ve takdir etmeyi: ama senin yanında burun deliklerim en büyük hazlarını yaşıyor!

Meğerki, – meğerki – ah, eski bir anıyı bağışla! Bir zamanlar çölün kızları arasında yazdığım, eski bir yemek sonrası şarkısını bağışla: –

onların arasında da böyle temiz, aydınlık Doğu havası vardı; bulutlu, rutubetli efkârlı Eski-Avrupa’dan en fazla orada uzaklaşmıştım!

O zamanlar severdim böyle Doğulu-kızları ve üzerinde hiçbir bulut, hiçbir düşünce gezinmeyen başka mavi cennetleri.

İnanmazsınız, nasıl uslu otururlardı dans etmedikleri zaman, derin ama düşüncelerden uzak, küçük gizemler gibi, süslü bilmeceler gibi, yemek sonrası yenen cevizler gibi –

renkli ve tuhaf, gerçekten! Ama bulutsuz: kendilerini çözdüren bilmeceler: böyle kızların sevgisiyle o zaman bir yemek sonrası ilahisi yazmıştım.”

Böyle söyledi gezgin ve gölge; ve daha kimse ona yanıt veremeden, yaşlı büyücünün arpını eline geçirdi bile, bağdaş kurdu, rahat ve bilgece bakındı etrafına – yavaş yavaş ve sorar gibi çekti burun deliklerine havayı, sanki yeni ülkelerde yabancı, yeni havayı koklayan biri gibi. Bundan sonra kükrercesine şarkı söylemeye başladı.

2 Çöl büyür: vay haline içinde çöl saklayanın… – Hop! Şenlikli! Gerçekten şenlikli! yakışık alan bir başlangıç! Afrikalıca şenlikli! bir aslana yaraşan ya da kükreyen bir ahlak şempanzesine – – ama size göre değil, siz çok sevgili dostlara, benim, palmiyeler altında bir Avrupalının, dizlerinin dibinde oturmasına ilk defa izin verilen. Sela. Şaşırtıcı gerçekten! İşte oturuyorum burada, çöle yakın, ama şimdiden ne kadar uzağında çölün, hiçlik içinde bile daha çorak: işte yuttu şimdiden bu ufacık vaha beni – : – açtı öyle esneyerek o sevilesi ağzını, ağızların o en güzel kokulusunu: düştüm ben de içine, aşağıya, ta dibe – sizin aranıza, siz sevgili dostlar! Sela. Selam, selam olsun o balinaya, konuğumu böylesine iyi ağırlayan! – anlıyorsunuzdur bu bilgiç imayı? selam midesine, böylesine sevilesi bir vaha midesi ise, bunun gibi ama kuşkularım var bu konuda, – Avrupa’dan geldim ya işte, daha kuşkucudur o, geçkin ev kadıncıklarından Tanrı ıslah eylesin! Amin! İşte oturuyorum burda, bu ufacık vahada, bir hurma gibi kararmış, tatlanmış, altın yoğunluğunda, yuvarlak bir kız ağzı arzulayarak, dahası, kızca buz soğuğu kar beyazı keskin ısırıcı dişler arzulayarak: can atar bütün kavruk hurmaların yüreği böylesi dişlere. Sela. Adı geçen güney yemişlerine benzeyerek, pek benzeyerek uzanmış buraya, ufak uçuş böcekleri dans eder, oynar çevremde bir de, bunlardan da ufak daha ahmakça, daha hain arzular ile düşünceler, – kuşatmışsınız beni, siz dilsiz, siz anlayışlı kız-kediler Dudu ile Züleyha – sfenkleşmişim, bir söze bir sürü duygu tıkarak: (tanrı bağışlasın bu dil günahımı!) – oturuyorum burada, en temiz havayı koklaya koklaya, cennet-havası gerçekten, ışıklı hafif bir hava, altın bezeli, böylesi temiz hava ancak aydan düşmüş olabilir – rastlantı sonucu mu acaba yoksa burnu büyüklük yüzünden mi? eski ozanların anlattıkları gibi. Ama ben Kuşkulu’nun kuşkuları var bu konuda, Avrupa’dan geldim işte, daha kuşkucudur o. bütün geçkin ev kadıncıklarından daha kuşkucudur o. Tanrı ıslah eylesin! Amin! Bu güzelim havayı içe içe çanaklar gibi şişmiş burun deliklerimle, geleceksiz, anısız, öylesine oturuyorum burada, ey en sevgili dostlar, ve palmiyeyi seyrediyorum, onun, bir dansöz gibi, eğilip bükülmelerini, kalça kıvırmalarını – kişi kendi de oynamaya başlıyor, çok seyredince! bir dansöz gibi, ama sanki çok uzun, tehlikelice uzun bir süre hep, hep, tek bir bacağının üstünde? – sanki unutmuş gibi geliyor bana öteki bacağı? Bakındım, bakındım boşuna – bulamadım o kayıp ikiz mücevheri – yani öteki bacağı – aziz, nezih yırtmaçlı, kıpır kıpır kıpırtılı etekliğinin kutsal yakınlığında. Evet, güzel dostlarım, inanır mısınız bana: kaybetmiş bacağını! Yitip gitmiş, sonsuza dek yitik, öteki bacakcık! Ah, yazık o sevgili öteki bacağa! Nerelerde – geziniyor acaba, terk edilmişlikle hüzünlü, o yalnız bacak? Belki de korku içinde bir öfkeli sarı, sarışın perçemli canavar aslanın karşısında? yoksa şimdiden yenip bitirilmiş, kemirilip bitirilmiş – yazıklar olsun, vah! vah! kemirilmiş bitmiş! Sela. Yok, yok, ağlamayın, yumuşak yürekler! Ağlamayın siz hurma-yürekleri süt-göğüsler! Siz meyankökü yürekli torbacıklar! Artık ağlama solgun Dudu! Erkekliğini takın Züleyha! Cesaret! – Yoksa şöyle güçlü bir şey, yüreklendirici bir şey mi yerinde olurdu şimdi? kutsanmış bir söz? kutlu bir çağrı? Hop! Haydi, onur! Erdem-onur? Avrupalı-onur? Öt, öt yeniden, erdemin borazanı! Hop! Kükreyelim bir kez daha, şöyle ahlaklıca kükreyelim, kükreyelim ahlaklı bir aslan gibi çölün kızlarının önünde! – Çünkü erdem-ulumaları, ey sevgili kızlar, her şeyden çok tutkusudur Avrupalının, açlığıdır Avrupalının! işte ben de buradayım ya, Avrupalıyım ya, başka şey gelmez elimden, tanrı yardımcım olsun! Amin! Çöl büyür; vay haline içinde çöl saklayanın! Friedrich Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları (2014)

METİN KAYGALAK: SONUNDA HERKES,/ AH, YENİLİR İÇİNDEKİ ÇOCUKLUĞA

 Yüzümdeki Kuyu’dan

sedeften bir tabuta işlendi, bir çocuğun gözlerine terkedilen kuyu. dokundum safirden bir avluya tutuşan gözlerimle, kimse görmedi. kimse görmedi bir kuyuya düştüğünü yüzümün. o son arzuda herkesin kollarını yılan çiçekleriyle açtığını,unuttuğunu kendini kendinde o son kelamda.acının sularında yıkandığını dilinin, her şeyin yakıldığını, her şeyin ve kalbinin. her şeyin bir nefeste varolduğunu unuttuğum vakitler, her şeyin kör bir rüyayla başladığını ve bittiğini her şeyin… kimse anlamıyor,

ah, her şeyin kendinde bir sonbaharı var.

dağları ve suları unutsam,dokunsam şimdi zamanına çocukluğumun, yeniden dönsem suya ya da çırılçıplak bir üşümeyle kendime. unutsam sesimi örneğin, kırılmış onca şeyin hürmetine sığınsam,sussam ve dinlesem o hikmeti, çocukluğum olur bırakmaz beni, üşüdükçe annem ve kandil. o büyük sırla döndüm kendimi acıttığım yeşil suya.her yeri yeniden yıkmalı, her şeyi yeniden,yeniden her şeyi öldürüp dönmeli o büyük sırra. nereye dönsem yüzümün acıyan kalbine akıyor, üşüdüğüm her sela. sonunda herkes,

ah,yenilir içindeki çocukluğa.

hiç kimse yoktu,kör oldum.çocukluğumun ürkek elleriyle bir ip gibi dolandım boynumla, çıplak ve soğuk gecesinde ölüme, defterimi kapadım.öldüm çünkü her çocuk gibi kaçırdığım o saklı fotoğraflarda.suları yorumladım,telaşlı bir tutkuyla geldim bir nehrin kendine döküldüğü yere .çocuktum çünkü unutulmuş her çocuk gibi eksik,

ah, unutulmuş her çocuk gibi nezir.

kuzeyde bıraktığım son defterden bir şey kalmadı saklayacak. yüzüme saydığım kötülükler de yok artık.anneme kalsa Faris haklıydı, insan okunan her duada yasin, yaşanan her yaşta Mem olmalıydı. oysa Doğu’da her şey kendine kopuk bir dille tutunmaktaydı.hikayesi olmayan bir hiçlik duygusuydu çünkü, her ayinde bir seyyide bırakılmış cinnet duygusu. saklıydım her resimde, heryerde fail ve meczub. sustum, Doğu’da susmak ne kadar susmak,

ah, acı ne kadar kendiydi.


Metin Kaygalak

AMİN MAALOUF: HER YERE AYNI ZAMANDA YERLEŞMEDİ, YAYILMASI YILLAR ALDI YOKSULLUĞUN!

BEATRICE’IN DİLEDİĞİ GİBİ, BİR OĞLU OLDU. Adını Florian koydu. Doğumdan bir saat sonra yanına gittiğimde, koridorda bir sürü silahlı ajan görünce şaşırdım. Gerçekte değil ama filimlerde, bir hükümlüyü gözaltında tutmak ya da suikaste uğramış birini korumak için hastahanede dolaşan polisler görmüştüm ama bir doğumevinde? Morsi açıkladı:

—Söylentiler yüzünden.

Ne söylentisi?

Öyle ya, anımsayıverdim. Birkaç aydan beri, küçük yaşta kız çocuklarının, kızdan yoksun kalmış bölgelerde satılmak üzere gangsterler tarafından kaçırıldıklarını duymuştum. O zaman omuzlarımı silkmiştim ama, demek ki haksızmışım. Bu söylentinin yarattığı gerginlik, olaylarla orantılı değildi. Aşağı yukarı her yıl çocukların ve kadınların kayboldukları görülmüş ama hiç kimse söylenildiği gibi kaçırmalar olduğunu kanıtlayamamıştı bildiğim kadarıyla…

Asıl yanılgım, bundan ötürü duyulan korkuyu küçümsemiş olmamdı. Beatrice’in kızı olsaydı belki daha duyarlı olurdum. Geriye bakıldığında bu korku büsbütün anlaşılır olmaktadır.

Kız-oğlan dengesi bozuk kuşaklar olgunluk çağına gelmişti. Beterin beterinin nasıl önlendiğini anlatmıştım yine de tekrarlıyorum: Güney ile kıyaslandığında durum o denli korkunç değildi. Ama önemsiz de değildi ve uzmanlar suç oranının birdenbire artmasını buna bağlıyorlardı. Bazı toplumlar, savaş sırasında, kadınların çoğunlukta oldukları dönemler tanımışlardı. Tüm sıkıntılara yokluklara ve kısıntılara karşın bunlar insanlığın yeniden soluk almak için kendini toparladığı dönemlerdi Tarih’in gözünde. Bugüne kadar, genç erkeklerle ezici çoğunlukta oldukları asla görülmemişti.

Bu çarpıklık normal bir ortamda meydana gelseydi, belki daha sakin biçimde karşılanmış olurdu. Ama durum farklıydı. Rimal olaylarından sonra, yeryüzünü bir korku yeli yalamış, asırlık mübadeleler aniden kesilmiş, diğerleri yavaşlamış, yeryüzü, çürük ya da çok olgun bir elma gibi büzülmüş, ufalmış, cılızlaşmıştı. Bir vakitler Rimal, belirli bir refah düzeyinin simgesiyken, düşüşü büyük bir gürültüyle yeni bir çağın başladığına işaretti: gerileme ve bezginlik çağı.

Bu deyimi, hiçbir hayalgücü olmayan çağdaşlarımın bağlı kaldıkları “büyük bunalım” deyimine tercih ediyorum. 1929’un kara perşembesiyle her türlü benzerliği ve geçtiğimiz yüzyılda duyulan tüm haklı korkuları red ettiğim için değil. Ne var ki kıyaslamalar, açıkladığı kadar gizler. Çizgilerinde eskiden kalma canavarlıklar keşfedilse bile, Beatrice’in yüzyılı hiçbirini taklit etmiyor.

Ekonomiciler, Güney’in çöküşünün Kuzey’in zenginliğini nasıl sarstığını benden daha iyi açıklarlar. Borsalardaki paniği, peşpeşe gelen iflasları, mahvolmuş şirketleri, intiharları tanımlamasını biliyorlar; yeni yoksulluğu, rakamlarla belirten kitaplar yayımlandı.

Ancak rakamlar, sokakların avaz avaz haykırdığı şeyleri ancak gevelerler; tüm o boş, korkudan donmuş sokakların… Eskiden kalabalıktan kaynayan bir Paris caddesinde kendini tek başına bulmak, kendi ayak sesini duymak, yeni bir pardösü yüzünden kendini gözetlenir dahası kıskanılır hissetmek, bir kahvenin önünden geçmek, demir parmaklıklarla kapandığını görmek, bir başkasına gitmek, patronun kulağına birkaç kaderci söz fısıldamak, işte Beatrice’in yüzyılı bu!

Her yere aynı zamanda yerleşmedi, yayılması yıllar aldı yoksulluğun! Tembel virüslü ama kesin bulaşıcı epidemi! Hayatın alışkanlıkları birbirine benzer oldu; çok kişinin yaşayacak pek az şeyi vardı; harcama olanağına sahip olanlar ise korkuyor ya da utanıyorlardı. Büyük kentlerde şiddet doludizgindi, köyler giderek daha az konuksever olmuşlardı.

Kaçırma söylentileri, hastalığın belirtisiydi sadece.

Doğumevlerinde, ana okullarında, okullarda koruma sıkılaşmıştı. Beatrice’in bir oğlu olduğu için hergün şükrediyordum. Kızları olanlar peşlerine koruyucu takmak zorunda kalıyorlardı, büyüseler bile, birkaç kişinin eşliğinde dolaşıyorlardı.

Tüm Kuzey ülkeleri güvenliği arttırmak zorunda kalmışlardı, bu önlemlerin görüntüsü, bazılarını suç işlemekten caydırsa da, “normal” insanlara ortamın güvensizliğini anımsatıyor ve sokaklarda gezmekten vazgeçiriyordu.

Böylece insanlar, evlerinden çıkmıyor, esnaf, lokantalar eğlence yerleri kan ağlıyordu. Ya evlerde ne yapılıyordu? Televizyon ekranlarında, günün şiddet olayları izleniyordu, önce kendi kentindekiler ve komşu yöredekiler sonra Güney ülkelerindeki, uzak da olsa huzursuzluk veren bitmeyen olaylar.

Bu gerilik ve bezginlik çağı, kuşkunun ve tüm karışıklıkların çağı idi – neden geçmişteymiş gibi söylüyorum, hâlâ içindeyiz – Yağız tenli, kıvırcık saçlı, yabancı, şiddetin canlı birer taşıyıcısı imiş gibi görünüyor. Olayları hiçbir zaman bu açıdan görmemiştim, asla da görmeyeceğim. Seçtiğim ve sevdiğim kadın, bana armağan ettiği kız, kabullenip benimsediğim damat, her üçü de göçmenlerin belirsiz yağızlığına sahipler, ben bile akrabalıktan, sevgiden, inançtan ya da karakter yapısından dolayı kendimi hep onlardan saydım. Korkmuş olan komşularıma asla taş atmadım. Korkularını hor görmedim. Yargılamaktan kaçındım. Olanların görüntüsü onlara yeter. Yeryüzünün sefaletiyle, sefaletin yarattığı nefretle sarılı olduklarını sanıyorlar. Kimi göçmenlerin kurtulmaya cesaret edemedikleri utanç verici yüktür bunlar!

insanlar, beni dinleyecek olsalar, ne söylerdim? Eskilerin de suçu olduğunu mu? Bizim de ezici bir suçluluğumuzun olduğunu mu? Sefaletin de zenginlik kadar kötü bir danışman olduğunu mu? Kurtuluşun ya evrensel olacağını ya da hiç olmayacağını mı? Mı, mı, mı?

Şu an yapılacak konuşma bu değil. Cüzzamla başedemeyince, cüzzamlılara kızılıyor, karantina duvarları yükseltiliyor. Yüzyıllık bilgelik, yüzyıllık çılgınlık.

Amin Maalouf Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl Fransızcadan Çeviren: Esin Talu – Çelikkan, Telos Yayıncılık

DOSTOYEVSKİ’NİN KURŞUNA DİZİLEREK ÖLDÜRÜLMESİ EMRİ VEREN ASKERİ MAHKEME KARARI

Dostoyevski, 23 Nisan 1849 tarihinde devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiasıyla sekiz arkadaşı ve ağabeyi ile birlikte tutuklandı. Ölüm cezasına çarptırılan Dostoyevski, sekiz ay hapishanede yattıktan sonra diğer dokuz komplocu ile idam edilecekleri yere götürüldü.Tam kurşuna dizilmek üzerelerken af kararı çıktı. İdam cezası, dört yıl kürek ve altı yıl adî hapis cezasına dönüştürüldü. Sibirya’daki Omsk Kalesi’ne sürüldü. Suç ve ceza kavramları ile en yoğun şekilde burada tanıştı. Kürek mahkûmu olduğu süre içinde, kolları damgalandı, kafası tıraş edildi ve taş kırdı. Sara nöbetleri yüzünden birçok kere hastaneye kaldırıldı.

