Murathan Mungan: İnsanlar ya ölürler, ya terk ederler bizi…

Yazgı İnsanlar ya ölürler ya terk ederler bizi yalnızlık yalnızca yalnızlık çizer kaderimizi

Yaş Yazmam daha aşk şiiri, Diyenlerin kervanında kışladım Çöle yağarken donmuş levhalarda kar sureti İmkansızın bereketi Gözümü alırken her yanımda ışıyan gençliğim Kimin yaşındaydım bilmedim.

Geceleri heceleyerek söktüm Aldım yedeğimdeki kelimeleri Işığa tuttum içimi loş tutan nesneyi Yunus’un yaşına geldiğimde Dünyayı aşk, imkansızı erkek bildim.

Kelimelerle dokundum dünyanın hallerine Dokunulmazlığım kalktı Kendi şiirimde kendi Divan’ımdan Sürüldüm Git gide Fuzuli’nin Yaşına geldiğimde.

Halk türkülerinin serçeli kafiyeleri Gibi uçuşu kolay ve çabuk akla gelmez Engelleri aşk için yapılan bütün benzetmelerin Sırasını sektiren olayların gidişi Yılları saymadan Karacaoglan’ın, Baki’nin yaşına geldim.

Görmenin gevşeyen bilgisi Yaş aldıkça tutunduğum diri şaşkınlık Başkasına doğru çözülüyor tenimdeki kelepçe Zaman benim için de ileri gittikçe Dönüp bakmaların tarihinden Geri saydım kendimi sana geldim Onca aşk içinden geçtim de Kimsenin yaşına değmedim.

Kimsenin yaşına değmeden Daha anısı kurumayan Dünlerim bitmediğinde Hayatın rüya dilini bile öğrenemeden Hayatta kaldım Onca felaketten Şimdi buradayım El ver yanına geleyim bunca aradığım, Babam ol, oğlum ol, Kardeşim, yoldaşım, arkadaşım ol, Ben sevgilim gibi seveyim Benim yaşıma geldiğinde.

Bildiklerim kadar unuttuklarımla da seni büyüteyim.

Biliyorum, yenilenenler geçmişe kadar kaçar birinde Haritamı kaybettim ey Piri Reis! Çinisi soldu maviliğimin Nice Osmanlı şiirinde Odalardan odalara Azala çoğala Yaşadım da Fatih’in kokladığı karanfili Denize bakan bir şiirde düşürdüm.

Rüyasında koklanmış karanfilini Fatih’in Alınmış İstanbul’da düşürdüm İçim başka yere sürüldü Tarih alındı benden Günümün acı ışığına kaldım yeniden

Bir sikkenin ilk basıldığı günü hatırlıyorum Suç ışımasında ortak belleğin altın Kaynağına indiğim suya düşürdüm Kendi yaşıma geldiğimde

İlk şiirimi üzerine kazdım ben Ben kendimi ilk şiirimde düşürdüm Çok alındım kendimden.

Kalpteki Tavaf- Doğduğum Yüzyıla Veda

 

Franz Kafka: Fabrikanın avlusundan sessizce geçen çocuk “Baba,” diyor, “Çorbanı getirdim”

Her insan kendi içinde bir oda taşır. Bu gerçek, işitme duyusuyla bile kanıtlanabilir. Diyelim gecenin bir vakti, dört bir yan sessizliğe bürünmüşken, biri hızlı adımlarla yürümektedir; kulak kabartan bir başkası, örneğin duvara iyice tutturulmamış bir aynanın takırdadığını işitebilir. İçe çökük göğsü, dışa çıkık omuzları, sarkık kolları, zorlukla kımıldatabildiği ayakları, belli bir noktaya takılmış bakışlarıyla oracıkta öylece dikiliyor. Bir ateşçi kömürü kürekliyor ve ocağın alev fışkıran ağzından içeri boşaltıyor. Fabrikanın avlusundan kimseye görünmeden sessizce geçen çocuk önlüğünü çekiştiriyor. “Baba,” diyor, “Çorbanı getirdim.”

Burası, aşağıdaki kışsı topraktan daha mı sıcak? Çevremde her şey beyazlık içinde yükseliyor, siyah olan tek şey benim kömür kovam. Önceleri yükseklerdeydim, şimdiyse en dipte, beni çepeçevre saran tepelere başımı kaldırıp bakarken boynum yerinden çıkacak neredeyse. Beyaz, buz tutmuş zemin, artık ortalarda olmayan patencilerin izleriyle yer yer parçalanmış. Ayaklanırım bir santimden daha fazla içine gömülmediği kalın kar tabakasında, küçük kutup köpeklerinin bıraktığı izleri takip ediyorum. Biniciliğim bütün anlamını yitirdi. İniyorum ve kömür kovamı omzuma alıyorum.

