NIETZSCHE: YOKSULLUKTAN, PİSLİKTEN, SEFİL BİR HUZURDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL RUHUNUZ!

0

Bir zamanlar ruh aşağılayarak bakıyordu bedene: ve o zamanlar bu aşağılama yücelerin yücesiydi: bedenin zayıf, iğrenç, açlıktan ölmek üzere olmasını isterdi ruh. Böylece bedenden ve yeryüzünden kurtulabileceğini düşünürdü. Ah, bu ruhun kendisi de hâlâ çok zayıf, iğrenç ve açlıktan ölmek üzereydi acımasızlık da bu ruhun şehvetiydi! Oysa siz de kardeşlerim söyleyin bana: bedeniniz ruhunuz için ne diyor? Yoksulluktan, pislikten ve sefil bir huzurdan ibaret değil mi ki ruhunuz.

Sahiden, kirli bir ırmaktır insan. Kirli bir ırmağı içine alıp da bozulmadan kalmak için, zaten bir deniz olmak gerekir. Bakın, Üstinsanı öğretiyorum size: işte bu denizdir o, büyük aşağılamanız batıp gidebilir içinde. Nedir yaşayabildiğiniz en büyük şey? Büyük aşağılamanın saatidir. Mutluluğunuzdan bile tiksindiğiniz saat, aynı şekilde aklınızdan ve erdeminizden. “Ne önemi var ki benim mutluluğumun? Yoksulluktan, pislikten ve sefil bir huzurdan ibarettir o. Oysa benim mutluluğum, varoluşun kendisini haklı çıkarmalı!” dediğiniz vakit. “Ne önemi var ki benim aklımın? Bir aslanın yiyeceğini araması gibi arıyor mu ki bilgiyi? Yoksulluktan, pislikten, sefil bir huzurdan başka bir şey değildir o!” dediğiniz vakit. “Ne önemi var ki benim erdemimin? Henüz öfkelendirmedi beni. Ne kadar usandım kendi iyimden ve kötümden. Yoksulluktan, pislikten, sefil bir huzurdan başka bir şey değildir bütün bunlar!” dediğiniz vakit. “Ne önemi var ki benim adaletimin? Bakıyorum da, ne közüm ben, ne de kömür. Oysa köz ve kömürdür adil olan!” dediğiniz vakit. “Ne önemi var ki benim merhametimin. Merhamet, insanları sevenin gerileceği çarmıh değil midir? Oysa benim merhametim çarmıha germe değildir!” dediğiniz vakit. Hiç böyle konuştunuz mu? Hiç böyle haykırdınız mı? Ah, bir kez duysaydım böyle haykırdığınızı! Günahınız değil kanaatkarlığınız haykırıyor göklere, günah işlerken bile cimri oluşunuz haykırıyor göklere! Peki, sizi diliyle yalayacak yıldırım nerede? Sizi aşılayacak çılgınlık nerede? Bakın, Üstinsanı öğretiyorum size: işte bu yıldırımdır o, bu çılgınlıktır o!

Friedrich Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt Türkiye İş Bankası Yayınları, Çeviren: Mustafa Tüzel

1 MAYIS İŞÇİ BAYRAMI: “EN BİLGİN AYNALARA / EN RENKLİ ŞEKİLLERİ AKSETTİREN ONLARDIR”

“DESTANIMIZDA YALNIZ ONLARIN MACERALARI VARDIR!”

ONLAR 

Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, cahil hakim ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

Onlar ki uyup hainin igvasına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice mürtede hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır, destanımızda yalnız onların maceraları vardır.

Demir, kömür ve şeker ve kırmızı bakır ve mensucat ve sevda ve zulüm ve hayat ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir sabah vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman.

En bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettiren onlardır. Asırda onlar yendi, onlar yenildi. Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için: zincirlerinden başka kaybedecek seyleri yoktur, denildi.

Nazım Hikmet

  Onlar ki – Nazım Hikmet / Yiğit Tuncay

1 MAYIS’IN KÖKENLERİ ÜZERİNE ROSA LUXEMBURG (ŞUBAT 1894)

Bir proleter (işçi) bayram gününü, sekiz saatlik iş gününü elde etme aracı olarak kullanma düşüncesi ilk kez Avustralya’da doğdu. Avustralyalı işçiler, 1856’da, sekiz saatlik işgünü lehinde gösteriler yaparak, toplantılar ve eğlenceler düzenleyerek, hep birlikte bir günlük iş bırakmaya karar verdiler. Bu kutlamanın yapılacağı gün olarak da 21 Nisan tarihi saptandı. Avustralyalı işçiler bu kararı, yalnızca 1856’da uygulamaya niyetlenmişlerdi. Ama bu ilk kutlamanın Avustralyalı proleter kitleler üzerinde çok büyük etkisi oldu, onları canlandırıp yeni bir heyecana yol açtı ve bu kutlamanın her yıl tekrarlanmasına karar verildi.

Gerçekten işçilere, kendi kendilerine kararlaştırdıkları bir anda, kitle halinde işi bırakmaktan daha fazla cesaret ve kendi gücüne güven duygusunu ne verebilirdi? Fabrikaların ve atölyelerin ebedi kölelerine, kendi öz birliklerini toplamaktan daha fazla ne cesaret verebilirdi? Böylece, proleter bir kutlama günü düşüncesi hızla benimsendi ve Avustralya’dan diğer ülkelere yayılmaya başladı, ta ki sonunda tüm proleter dünyayı fethedene dek.

Avustralyalı işçilerin örneğini ilk izleyen Amerikalılar oldu. 1886’da l Mayıs’ın evrensel bir iş bırakma günü olmasına karar verdiler, l Mayıs’ta 200 bin Amerikalı işçi iş bıraktı ve 8 saatlik işgünü talebinde bulundu. Daha sonra uygulanan polisiye ve yasal baskılarla, işçilerin bu ölçekte bir gösteriyi tekrarlaması birkaç yıl engellendi. Yine de 1888’de bu yolda yeniden karar aldılar ve gelecek gösterinin l Mayıs 1890’da olmasını kararlaştırdılar.

Bu sırada Avrupa’daki işçi hareketi de güçlendi ve canlandı. Bu hareketin en güçlü ifadesi, 1889’da toplanan Uluslararası İşçiler Kongresi oldu. 400 delegenin katıldığı bu Kongrede, sekiz saatlik işgünü talebinin en başta yer alması gerektiği yolunda karar alındı. Bunun üzerine Fransız sendikalarının temsilcisi, Bordeaux’lu işçi Lavigne, bu talebin tüm ülkelerde evrensel bir iş bırakma ile dile getirilmesini teklif etti. Amerikan işçilerinin temsilcisi, yoldaşlarının l Mayıs 1890’da grev yapılması yolunda aldığı karara dikkat çekti ve Kongre bu tarihte uluslararası bir proletarya gününün kutlanmasına karar verdi.

Otuz yıl önce Avustralyalı işçiler, aslında yalnızca bir günlük kutlama düşünmüşlerdi. Kongre, tüm ülkelerin işçilerinin, l Mayıs 1890’da sekiz saatlik işgünü için, hep birlikte gösteriler yapmasını kararlaştırdı. Kimse bu kutlamanın daha sonraki yıllarda da tekrarlanmasından söz etmedi. Doğal olarak, kimse, bu düşüncenin bir şimşeğin çakışı gibi başarı kazanacağını ve işçi sınıfı tarafından kısa zamanda benimseneceğini önceden göremezdi. Bununla birlikte, l Mayıs’ın her yıl kutlanacak sürekli bir kurum haline getirilmesinin gerekliliğini herkesin kavraması ve hissetmesi için, l Mayıs’ın yalnızca bir kez kutlanması yeterli oldu.

İlk l Mayıs’ta sekiz saatlik işgününün uygulanması talep edildi. Ama bu hedefe ulaşıldıktan sonra da, l Mayıs’ın kutlanmasına son verilmedi. İşçilerin burjuvazi ve egemen sınıf karşısındaki mücadelesi devam ettiği sürece, ve tüm talepleri karşılanmadığı sürece, l Mayıs, işçi sınıfının bu taleplerinin her yıl dile getirildiği gün olacaktır. Ve daha iyi günler doğduğunda, dünya işçi sınıfı kurtulduğunda, büyük bir olasılıkla insanlık o zaman da l Mayıs’ı, geçmişte verilen zorlu mücadelelerin ve çekilen acıların anısına yine kutlayacaktır.

Şubat 1894 Rosa Luxemburg (1 Mayıs’ın Kökenleri Nedir?)


Rosa Luxemburg

1871 yılının (bazı kaynaklara göre 1870) 5 Mart’ında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Polonya’da doğdu. Daha genç yaşlarında sosyalizmle tanıştı ve dönemin solcu gruplarında yer aldı. Daha 18 yaşındayken içinde bulunduğu gruplar ve politik görüşü yüzünden İsviçre’ye kaçmak zorunda kaldı. 1889’da Zürih Üniversitesi’ne girdi. Burada felsefe, tarih, politika, ekonomi ve matematik öğrenimi gördü, hayatında büyük etki bırakacak isimlerle tanıştı.

1890 yılında Bismarck’ın sosyal demokrasiyi yasaklayan kanunun lağvedilmesi ardından, sosyalist parlamentoya girdi. Parlamentoya giriş, dönemin sosyal demokratlarının devrimci uçtan uzaklaşmasına ve parlamentoda daha etkin olabilmek için çalışmasına neden oldu. Bu, Rosa Luxemburg’un da dahil olduğu devrimci görüş çizgisindekileri rahatsız etmekteydi. Bu sırada Zürih’te öğrenim görmeye devam eden Rosa 1898 yılında doktorasını tamamladı. Özgür bir Polonya için çalışmalarına devam etse de, onun kafasındaki tabloda Almanya, Avusturya ve Rusya’da devrim gerçekleştiği taktirde Polonya özgür olabilirdi. Bu tablo milliyetçi bir çizgi çizen Polonyalı sosyalist grupların ve Polonya Sosyalist Partisi’nin ondan daha da uzaklaşmasına neden oldu. Daha sonra bu görüşleri Rus sosyalist çevrelerle de ilişkisinin bozulmasına yol açacaktı.

1898 yılında Gustav Lübeck ile evlenerek Berlin’e taşındı, Alman vatandaşlığı kazandı. SPD’nin (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) aktif bir üyesi oldu. 1900 yılına gelindiğinde Luxemburg’un fikirleri tüm Avrupa’da sosyalist çevrelerde büyük yankı uyandırmakta, yazdığı makaleler ilgi görmekteydi. Özellikle Eduard Bernstein’in düşüncelerine getirdiği eleştiriler ile öne çıkıyordu. Alman militarizminin yükselen değer olması Luxemburg’u ziyadesiyle rahatsız ediyordu, bu konuda partiyle de ters düşmüştü. 1904 ile 1906 yılları arasında siyasi faaliyetleri ve görüşleri nedeniyle üç kez hapse girdi. Aldığı hapis cezaları onu yıldırmadı, faaliyetlerine devam etti. SPD’nin eğitim merkezlerinde Ekonomi ve Marksizm öğretmeye başladı.

Savaşın başlamasıyla esen milliyetçi rüzgar SPD’nin de milliyetçi eğilime yönelmesine neden oldu, ki bu Luxemburg’un fikirleri ile tamamen tezatlık oluşturuyordu bu sebeple partiyle olan tüm ilişkisini kesti. 5 Ağustos 1914’de Karl Liebknecht ile beraber Internationale grubunu kurdu. 1 Ocak 1916’da grubun adı Spartaküs Birliği (Spartakistler – Almanca Spartakusbund) oldu. Grubun devlete karşıt tutumu yüzünden 28 Haziran 1916’da Luxemburg hapis cezasına çarptırıldı. Hapiste geçirdiği yıllarda birçok makale kaleme aldı. Özellikle Rus devrimi üzerine yazdıkları ve Bolşeviklere getirdiği eleştiriler çarpıcıdır.

1918 Kasım’ında Luxemburg hapisten çıktı. Faaliyetlerine devam etti ve Liebknecht ile birlikte Alman Komünist Parti’sini kurdu. 15 Ocak 1919’da Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Wilhelm Pieck, Freikorps tarafından tutuklandılar, Pieck kaçmayı başarırken Luxemburg ile Liebknecht yedikleri darbelerle bilinçlerini kaybettiler. Aynı gün, Luxemburg ölene kadar dövülmüş ve ölü vücudu nehre atılmış, Liebknecht de başından yediği kurşunlarla öldürülmüştü.

Eserleri Gesammelte Werke (“Toplu Çalışmaları”), 5 cilt, Berlin 1970-1975. Gesammelte Briefe (“Toplu Mektupları”), 6 cilt, Berlin 1982-1997. Politische Schriften (“Politik Yazıları”), 3 cilt, Frankfurt am Main 1966.

İNSANLIK, DAHA İNSANİ BİR DÜZEYE ÇIKMAK YERİNE NİÇİN BAŞKA BİR BARBARLIĞA YÖNELDİ?

0
AYDINLANMANIN DİYALEKTİĞİ: ÖNDEYİŞ

İlk provalarını Friedrich Pollock’a adadığımız kitap üzerinde çalışmaya başladığımız zaman onu Pollock’un ellinci doğum gününe kadar bitirip yayımlayacağımızı umuyorduk. Ancak konuya girdikçe sorunlarla gücümüz arasındaki oransızlığı açıkça farkettik. Aslında amacımız, insanlığın gerçekten insani bir düzeye çıkmak yerine niçin yeni türden bir barbarlığa düştüğünü anlamaktan fazlası değildi. Mevcut bilince çok güvendiğimiz için betimlemenin güçlüklerini azımsadık. Modern bilimsel çalışmalarda büyük buluşların, kuramsal yapıda artan bir yozlaşmaya mal olduğunu yıllarca önce de görmüştük. Biz yine de, yazılarımızı özellikle uzmanlık alanına giren öğretilerin eleştirisi ya da sürdürülmesiyle sınırlayarak, bilimsel çalışmaları izleyebileceğimizi sanmıştık. Yazılarımız hiç olmazsa konu yönünden geleneksel disiplinleri, sosyolojiyi, psikolojiyi ve bilgi kuramını izlemeliydi. Ne ki, burada bir araya getirdiğimiz fragmanlar bu inancımızdan vazgeçmek zorunda kaldığımızı kanıtlamaktadır. Bilimsel geleneğin özenle gözetilişi ve denetlenişi, pozitivist sadeleştiricilerce yararsız bir yük diye özellikle unutulmaya bırakıldığı noktada bilginin momentlerinden birini oluşturuyorsa, o zaman günümüz burjuva uygarlığının çöküş sürecinde yalnız bilimsel çalışmalardan değil, üstelik bilimin anlamından da kuşku duyulması doğaldır. Taş kafalı faşistlerin ikiyüzlülükle göklere çıkardığı ve her kılığa girme yeteneğindeki insanlık uzmanlarının safdilce gerçekleştirdiği şey, yani Aydınlanmanın hiç durmadan kendi kendini tahrip edişi, düşünmeyi, çağın zihniyetinin alışkanlıklan ve eğilimleri karşısında iyi niyetliliğin son kalıntılarını da yasaklamaya zorlamaktadır. İnsanlık kaçınılmaz olarak düşüncelerin birer meta ve dilin de onların övgüsü olduğu bir konuma geldiyse, o zaman böyle bir yozlaşmanın nedenini anlamak için girişilen deneme geçerli dilsel ve düşünsel taleplerin ardına takılmayı reddetmelidir, hem de bu taleplerin tarihsel sonuçları denemeyi tamamen boşa çıkarmadan önce.

Söz konusu yalnızca bilimin dalgınlıkla alet edilişinden doğan engeller olsaydı, o zaman düşünme, toplumsal soranlar konusunda en azından resmi bilime muhalefet eden akımlarla bağlantı kurabilirdi. Ama bu da toplam üretim sürecinin mülkiyetine girmiştir. Bu akımların uğradıkları değişiklikler ait oldukları ideolojilerdeki değişmelerden hiç de az değildir. Muzaffer düşüncelerin bugüne kadar karşı karşıya kaldıkları şeyler şimdi onların başından geçmektedir. Bu deneme kendi isteğiyle eleştirel bir öğe olmaktan çıkıp sırf bir araç olarak mevcudun hizmetine girerse, beğenip seçtiği olumluyu istemeyerek bir olumsuza, bir yıkıcı-olana dönüştürür. Onsekizinci yüzyılda kitaplarla insanların yakılmasına karşı durarak alçaklığa ölüm korkusu aşılayan felsefe daha Bonapaıt: döneminde saf değiştirmişti. Sonuçta Comte’un apologetik (sakıncalı) ekolü uzlaşmaz Ansiklopedicilerden boşalan yeri gaspetmiş ve elini, bir zamanlar bu eli geri çevirenlerin hepsine uzatmıştır. Eleştiriden olumlamaya dönen başkalaşmalar kuramsal içerik üzerinde de etkisini göstermekte, bu içeriğin hakikati silinip kaybolmaktadır. Motorize edilmiş tarih bugün hiç kuşkusuz bu tür düşüncel gelişmelerin hâlâ önünde gitmektedir. Başka kaygılar taşıyan resmi sözcüler, kendilerine birer mevki sağlamış olan kuramı henüz tam anlamıyla yozlaşmadan önce ortadan kaldırıyorlar.