Sürgünde geçirdiği dört senenin ardından 1854 yılında kürek cezasından kurtularak er rütbesi ile kışla hizmetine verildi. Semipalatinsk’te zorunlu ikamete mahkûm edildi. Burada bulunan Alayın Yedinci Hat Taburunda beş yıl görev yaptı. Subaylığa kadar yükseldi. Çocukluğunu çoğu zaman sarhoş bir baba ve hasta bir anne arasında geçiren ve verem hastalığından annesini kaybeden yazar 1857 yılının Şubat ayında, veremli ve dul Mariya Dmitriyevna İsayeva ile, subay kocasının ölümünden sonra evlendi.

Dostoyevski’nin yargılandığı dava konusu ve davanın görüldüğü mahkeme kararını gösteren belge şöyledir:

ASKERİ MAHKEME HEYETİNİN FYODOR DOSTOYEVSKI DAVASINA İLİLİŞKİN KARARI

“Kasım 1849.

Askerî mahkeme, sanık Dostoyevski’yi bu yılın mart ayında Moskovalı bir asilzade olan Pleşçeyevli sanık yazar Belinski’nin yasaklı mektubunun bir kopyasını aldığı, söz konusu mektubu toplantılarda okuduğu için suçlu bulumuştur: Anılan mektubu önce sanık Durov’un evinde, sonra sanık Petraşevski’nin evinde okumuş, son olarak da kopyalarını çıkarması için mektubu sanık Mombelli’ye vermiştir. Dostoyevski, sanık Speşnev’in evinde Teğmen Grigor’yev’in ‘Asker Sohbeti’ başlıklı utanç verici eseri okunduğu sırada oradaydı. Bu nedenledir ki askerî mahkeme müstafi teğmen-mühendis Dostoyevski’yi, din ve hükûmete karşı cürüm içinde bulunan Belinski’nin mektubunu yaydığı ve Teğmen Grigoryev’in kötü niyetli eserini rapor etmediği için suçlu bulmuş ve Askerî Yönetmenlikler Kanunu’nun Kitap 1, Bölüm V, sayfa 142, 144, 169, 170, 172, 174, 176, 177 ve 178’e uygun olarak rütbelerinden ve tüm haklarından yoksun bırakmaya ve kurşuna dizilerek idam edilmesine karar vermiştir.”

Dostoyevski’nin 28 yaşında yaşadığı ölüm cezasından kurtuluşunun ardından ‘Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un ağzından, hissettiği duygular şöyle kaleme alıyor: 

“Nerede okumuştum, hani bir idam mahkûmu ölümünden biraz önce şöyle söylemiş ya da düşünmüştü: ‘Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört bir yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek bir fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmamda gerekse o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir.’ Yeter ki yaşayayım!”

Dostoyevski’nin idamdan kurtuluşunun yazınsal yansımaları – Ümit Yıldırım

EVREN RASTLANTISAL MI, DOĞA KANUNLARININ KUKLASI MIYIZ? – GEORGE MUSSER

Einstein’ın “Tanrı evrenle zar atmaz” sözleri yanlış yorumlanmıştır. Albert Einstein, 1926’da bir meslektaşına “Ben, her halükarda, Tanrının zar atmadığına ikna oldum” diye yazdı. Yıllar boyunca tekrarlandıkça, onun cümlesinin en önemli kısmı, kuantum mekaniği ve onun kapsadığı rastlantısallığa dair özlü bir küçümseme haline geldi. Daha açıklayıcı analizler, Einstein’ın, sağlam nedenlerle rastlantısallığın doğanın temel bir özelliği olamayacağını düşünüyor olmasına rağmen, kuantum mekaniğini ve onun indeterminizmini reddetmediğini ortaya koyuyor. Bugün çoğu felsefeci, fiziğin göz önünde bulundurduğu gerçekliğin düzeyine bağlı olarak hem deterministik hem indeterministik olduğunu savunuyor.

George Musser / Scientific American Dergisinde Yardımcı Editör

Albert Einstein’ın sözlerinden çok azı, onun “Tanrı zar atmaz” lafı kadar yaygın biçimde aktarılmıştır. İnsanlar doğal olarak onun bu nüktesini, rastlantısallığı fiziksel dünyanın içinde var olan (yerleşik) bir özellik olarak gören kuantum mekaniğine dogmatik olarak karşı oluşunun bir kanıtı olarak görmüşlerdir. Radyoaktif bir çekirdek parçalandığında, bu, hiçbir kuralın size ne zaman veya neden olduğunu göstermeyeceği kadar anlık ve kendiliğinden gerçekleşir. Bir ışık parçacığı yarı gümüş bir aynaya çarptığında, ya yansıtılır ya da aynanın içinden geçer; sonuç ışığın çarptığı an kadar belirsizdir. Bu süreçleri görmek için laboratuvara gitmenize gerek yoktur, birçok web sitesi Geiger sayaçları veya kuantum optikleri tarafından oluşturulan rasgele sayı akışlarını gösterir. Prensipte dahi öngörülemeyecek olan bu tür sayılar, kriptografi, istatistik ve çevrimiçi poker için idealdir.

Standart hikâyenin devamında Einstein, bazı şeylerin belirlenemez olduğunu, sadece gerçekleştiğini ve herhangi birinin nedenini ortaya çıkarmak için yapabileceği çok fazla bir şey olmadığı düşüncesini kabul etmeyi reddetti, akranları arasında neredeyse tek başına, her anın bir sonrakini tetiklediği (belirlediği), mekanik kurallara göre tik tak işleyen klasik fiziğin kurulu evrenine sarıldı. Zar atma meselesi, Einstein’ın hayatının B yüzünün sembolü oldu: Görelilik teorisi ile fizik dünyasını altüst eden bir devrimcinin, kuantum teorisine Neil Bohr’un tabiriyle ahmakça diyen (out to lunch) bir tutucuya dönüşmesindeki trajedi.

Yıllar geçtikçe, birçok tarihçi, fizikçi ve felsefeci, bu hikâyenin ana temasını sorgulamaya başladı. Einstein’ın aslında ne demek istediğine dalıp, onun belirsizlik hakkındaki düşüncelerinin genel olarak gösterilenden daha köklü ve ince ayrıntıları olduğunu buldular. Notre Dame Üniversitesi’nden tarihçi Don A. Howard, “Hikâyeyi aydınlatmak bir tür görev haline gelmişti” diyor, “Arşivlere girip, alışıldık hikâye ile arasındaki uyumsuzlukları görmek ilginç oldu.” O ve diğerlerinin göstermiş olduğu gibi, Einstein kuantum mekaniğinin indeterministik (belirlenemez) olduğunu kabul etmiştir; hatta kuantum mekaniğinin indeterministik olduğunu keşfeden kişi oydu. Kabul etmediği şey, bu belirsizliğin doğanın temeli olduğuydu. Teorinin yakalamayı başardığı gerçekliğin daha derin seviyelerinden doğan tüm belirtilerini gösterdi. Onun eleştirisi gizemli değildi, fakat bugüne kadar çözülemeden gelen belirli bilimsel problemlere odaklandı.

Evrenin bir kurulu düzen mi yoksa kumar masası mı olduğu sorusu, doğanın harikulade çeşitliliğinin altında yatan basit kurallar için bir arayış olması gerektiğini varsaydığımız fiziğin, kalbinde atıyor. Eğer bazı şeyler hiçbir neden olmaksızın gerçekleşiyorsa, bu rasyonel sorgulamanın sınırları olduğunu gösterir. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde evrenbilimci Andrew S. Friedman, “Köklü belirlenemezciliğin bilimin sona ermesi anlamına geleceğinden” endişe duyuyor. Ve yine filozoflar, tarih boyunca indeterminizmin insanın özgür iradesi için bir önkoşul olduğunu varsaydılar. Bir saat mekaniğinin dişlileri olsak ve böylece yaptığımız her şey önceden belirleniyor olsa da veya kendi kaderimizin belirleyicileri olsak da, hangisi olursa olsun, her halükarda evren deterministik (belirlenebilir) olmamalıdır. Bu ikilem, toplumun insanları kendi eylemlerinden nasıl sorumlu tuttuğuna dair çok ciddi sonuçlara yol açmıştır. Özgür irade hakkındaki varsayımlar yasal sistemimizi doldurmuştur; kabahatli olmak için suçlunun bir niyetle hareket etmiş olması gerektiği gibi. Mahkemeler sürekli olarak insanların cinnet, ergen dürtüselliği ya da sosyal arkaplan nedeniyle masum olup olmadığıyla uğraşıyor.

İnsanlar ne zaman bu ikilem hakkında konuşsa, bunun yanlış olduğunu ortaya koymayı hedefliyorlar. Nitekim birçok filozof, evrenin deterministik ya da indeterministik olduğunu söylemenin anlamsız olduğunu düşünüyor. Bu çalıştığınız nesnenin ne kadar karmaşık veya büyüklükte olduğuna bağlı olarak değişebilir; parçacıklar, atomlar, moleküller, organizmalar, zihinler, topluluklar gibi. Londra Ekonomi ve Politik Bilimler Okulu’ndan filozof Christian List “Determinizm ve indeterminizm arasındaki fark ince bir çizgidir’ diyor, “Eğer belirli bir seviyede determinizminiz varsa, bu hem yüksek, hem de düşük seviyelerdeki indeterminizmle tamamen uyumludur.” Beynimizdeki atomlar, bize hareket özgürlüğü verirken, tamamen deterministik bir şekilde davranabilirler; çünkü atomlar ve failler farklı seviyelerde faaliyet gösterirler. Aynı şekilde, Einstein, kuantum düzeyinin olasılıksal olduğunu inkâr etmeden, deterministik ikincil-kuantum (subkuantum) seviyesini aradı.

Einstein neye karşı çıkıyordu?

Einstein’ın nasıl olup da kuantum karşıtı olarak etiketlendiği kuantum mekaniğinin kendisi kadar gizemlidir. Quanta kavramı (enerji paketleri) 1905 yılında onun parlak fikriydi ve 15 yıl boyunca bunu pratik olarak tek başına savundu. Einstein, ışığın garip bir biçimde hem parçacık hem de dalga olarak hareket edebilmesi gibi, fizikçilerin şu an kuantum fiziğinin temel özellikleri olarak tanımladığı çoğu şeyi öne sürdü. 1920’lerde Erwin Schrödinger’in, kuantum teorisinin en yaygın biçimde kullanılan formülasyonunu geliştirmek için kurduğu dalga fiziği de onun düşüncesiydi. Ayrıca Einstein rastlantısallık karşıtı değildi. 1916’da, atomlar foton yaydığı zaman, yayılmanın zamanı ve yönünün rastlantısal olduğunu gösterdi. Helsinki Üniversitesi’nden felsefeci Jan Von Plato, bunun Einstein’in olasılık karşıtı olarak bilinen popüler imajına aykırı olduğunu söylüyor.

Werner Heisenberg. Einstein, kuantum kuramı karşıtı değil, kuantum kuramının Werner Heisenberg’in görüşleriyle belirlenen Kopenhag yorumuna karşıydı.

Ancak Einstein ve çağdaşları ciddi bir problemle karşı karşıya kaldılar. Kuantum olgusu rasgeleydi, fakat kuantum teorisi rasgele değildi. Schrödinger denklemi, yüzde yüz oranında belirlenebilirdir. Denklem, parçacık dalgalarının doğasını açıklayan ve bu parçacık toplanmalarının oluşabileceği dalgalı modelleri hesaplayan dalga fonksiyonunu kullanarak, parçacığı ya da parçacık sistemlerini tanımlar. Denklem, tam bir kesinlikle, dalga fonksiyonuna, her an ne olacağını tahmin eder. Denklem birçok yönden, Newton’un hareket yasalarından daha deterministiktir. Newton’un yasaları, miktarın sonsuz olduğu ve böylece tanımlanamaz hale geldiği tekillikler ya da hareketin öngörülemez olduğu kaos durumları gibi karışıklıkları öngöremez.

Schrödinger denkleminin belirlenebilirliğinin aldatıcı kısmı, dalga fonksiyonunun belirlenebilirliğidir ve dalga fonksiyonu, parçacıkların konumları ve hızları gibi, doğrudan gözlemlenebilir değildir. Bunun yerine dalga fonksiyonu, gözlemlenebilir nicelikleri ve her bir ihtimalin olabilirliğini belirtir. Teori tam olarak dalga fonksiyonunun ne olduğu ve asıl itibarıyla dünyadaki gerçek bir dalga gibi alınıp alınmaması konusunda eksik kalıyor. Bu yüzden, aynı zamanda gözlemlenebilir ranstlantısallığın doğanın özü mü, yoksa dış görünüşü mü olduğu da açık kalıyor. İsviçre’deki Cenevre Üniversitesi’nden felsefeci Christian Wüthrich “İnsanlar kuantum mekaniğinin indeterministik olduğunu söyler, fakat bu hızlı bir yargıdır” diyor.

Tanrı Kavramının Sömürülmesi – Albert Einstein

Kuantum mekaniğinin bir diğer öncüsü Werner Heisinberg, dalga fonksiyonunu potansiyel varoluşun belirsizliği olarak düşünüyordu. Eğer fonksiyon, parçacığın yerini kesin olarak belirlemekte başarısız oluyorsa, bu aslında parçacık herhangi bir yerde bulunmadığındandır. Sadece parçacığı gözlemlediğinizde, bir yerde görünür. Dalga fonksiyonu geniş bir alana yayılmış olabilir, fakat gözlemin yapılma anında, aniden tek bir pozisyona doğru yığılır ve birdenbire belirir. Parçacığa baktığınızda deterministik bir şekilde davranmayı bırakır ve bir sonuca varır, tıpkı koltuk kapmaca oyununda bir çocuğun yaptığı gibi. Hiçbir kural çöküşü yönetmez, bunun için herhangi bir denklem yoktur, sadece gerçekleşir.

Çöküş, Bohr’un entitüsünün bulunduğu ve Heisinberg’in ilk çalışmalarının çoğunu yaptığı şehrin adı verilen kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumunun ana unsuru oldu. (İronik olarak, Bohr dalga işlevinin çöküşünü asla kabul etmemiştir.) Kopenhag, kuantum fiziğinin gözlemlenen rastlantısallığını ön değer olarak alır, daha öte bir açıklamayı yapamaz. Çoğu fizikçi bunu kabul eder, sadece psikolojik bir tespit etkisinden dolayı olsa dahi, bu yeterince iyi bir hikâye ve ilk olanıdır.

Einstein bir kuantum karşıtı olmasa bile, kesinlikle Kopenhag yorumu karşıtıydı. O, ölçüm hareketinin, fiziksel sistemin sürekli evriminde bir kırılmaya neden olması gerektiği düşüncesinden uzak durdu. Bu, ilahi zar atmadan şikâyet etmeye başlamasının kaynağıydı. “Özellikle işte bu, Einstein’ın 1926 yılında yakındığı şey ve determinizmin mutlak gerekli bir koşul gibi metafizik bir iddia örtüsü olmadığıydı” diyor Howard. “O özellikle dalga işlevinin çöküşünün süreksizliği getirip getirmediği üzerindeki tartışmaların tam ortasındaydı.”

Einstein, çöküşün gerçek bir süreç olamayacağını düşünüyordu. Bu belli bir mesafede anlık eylem gerektirir; diyelim ki gizemli bir mekanizma bunu sağlıyor, dalga fonksiyonun sol tarafı ve sağ tarafının her ikisi de, onları koordine eden hiçbir güç olmasa bile, dar bir sivri uca çöker. Sadece Einstein değil, zamanının bütün fizikçileri de böyle bir sürecin imkânsız olacağını düşündüler; sürecin ışıktan daha hızlı işlemesi gerekirdi ve bu görelilik teorisinin açık bir ihlaliydi. Aslına bakılırsa, kuantum mekaniği size sadece oynayacağınız bir zar vermez. Vegas’ta ya da herhangi bir yerde sallasanız dahi, her zaman çift gelecek bir çift zar verir. Einstein’a göre zarın hileli -sonuçları önceden düzelten gizli bir özelliğe sahip olduğu- aşikârdır. Fakat Kopenhag, zarın uçsuz bucaksız uzay boyunca bir diğerini gerçekten etkilediğini ima ederek, böyle bir şeyi reddeder.

Einstein’ın başı Kopenhag’ın ölçümü uyumlulaştırma gücüyle daha da çok belaya girdi. Bu arada, ölçüm nedir? Sadece bilinçli varlıklar veya kadrolu profesörlerin yapabildiği bir şey midir? Heisenberg ve diğer Kopenhagçılar bunları detaylandırmakta başarısız oldular. Bazıları, onu gözlemlediğimizde bir gerçeklik yarattığımızı önerdiler; kulağa şairane gelen bir iddia, belki biraz fazla şairane… Einstein kuantum mekaniğinin tamamlandığını ve son teorinin yerine asla bir başkasının geçirilemeyeceğini iddia etmenin Kopenhagçılar için bir küstahlık olduğunu da düşündü. O, kendisininki de dahil olmak üzere, tüm teorileri daha büyüğü için bir sıçrama tahtası olarak değerlendirdi.

Aslında Howard, Einstein’ın kaygılarına değindiği sürece, indeterminizmle uğraşmaktan mutlu olacağını savunuyor, mesela birisi ölçümün ne olduğunu ve parçacıkların belli bir mesafede hareket etmeden nasıl senkronize kaldığını ayrıntılı bir şekilde açıklayabilirse. Einstein’ın indeterminizmi ikincil bir kaygı olarak düşündüğünün kanıtı olarak, Kopenhag’a alternatif olan diğer determinist görüşlere de aynı taleplerde bulundu ve onları da reddetti. Başka bir tarihçi, Washington Üniversitesi’nden Arthur Fine, Howard’ın Einstein’ın indeterminizmle ilgili yeni fikirlere açık olmasını abarttığını düşünüyor, fakat insan düşüncesinin fizikçi kuşağını varsaymaya iten zar atma konusundan çok daha sağlam bir zemini olduğu düşüncesine katılıyor.