Beethoven kitabı için candan teşekkürler. Schopenhauer’e bugün başlıyorum. Ne müthiş bir başarı bu kitap: O çok zarif eliniz, hakikati derinden kavrama gücünüz, şairane yaradılışınızın derinlerinde yanan disiplinli ve güçlü ateş ve akıl almaz engin bilginizle böyle birçok anıt dikeceğinizi imanla ümit ediyorum -anlatılmaz bir mutluluk olurdu bu benim için. Yaşlı, şişman, hafif çarpıntıdan çekerek, öğle yemeğinin ardından divanda uzanmış yatıyor, bir ayağım döşemede, bir tarih kitabı okuyordum. Hizmetçim içeri girdi, iki parmağı sıkıca büzümüş dudaklarının üstünde, bir ziyaretçim olduğunu söyledi. “Kimmiş o?” diye sordum, ikindi kahvemin getirilmesini beklediğim bir sırada, bir ziyaretçiyle ilgilenmek zorunda kalmaktan canım sıkılmıştı. “Bir Çinli,” dedi hizmetçim, sarsıla sarsıla kapıya doğru döndü, kapının dışında bekleyen ziyaretçi duymasın diye kahkahalarına engel olmaya çalışıyordu. “Bir Çinli mi? Beni mi görmeye gelmiş? Çinli giysileri de giyinmiş mi bari?” Hizmetçi, hâlâ gülmesini tutmaya çalışarak, başıyla onayladı. “Ona adımı söyle, görmek istediği kişinin gerçekten ben olup olmadığını sor, kapı komşularım bile tanımazken, beni Çin’de tanıyan nerden çıkacak?” Parmaklarının ucuna basarak bana doğru yürüdü ve fısıldadı: “Elinde sadece bir kartvizit var, üzerindeki yazıda tarafınızdan kabul edilmesini rica ediyor. Tek kelime Almanca konuşamıyor, anlamadığım bir dilde konuşuyor. Kartvizitini elinden almaya korktum.” “Bırak içeri girsin!” diye bağırdım, kalp rahatsızlığımın sık sık yol açtığı sinirlilik haliyle kitabı yere fırlattım, hizmetçinin iş bilmezliğine lanet okudum. Ayağa kalktım, bu alçak tavanlı odada herhangi bir ziyaretçiyi hiç kuşkusuz korkutacak devcileyin gövdemle gerinerek kapıya yürüdüm. Ve gerçekten de, beni görür görmez Çinli o anda dışarı çıkmaya yeltendi. Ama ben kolumu koridora uzattığım gibi onu ipek kemerinden yakalayarak gerisin geri odanın içine çektim. Anlaşılan bilgin bir kişiydi, ufak tefek, çelimsiz, bağa gözlüklü, fırça gibi dikleşmiş seyrek keçisakallıydı. Sevimli adam, başını bir yana eğmiş, yan yumuk gözleriyle gülümsüyordu. Avukat Dr. Bucephalus bir sabah daha yataktan kalkmamışken kâhya kadını çağırttı ve dedi ki: “Erkek kardeşim Bucephalus’un Trollhatta şirketine karşı açtığı davanın büyük duruşması bugün başlıyor. Davayı ben üzerime aldım, dava en azından birkaç gün süreceğinden, daha da ötesi, davaya gerçek anlamda ara verilmeyeceğinden, önümüzdeki birkaç gün hiç eve gelemeyeceğim. Dava biter bitmez, ya da biteceğine dair bir belirti ortaya çıkar çıkmaz, sana telefon ederim. Şu anda ne bundan daha fazla bir şey söyleyebilirim, ne de en ufak bir soruyu cevaplayabilirim, çünkü kuşkusuz sesimin bütün gücünü korumam gerekiyor. Bu nedenle, kahvaltı olarak bana iki çiğ yumurta, bal ve çay getirir misiniz?” Ve eli gözlerinin üstünde yavaşça yatağına gömülerek sessizliğe büründü. Efendisinin varlığından her an ödü kopan geveze kâhya kadın çok şaşırmıştı. Böylesine sıra dışı bir talimat çok ani gelmişti. Daha bir gece önce efendisi onunla konuşmuştu, ama bu yeni durumla ilgili herhangi bir ipucu vermemişti. Hiç kuşkusuz duruşma tarihi geceleyin belirlenmiş olamazdı. Duruşmalar hiç ara verilmeden günlerce sürer miydi? Ve efendisi, daha önce hiç ona söylemezken, neden davanın taraflarının isminden ona söz etmişti? Aynca kendi halinde küçük bir manav olan Adolph Bucephalus’un, ki efendisiyle aralan uzun zamandır açıktı, ne türden böyle büyük bir davası olabilirdi? Ve şu anda yatakta bitkin bir halde yatan, sabahın ilk ışıklan kendisini yanıltmıyorsa, elini çökmüşe benzeyen yüzünde tutan efendisinin bu görünüşünün, kendini bekleyen tasarlanması güç çabalarla bağdaşır bir yanı var mıydı? Üstüne üstlük enerjisini yeniden toplayabilmek için her günkü gibi biraz şarap ve jambon değil, sadece çay ve yumurta getirmesini istemişti. Bu düşüncelerle kâhya kadın mutfağa gitti, kısa bir süre pencerenin kenarında en sevdiği yerde, çiçeklerin ve kanaryanın yanında oturdu, avlunun öte tarafına, parmaklıklı bir pencerenin gerisinde, yan çıplak birbirleriyle boğuşan iki çocuğa baktı, sonra dönüp gülümseyerek çayı koydu, kilerden iki yumurta alıp geldi, hepsini bir tepsiye yerleştirdi, korumacı bir içgüdüyle yanına bir şişe şarap almayı da unutmadan, elinde tepsiyle yatak odasına gitti. Odada kimseler yoktu. Ama efendisi gitmiş olamazdı. Bir dakika içinde giyinmiş olamazdı herhalde. Ama iç çamaşırları ve giysileri de ortalıkta görünmüyordu. Tanrı aşkına, efendisine neler oluyordu böyle! Doğruca hole geçti. Palto, şapka, baston da ortalıkta yoktu. Pencereye! Tanrı aşkına, işte efendisi bahçe kapısından dışarı çıkıyordu, şapkası ensesine kaymış, paltosunun önü açık, evrak çantasını sıkıca tutmuş, bastonu paltosunun ceplerinden birine asılmış. Paris’te Torcadero’yu bilir misiniz? Fotoğraflarından büyüklüğünü asla hayal edemeyeceğiniz bu binada, tam da şu anda önemli bir davanın büyük duruşması yapılıyor. Bu korkunç kışta böylesine bir binanın nasıl ısıtıldığını merak edebilirsiniz. Isıtılmıyor. Böyle bir durumda ısıtılma işi, hayatını sevimli, küçük bir taşra kasabasında tüketen insanların aklına gelebilir hemen. Torcadero ısıtılmıyor, ama bu, davanın görülmesini engellemiyor; bilakis, bu soğuğun ortasında, dört bir yandan içeri sızan ayazda, yargılama aynı hızda görülmeye devam ediyor. Dün bir baygınlık nöbeti geçirdim. Kız, komşu evde oturuyor; akşamlan sık sık eğilmiş, alçak giriş kapısından geçip gözden kaybolurken görürdüm onu. Uzun sarkan elbisesi içinde, geniş kenarlı şapkasında tüyler olan boylu boslu bir hanım. Hışırdayan etekliğiyle, son nefesini vermekte olan bir hastaya yetişmekte geç kalmış bir doktor gibi, telaşla odamın kapısından içeri girdi. “Anton!” diye bağırdı, heyecanla, kof ama kendinden emin bir sesle. “Geldim, buradayım!” Gösterdiğim koltuğa bıraktı kendini. “Çok yüksekte oturuyorsun, çok yüksekte oturuyorsun,” dedi, inleyerek. Koltuğuma gömülmüş, başımla onayladım. Odama çıkan sayısız basamak, birbiri ardı sıra, yorulmak bilmez küçük dalgalar gibi, gözümün önünde hop hop zıplıyordu. “Burası neden bu kadar soğuk?” diye sordu, uzun, eski püskü eldivenlerini çıkarıp masanın üstüne fırlattı, başım eğip gözlerini kırpıştırarak beni süzdü. Kendimi basamakta sıçrama egzersizleri yapan bir serçe gibi hissediyordum, o da benim yumuşak, yumaksız gri tüylerimi kabartıyordu. “Bana olan sevginden dolayı kendini üzmene bütün kalbimle üzülüyorum. Avluda durup başını kaldırıp da pencereme baktığında, gerçekten de büyük bir üzüntüyle endişeden süzülmüş yüzüne baktım sık sık. Aslına bakarsan, sana karşı olumsuz hisler beslemiyorum; kalbimi henüz kazanamamışsan bile, yine de bu şansın var.” Doğru izi sonsuza dek yitirdiklerine yönelik insanların içine sürüklenebilecekleri o derin inanç, böyle bir şeyin onlarda yol açacağı derin umursamazlık. Bir Yanılgı. Yukarıda uzun koridorda açtığım kapı benim odamın kapısı değildi. “Yanılmışım,” dedim ve yeniden dışarı çıkmak istedim. O sırada odanın gerçek sahibini