Düşünme, işlediği suçları ölçüp biçerken yalnız bilimsel ve gündelik değil, üstelik karşıt kavram dilinin onaylayıcı kullanılışından da yoksun bırakıldığını anlamaktadır. Egemen düşünme doğrultusunun onayını almaya uğraşmayan bir ifadeye rastlamak artık mümkün değil ve beylik, klişe dilin kendi başına yerine getiremediği şeyler, toplumsal mekanizmalar tarafından titizlikle telafi edilmektedir. Aşın masraflardan duydukları endişe yüzünden sinema fabrikalarının kendi istekleriyle bakıp besledikleri sansürcüler, çalışma yaşamının her alanında karşılaşılan resmi mercilere benzemektedir. Bir edebiyat metninin, yaratıcısının kendi öngörüsüyle olmasa dahi, yayınevinin içinde ve dışında redaktörün, yayıncının, düzelticinin, ghost writer’in (bir başkası adına kitap vb. kaleme alan yazar —ç) kalemiyle bağımlı kılındığı süreç titizlik bakımından sansürün her çeşidini hâlâ gölgede bırakmaktadır. Bunların işlevlerini tamamen gereksiz hale getirmek, tüm hayırsever reformlara karşın, eğitim sisteminin tutkuyla ulaşmaya çalıştığı bir hedef gibi görünüyor. Olguların saptanmasına ve olasılıkların hesaplanmasına kesin bir sınır konmaması durumunda idrak eden aklın şarlatanlıklara ve boşinançlara fazlasıyla duyarlı kalacağı kanısı, şarlatanlıkların ve boşinançların aşırı derecede rağbet görmesine yol açan verimsiz bir zemin hazırlamaktadır. İçki yasağı nasıl ki o günden bu yana çok daha zehirli ürünlerin yaygınlaşmasına ortam yarattıysa, kuramsal imgelemin engellenişi de politik hezeyanlara yol açtı: İnsanlar her ne kadar bu hezeyanlara henüz kapılmadılarsa da, dıştaki ve kendi kendilerince telkin ettikleri sansür mekanizmaları nedeniyle direnme araçlarından yoksun bırakıldılar.

Çalışmalarımızda karşılaştığımız çıkmaz (aporie) böylece araştırmaya kalktığımız ilk konu olarak beliriyordu: Aydınlanmanın kendi kendini tahrip edişi. Toplumda özgürlükle aydınlatan düşünme’nin birbirinden ayrılamayacağını biliyoruz ve bizim petitio principii’miz (kanıtlanması gereken önermeyi kanıtlamak için kullanma yanlışlığı —ç) de buradan kaynaklanıyor. Ne var ki, bu düşünme kavramının, somut tarihsel biçimlerden, iç içe geçtiği toplumsal kurumlardan daha az olmamak üzere, bugün her yerde meydana gelen gerilemenin nüvesini kendinde barındırdığını açık seçik görmüş olduğumuza inanıyoruz. Aydınlanma bu gerileme momenti üzerinde düşünüp taşınmazsa o zaman kendi kaderini tayin eder. İlerlemenin yıkıcı öğelerini tartıp biçmeyi düşmanına bıraktığında gözü kapalı pragmatikleştirilmiş düşünme muhafaza edici karakterini ve bu nedenle hakikatle olan ilişkisini kaybeder. Teknolojik yönden eğitilmiş kitlelerin akıl sır ermez şekilde her çeşit despotluğun çekiciliğine kapılma eğilimi göstermesinde, ırkçı paranoyaya kendini tahrip edercesine ilgi duymasında ve kavranılmayan tüm anlamsızlıklarda bugünkü kuramsal anlayışın zayıflığı gün ışığına çıkmaktadır. Aydınlanmadan mitolojiye gerileyişin nedenini, özellikle gerileme amacıyla icat edilmiş milliyetçi, pagan ve diğer modern mitolojilerden çok, hakikat karşısında donup kalmış Aydınlanmanın kendisinde aramak gerektiğini göstererek bu fragmanlarda böyle bir anlayışa katkıda bulunacağımızı sanıyoruz. Her iki kavram da yalnız aklın tarihi açısından değil, reel açıdan anlaşılmalıdır. Nasıl ki Aydınlanma burjuva toplumunun gerçek hareketini bütün olarak, bu harekete ilişkin kişilerde ve kurulularda cisimleşmiş düşünce açısından ifade ediyorsa, o zaman hakikat salt rasyonel bilinç demek değildir, üstelik onun gerçeklikte aldığı biçim anlamına da gelmektedir. Modern uygarlığın yasal çocuğunun, daha farkına varma sırasında bilim, ticaret ve politikada egemen göreneklerce klişe halinde hazırlanmış olgulardan ayrılıp, uzaklaşma korkusu, toplumsal sapmalar karşısında duyulan korkuyla doğrudan özdeştir. Aynı görenekler bugün dilde ve düşünme’de sanatın, edebiyatın ve felsefenin yetinmesi gerektiği açıklık kavramım da tanımlıyor. Bu kavram, olguları ve egemen düşünme biçimlerini olumsuz değerlendiren düşünme’yi kuşkulu bir muğlaklık diye, ülkeye yabancı diye tabulaştırarak aklı gitgide daha koyu bir karanlığa itmektedir. Bu öylesine korkunç bir durum ki, beylik, klişe bir dilde yenilik öneren en namuslu reformcular bile duruma uydurulmuş kategoriler aygıtım ve ardındaki değersiz felsefeyi benimseyerek yıkmak istedikleri mevcudun sultasına güç katmaktadırlar. Bu sahte açıklık şimdi mitin bir başka ifadesi olmaktadır. Mit her zaman hem karanlık hem de aydınlatıcıydı. Her defasında kavramın işleviyle içli dışlı olarak ve kendini ondan bağışık tutarak kimliğini kanıtlamıştır.

İnsanın doğal çöküşünü bugün toplumsal ilerlemeden ayrı düşünmek mümkün değildir. Ekonomik üretkenliğin artışı bir yandan adil bir dünya için gereken koşulları yaratırken öte yandan teknik aygıta ve bunu elinde tutan sosyal gruplara halkın geri kalan kısmı üzerinde hadsiz hesapsız bir üstünlük kurmalarını sağlıyor. Ekonomik güçler karşısında birey tamamen hükümsüz bırakılıyor ve bu güçler toplumun doğa üzerindeki egemenliğini akla hayale gelmez bir düzeye çıkarıyor. Birey kullandığı aygıtın önünde görünmez hale gelirken geçimi yine bu aygıt tarafından çok daha iyi bir şekilde sağlanıyor. Kendilerine dağıtılan metaların niceliğiyle birlikte kitlenin acizliği ve güdülme olasılığı adil olmayan bir şekilde artıyor. Alt katmanların yaşam düzeyinin maddi yönden büyük ölçüde, sosyal yöndense hayal kırıklığı yaratacak şekilde yükseltilişi, aklın ikiyüzlülüğe yakışan yaygınlaşmasında yansıyor. Aklın gerçek isteği şeyleşmenin yadsınmasıdır. Akıl, kültür metası haline getirildiği ve tüketim amacıyla insanlara teslim edildiği noktada çözülüp dağılmak zorundadır. Açık ve tam bir enformasyon seli ile şatafatlı, düzenli eğlenceler insanları bir yandan akıllandırırken öte yandan aptallaştırıyor.

Söz konusu, Huxley, Jaspers, Ortega y Gasset ve diğer uygarlık eleştirmenlerinin düşündükleri gibi değer olarak kültür değil, insanların tamamen ihanete uğramamaları gerekiyorsa, Aydınlanmanın aklını başına toplamasıdır; geçmişi korumak değil, geçmişte beslenen umutların gerçekleştirilmesidir. Ne ki, geçmiş bugün geçmişin tahrip edilişi olarak devam ediyor. Ondokuzuncu yüzyıla kadar bir ayrıcalık olan, eğitim görmemişlerin artan sefaletiyle ödenen saygıdeğer eğitim, yirminci yüzyılda hijyenik fabrika tarafından tüm kültürel öğelerin devasa bir potada eritilmesiyle satın alındı. Ekonomik kazanımların karşıtlarına dönüşmesinde satışa çıkarılan kültürün hiçbir katkısı olmadığını öne süren kimi kültür savunucularının sandığı gibi belki de bu o kadar yüksek bir bedel değildi.

Refah metaları mevcut ilişkilerde birer sefalet öğesi haline gelmektedir. Bu metaların niceliği geçmiş dönemde, toplumsal öznenin bulunmayışı yüzünden iç ekonomi bunalımında aşırı üretim olarak bir etki yarattıysa, bugün de iktidar gruplarının toplumsal özne olarak başa geçmeleri yüzünden uluslararası faşizm tehlikesini doğuruyor: İlerleme birdenbire gerilemeye dönüşmektedir. Hijy’enik fabrikaların ve bunlarla ilgili her şeyin, Volkswagen’in ve spor sarayının* metafiziği ahmakça ortadan kaldırması pek büyük bir önem taşımazdı, ama bunların toplumsal bütünde metafizik haline gelmesi, arkasında reel felaket ve belaların yığıldığı ideolojik bir perdey’e dönüşmesi hiç de önemsiz değil. İşte bu durum fragmanlarımızın çıkış noktasını oluşturuyor.

Bir sonrakinin kuramsal temeli olan ilk makale rasyonellikle toplumsal gerçekliğin ve bundan ayrılmayan doğa ile doğa üzerindeki egemenliğin iç içe geçişini açıklamaya çalışıyor. Bu arada Aydınlanmaya yönelik eleştiri de, içine karıştığı gözü kapalı egemenlik entrikasından Aydınlanmayı kurtaracak olumlu bir kavramı yine Aydınlanmadan çıkarak hazırlayacak.

İlk makale eleştirel bölümünde kaba çizgilerle iki sav içeriyor: Mit zaten Aydınlanmadır, ve: Aydınlanma mitolojiye geri dönmektedir. Her iki arasözde bu savlar özgül konular üzerinde geliştirilmiştir. Birincisi, burjuva-batı uygarlığının dikkate değer ilk belgelerinden birini oluşturan Odysseia’da mitle Aydınlanmanın diyalektiğini izliyor. Araştırmanın odak noktasında,mitsel doğa ile Aydınlatılmış doğa üzerindeki egemenliğin ayrımını ve neredeyse birliğini açıkça gösteren kurban ve feragat kavranılan yer almaktadır. İkinci arasöz, Aydınlanmanın hatır gönül tanımaz tamamlayıcıları Kant, Sade ve Nietzsche’yi konu alıyor ve tüm doğal şeylerin körükörüne nesnel-olanla doğal-olanın egemenliğinde otokratik özneye bağımlı kılmışının özellikle nasıl zirveye ulaştığını gösteriyor. Bu yönteme burjuva düşününün tüm karşıtlıklarını, özellikle de ahlaksa! hoşgörüsüzlük ve mutlak ahlaksızlık arasındaki karşıtlığı kaldırıyor.

“Kültür Sanayii” bölümü, Aydınlanmanın asıl ifadesini sinema ve radyoda bulan ideolojik gerileyişini sergiliyor. Aydınlanma burada özellikle yapım ve yayın tekniği ile bunların etkisinin hesaplanmasından ileri geliyor; ideoloji, kendine özgü içeriği gereği, tekniği kullanan güçlerin ve varoluşların putlaştırılmasıyla tükenip gidiyor. Bu çelişkiyi incelerken kültür sanayii, kendisince istenenden çok daha ciddi bir biçimde ele alındı. Ama kendi ticari karakterine olan güçlü eğilimi, yumuşatılmış gerçeğe duyduğu inanç, yalan karşısında çoktan beri sorumluluktan kaçmasına yarayan bir bağışlatıcı neden haline geldiği için, çözümlememiz de nesnel olarak bu sanayinin ürünlerine içkin, bir estetik yapı ve bu yapıyla biçimlendirilmiş bir gerçek olma savını izlemekte ve bu savın geçersizliği üzerinde toplumun düzensizliğini göstermektedir. Kültür sanayii ile ilgili bölüm, diğer bölümlere karşılık, daha çok fragmanlar halinde kaleme alınmıştır.

“Anti-Semitizmin Öğeleri” bölümünde yer alan sav biçimi tartışmalar aydınlatılmış uygarlığın aslında barbarlığa dönüşünü söz konusu ediyor. Sırf düşüncel değil, pratik olarak da kendi kendini yok etme eğilimi başlangıçtan bu yana rasyonelliğe aittir, yoksa yalnız bu eğilimin yalın şekilde öne çıktığı evreye değil. Bu anlamda anti-semitizmin ilktarihini felsefi açıdan yazmaya çalıştık. Anti-semitizmin “akıldışıcılığı”, egemen aklın özünden ve bu aklın yansımasına uyan dünyadan türetilmektedir. “Öğeler” doğrudan doğruya Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün, Felix Weil tarafından kurulan ve hayatta kalması sağlanan vakfın ampirik araştırmalarına bağlıdır; bu vakıf olmasaydı yalnız bizim araştırmalarımızı değil, üstelik Alman göçmenlerinin Hitler’e karşın hâlâ süren kuramsal çalışmalarından büyük bir bölümünü de gerçekleştirmek mümkün olmayacaktı. İlk üç savı, Frankfurt’taki başlangıç yıllarından bu yana bilimsel birçok sorun üzerinde ortak çalışmalar yaptığımız Leo Löwenthal ile birlikte yazdık.

Son bölümde, kısmen önceki makalelerde belirtilmiş düşüncelere ait olan, ama orada kendine yer bulamayan görüşler, kısmen de gelecekteki çalışmalara ilişkin sorunlar şimdilik ana hatlarıyla betimleniyor. Bunların büyük bir bölümü diyalektik bir antropolojiye dayanıyor.

Los Angeles, California, Mayıs 1944 Aydınlanmanın Diyalektiği / Felsefi Fragmanlar Max Horkheimer – Theodor W. Adorno


* Goebbels’in, hazır bulunanlarca da onaylanan, topyekün savaş propagandası yaptığı yer, çn.

YAZMA BÜYÜSÜ: YAZARLIK ÖĞRENİLEBİLİR Mİ? – İNCİ ARAL

Çoğu insana göre yazabilmek doğuştan gelen bir donanımdır ve yazar olmak için yetenek ön koşuldur. Farklı sanat dallarında eğitim veren köklü okullar, atölyeler, usta çırak ilişkileri olmasına rağmen, ülkemizde yaratıcı yazarlık kurumlarının fazla bulunmaması, ilk bakışta bu kanıyı doğrular görünüyor.

Öte yandan uygulamalı sanatlar çok yanlış olarak bir ölçüde zanaat sayılmış, yazarlığa ise neredeyse tanrısal bir anlam yüklenmiş de olabilir. Ne olursa olsun son birkaç yıldır bu inancın kırılmaya başladığını ve yazarların gizemli bir güçle doğmamış olduklarının anlaşıldığını görüyoruz.

Bireysel kavrayışlar, sistemin getirdiği iç-dış dünyaya ilişkin duygu ve yaşantılardaki yetersizliklerle engeller, birçok insanı yazma uğraşına ve arayışlarına yöneltti. Yazarlığın çekici bir meslek olarak görülmeye başlanması, farklı deneyimlerin yazına dönüştürülme arzusu ve kitapların daha kolay yayımlanır oluşu da ilgiyi arttırdı. Yazmak isteyen ve yazmakla ilgili soruları olan her yaştan insan, yazarların yönettiği yazı atölyeleri ve kurslara katılmaya başladılar.

Bu kurslara giden kişiler farklı amaçlar taşıyor olabilirler. Yazma sanatına biraz daha yakından bakmak, yazma korkusunu yenmek, söyleyecek sözü olup olmadığına karar vermek ya da yazmaya nereden, nasıl başlanacağını bilmek isteyenler, arzusunun ne ölçüde gerçekçi olduğunu anlamak ihtiyacı duyanlar çıkabilir. Oldum olası yazmayı düşünmüş, ama hayat izin vermediği için, ertelenmiş bir özlemi gerçekleştirmeye en sonunda fırsat bulmuşlar da vardır belki.

Yazmanın terapi olduğuna inananlar, mutlaka yazarak anlatmak istediği kişisel bir hikâyeden yola çıkanlar, kültürel yarar sağlamak, okuma yazma birikiminin boyutunu ve bunu nasıl kullanabileceğini öğrenmek için gelenler de olabilir. Tümünde ortak bir yön görüyoruz: Yaratma ve bunu yaparken kendi kendimizi tanıyıp keşfetme isteği.

İnsan, evrenin büyüklüğü ve doğanın zenginliği içinde en yetenekli canlı olduğunu sürekli hissetme ihtiyacındadır. Bunu en yoğun biçimde bir gerçekliğe hayat verdiğimiz, bir düşünce ürünü ya da nesne ortaya koyabildiğimiz zaman duyarız. Kendi varlığını nesnenin ya da bir anlam bütününün yaşamında görme, kavrama olanağı, sanatın itici gücü olduğu kadar insanın yaşamını yaratarak sürdürme güdüsüyle de ilintilidir.

Yaratmak, doğanın ve evrimin temel taşıdır. Yazmaksa bize sunulanlarla yetinmeme, duyguları, düşünceleri en yüksek derecede estetik ölçütlerle ve etkileyici bir dille ifade edebilme cesaret ve girişimidir.

Yaşam boyunca kaygılar, yasak ve kurallarla karşılaşıyor, sayısız sınırlayıcı deneyimden geçiyoruz. Yazma eğitimi ve ardından gelen yaratma eylemi ise bize kendi zayıflığımızı ve sınırlarımızı fark etme, onları yenme bilinci kazandırıyor. Çünkü insanı sınırlayan engeller, aynı zamanda ortadan kaldırılmak üzere var olurlar. Sınırlanma ve genişleme bir arada yol alır ve yazma edimi büyük ölçüde uyuşmazlık ve gerilimden beslenir.

Yazı sanatına ilgi peşinen bu gerilim, merak ve geliştirilebilir yaratma arzusunu ifade ediyor. Ne ki hiçbir yazma yeteneği işlenmeden ortaya çıkmaz. İster kendi çabasıyla ister belli bir eğitim alarak olsun, insan sahip olduğu cevheri işlemek, yontup parlatmak zorundadır.

Yaratıcı Yazarlık Kursları olarak anılan etkinlikler, yazmanın temel dinamiklerini kavramak açısından belli ölçüde yararlı olabilir ama hiçbir kurs insanı yoktan yazar yapamaz. Yazarlık duygusu, sezgisi ve bilgisi insanın içindedir. Sistemli bir okuma, yazma, biriktirme çabası ve disiplinli çalışmayla yol alır ve yazar olma rüyası uzun sürer.