Rastlantısal düşünceler

Einstein, Kopenhag’ın yanıtlanmamış sorularını devam ettirirseniz, kuantum rastlantısallığının fizikteki diğer tüm rastlantısallık türleri gibi olduğunu bulmalısınız diye düşündü. Einstein, güneş ışığı demetindeki toz taneciklerinin dansının, görünmeyen hava moleküllerinin karmaşık hareketlerini açığa vurduğunu ve çekirdeğin radyoaktif bozunmasının ya da bir fotonun emisyonunun benzediğini gösterdi. Onun görüşüne göre, kuantum mekaniği doğanın yapıtaşlarının genel hareketlerini açıklayan, fakat münferit örnekleri kapsama kararlılığında eksik kalan yüzeysel bir teoridir. Daha derin, eksiksiz bir teori, hareketi tam anlamıyla hiçbir gizemli sıçrama olmadan açıklamalıydı.

Bu görüşe göre, dalga fonksiyonu kolektif bir tanımdır, tıpkı hilesiz bir zar tekrar tekrar atıldığında, her yüzünden yaklaşık olarak aynı sayıda geleceğini söylemek gibi. Dalga işlevinin çökmesi fiziksel bir süreç değildir, bir bilginin edinimidir. Altı köşeli bir zarı sallarsanız ve diyelim ki dört gelirse, 1’den 6’ya kadar olan aralık, asıl sonuç olan 4’e çöker. Zarı etkileyen tüm atomik detayları ve ellerinizin zarı masa üstüne gönderme şeklini tam olarak izleyebilen Tanrımsı bir iblis, hiçbir zaman çöküşten bahsedemeyecektir.

Einstein’ın sezgileri, statik mekanik olarak bilinen fizik dalı tarafından incelenen ve kendisinin, vurgulanan gerçekliğin deterministik olduğu zaman bile fiziğin olasılıksal olabileceğini ispat ettiği, erken dönemlerinde yaptığı moleküler hareketin kolektif etkileri üzerine bir çalışmayla desteklenmiştir. 1935’de Einstein filozof Karl Popper’a “Tezinizde haklı olduğunuza inanmıyorum, deterministik bir teoriden istatiksel sonuçlar çıkarmak imkânsızdır. Klasik istatiksel mekaniği düşünmeniz bile yeterli (Gaz teorisi ya da Brown’ın hareket teorisi)” diye yazdı.

Einstein’ın düşünme biçimindeki olasılıklar Kopenhag yorumundakiler kadar nesneldi. Hareketin temel yasalarında görünmemesine rağmen, onlar dünyanın diğer özelliklerini ifade ettiler; yalnızca insan cehaletinin eseri değillerdi. Einstein Popper’a bir daire etrafında sabit hızla hareket eden bir parçacık örneği verdi; parçacığı dairenin verilen bir yayında bulma şansı parçacığın yolunun simetrisini yansıtır. Benzer şekilde, bir zarın verilen tarafa düşme olasılığı 1/6’dır, çünkü zar 6 eşit yüze sahiptir. Howard “O, istatiksel mekanik olasılıkların detaylarında, kayda değer bir fiziksel içerik var olduğu zaman daha iyi anlardı” diyor.

Özgürlüğümüz bir yanılsamadan mı ibaret, doğa kanunlarının kuklası mıyız?

İstatiksel mekanikten çıkarılan diğer bir ders, gözlemlediğimiz niceliklerin daha derin bir seviyede var olmalarının gerekli olmadığı oldu. Mesela, gazın bir sıcaklığı vardır, fakat tek bir gaz molekülünün yoktur. Einstein buna benzeterek, ikincil-kuantum (subkuantum) teorisinin, kuantum mekaniğinden radikal bir kopuşa işaret etmesi gerektiğine inanmaya başladı. 1936’da “Kuantum mekaniğinin, gerçeğin zarif bir unsurunun dayanak noktasına el attığına şüphe yoktur. Fakat, kuantum mekaniğinin bu temelde başlangıç noktası olacağına inanmıyorum, tıpkı, tam tersi olarak birinin termodinamikten mekaniğin temellerine gidemeyeceği gibi” diye yazdı. Daha derinleri doldurmak için, Einstein parçacıkların, parçacıklara hiç benzemeyen yapılardan elde edildiği bir birleşik alan teorisi aradı. Kısacası, Einstein’ın kuantum fiziğinin rastlantısallığını reddettiğine dair geleneksel bilgi yanlıştır.

Elinizden geleni yapın

Einstein’ın genel projesi başarısız olmasına rağmen, rastlantısallık hakkında yaptığı temel sezgi hâlâ geçerlidir: İndeterminizm determinizmden doğabilir. Kuantum ve ikincil-kuantum seviyeleri ya da doğanın hiyerarşisinde herhangi bir diğer seviye çifti, farklı yapı türlerinden oluşur, yani farklı kural tiplerine dayanırlar. Altındaki yasalar tamamen güdümlü olsa bile, bir seviyeye hükmeden yasalar rastlantısallığın hakiki unsurundan ayrılabilir. Cambridge Üniversitesi’nden filozof Jeremmy Butter “Deterministik bir mikrofizik deterministik bir makrofiziğe yol açmaz” diyor.

Atomik düzeyde bir zar düşünün. Bu göze tamamen ayırt edilemez görünen, zilyonlarca atomik biçimden oluşabilir. Küp yuvarlandıkça, eğer bu biçimlerden herhangi birini izlerseniz, bu belirli bir sonuca yol açacaktır. Bazı biçimlerde, zar bir noktayı göstermeyle sonuçlanır, bazılarında iki ve böylece devam eder. Bu nedenle, tek bir makroskopik durum (yuvarlanıyor oluşu) birden çok olası makroskopik sonuca yol açabilir (altı kenardan birini gösterir.) Fransa’daki Cergy- Pontoise Üniversitesi’nden matematikçi Marcus Pivato ile birlikte seviyelerin uyumu hakkında çalışan List “Zarı makro düzeyde tanımlarsak, bunu objektif şansa olanak tanıyan olasılıksal bir sistem olarak düşünebiliriz” diyor.

Üst seviyeler, alt seviyelerin üzerine ekleme yaparak geliştiriliyor olsa da, otonomdur. Zarı tanımlamak için, zarın var olduğu seviyede çalışıyor olmanız gerekiyor ve bunu yaparken atomlarını ve onların dinamiklerini ihmal edemezsiniz. Eğer bir seviyeyi diğer bir seviyeyle kesiştirirseniz, bir tonbalığı sandviçinin siyasal bağları hakkında soru sormak gibi bir kategorik hata yanılgısına düşersiniz. List “Çoklu seviyelerde açıklanabilecek bir fenomenimiz olduğunda, bu seviyeleri karıştırmamakta kavramsal olarak çok dikkatli olmamız gerekir” diyor.

Bu nedenle, küpün yuvarlanması yalnızca görünüşte rastlantısal değildir, insanların bazen söylediği gibi, tamamen rastlantısaldır. Bir Tanrımsı iblis, ne olacağını tamamen bilmekle böbürlenebilir, fakat bildiği şey sadece atomlara ne olacağıdır. Küpün ne olduğunu bile bilemez, çünkü bu daha üst düzeyde bir bilgidir. İblis ormanları asla göremez, sadece ağaçları görebilir. Bu aynı, Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’in kısa öyküsü “Bellek Funes”deki “Funes, the Memorious” her şeyi hatırlayan fakat hiçbir şeyi kavrayamayan başkahraman gibidir. “Düşünmek bir ayrımı unutmak, genellemek ve soyutlamaktır” yazıyor Borges. Şeytanın küpün hangi tarafının geleceğini bilmesi için, neyi arayacağını (neye dikkat edeceğini) ona söylemek zorundasınız. List “Eğer fiziksel seviyeleri nasıl parçalara ayırdığımızın tarifi şeytana iblise verilmiş olsaydı, iblis sadece daha üst seviyede bir tarihten çıkarsama yapabilecekti” diyor. Aslında, iblis de pekâlâ bizim ölümlü perspektifimize imrenecek hale gelebilir.

“Özgür olmak için, indeterminizme parçacık düzeyinde değil, insanlık düzeyinde ihtiyacımız var.”

Seviye mantığı da diğer bir şekilde çalışır. İndeterministik mikrofizik deterministik makrofiziğe yol açabilir. Bir beyzbol topu rasgele davranan moleküllerden yapılmış olabilir, fakat yine de uçuşu tam olarak tahmin edilebilir; kuantum rastlantısallığının ortalaması alınabilir. Aynı şekilde, gazlarda son derece karmaşık ve etkin biçimde indeterministik hareketler sergileyen moleküllerden oluşur, ama sıcaklıkları ve diğer özellikleri, çok basit olan kuralları takip eder. Daha spekülatif olarak, Stanford Üniversitesi’nden Robert Laughlin gibi bazı fizikçiler, alt seviyenin tamamen alakasız olduğunu öne sürdüler. Yapıtaşları herhangi bir şey olup, hâlâ aynı kolektif davranışı üretebilir. Sonuç olarak bütün çeşitleriyle sistem, su molekülleri, galaksideki yıldızlar ya da otobandaki araçlar gibi, sıvı akışının aynı kurallarına uyar.

Sonuçta özgürüz

Seviyeler açısından düşündüğünüzde, indeterminizmin bilimin sonunu işaret ediyor olabileceği endişesi yok oluyor. Evrenin yasalara saygı gösteren yığınlarını, anarşi ve anlaşılmazlığın ötesinde kuşatacak herhangi bir büyük duvar yok etrafımızda. Bunun yerine, dünya determinizm ve indeterminizmin katlı bir pastasıdır. Dünyanın iklimi, örneğin, Newton’un deterministik hareket yasalarını izleyerek meydana gelir, fakat mevsimsel ve uzun dönemli iklim değişiklikleri tahmin edilebilir olduğu halde, kısa dönemli hava tahminleri olasılıksaldır. Biyoloji aynı şekilde, deterministik fiziği izleyerek meydana gelir, fakat organizmalar ve ekosistem farklı tanımlama modellerine ihtiyaç duyar, tıpkı Darwinyen evrim gibi. Tufts Üniversitesi’nden filozof Dainiel C. Denneth, “Determinizim her şeyi açıklamaz” diyor. “Neden zürafalar var? Olacağı önceden belirlendiği için mi?”

İnsanoğlu bu katlı pastanın içine yerleştirilmiştir. Güçlü bir özgür irade hissine sahibiz. Sıklıkla öngörülemeyen şeyler yaparız ve hayati kararlarımızın çoğunda, başka şekilde yapıyor olabilseydik hissine kapılırız (ve sık sık keşke yapsaydık deriz). Binlerce yıl boyunca, sözde felsefi özgürlükçüler -siyasi olanlarla karıştırılmamalı- insan özgürlüğünün parçacık özgürlüğünü gerektirdiğini tartıştılar. Kuantum rastlantısallığı ya da bazı antik filozofların düşündüğü, atomların katlanabildiği isteksizlikler gibi bir şey, olayların deterministik akışını kesmeli.

Bu düşünce zincirindeki problem, parçacıkları serbest bırakıp, bizi köle kılacak olmasıdır. Kararınız büyük patlamadan önce belirlenmiş ya da asi parçacıklar tarafından verilmiş olsa da olmasa da, sizin kararınız değildir. Özgür olmak için, indeterminizme parçacık düzeyinde değil, insanlık düzeyinde ihtiyacımız var. İnsan ve parçacık düzeyleri otonom olduğundan dolayı bu mümkündür. Yaptığınız her şey önceki olaylara bağlanabilse de, kendi eylemlerinizin yazarı olabilirsiniz; çünkü ne siz ne de eylemleriniz madde seviyesinde vardır, sadece zihnin makro seviyesinde vardır. “Bu mikrodeterminizm üzerinden devam eden makroindeterminizm özgür irademizi güvenceye alabilir’ diyor Butterfield. Makroindeterminizm kararınızın sonucu değildir, kararınızdır.

Bazıları hâlâ, özgürlüğümüzün bir yanılsamadan ibaret olduğundan ve doğa kanunlarının bir kuklası olduğumuzdan şikâyet ediyor olabilir. Yanılsama-illüzyon kelimesinin kendisi, bir çöl serabı veya yarısından kesilmiş kadınlar gibi gerçek olmayan şeyleri çağrıştırıyor. Makroindeterminizm böyle değildir. Oldukça gerçektir, sadece temelli değildir. Hayatla karşılaştırılabilirdir. Bireysel atomlar tamamen cansızlardır, fakat çok büyük atom yığınları yaşayabilirler ve nefes alabilirler. “Failler, onların kasıtlı konumları, kararları ve seçenekleri ile ilgili yapacak bir şey yok; temel fiziğin kavramsal repertuvarında bu özelliklerin hiçbiri yoktur, fakat bu, bu olguların gerçek olmadığı anlamına gelmez” diyor List. “Bu sadece, bunların daha üst seviye olgular olduğunu gösterir.

Kararlarımızı, beynimizdeki atomların mekaniği olarak tanımlayıp, tamamen aydınlatılmamış kısımlardan bahsetmemek, bir kategori hatası olurdu. Onun yerine, psikolojinin tüm kavramlarını kullanmanız gerek: arzu, olasılık, niyet. Neden şarap yerine suyu tercih ediyorum? Çünkü bunu istedim. Arzularım eylemlerimi açıklıyor. “Neden?” diye sorduğumuz çoğu zaman, fiziksel arkaplanından ziyade, dürtüleri, güdüleri harekete geçiren şeyleri arıyoruz. Psikolojik açıklamalar List’in bahsettiği indeterminizm türünü farz ediyor. Örneğin, oyun kuramcıları, seçenek aralığını düzenleyerek ve eğer mantıksal davranıyorsanız hangisini seçeceğinizi göstererek, insan kararlarını modelliyorlar. Belirli bir opsiyonu seçme özgürlüğünüz, o opsiyonu desteklemeseniz bile, seçiminizi yönlendiriyor.

Şüphesiz, List’in argümanları özgür iradeyi tam olarak açıklamıyor. Seviyeler hiyerarşisi psikolojiyi fizikten ayırarak ve bize beklenmeyen şeyleri yapmak imkânı sunarak, özgür irade için bir alan açıyor. Fakat fırsatı kaçırmamak zorundayız. Örneğin, eğer tüm kararlarımızı yazı-turaya göre verseydik, hala makroindeterminizm sayılırdı, fakat anlamlı herhangi bir şekilde özgür irade olarak nitelendirmek zor olurdu. Bazı insanların karar vermeleri o kadar zayıflatılabilmiştir ki, özgürce hareket ettikleri söylenemez.

Determinizm hakkında bu şekilde düşünmek, Einstein’ın 1955’de ölümünden sonraki yıllarda geliştirilen kuantum teorisinin bir yorumunu anlamlandırıyor: Çoklu evren yorumu. Savunucuları, kuantum mekaniğinin paralel evren topluluklarını, yaygın olarak deterministik davranan, fakat bize, tek bir evren görebileceğimizden dolayı indeterministik görünen bir çoklu evreni tanımlar. Örneğin, bir atom sağa veya sola bir foton yayabilir, kuantum teorisi sonucu açık bırakır. Çoklu dünyalar yorumuna göre, bu zilyonlarca paralel evrende aynı koşulların oluşmasından dolayıdır; bazılarında deterministik olarak sola gider, diğerlerinde sağa. Bu evrenlerin hangisinde bulunduğumuzu söylemeye muktedir değiliz, ne olacağını tahmin edemeyiz, bu yüzden durum içeriden açıklanamaz gibi görünüyor. “Evrende safi bir rastlantısallık yoktur, fakat olaylar seyircinin gözüne rastlantısal görünebilir” diyor, bu görüşün ileri gelen savunucularından Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden kozmolog Max Tegmark. “Rastlantısallık, kendi yerinizi bulmanızdaki yetersizliğinizi yansıtır.”

Bunun, “Küp ya da beyin, sayısız atomik biçimlenmelerden herhangi birinden oluşturulmuş olabilir” demekten farkı yoktur. Biçimlenmeler, bireysel olarak deterministik olabilir, fakat hangisinin bizim küpümüze ya da beynimize uyumlu olduğunu bilmediğimizden dolayı, sonucu indeterministik olarak düşünmek zorundayız. Paralel evrenler, evrendeki egzotik bir fikir değildir. Vücudumuz ve beynimiz küçük çoklu evrenlerdir ve bu, bize özgürlüğü sağlayacak olasılıkların çokluğudur.

George Musser /Scientific American Dergisinde Yardımcı Editör Yazar: Servan Kutlucan – 1 Ekim 2015 Bilim ve Gelecek Dergisi 140. Sayı

FRANZ KAFKA’NIN ALTMIŞ BEŞ DÜŞÜ: “HER ŞEYİ YANLIŞ YORUMLUYORSUNUZ, SUSKUNLUĞU BİLE…”

Onu tanıyacaksınız muhakkak! Gözleri gece kuşlarına has mor halkalarla çevrili, kambur, zayıf mı zayıf. Fazla aydınlık! (Goethe’nin tam tersi). Fazla gürültü! Fark edilmeyi, olay yaratmayı kesinlikle istemiyordu -sadece yazma hazzı için. O da artık olsa olsa kendisi için! Sanırsınız ki kalabalığın içinde her yerde, dönemin her yerinde. Bir asırdan daha kısa zamanda, yorumlar ve yanlış anlamalar konusunda en büyük rekorlara patlak verdirecek ve akla hayale gelebilecek en tuhaf “dava” çağlayanının kollarına düşecektir.