gördüm, sakalsız, bıyıksız, sıska biri, sımsıkı yumulmuş dudaklarıyla, sadece bir gaz lambasının bulunduğu küçük bir masanın başında oturuyordu. Evimizde, bu koskoca kenar mahalle evinde, yıkılmak nedir bilmeyen ortaçağ harabeleriyle iç içe geçmiş bu fabrika kira evinde, bugün, bu sisli ve buz gibi kış sabahında aşağıdaki bildiri dağıtıldı. Bütün kiracı arkadaşlarıma: Beş tane oyuncak tüfeğim var. Gardırobumda asılılar, her biri bir askıda. Birincisi benim, diğerlerini bana ismini bildirmek isteyen herkes alabilir. Eğer isteyenlerin sayısı dördü geçerse, öbürleri kendi tüfeklerini yanlarında getirip gardırobumda saklayacak. Çünkü birlik ve beraberlik kurulmalı; birlik ve beraberlik olmaksızın hiçbir yere varamayız. Aklıma gelmişken, söyleyeyim, bendeki tüfeklerin tüfek denecek yanlan kalmamış, mekanizmaları bozuk, tıpalan kopmuş, sadece horozlan çalışıyor. Yani, söylenmesi gerekirse, bu tip tüfeklerden daha fazla edinmek zor olmayacak. Ama başlangıçta tüfeksiz insanları da kabul etmeye hazırım. Bir tehlike anında biz tüfekli olanlar silahsız olanların çevresini sarabiliriz. Bütün koşullar benzer olduğuna göre, niçin Amerikalı ilk çiftçilerin Kızılderililere karşı uyguladıkları taktik burada da başarılı olmasın? Hatta hiç tüfeksiz de yapılabilir, hatta beş tüfek kesinlikle gerekli bile değil, sadece orada olmalarından dolayı kullanılmaları da gerekebilir. Eğer diğer dört kişi onları taşımak istemezse, taşımaları gerekmez. O zaman sadece ben, lideriniz olarak, bir tane taşırım. Ama bir liderimiz olmasa daha iyi, o zaman ben de tüfeğimi kırıp atarım ya da kenara kaldırırım. Bu ilk bildiriydi. Evimizde oturan hiç kimsenin bildiri okumaya ne zamanı ne de isteği vardı, bırakın üzerlerinde düşünmeyi. Uzun süre geçmeden, küçük kâğıt parçalan, tavan arasından başlayan, koridorlarda beslenen, merdivenlerden aşağı akan ve orada kabarıp taşarak yukarılara çıkmaya uğraşan pislik seliyle birleşen pislik selinde yüzecekti. Ama bir hafta sonra ikinci bildiri geldi. Kiracı arkadaşlarıma: Şimdiye kadar kimse gelip bana başvurmadı. Ekmeğimi kazandığım zamanların dışında hep evdeydim, dışarı çıktığımda ise odamın kapısını hep açık bıraktım, masamın üzerine boş bir kâğıt koydum, isteyen gelip ismini yazabilirdi. Ama hiç kimse yapmadı bunu. Akşamlan makine fabrikasından eve döndüğüm, ya da gece vardiyasından sonra sabahlan eve geldiğim zaman, kemiklerimin ağrımasıyla geçmiş ya da gelecek bütün günahlarımın kefaretini ödeyebileceğimi düşünürüm bazen. Bu iş için yeterince güçlü değilim, uzun süredir biliyorum bunu, ama değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorum. Evimizde, bu koskoca kenar mahalle evinde, ortaçağ harabeleriyle iç içe geçmiş bu fabrika kira evinde, benimle aynı katta, bir hükümet yazıcısı bir işçi ailesiyle birlikte oturuyor. Ona devlet memuru diyorlar, ama o, yerde bir ot şiltesinin üzerinde, tanımadığı bir kan kocayla onların altı çocuğu arasında gecelerini geçiren küçük bir yazıcıdan başka bir şey olamaz. Eğer küçük bir yazıcıysa, neden beni ilgilendiriyor? Kent tarafından kusulan sefaletin toplanıp biriktiği bu evde bile, hiç kuşkusuz yüzden fazla kişi var ki… Benimle aynı katta, çoğunlukla tamir işleri yapan küçük bir terzi oturuyor. Çok dikkat etmeme karşın, elbiselerim çok çabuk eskiyor ve geçenlerde paltomu yine terziye götürmek zorunda kaldım. Güzel, sıcak bir yaz akşamıydı. Adamın kendisi, kansı ve altı çocuğu, aynı zamanda mutfak olarak kullandıkları tek bir odada yaşıyordu. Bir de vergi dairesinde yazıcı olan bir kiracısı vardı. Böylesine bir nüfus kalabalığı yeterince berbat olan bizim bina için bile alışılmışın ötesindeydi. Ama nihayet herkes dilediğini yapmakta özgür; böylesine bir tutumluluk için terzinin hiç kuşkusuz karşı çıkılamayacak iyi nedenleri vardır ve dışarıdan birinin de bu nedenleri tartışmak aklına gelmiyor. Şubat 1917 Bugün Hermann ve Dorothea’yı okudum, Richter’in Anıfar’ından3 birkaç pasaja göz attım, resimlerini gözden geçirdim, aynca Hauptmann’m Griseida’sından bir sahne okudum. Sonraki bir saat boyunca başka bir adama dönüştüm. Evet, tüm çıkış yollan her zamanki gibi yine pusluydu, ama pus içindeki görüntülerde bir değişiklik vardı şimdi. Bugün ilk kez giyindiğim ağır botların (bunlar aslında askerlik görevi düşünülerek alınmıştı) içindeki adam başka bir insandı. Bay Krummolz’un kiracısıyım, odayı vergi dairesinden bir yazıcıyla paylaşıyorum. Bunun dışında, odada, Krummolz’un aynı yatakta yatan biri altı yaşında, diğeri yedi yaşında iki kızı da var. Odaya ilk taşındığı günden bu yana -ben kendim yıllardır Krummolz’un kiracısıyım- yazıcıya karşı ilkin belirsiz olan bir kuşku duydum. Ortadan daha kısa boylu bir adam, sıska, büyük olasılıkla ciğerleri de iyi değil, üstünden sarkan gri elbiseleri var, hangi yaşta olduğunu anlayamayacağımız kırış kırış bir yüz, kulakların üstüne taranmış oldukça uzun, kırlaşmış kumral saçlar, burnun ucuna doğru kaymış gözlükler ve yine kırlaşmaya başlamış küçük bir keçi sakal. O sırada hiç de neşeli bir hayatım yoktu, Kongo’nun içlerinde bir demiryolu yapımında çalışıyordum. Genellikle, tahtadan derme çatma kulübemin çatılı verandasında otururdum. Kulübemin ön kısmında, bir duvar yerine, olağanüstü güzel örülmüş bir cibinlik geriliydi, bir us-tabaşından, demiryolumuzun topraklarından geçeceği bir kabile şefinden almıştım. Kendir bir cibinlik; Avrupa’nın herhangi bir yerinde dokunabilecek benzerlerinden çok daha sağlam, çok daha güzeldi. Göğsümü kabartan bir şey, bu yüzden bana imrenen çoktu. Bu cibinlik olmasaydı, geceleri, şimdi olduğu gibi ışığı yakıp huzur içinde oturamaz, eski bir Avrupa gazetesini elime alıp, bir yandan okuyup bir yandan fosur fosur pipomu tüttüremezdim. Bende -başka kim yeteneklerinden böyle açık açık söz edebilir?- şanslı, yorulmak nedir bilmez, eski bir olta balıkçısının bileği var. Örneğin, balığa çıkmadan önce evde otururum ve yakından bakarak, sağ elimi bir bu yana, bir öte yana çeviririm. Bu hareket, bileğimin görünüşü ve hissi, çıkacağım balık avının sonucunu çoğunlukla ayrıntılarına dek bana bildirir. Çevik bileğimde yatan peygambersi sezgi gücü; dinlendiğim zamanlar gücünü yeniden toplaması için bileğimi altın bir kelepçeyle sanp sarmalarım. Avlanacağım yerdeki suyu ve belli saatlere özgü belli akıntıları görürüm; ırmağın belli bir kesiti gözümün önünde belirir; sayılarını ve türlerini kesinlikle bildiğim balıklar, on, yirmi, hatta yüz ayrı köşeden söz konusu ırmak kesitine doğru yola koyulurlar; şimdi oltayı nasıl kullanacağımı bilirim; bazıları hiç zarar görmeden başlarını sudan çıkarırlar, işte o zaman oltayı önlerinde ileri geri oynatırım, o anda oltaya takılırlar; bu kader anının kısalığı evde, masanın başında bile beni büyüler; diğer bazıları karınlarına varıncaya dek sudan dışarı fırlarlar, şimdi elimi çabuk tutma zamanıdır, bazılarını hâlâ yakalayabilirim, öbürleri yine suyun tehlikeli yüzünden kuyrukları üzerinde kayıyorlar, bir süre için benden kurtuluyorlar, ama sadece bu kez, gerçek bir oltacının elinden hiçbir balık kurtulamaz çünkü.