Yazmaya başlamak ciddi bir serüvendir. Tümüyle öznel ve bağımsız bir eylem, duygu ve düşüncelerin ben-merkezden yansıtıldığı bir alan, yoğun bir aktarımdır. Bu süreçte sürekli olarak kendi hayallerimiz, düşünce, yorum ve sözcüklerimizle karşılaşırız. Bu, değişik uyarılar ve duyumlarla yaşanan çok canlı bir süreçtir ve insanda aşkınlık duygusu yaratır. Yani kişinin kendini gerçekleştirme çabasının dışavurumu olarak, edilgen de olsa özgürleşme yoluna doğru bir atılımdır.

Bütün yazma hevesleri ve girişimleri heyecan verici olmakla birlikte yoğun bir kuşkuyla başlar. Bu, ne yaptığı, yaptığının bir anlamı olup olmadığı kuşkusudur. Yazmak bireysel bir eylem olmakla birlikte, başka gözlere ve görüşlere sunulamayan her çalışma bize –güzel de gelse– kesinlik kazanmamış görünür. Kendisi için yazdığını söylemek bencilce bir savunmadır. Çünkü yazmak öncelikle bölüşme arzusudur. Yaratacağı etkiyi görmeden yazdıklarımıza inanamaz, çoğu kez umutsuz kalırız. Yazma çabası ancak başkalarıyla iletişim yoluyla anlam kazanır. Kurslar bu konuda ufuk açabilir. Güvenilir bir usta ya da hoca size ne yaptığınızı söyleyebilir.

Yazmak gözümüzün önünden bir an geçen bir görüntüyü, ruh halini, ışığı, yüzü yakalama, hayal gücümüzle yeniden kurarak anlatabilme, sesleri işaretleri ayrıştırma, soyutlayabilme becerisidir. Nasıl ve neyi yazacağını her şeyden önce insan kendisi keşfetmek zorundadır ve bu birkaç haftalık bir atölye çalışmasıyla öğrenilebilecek bir zanaat değildir. Yazarlığın bütün bir ömre yayılan sistemli bir çalışma, özverili bir kendini yeniden inşa etme eylemi olduğunu bilmeyen kişi yazmaya heves etmemelidir.

Yazmaya girişmek heyecan verici ve güzel olduğu kadar nereye düşeceğinizi bilmediğiniz tehlikeli bir sıçrayış, sonunu önceden göremediğiniz bir serüvene atılmaktır. Kendimizi bütün varlığımızla yazıya adamaya karar versek bile, sonuçta isteğimiz ya da yatkınlığımız konusunda doğru karar vermemiş olduğumuzu görmeye, yanıldığımızı anlamaya ve kabul etmeye en baştan açık olmalıyız.

İnci Aral Yazma Büyüsü

AMİN MAALOUF: İNSANLARDAN UZAKTA OLDUĞUMDA, BELKİ ONLARI SEVMEYİ YENİ BAŞTAN ÖĞRENİRDİM

Açıklıyayım: eskiden Clarence, emekliliğini, emekliliğimizi, bitmez bir dünya yolculuğu olarak düşlüyordu.

Yolculuk yapma tutkusundan arınmak için, günlerini oturarak geçirmeyi değil de, aynı ülkelere daha yavaş ve vakit, saat, not deften düşünmeden, keyif almak için bile herhangi bir zorunluluk duymadan, huzurlu gezintiler yapmayı düşünüyordu.

Olaylar, Doğu’ya ait düşlerini kırdı, hayallerini parçaladı, kaçış ona yasaklanmış oldu. Kendi durumu ve dünyanın durumu yüzünden. Tasarısının henüz bir anlamı olduğu günlerde, Clarence onlardan, korkunç günlerin akşamında söz ederdi. Bırakırdım gezinsin. O anlar onu, usulca belinden tutardım. Hareketsiz bir yolculuk yaparmışız gibi. Başım arkada, ışıldayan yüzüne bakar, hafif kır düşmüş saçlarını ve esmer, çıplak omuzlarını öper, hayal dünyasını asla yıkmaya kalkışmazdım.

Tabii ona karşı da çıkmazdım. Oysa emekliliğimizi bambaşka düşlemiştim; onunkisi tembellik ve gezginlik, benimkisi çalışkanlık ve yerleşiklik olacaktı. Savoie’daki samanlıkta bir mikroskop! Onu asla bu kapalı yerde kalmaya zorlamazdım, önce ben onu yollarda izler, sonra yaşlanınca, o benim kır evime gelirdi. Yazgı, bunlardan birini unutmamızı emretti, onunkisini!

Düşlerim nicedir Alplerin yakınlarında mesken tutmuştu; Clarence’inkiler onlara katıldı. Artık şimdi, her ikimiz de, Avrupa’nın damındaki bu bir çeşit rasathanede yaşamayı özlüyorduk. Belki de bu biçimde uzaklaşarak, yaşlanmakta olanların nihai gururu olan aklın, başımızda olmasını sağlayabilirdik.

Beatrice’in yüzyılının otuzuncu yılında, kütüphanemi Aravis’e taşıdım. Kitaplarımı, aletlerimi, böcek koleksiyonumu ve kışlık giysilerimi. Sayfiye evi böylece daimi ikametgâh oldu, geriye kalan mevsimler için.

Kente dayanamaz olmuştum. İnsanlar duvarlara yapışmış gibi, karanlık bakışlar, karanlık gözlerle, diplerinden sürtünüyorlardı. İkinci Dünya Savaşında geceler soğuk ve kömür sıkıntısı çekilirken de aynen böyle olmalıydı. Ama bugün ne savaş vardı ne de soğuk. Bıkkınlık vardı. Savaş olmadan, yenilmişliğin acı tadı vardı. Hiçbir ateşin ısıtamadığı kış, insanların içindeydi.

Ne insanları, ne sokakları tanıyabiliyordum. Bazen, kendi düşüncelerimi dinlerken sıçrıyordum. Korku, canavar doğurur.

Benim korkum katmerliydi. Kentli olarak, tanıdık olmayan her yüze, her kalabalığa kuşkuyla bakıyordum. Sokaktaki, gölgeleri beni korkutan insanları bir hareketimle kül edebilseydim… Bir kış akşamı, sokağın köşesinde, kaldırımda ateş yakmış bir grup genç gördüm. Eskiden olsa, hoşuma giderdi, onlarla şakalaşırdım. Oysa şimdi, onlarla karşılaşmamak için yol değiştirdim ve binama girmeden önce onlara uzaktan nefretle baktım. 1

Eve girdikten, zırhlı kapıyı üç kez kilitledikten sonra diğer korku, şu kararmış kentin beni getirdiği halden, insanlara ve dünyaya bakışımdan utanmam ve korkmam benliğimi sardı. İvedilikle uzaklaşmam, uzaklarda huzuru bulmam gerekiyordu. İnsanlardan uzakta olduğumda, belki onları sevmeyi yeni baştan öğrenebilirdim.

Son zamanlarda beni Paris’e bağlayan tek şey, Beatrice, Florian ve Morsi’ydi. Kaçacaksam, onlarla birlikte kaçmalıydım.

Aslında, en yakınlarım da olsa, insanları kendi yollarında gitmeye bırakmak, başkalarına saygı göstermek gibi bir eğilimim vardır, bu benim için kutsal bir ilke olmuştur. Ancak bu kez, bundan vazgeçerek ısrarcı oldum, kızıma bir karar verdirebilmek için sevginin ve korkunun bütün tellerini çaldım. Cenevre’de bir iş bulması için ailesi Morsi’ye baskı yapıyordu. O zaman Aravis’e bir saatlik yerde olacaklardı. Sonunda kabul ettiklerini görünce, rahat bir nefes aldım. Ve ancak yanıbaşıma geldiklerinde, yaşama sevincime kavuşarak çalışmaya koyulabildim.

Bu tanıklık eden kitabı yazmaya henüz niyetli değildim. Aileme ayırmadığım zamanları mikroskobumun ve kınkanatlılar koleksiyonumun başucunda geçiriyordum. Bazen, çekmecelerimde, Andre Vallauris’in bir mektubunu ya da kesilmiş veya kopya edilmiş bir makaleyi bulduğumda, okumakla fazla oyalanmadan, çekmeceme yerleştiriyordum.

Yazar olma düşüncesi ne zaman aklıma geldi? Belki de sadece, Beatrice’in doğduğu yıla ait kalın ve boş bir defteri bulduğum gün. Bu nesne birkaç hafta masamın üzerinde öylece durdu, ne atabiliyor, ne kayırabiliyordum. Sonra günün birinde, elimde bir dolmakalem, sayfalarını çevirmeye ve ilk satırları karalamaya başladım.

Bir süre sonra, kimseye bir şey söylemeden (çünkü belki asıl işim olan böcek bilimciliğinden bu denli uzak bir işi sonuçlandırabileceğimden emin değildim ve o yüzden Clarence’a bile açılamıyordum) saatlerce kapanıp sayfalarca anılarımın temposunda yazı yazıyor ve bölümlerini birbirine bağlamak için alfabe sırasını A’dan Z’ye kadar kullanıyordum.

Artık sonuna çok yaklaştım. Bu denli ağır olacağını tahmin etmediğim bir yükten kurtulacağımı hissediyorum. Bu metin günün birinde yayınlanır mı? Buna ilgi gösterecek biri bulunur mu? Kaç yılda? Bu artık benim işim değil diyesim geliyor. Yazgısı ne olursa olsun, benim rolüm bitiyor. Denize bir şişe atılırsa, birinin onu bulması istenir, ama yanıbaşında yüzülmez.

Üstelik, utanmadan diyebilirim ki, şu andaki tek tasam, ailemi dünyanın karışıklıklarından, olabildiği kadarı ile şiddetten ve cinayetten korumak ve minicik krallığım Aravis’te yaşama sevincini tatmaktır.

Etkinliklerle dolu günler, Savoie’daki sığınağımı, oturulabilir bir yer yaptı. Benim indimde burası, Ararat dağının (bildiğiniz gibi Nuh’un gemisinin konduğu Ermenistan’daki dağ) boyutlarını kazandı. Dünyada korku, Tufan’daki su gibi yükseliyor, ıslanmayanlar için görüntü, muhteşem olabilir.

Muhteşem mi? Bu sözcük, insana alay gibi geliyor.

Her trajedya muhteşemdir, her kıyamet de muhteşemdir… ama şurası da doğru ki, yaşlılığımın yüzyılında, hayran kalabileceğim başka şeyler bekliyordum.

Kaç kez, işin bu noktasına nasıl geldiğimizi kendi kendime sordum. Bundan önceki sayfalarda, olayları, izlenimleri, nedenlerin belirtilerini anlattım. Sahneden, acele etmeden ama esef de etmeden ayrılmaya hazırlanırken, daha hâlâ, bir an için yazgının çizgisi değiştirilebilir ve insanların düşlerine daha uygun bir ortama çekilebilir miydi diye soruyorum. Tanıklığımı ve son yıllardaki yazıları istediğim kadar yeniden okuyayım, yanıt bulamayışım bazen can sıkacak biçimde devam ediyor. Olanlar, önlenebilir miydi? Sanırım hayır, başka yolların olabileceğine inanmaktan kendimi alamıyorum.

Tamamlanmış, bitmiş gelecek zamanları sık sık düşünüyorum. Bazen, günlük gezintilerim sırasında, altmış yıl geriye, Beatrice’in yüzyılının başlamasından gerilere gidiyor ve üyesi olduğum sinir bozucu insanlığın izleyebileceği yolları hayal etmeye çalışıyorum.

O zaman, bir gezinti süresince, bambaşka bir dünya yaratıyorum. Özgürlüğün ve refahın, suyun üzerindeki dalgalar gibi usul usul yayıldığı bir dünya. Tıbbın, tüm hastalıkları yendikten ve salgınları püskürttükten sonra, yaşlılığı ve ölümü geriletmekten başka kaygısı kalmayan bir dünya. Karanlığın son lekelerinden arınmış bir dünya. Evet, barışını kurmuş, yüce gönüllü ve fethedici, gözleri yıldızlara, sonsuzluğa dikili bir insanlık. Böyle bir insanlığın üyesi olmaktan gurur duyardım.

Yakın bir gelecekte, gezintimden dönmeyeceğim. Biliyorum, bekliyorum, hiç de korkmuyorum. Aşina bir yoldan gideceğim. Düşüncelerim, yakalanmadan, zıplayıp duracak. Birden, sıçramalarım yüzünden yorgun, düşmüş başı dönmüş, coşmuş olan kalbim sekmeye başlayacak. Bildiğim bir meşe ağacına yaslanmaya çalışacağım.

Orada, öyle azami bir huzur ve uyuşukluk içinde, bir an için hayallerle en değerlisine sahip olacağım: dünya, tanıdığım biçimiyle adi bir karabasan gibi gözlerimin önüne gelecek ve gerçek görüntülere, düşlerin dünyası bürünmüş olacak. Her an, biraz daha inanmaya başlayacağım. Son kez bakışlarımın sarmaladığı görüntü bu olacak. Bir çocuk gülümseyişi, dağın rengini almış olan sakalıma konacak ve huzur içinde gözlerimi kapatacağım.

Amin Maalouf Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl Fransızcadan Çeviren: Esin Talu – Çelikkan, Telos Yayıncılık

ALBERT CAMUS: BİRİNCİSİ İKİNCİSİNİN HAREKETLERİNİ HAZIRLAR, SANKİ ÖNCEDEN HAKLI ÇIKARMAYA ÇALIŞIRMIŞ

Yaptığıma pek pişman değildim. Ama adamın bunun üzerinde böylesine durmasına şaşıyordum. Ona, içtenlikle, hatta sevgiyle anlatmak istiyordum ki, ben hayatımda hiçbir zaman gerçekten pişmanlık nedir duymamışımdır. Olacak şeyler beni hep çelmiştir. Bu, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Ne var ki, içinde bulunduğum durum bu türlü konuşmaya elverişli değildi. İçtenlikli görünmeye, iyi niyetli olmaya hakkım yoktu.

Bir sanık sırasından da olsa, insanın kendinden söz edildiğini duyması doğrusu her zaman ilginç bir şey. Savcıyla benim avukat karşılıklı tartışmalarında, diyebilirim ki, benden, hatta benden çok, işlediğim suçtan söz ettiler. Hem bu karşılıklı tartışmalar birbirlerinden pek mi farklıydı sanki? Avukat kollarını kaldırıp birtakım özür nedenleri göstererek yalnızca benim suçumu ortaya koyuyordu. Yalnız bir şey beni belli belirsiz rahatsız ediyordu. Düşüncelerime gömülü olmama karşın, bazı bazı lafa karışacak oluyordum. O zaman avukatım, “Susun! Davanız için bu daha iyi!” diyordu. Benim davamı beni işe karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler sanki. Her şey, benim araya girmeme kalmadan geçip gidiyordu. Düşüncemi sormadan kaderimi karar altına alıyorlardı. Arada bir, herkesin sözünü kesip “Ama bu kadarı da olmaz yani! Sanık kim burada? Sanık olmak önemli bir şeydir. Benim de söyleyecek sözüm var!” demek geliyordu içimden. Ama şöyle bir düşününce, bakıyordum ki, söyleyecek bir şeyciğim de yoktu. Şunu da kabul etmeliyim ki, insanları oyalamaya karşı duyulan ilgi pek uzun ömürlü olmuyor. Örneğin, savcının söylediği sözler beni çok çabuk usandırdı. Bana dokunan ya da ilgimi çeken, sözlerinin bütünü değil, bu bütünden ayrılmış parçalar ya da jestlerdi.

İyi anlayabildimse, savcının ana düşüncesi şuydu: Sözde ben bu cinayeti önceden tasarlamışım. Hiç değilse kanıtlamaya çalıştığı buydu. Kendisi de söylüyordu zaten: “Bunu kanıtlayacağım; baylar, hem iki katlı kanıtlayacağım. Önce olayların göz kamaştırıcı ışığı, sonra da bu caninin ruh durumunun bana vereceği donuk ışık altında…”

Olayları, anamın ölümünden başlayarak, kısaca anlattı. Duygusuzluğumu, anamın yaşını bile bilmeyişimi, ertesi gün bir kadınla denize gidişimi, sinemayı, Fernandel’i ve sonra Marie ile odama dönüşümü bir bir anlattı. O sırada, ne söylediğini birden anlayamadım. Çünkü ‘kapatması’ diyordu. Oysa Marie benim için sadece Marie idi. Sonra Raymond konusuna geçti. Baktım, olayları görüşü oldukça açıktı. Söyledikleri akla yatkındı: Sözde, Raymond’la anlaşarak mektubu yazmışım. Amaç, metresini getirtmek, sonra da onu ‘ne idüğü belirsiz’ bir herife havale edip dövdürtecekmiş. Kumsalda Raymond’un düşmanlarını kışkırtmışım. Raymond yaralanmış. Tabancasını istemişim. Ateş etmek amacıyla tek başıma kumsala dönmüşüm. Tasarladığım gibi de fellahı yere sermişim. Sonra beklemişim ve ‘geberdiğinden iyice emin olmak için’ ağır ağır, emin bir biçimde, bile bile dört el daha ateş etmişim. Savcı: “İşte baylar,” dedi, “bu adamı, yaptığını gayet iyi bilerek adam öldürmeye yönelten olayları, huzurunuzda bir bir gözlerinizin önüne serdim. Bu konuda direniyorum. Çünkü, bu, bilinçsizce bir davranış değil. Bu adam, baylar, zeki bir adamdır. Kendisini dinlediniz, değil mi? Yanıt vermesini biliyor. Sözcüklerini tartmasını biliyor. Ne yaptığımı bilmiyordum, diyemez.”