Kafka, günlüğünde yaşamının bir düşe benzediğini yazar. Ama bu kesinlikle, onun “hülyalara daldığı”, bir hayal ve sanatsal kapalılık dünyasında başı boş dolaştığı anlamına gelmez. Düşte gibi yaşıyorduysa, aynı zamanda yazdığı gibi düşlüyordu da. Ne olursa olsun, külliyatının karşılaştığı yitim ve yıkımlara rağmen, bugün, 1910’dan ölüm tarihi olan 1924’e kadar Günlük’te ve Mektuplar’da art arda sıralanan altmıştan fazlasına sahip olmamızın da gösterdiği gibi, düşlerine çok büyük önem veriyordu. Bunları yazıya dökmek kuşkusuz onun için bir esin kaynağından fazlasını oluşturuyordu: bir yazı aleti, yazınsal konuları için bir hazırlık yöntemi. O dönemde, Freud’un, yayınlanışının ardından on yıl boyunca tamamen fark edilmeden kalmış olan “Traumdeutung” [Düşlerin Yorumu] başlıklı yapıtı o bildiğimiz dünya çapındaki ününe kavuşmaya başlamıştı. Freudcu yorumun -Freud’un “düşün merkezi” olarak adlandırdığı şey önünde- durup kaldığı yerde, Kafka için her şey başlar. Onların anlamsızlık noktalarını herhangi bir yorumsamanın boyunduruğuna sokmaktan vazgeçerek, onları, hiçbir türden yapısal üst kodlama barındırmayan başka hayali oluşumlar, başka fikirler, başka şahsiyetler, başka zihinsel koordinatlar doğurmak üzere çoğalmaya, genişlemeye bırakır. O zaman anlamlandırmaların kurulu düzenine zıt yaratıcı süreçlerin egemenliği kurulur.

Söz konusu olan, geleceğimizin oluşumlarına da bir anlatım vermeye yetenekli duyu etkilerini, bedensel olmayan tesirleri ve soyut makineleri dolaşıma sokarak -sık sık şeytani diye nitelenen- bir mektup zevkini gerçekleştirmektir. Bu yüzden, başka bir gerçekliğe ait bu edebi katalizin (hızlandırmanın) -erotik diye nitelendirilebilecek- boyutunun önemini kavramayı ancak çeşitli yazı türlerini ayırmak koşuluyla, ve özellikle de gerçekten sapkınlığa çok yakın olan “sevgiliye mektup” türüne ayrıcalıklı bir yer ayırarak başarabiliriz. Öyle ki bu senaryo türünde, başlangıçta, sizin için neredeyse meçhul olan ve sonunda onu alt üst edecek raddede baştan çıkardığınız ve uzaktan zincire vurduğunuz bir kadının mektupla ele geçirilmesi söz konusudur.*


Sunuş

Bir ve aynı yazarın yazı makinesinde pek çok bileşen bulmak olanaklı mıdır? Bir usta Pessoa1 ki, yapıt ve bu yapıtla ilişkilendirilen biricik yazar gibisinden büyük bir düzmeceyi, sahte isimler altında bunları gerçeğe dönüştüren üsluplar gizleyerek ortadan kaldırır. Burada kabaca sorulan bu soru, Deleuze ile birlikte yazdığı Kafka’dan bir on beş yıl sonra, kendilerinin “minör” edebiyatının modeli olmuş kişinin yazılarım keşfetmeyi sürdürürken Felix Guattari’nin sorduğu bir sorudur. Burada düzene sokup yayınladığımız, seksenli yıllarda kaleme alınan metinlerin resmettiği çalışmadır.

1975’te, filozof & psikanalist Deleuze-Guattari şöyle yazar: “Biz ne yapı ne de düşlem olan bir ya da birçok Kafka makinesine inanıyoruz yalnızca. Biz, yorumsuz ve anlamsız bir Kafka deneyim ‘ine inanıyoruz yalnızca”? Burada önerilen Kafka’nın metinlerine ilişkin oldukça tutkulu bir kavrayış; kitapların hala isimler tarafından imzalandığı ve yapıtın hala bir şeyler söylemek istediği bir dünyada, ancak böyle bir konumu ayakta tutma yeterliliğini sorgulayabilen bir yöntemdir. Guattari-Deleuze, gerçekten de, yazanın çokluk olduğunu ileri sürmeyi nasıl beceriyorlar? Yazan -Kafka-“makine insan, deneysel insan” olarak koymak ve onun edebi makinesini, şu “Kafka’nın yazıya da anlatım makinesi’ni, “içsel kıstaslar tarafından tanımlanan” üç bileşen (mektuplar, öyküler ve romanlar) halinde sıralamayı önermek suretiyle yapıyorlar bunu. İki arkadaş için, söz konusu olan, bu bileşenleri bir yapının (eserin) ayrı ve katı parçalan olarak kavramsallaştırmak değil, aksine bunlar arasındaki -ya da daha ziyade bunların bağrındaki- “yanal/çapraz (transversal) iletişim”in varoluşu üzerinde ısrar etmektir, zaten böylesi bir iletişimin modeli “her şeyi kat eden günlüktür: bizzat kendisi köksap (sapağı/rhizome) olan günlük”, ki Felix Guattari için kendi günlüğünün ne denli önemli olduğu, bu günlüğün onun yaşamındaki köksapsal yeri, oto-analizin, kavram üretiminin, edebi deneyimlerin, bunun içinde taşıdığı kurumsal analizlerin karışımı bilinmektedir. Peki ama, Deleuze-Guattari parçalar/fragmanlar ile bunlar arasından bazılarının öykü ya da roman halinde sonlandırılışı arasında “her zaman değil, sadece bazı vakalarda geçerli [olan] bir tür yasa”nın var olduğunu koymak zorunda kaldıklarında, Guattari’nin yanallık (transversalite) kavramının çağrılması yeterli midir? Yapıtın ve Yazar’ın savunucularının, gevşek diye niteledikleri bu göreceliğe kıs kıs güldüklerini hayal edebiliriz. “Kültürün biblolarını kırma oyunu oynarmış gibi yapan şu yaşlı Kantçılar”la alay eden Badiou’nun sesi yeniden işitilir. Köksap düşüncesinin mucidi ve sözcüsü olan Guattari-Deleuze yine de, kendi yönteminde, yasa, anlamlılık ve ağaç biçimi (arborescence) olduğunu koyar, “ama sadece bazı vakalarda”. Tanrıyı kapı dışarı etmek…

Ama pragmatik olmaya devam etmek gerekir: bu iki arkadaş Köksap kitabının “Gilles Deleuze ve Felix Guattari” diye imzalanmasından kaçınabildiler mi ve kendi karşılıklı Apolloncu bileşenlerini Dionysosçu bir çokluk içinde bütünüyle eritme yeterliliğine sahipler miydi? Hayır, tabii ki. Ebedi dönüşün eşiğinde, diye gösterdi Nietzsche, birey bir adım geri çekilmekten -ya da tamamen yitip gitmekten-başka bir şey yapamaz. Öyleyse pragmatik olarak kalalım ve onların karşılaşmasının, dostluklarının gücünün her birine kendi çokluklarım açmış olduğunu anlayalım -ama onlara, bireysel olarak, karşılıklı yazı makineleri için zorunlu olan kimliği kaybettirmeyelim. Toplumumuz, bir şizofren, Antonin Artaud’nun Dr. Edouard Toulouse ile yakaladığına benzer bir “şansa ancak çok nadiren sahiptir.

Bir ve aynı yazarın yazı makinesinde pek çok bileşen bulmak mümkün müdür? Hayır, diye cevap verir Guattari on beş yıl sonra (Deleuzesüz), tek başına iki kişi olduklarından daha cesur (daha şizo), bir adım daha atar on beş yıl önce beraber başladıklan yönde: “aslında, Kaftanın külliyatında, öyküleri, romanları, günlüğü, mektupları teşkil eden şeyi ayırt ekmeye bile hakkımız yoktur”. Burada sunulan “Kajka’nın 65 düşü” üstüne çalışmada, Guattari nin bir yorumsamaya (hermeneutique) tabi kılarak yorumladığı bir Kafka külliyatının beşinci bileşenini görmemek gerekir.” Tersine, bu şaşırtıcı metinde, Guattari, çoğalıp artan bu düşleri gözler ve, ilkbaharın sonunda, bambu filizlerinin, bir sürü “tekillik noktası’ndan belirişini ve boy atışını, bunların, görünmez, hızla bölünüp çoğalan, ve esas itibarıyla erişilmez yer altı köksapından yaşam bulmasını belli belirsiz bilinçli olarak izleyen bahçıvanı oynar. Guattari, şizo patlamanın, bundan böyle artık tek olmayan… ve bu yüzden de yazara sahip olamayacak “Kafka” külliyatını kucaklama girişiminin tanığı ve aktörüdür (“Bu konuda, “külliyat/yapıt “(auvre) sözcüğünün geçerliliği üzerine sorgulama yapılabilir” diye kaydeder nihayet Guattari sahte bir naiflikle). Seksenlere denk gelen yaşlılık yıllarının ortasında, patlama, bir film projesi biçimini alır: Kafka üzerine bir film? Hayır, der Guattari: “bir Kafka filmi”. Elinizdeki derleme, bu tasarının betimlemesi ve çevrim senaryosundan bazı parçalarla sona ermektedir. Eğer çevrilseydi böyle bir filmin neye benzeyeceğini hayal etmekle sınırlı kalan bizler karşısında, kaçınılmaz olarak bir soru su yüzüne çıkar: Guattari (ve, sinema bizzat yapım tarzı dolayısıyla, fiilen kolektif bir sözceleme olduğuna göre, pek çok başkaları) tarafından yapılacak bu Kafka filmini kim imzalayacaktı? Pessoa kendi çözümünü önerebilirdi. “Kafkacılığa kendi süreçsel boyutunu veren bu kökten tamamlanmamama), bu kronik geçicili(ğe)” tutulan Guattari ise, b öylece “gözde yazarı Kafka’yı izleyerek, bize bu filmi tamamlanmamış olarak bıraktı…

Franz Kafka’nın Altmış Beş Düşü Yazar: Felix Guattari, Çevirmen: Murat Erşen, Yayınevi : Monokl


*Kitap tanıtımından 1. Pessoa, 1913’te fiitüristik hareketin içinde yer almasından sonra her şeyi, olabilecek bütün tarzlarda hissetmek için, kendi içinde gücül olarak bulunan farklı yazar kimliklerini aralarında diyaloga sokarak, onlara yazı aracılığıyla kurmaca bir gerçeklik kazandırır. Ama bunlar yalnızca birer takma ad değil, öyküsü, geçmişi, yazgısı, dünya görüşü olan farklı kişilerdir. Pessoa’nın farklı yazar kimliklerinin yansıması olan bu kökteş şair ve yazarlar Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis, Bernardo Soares ve Fernando Pessoa nın kendisidir. Ölümünden sonra bulunan yazılarının altında genellikle başka imzalar vardı. 1913-35 arası tutulmuş notların ya da günlükler ise O Livro do desassossego [Huzursuzluğun kitabı] adım taşıyordu ve altında Bernardo Soares imzası vardı (ç.n.).

DİLE VE TÜRKÇEYE DAİR BİR SÖYLEŞİ – SEVAN NİŞANYAN

Birinci kural, uzun vadede daima gençler kazanır. İkinci kural, bugünün gençleri yarının muhafazakarlarıdır.

Türkçe nedir? Bugün Türkçe konuştuğunu söyleyen herkesin kullandığı kelimeler, gramer, sentaks, telaffuz mu, başka bir şey mi ya da misal öztürkçeci Ataç’ın kullandığı mı?

Türkçe bugünün Türkiye’sinde norm kabul edilen dildir. Norm demek şu demek: Şu şu kurallara göre dili kullanırsan insanlar yadırgamaz, onlardan saparsan kaşını kaldırır, daha da saparsan saçmaladığına hükmederler. Dilin normatif bir sistem olduğunu akıldan çıkarmamalı.

Elbette bu dilin eski versiyonlarına da Türkçe deniyor, akraba kollarına da bazen bu isim veriliyor. Bunun makul sebepleri yok değil, ancak pratikte kavram karışıklığına yol açıyor. Türkçe derken bugünün normlarından mı söz ediyoruz, konuşan şahsın yaşı ve eğitimi gereği norm saydığı önceki bir kuşağın dilinden mi söz ediyoruz, yoksa birtakım yönlendirici mihrakların geçmiş tarihten veya uluslararası coğrafyadan rastgele seçtiği birtakım keyfi nirengi noktalarından mı söz ediyoruz, ayırt etmesek yanılırız.

Saf ve bakir bir dil var mıdır? Bu iyi midir?

Her dil değişir. Durmadan değişir. Her boyutuyla değişir. Kelime hazinesi evrilir. Telaffuz normları değişir. Gramer ve sentaks insanı şaşırtan ölçülerde değişir. Kabul edilen ifade biçimleri, yani stilistik değişir. İmla kuralları ve noktalama işaretleri, editörlük standartları değişir. Sözlü veya yazılı iki üç cümleden, bir dil eyleminin hangi tarihte icra edildiğini şaşmaz bir kesinlikle belirleyebilirsiniz. Dil değişmesin demek, makyaj yapsam yahut kendimi mumyalasam ölümsüz olurum gibi bir akıl tutulmasından ibarettir.

Yazı dili ile konuşma dilinin farkı nedir?

Biri zengin öbürü fakirdir. Yazı dili farklı kuşaklarda, farklı coğrafi alanlarda, farklı sosyal sınıflarda, farklı meslek ve uzmanlık gruplarında konuşulan dilleri toplayarak ortak bir potada bir araya getirir. ‘Kitabi’ olmayan insan topluluklarının konuştuğu dilin kelime hazinesinin çapı aşağı yukarı her yerde aynıdır. Oysa yazı dilinin kelime hazinesi yazı yazıldıkça ve eğitim yoluyla topluma yayıldıkça neredeyse sınırsız olarak artabilir. Keza karmaşık sentaks kuralları ve stil çeşitliliği de yazı dilinin özellikleridir.

Dil yaşadığına göre değişecektir, peki bunun belli kuralları var mıdır?

Kuşbakışı baktığımızda her toplumda dilin bir önceki kuşağın normlarına sadık kalmasını isteyen muhafazakârlarla hızlı değişim taraftarı radikallerin sürekli çatıştığını görürüz. Bir taraf bir süre ağır basınca tepki birikir, ibre diğer tarafa kayar. Hangi tarafın üstün geleceği siyasi ve sosyal dengelere bağlıdır. Var olan siyasi-sosyal kurumlar bir şekilde itibar kaybına uğramışsa, ya da savaşta eski kuşak büyük nüfus kaybetmişse radikallerin sesi daha fazla duyulur. Var olan kurumların yıkılması korkusu toplumu sarmışsa muhafazakârlar daha etkili olur. Bazen Dante veya Luther gibi ya da Muhammed gibi bir tane olağanüstü edip bütün toplumu peşinden sürükleyebilir.

Değişimden yana olanların önünde ise bir dizi klasik ikilem vardır. Yeniliğin kaynakları dilin mevcut dağarcığından mı derlenecek, zamanın ruhuna uygun başka kaynaklar mı bulunacak? Leksikal üretim mi öncelenecek, sentaks mı esnetilecek? Avamın tercihleri mi yönlendirici olacak, uzmanların önyargılarında mı ısrar edilecek? 19. yüzyıldan itibaren reform baskısı altında kalan ulusal dillerin her biri bu ikilemlerle mücadele etti; her biri kendi meşrebince çözüm yolları buldu veya bulmayı denedi.

Değişimde günün modasının rolü nedir?

Çok büyüktür. Sonuçta norm değişimi, büyük ve/veya etkili kitlelerin yeni normları kabul etmesine bağlıdır. Kitlelerin şu norm yerine bu normu tercih etmesi de en azından bu yıl dar paça mı geniş paça mı moda olacak kadar esrarengiz ve akıl yıpratıcı bir süreçtir. Belki iki genel kuraldan söz edebiliriz. Birinci kural, uzun vadede daima gençler kazanır. İkinci kural, bugünün gençleri yarının muhafazakarlarıdır.

“Gençler bugün beşyüz kelimeyle konuşuyor azizim,” diye hayıflananlar için ne düşünüyorsunuz? “Sal ya, boomer’lar birbirlerine up’lıyor işte,” diye karşı argüman gelse ne yapacağız?

Yaşlıların bilmediği kelime ve deyimlerle konuşmak kelime hazinesinin eksildiğini göstermez, yaşlıların bildiği kelime hazinesinin terk edildiğini gösterir. Eflatun’dan beri her yaşlı kuşak dilin elden gittiği korkusuna kapılmıştır. 2500 senenin sonunda o korkunun pek gerçekçi olmadığı açıkça ortada.

Bilgisayar ve teknolojik dönüşümün dil üzerindeki etkisi nasıl olmuştur?

‘Bilgisayar ve teknolojik dönüşüm’ demeyelim, adını koyup sosyal medya diyelim. Matbaanın icadına rahmet okutacak büyük bir devrimin ilk basamaklarındayız sanırım. Kamuya – yani tanımadığı, yüzünü görmediği insanlara – yazı yazan kişi sayısında beş on sene içinde inanılmaz bir patlama yaşandı. ‘Müellif’ diyebileceğimiz insan sayısı bir anda yüz katına çıktı. Toplam üretilen yazı hacmi mesela Türkiye gibi bir ülkede 1940’ların belki bin katına yükseldi. Bunun kelime hazinesi üzerinde, imla ve gramer ve üslup standartları üzerinde olağanüstü sonuçları olacağı aşikâr. Daha işin çok başında olduğumuzu sanıyorum. Sosyal medya hadisesi 2000-2005 dolayında yaygınlaştı. Yirmi yılda bu noktaya geldiysek, elli yıl sonra nerede olacağımızı tahayyül bile edemiyorum.

Harf İnkılâbı ile Dil Devrimi arasındaki fark nedir?

Biri 1928’de, öbürü 1934-35’te olmuştur. İkisinin de başat hedefi Türk toplumunun İslami kültür ve geçmişle bağını zayıflatmak ya da koparmaktır. Çağın koşulları gereği ilkinin perspektifi net şekilde Batı’dan yanadır. İkincisi Batı’ya değil mitolojik bir İslamöncesi ‘Türk’ geçmişine yönelir; kahramanları Oğuz Kağan ve Atilla’dır. İlginçtir ki 1929 krizi veya 1933’te Hitler’in iktidara gelişine dek Batı tek norm ve tek hedef iken, bu iki tarihten sonra bakışlar başka bir tarafa döner.