Franz Kafka Birinci Defter Mavi Oktav Defteri

Yeni Türkü’nün “Günebakan” ve “Dünyanın Kapıları” Adlı 2 Albümü

Derya Köroğlu, Ali Kemal, Furkan Bilgi, Serdar Barçın, Sezer Alemdar, Timur Sarıca  ve Bahadır Tanrıvermiş’ten oluşan Yeni Türkü’nün  Günebakan (1986)  ve Dünyanın Kapıları (1987)  albümünü aşağıdan dinleyebilirsiniz. 

Günebakan, Yeni Türkü’nün 5. albümüdür. 22 Temmuz 1986’de LP, MC ve CD olarak çıkmıştır. “Bağbozumu” ve “Üsküdarlı” LP’de yer almamıştır. Dünyanın Kapıları Yeni Türkü’nün 6. albümüdür. 30 Ağustos 1987’de LP, MC ve CD olarak çıkmıştır. “Bengi” albümün sadece LP’sinde ve tekrar basımının MC versiyonunda bulunmaktadır.

Sonraki şarkıya geçmek için >| şarkı seçmek için [>] işaretine basınız. Günebakan  Albümü Günebakan (Yayınlanma: 6 Ağustos 1986) – 5:24 Olmasa Mektubun (Yayınlanma: 13 Kasım 1986) – 4:52 Göç – 3:56 Rüzgar (Yayınlanma: 22 Şubat 1987) – 2:51 Bağbozumu (Enstrümantal) – 1:54 Başka Türlü Bir Şey (Yayınlanma: 29 Haziran 1987) – 4:32 Yaprak Dökümü – 6:27 Kalırsa Bir Soru (Kalıt) – 24:42 Üsküdarlı (Enstrümantal) – 3:32 Bahar Şarkısı – 1:24 Dünyanın Kapıları Albümü Dönmek (Yayınlanma: 23 Şubat 1987) – 4:31 Sardunya’ya Ağıt (Buğdayın Türküsü , 1979) (Yayınlanma: 23 Kasım 1987) – 4:57 Sesler Yüzler Sokaklar – 6:14 Yolculuk (Enstrümantal) – 4:12 Yeşil Şarkı – 1:48 Konuğum Ol (Yayınlanma: 12 Ocak 1988) – 3:36 Terkeden – 10:58 Göç Yolları – 8:57 İşte Yine Gidiyorum – 3:31 Bengi (Enstrümantal) – 2:58 Resim (Yayınlanma: 1 Haziran 1988) – 5:31

Karl Marx: Ölüm cezasının adil olduğunu kanıtlayacak bir ilke bulmak güç

0

Ölüm Cezası 25 Ocak [1853] tarihli The Times’ta, “Amatör İdam” başlıklı aşağıdaki yorum yayınlandı:

“Genellikle ülkemizde, her kamuya açık infazın ardından, görünüşte bilinen bu ceza infazının olgunlaşmamış ve hastalıklı zihinler üzerinde sahip olduğu güçlü etkisi sonucu, bir dizi asarak intiharın ve ölümcül kazanın takip ettiği görülmüştür.”

The Times’ın bu yorumun örneği olarak ileri sürdüğü bazı olaylardan birisi, Sheffield’de, Barbour’un infazı konusunda diğer delilerle konuştuktan sonra kendisini asan bir deliye ilişkindir. Diğer bir olay da kendisini asan 14 yaşındaki bir çocuğa ilişkindir.

Bu olaylar listesinin desteklemeyi amaçladığı ve makul insanları hiç de tatmin etmeyen bu öğreti, ölüm cezasının toplum tarafından ultima ratio (son çare) olarak yüceltildiği bir ortamda, cellatın doğrudan yüceltilmesinden başka bir şey değildir. “Baş gazete”nin baş makalesinin yaptığı da budur.