Dinliyordum. Bana zeki dediklerini duyuyordum. Yalnız şunu anlamıyordum: herhangi bir kimsedeki erdemler, nasıl oluyordu da bir suçlu aleyhine ezici bir kanıt olabiliyordu. Artık savcıyı dinlemedim. Neden sonra şu sözleri kulağıma geldi: “Bari pişmanlık gösterseydi. Ama ne gezer, baylar! Sorgu sırasında bu adam bir kerecik olsun o iğrenç cinayetinden üzülmüş görünmemiştir.” Sonra, bana döndü ve parmağıyla beni göstererek, durmadan suçladı. Doğrusu bunun nedenini pek anlayamadım. Kuşkusuz bu adam haklıydı. Bunu kabulden kendimi alamıyordum. Yaptığıma pek pişman değildim. Ama adamın bunun üzerinde böylesine durmasına şaşıyordum. Ona, içtenlikle, hatta sevgiyle anlatmak istiyordum ki, ben hayatımda hiçbir zaman gerçekten pişmanlık nedir duymamışımdır. Olacak şeyler beni hep çelmiştir. Bu, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Ne var ki, içinde bulunduğum durum bu türlü konuşmaya elverişli değildi. İçtenlikli görünmeye, iyi niyetli olmaya hakkım yoktu. Yine dinlemeye başladım. Bu kez de savcı, ruhumdan söz etmeye başladı.

“Ruhu üzerine eğildim, sayın jüri üyeleri, ama bir şey bulamadım,” diyordu. Ona bakarsanız, ne ruhum varmış, ne de insanlıkla bir ilişiğim. İnsanların ruhunu koruyan ahlak ilkelerinden bir teki bile kapıma uğramamışmış. “Kuşkusuz,” diye ekledi, “bunu başına kakamayız. Elde etmesine olanak olmayan şeyler için, neden elde etmedi diye sızlanamayız. Ama, bu düşüncede, hoşgörürlüğün olumlu erdemi, yerini adaletin daha güç, ama daha yüksek erdemine bırakmalıdır. Hele, bu adamda rastlanan türden bir kalpsizlik, toplumu içine sürükleyecek bir uçurum halini alırsa!” Bundan sonra, anama karşı olan durumumdan söz açtı. Duruşmalarda söylediklerini bir daha tekrarladı. Ama işlediğim cinayetten söz ettiği zamankinden daha uzun konuştu ve sözü öylesine uzattı ki, sonunda günün sıcağından başka bir şey hissetmez oldum. Hiç değilse bu hal, savcının bir an sustuktan sonra, pek hafif ve etkili bir sesle, “Baylar, bu mahkeme, yarın, cinayetlerin en iğrencini işleyen bir başka adamı, bir baba katilini yargılayacaktır,” dediği zamana kadar sürdü. Ona göre bu vahşi cinayet karşısında insanın aklı dururmuş. “Umarım ki, insanların adaleti, zaafa düşmeden onun cezasını verir!” dedi. Şunu da söylemekten çekinmiyormuş: Bu cinayetin kendinde uyandırdığı dehşet, benim duygusuzluğum karşısındaki dehşetinden daha çok değilmiş. Yine hep ona göre, anasını manen öldüren bir adam, kendini dünyaya getirenlerin canına kıyan kimse kadar insanlıktan çıkarmış. Şu var ki birincisi ikincisinin hareketlerini hazırlar, onları sanki önceden haber verir ve haklı çıkarmaya çalışırmış. Savcı sesini yükselterek: “Baylar, şu karşınızda oturan adam, yarın yine bu mahkemenin yargılayacağı cinayetten de suçludur dersem, düşüncemi aşırı atak bulmazsınız sanırım. Öyleyse cezasını görmelidir,” diye ekledi. Burada, savcı terden parlayan yüzünü sildi. En sonunda, ödevinin üzücü olduğunu, fakat metanetle onu yerine getireceğini söyledi. Temel kurallarını hiçe saydığım bir toplumla artık bir ilişiğim olmayacağını ve basit tepkilerden habersiz bulunduğum insan kalbinden de bir şeyler ummayacağımı belirtti. “Sizden bu adamı ölüme mahkûm etmenizi istiyorum,” dedi. “Bunu tam bir kalp huzuru ile istiyorum. Çünkü, şu uzun meslek hayatımda ölüm cezası istediğim zamanlar olmuştur. Ama bugüne kadar, bu güç görevimde, hiçbir zaman bu derece kutsal ve amansız bir görev bilinciyle ve insana sadece korkunç şeyler esinleyen bu adamın karşısında duyduğum türden bir nefretle, bu derece kendimi dengelememiş ve rahat olmamıştım.”

Savcı yerine oturduğu zaman salonda uzun bir sessizlik oldu. Ben sıcaktan ve şaşkınlıktan bunalmış kalmıştım. Başkan biraz öksürdü ve çok alçak bir sesle bana ekleyecek bir şeyim olup olmadığını sordu. Ayağa kalktım, içimden bir şeyler söylemek geliyordu. Biraz gelişigüzel konuştum ve “Arap’ı öldürmek niyetinde değildim,” dedim. Başkan bunun bir itiraf olduğunu, zaten şimdiye kadarki savunma biçiminden bir şey anlamadığını, avukatımı dinlemeden önce, beni suç işlemeye iten nedenlerin neler olduğunu kendi ağzımdan duymak istediğini söyledi. Sözcükler dilime dolana dolana, hem gülünç olduğumu bile bile, bir nefeste, “Buna güneş neden oldu,” diye karşılık verdim. Salonda gülüşmeler oldu. Avukatım omuzlarını silkti. Hemen sonra sözü ona verdiler. O, “Vakit geç oldu, oysa söyleyeceklerim birkaç saat sürer, onun için, oturumun öğleden sonraya bırakılmasını dileyeceğim,” dedi. Mahkeme bu dileği kabul etti.

Öğleden sonra, büyük vantilatörler yine salonun ağır havasını çalkalıyor ve jüri üyelerinin rengârenk yelpazeleri hep bir yönde sallanıyordu. Bana, avukatımın savunması hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Ama yine de, bir ara kulak kabarttım: “Evet, öldürdüğüm doğrudur,” dediğini duydum. Sonra aynı tonda devam ediyor ve benden söz ederken her seferinde, ‘ben’ diye konuşuyordu. Hayretten donakalmıştım. Jandarmalardan birinin kulağına eğildim ve nedenini sordum. Bana, “Sus!” dedi ve biraz sonra, “Bütün avukatlar böyle yapar,” diye ekledi. Düşündüm: bu, beni konudan uzak tutmak, hiçe saymak, bir bakıma da benim yerimi almak demekti. Ama ben, sanırım, bu mahkeme salonunun çok uzaklarındaydım. Zaten, avukatım bana pek gülünç geliyordu. Kışkırtma faslını çarçabuk geçti. Sonra o da ruhumdan söz açtı. Ama bana savcı kadar hünerli gelmedi. “Ben de bu ruhun üzerine eğildim,” dedi. “Ama sayın savcının tersine, orada bir şeyler buldum; içini açık bir kitap gibi okudum.” Avukatım, orada, namuslu bir adam, dürüst bir memur, çalıştığım kuruma bağlı, herkesin sevdiği, başkalarının yıkımı karşısında yüreği sızlayan bir insan olduğumu okumuş. Ona göre, ben örnek bir oğulmuşum; anama gücüm yettiği sürece bakmış ve sonunda, bir bakım yurdunun yaşlı bir kadına benim sağlayamadığım rahatı sağlayacağını ummuşum. “Bu yurt olayı çevresinde bunca gürültü koparılmasına şaşıyorum baylar,” diye ekledi, “çünkü, bu kurumların yararına ve büyüklüğüne bir kanıt göstermek gerekirse, bunlara bizzat devletin para yardımında bulunduğunu söyleyebiliriz.” Yalnız avukatım cenaze töreninden hiç söz etmedi ve bunun, yaptığı savunmada eksik kaldığını fark ettim. Ama bu uzun cümleler, ruhumdan söz ettikleri o bitmez tükenmez günler ve saatler yüzünden her şeyin rengini kaybetmiş bir su halini aldığını ve orada başımın döndüğünü hissettim.

Son olarak, avukatım habire konuşurken, dondurmacının sokaktan ve bütün mahkeme salonlarından geçip gelen mızıka sesinin kulaklarımda çınladığını anımsıyorum. Yalnız, artık benim olmayan, ama sevinçlerimin en yalınından en süreklisine kadar hepsini, yaz mevsiminin kokularını, sevdiğim mahalleyi, akşamleyin gökyüzünü, Marie’nin gülüşlerini, elbiselerini hep birden içine alan bir yaşamın anıları, bir bir üzerime üşüştü. Oralarda yararsız neler yapmışsam, hepsi gelip boğazımı tıkadı, içimden yalnız bir şey için acele etmek geliyordu: şu işi bir bitirsinler de kapağı hücreme atıp uykuya dalıvereyim, istiyordum.

Avukatım son söz olarak: “Sayın jüri üyeleri, bir an için kendini kaybedip şaşkınlık içinde elinden bir kaza çıkan namuslu bir insanı ölüme göndermeyeceklerdir,” dedi ve zaten sonsuz vicdan azapları içinde kıvrandığımı, bunun da en kesin bir ceza olduğunu söyledi ve hafifletici nedenleri göz önüne almalarını istedi. Bütün bunlar, yarım yamalak kulağıma çalındı. Oturuma ara verildi ve avukatım bitkin bir halde yerine çöktü. Meslektaşları yanına gelip elini sıktılar. “Harikulade azizim!” dediklerini duydum. Hatta içlerinden birisi beni tanık tutup, “Değil mi?” dedi. Evet anlamında başımı salladım. Ama iltifatım içten değildi. Çünkü çok yorgundum.

Dışarıda akşam oluyordu. Sıcak, hafiflemişti. Sokağın kulağıma gelen gürültülerinden akşamın tatlılığını seziyordum. Hepimiz olduğumuz yerde bekleyip duruyorduk ve beklediğimiz şey yalnız beni ilgilendiriyordu. Gözlerimi yine mahkeme salonunda gezdirdim. Her şey ilk günkü gibiydi. Kurşunî ceketli gazeteci ve otomat kadınla göz göze geldik. Duruşma sürdüğü sürece Marie’yi aramamıştım. Onu unutmamıştım, ama kendi derdime düşmüştüm. Onu gördüm. Celeste’le Raymond’un arasındaydı. “Hele şükür!” der gibi işaret yaptı. Gülümsedi. Yüzü hafif kederliydi. Ama gel gör ki benim içim daha da kapalıydı, gülümsemesine karşılık vermedim.

Yargıçlar yine yerlerine geldiler. Jüri üyelerine acele acele bir sürü soru okudular. Kulağıma, ‘Adam öldürmekten suçlu…’, ‘tahrik’, ‘hafifletici sebepler’ gibi sözler çarptı. Jüri üyeleri dışarı çıktılar. Beni de, daha önce beklediğim küçük odaya götürdüler. Avukatım yanıma geldi: çok sırnaşık hali vardı, benimle, şimdiye kadar görmediğim bir içtenlik ve güvenle konuştu. Her şeyin yolunda gideceğini, bir yıllık hapis ya da ağır hapisle bu işten sıyrılacağımı umuyordu. Aleyhte hüküm verilirse, temyiz olanağı olup olmadığını sordum. “Yoktur,” diye karşılık verdi. Kendisinin taktiği, jüri üyelerini kızdırmamak için taleplerde bulunmamakmış. Bir kararın olur olmaz şekilde temyiz edilemeyeceğini anlattı. Yoksa, gereksiz bir sürü kırtasiyecilik olurmuş. “Zaten nasıl olsa af isteğinde bulunmak var. Ama, ben inanıyorum, sonuç lehte olacak!” dedi.

Uzun zaman, sanırım üç çeyrek saat kadar bekledik. Sonunda, bir zil ortalığı çınlattı. Avukatım “Jüri başkanı kararı okuyacak. Sizi, yalnız kararı bildirmek için çağıracaklar!” diyerek çıkıp gitti. Kapılar sakladı, insanlar, yakın mı uzak mı olduğunu kestiremediğim merdivenlerden koşa koşa inip çıkıyorlardı. Sonra, salonda kısık bir sesle bir şeyler okunduğunu duydum. Zil bir daha çınlayıp da odanın kapısı açılınca, salonun sessizliği bana doğru yükseldi. Sessizlikle birlikte, genç gazetecinin gözlerini başka yana çevrik görünce, içimi garip bir duygu kapladı. Marie’nin bulunduğu yana bakamadım. Hem, vakit de olmadı buna. Çünkü, başkan, bana tuhaf gelen bir biçimde, Fransız ulusu adına, bir meydanlıkta başımın kesileceğini söyleyiverdi. O zaman, bütün yüzlerde okuduğum duyguyu anlar gibi oldum. Sanırım, bu bana karşı beklenen bir önem duygusuydu. Jandarmalar bana pek yumuşak davranıyorlardı. Avukatım elini bileğimin üzerine koydu. Artık hiçbir şey düşünemiyordum. Başkan, “Diyecek başka bir şeyiniz var mı?” diye sordu. Düşündüm, “Hayır!” dedim. O zaman beni alıp götürdüler.

Yabancı Albert Camus Fransızca aslından çeviren: Vedat Günyol, Can Yayınları

MANİPÜLASYON: GERÇEKLİK GERÇEKTE OLAN ŞEY DEĞİL, SÖYLENEN ŞEYDİR – EDUARDO GALEANO

Nisan 1

İlk piskopos 1553’te, Brezilya’nın ilk piskoposu Pedro Sardina,1 bu topraklara ayakbastı. Üç yıl sonra, Alagoas’ın güneyinde, Caetes yerlileri tarafından yendi. Kimi Brezilyalılar o öğle yemeğinin, sömürgeci gücün Caetes topraklarını gasp etmesi ve uzun bir kutsal savaş boyunca onların kökünü kurutması için bir bahane teşkil ettiğini düşünüyorlar. Buna karşılık başka Brezilyalılar da, bu hikâyenin tamamen anlatıldığı gibi yaşandığını düşünüyorlar. Kaderi isminde yazılı Piskopos Sardina hiç istemeden ulusal gastronominin kurucusu oldu.

Nisan 2

Kamuoyunun imalatı 1917de, Başkan Woodrow Wilson, Birleşik Devletlerin ilk dünya savaşına gireceğini ilan etti. Wilson daha dört buçuk ay önce barışın adayı diye lanse edilerek yeniden seçilmişti. Kamuoyu onun barışçıl söylevlerini ve savaş ilanını aynı coşkuyla dinledi. Bu mucizenin öncelikli mimarı Edward Bernays oldu. Savaş sona erince, kitlelerin savaşçı ruhunu ateşlemek için fotoğraflar ve anekdotlar uydurduklarını Bernays kamuoyu önünde kabul etti. Bu reklamcılık başarısı ona parlak bir kariyerin yolunu açtı. Bernays birçok başkana ve dünyanın en kudretli şirketlerine danışmanlık yaptı. Gerçeklik gerçekte olan şey değil, benim sana olduğunu söylediğim şeydir: insanları bir sabun ya da bir savaş satın almaya iten modern kolektif manipülasyon tekniklerini herkesten daha iyi kullandı.

Nisan 3

İyi çocuklar 1882’de, bir kurşun Jesse James’in ensesine saplandı. Tetiğe basan en iyi arkadaşıydı ve başına konan ödülü almak için bunu yapmıştı. Jesse, en ünlü hayduda dönüşmeden önce, Başkan Lincoln’e karşı köleci Güney ordusunun saflarında savaşmıştı. Onun tarafı savaşı kaybedince, iş değiştirmekten başka çaresi kalmadı. Jesse James çetesi bu şekilde doğdu. Ku Klux Klan maskeleri kullanan çete, faaliyetlerine Birleşik Devletler tarihinde bir ilki gerçekleştirip bir treni yağmalayarak başladı; bütün yolcuların nesi var nesi yok aldıktan sonra bankaları ve posta arabalarını soyma işine girişti. Hakkında çıkardan efsaneler Jesse James’i, yoksullara yardım etmek için zenginleri soyan Vahşi Batı’nın Robin Hood’u gibi anlatır, ama onun elinden tek bir kuruş almış bir yoksulu tanıyan olmadı. Buna karşılık, Hollywood’a fazlasıyla yardım ettiği kanıtlanmış bir gerçektir. Sinema endüstrisi, Tyrone Power’dan Brad Pitt’e kadar en ünlü yıldızların dumanı tüten tabancayı kavradığı, neredeyse hepsi iyi gişe yapmış kırk filmini ona borçludur.

Nisan 4

Hayalet 1846’da Isidore Ducasse doğdu. Montevideo’da savaş zamanlarıydı ve top sesleri arasında vaftiz edildi. Fırsatını bulur bulmaz Paris’e gitti. Orada Lautreamont Kontu’na dönüştü ve kâbusları gerçeküstücülük akımının kurulmasına katkı sağladı. Bu dünyada sadece kısa bir ziyaret için bulundu: kısa yaşamında dili yaktı, sözlerinde kavruldu ve dumana dönüştü.

Nisan 5

Işık günü Bu olay Afrika’da, Yoruba Krallığı’nın kutsal şehri İfe’de bugün gibi bir günde ya da kim bilir ne zaman yaşandı. Hastalığı artık iyice ilerlemiş bir ihtiyar, üç oğlunu topladı ve onlara şöyle dedi: -En değerli şeylerim bu odayı tamamen doldurana kalacak. Ve dışarıda oturup gecenin çökmesini bekledi. Oğullarından biri toplayabildiği bütün şamanı getirdi, ama odanın yarısı boş kaldı. Diğeri toplayabildiği tüm kumu getirdi, ama odanın yarısı boş kaldı. Üçüncü oğul bir mum yaktı. Ve oda doldu.

Nisan 6

Gece gezintisi Guatemala dağlarında kaybolmuş belli köylerde, anonim eller dertkovan bebekler yaparlar. Bunlar endişelere karşı kutsal bir çaredir: endişelilerin endişesini giderir ve onları uykusuzluk belasından kurtarır. Dertkovan bebekler hiçbir şey söylemezler. Onlar dinleyerek iyileştirirler. Yastığın altında kıvrılıp yatarak insanın uykusunu kaçıran dertleri ve tasaları, kuşkuları ve borçları, sıkıntıları dinler ve onları sihirli bir biçimde uzaklara, çok uzaklara, hiçbir gecenin düşman olmadığı gizli bir yere götürürler.