Son dediğinizi biraz açar mısınız?

Harf devriminde Romalının icat ettiği, İngilizle Fransızın meşhur ettiği bir kültür ürünü benimsendi. Dil devriminde ise başlıca ilham kaynağı Orhun yazıtları ile Kutadgu Bilik, Atilla ile Cengiz Han, Yakut sözlükleri ve Altay kabilelerinin masalları idi. Harf devrimi mazallah 1928’de değil 1935’te yapılmış olsaydı şimdi belki Göktürk hece harfleriyle cebelleşiyor olurduk.

Dil Devrimi’ni savunanlar bu sayede herkesin okuma-yazma öğrenebildiğini, karşısında olanlarsa bir gecede cahil kaldığımızı söylerler. İfratla tefrit arasında siz ne düşünüyorsunuz?

İki tarafın da haklılık payı vardır. Evet Latin alfabesi daha pratik bir alfabedir. Halk değil çünkü halk zaten cahildi, ama eski kültür eliti bir gecede cahil kalmıştır.

Okuma-yazma oranının yükselmesinde Harf İnkılâbı’nın etkisi olmuş mudur -veya Dil Devrimi’nin?

Harf İnkılâbının etkisini kestirmek zor. Okuryazarlık yükseldi ama bütün dünyada yükseldi, Arap yazısını koruyan İran’da ve ucube bir yazı sistemine canla başla sarılan Japonya’da da yükseldi. Türkiye’de değişime yol açan başlıca faktör harf devrimi midir, yoksa kamu eğitiminin yaygınlaşması, şehirlere göç, şehirlerarası yolculuğun kolaylaşması, para ekonomisinin topluma nüfuz etmesi, okuryazar olmayanlara toplumsal itibar yollarının kapatılması mıdır kestiremiyorum. Her hâlükârda okuryazar oranında büyük patlama, umulanın aksine, 1930’larda değil 1960’larda yaşandı. Müsebbibi Atatürk’ten ziyade Demirel gibi duruyor.

Dil Devriminin ise okuryazarlığa kısa vadede faydadan çok zararı olduğunu düşünüyorum.

Dil Devrimi, Türkçeyi zenginleştirmiş midir?

Kısa vadede fakirleştirmiştir. Uzun vadede zenginlik açısından olumlu veya olumsuz bir etkisi olduğunu sanmıyorum. Dil, yaralarını tamir eder. İhtiyacı olan ifade olanaklarını çok hızlı bir şekilde yaratır.

Dil, yaralarını nasıl tamir eder? İyi-kötü çok göreceli bir kavram ama bu tamirat kimi zaman lezzetsiz ve takır tukur bir dile dönüşmüyor mu?

Takvimler 1960’ı gösteriyor olsaydı dediğinize gönülden katılırdım. Ama 2020’lerdeyiz. Bugünün Türkçesinin ‘takır tukur ve lezzetsiz’ bir dil olduğu kanısında değilim.

Takır tukur ve lezzetsiz dil, dilin değil dili konuşanın takır tukur ve lezzetsiz biri olduğunu gösterir. Lezzetli biriyse dilini de meramına uydurmayı pekâlâ bilecektir. 1940, 50, 60’ların rejim yancısı memur entelektüellerini gözünüzün önüne getirirseniz hangi dille kendilerini ifade ederlerse etsinler pek başarılı bir sonuç alınamayacağını kolayca görürsünüz.

Örneğin, Abdülhak Şinasi’nin Fahim Bey ve Biz’inin ilk paragrafını okuyunca kelimeler arasındaki o uyum bende büyük bir kültür hissi uyandırıyor. Ama o paragrafı “sadeleştirince” o lezzeti alamıyorum. Neden? Sorun bende mi?

Hayır sorun sizde değil, yayınevi editörlerinde. ‘Sadeleştirme’ adı altında yapılan iş umumiyetle çok cahil gençlere ısmarlanan bir kültür cinayeti, nüans katliamıdır. Abdülhak Şinasi’yi değil, bir cahilin filtresinden geçirilmiş suyunun suyunu okuyorsunuz. Lezzet mezzet kalmaz tabii. 

Osmanlıcanın daha nüanslı bir dil olduğu, bu sayede de meramın daha iyi ifade edilebildiği söylenir hep. Katılıyor musunuz?

Hangi Osmanlıca? Hoca Sadeddin Efendi’nin, Kâtip Çelebi’nin Osmanlıcası mı? Olağanüstü rafine bir dildir fakat ifade yelpazesi bugünün ihtiyaçlarına adeta gülünç denebilecek ölçüde yabancı ve uygunsuz bir yelpazedir. O dille uçak talimatnamesi ve at yarışı tahmini yazamazsınız. Kanuni Sultan Süleyman’ın kavuğu, Üçüncü Selim’in sakalı kadar anakronik bir donatı.

Yoksa Şemseddin Sami Beyin, Abdülhak Şinasi’nin Osmanlıcası mı? Bu dil Tanzimat dilidir, Fransızcadan tercümedir. Tıpkı 19. yüzyıl Fransızcası gibi zengin ve nüanslı bir dildir. Batı dillerinden tercümeye uygundur. Ve üzülerek belirteyim, tıpkı Dil Devrimcilerinin Öztürkçesi gibi yapay bir elit dilidir. Kalsaydı bence daha yoğrulur, gelişir, çağın ihtiyaçlarına daha uygun hâle gelirdi. Çeşitli nedenlerle sürdürülemedi veya sürdürülmek istenmedi. 1930’lardan itibaren ikinci dil devrimi yürürlüğe kondu. Bence bir yetmiş seksen sene kaybedildi. Ama gene iş olacağına vardı. Bugün artık dil devrimi tartışmasıyla vakit kaybetmenin çok anlamlı olduğunu sanmıyorum. 

Yeni alfabeyle birlikte Osmanlıca da eşzamanlı öğretilebilir miydi?

Halka öğretilmesine gerek yoktu. Kültür ve siyaset elitinin mutlaka öğrenmesi gerekiyordu. Geçmişini okumaktan ve anlamaktan aciz bir yönetici sınıf bir toplum için büyük handikaptır diye düşünüyorum. 

Latin harfleri Türkçe için daha mı elverişlidir?

Evet, şüphesiz. Herhangi bir dil için daha elverişlidir. Arap yazısı Semitik dillerin kendine özgü grameri için güzel bir sistem, fakat diğer herhangi bir dile uyarlandığında son derece ilkel kalan bir usul. Eski yazı haritalarda benim gibi Türkiye’nin 60 bin köyünün adını okumaya çalışırsanız ne dediğimi anlarsınız. 

Bildiğim kadarıyla, alfabeyi değiştirme çabaları Türkiye’yle başlamadı. Arnavutluk’ta falan, bu değişimin izlerini daha önce de görebiliyoruz. Bu bize ne anlatıyor?

Çağın ruhunu anlatıyor. Arnavutluk’ta alfabe değiştirmediler, çünkü yoktu, yeni kurulan bir ulusun yeni dilini inşa ettiler. Benzer şeyler Azerilerde, Tatarlarda, Özbeklerde, İsrail’de, Malaya’da, Vietnam’da yaşandı. Kimi geleneksel yazı kültürünün yazısını modernize etmekle yetindi, kimi zamanın gereği budur diyerek Avrupa alfabesini benimsedi. 

Alfabenin değişmesiyle Batılı olmak arasında bir ilişki olduğu söylenir hep ama Rusya, Yunanistan ya da Japonya’ya bakınca sanki bu kadar kuvvetli bir ilişki de yok gibi… Ne dersiniz?

Elbette alfabe değiştirince ‘Batılı’ olunmuyor; değiştirmeyince Batılılıktan mahrum da kalınmıyor. Bu belli. Harf İnkılâbında da maksat hop diye Batılı olmak değil bence; Batılılığa direnen sınıf ve zümrelerin yemini kesmek, eski kültürün toplumsal hakimiyetini kırmak. Bunda başarılı olduklarını inkâr edemeyiz. Ne yazık ki yerine işe yarar bir şey koymayı başaramadılar. Bir yandan batıya özenirken bir yandan ona önyargı ve düşmanlık beslemenin çelişkisini aşamadılar. 

Dedemizin mezar taşını okuyamamak veya İstiklal Marşını anlayamamak (“O zaman vecd ile bin secde varsa taşım”…) bu toplumun düşünüş hayatını nasıl etkilemiştir -ya da etkilemiş midir?

Türkiye’de dedesinin mezar taşını okumaya meraklı kesim bilemediniz birkaç bin kişidir, onlar da gerçekten okumak istiyorlarsa bunu yapabilecek kültürel ve ekonomik imkanlara sahiptir. İstiklal Marşını da anlayamasınlar, zararı yok. Diğer yandan ülkeyi yöneten kadroların birtakım yavan klişeler dışında önceki bin yılın sorunlarından ve çözümlerinden büsbütün habersiz olması, dolayısıyla Osmanlı’yı ve öncesini ya komple çöpe atılacak bir utanç kaynağı ya da anlamsızca yüceltilecek bir kahramanlık öyküsü gibi algılaması ciddi bir sorundur. Ülkenin ufkunu daraltan, yönetim standartlarını kısırlaştıran bir durumdur. Üniversitelerin kamu yönetimi ile ilgili tüm bölümlerinde İngilizce ile beraber Osmanlıca eğitimi şart olmalı. 

Gündelik hayatta, özellikle gençlerin kullandığı bazı terimler var, bunlar TDK’da yok. Sizce bu kelimeler sözlükte yer almalı mı? Bazılarını söyleyeyim: “web”, “x-ray”, “dirtytalk”, “set etmek”, “çek etmek”, “de jure”, “feedback”, “selfie”, “piercing”, “cool”…

İyi bir sözlük günün dilinin kelime hazinesini – yani leksikal normlarını – yakalamak ve yansıtmakla mükelleftir. Bu kelimeler bugünün Türkçesinde muhatabını yadırgatmadan kullanılabiliyorsa Türkçedir ve sözlükte yer almalıdır, kullanılamıyorsa yer almamalıdır. Bunu belirleyecek olan da hikmeti kendinden menkul bir devlet kurumu değildir; ülkedeki tüm editörlerin, eğitim kurumlarının, geleneksel medyanın, sosyal medyanın ortak kabulleridir. Eğer bir kamu kurumu olacaksa, bunun da eski dönemlerin Fransız Akademisi gibi toplumun trendlerini algılayıp değerlendirecek olgunluğa ve objektifliğe sahip bir heyet olması gerekir; TDK gibi dayak yiye yiye pısırıklaşmış bir memur komitesi değil. Ki Fransız Akademisi de 1980’lerden bu yana artık ihtiyaca cevap veremiyor.

Hani “kendinden menkul” demiyorduk, böyle bir tabir yoktu. “Müteşekkil” ya da “oluşan” kullanmak gerekiyordu. Bu “kendinden menkul” tabiri siz de mi kullanıyorsunuz artık?

‘Kendinden menkul’ elbette makbul ve güzel bir deyimdir. “Kendi rivayetine göre” demektir. Kıymeti kendinden menkul bir zat, kerameti kendinden menkul şeyh denir. Osmanlıcaya özenen cühela 2000’lerden sonra bu kelimeyi nedense “müteşekkil” anlamında kullanmaya başladılar. ‘İki oda bir salondan menkul daire’ gibi. Bu kullanım yanlış olmanın ötesinde bayağı komiktir. Bir iki yazımda buna değinmiştim vaktiyle.

Nişanyan Sözlük, “W” ile “X”e de yer vermiş. Vermeyenler bu kelimeleri hangi kurala göre yok sayıyor?

Nişanyan Sözlük yazarı 60 yıldan beri Türkçe basını, yayın dünyasını, sosyal medyayı dikkatle izliyor; sadece bir tür yayını değil, farklı kesim, ekol ve eğilimlerin dil alışkanlıklarını da not ediyor. Kendince birtakım sonuçlar çıkarıyor. Kamu politikasını temsil etmek gibi bir sorumluluğu ya da kısıtı olmadığı için daha özgür (ve haddim olmayarak söyleyeyim, daha objektif) kararlar verebiliyor.

Geçen senelerde “selfie” kelimesine “özçekim” diye bir karşılık buldu TDK. Siz bu çabayı nasıl yorumluyorsunuz? Türkçeye uysun diye “selfi” diye alalım diyenler vardı, katılır mısınız?

Önersin, bir zararı yok. Eğer tutarsa dile bir katkıdır. Ama tutmadı.

Selfie yerine selfi daha Türkçedir diyenler e-mail, cool, western, showroom için ne düşünüyorlar, onu sormakla yetinelim. 

1940’larda yazılan bir romandaki bazı kelimeler bugün gündelik hayattan düşmüşse gene de sözlükte yer almalı mı?

Çağdaş Türkçe leksikografi için iki makul kesim noktası 1928 ve 1980-83’tür. Sözlük yazan kişi, meşrebine ve amacına göre bu ikisinden birini seçmeli.

“Acziyet”, “umut etmek”, “çetrefilli”, “… mevzusu”, gibi yanlış kullanımlar için ne düşünüyorsunuz? Yanlışı doğrusundan çok görüldüğüne göre sizce yakın dönemde “-de/da” ayrımı Türkçe imladan kalkacak mı?

Kullanıp kullanmamak kulağınızın hassasiyetine bağlı. Unutmayın ki dil tek taraflı bir eylem değildir. İnsanoğlu muhatabına göre kişner. Tercih ettiğiniz muhatabın zihninde bu yeni kullanımlar norm olmuşsa, eliniz mahkûm, ona göre konuşacak ve yazacaksınız. Ben şahsen elimi de kırsanız de/da yanlışı yapmam, yapamam. Ama zamanla bu norm da değişecek midir? Değişecektir bence, değişmesi kaçınılmaz görünüyor.  

Teori için “kanıtsav” gibi bir kelime üretmeye gerek var mı? Ya da benzeri pek çok sözcük? Jeoloji profesörü olmaktan utanmayan biri neden taşbulamacı yazar ısrarla? Mağma yazınca Türkçe neyi yitiriyor? İnternet yerine Genel Ağ denmesi iyi mi?

Adam üretmişse üretmiştir, kendi bileceği şey. Bana gülünç geliyor olması bir şey değiştirmez. Güler geçerim. Türkiye koşullarını bilen biriysem adamın ideolojik saplantılarına, ırkçı dünya görüşüne burun kıvırırım. Ama ola ki ektiği tohum filiz verir, önerdiği kelimeler toplumca benimsenirse, bir süre sonra, el mahkûm, ben de umumun kabulüne ayak uydururum. Çalıştay diyorsak, okul, koşul ve eylem diyorsak belki bir gün kanıtsav da deriz. Yani çok heyecanlanacak bir hadise yok. 

Peki, Öztürkçe olduğu söylenen metinleri anlayamamamız bunun öz değil Türkçe bile olmadığını göstermiyor mu?

‘Öz’ Türkçe nedir ve neden makbul bir şey sayılır bilmiyorum. Şu röportajda kullandığımız dil bence öz be öz Türkçedir, daha Türkçe nasıl olur bir fikrim yok. Bin sene önce İç Asya’da birtakım ilkel kabilelerin kullandığı dili yahut 1930’larda zamanın astığı astık kestiği kestik devlet başkanının emriyle kurulmuş bir komisyonun icat ettiği dili kim neden tercih etmeli, Amerikalıların dediği gibi ‘beats me’. Dünyanın çeşitli kültürlerinin bize sunduğu kavram ve nüanslardan neden yararlanmayıp yerli ve milli mamulatla yetinelim, o da ‘beats me’.


Söyleşi: Bilgehan Uçak – politikyol.com

EDGAR ALLAN POE: HAYRET ETMEK BİR MUTLULUKTUR; -DÜŞ GÖRMEK BİR MUTLULUKTUR

Kendisi, yalnızca kendisi, sonsuza dek BİR ve tek. PLATON: Şölen, [211, XXIX. ]

Dostum Morella’ya karşı derin, ama son derece tuhaf bir sevgi duyuyordum. Yıllar önce onun arkadaş topluluğuna rastlantı eseri girmiştim ve ilk tanışmamızdan itibaren ruhum daha önce hiç bilmediği alevlerle yanmaya başlamıştı; ama bunlar Eros’un alevleri değildi ve onların sıradışı anlamlarını hiçbir şekilde tanımlayamadığımı ya da belirsiz yoğunluklarını ayarlayamadığımı giderek kabullenmek ruhuma acı veren bir işkence olmuştu. Yine de görüştük; ve kader bizi kilisede birleştirdi. Ne şehvetten bahsettim, ne de aşkı düşündüm. O ise kendini toplumdan soyutlayarak yalnızca bana bağlandı ve beni mutlu etti. Hayret etmek bir mutluluktur; -düş görmek bir mutluluktur.

Morella’nın bilgisi derindi. Benim de olmayı ümit ettiğim üzere, yetenekleri oldukça sıradışıydı -zihinsel güçleri muazzamdı. Bunu hissettim ve pek çok konuda öğrencisi oldum. Ancak kısa süre sonra, belki de aldığım Presburg eğitimi yüzünden, önüme genelde erken dönem Alman edebiyatının değersiz ürünleri olarak görülen o mistik yazılardan koymaya başladığını gördüm. Bunların üstünde anlayamadığım bir sebepten dolayı sürekli çalışıyordu -ve zamanla benim de aynı şeyi yapmaya başlamam, alışkanlıkların ve taklit etmenin basit ama etkili tesirine bağlanmalıdır.