The Morning Advertiser, 1849 yılının 43 gününe ilişkin, bazıları çok acı olan, ama The Times’ın kanlı mantığını ve cellada olan sevgisini eleştiren şu ilginç verileri sunuyor:

Bu tablo, The Times’ın kabul ettiği gibi, sadece intiharları değil, aynı zamanda suçluların idamına yol açan çok korkunç cinayetleri de ortaya koymaktadır. Makale, bu barbar teoriyi mazur gösterecek tek bir kanıt ya da bahane ortaya koymasa bile şaşırtıcıdır.

Uygarlığıyla övünen bir toplumda, ölüm cezasının adil ya da uygun olduğunu kanıtlayacak bir ilke bulmak, bütünüyle olanaksız değilse de, pek güçtür. Genellikle ceza, ya bir yola getirme ya da bir yıldırma aracı olarak savunulmuştur. Peki ama, siz başkalarını yola getirmek ya da yıldırmak için, ne hakla beni cezalandırıyorsunuz? Üstelik, Kabil’den beri dünyanın cezayla ne yola geldiğini, ne de yıldığını tam bir kanıtlamayla gösteren ne tarih vardır, ne de istatistik diye birşey vardır. Tam tersine, soyut hak açısından, soyut olarak insan onurunu tanıyan bir tek ceza teorisi ortaya konulmuştur; bu, özellikle Hegel’in daha katı bir formüle bağladığı biçimde Kant’ın teorisidir. Hegel şöyle der:

“Ceza suçlunun hakkıdır. Onun kendi iradesinin bir eylemidir. Hakkın çiğnenmesi, suçlu tarafından kendi hakkı olarak ilan edilmiştir.Onun suçu hakkın olumsuzlanmasıdır. Ceza, bu olumsuzlanmanın olumsuzlanmasıdır ve dolayısıyla suçlunun kendi isteği ve kendisinin zorladığı hakkın bir onaylanmasıdır.”

Bu formülde kuşkusuz aldatıcı birşey vardır; bu da, Hegel’in suçluya yalnızca bir nesne, adaletin bir kölesi olarak bakacak yerde, onu özgür ve kendi kendini belirleyen bir varlık durumuna yükseltmesidir. Böyle olmakla birlikte, soruna daha yakından bakarsak, Alman idealizminin, çoğu başka durumlarda olduğu gibi, burada da, toplumun kurallarına aşkın (transcendantal) bir yaptırım eklediğini farkederiz. Gerçek itileri ve üstünde baskı yapan çeşitli toplumsal koşullarıyla birlikte bireyin yerine “özgür irade” soyutlamasını –insanın bir çok niteliğinden birini, insanın kendisinin yerine– geçirmek bir aldanma değil midir? Cezayı suçlunun kendi iradesinin bir sonucu sayan bu teori, yalnız eski “jus talionis”in (kısasın), göze göz, dişe diş, kana kan’ın metafizik bir ifadesidir. Bütün söz oyunları bir yana bırakılıp açıkça konuşulacak olursa, ceza, toplumun nitelikleri ne olursa olsun canalıcı önem taşıyan koşullarının çiğnenmesine karşı bir kendini savunma aracından başka birşey değildir. İyi ama, kendini savunmak için cellattan daha iyi bir araç bilmeyen ve kendi vahşetini “dünyanın en ileri gelen gazetesinde” ebedi hukuk diye ilan eden toplum, nasıl bir durumdadır ki?

Bay A. Quételet, L’Homme et ses Facultès (İnsan ve Yetileri) adlı üstün nitelikli bilgince yapıtında şunları söyler:

“Korkunç bir düzenlilikle ödediğimiz bir bütçe var – hapishaneler, zindanlar ve darağaçlar bütçesi … Hatta, yıllık doğum ve ölümleri nasıl önceden bilebiliyorsak, hemen tıpkı onun gibi, kaç kişinin elini hemcinslerinin kanına boyayacağını, kaçının kalpazanlık edeceğini, kaçının zehir kullanacağını da şimdiden kestirebiliriz.”

Gerçekten de, Bay Quételet 1829’da yayımlanan bir suç olasılıkları hesabında, 1830 yılında Fransa’da işlenen suçların yalnızca tutarını değil, bütün çeşitlerini de, şaşırtıcı bir kesinlikle önceden kestirmiştir. Toplumun belli bir ulusal kesiminde ortalama bir suç tutarını yaratan şeyin, bir ülkedeki özgül siyasal kurumlar olmaktan çok, genel olarak, çağdaş burjuva toplumunun temel koşulları olduğu Quételet’nin 1822-24 yılları için yaptığı tablolardan görülebilir. Amerika ve Fransa’daki yüz hüküm giymiş suçluya bakalım.

Bu durumda, eğer geniş çapta gözlemlenen suçlar, tutarları ve sınıflandırılması bakımından böyle fizik olgularının düzenliliğini gösteriyorlarsa, –eğer Bay Quételet’nin dediği gibi “iki etken nedenden (fizik dünya ile toplumsal sistem) hangisinin etkisini daha büyük bir düzenlilikle ortaya koyduğuna karar vermek güç oluyor” ise– o zaman, yalnızca yenilerine yer açmak için bir sürü suçluyu idam eden celladı göklere çıkarmak yerine, bu suçları türeten düzenin değiştirilme yolları üstünde derin derin düşünmek zorunluluğu yok mudur?

“Capital Punishment”, New-York Daily Tribune, 18 Şubat 1853. Marx – Engels, Toplu Yapıtlar, Cilt: 11, s. 495-497.

Sennur Sezer ve kendi sesinden şiirleri: Nasıl anlatalım çocuklara dünyayı?

Sennur Sezer’in “Bir Annenin Notları” adlı şiir albümü, şiirde eksikliği duyulan “kadın duyarlılığı”nın çok iyi sunulduğu şiirleri içeriyor. Sezer, ev kadınlarını, cinsel obje olarak görülen kadını, dünyadaki eşitsizlikleri çocuklarına anlatabilme sıkıntısı yaşayan anneyi ve çalışan kadınları şiirlerine yansıtıyor.

“Yılık mı, yorulduk mu? Önemli olan bu!” İlk olarak kendi yaşadığı koşulları yansıtan Sezer, giderek benzer durumdaki diğer insanların dünyalarının kapılarını aralıyor. Albümde, çalışan insanlar, çalışmak zorunda kalan çocuklar, grevler, yurdunda doymayanların yurtdışındaki koşulları gibi temaları içeren şiirlerde mevcut. Sezer’in şiir albümünde, farklı ülkelerdeki ezgilerin yanı sıra Anadolu’da yaşam bulmuş başka kültürlerin ezgilerine de yer verilmiş. Şiirlere seçilen müzikler, şiirlerdeki duygu ve düşüncelerle bire bir örtüşmüş.