Nisan 7

Doktorun vizite ücreti Üç bin yedi yüz yıl önce Babil kralı Hammurrabi, tanrılar tarafından dikte ettirilen tıbbi tarifeleri yasayla belirledi:

Eğer doktor bronz neşteriyle özgür bir adamın ağır bir yarasını ya da bir gözündeki apseyi iyileştirirse, on gümüş şekel alacak. Eğer hasta yoksul bir ailedense, doktor beş gümüş şekel alacak. Eğer hasta özgür bir adamın kölesiyse, efendisi doktora iki gümüş şekel ödeyecek. Eğer tedavi özgür bir adamın ölümüne sebebiyet verir ya da onun gözünü kaybetmesine neden olursa doktorun elleri kesilecek. Eğer tedavi yoksul bir adamın kölesinin ölümüne sebebiyet verirse doktor ona bir kölesini verecek. Eğer tedavi kölenin bir gözünü kaybetmesine neden olursa, doktor kölenin değerinin yarısını ödeyecek.

Nisan 8

Birçok kez doğan adam 1973 yılında bugün, Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno Maria de los Remedios Cipriano de la Santisima Trinidad Ruiz ve Picasso, daha çok bilinen adıyla Pablo Picasso öldü. 1881 yılında doğmuştu. Bu onun hoşuna gitmiş olmalı ki, tekrar tekrar doğmaya devam etti.

Nisan 9

İyi sıhhat 2011 yılında, İzlanda halkı Uluslararası Para Fonu IMF’nin emirlerine ikinci kez hayır dedi. Fon ve Avrupa Birliği, bankacıların iflasını İzlanda’nın üç yüz yirmi bin vatandaşının üstlenmesine ve kişi başına on iki bin avro düşen borçlarını onların ödemesine karar vermişti. Bu tersine toplumsallaştırma iki referandumda da reddedildi: -Bu bizim borcumuz değil. Onu neden biz ödeyeceğiz? Finansal krizden ötürü çıldırmış bir dünyada, kuzeyin sularının içinde kaybolmuş bu küçük ada bize, hepimize çok sağlıklı bir sağduyu dersi verdi.

Nisan 10

Hastalıkların imalatı İyi sıhhat mi? Kötü sıhhat mi? Her şey bakış açısına göre değişiyor. Büyük ilaç endüstrisinin bakış açısına göre kötü sıhhat çok hayırlı bir şeydir. Örneğin çekingenlik eskiden sempatik ve belki de çekici bile gelebiliyordu, ta ki bir hastalığa dönüşünceye kadar. 1980’de, American Psychiatric Association çekingenliğin psikiyatrik bir hastalık olduğuna karar verdi ve onu, bilimin rahipleri tarafından dönemsel olarak güncellenen Zihinsel Bozukluk Kitapçığı’na ekledi. Her hastalık gibi çekingenlik de elbette ki ilaç kullanmayı gerektirecekti. Haber duyulduğundan beri büyük laboratuvarlar bu toplumsal fobiden, bu insan alerjisinden, bu ağır tıbbi rahatsızlıktan mustarip hastalara iyileşme umudu satarak servetler kazandılar.

Nisan 11

İletişim korkuları 2002 yılında bugün gerçekleşen bir devlet darbesi, işadamlarının devlet başkanını Venezüella devlet başkanına dönüştürdü. Zafer sevinci kısa sürdü. Birkaç gün sonra sokaklara çıkan Venezüellalılar kendi oylarıyla seçilmiş devlet başkanını tekrar koltuğuna oturttular. Venezüella’nın en çok izlenen televizyon ve radyo kanalları darbeye alkış tutmuşlardı, ama halk hareketinin Hugo Chávez’i yasal makamına geri getirmesinin tadına varamadılar. Bu can sıkıcı bir haber olduğu için iletişim kanalları onu iletmediler.

Nisan 12

Suçlunun imalatı 33 yılında, üç aşağı beş yukarı bugün gibi bir günde Nasıralı İsa çarmıhta can verdi. Yargıçları onu putperestliği, Tanrı’ya küfrü ve iğrenç batılı özendirmekten mahkûm ettiler. Birkaç asır sonra, Amerika kıtası yerlileri ve Avrupalı dinsizler tamamen aynı suçlardan mahkûm edildiler ve Nasıralı İsa adına cezaları kırbaç, darağacı ya da odun ateşiyle infaz edildi.

Nisan 13

Seni görmeyi bilemedik 2009 yılında, Mani de Yucatán Manastırı’nın avlusunda, kırk iki Fransisken keşişi yerli kültürden özür töreni düzenlediler: -Kozmovizyonunu ve dinini anlamadığımız, ilahi güçlerini reddettiğimiz, kültürüne saygı göstermediğimiz, anlamadıkları bir dini asırlarca onlara dayattığımız, dini vecibelerini satanizmle özdeşleştirdiğimiz ve bunların Şeytan’ın işi, putlarının da Şeytan’ın maddeye dönüşmüş halleri olduğunu söyleyip yazdığımız için Maya halkından özür diliyoruz Dört buçuk asır önce, aynı yerde, bir başka Fransisken keşiş Diego de Landa, sekiz asırlık ortak belleği barındıran Maya kitaplarını yakmıştı.

Nisan 14

Görkemliler mi yoksa devasalar mı? 1588 yılında, Yenilmez Armada diye adlandırılan ve dünyanın en büyüğü olan İspanyol donanması sadece birkaç saat içinde bozguna uğratıldı. 1628 yılında, İsveç’in en büyük savaş gemisi Vasa -ki aynı zamanda Yenilmez diye de adlandırılıyordu- ilk seferine başlarken battı. Daha Stockholm Limanı’ndan bile çıkamadı. Ve 1912 yılında bugün, alçakgönüllülükle Titanic ismi verilen dünyanın en lüks ve en güvenli gemisi bir buzdağına çarpıp sulara gömüldü. Bu yüzen sarayın çok az sayıda cankurtaran sandalı vardı, dümeni çok küçük olduğundan bir işe yaramadı, gözcüleri dürbün kullanmıyordu ve tehlike alarmlarını duyan kimse olmadı.

Nisan 15

Kara tablolar 1828 yılında Francisco de Goya sürgünde öldü. Engizisyon tarafından takip edilince Fransa’ya gitmişti. Goya ölüm döşeğinde can verirken, anlaşılmaz bazı sözcüklerin arasında, Madrid’in dışında, Manzanares Nehri’nin kıyısındaki çok sevgili evinden de bahsetti. En güzel, en değerli eseri orada, evin duvarlarına yapılmış halde kalmıştı. Ölümünden sonra bu ev, içinde resimlerle falan birkaç kez el değiştirdi ve bir süre sonra eserler nihayet duvarlardan sökülüp tuvale aktarıldı. Boş yere Uluslararası Paris Fuarı’na götürüldüler. Acının rengi öldürdüğü ve korkunun apaçık bir biçimde gösterildiği bu korkunç sonraki yüzyıl kehanetlerini görmek çok fazla kişinin ilgisini çekmedi ve satın almak isteyen de olmadı. Prado Müzesi de onları satın almak istemedi ve oraya 1882 yılı başlarında bağış yoluyla girdiler. Kara Tablolar adı verilen bu eserler şimdi müzenin en çok ziyaret edilen salonlarından birini işgal ediyorlar. -Onları kendim için yapıyorum, demişti Goya. Onları bizim için yaptığının farkında değildi.

Eduardo Galeano Ve Günler Yürümeye Başladı Çeviri: Süleyman Doğru / Sel Yayıncılık

GELİR DÜZEYİ FARKLI ÖĞRENCİLERİN İŞLER BELLEKLERİNDE FARKLILIKLAR

Toronto Üniversitesi ve MIT araştırmacıları, gelir düzeyi düşük öğrenciler ile gelir düzeyi yüksek öğrenciler arasında telefon numaralarını hafızada tutmak, matematik problemi çözmek gibi anahtar beyinsel fonksiyonları olan işler belleğin yeterliliği açısından önemli farklılıklar olduğunu keşfettiler.

Bir grup ortaokul öğrencisinin beyin aktivitelerini ölçmek ve haritasını çıkarmak için fonksiyonel MR (manyetik rezonans görüntüleme) kullanan araştırmacılar, test edilen düşük gelir düzeyine sahip öğrencilerin işler bellek kapasitesinin yüksek gelirli öğrencilerinkine oranla daha düşük olduğunu fiziksel olarak belgelediler.

Çalışmanın sonuçları Developmental Science dergisinin 19. sayısında yayımlandı.

Araştırmanın başındaki Amy Finn’in (Toronto Üniversitesi Psikoloji Bölümü) belirttiğine göre, kavrama kabiliyetinin neredeyse tamamı için esas olan yetiye yönelik olarak, düşük gelirli çocukların beyninde böylesine niteliksel farklılıktaki tepkiler oluşabileceği daha önce hiç gösterilmemişti.

Finn’in belirttiğine göre araştırmacılar, katılımcı öğrencilerin tabi tutulduğu standart bir matematik sınavından elde edilen veriye dayanarak, bir adım öteye gittiler ve işler bellekteki bu farklılıkların akademik başarı ölçütleri üzerinde de etkisi olduğunu gösterdiler.

Araştırmacılara göre, bu çalışmalar nörolojideki gelir-başarı ilişkisini anlamak için atılmış büyük bir adım ve henüz bütünlüklü bir açıklama yapılamamış olsa da beyin fonksiyonları ile sınavlarda elde edilen puanlar arasında bir bağlantı kurduğu için önemli.

Finn konuya ilişkin olarak şunu söylüyor; “Yüksek gelirli aileler ile düşük gelirli ailelerin çocuklarının sinir sistemlerinde farklılıklar olduğunu biliyorduk; fakat bunun problem çözmede gerçekten önem taşıdığını bilmiyorduk. Artık bunu kanıtladığımıza göre, düşük gelirli öğrencilerin başarısına destek olacak önemli adımlar atabiliriz.”

Test edilen 67 öğrencinin tümü Boston bölgesindeki yedinci ve sekizinci sınıflardan seçildi ve tanıtım yoluyla okul sonrası programlara dahil edildiler. Etnik olarak çeşitlilik gösteren grupta kız ve erkek katılımcıların sayısı hemen hemen eşitti.

Araştırmacılar beyinde, prefrontal korteks gibi, yüksek düzeyde fonksiyonlar için önem taşıyan bölgelere odaklandılar. Yapılan gözlemlere göre, yüksek gelir düzeyindeki öğrenciler beynin bu bölgesini verilen görev zorlaşana kadar aktif olarak kullanmıyor. Öte yandan düşük gelir düzeyindeki öğrenciler, nispeten daha basit görevlerde bile beynin bu bölgesini daha sıklıkla ve geniş çapta kullanıyorlar.

Finn’in belirttiğine göre bu bulgular; beyindeki bilgiyi muhafaza ve organize eden işler bellekten faydalanılması bağlamında, düşük gelir düzeyindeki çocuklarda birtakım farklılıklar olduğunu ortaya çıkarıyor.

Finn, insanların bu verileri düşük gelir düzeyindeki çocuklar ile yüksek gelir düzeyindeki çocukların beyinleri arasındaki bu fiziksel farklılığın kalıtımsal olduğu sonucuna varacak şekilde yorumlamalarından endişe duyduğunu belirtiyor ve hiçbir şeyin gerçekten ötede olamayacağını ekliyor. “Beyin biçimlendirilebilir bir organdır ve tüm bunlar doğru eğitim ve daha iyi fırsatlar sayesinde değiştirilebilir. Tüm bunları beyinde gözlemliyor olmamız, bunların kanunmuşçasına değiştirilemez olduğu anlamına gelmez” diyor.

Finn’e göre, araştırmacıların genellikle çalıştıkları grupların gelir düzeyine yönelik yerleşik önyargılar sebebiyle bu farklılıklar muhtemelen daha önce hiç gözlemlenmedi. Bu durumu şu şekilde açıklıyor; çoğunlukla bilişsel sinir bilimi ile ilgili çalışmalar orta ve yüksek gelir düzeyinden gelen katılımcılar üzerinde yürütülüyor; çünkü üniversiteye yakın gruplarla çalışmak düşük gelir düzeyindeki topluluklara ulaşmaktan daha düşük maliyetli.

Ayrıca Finn bu çalışmada çevresel faktörlerin göz önünde bulundurulmadığının ve düşük gelir düzeyinin kronik stres gibi durumlarla bağlantılı olduğunun altını çiziyor ve şunu ekliyor, “Sebep ne olursa olsun, işler belleklerinin niteliksel olarak birbirinden farklı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.”

Kaynak: Science Daily, Bilim ve Gelecek dergisi sayı: 150, İlayda Öncü

HOLLANDALI ŞARKİYATÇI REINHART DOZY’NİN GÖZLEMİ İLE TÜRKLER VE NAMAZ (1820-1883)

Türklerde namaz günlük bir vazifedir din aranmamalı

“Türkler gayet mükemmel namaz kılan bir kavimdir. Fakat onların ibadetlerinde kelimenin yüce manasıyla çok din aranmamalıdır. Türklerde namaz günlük vazifelerdendir.

Kendiliğinden anlaşılır ki bu vazife, elbise giymek, işini yapmak, yemek yemek ve uyumak vazifeleri gibi yerine getirilir. Eskiden beri alışılmış bir adet takip edilir. Ne halde bulunulursa bulunsun ve hal ne kadar elverişsiz olursa olsun namaz kılınır.

Bir şahıs az nazik bir hikaye anlatır. O sırada müezzin ezan okumaya başlar. Hikaye anlatan hikayeyi keser, namazını kılar, sonra hikayesine kaldığı yerden devam eder. Bir tacir yalan söyler, aldatır, sonra namaz kılar sonra yalan söylemeye ve insanları kandırmaya devam eder.

Bir paşa vahşice bazı zulümler veya cinayet için emirler vermekle meşguldür; ezan okunduğunu işitir, gayet huzurla seccadesini yayar, sakalını sıvazlar, rahat olduğu kadar muhteşem bir sima ile namazına başlar. Namaz kılındıktan sonra zalimane talimatını vermeye devam eder.

Çünkü namazı ile vicdanının hiçbir alakası yoktur ve hiç kimse bunda hayret edilecek bir şey görmez, hiç kimse bundan arlanmaz, herkes kılınması gereken zamanlarda namazını kılar ve bununla her şey olmuş bitmiş olur…”

Kaynak: Filibeli Ahmet Hilmi, Tarih-i İslam, s. 535-536
TÜRKLER HANGİ DİNDEN VAZGEÇİP, NE ZAMAN MÜSLÜMAN OLDU? KILIÇ ZORUYLA MÜSLÜMAN OLDUKLARINI NEDEN GİZLİYORLAR?

Reinhart Pieter Anne Dozy, (Doğubilimci) Fransız kökenli Hollandalı bir bilim adamıydı. Arap dili, tarihi ve edebiyatı konusunda oryantalist bir bilgindi. Yazar, sadece Müslüman tarihçilerin değil Batılı araştırmacıların da dikkatini çekmiştir.
NASIL MÜSLÜMAN OLDUK? İSLAMİ YAYILMANIN MADDİ KOŞULLARI VE DİNSEL MANTIĞI – ERDOĞAN AYDIN
 

NASIL MÜSLÜMAN OLDUK? İSLAMİ YAYILMANIN MADDİ KOŞULLARI VE DİNSEL MANTIĞI – ERDOĞAN AYDIN

Göçebe yaşamı bırakıp yerleşik yaşama geçmiş ve ticaretle uğraşmakta olan Araplar arasında kısa zamanda egemenlik sağlayan İslamiyet, göçebe Araplar arasında aynı etkinlikle benimsenmeyecekti. Kısa zamanda Arap Yarımadası’nın iki temel ekonomik ve kültürel merkezinde egemen olmasından dolayı her ne kadar ona tâbi olmuş görünseler de, göçebe Arapların (Bedevilerin) İslamiyet’le olan bağları pamuk ipliğinden farksızdı. İşte bu pamuk ipliği Hz. Muhammed’in ölümünün (632) hemen akabinde kopuyordu. Özellikle Bedevi Araplar, kendi içlerinden çıkacak yeni peygamberlere inandıklarını açıklayıp onların etrafında toplanmaya başlayacaklardı.

Bu kapsamda “Hz. Muhammed’e itaat etmiş Bedevi aşiretlerinden birçoğu artık kendilerini her türlü yükümlülükten kurtulmuş hissettiler ve gönderilecek yeni peygamberler olsun olmasın, Medine’ye zekât göndermeyi reddettiler.

Erdoğan Aydın

Esasen bu yönelim, kimi diğer hükümlerle çelişkili olsa da, kişiyle Tanrısı arasına başka hiçbir kimsenin giremeyeceği, İslamiyet’te toplumu Allah adına yönetmekle yetkili bir ruhban sınıfın olmadığı şeklindeki İslami yargıya da uygun düşüyordu. Asgari bir mantık tutarlılığıyla şöyle düşünmüş olmaları muhtemeldi.1 Peygamber ölmüştü, dolayısıyla onun döneminde kendisine gönderilmesi kabullenilmiş zekât vb. yükümlülükleri, aynı şekilde başkalarının dayatmaya ne hakkı olabilirdi ki? Hem sorun zekâtsa, zekâtı kendileri toplar ve dağıtırlardı, ayrıca Ebu Bekir’e niye yollasınlardı ki?.. Bu yönlü fikir ve iddialarını bizzat Kur’an’a da dayandırarak savunabiliyorlardı. Nitekim Kuran’da da böyle aracı kurumlara yer yoktu ve zekâtın kimlere verilmesi gerektiği tek tek sayılmıştı. Değil mi’ ki yukarıda Allah vardı, o halde yalnız ona karşı yükümlü olunabilirdi; İslamiyet adına kendilerine “halife” payesi verip, kendileri adına karar verme yetkisine el koyan birilerinin dayatmalarına boyun eğmenin İslamiyet’le ve “Dinde zorlama yoktur,” (Bakara-256) diyen Kur’ani hükümle ne ilgisi olabilirdi ki? Tabii hayat bu gerekçelendirmelere göre değil güç dengelerine göre biçimlenecekti. Üstelik Kur’an’ın, yukarıdakinin? tam karşın, her türden farklı olmanın elinin tevhit ilkesinin ihlali, ve dinden çıkmak olarak okunması da mümkündü. Nitekim Ebu Bekir’in etrafındaki merkez böyle okuyacaktı. Sonuçta, kimi ayetlerden hareketle kendi bağımsızlıklarını savunanlara, Müslüman egemenliğin boyun eğdirici otoritesi tarafından, o zamana kadar görülmemiş bir şiddete boyun eğdirilecekti.