Bütün bunların, eğer yanılmıyorsam, zihnimle pek ilgisi yoktu. İnançlarım, eğer kendimi unutmadıysam, kesinlikle idealler üstüne kurulu değildi ve eylemlerimde ya da düşüncelerimde, büyük bir yanılgı içinde değilsem, okuduğum mistik yazıların en küçük bir izine bile rastlanmıyordu. Bundan emin oldugumdan eşimin kılavuzluğuna teslim oldum ve onun çalışmalarının ince ayrıntılarına sarsılmaz bir inançla girdim. Ve sonra – sonra, yasaklanmış sayfaları dikkatle okurken yasaklanmış bir ruhun içimde tutuştuğunu hissettiğimde – Morella soğuk elini benimkinin üstüne koyup alçak sesle, ölü bir felsefenin küllerinden, garip anlamları hafızama dağlanmış olan tuhaf sözcükler çıkarırdı. Sonra saatlerce yanında oyalanır, kendimi sesinin musikisine kaptırırdım – ta ki ezgisi dehşet dolu bir tonla alacalanana dek, – o zaman ruhumun üzerine bir gölge düştü – betim benzim sarardı ve o dünyadışı tonlar içimi ürpertti. Ve böylece neşe birden solup korkuya dönüştü ve en güzel olan en iğrenç oldu, tıpkı Hinnon’un Ge-Henna’ya dönüşmesi gibi.

Çok uzun bir süre boyunca Morella’yla aramdaki neredeyse tek konu olan, bahsettiğim o kitaplardan gelişen sohbetlerin içeriklerini tam olarak anlatmam gereksiz. Teolojik etik diye adlandırılabilecek şey konusunda bilgili olanlar onları hemen anlayacak, bilgisizler tarafındansa zaten hiçbir şekilde anlaşılmayacaklar.

Fichte’nin vahşi Panteizmi; Pisagorcuların biraz değiştirilmiş Παλιγ-yevema’sı; ve hepsinden öte Schelling’in ısrarla üstünde durduğu kimlik doktrinleri hayal gücü kuvvetli Morella’nın en sevdiği tartışma konularıydı. Bence Bay Locke kişisel olarak nitelendirilen kimliğin mantıklı bir varlığın aklı başındalığında var olduğunu söylerken haklı. Ve kişiden mantık sahibi zeki bir özü anladığımıza göre ve düşünceye eşlik eden bir bilinç hep var olduğuna göre, hepimizi biz dediğimiz şey yapan da bu – bizi düşünen diğer varlıklardan ayıran ve bize kişisel kimliğimizi veren de. Ama principium individuationis – kimliğin ölümle birlikte yok olup olmadığı fikri, benim için – her zaman daha ilgi çekiciydi; kafa karıştırıcı ve heyecanlandırıcı sonuçlarından çok Morella’nın onlardan bahsederkenki belirgin ve huzursuz tavrı yüzünden.

Ama sonunda eşimin tavrındaki gizemin beni sanki büyülenmişçesine sıktığı zaman gelip çatmıştı. Artık solgun parmaklarının dokunuşuna, ahenkli dilinin alçak tonlarına ya da melankolik gözlerinin parıltısına dayanamıyordum. Ve bütün bunları bildiği halde beni azarlamıyordu. Zayıflığımın ya da budalalığımın farkında gibiydi ve gülümseyerek bunu kader olarak adlandırıyordu. İlgimin giderek azalışının bile sebebinin, ben bilmezken, farkında gibiydi; ama bana bu konu hakkında hiçbir ipucu vermiyordu. Yine de bir kadındı ve günden güne sararıp soluyordu. Zamanla kırmızı benek yanağına tamamen yerleşti ve soluk alnındaki mavi damarlar göze çarpmaya başladı. Bazen yumuşayıp ona acıyordum, ama sonra, anlamlı gözlerine bakınca ruhum bulanıyor ve korkunç, dipsiz bir uçuruma bakan bir adam gibi başım dönüyordu.

Öyleyse Morella’nın ölüm anını içten ve büyük bir arzuyla beklediğimi söylememe gerek var mı? Evet, bekliyordum; ama narin ruhu kilden evine günlerce tutundu – haftalarca ve usandırıcı aylar boyunca – ta ki acı duyan çeken sinirlerim zihnimi ele geçirene ve gecikme içimi öfkeyle doldurana ve narin yaşamı giderek solarken sanki uzayan, günün ölümü sırasında gölgelerin uzaması gibi uzayan günlere ve saatlere ve acı anlara bir şeytanın kalbiyle lanet okuyana dek.

Ama bir sonbahar akşamı, rüzgarlar hâlâ gökyüzündeyken, Morella beni yatağına, yanı başına çağırdı. Toprağı donuk bir sis, suları sıcak bir parıltı kaplamıştı ve ormandaki gür Ekim yapraklarının üstüne gökkubbeden bir ebemkuşağının düştüğü kesindi.

“Bugün en önemli gün,” dedi, ben yaklaşırken; “yaşamak ya da ölmek için en önemli gün. Toprağın ve yaşamın oğulları için güzel bir gün -ah, göğün ve ölümün kızları için daha da güzel!” Alnını öptüm ve devam etti: “Ölüyorum, ama yaşayacağım.” “Morella!” “Beni asla sevemedin, ama yaşamda tiksindiğin kişiye ölünce tapacaksın.” “Morella!” “Yeniden söyleyeyim, ölüyorum. Ama içimde bana, Morella’ya karşı hissetmiş olduğun şefkatin -ah, ne kadar da azdı!- Bir işareti var. Ve ruhum ayrılınca çocuk yaşayacak – senin ve benim çocuğumuz. Ama günler kederli olacak – keder ki, izlenimlerin en kalıcı olanıdır, nasıl ki servi en dayanıklı ağaçsa. Çünkü mutlu günlerin sona erdi; ve mutluluk hayatta iki kez elde edilmez, nasıl ki Paestum’un15 gülleri yılda iki kez toplanmazsa. Yani artık zamanla Teian’ı oynamayacak, mersinden ve asmadan habersiz olduğundan yeryüzünde kefenini sırtında taşıyacaksın, tıpkı Mekke’deki Müslümanlar gibi.” “Morella!” diye haykırdım, “Morella! Bunu nereden biliyorsun?” -Ama yastıkta başını öte tarafa çevirdi ve hafifçe titredikten sonra öldü ve sesini artık duymaz oldum.

Yine de kehaneti gerçekleşti ve çocuğu -onu ölürken doğurmuştu ve çocuk annesinin soluması kesilmeden nefes almaya başlamamıştı-, bir kız çocuğu hayata gözlerini açtı. Fiziksel ve zihinsel açıdan tuhaf bir şekilde büyüdü ve ölmüş annesinin tıpatıp aynısıydı. Onu mümkün olabileceğine inanmamış olduğum kadar büyük bir sevgiyle, herkesten fazla seviyordum.

Ama kısa süre sonra bu saf sevginin göğü karardı ve kasvet, dehşet ve keder bulutları kapladı. Çocuğun fiziksel ve zihinsel olarak tuhaf bir şekilde büyüdüğünü söylemiştim. Bedeninin hızla büyümesi gerçekten tuhaftı – ama zihinsel gelişimini izlerken kafama üşüşen fırtınalı düşünceler korkunçtu. Ah! Korkunçtu. Çocuğun fikirlerinde her gün bir yetişkinin güçlerini ve bir kadının yeteneklerini keşfederken başka türlüsü olabilir miydi zaten – deneyimin dersleri bir çocuğun dudaklarından dökülürken? İri ve araştıran, parlak gözleri olgunluğun bilgeliği ya da tutkularıyla parlarken? Bunları fark ederek afalladığımda – gerçeği artık ruhumdan gizleyemez ya da onu almak için titreyen algılarımdan uzak tutamaz olunca – korkutucu ve heyecan verici şüphelerin ruhuma süzülmesi ya da düşüncelerimin mezardaki Morella’nın çılgınca öykülerine ve heyecanlandırıcı teorilerine dehşetle geri dönmesi şaşırtıcı mı? Kaderin beni tapmaya ve evimdeki katı münzevi yaşamında yaptığı her şeyi acı verici bir huzursuzlukla izlemeye yönlendirdiği bir varlığı dünyanın gözlerinden sakladım. Ve yıllar geçtikçe, ben her gün onun kutsal, uysal ve zarif yüzüne bakıp olgunlaşan fiziği üstüne düşünürken, sürekli annesine, melankolik ve müteveffa annesine benzeyen yeni yönlerini keşfediyordum. Ve bu benzerlik gölgeleri her geçen saat daha da koyulaştı, yoğunlaştı, belirginleşti, daha şaşırtıcı ve iğrenç, korkutucu oldu. Annesinin gülümseyişine sahip olmasına katlanabilirdim; ama tıpatıp aynı olması beni ürpertiyordu – gözlerinin Morella’nınkilere benzemesine dayanabilirdim; ama ruhumun derinliklerine sık sık Morella’nın yoğun ve şaşırtıcı ifadesiyle bakıyorlardı. Ve o yüksek alnın biçiminde, ipeksi saçların lülelerinde, onların arasına gömülen solgun parmaklarda, konuşmasındaki kederli müzikal tonda ve, hepsinden öte -ah, hepsinden öte- sevilen ve yaşayan kişinin dudaklarından çıkan, bir ölüye ait sözler ve anlatımlarda saplantılı düşüncelerin ve dehşetin – ölmeyecek bir kurtçuğun besinini buluyordum.

Böylece ömrünün on yılı geçti ve kızım hâlâ isimsizdi. “Çocuğum” ve “hayatım” genellikle bir baba sevgisinin kullanmaya yönelttiği sözcüklerdi ve günlerinin katı inzivası diğer konuşmalara engel oluyordu. Morella’nın adı kendisiyle birlikte ölmüştü. Kıza hiç annesinden bahsetmemiştim – bahsetmek olanaksızdı.

Aslında kız kısa varoluş süresi içinde dış dünyadan, mahremiyetinin dar sınırlan içinde alabilecekleri dışında hiçbir izlenim edinmemişti. Ama sonunda, sinirli ve huzursuzken, bir vaftiz töreninin beni kaderimin dehşetlerinden kurtarabileceği aklıma geldi. Ve vaftiz kurnasının önündeyken bir ad bulmakta duraksadım. Ve bekleyen dudaklarıma eski ve modern zamanların, kendiminkinden ya da yabancı ülkelerden, bilge ve güzel insanlarına ait, zarif, mutlu ve iyi kalplilere ait pek çok ad geldi. Beni yer altında yatan bir ölünün anısını rahatsız etmeye iten ne oldu peki? Sadece anımsanışı bile mor kanı şakaklardan kalbe çekmeye yeten o sesi fısıltıyla söylemeye beni hangi şeytan teşvik etti? Hangi iblis ruhumun gizli köşelerinden konuştu, ben o loş seçeneklerin arasında, gecenin sessizliğinde, rahibin duyabileceği şekilde o heceleri fısıldarken – Morella derken? Çocuğumun yüz hatlarını allak bullak eden, onları ölümün renklerine bürüyen, o neredeyse duyulmaz sesi işitince donuk gözlerini yerden göğe kaldırıp, atalarımızdan kalma kilisenin kara taşları arasında yere kapanarak karşılık vermesine sebep olan, iblislerden de güçlü şey neydi? O birkaç basit ses kulaklarımdan soğuk ve sakin bir belirginlikle girdi ve erimiş sıcak kurşun gibi tıslayarak beynime aktı. Yıllar – yıllar geçebilir, ama o dönemin anısı – asla yitmeyecek! Çiçeklerden ve asmadan habersiz değildim – ama baldıran ve servi beni gece gündüz gölgeler içinde yaşatıyordu. Ve ne zamanın, ne de mekanın farkındaydım. Kaderimin yıldızları gökyüzünden silindi ve bu yüzden yeryüzü karanlığa gömüldü ve figürleri titreşen gölgeler gibi yanımdan geçip gitti ve onların arasından ben bir tekini gördüm – Morella’yı.

Gökkubbenin rüzgarları kulağıma tek bir ses fısıldıyordu ve denizin üstündeki dalgacıklar ilelebet mırıldanıyordu – Morella. Fakat o öldü; ve onu kendi ellerimle mezara götürdüm; ve ikinci Morella’yı gömdüğüm mahzende birincisinden hiçbir iz göremeyince uzun ve acı bir kahkaha attım.

Edgar Allan Poe Öykü: Morella

MICHEL FOUCAULT: GÖRÜNEN ŞEY HİÇBİR ZAMAN SÖYLENEN SÖZÜN İÇİNE SIĞMAZ

0

TARİHÇİLERİN SÖYLEDİKLERİ

Fikir veya bilim tarihleri, XVII. ve özellikle XVIII. yüzyılda yeni bir meraka yer vermişlerdir: hayat bilimlerini keşfetmelerine değilse bile, bu bilimlere o zamana kadar görülmemiş bir genişlik ve kesinlik sağlamalarına yol açanı. Bu olguya, geleneksel olarak belli sayıda neden ve birçok öze ilişkin dışavurum atfedilmektedir.

Kökenler veya nedenler cephesine, gözleme ilişkin yeni ayrıcalıklar yerleştirilmektedir: Bacon’dan beri gözleme atfedilen güçler ve mikroskobun icadının bu gözleme sağladığı teknik iyileşmeler. Bir rasyonellik modeli sağlayan fizik bilimlerin, o sıralarda yeni olan prestiji de bu cepheye konulmaktadır; deney ve teori aracılığıyla, hareket yasalarını veya ışıklı ışınların yansıma yasalarını çözümlemek mümkün olduğundan, canlıların daha karmaşık, ama komşu alanını örgütleyen yasaları deneyler, gözlemler veya hesaplamalar aracılığıyla aramak olağan değil miydi? Daha sonra bir engel haline gelen kartezyen mekanistlik, ilk önce bir aktarım aracı gibi olmuş ve biraz da kendine rağmen, mekanik rasyonellikten, canlılarınki olan şu diğer rasyonelliğin keşfine yönelmiştir. Fikir tarihçileri, çeşitli dikkatleri biraz karışık bir şekilde olmak üzere, gene nedenler cephesine yerleştirmektedirler: tarıma yönelik ekonomik ilgi; Fizyokrasi bunun bir tanığıdır, ama bir tarım bilimi oluşturma konusundaki gayretler de tanıklık etmektedirler; ekonomi ile teorinin ortasında yer alan, egzotik hayvan ve bitkiler karşısındaki dikkat, bunları Avrupa’da yetiştirmeye uğraşmakta ve büyük araştırma ve keşif gezilerinin -Tournefort’un Ortadoğu’da, Adanson’un Senegal’de yaptıkları- aktardıkları tasvirler, gravürler ve örneklerden beslenmektedir; ve sonra, özellikle doğanın ahlaki olarak değerlendirilmesi ve önceki dönemlerde uzun süre ihmal edilmiş olan toprağa para ve duygu “yatırılmasına” -aristokratlar veya burjuvalar tarafından- neden olan şu ilkesi itibariyle ikircikli hareket. Rousseau XVIII. yüzyılın ortasında, araştırma yapmak üzere bitki toplamaktadır.

Tarihçiler daha sonra, dışavurumlar siciline bu yeni hayat bilimlerinin ve o zaman söylendiği üzere, onları yönetmiş olan “zihniyet”in kazandıkları çeşitli biçimleri kaydetmektedirler. Bunlar önce, Descartes’ın etkisiyle, XVIII. yüzyılın sonuna kadar mekanist olmuşlardır; o sıralar taslağı ancak şöylesine belirlenmiş olan bir kimyaya yönelik ilk çabalar onları damgalamış olmalıdır, fakat hayata ilişkin temalar XVIII. yüzyılın tümü boyunca, nihayet yekpare bir doktrin içinde kendilerini formüle etmek üzere, ayrıcalıklarını kazanmışlar veya yeniden kazanmışlardır -bu “hayata ilişkin temalar”, biraz değişik biçimlerde olmak üzere, Bordeu ve Barthez tarafından Montpellier’de, Blumenbach tarafından Almanya’da, Diderot, sonra da Bichat tarafından Paris’te vaaz edilmektedirler-. Bu farklı teorik rejimlerin içinde, hemen her zaman aynı sorular sorulmuş, bunlara her seferinde farklı çözümler getirilmiştir: canlıları sınıflandırma olanağı —Linné gibi bazıları doğanın bir taxinomia’nın içine girebileceğini, Buffon gibi diğerleri doğanın bu kadar katı bir çerçeveye uyamayacak kadar çeşitli ve zengin olduğunu savunmaktaydılar-; önoluşum yanlıları olan daha mekanistler ve tohumların özgül bir gelişimine inanan diğerleriyle birlikte, oluşum süreci; işlevlerin çözümlenmesi (Harvey’den sonra kan dolaşımı, duyu, kas hareketliliği ve yüzyılın sonuna doğru solunum).

İnsanların kanaat ve tutkularını, aynı zamanda akıl yürütmelerini de bölen büyük münakaşaları, bu sorunlar ve yol açtıkları tartışmalar boyunca yeniden oluşturmak, tarihçiler için bir oyundur. Böylece, her biçimin altına ve bütün hareketlerin içine, kendi yolunun basitliğini, esrarını ve taleplerini yerleştiren bir ilahiyat ile, daha şimdiden doğanın özerkliğini tanımlamaya uğraşan bir bilim arasındaki başat bir çatışmanın izinin bulunduğuna inanılmaktadır. Aynı zamanda, astronominin, mekaniğin ve optiğin eski önceliğine aşırı bağımlı bir bilimle, daha şimdiden hayat alanında indirgenemez ve kendine özgü olabilecek şeyin varlığından kuşkulanan bir başka bilim arasındaki çelişki de keşfedilmektedir. Tarihçiler son olarak da, doğanın hareketsizliğine -özellikle Tournefort ve Linné’nin tarzında- inananlar ile, Bonnet, Benoit de Maillet ve Diderot ile daha şimdiden hayatın büyük yaratıcı gücünü, tükenmez dönü- şebilme iktidarını, biçime girebilme kolaylığını ve tüm üretimlerini -biz de dahil- hiç kimsenin egemen olamadığı bir zamanın kuşattığı şu olayların akıntısı yönünde gitmesini hissedenler arasındaki zıtlığı, sanki kendi gözleri önünde cereyan edıyorlarmışçasına resmoluyor olarak görmektedirler. Evrimcilik konusundaki büyük tartışma, Dar- win’den ve Lamarck’tan çok önceleri, Telliamed, Palingene- sie ve le Reve d’Alembert’le başlamıştır. Sürekli olarak birbirlerine yaslanan veya birbirini reddeden mekanistlik ve ilahiyat, klasik çağı kökenine en yakın noktada -Descartes ve Malebranche’ın cephesinde- tutmaktadırlar; bunun karşısında dinsizlik ve hayata ilişkin karmakarışık bir içe doğmalar bütünü de birbiriyle çatışma (Bonnet’de olduğu gibi) veya işbirliği (Diderot’da olduğu gibi) halinde olup, onu en yakın geleceğine doğru çekmektedirler: XVIII. yüzyılın henüz karanlık ve birbirlerine zincirlenmiş girişimlerini, pozitif ve rasyonel bir bilim halinde tamamına erdirerek bu hayat bilimini, kendine özgülüğünün en canlı noktasında ve onunla -bilgimizin nesnesi- onu tanımak için orada olan bizim aramızda tedavül eden şu biraz da yeraltına mensup olan sıcaklığı sürdürebilmek için rasyonelliği feda etme ihtiyacını duymaktan çıkardığı varsayılan şu XIX. yüzyıla doğru.