Sonraki şiire geçmek için >| şiir seçmek için [>] işaretine basınız.

Albümde, “Açıl Susam Açıl, Ev İçi Şiirleri, Kadının Akşam Duası, Bir Annenin Notları, Savaş Ayırmaz Sevenleri, Vurulan Arkadaşın Eşine, Ezgin Destan, Köyünü Bırakanın Ağıdı, Burada Ya da Angola’da ve Hangi Kan’ın da bulunduğu 32 şiir bulunmakta.

Sennur Sezer: “Popülizme değil sanata yatırım Güvercin Plak’ın “Kendi Sesinden Şiirler” adlı projesi kapsamlı bir proje. Daha önce Can Yücel için de böyle bir çalışma yapılmıştı. Sanırım Fikret Otyam’la da devamı gelecek. Bu geniş kapsamından ötürü haliyle biraz uzadı yayınlanması. Bu projede çalışan Sinan Gündoğar’a özeninden ve emeğinden ötürü, Haydar Güvercin’e de piyasa koşullarını gözetmeden projeyi sahiplenmesinden, popülizme değil sanata yatırım yapmasından ötürü teşekkür duygusu ve sıcaklığı duyuyorum. Böylesi bir çalışma birinci anlamda bir belge niteliği taşımaktadır. Yanı sıra ulaşamadığımız ve bizden şiirlerimizle katılmamızı isteyen uzak kasabalardaki, şehirlerdeki toplantılara sesimizle ulaşma olanağıdır diye düşünüyorum.”

Ahmed Arif ve kendi sesinden şiirleri> Attilla İlhan ve kendi sesinden şiirleri> Şükrü Erbaş ve kendi sesinden şiirleri> Kemal Özer ve kendi sesinden şiirleri>

Mina Urgan: İlk sevgilim çikolata kokardı/ Son sevgilim ölüm…

Doksan yaşına varan Sofokles’e kadınlar, aşk, bedensel hazlar filan bittiği için üzülüp üzülmediğini sormuşlar. “Ne üzülmesi!” demiş Sofokles.”Zalim bir efendinin elinden kurtulup sonunda özgürlüğüne kavuşan bir köle kadar mutlu hissediyorum kendimi.”

Yaşlılıkta cinsellikten kurtulmak gerçekten mutluluk ve huzur verebilir insana. Ama bu mutlu dönemi, salt iradenizle, kafanızın verdiği bir kararla başlatamazsınız. “Tamam, artık bitti” dersiniz kendi kendinize. Sonra bir de bakarsınız ki, hiçbir şeyin bittiği yok. Cıvıl cıvıl cıvıldayan küçük kuşlar sanki uçuşmaktadır derinizin altında.

Sofokles’in zalim efendisinden kurtulmanız için, belirli bir yaşa varmanız ve cinselliğinizi, sevinçleri ve açılarıyla doyasıya yaşamış olmanız gerekir. Cinselliklerini vaktinde yaşamadıkları için, beyaz atıyla gelecek yakışıklı prensi yetmişinde hâlâ bekleyen nice kadınlar; seksenindeyken gencecik kızlara ölesiye âşık olan nice erkekler tanırım. Onları ayıplamıyorum; hattâ o yaşta böylesine yoğun heyecanlara kapılabildikleri için, biraz da beğeniyorum onları. Ama çok acı çektiklerini, yaşlılığın verebileceği huzurdan yoksun kaldıklarını da biliyorum, özellikle duygularını platonik düzeyde tutmayıp cinsel doyumlara yönelmeye kalkarlarsa. Mayıs 1968 Paris’inde duvarlara yazılanlar arasında en çok dikkatimi çeken sloganlardan biri şuydu: “Les jeunes font Vamour, les vieuxfont des gestes obscenes” (Gençler aşk yapar, yaşlılar müstehcen hareketler yapar). Gençlerin ihtiyarlara karşı acımasızlığının çarpıcı bir örneğiydi bu elbette. Ama ne yazık ki doğru bir yanı da vardı.

Gerçi cinselliğin kıvılcımları, yetmiş yaşında da, seksen yaşında da her zaman kalır insanın içinde. Ne var ki, bu kıvılcımları bir yangına dönüştürmenin sonu felâket olur. İşte bu yüzden, biraz önce de dediğim gibi, cinselliği vaktinde olanca şiddetiyle yaşamak, sonra da bu devreden çıkmak akıllıca bir davranıştır. Gelgelelim devreden çıkmak hiç de kolay değildir. Hattâ yaşamın en güç dönemlerinden biridir. Bu dönem, gençliklerinde cinsel açıdan çok çekici olan kadınlarla erkeklere ayrıca güç gelir. Çünkü ihtiyarladıklarını artık kabul etmeleri gerekmektedir. Bunu kabul etmeye de kolay kolay katlanamaz insan. Ama söylediğinize kendiniz de içtenlikle inanarak “artık tamam, ihtiyarladım; cinsellik bittî bundan böyle” diyebilirseniz, gençliğinizde ve orta yaşlıyken hayal bile edemeyeceğiniz bir rahata kavuşursunuz. Eğer kadınsanız, çekici bir erkeğe; eğer erkekseniz, çekici bir kadına ilgiyle bakarsınız, “ah, keşke şu karşımdaki benim olsaydı!” diye bilinçli ya da bilinçsiz olarak artık için için yanmadığmızdan, onun neden çekici olduğunu daha iyi anlarsınız. Elbette bir nebze cinsellik de vardır bunda. Ama insanların hiçbir zaman yitirmediği bu türden bir cinselliğin, sizi artık aşk tutkusunun, dibinde alevler yanan uçurumlarına sürüklemeyeceğini bildiğiniz için, gençliğinizin acılarını da mutluluklarını da biraz hüzünlü bir huzurla anımsarsınız.