Diğer yandan Arap’ı kendine tek muhatap kabul etmiş olan Kur’an’da, Bedevilere ilişkin belirtilen yargının olumsuzluğu da işin tuzu biberi oluyordu. Gerçekten de Bedeviler için Kur’an’ın özsel anlamı; “Bedeviler, inkâr ve ikiyüzlülük yönünden daha fenadırlar ve Allah’ın Peygamberine indirdiği dini hükümlerin sınırlarını bilmemeye ve tanımamaya daha müsaittirler. (…) Bedevilerin bir kısmı da Allah yolunda harcadığını bir ziyan sayar, sizin (Müslümanların) başınıza bir felaketin gelmesini bekler. Şiddetli felaket onların başına gelsin…” diyen Tevbe suresinin 97 ve 98. ayetlerinde belirginleşir. Yani bizzat Kur’an’ın şahsında, yerleşik/ şehirli insanın göçebe/köylüyü küçümseyen bildik bakış açısının gadrine uğramıştır Bedeviler. Daha önce Muhammed’in otoritesi temelinde Müslümanlığı kabul eden (Mekke ve Medine dışında kalan) Bedevi Arapların pek çoğu İslamiyet’ten vazgeçerek kendi kabile şefleri çerçevesinde kendi bağımsız dinsel anlayışlarım ilan etmeye başlar. Beni Hanife’den Müseyleme (Mesleme), Yemen’den Esve dul Ansi, Asad ve Gatafan’dan Tuleyha bin Huveylid ve Beni Tamim’den Secah adlı kadın ve diğerlerinin peygamberliği işte bu dönemin ürünüdür. Tıpkı Muhammed’e geldiği yoldan, yani içlerine doğarak, rüyada vb. yollardan bunlar da, kendilerine Allah’tan vahiy gelmeye başladığım söylüyorlardı; ve kısa zamanda çevrelerinde önemli bir inananlar kitlesi oluşuyordu. Hz. Muhammed’in sıradan insanlar gibi ölümü ve önceki dönemin sorunlarında hiçbir çözücü gelişmenin gerçekleşmemiş oluşu, ilk dönemde İslamiyet’ten yana duyulan coşku ve umutları önemli oranda ortadan kaldırıyordu. Bu karamsarlık, köleliğin ortadan kaldırılmaması, sefalet ve sınıflararası uçurumun değişmemesi temelinde özellikle alt tabakalarda en uç boyutlardaydı. Daha önemlisi, kabile ayrımlarının ve şeflerinin (şeyhlerinin) otoritesini henüz aşamamış, özcesi henüz devletleşememiş olan Arap toplumu Muhammed’in ölümüyle çok ciddi bir otorite bunalımıyla karşı karşıya kalıyordu. Bu durum ise İslamiyet’in bundan sonraki kaderini tayin edecek bir dönüm noktası oluşturuyordu.

Alt tabakalarda yaşanan umutsuzluğa ve toplumsal düzeyde yaşanan çözülmeye karşın Arap ileri gelenlerinde üç farklı tavır biçimleniyordu. İslamiyet’le daha çok bütünleşmiş olanlardan bir bölümü (daha saf görünenler, Ali, Abbas, Evs, Usame gibileri) Peygamberin cenazesiyle meşgulken diğer bölümü (Ebu Bekir, Ömer, Sad b. Ubade, Ebu Ubeyde, Abdurrahman b. Avf, İbni Hişam gibileri) ise cesedi bırakıp Saide oğullarının çardağında (Sakiyfe) yeni halifenin kim olacağına ilişkin pazarlığa girişiyorlardı. [2] Arap aristokrasisi içinde olup İslamiyet’le ilişkileri daha zayıf kalmış olan diğerleri ise, önceden belirttiğimiz gibi, kendi bağımsızlıklarının da gereği dinlerini biçimlendirmeye ve ilan etmeye yöneliyorlardı.

Sakiyfe’deki tartışmaların sonucunda, kabileciliğin ve güdengelerinin, ama özellikle de Ömer’in belirlediği bir oldu bitti seçimle Ebu Bekir halife seçilir. Sonuç, ileri gelen Müslümanların önemli bir kesimince benimsenmez. Ancak Ali’ni beklenen inisiyatifi koyamaması ve Ömer’in estirdiği terör ortamında muhalifler sindirilirken Ebu Bekir de iktidarını pekiştirir.[3]

Yeni Halife Ebu Bekir, Bedevi kabilelerin kendi dinleri oluşturmalarım tanımayacak, hilafetine kayıtsız şartsız biat etmelerini ve kendisine vergi vermelerini dayatacaktır. Arap çevresinde islamiyet dışında bir başka dine izin yoktur! Ayrılanların bu dayatmaya direnmeleri üzerine de Halife, Hali bin Velid komutasında onlara savaş açacaktır.[4] Müslümanlarla İslam’dan ayrılanlar arasındaki bu savaş- Ebu Bekir’in hilafetine yönelik Müslüman muhalefeti etkisi kılmakta da önemli bir işlev görecektir. Öyle ki ayrılanlar, hafızların pek çoğunun ölmesine neden olacak kadar etkili bir direniş sergileyecek, bu da; “Kur’an’ın geleceği açısından”, başta Ömer olmak üzere tüm Müslümanları endişelendirmeye başlayacaktır [5] bu ise muhalefeti iyiden iyiye zayıflatacaktır. Dinden ayrılanların kendi içlerinde merkezilikten yoksun; ve militarist bir kurumlaşmaya sahip olmamalarına karşılık Müslümanlar, Arabistan’ın iki merkezine (Mekke ve Medine) dolayısıyla maddi ve insan zenginliklerine hâkim olup, süregelen savaşlarda kurumlaşmış güçlü bir orduya sahiptirler. Dolayısıyla dinden dönen kabilelerin kazanma şansı yoktur.. Müslüman olmayı kabul etmemeleri nedeniyle üzerlerine gönderilen merkezi orduyla çarpışır ve tek tek yenilirler. Ancak; karşı karşıya bırakıldıkları zorbalık nedeniyle gösterdikleri direniş, güçleriyle kıyaslanmayacak kadar etkili olur ve bu nedenle görülmemiş bir şiddete maruz kalırlar. Öyle ki boyun eğmeyenler, Halife’nin emri doğrultusunda “demirle dağlanıp ateşte yakılma” yöntemleri dahil kadın- çocuk denmeden katledilirler.[6] Bununla da kalınmaz, bu zoraki boyun eğdirmenin peşinden, yenilmiş peygamberlerin “yalancılığı” ilan edilirken, “… bir doktrin olarak Hz. Muhammed’den sonra başka peygamber gelmeyeceği vurgulanarak,”[7] yeni dinsel arayışlardan yana ideolojik boşluk tıkanmaya çalışılır; bundan sonrası, öncesinde de olduğu gibi kılıçlarla halledilecektir zaten! Ebu Bekir’in hilafeti boyunca süren bu iç şiddet ortamının sonunda İslamiyet, Arap Yarımadası’nda nihayet tek din haline gelir. Bunu sorgulamaya kalkacak olanları karşılayacak biricik araç kılıç olacaktır. Bu bağlamda sağlanan birlik ve sükûnet gönüllü bir durum olmayıp esasen uygulanan şiddetin sonucudur; bir yandan İslam’ı diğer yandan da halifeyi sindiremeyenlerin içten içe ve küçümsenemez potansiyeliyle yeni yeni isyanların patlak vermesinin bütün koşulları mevcuttur.

İşte bu koşullarda Halife Ebu Bekir, elinden dönüşün kanla bastırılmasının hemen sonrasında, yeni arayışlara olanak bırakmamak ve bunun yanı sıra ekonomik, dini faktörlerin de gereği olarak kuzeye doğru yayılma seferi başlatır. Sulh sağlanan Arabistan’da tüm dikkader, Bedevilerin, göçebe toplumlara özgü savaşçı niteliklerini, başka halklara karşı harekete geçirmeye yönelir. “Zengin ganimet vaadi ile kabilelerin halifelerin bayrağı altında toplanması” sağlanır. Böylece diğer halkların birikimlerine yönelik talan olanaklarıyla Ebu Bekir, “Bedevilerin savaşçı yaratılışlarını” motive ederek İslamiyet’in gününü kurtarıp onu geleceğe bağlamanın belirleyici aracını bulmuş olur.[8] Bedevilere bu noktada düşen misyon ise, sür cin basit araçları olmaktan ibaret olacaktır; tıpkı daha sonra Türklerin de, kendilerine rağmen yüklenecekleri misyon gibi…

“Ebu Bekir’in (kuzeye doğru) seferi, içerde barış ve sükunu temin edebilmek gayesiyle gerekli gördüğü söylenir. Bu fikrin izahı şöyledir: Hz. Muhammed ölünce, İslamiyet’i henüz tam hazmedememiş olup Muhammed’in şahsına bazı kabileler (…) Ebu Bekir’e karşı isyan etmişlerdir. Bu asiler üzerine gönderilen kuvvetler isyanı kan ile boğmuş ise de Arabistan’ın her köşesi, silah ve silahlı Bedeviler ile dolmuş, her an yeni bir olay, yeni bir çatışma olanağı gözle görülür hal almıştı. Kendilerine bir ganimet kazanmak imkânı gösterilerek bu birikmiş enerjiyi dışarıya doğru yöneltebilmek, içerde rahat nefes alabilmeyi sağlayacaktı. İşte Ebu Bekir’in bu sebeple, kendisinden sonra halife olacak olan Ömer tarafından telkin edilen Suriye ve Irak seferine rıza gösterdiği söylenir. “Bu şekilde başlayan hareketin Arap İslam İmparatorluğu’nun başlangıcını teşkil edeceği, herhalde Ebu Bekir’in aklından geçmemiştir.” [9] Gazve gereksinimindeki Bedevi enerjinin, oluşan İslami merkezin çatısı altında özümsenmesi için gerekli Tanrısal meşruiyet de, bizzat Kur’an’da teyit altına alınmıştır. Nitekim Enfal Suresi 41. ayette de belirtildiği gibi, savaşta elde edilen ganimetin beşte biri devlete/hilafete ayrılmak koşuluyla, beşte dördü savaşa katılanlar arasında paylaştırılacaktı. Bu bağlamda Arapları yeni oluşan birliğin çatısı altında massetmek, başta yoksulluk ve otorite sorunu olmak üzere merkezkaç eğilimleri ortadan kaldırmak için kuzeydeki komşulara karşı, tabii ki “Tanrı adına ve onun emri gereği!” fetih akınlarına çıkılacaktı. Esasen bu iş Arap geleneğine de uygun olduğu gibi İslami cihat, gaza ve fetih kavramsallaştırmasıyla Tanrı nezdinde meşru sayılmış ve görev haline getirilmişti. Dahası bizzat Peygamber döneminde de zaten kimi girişimlerde bulunulmuştu. Bu iş için İslami otoriteyi temsil eden “Medine Müslümanlarının liderliği, gerekli olan geniş çaplı işbirliğini mümkün kılan yegâne ortak keyfiyetti; işbirliğine kanlan Araplar un hakemliğini kabul ettiler ve kendilerini Müslüman ka- ı] ettiler. Kuzeye yapılan akınlar başarılı olunca, artık İslam’ı kabul etmeyi reddeden putperest Arap kabileleri sorunu ortadan kalkıyordu.[10]

Bu çerçevede “Arapları organize etmek ve onları seferlere sevk etmek” amacıyla Kur’an eğitimine de hız verildi. “Kur’an öğretiminin gerektirdiği ahlaki ve mali dayanışma askeri yayılmaya temel teşkil etti. (…635’ten sonra artık) seferler ganimet için ya da en fazla, yakındaki köylüler üzerinde sınır hâkimiyeti kurmak için yapılan akınlardan, yerleşik topraklara yönelik çok geniş kapsamlı bir fetih hareketine dönüştü. Bundan böyle artık Müslümanlar, onların şehirlerini işgal etmeyi ve hükmederini Müslüman yönetimlerle değiştirmeyi amaçlayacaktı.” Daha ötesi, artık bu genişleyen işgal dalgaları boyunca “…konfesyonel dinlerden birine bütünüyle bağlı olan insanları İslam’a sokmak için hiçbir girişimde bulunulmadı. Adeta İslam’ın, yalnızca değilse de öncelikle Araplar için olduğu düşünülüyordu ve herkesin Müslüman olması yalnızca Arap Yarımadası için geçerli bir anlayıştı.[11] Hodgson’un İslam’ın ilk kurucu yöneticileri özgülünde de olsa işaret ettiği, İslamiyet’in Araplar için olduğu şeklindeki söz konusu bu keyfiyet, özellikle belirtmeliyiz ki, İslamiyet’in doğrudan kurucusu ve kutsal kitabı nezdinde çok kesin bir şekilde ifadelendirilmiştir.[12]

İslamiyet’in Arap’la sınırlı olmayan evrensel bir din olduğu iddiasına gelince; gerçekte Kur’an’m özüne ters düşen bu zorlama yorum, genişleyen işgal alanlarındaki nüfusun yönetilebilmesi zorunluluğunun bir sonucu olarak İslam literatürüne hâkim olmuş siyasal amaçlı bir eklemeden öte anlam taşımamaktadır. Öyle ki, bırakalım salt Arap’a özgü olmasını, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi İslamiyet, Arap’ın belli bir kesimi olan şehirlisine özgü olup, Arap’ın Bedevisini/göçebesini bile aşağılayan bir anlayışla şekillenmiştir.

Bu bağlamda Arap olmayan toprakların farklı inanç ve milliyetlerden olan halkları, işgallerin ilk anında, hemen hemen tümüyle ciddi bir talana maruz kalırlar. Ancak takip eden süreçte, Halid b. Velid’in, İranlı komutan Hürmüz’e yazdığı mektupta da ifade edildiği gibi, şu seçeneklerden birini tercih etmek durumundaydılar: “Siz İslam dinine giriniz, emniyet ve güven içinde yaşamanıza devam edersiniz. Eğer İslam dinine girmezseniz, o zaman bizim hâkimiyetimizi kabul ediniz; Zimmi [anlaşma ile İslam diyarında yaşamasına izin verilmiş olan-EA] olun, biz de sizi koruyalım. Başkalarının size taarruz etmesine fırsat vermeyelim. O takdirde bize cizye [haraç: Müslüman olmayanlardan alman kelle vergisi. EA] vermeniz gerekir. Yok bunu da kabul etmezseniz size yapacak bir şeyimiz kalmamıştır. Aramızdaki hükmü Allah verecektir. Fakat biz öyle bir ordu ile gelmişiz ki, bu ordunun erleri ölümü sizin hayatı sevdiğinizden daha fazla seven kimselerdir.”[13]

Halid b. Velid’in ültimatomu, Hıristiyan fatihlerin 16. yüzyılda Amerikan yerlilerine okudukları Requerımıento’yu (uyarı) anımsatır insana: “Reddettiğiniz ya da işi kurnazlığa vurup bizleri oyalamaya kalkıştığınız takdirde, sizlere dosdoğru bir şekilde derim ki; Allah’ın da yardımıyla var gücümüzle üzerinize saldıracağız, amansız bir savaş verip sizleri boyunduruk altına alacak ve Kilisenin ve hükümdarımızın egemenliği altına sokacağız. Sizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı köle haline getirip satacağız, Hükümdarımızın emriyle bedenlerinizi istediğimiz gibi kullanacağız, mallarınızı alacağız ve sizlere elimizden gelen her türlü kötülüğü yapacağız. “[14]