Böylesine bir yöntemin varsayımlarına geri dönmenin bir yararı yoktur. Burada sonuçlarını göstermek yeterli olacaktır: sınıflandırma girişimleri ve mikroskopik gözlemler kadar çeşitli araştırmaları birbirlerine bağlayabilecek şebekeyi kavrama güçlüğü; canlı türlerin hep aynı olduklarını ve hiçbir evrim geçirmediklerini savunanlarla tersini düşünenler veya yöntemciler ile sistem yanlıları arasındaki çatışmaları gözlem olguları olarak kaydetme gereği; birbirlerine yabancı olmalarına rağmen, birbirlerine dolanan iki bilgi dokusunu ayırma zorunluğu: bunlardan birincisi zaten bilinen (Aristotelesçi veya skolastik miras, kartezyaniz- min ağırlığı Newton’ın prestiji), diğeri de henüz bilinmeyen (evrim, hayatın kendine özgülüğü, organizma kavramı) tarafından temsil edilmektedir; ve özellikle de, bu bilgiye nazaran tamamen anakronik olan kategorilerin uygulanması. Bütün bunların en önemlisi, tabii ki hayat kategorisidir. XVIII. yüzyılın biyoloji tarihleri yazılmak istenmiştir, ama o dönemde biyolojinin var olmadığı ve bilginin bizim yüz elli yıldan beri alışık olduğumuz bölümlenmesinin eski bir dönem için geçerli olamayacağı fark edilememiştir. Ve biyolojinin bilinmiyor olmasının basit bir nedeni bulunmaktaydı: çünkü hayatın bizzat kendi yoktu. Yalnızca, doğa tarihi tarafından oluşturulmuş bir bilgi tablosundan görülen canlı varlıklar vardı.

Michel Foucault Kelimeler Ve Şeyler İmge Kitabevi

NAZIM HİKMET’İN EŞİ VERA TULYAKOVA’YI KIZI ANNA STEPANOVA ANLATIYOR

Annem Vera

Ölümünden kısa bir süre önce “Bu kitabı yazan cesur genç kadına saygı duyuyorum,” demişti annem. Gözleri 30 küsur yıl öncesine dalmıştı bunları söylerken.

31 yaşında Nâzım’ı toprağa vermesinin ardından Vera, acı ve yalnızlıkla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Yanında insanlar varken zaaflarını göstermek istemezdi. Ancak gündüzleri, mezarlığa gidip Nâzım’la konuşabiliyordu. Nâzım’dan sonraki ilk yıl, her gün yaptığı bu ziyaretlerini anımsıyorum. Bazen beni de götürürdü yanında. On bir yaşındaki bir kız çocuğu için acı deneyimlerdi bunlar. Önce çiçek almak için pazara uğrardık. Annem, “Bunlar hoşuna gider mi acaba?” kaygısıyla seçerdi buketi. Mezar başına geldiğimizde, toprağı okşar, (artık orada olmayan) banka otururdu. Yüzünde tuhaf bir ifade belirir ve beni ve etrafta olan bitenleri artık görmez olurdu. Ona engel olmak mümkün değildi. Yardım etmek ise imkânsızdı. Uzaklarda bir yerlerde onunla buluşurdu sanki. Bana hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sürenin sonunda gerçek dünyaya döner ve neredeyse neşeli bir sesle “Yarın görüşmek üzere, Nâzım!” derdi. Annemin o günleri hâlâ hafızamda tazedir. Büyüyüp de Vera’nın kitabını okuduğumda, onu kurtaran şeyin, o uykusuz geceler ve o zaman başlayıp yaşamının son günlerine dek sürdürdüğü Nâzım’la sohbetleri olduğunu anladım.

19 Mart 2001’de öldü annem. Geriye gözü gibi baktığı ve çok sevdiği Nâzım’ın evi kaldı. Bir de Vera’nın mektuplar, notlar, senaryolar, taslaklar ve çok sayıda dokümanla mektuptan oluşan dağınık arşivi. Bunların tamamını düzenlemeye başladığımda, annemin Nâzım’la sıkı sıkıya bağlı yaşamındaki pek çok bilinmezi ortaya çıkartacağımı biliyorum. Bunu yapabilmek için gerekli gücü topladığımda, işe girişeceğim.

Bu kitapla buna başlamış olduğumu sanıyorum. Daha önce yayımlanmış anı kitabını annemin el yazmalarıyla karşılaştırdığımda pek çok önemli olayın atlanmış olduğunu fark ettim. Belli ki zamanın gerekleriydi bunlar. Dünyaya mal olmuş bir şairin yaşamının en son ve mutlu dilimini onu sevenlerden esirgememek gerektiğine karar verdim. Bu zorlu uğraş için annemin anıları, hayat karşısında bana örnek olan duruşu güç verdi.

Vera Tulyakova 19 Mayıs 1932’de Moskova yakınlarında küçük bir yerleşim yeri olan Bolşevo’da doğdu. Babası, dedem Vladimir Tulyakov gönüllü olarak cepheye gitmiş ve 1943’te cephede ölmüş. Onu hiç görmedim. Anneannemin ve annemin anlattıklarından tanıdım onu ve Moskovalı eski bir tüccar ailesinden geldiğini, savaştan önce oldukça iyi koşullarda yaşadıklarını öğrendim. Babaannem Yevgeniya Yusupova’nın Rus tarihinde önemli bir yere sahip bir hanedan ailesinden geldiğini de annem gururla anlatmıştı bana.

Devrimden sonra her şeylerine el konulmasını ailede bir tek dedem kolaylıkla kabullenmişti. Devrime ve onun adaletine inanmıştı çünkü. Tıpkı Nâzım Hikmet gibi.

Vera’nın annesi, anneannem Mariya Koptelova’nın babası ise büyük bir yurtluğun idarecisiymiş. 1917’de, ana konağın merdivenlerinde Bolşevikler tarafından vurulmuş. Tek isteği sorumluluğunu taşıdığı eşyaları, talan etmeye gelen kalabalığı durdurmaktı.

Anneannem, büyük ağabeyi tarafından büyütülmüş. Annem Vera’nın kitabında bahsettiği “Kolya Dayı” odur. Devrimden önce Sorbonne öğrencisi olan Kolya Dayı, Sovyet yönetiminden yaşamının sonuna dek nefret etti.

Küçük yaşta öksüz kalan anneannem yaşamını çocuklara, özellikle de anası babası olmayanlara adamıştı. Anneannem, annemi doğurduktan sonra çocuk bakımevinde çalışmaya başlamış, sık sık annemi de iş yerine, öksüz ve yetim çocukların yanına götürmüştü. Hepsi bir örnek giyinmiş çocukları ben de anımsıyorum. Ben de anneannemin bu hayat okulundan nasibimi aldım.

Annem “babasının kızı”ydı ve onu çok severdi. Dediklerine ve fotoğraflarda görüldüğüne göre, bir o kadar da benzerdi dedeme. Savaş başlayıp da dedem cepheye gittiğinde mutlu günler sona erdi. Anneannemin çalıştığı çocuk bakımevi, Tatar köyü olan Solouşi’ye taşındı. Anneannemin asla hatırlamak istemediği o günlerden annem bana bahsetmiş ve kısa sürede Tatarca öğrendiğini, oranın yerlileri ile nasıl ahbap olduğunu kendisi anlatmıştı. Nâzım Hikmet’in Ekber Babayev’e annemin dış görünüşü ile ilgili söylediği Türkçe bir cümle üzerine annemin hafızasının bir yerlerinde kalmış Tatarca, Nâzım’la ilk tanıştığı gün canlanıvermişti. O anda kendini kötü hissetmiş olsa da her zaman Tatar dilinin tınısı, Tatar müziği mutlu etmiştir annemi. Hatta mutlu olduğu anlarda mırıldandığı bir Tatar şarkısını bile anımsıyorum.

Moskova ve çevresinin zorunlu boşaltılmasının ardından başlayan Tataristan günleri zordu. Paraları karınlarını doyurmaya bile yetmiyordu. Beraberlerinde getirdikleri tüm eşyalarını yiyecekle değiştirmek zorunda kalmışlardı. Anneannem hastalandığında bütün yük annem Vera’nın omuzlarına kalmıştı. Annem dramatize etmeden, hatta gülerek eski giysileri söküp ördüğü şapkaları pazarda sattığını, bazen de yumurta veya ekmek karşılığında pazarda çevirmenlik yaptığını anlatırdı. Yerli halkın Rusça bilmemesi, oraya yerleştirilmiş Rusların ise Tatarca bilmemesi annemin işine yaramıştı. Bin bir güçlükten sonra, annemle anneannem eve dönebilmişler ve dedemin ölüm haberini 1943’te Moskova’da almışlardı.

Annem babasının ölümüyle yaşadığı acıyı ne o zaman ne de sonrasında asla paylaşmadı. Bu üzerinde konuşulması yasak bir konuydu sanki.

Yaşam devam ediyordu. Anneannem sağlığı düzelip yeniden çocuk yetiştirme yurdunda çalışmaya başladı. Ve kısa bir süre sonra onlara iki oda bir ev verdiler. Belli ki devrim öncesinde, Moskovalı varlıklı ailelerin kır evi olarak kullandıkları bu kolonlu bina, Sovyetler Birliği zamanında adeta karınca yuvasına dönmüş ve pek çok aile buraya yerleştirilmişti. Annemle babamın boşanmasının ardından anneannemle beraber yaşadığım bu evi, bahçesindeki kuyuyu, ocağı, beyaz leylak ağacını anımsıyorum.

1950 yılında liseyi bitiren annem Devlet Sinema ve Senaryo Enstitüsü’ne girdi. Ülkenin en prestijli yükseköğrenim kurumlarından olan bu enstitünün sınavlarına hazırlanmak için hiç kimseden yardım almadı. Kendi başına başardı bunu.

Ölümünden iki hafta önce onunla televizyon seyrediyorduk. Ünlü sinema sanatçılarını anlatan belgesel bir programdı izlediğimiz. Kadın sanatçılardan biri annemle beraber okumuştu. Ve annem o zaman birdenbire giriş sınavını nasıl verdiğini anlatmaya başladı. O zamanın imkânsızlıkları içinde, akıl almaz güçlüklerle özel olarak imtihan için dikilmiş açık mavi kareli beyaz elbisesini anımsadı. Arkadaşlık ettiği delikanlı, uğur getirmesi için “en değerli eşyasını”, ünlü futbol takımı “Spartak”ın rozetini vermişti anneme. Dönemin ünlü filmi, toplumsal içerikli “Genç Muhafız” adlı film hakkında komisyon üyeleriyle nasıl tartıştığını anlattı bana. Sonra ansızın avucunda sıktığı uğurlu rozetin olmadığını fark etmiş, elbisesinin yeniliğine aldırmadan eteklerini topladığı gibi, masanın altına girip öğretmenlerin dizlerinin dibinde emekleyerek hazinesini aramıştı. İçine düştüğü durum yüzünden “uğur” ve “en değerli” kavramlarını komisyon üyelerine açıklaması gerekmiş ve onlar da gülmüşlerdi.

Vera’nın beraber okuduğu arkadaşları içinde Anatoli Stepanov da vardı. Mücadeleci, futbolcu ve son derece kültürlü bir insandı. İkinci sınıftayken evlendiler ve 1952 yılında ben doğdum. Önceleri babamın ailesi ile birlikte yaşıyorduk. Sonra Rusakovskaya Sokak’ta, birden çok ailenin birlikte yaşadığı komünal bir daireye taşındık. Nâzım Hikmet’in Vera’yı aramak için sık sık telefon ettiği yere. Tek odamızı; mutfağı, banyo ve tuvaleti paylaştığımız neşeli komşularımızı hayal meyal hatırlıyorum.

Annemle babam 1955’te bitirdiler enstitüyü. İkisi de redaktör olarak çalışmaya başladı. Babam “Mosfilm”de, annem muhteşem çizgi filmlerin yapıldığı “Soyuzmultifilm” stüdyosunda çalışmaya başladı. Maddi sıkıntımız vardı. Annem sinema ile ilgili makaleler yazıyor, babam ise ilk senaryoları üzerinde çalıflıyordu. Beni de düzenli olarak Bolşevo’ya anneannemin ve üvey dedem Grigori’nin yanına bırakıyorlardı. Çalışma tempoları iyice artınca sürekli olarak orada yaşamaya başladım. İlk dönemlerde, hafta sonları ve tatillerde ikisi beraber gelirdi yanıma. Ama sonraları ayrı ayrı gerçekleştirmeye başladılar ziyaretlerini. Ailemizin yıkılmakta olduğunu anlamayacak kadar küçüktüm.

Sonra annem gitti. Bolşevo’ya gelen babam sımsıkı kucakladı beni. Onun ağzından bir kere bile annem hakkında kötü bir söz duymadım.

Geçenlerde bir mektup geçti elime:

“Canlarım Benim, Canım Annem, Dedecik ve Harika Kızım,

Mektubunuz için teşekkür ederim. Ah Anyuta, Anyuta, neler yapıyorsun öyle? İyileşmekte olmana sevindim, belki bir daha böyle kötü hastalıklara yakalanmazsın. Anneciğim, benim için endişelenme. Tüm arzuların elbette gerçekleşecek. Şimdi çözüm Tolâ’ya bağlı. Eğer o boşanmayı kabul ederse hemen evleneceğiz. Kabul edeceğini sanıyorum. Moskova’ya döndüğümüzde onunla konuşacağım. Şimdilerde çok üzüldüğünü biliyorum. Raya yazdı bana, ama elden ne gelir? Onunla dost kalmak istiyorum, yapabileceğim başka bir şey yok onun için. Annesi Anna Efimovna ile birlikte yaşıyormuş şimdi. Anneciğim, onunla bu konuları konuşma, eskiden olduğu gibi iyi davran ona. Sizden çok rica ediyorum. Şimdi zor durumda.

Kislovodsk’tan Bakû’ye gideceğiz. Nâzım’ın şoförü Yura, Volga’ yla buraya geldi. Çevreyi geziyoruz. Bakû’ye Soçi üzerinden gideceğiz. Gönderdiğiniz mektubu Nâzım’a okudum, çok mutlu oldu. Artık gerçek bir ailesi olduğunu ve iyi yakınları olduğunu söylüyor. Hepinizi çok seviyor. Moskova’da onun Novopesçannaya Sokağı’ndaki evinde yaşayacağız ve sık sık ziyaretinize geleceğiz. Herhalde, hepsi bu. Burada dinlenmek çok güzel. Yemekler çok iyi ve harika bir hava var. Doğrusu, Nâzım’ı sık sık toplantılara davet ediyorlar. Tüm görüşme ve konuşmaları içten ve tören ortamında geçiyor. Size selamlarını ve öpücüklerini gönderiyor. 12’sine kadar Kislovodsk’ta olacağız, martın ilk günlerinde Moskova’da oluruz. Anneciğim, paketi aldınız mı?.. Canlarım benim, sizleri çok seviyorum ve çok özledim. Geldiğimizde her şey yoluna girecek ve siz de kızınız için endişelenmekten kurtulacaksınız.

Sevgiyle öpüyorum, sizin Veruşa

26. 01. 1960”

Sayfanın altında farklı bir el yazısıyla bir not var. Belli ki zorlukla çizilmiş Rus harfleri ile “Nâzım amca, siz tüm yakınlarını öpüyor. Vera’nın varlığı için teşekkür ederim. Nâzım Hikmet” yazılmış ve bildik imza var. “Hik” ve “met” hecelerinin arasında taç yaprakları sarkan bir çiçekcik çizilmiş, iki de yaprağı var.

“Nâzım amca” benim için yakıştırılmış bir hitaptı. Ben de buna uymuş, böyle demeye başlamıştım Nâzım Hikmet’e. Bir keresinde Pesçannaya Sokağı’ndaki evde üçümüz kahvaltı ediyorduk. Telefon çalmış, annem bakmaya gitmişti. Âdet olduğu üzere Nâzım amca diyerek bir şey sordum Hikmet’e. Birden ciddileşti ve “Anyuta, bana baba diyemez misin? Annene bir soralım bakalım, belki bize izin verir,” dedi. Donup kaldığımı ve yanıt veremediğimi anımsıyorum. O sırada Vera yanımıza geldi ve Hikmet, oldukça heyecanlı bir şekilde (masadaki gergin hava hâlâ aklımdadır) aynı soruyu başka kanıtlar ekleyerek anneme sordu. Annem net bir ses tonuyla kestirip attı: “Anyuta’nın sadece bir babası var.” Ve bir daha bu konuya hiç dönmedik. Vera daha sonra, Hikmet nedeniyle babamdan kopacağımdan endişe ederek aradaki mesafeyi korumaya çalıştığını söylemişti bana. Haklıydı bence, adil olmaya çalışıyordu.