İlk sevgilim çikolata kokardı. Son sevgilim ölüm. (Aradakilerin kokusu yoktu.) Ben ölüm kokan son sevgilimi sevdim en çok. Çok şaşırtıcıydın. Sisler içinden ansızın çıkıveren Görkemli gemiydin. Denizden fırlayıp taklaklar atan Kocaman gümüş balıktın. Yemyeşil karpuza saplanan Kara saplı bıçaktın. Çok şaşırtıcıydın, çok. Sesini duyunca Ötüşmeye başlar Göğüs kafesimdeki O suskun kuşlar. Uğuldayan lodosda Martı çığlıklarından da Daha acı gelir bana Senin söylediklerin. Güneşlerde ısınmış bir kayasın, Sağlam, sıcak, suskun. Denizlerin tuzu teninde Saçlarında yosun kokusu. Hazerfen Mehmet Çelebi gibi Bırakıverdim kendimi Galata Kulesi’nden. …

Yaşlılığa ikinci çocukluk derler. Ben de bundan yararlandım. “Sekseninden sonra, insanın çocuklaşmaya, hattâ bunamaya hakkı vardır” dedim kendi kendime. “Vah zavallı, bunadı desinler canları isterse” dedim. “Mademki anılarımı yazıyorum, kendimi anlatıyorum, bu şiirimsi şeyler de benim bir parçam” dedim. “Duygularım fazlasıyla yoğunlaşınca, düzyazıyla söyleyemeyeceklerimi bu şiirimsi şeylerle söylerim, ne yapalım” dedim.

Mina Urgan Bir Dinozorun Anıları

Shakespeare Meselesi – Sahte Shakespeare’ler: Bacon – Sabahattin Ali

Yüksek ve asil şeylerin yine yüksek ve asil insanlar tarafından meydana getirileceğini kabul eden bir insan için, Shakespeare’in dramları gibi hak, doğruluk, yüksek ruhluluk ile dolu eserlerin, o devrin en bayağı ruhlu ve kendi velinimeti Essex ve Southampton’a nankörlük, hattâ hıyanet edecek kadar düşkün adamı olan Bacon tarafından yazıldığını tasavvur etmek bile imkânsızdır.

Stratford’da doğan ve geçenlerde orada adını anmak için yeni bir tiyatro kurulan Shakespeare’in, meşhur dramların asıl müellifi(yazarı) olmadığı, bu eserlerin başka insanların elinden çıktığı iddiası da son zamanların modasıdır. Bu iddiada olanların, “Shakespeare bu dramları yapamazdı” derken ileri sürdükleri deliller şunlardır: “Bu Stratford’lu köylünün terbiye ve tahsili hakkında hiçbir şey malûm değildir, imzası bir cahil elinden çıkmış bir çızıktırmadır, hiçbir yabancı dil bilmez, hiçbir başka memleketi tanımazdı. Ufak bir aktörden ibaretti, halbuki ömrünün sonlarında epeyce hali vakti yerinde bir hayat geçirmiştir, bu servetin kaynağı belli değildir ve vasiyetnamesinde de dramlarından hiç bahis yoktur. Yaptığı iddia edilen dramlarla asla alâkadar olmamış, onları bastırmağa teşebbüs etmemiştir. Bir satır el yazısı mevcut değildir” vesaire…