Türkçesi Halid b. Velid’in ağzından, işgal edilen toprakların halkına deniliyor ki: “Müslüman olduğumuz ve Allah bize bu yetkiyi erdiği için, şu andan itibaren bu topraklar artık bizim oldu! Dolayısıyla burada yaşayabilmeniz için ilk seçenek olarak dinimizi kabul edecek, bizle birlikte savaşlara katılacaksın; bunu kabul etmezsen, o durumda bizim buradaki otoritemize boyun eğecek, kendi öz topraklarınızı bize karşı korumayacak ve artık bizim sayılan bu topraklarda güven içinde yaşayabilmeniz için bize haraç vereceksin; yok bunu da içinize sin- diremiyorsanız, o zaman günah bizden gitti!”[15] Esasen İslamiyet de, böylesi bir dış yayılmacılık için gerekli tüm siyasi ve ahlaki motivasyon gerekçelerine sahiptir. İnananlarına örneğin, “Hoşunuza gitmediği halde savaşmak size farz kılındı…” (Bakara-216); “Ey iman edenler… Allah yolunda cihat edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide-35); “Şüphesiz ki Allah, cihat eden müminlerin mallarını ve canlarım cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar. Öldürürler ve öldürülürler…” (Tevbe-111) diyebilmektedir pekâlâ. Bu kadar da değil, İslami hukukta; “Fitne ortadan kalkıp din yalnızca Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Bakara- 193); “…Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin.” (TSIi- sa-89); “…Hak dini kendilerine din edinmeyen kimselerle (Hıristiyan ve Yahudilerle), küçülerek (boyunlarım büküp) elleriyle cizye (haraç) verinceye kadar savaşın.” (Tevbe-29); keza bizzat Peygamberin ağzından, “Ben insanlar kelime-i şahadet getirene kadar, yani Tanrı’nın birliğine inanana kadar onlarla harp etmeye Allah tarafından memur edildim,” (İbni Ma- ce) gibi yaklaşımlarla karşılaşırız. Bu kadar da değil, daha ötesi, fethedilen yerlerden ele geçirilen ganimetlerin (yani köleler, cariyeler, mallar, araziler vb.) beşte dördünün savaşa katılanlara, beşte birinin ise devlete olmak üzere paylaştırılması, söz konusu “hukukun” meşru ve temel kuralları içinde yer almaktadır (Enfal-41). Her ne kadar Irak ve Mısır’ın fethi sırasında toprakların dağıtımı Halife Ömer tarafından engellenmiş ve toprağın mülkiyeti, tamamen devlete bırakılırken üretici köylüler de “abdi kan” (daimi köle) olarak devlet için üretir durumuna sokulmuşlarsa da, İslam’ da gerçek kural, Kur’an’da Enfal- 41. ayetinde belirtildiği şekildedir. Ancak hangi yorumu kabul edersek edelim fark etmez; sonuç olarak karşımızda duran yasallık bir talan hukukudur. Böyle bir hukukun kendimizi fethedilenlerin yerine koyarak sorgulanması ise, insanı bir erdem olarak boynumuzun borcudur. Aksi takdirde Amerika’nın talanını, Haçlı Seferlerini, hatta İsrail’in Filistin’i işgalini sorgulama hakkımız olmaz. Özede İslami hukuk, başka ülkelerin ilhakım, dinin yayılması şeklinde (cihat) kutsayarak insanları buna zorunlu kılarken, bunun karşılığı onları maddi ve manevi ödüllerle motive eden bir karaktere sahiptir. Fethedilen ülkelerin zenginliklerinin beşte dördünü fatihlere ganimet olarak sunarken, savaşlar sırasında ölenlere ise, cennete giderek “ebedi mutluluğa” erişmek vaadinde bulunur. “Bedeviler için zorunlu ve tamamen şerefli bir iş kabul edilen ve yerleşiklere veya diğer Bedevilere ait mal ve mülkün gasp edilmesine dayanan yağma seferleri, ‘gazveler’ (soygun için yapılan baskınlar), (…) İslamiyet’le birlikte artık din kurallarına uygun bir davranış olarak, idealist duygular içinde yapılmaya başlanmıştır. Böylece Bedevi Arap’in geçimini sağlamak veya biraz daha iyileştirmek için yaptığı yağmalar, sonraki Arap İslam fetihlerinin menşeini oluşturmuştur.” (Rudi Paret) Böylece “İslam öncesi yapılan ‘gazve’ler, İslam dininin kabulünden sonra ‘gazalara dönüşüyordu.” [16] Tabii burada ince bir paradoksla karşı karşıyaydık: Bedevi’yi kendisiyle özdeş görmeyen otantik İslam, onun, göçebe yapısından kaynaklanan talancı/barbar yanını “Allah em- .-,” düzeyine yükseltip, şehirli Arap’ın yayılmacı ufku için kutsamaktan da geri kalmıyordu. Bu yeni sistematik içinde (aktardığımız ayetlerin gerekli ve zorunlu sonucu olarak) dünya ikiye bölünüyor; İslami kanunların geçerli kılındığı yerler “Dar-ül İslam” diye nitelenirken, diğer tüm etnisite ve inançlardan insanların yaşadığı yerler ise “Dar-ül Harb” ilan ediliyordu. Bu çerçevede Müslüman’a dayatılan görev de “Allah’ın kanunlarını” Dar-ül Harb’e egemen kılmak için cihat açıp oraları dize getirmek oluyordu. Nasıl ki yukarıda bir tek Tanrı varsayılıyor ve bütün mülkler ona ait kabul ediliyorsa, aynı şekilde yeryüzünde de onun adına mutlak hâkimiyet sağlamak Müslümanların görevi ve bütün mülklerin emiri olmak da onların hakkı varsayılıyordu! Kuşkusuz paralel bir mantığı ve onun doğal sonucu olan davranışı diğer kimi dinlerde de görürüz. Nitekim Amerika da, onu fethe çıkan İspanyol savaşçıların gözünde “Şeytan’ın uçsuz bucaksız imparatorluğu”, yani Dar-ül Harb idi; ve “Allah’ın dini” farzedilenin oralara hâkim kılınması inanmanın gereği idi! Bu bağlamda tıpkı diğer din savaşlarındaki uygulama gibi, “…fetihçi birliklerin Kızılderililerin dinsel sapkınlığına duydukları bağnazca öfke ile Yeni Dünya hazinelerine duydukları istek birbirine karışmaktaydı.” [17] Düşünün bir, öyle korkunç bir “hukuk” (çağdaş anlamında buna hukuk denmez tabii; çünkü hukuk, her türden hak gaspına karşı hak ve özgürlüklerin korunması anlamında kullanılmaktadır) ile karşı karşıyayız ki, kendinden olmayan, kendine boyun eğmeyen herkesi “düşman” addeden bir muhtevada biçimlenmiştir. Böyle olunca, bizden olmayan, dolayısıyla otomatikman “düşman” olan diğer insan ve toplumların “hukuku” da kendi hukuk dışı mantığına göre biçimleniyordu. Nitekim Emevileri, savaşlara çıkarken dini yaymaktan çok talana öncelik verdikleri gerekçesiyle eleştiren Zekeriya Kitapçı, Müslüman otoritelerden harekede İslami hukuku şöyle özetler: “…Harbin meşruiyet kazanması için düşmanın önce Allah’a imana, İslam dinini kabule, bu olmadığı taktirde vergi ödemeye çağrılması gerekmektedir. Aksi taktirde meselenin çözümü kılıçlara havale edilirdi.”[18]

Görüldüğü gibi iki durum arasındaki fark, çağdaş hukuk nezdinde oldukça sıradan bir ayrıntıdan ibarettir ve yukarıda da vurguladığımız gibi İslami hukukun insanlık değerleri ve çağdaş hukuk açısından niteliğini en küçük anlamda değiştirmez. Başka inançtaki insanların karşısına geçip; “Benim dinimden olmadığın için düşmansın, dolayısıyla benim dinimi Hak dini olarak kabul etmek zorundasın, yok eğer kabul etmiyorsan kellenin güvenliği için vergi (cizye-haraç) ödemek zorundasın, yok bunu da kabul etmiyorsan, o zaman dinimin emri gereği katlin vaciptir” diyen bir hukukun, hukukun mantığı ve insanlık değerleri karşısındaki anlamı, en hafif deyimle “zorbalığın hukuku” olmaktan başka bir şey olabilir mi? Zorbalık ise her durumda zorbalıktır; bunu doğrudan haraç için veya haracı da meşru kılmak üzere inanç dayatması adına yapmışsın, hukuk mantığı ve ahlak açısından fark eder mi? Burada gerçekte saf bir Tanrı inancı açısından da kabul edilemez bir durum söz konusu: Çünkü bu inanca sahip, dolayısıyla “kader”e, Tanrı’nın her şeye kadir olduğuna ve kendisine inanmayanı cezalandıracağı bir cehennemi olduğuna safça inanan kişinin yapacağı şey, başkalarını kılıç zoruyla kendinden yapmak, hele ki onun zenginliklerini talan etmek olamazdı. Dolayısıyla mantığını sokağa atmamış veya talan edecek mallar karşısında ruhunu satmamış her insan açısından, “Allah adına” başka halkların zenginlikleri ve inançlarına yönelik müdahalenin kabul edilemeyeceği, böylesi yönelimlerin ilanda esasen, Tanrı’yı kendine kılıf yapan çıkar ilişkileri aramak gerektiği açıktı. Gelin görün ki, tarih boyunca gerçekleştirilen pek çok fethin gerekçesi hep böyle “kutsal” değerler olarak gösteriliyordu. Günümüz inşam açısından ahlaki olarak kabul edilemez olsa da, o dönem inşam için gerçekten de çok etkili olan işte böylesi bir motivasyonla Arap kavmi iç parçalanmışlığım aşarak dış yayılmacılığa yönelir ve yukarıda da özetlediğimiz gibi çok kısa zamanda çok büyük başarılar elde edilir. Müslüman Arap egemenliği, 15 yıl gibi bir zamanda, Arap’ın öztopraklarının onlarca katı büyüklükte topraklara yayılır; verimsiz çöllerin çoğu sefalet içindeki bu insanları, egemen oldukları ülkelerin birikimlerini yağmalayıp kendi mülklerine geçirerek kısa zamanda büyük zenginliklerin sahibi haline gelirler. Bu kadarla da kalmaz, öztoprakları olan verimsiz göllerden çıkarak el konulmuş verimli topraklara doğru yoğun bir göç ve yerleşme politikası uygular. Genel olarak fethedilen yerler yağmalanıp ardından dizginlendikten sonra, bir yandan yerli halkın Müslümanlığı kabul etmesi yönünde propaganda ve zorlamalara gidilirken diğer yandan da Arap ailelerinin özellikle de buralardaki şehirlere yerleştirilmesi gerçekleştirilir. İran’a, Mısır’a, Suriye’ye, Filistin’e ve diğer fethedilmiş yerlere o kadar çok Arap yerleştirme yoluna gidilir ki, “Caetani (bu durumu), haldi olarak Arapların Asya’da Sami hâkimiyetim kurmak için bir nevi büyük göç, yani ‘Sami ırkının göçü’ olarak nitelendirmektedir.” [19] Sonuçta karşımıza, bazı toprakların (Mısır, Irak, Suriye, Filistin vb.) tümüyle, diğer bir kısmının (Anadolu, İran, Kürdistan, Horasan, Türkistan vd.) ise belli şehirlerinin Araplaşmadığı, keza bu ülke zenginliklerinin talanı ile Arapların dönemin en zengin ve egemen kavmi haline geldiği şeklinde ilginç bir gerçek çıkıyor. Gerçekten de karşımızda duran pratik, daha sonra Amerika kıtasında Hıristiyan İspanyol uygarlığı tarafından gerçekleştirilecek olan pratiğin 10 yüzyıl önce uygulanmış hali gibidir. Her iki pratikte de, “kutsal değerleri başka ülkelere taşımak” görünüşteki temel gerekçedir; dolayısıyla fetih, yağ: köleleştirme ve katliamlar dahil her yol, söz konusu bu “kutsal amacı” gerçekleştirebilmenin es geçilebilecek ayrıntıları olarak meşru addedilir ve pervazsızca uygulanır. Bahsi geçen dinler, bu anlamda söz konusu bu barbarlıkları “ahlakileştirmenin” kılıfı olarak işlev yükleniyordu. Her iki pratikte de din, fethedilen ülke halklarının kendi ulusal ve dinsel değerlerine yabancılaştırarak özümsenmesinin (asimilasyon) temel ve oldukça etkili aracıdır; çünkü kata tarafın sadece inkârı değil, bu inkârın karşılığı olarak aynı zamanda onların “kurtarılması”, “cennete kavuşabilmelerinin” yol ve yöntemlerinin onlara götürülmesi söz konusudur. Dolayısıyla söz konusu dinler, başka inançtakilerin asimilasyonunu “ahlakileştirmenin” kılıfı olarak işlev yükleniyor. Her iki pratikte yağma ve dayatmalarla başlayan kolonizasyon temel uygulamalardır. Dolayısıyla her iki pratikte de fethedilen ülke ve halklardan fethedenlere yoğun bir serveti akışı gerçekleşmiş, fatihler bir anda büyük zenginliklerin sahibi olmuşlardır (ancak kaderin cilvesi, her ikisinde de fethedenler üretici bir ekonomik yapı kuramadıklarından, talana dayalı bu zenginlikler uzun vadede onlara yar olmamıştır). Dolayısıyla söz konusu dinler, başkalarına ait topraklara zorla el konulmasının “ahlakı” olarak biçimleniyor. Bu noktada yinelemeliyiz ki, tüm kutsal gerekçelendirmelere karşın söz konusu yayılmacılık ve bunun kaçınılmaz sonucu olan katliamların Müslüman Araplar özgülünde de temel nedeni. maddi çıkar güdüsü olmuştur. Bu nesnel yargımızı pekiştirmek açısından, (hem konuya ilişkin özel olarak çalışmış hem de Arap | tarihçisine “tarihçimiz” diyecek denli şeriatçı) bir profesörümü Z. Kitapçı’ya[*] kulak verelim: “…Genellikle fakrü zaruret içinde yaşayan Araplar, harp eden askerlerin, verilen yüksek maaş ve ganimetler dolayısıyla ^-a zamanda büyük bir servet ve zenginliğe kavuştukları- |V sosyal yaşantılarının bir anda büyük ölçüde değiştiğini jönnüşlerdir. Onun içindir ki Arap kabileleri çeşitli cephelerde savaşmak için daha ilk devirlerde adeta Medine’ye çok büyük kafilelerle akın akın gelmeye başlamışlardır…. “Nitekim fetih hareketlerini daha objektif bir şekilde kaleme alan ilk tarihçilerimizden Belazuri’nin Futuh’ul Buldan adındaki kıymetli eserinde, Arapların geçim sıkıntısı, yokluk ve mahrumiyetler içinde sürdürdükleri hayat mücadelesi zoruyla komşu ülkeleri fethetmeye zorlandıkları ve bu ülkelere yerleştikleri hakkında sarih ifadeler vardır.”[20] Özede İslamiyet, Arap’ın, komşu din ve ülke halklarının birikimlerini yağmalamaya ve onlara egemenlik sağlamaya yönelik genişlemesinin ideolojik gerekçelendirmesi olarak biçimlenmiştir; öznel olarak ona ne misyon biçersek biçelim, tarihsel olguların açığa vurduğu somut gerçek budur. “Hz. Muhammed devrinde bazı Bedevi kabilelerin birkaç kere İslamiyet’i kabul edip sonra da vazgeçtiklerini biliyoruz. Iraklı sosyolog Ali el Vardi, bunların dış memleketiere seferler açıp da büyük muzafferiyeder ve büyük ölçüde ganimet getiren savaşlar başlayınca kesin olarak İslamiyet’e döndüklerine işaret eder. (…) Çünkü bu seferler onların ceplerini doldurduğu gibi, ‘tagallup’, yani üstün gelip hükmetme duygularını da tatmin ederek gönüllerini dolduruyordu. (…) “Alman iktisatçısı Ruhland, Arap ordularının ele geçirdiği ganimetlerin akıllara durgunluk verecek ölçülere vardığını yazar. (…) Arapların Sasanilere karşı giriştiği savaşlarda, sadece Kadisiye zaferi sonucunda ele geçirilen hazinelerden 9(X) milyon Franklık bir servet elde edildiği resmen açıklanmış ve bundan her mücahide 12000 Franklık bir pay düşmüştür ki, yapılan hesaplara göre bu miktarın değeri, o devrin en zengin Mekkeli tüccarın gelirini aşmaktadır.”[21] işte İslamiyet’in, Arap halkı için gördüğü temel işlevlerden biri budur.

Erdoğan Aydın Nasıl Müslüman Olduk?

Dipnotlar

1- 1-(M.G.S. Hodgson, İslamın Serüveni c 1, S. 138)

2 -Taberi ve Mes’ûdi’den akt. Abdülbâki Gölpınarlı, İslam Tarihi, s. 275 3 Age, $.277 ve sonrası. 4 R. M anttan, İslam’ın Yaytlış Tarihi, s. 87. 5 Tayyar A İn kulaç, Yüce Kitabimi? lif. Kur an, s. 16. 6 Raberi’den aktaran L. Caetanu akt. Taner Akçam, Kiıhıiriimji^dı Zulüm ve işkence, s. 25. 7 M.G.S. Hodgson, İslam’ın Serüveni, c.. 1, s .139. 8 R. Matran, age, s. 88. 9 Kamuran Gürün, Türkler re Türk Devletleri Taribiy c.l, s.264. 10 M.G.S. Hodgson, İslam w Serüveni, s. 140. < “> M.G.S. 11 Hodgson, İslam’ın Serüveni, c. 1, s. 141. 12 Ayrıntılı bilgi için bkz. E. Aydın, İslamiyet Gerçeği 1. cilt, 9. bölüm. M 3) 13 Pantipati’den akt. Zekeriya Kitapçı, Türkistan’da İslamiyet ve Türkler, s. 90. 14 E. Gaieano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, s. 23. 15 E. Aydın, İslamiyet Gerçeği, c.3, s. 48. 16 Turgut Akpınar, Tarihimizde İslamiyet, Tarih ve Toplum dergisi, sayı.80, s. 48. 17 R. Galeano, age» s. 23. 18 Z. Kitapçı. Türkistan’da İslamiyet ve ‘Türkler, s.207. 19 Z. Kitapçı, age, s. 92 20 Z. Kitapçı,Yeni Is/ant Tarihi re Türkistan, c. 1, s. 146. T. Akpınar, agm, s.49.

* Z. Kitapçıyı, okuyucuya özellikle abartılı, öznel gelebilecek noktalarda sıklıkla temel kaynak olarak kullanacağız. Çünkü gerçekten de Arap/Müslümanların vahşeti o kadar büyük ve Türklerin direnişi o kadar şaşırtıcı boyutlarda gerçekleşiyor ki, şeriatçı ve Türk olmayan bir başka kaynak Müslümanlığını da Türklüğünü de gururla, ezilmeden taşımak isteyen bir okuyucu için yeterince güvenilir olmayabilirdi. Oysa, Z. Kitapçının onay vererek yapağı aktarmalar, gerçekte bunların bile yapılanların sadece bir kısmı ve onların da sadece kuru bir aktarımı olduğu gerçeğini düşündürtmekte etkili bir seçim oluyor. Dolayısıyla bu kitap boyunca, özellikle Arapların Türk yurtlarına yayıldığı ilk dönemlere ilişkin olarak, Kitapçı ya sıklıkla başvurmamız, geleneksel bilgilerimiz ışığında inanılmaz gelen olgulara ilişkin diğer aktarımlarımızda da gerçekliğim göstermek açısından iradı bir seçim olmuştur.