Hikmet’in çalışma masasının üstünde fotoğrafı duran Memed’e olan özlemini şimdi anlıyorum. (Annem, Nâzım’ın ölümünden ancak yıllar sonra ve Memed’in Paris’te babasını pek de iyi anmadığı bir makalesinin yayımlanmasının üzerine kaldırdı o fotoğrafı.) Herhalde, “baba” sözcüğünü duyabilmekti Nâzım’ın arzusu; varsın Rusça olsun, varsın Vera’nın kızı söylesin.

Nâzım’la tanışmamızı çok net anımsıyorum. İlk kez anneannem getirdi beni Pesçannaya Sokağı’ndaki eve. Misafir odasına geçmiştik annemle. Oradaki uzun masanın önünde, sanki ışıklar içinde uzun boylu bir adam duruyordu. Bana gülümsedi ve “Anyuta! Anyuta!” diye adımı tekrar etti. Utanarak yaklaştım yanına, gözlerimi kaldırdım. Bana doğru eğildi ve elimi alıp çok nazik bir hareketle öptü. Küçük bir Sovyet kızı için bir şoktu bu. Şimdi bile o an düştüğüm dehşeti anımsıyorum. Ruh halim yüzüme yansımış olacak ki annem gülmeye başlamıştı. Sonra beni sakinleştirdi. İkisi birden bir şeyler söylemişti bana. Ama aklımda kalanlar sadece hisler: Bıyıklarının tenime değişi, hafif bir erkek kokusu, kahverengi lekelerle kaplı yanaklarının ipeksi yumuşaklığı. Bir de annemle birbirlerine bakışlarını anımsıyorum. O zaman, artık annemin yaşamındaki en önemli insanın Nâzım Hikmet olduğunun ayrımına varıp varmadığımı anımsamıyorum; herhalde, henüz fark etmemiştim.

Sonu gelmez seyahatlerinden fırsat buldukça Bolşevo’ya bizi ziyarete gelirlerdi. Ama çoğunlukla pazar günleri ve tatillerde ben Moskova’ya onların yanına giderdim. Anneannem, törensel bir ifadeyle Nâzım Hikmet’in çok büyük bir şair olduğunu, 17 yıl hapis yattığını ve kalbinden hasta olduğunu söylemişti bana. Bu nedenlerden dolayı, onu rahatsız etmemem ve bıktırmamam gerekiyordu. Ben de sessiz olmaya ve dikkat çekmemeye özen gösteriyordum. Bu hiç de zor değildi. Moskova’daki evde benim anlayamayacağım bir yaşam sürüyordu. Sürekli birileri geliyor, birileri gidiyordu. Gülüyorlar, tartışıyorlar, şiirler okuyorlardı. Ne zaman ciddi konulardan konuşmaya başlasalar, telefonun üstüne kocaman bir yastığı sıkıca koyuyorlardı. Bu, o zamanlar KGB’nin kulaklarından kurtulmak için düşünülmüş ve hemen herkesin bildiği günlük bir ritüeldi. Konuklar gecenin geç saatlerine kadar her zaman uzun masamızın başında, alçak lambanın altında otururlardı. Nasıl olduysa, annem Vera’nın ölümünden kısa bir süre önce, masanın örtüsünü kaldırmıştım. Annem kızıla çalan masanın üstünü okşadı ve hüzünle “Bu masanın dile gelip de uzun yaşamı boyunca dinlediklerini anlatamaması ne yazık…” dedi.

Sabahları ev sessiz olurdu hep. Nâzım Hikmet çalışma odasının kapısını kapatıp çalışmaya dalardı. Biz kâh fısıltıyla, kâh alçak sesle konuşurduk. Telefonun her çalışında annem çabucak ahizeye koşardı. O zaman çalışma odasında Hikmet’in işlerinin nasıl olduğu anlaşılırdı. Eğer Nâzım amca, kapıyı aralayıp arayanın kim olduğunu sorarsa bu çalışmasının pek de verimli geçmediğine işaretti, eğer herhangi bir nedenle mutfağa yanımıza kadar gelirse işler pek kötü demekti. Ama telefonun sesine hiçbir tepki vermezse, istediği gibi yazdığını anlardık. Öğlen yemeği için masaya oturduğumuzda şakalar yapar, her şeyden keyif alırdı.

Moskova’daki evde en çok gördüğüm şey, ya bir seyahat arifesinde hazırlanan ya da dönüşte açılan bavullardı. Annemle Nâzım amcanın her seferinde yurtdışından getirdikleri hediyeler beni zor durumda bırakırdı. Bolşevo’da fabrika işçilerinin çocuklarının gittiği bir okula gidiyordum. O zamanlar, Sovyet sanayii başka türlüsünü üretmediği için, ülkemizin tüm çocukları aynı soluk, pek de güzel olmayan eşyaları kullanırdı. Nâzım Hikmet ise evde giydiği deve tüyünden bej hırkasıyla bile çok şıktı. Annemi de süslenmeye zorlardı. Bir keresinde, her zaman gittikleri bir yere hazırlanırken kimin ne giyeceği konusunda neşeyle tartıştıklarını anımsıyorum. Bana da Batı’dan açık renkli elbiseler, komik ayakkabılar, SSCB’de kimsenin görmediği renkli külotlu çoraplar getirirlerdi. Bunlar üzülmeme neden olurdu. Okulda çocuklar bana laf atar, “Anyuta’nın yeni paçalı donuna bakın,” derlerdi. Sessizce ağlar, güzel giysiyi saklayıp diğerleri gibi olmadığımız için acı çekerdim. Sovyetler Birliği değer yargılarına göre bunlar utanılacak şeylerdi. Nâzım Hikmet’in belli ölçülerde bunu anladığını sanıyorum. Annem, elinizdeki kitapta Nâzım amcanın benim için uçakta neler aşırdığını anlatıyor. Benim için çalınmış ilk şekerlemelerin tadı hâlâ damağımda, Nâzım amcayla ortak sırrımızın keyfi yüreğimdedir.

Hikmet’in 60. yaş gününü kutlamamızı anımsıyorum. Çok mutluydu o gün. Evimiz her zamankinden daha çok dolup taşmıştı konuklarla. 60 ayrı kâğıdın her birine iyi dileklerimi yazmış, onları anneannemle 60 farklı renkli zarflara koymuştuk. Zavallı Nâzım amca, bu kalın kâğıt yığınını alıp sabırla okumuştu hepsini.

Annemle Nâzım amcanın beni Satir (Yergi) Tiyatrosu’na “Demokles’in Kılıcı” adlı oyununun ilk gösterimine götürdüklerini anımsıyorum. Beni locaya oturtup kendileri partere gitmişlerdi. O yıllar, Sovyetler Birliği’nde ağır tasfiyeci değerlerin hüküm sürdüğü bir dönemdi. Oyun ise bu değerlerin dışındaydı. Yan locada oturan pek de genç olmayan üç hanım oyundaki “kürtaj” sözcüğünü duyduklarında, oyunun oynanmakta olmasına aldırmadan tavuk gibi gıdaklamaya başlayıp benim ortada görünmeyen büyüklerimi, böyle bir oyuna beni getirdikleri için yermişlerdi. Arada, annem ve Hikmet beni almak için locaya yanıma geldiklerinde kadınların ağzı açık kalmış, tek kelime etmeden gözleriyle bizi takip etmişlerdi. Bizim koca ülkemizde Nâzım Hikmet’i tanımayan yoktu o zaman.

1963 yılının Mayıs ayını, üçümüz birlikte Moskova yakınlarında bir yer olan Ruza’da, küçük bir evde geçirdik. Moskova’daki evde tamir yapılıyordu. Annemin kitabında sizlerle paylaştığı, Nâzım’ın yanından geçerken ya da birlikte oturduklarında Vera’nın ellerini tutuşunu anımsıyorum. Sanki annemi tutmak istiyor, aynı zamanda da kendi gidişini engelliyordu.

Bir keresinde ne yaptıysak annemi kızdırmış ve bir torba dolusu cevizi kırma cezası almıştık. Nâzım amcayla yere oturup cezamızı çekmeye başlamıştık. Doğrusu çok eğlenceliydi. Cevizleri kapının aralığında, kapıyı açıp kapayarak kırmıştık çünkü. Kırdıklarımızı da hemen yemiştik.

Mayıs tatilimiz sona erdiğinde ben anneannemin yanına döndüm.

Birkaç gün sonra, Nâzım’ın cenazesinin çıktığı eve anneannemle geldim. O kalabalığın içinde bir tek Vera, herkesten farklıydı.

Yetişkin yaşlara erişip Nâzım Hikmet’in cenaze törenini izlediğimde annemin bu yüz ifadesinin ayrımına vardım. Acıdan oluşmuş ince bir perdeydi bu. Nâzım Hikmet’in üstü açık tabutta yattığı, Merkez Edebiyatçılar Evi’ndeki törende, annemin Nâzım’ın yanağını okşamak istediğinde Antonina Sverçevskaya’ nın onun kulağına bir şeyler fısıldadığını, Vera’nın “Hayır, o hâlâ sıcak, hayır!” diye attığı çığlığı anımsıyorum. Novodeviçi Mezarlığı’nda tabut kapalı olarak aklımda. Birisinin bana çukurun diğer tarafında duran yaşıtım bir erkek çocuğunu gösterip “Nâzım’ın oğlu” dediğini anımsıyorum. O zaman, karşımdakinin, çalışma odasındaki fotoğrafla aynı güzel yüz olduğunu anlamıştım.

Annem çok genç yaşta dul kaldı.

Gözleri kör edecek kadar güzeldi. Birlikte sokakta yürüdüğümüz zamanlar sadece erkekler değil, genç yaşlı kadınlar, çocuklar da durup bakarlardı ona. Hikmet’in ölümünden hemen sonra avcı erkeklerin nasıl atağa geçtiğini şimdi anlıyorum. Ama Vera kimseyi istemedi. Nâzım Hikmet’in yerini doldurmak mümkün değildi. Annem her zaman onunla beraberliklerinin devam ettiğine ve Hikmet’in onu izlediğine inandı. Hatta zor anlarda anneme yardım ediyor, annem onun hoşlanmayacağı bir şey yaptığında bunu belli ediyordu. Evin içinde ayak seslerini işittiğini söylüyordu annem, her zaman yanındaydı. Ve bu durum karşısında kimsenin yapacak bir şeyi yoktu.

Çok zor koşullarda yaşıyorduk. Maddi imkânlarımız kısıtlıydı. Annem, cenaze töreninin ardından Galina Kolesnikova’nın bir yerlerden bulup çıkardığı eski bir vasiyeti Konstantin Simonov’ a verdiğini söylemişti. Vera ile evlenmesinden çok önce yazılmış bu vasiyette, ölümünden sonra tüm telif bedellerinin oğlu Memed ve Türkiye Komünist Partisi arasında paylaştırılması öngörülüyordu. Vera’nın kitapta bahsettiği gibi, Simonov annemden nefret ediyordu. Ve bu vasiyet Simonov’un Vera’dan öç alması, onu aşağılaması için iyi bir bahane oldu. Diğer yandan, Sovyet kanunlarına göre, karısı olması nedeniyle annem her koşulda mirasın yarısını alabilirdi. Dostlarının çoğu mahkemeye başvurup hakkını aramasını söylediler anneme. Ama Vera, “Ne bir çocukla ne de bir komünist partiyle mahkemelik olmayacağını” söyleyerek konuyu kapattı.

Geçenlerde, annemin evraklarının arasında bir tomar beyaz kâğıt buldum, altlarında sadece Nâzım’ın imzası vardı. O zaman düşündüm de annemin yerinde başka bir kadın olsa, kendi çıkarı için kim bilir neler yapardı bu kâğıtlarla…

Nâzım Hikmet’in ölümünün ardından annem çalışmaya başladı. “İskustvo (Sanat)” yayınevinde redaktörlük yapıyordu. Ardından mezun olduğu Devlet Sinema ve Senaryo Enstitüsü’ nde doktora yapmaya başladı. Tez çalışmasını bitirdikten sonra üniversitede hoca oldu. Bir yandan da televizyon için senaryolar yazdı, sinema ile ilgili çalışmalar yaptı. Bu amaçla tüm ülkeyi gezdi, en kuzey noktamıza kadar gitti.

1998 yılında, ölümünden üç yıl önce Sinema ve Televizyon Okulu’nu kurdu. Bu ülkemizde, devletten bağımsız olarak kurulan ilk özel eğitim kurumuydu, öğrenciler yetişkinlerdi. Mükemmel bir eğitimciydi. Hâlâ eski öğrencileri telefonla arar, mezarını ziyaret ederler.

Annem Vera yaşamı boyunca çok çalıştı. Nâzım Hikmet’in hediyelerini, evdeki eşyalarını satmayı asla düşünmedi. Evde çok az şeyi değiştirdi.

3 Haziran günleri hep en zor günümüzdü. Vera, tıpkı 1963’ teki cenaze günü olduğu gibi donar kalırdı. Nâzım Hikmet’in vefat ettiği eşikte dururdu uzun süre. O günlerde ne mezar başı ne de her geçen yıl azalan sayıda toplanan ortak dostları onu teselli edebilirdi.

Türkiye’den çok gelen olurdu evimize. Vera her zaman içtenlikle onları karşılar, çay ikram ederdi. Nâzım Hikmet’le ilgili soruları sabırla yanıtlardı. Konukları uğurladığında uzun süre kendine gelemezdi. Her seferinde hasreti artar, yoğun bir duygu seli kaplardı içini. Öldüğü son dakikaya kadar sevmeye devam etti Nâzım’ı.

Vera çok güçlü bir insandı. Kanserle amansız bir mücadeleye girmişti. Kimse annemin hastalığını bilmiyordu. Acı veren tedavi sürecini kendi başına yaşadı. O zaman bile neşeli olmaya gayret ediyor, eskisi gibi zeki ve cana yakın davranıyordu. Ölümünden on gün öncesine kadar okulunda ders vermeyi sürdürdü.

Son günü yaklaştığında Nâzım Hikmet’in hediyesi olan altın yüzüğü parmağından çıkardı ve Türkiye’den gelen gümüş bir yüzük taktı. Yüzüğün üstüne Nâzım’ın imzası işlenmişti. Annem öldüğünde bu yüzük parmağındaydı. Yatağının baş ucuna Paris’te çekilmiş üç fotoğraf koymuştu. İkisi de neşe içinde bakıyorlardı fotoğraflardan. Okuduğu en son kitap, Lili Brik’le Elsa Triolet’nin mektuplarıydı. Mektuplardan birinde Elsa Triolet kız kardeşine, Paris’teki evlerine genç karısıyla Nâzım Hikmet’in geldiğini yazmıştı. Bu mektubu okudu, ama kitabı bitiremedi.

Ölmeden üç gün önce annem hiç konuşamaz olmuş, algısı kapanmıştı. Yanına yaklaştığımda acıyla ağladığını gördüm. “Unuttum!.. Unuttum!..” diyordu. Nasıl olduysa unuttuğu şeyin ne olduğunu anladım. “Adını mı unuttun? Nâzım Hikmet!” dedim. Bir anda aydınlandı yüzü. Bu annemle son konuşmamız, onun da son gülümsemesiydi.

Ve biliyorum ki gülümsemesi bana değil Nâzım’aydı.

Yaşam bazen kimi olayları tekrar edip tuhaf oyunlar oynuyor. Annem Vera’nın yalnız kalmasından birkaç yıl sonra anneannemin yanından onun yanına taşınmıştım. Kısa süreli yaşadığım iki evlilikle geçen süreleri saymazsak, tüm hayatım boyunca Nâzım Hikmet’in çalışma odasında yaşadım ve bu satırları da orada kaleme aldım. Annem de Nâzım’la olan söyleşisini bu odada, bu masanın başında kâğıda dökmüştü.

Her ikisinin de bahtiyar yaşadığı, kalplerinde birbirlerine olan aşklarıyla öldükleri bu evde gizlice varlıklarını sürdürdüklerine ben de inanıyorum.

Anna Stepanova Moskova, Aralık 2007

Kaynak: Bahtiyar Ol Nâzım Vera Tulyakova Hikmet Derleyen:Anna Stepanova Rusça’dan Çeviren: Hülya Arslan, Yky
Vera’nın kızı Anna Stepanova: Annem hayatı boyunca Nazım’la yaşadı
 

OTANTİK SESİYLE ILANA ELİYA VE “NAWROZ – NEWROZ” ADLI ALBÜMÜ

Ilana eliya, İsrail’e göç etmiş bir Kürt ailenin çocuğu olarak  Kudüs’te doğdu. Koro şefliği yapan babası dolayısıyla müziğe erken yaşlarda ilgi duydu. Yaşadığı aile ve çevre sebebiyle geleneksel Kürt şarkılarına özlem ve ilgi ile büyüdü. İsrail’li sanatçılarla geleneksel halk şarkıları söyleyen Cibali adında bir müzik grubu kurdu.

Grup, performansı ve vokalleriyle İsrail’li müzik eleştirmenlerin beğenisini kazandı. Sanatçı 1996 da yılında “Nawroz” adlı albümü çıkardı. Albümdeki şarkıların çoğu tanıdık olmasına rağmen ilana Eliya’nın otantik yorumu, yanık sesi ve değişik telaffuzu ile seslendirdiği her şarkıyı yeniden sevdirdi. Albümde; Nawroz, Susin, Femane, Aziza, Az Kavukem, Village Chief, Nazeh Amane, Yar Gawre, Nina Nina, Kereseta Melesa, Aman Le Kizke, Ets Harimon ve From Depth Of Despair adında toplam 14 şarkı yer alıyor.
NEWROZ ŞARKILARI SEÇKİSİ | BIJARTİ STRANEN NEWROZ
Vokal: ilana eliya, Santoor çalar : Menashe Sasson Ilana eliya -“Nawroz” 01 – Nawroz 02 – Susin 03 – Femane 04 – Aziza 05 – Az Kavukem 06 – Village Chief 07 – Nazeh 08 – Amane 09 – Yar Gawre 10 – Nina Nina 11 – Kereseta Melesa 12 – Aman Le Kizke 13 – Ets Harimon 14 – From Depth Of Despair