Biz geçen yazımızda Shakespeare’in terbiye ve tahsili hakkında kâfi malûmat vermiş ve cehaleti hakkındaki masalın nereden çıktığını göstermiştik. Diğer iddialara gelince: Shakespeare’in bugün elde bulunan imzaları vasiyetnamesindeki imzalardır. Vasiyetnamesini ise ölümünden birkaç gün evvel tanzim etmiş ve imzalamıştı. Hasta ve zayıf bir halde, elleri titreyerek attığı imzadan, adamcağızın adını düzgün yazamayan bir cahil ve acemi olduğu neticesini çıkarmak manâsızdır. Yabancı dil bildiği muhakkaktır. Eserlerinde geçen Fransızca kelimelerin onun bildiği Fransızcanın hepsini teşkil ettiği yolundaki, hiçbir hakikate dayanmayan iddiaya cevap vermek bile zaittir(gereksizdir). Yabancı memleketleri görmemesi onu dram müellifi olmaktan bilmem ne dereceye kadar meneder. 16’ncı asırda seyahat bugünkü kadar kolay ve yapılmış değildi ve Koock seyahat acentalığı maalesef ortada yoktu. Vasiyetnamesinde servetinin menbaı olarak dramlarını gösteremez, hattâ onlardan bahis dâhi edemezdi, çünkü Püritenlerin hâkim olduğu ve tiyatronun yasak edildiği Stratford şehrinde onun tiyatrodan para kazandığını söylemesi, ailesini şerefsizliğe mahkûm ederdi. Sonra dramları kendi malı değildi ki onlardan, ancak mutasarrıf olduğu şeyleri zikrettiği vasiyetnamesinde, bahsetmeye lüzum görsün. O, dramlarını, bir zamanlar sahipleri arasında olduğu Globe tiyatrosuna satmıştı… Bu eserler üzerinde hiçbir hakkı kalmamıştı, hattâ onları bastıramazdı bile… Bir satır el yazısı yoktur, çünkü o zamanlar mektup yazmak âdet değildi, ancak iş için mektup yazılırdı ve 200.000 nüfuslu Londrada dostlar birbirini her gün The Mermaid (deniz kıyısı) ismindeki “Edipler meyhanesi”nde görürlerdi; çünkü Shakespeare’in el yazısıyla olan dramları Globe tiyatrosuyla beraber yanmıştı. Ve nihayet şu da sorulabilir ki: O asır büyüklerinden kimin bir satır el yazısı vardır? Spencer’ın, Marlowe’un, Lyly’un, Sidney’in, hattâ Ben Johnson’un eserlerinin müsveddeleri nerede? Milton’ın Kaybolmuş Cennet’inin müsveddeleri nerede? İşte, bu gibi esassız sebeplerle Shakespeare’in eserleri kendisinden alınır ve bol keseden şuna buna dağıtılır. Şimdiye kadar bu eserlerin müellifi olarak ortaya sürülen isimler tam yedi tane idi. Filozof Francis Bacon, Altıncı Berlin Kontu, Beşinci Rutland Kontu, Yedinci Oxford Kontu, Sir Walter Raleigh, Christopher Marlowe ve nihayet “Awon’un Tatlı Kuğusu” ismi verilen bir kadın… Son günlerde bu yedi isme bir de Oxford Kontu Eduard de Vere ismi karışmıştır. Filozof Bacon gibi bir adama Shakespeare’in eserlerinin müellifliğini vermek acayipliğini 1856 senesinde Delia Bacon isminde bir Amerikalı kadın ortaya atmıştır. Bu iddiasının amillerinden birisi de bu isim benzerliğidir. Bu kadın, bilâhare delirerek ölmüş ve ölmeden evvel fikirlerinin saçmalığını itiraf etmiştir. Yüksek ve asil şeylerin yine yüksek ve asil insanlar tarafından meydana getirileceğini kabul eden bir insan için, Shakespeare’in dramları gibi hak, doğruluk, yüksek ruhluluk ile dolu eserlerin, o devrin en bayağı ruhlu ve kendi velinimeti Essex ve Southampton’a nankörlük, hattâ hıyanet edecek kadar düşkün adamı olan Bacon tarafından yazıldığını tasavvur etmek bile imkânsızdır. Bu iddiayı müdafaa edenlerin delilleri hep aynıdır: Shakespeare’in eserlerinde çok bilgi ve hikmet vardır, Bacon da çok bilen hâkim bir adamdı, şu halde bunları o yazmıştır. Shakespeare’in bunları yazmayacağı aşikârdır, çünkü o bir yüncü ve eldivencinin oğlu idi, üniversitede okumamıştı ve Ben Johnson’ın söylediğine göre biraz Lâtince ve daha az Yunanca biliyordu… Bugün Goethe hakkında hiç malûmatımız olmadığını veya Shakespeare’e dair bildiğimiz kadar malûmatımız olduğunu, fakat Kant’a dair adamakıllı çok şeyler bildiğimizi farz edelim: Goethe’nin eserlerini Kant’ın yazdığı iddiası da aynı şekilde ortaya atılamaz mıydı? Bu iddiacılar arasında, Shakespeare’in eserlerinin ilk “Falio nüshası”nda bir gizli yazı keşfettiğini, buradan Bacon’ın müellifliği anlaşıldığını ileri sürenler; Donnelly ve içerisinde, Shakespeare dramlarında da geçen birkaç atasözü bulunan fakat birçok sahifeleri “Akşamlar hayır olsun”, “Afiyette misiniz?” gibi “hâkimâne!”(bilgece) cümlelerle dolu bir çocuk defterini, Bacon’ın dramlarına esas olan not defteri diye ortaya atanlar (Madame Pott) bile görülmüştür. Bacon’ın bu dramlara ismini atmayarak başkasına izafe etmesine sebep olarak, Bacon’ın dramlara ismini koyması münasip olmayacak kadar yüksek mevkide olduğu, aynı zamanda hayatının ve hürriyetinin tehlikeye gireceği söylenir. Bacon ilk devlet memuriyetini 1603’te, yani Shakespeare’in 20 piyesinin oynanmış bulunduğu bir zamanda almıştır. Ve Francis Meres’in, Shakespeare’in 12 dramından bahsettiği 1598 senesinde Bacon bir hiçti. İsmini ortaya atmaktan yüksek memuriyetine (!) hiçbir zarar gelmezdi ve ancak Shakespeare’in ölümünden üç sene sonra “Lord-Şansölye” olmuştu. Essex’in Kraliçe Elisabeth aleyhindeki cemiyetine girdiği için hayatından korkarak ismini vermediği iddiası da gülünçtür: Çünkü Bacon’ın arkadaşlarını satarak yakasını sıyırdığı bu teşekkül 1601’de kurulmuştur ki, bu kendisinin, 1595’te Romeo ve Jülyet’in müellifliğini inkâra sebep olamazdı. Bacon’ın imzası altındaki eserleri meydandadır. Bunlar arasında edebî mahiyeti olanlar da vardır. Bunlardan biri olan Yeni Atlantis isimli ütopik eser, bunu yapanda hiçbir edebî yaratış kabiliyeti, hiçbir teknik maharet bulunmadığını göz önüne kor. Küçük bir vakayı bu kadar acemice tertip eden, bu kadar kuru ve soğuk bir kalemi olan bir adam dünyanın en ustalıklı kurulmuş, en tatlı sözlerle dolmuş dramlarını yazmış olabilir mi? Bacon, kraliçe kendi çiftliğine misafir gelince bir sone yazmıştır. Bacon’cıların delillerinden biri de budur. Fakat bu soneyi okumak bile böyle bir iddiaya gülmeğe kâfidir; Bacon kendisi de bu şiiri gönderdiği bir dostuna “şair olmadığımı itiraf ederim” diye yazmıştır. Fakat bunu Bacon’cılara kabul ettirmeğe imkân yoktur. Shakespeare’in Bacon namına imza atan bir sahtekâr olduğunu söyleyenlerin bir kısmı Marlow dramlarını da ona bağışlamışlardır. Ve hiçbirisi, dostları tarafından karakteri çizilen Shakespeare’in böyle bir sahtekârlığa âlet olacak adam olmadığını görememiştir. Bacon’cılar, Bacon eserlerinde bir kere bile Shakespeare ismi geçmemesini de bir delil olarak ortaya atıyorlar. Böyle bir isim geçmiş olsa onu da delil olarak alacakları muhakkak olmakla beraber, şunu söyleyelim ki, Bacon’ın eserlerinde hiçbir İngiliz şairinin ismi yoktur: Ne Spencer’ın, ne Chaucer’ın… Zaten Bacon asla güzel sanatlara ve edebiyata uzun boylu bir alâka göstermemiştir… Bacon iddiasını ortaya ilk atan Delia Bacon’a Carlyle’ın verdiği şu cevap pek nefistir: “Sizin Bacon’ınızın dünyayı yaratmış olması ne kadar mümkünse, bir Hamlet yaratması da o kadar mümkündür.” Bacon’ın eserlerini en iyi tanıyan ve onları en son toplayıp neşreden Speddig bu rivayetlerin zuhurunda şöyle demişti: “Shakespeare dramlarını başka birinin yazdığını kabul için herhangi bir sebep mevcut olabilir, ben şunu söylemek selâhiyetini kendimde bulurum: Bu başkası kim olursa olsun, Bacon değildir.” Bu sakat iddianın son mertebesine çıkan E. Borman isminde biridir. Bu adam Shakespeare’in cehaleti ve iktidarsızlığı hakkındaki eski delilleri tekrar etmekle beraber, dramların Bacon felsefesinin birer ifadesinden ibaret ve meselâ Fırtına’nın Bacon’ın rüzgârlara mütaallik makalesinin mütemimi, Hamlet’teki Horatio’nun (Ratio/akıl) olduğunu, ve nitekim Horatio’nun da hakikaten akıllı bir adamı temsil ettiğini söylemektedir… Bu adamın rivayetince Falstaff tipi (Fallstoff) yani (düşen cisim)dir ve tabiî, cazibe kuvvetini ifade etmektedir, ve terli iken Page ve Ford isminde iki kadın tarafından suya atılan bu Falstaff apaçık olarak “sıcaklık-soğukluk” nazariyesidir… Aklı başında bir insanın bu deli saçmalarını dinlemeğe daha fazla tahammülü yoktur. Fakat unutulmamalıdır ki bunlar kalın ciltler halinde intişar etmiş ve bir fikrin kıymetini kitabın kalınlığında ve sahife altındaki şerhlerin çokluğunda arayan safdiller tarafından “yeni keşfedilmiş hakikatler” diye kabul edilmiştir. Varlık, (34), I. Kânun [Aralık] 1934 Markopaşa Yazıları ve Ötekiler – Sabahattin Ali