HAMED HABİBPOUR – SANTUR İLE ANADOLU’DAN ESİNTİLER ALBÜMÜ

Hamed Habibpour  Santur ile Anadolu’dan Esintiler 1. Çiçekten harman olmaz 2. Gönül gurbet ele varma 3. Ha leyli 4. Hüseynikten çıktım şeher yoluna 5. Nasıl methedeyim sevdiğim seni 6. Yol gider mi bizim büyük limana 7. Gafil gezme şaşkın 8. Mevlam bir çok dert vermiş 9. Altın yüzüğüm kırıldı 10. Aheste 11. Âmed Nesîm-i Subh-dem 12. Robabeh Jan Alternatif link >> 

JUNG: BABAM BURS İÇİN BAŞVURDUĞUNDA ÇOK UTANDIM, HERKESİN YOKSUL OLDUĞUMUZU ANLADIĞINI SANIYORDUM

Gustav Jung Üniversite yıllarını anlatıyor

Bilime duyduğum ilgiye karşın, arada sırada felsefe kitaplarına döndüğüm de oluyordu. Meslek seçimi zamanı sinir bozacak kadar yaklaşmıştı. Liseyi bitirmeyi iple çekiyordum. Kuşkusuz, üniversiteye gidip doğabilim okuyacak ve gerçek bir şeyler öğrenecektim ama kendime bu sözü verir vermez kuşkularım yineleniyordu. Acaba, tarih ve felsefeye daha mı yatkındım? Mısır ve Babil’le ilgili her şeye aşırı merakım olduğu aklıma gelince de, en çok arkeolog olmayı istediğimi düşünüyordum. Oysa Basel’den başka yerde okuyacak param yoktu, orada da bunu öğretecek kimse. Bu nedenle, bu tasarıdan vazgeçmem gerekti. Uzun bir süre, bir türlü karar veremedim. Kararı sürekli erteliyordum. Babam çok kaygılanıyordu. Bir kez, “Bu çocuk akla gelen her şeyle ilgileniyor ama ne istediğini bilmiyor,” dedi. Haklı olduğunu kabul etmek zorunda kaldım. Mezuniyet yaklaştığı için hangi fakülteye kayıt olmak istediğimizi bildirmek zorundaydık. Bilimi seçtim ama sınıf arkadaşlarıma fen ya da sosyal bilimler mi olduğunu söylemeyip onları merakta bıraktım.

Kararımı birdenbire vermemin bir gerekçesi vardı. Birkaç hafta önce 1 ve 2 no, karar vermede birbirleriyle çatışırken, iki düş görmüştüm. İlkinde, Ren Nehri’nin kenarında uzanan karanlık ormandaydım. Orada bir höyük buldum. Bir gömü yeriydi. Kazmaya başladıktan bir süre sonra, tarihöncesi hayvanlarının kemikleriyle karşılaşınca çok şaşırdım. Çok ilgimi çektiler. O anda ne yapacağımı biliyordum artık. Üzerinde yaşadığımız dünyayı, çevremdeki şeyleri ve doğayı öğrenmem gerekiyordu.

Ardından ikinci düş geldi. İçinde su yolları olan bir ormandaydım yeniden. Ormanın en karanlık yerinde, çevresi otlarla ve çalılarla kaplı, daire biçiminde bir su birikintisi gördüm. Çok garip, muhteşem bir yaratık, suyun içine yarı yarıya gömülü yatıyordu. Sayısız küçük hücrelerden ya da kol biçiminde organlardan oluşmuş yuvarlak bir hayvandı bu. Saydam renkleri ışıl ışıl parlıyordu. Aşağı yukarı bir metre çapında dev bir Radiolarian (ışın saçan). Bu olağanüstü hayvanın bu gizli yerde, duru derin suda hiç rahatsız edilmeden yatması bana anlatılamayacak kadar olağanüstü geldi. Öylesine yoğun bir öğrenme merakıyla sarsıldım ki, yürek çarpıntıları içinde uyandım. Bu iki düş, beni kararsızlıktan kurtardı ve bilime karar vermeme neden oldu.

Zamanın ve içinde bulunduğum ortamın, insanı çalışıp geçimini sağlamaya zorladığını anlamıştım. Ne olursa olsun, bir meslek sahibi olmam gerekiyordu. Sınıf arkadaşlarımın tümünün, bu zorunluluğun peşinde koşmaları ve bundan başka bir şey düşünemez olmaları beni çok etkiliyordu. Bir türlü karar veremeyip kendime bir yön çizemediğim için kendimde bir gariplik olduğunu düşünüyordum. Almanca hocamın çalışkanlığa ve sorumluluğu bilmeye örnek gösterdiği D. adlı arkadaşım bile, çoktan din bilimini seçmişti. Oturup bu işi daha ciddi düşünmem gerektiğini anladım. Zooloji eğitimi yapsam öğretmen ya da ola ola hayvanat bahçesinde bir görevli olabilirdim. Hayvanat bahçesinde çalışmayı öğretmenliğe yeğ tutardım ama hırslı olmamama karşın, bu işte gelecek olmadığını görebiliyordum. Böyle bir çıkmazdayken aklıma tıp okuyabileceğim geldi. Babamın büyükbabası doktordu. Onunla ilgili pek çok şey duyduğum için bunun hiç aklıma gelmemesi garipti ama, “Sakın taklit etme!” prensibine bağlı kaldığım için tıp mesleğine direniyordum. “Hiç olmazsa fen dersleriyle başlıyor,” diyordum kendime. O bağlamda istediğim bir şeyi yapmış olacaktım. Üstelik tıp çok geniş bir konu olduğu için ilerde, değişik bir konuda ihtisas yapma olanağım da vardı. Fen bilimlerini tercih etmesine etmiştim ama geçimimi nasıl sağlayacaktım? Başka bir yerde eğitim görmek için param yoktu. Dolayısıyla, bilimsel bir kariyer yapma umudum da. Olsa olsa, bilimde bir amatör olabilirdim. Okul arkadaşlarım ve bu konularla ilgili kişilerce, örneğin öğretmenlerce, sevilmeyen bir yapıda olduğum için arzumu destekleyecek bir koruyucu bulma olanağım da yoktu. Böylece, tıp eğitimine karar vermeme bu durumu kabul etme zorunluluğu da eşlik etti. Hiç olmazsa geri dönülmez kararı sonunda verebildiğim için rahatlamıştım.

Can sıkıcı soru ön plana çıkmıştı: Para nereden bulunacaktı? Babam ancak bir bölümünü karşılayabiliyordu. Burs alabilmem için Basel Üniversitesi’ne başvurdu ve beni çok utandırdı, çünkü bütün dünyanın yoksul olduğumuzu anladığını sanıyor, üstelik, çok üst düzeydeki önemsenecek kişilerin tümünün bana karşı olduğunu düşünüyor ve onlardan anlayış beklemiyordum. Babamın karmaşık bir yapısı olmayan iyi bir insan olarak tanınmasının etkili olacağını ama benim ondan çok farklı olduğumu sezinliyordum. Aslında, kendimle ilgili iki farklı görüşüm vardı. 1 no’nun gözüyle baktığımda kendimi, pek de sevimli olmayan, orta karar yetenekli fakat hırslı bir genç olarak görüyordum. Saf meraklar ve çocuksu düş kırıklıkları arasında gidip gelen disiplinsiz biri. Özünde de, münzevilik ve tutuculuk. Öte yandan 2 no, 1 no’yu, zor başa çıkılabilen ve takdir edilmeyen ahlaksal bir görev olarak görüyordu. Haylazlık nöbetleri, hüzün, bunalım ve kimsenin değer vermediği yararsız düşüncelere ve şeylere merak gibi değişik kusurlar arasında, karmaşık da olsa, ona bir yolunu bulup bir ders vermesi gerekiyordu. Ayrıca, ona göre, düşsel arkadaşlıklara yatkındı. Önyargılı ve yetersizdi. Kafası felsefi konularda bulanıktı. Aptaldı da. (Matematik!) Başka insanları anlayamıyordu. Ne dürüst bir Hıristiyan ne de başka bir şeydi. 2 no’nun tanımlanabilecek bir kişiliği yoktu. Doğuşu, yaşamı ve ölümü, tümü bir bütündü. Yaşamın tüm yüzlerini gösteren bir Vita peracta’ydı o. Kendine acımaksızın, ne olduğunu değerlendirebiliyor ve arzu etmesine karşın, 1 no’nun yoğun karanlık ortamından sıyrılıp kendini ifade edemiyordu. Egemen olduğunda, 1 no’nun içinde saklı oluyor ve onun denetimi altına giriyordu. Tersi olduğunda da, 1 no, 2 no’yu içsel karanlığın bölgesi sayıyor, bunu bilen 2 no, anlaşılabilir bir biçimde kendisini ifade etmeye kalkarsa, ifade ettiklerinin, dünyanın kenarından atılan bir taş gibi sessizce, sonsuz geceye düşeceğini biliyordu. Oysa 2 no, bir kral sarayının geniş salonlarındaki yüksek pencereler açıldığında içeriye dolan gün ışığında yıkanan bir manzaranın olduğu gibi aydınlıktı. Çevresiyle gerçek iletişimin kesiştiği noktalara sahip olmayan 1 no’nun tutarsız kalesinin tersine, anlamı ve tarihsel tutarlılığı vardı. 2 no, Goethe’nin, büyük bir olasılıkla, onu derinden etkileyen geçmişin mirasıyla kimliğini yarattığı Faust gibi, kendini gizliden gizliye ortaçağla uyum içinde görüyordu. Goethe için de 2 no’lu kişilik bir gerçekti. Bu da benim en büyük avuntum oluyordu. Faust’un, Kutsal Kitap’taki çok sevdiğim “Aziz Yuhanna” kitabından çok daha anlamlı olduğuna karar vermem beni oldukça şaşırttı. Faust’ta, doğrudan duygularıma seslenen bir şey vardı. Oysa Aziz Yuhanna’nın İsası bana garip geliyordu. Kutsal Kitap’ın öbür kitaplarındaki Kurtarıcı da daha garip. Buna karşın, Faust, 2 no’nun canlanmasıydı. Onun Goethe’nin kendi zamanına verdiği yanıt olduğuna kuşkum kalmamıştı.

Bu sezgi, beni rahatlamakla kalmıyor, özgüvenimi ve insan topluluğuna ait olduğum duygusunu da pekiştiriyordu. Artık zalim doğanın bir kaprisi sonucunda oluşmuş ve öbür insanlardan ayrılmış garip bir yaratık değildim. Büyük Goethe, benim manevi babam ve koruyucumdu.

O sıralarda beni hem ürküten hem de yüreklendiren bir düş gördüm. Bir gece, neresi olduğu belli olmayan bir yerde çok şiddetli bir rüzgârla boğuşarak ilerlemeye çalışıyordum. Her yerde yoğun sis kümeleri uçuşuyordu. Elimde, her an sönmeye hazır bir ışığı sımsıkı tutuyordum. Her şey bu ışığı yanar tutmama bağlıydı. Ansızın, izlendiğim duygusuna kapıldım. Arkama baktığımda, dev bir karaltı gördüm. Ne denli tehlikede olsam da geceye ve rüzgâra karşı küçük ışığımın sönmesine izin vermemem gerektiğinin bilincindeydim. Uyandığımda, karaltının, sisin içinde savrulan ruhumun bölünmüş bir parçası olan gölgem olduğunu anladım. Taşıdığım zayıf ışıkta belirmişti ve bu ışık, sahip olduğum tek ışık olan bilincimdi. Kavrayabilme yetim tek ve en değerli hazinemdi. Karanlığın güçlerine oranla, her zaman yetersiz ve kırılgan kalacaktı fakat gene de bir ışıktı, benim ışığımdı.

O düş beni çok aydınlattı. Artık 1 no’nun ışığın taşıyıcısı olduğunu, 2 no’nun da onu bir gölge gibi izlediğini biliyordum. Görevim ışığı korumak ve kuşkusuz, farklı bir türde yasak bir ışık dünyası olan Vita peracta’ya dönüp bakmamaktı. İnsanı arka planda kalan şeylerin yüzeylerinden öte hiçbir şey göremediği bir dünyanın sonsuz karanlığına itmeye çalışan bir fırtınaya karşı ilerlemek zorundaydım. Çalışmaya, para kazanmaya, sorumluluklara, başa gelen dertlere, kusurlara, yanlışlara, boyun eğmelere ve yenilgilere doğru ilerlememi sağlayacak olan, 1 no’lu kişiliğimdi. Bana karşı esen fırtına, durmamacasına geçmişe doğru akan ve sürekli arkamda soluğunu hissettiren zamandı, tüm canlıları büyük bir güçle emen. Biz de ilerlemeyi sürdürerek bir süre için ondan kaçabiliriz. Geçmiş ürkünç bir gerçektir ve varlığını sürdürürken tatmin edici bir yanıt bulup canını kurtaramayan herkesi yakalar. Böylece, dünya görüşüm doksan derecelik bir dönüş daha yaptı. Yolumun, kaçınılmaz bir biçimde, dış dünyanın üç boyutluluğunun kısıtlamalarına ve karanlığına yöneldiğinin bilincine vardım. Bence, bir zamanlar Âdem de Cennet’i böyle düşündüğü için terk etmişti. Cennet bahçesi onun gözünde bir düşe dönüşmüş ve ışığı ancak alınteriyle sürmek zorunda olduğu taşlı bir tarlada bulabileceğini anlamıştı.

“Böyle bir düş nereden kaynaklanır?” diye sordum kendime. O güne dek, o tür düşleri Tanrı’nın yolladığını varsayardım. Somnia a Deo missa. Oysa şimdi, onları belirlemek için öylesine ölçüp biçmiştim ki kuşkular yakamı bırakmıyordu. Örneğin, sezgilerimin uzun bir süredir olgunlaşma sürecinde oldukları ve sonunda ansızın bir düşle ortaya çıktıkları söylenebilir. Gerçekten de böyledir belki. Bu açıklama yalnızca bir tanımlamadır. En önemli soru, bu olgunun nedeni ve neden bilinç düzeyine çıktığıydı. Bu gelişmeyi sağlayacak bilinçli bir girişimde bulunmamıştım. Tam tersine, öbür yöne eğilimim vardı. Demek ki, perde arkasında bir şeyler oluyordu. Kuşkusuz benden daha zeki bir şey, bir zekâ faaliyetteydi. Bilincin ışığında, içsel ışık âleminin dev bir gölge gibi ortaya çıktığı düşüncesi sıra dışı bir düşünceydi. Bunu durup dururken akıl etmiş olmam olanaksızdı. Birdenbire, o güne dek açıklayamadığım birçok şeyi anlamıştım. Özellikle de, içsel dünyayı anımsatan herhangi bir şeye değindiğimde insanların yüzünde beliren o soğuk sıkılganlık ve yabancılaşma ifadesini. 2 no’yu geride bırakmam gerektiğine kuşku yoktu fakat içimdeki varlığını da kesinlikle yadsımamam ya da geçersiz saymamam gerekiyordu. Bunu yapamazsam içsel bir körlüğe düşer, düşlerimin kaynaklarını açıklama olasılığımı yitirirdim. 2 no’nun, düşlerin yaratılmasıyla bağlantısı olduğunu ve bu iş için gereken üstün zekâya sahip olduğunu kabul etmem zor değildi. Kendimi giderek 1 no’yla eş tutmaya başladım ve zamanla, 1 no’nun, sözünü ettiğim nedenlerle, kendimi eşit sayamadığım çok daha geniş kapsamlı 2 no’nun bir parçasından öte bir şey olmadığı ortaya çıktı. 1 no hayalîydi ve karanlıklar dünyasına karşı durabilen bir güçtü. Geçmişe baktığımda, bu gerçeğin varlığını o zamanlar duygularım sayesinde bildiğimi, fakat düşümden önce bunu gerçekten bilinçli düşünmediğimi çok iyi anlıyorum.

Her neyse 2 no’yla benim aramda bir bölünme oldu ve ben, 1 no için ondan ayrıldım. 2 no’dan kopmam, ona bağımsız bir kişilik kazandırdı. Onu, belirli bir kişilikle, yani bir hayaletle bağdaştırıp nitelendiremiyordum. Oysa taşra kökenli olduğum için bu olasılığın bana garip gelmemesi gerekirdi. Kırsal kesim insanları, koşullara göre, bu tür şeylerin varlığına ya da yokluğuna inanırlar. Bu hayaletle ilgili tek belirginlik, onun tarihsel niteliği ve zamana uzantısı, daha doğrusu zamansızlığıydı. Kuşkusuz onu, o zamanlar kendime, ne bu kadar çok sözcükle açıklayabilmiştim ne de uzamsal varlığıyla ilgili kesin bir görüşe varabilmiştim; fakat sürekli, varoluşumun arka planında, hiçbir zaman kesinlikle nitelendirilemeyen fakat varlığı da yadsınamayan bir öğe olarak rol oynadı.

İnsanoğlu dünyaya gelirken beraberinde, bedensel ve ruhsal açıdan kendine özgü bir mizaç eğilimini de getirir ve kişiliği nedeniyle, tanıştığı aile ortamına ve ailenin ruhuna uyum sağlar. Oysa aile ruhu büyük bir oranda, zaman ruhunca biçimlendirilmiştir ve bu durum çoğu zaman bilinmez. Aile ruhuyla bir consensus omnius oluşturabilen birey, kendini bu dünyada güven içinde hisseder. Tersine, çoğuna karşı çıkıyorsa ve kendi içinde çelişkiliyse dünyaya karşı güvensiz demektir. Çocuklar yetişkinlerin söylediklerine, çevrelerinin etkisinin ne olduğu bilinmeyen havasına oranla daha az tepki verir. Çocuk bilinçsizce o havaya uyar ve böylece telafi edici bir uyum içine girmiş olur. Çok küçük yaşlarda bile aklıma takılan “dinle ilgili” garip sorular, aile çevreme karşı geliştirdiğim ani tepkiler olarak değerlendirilebilirler. Babamın, daha sonra su yüzüne çıkmasını engelleyemediği inançla ilgili kuşkularının, doğal olarak, uzun bir kuluçka dönemi olmuştu. İçsel dünyada ya da genelde dünyayla ilgili düşüncelerde olan böyle bir devrim gölgelerini ileriye yansıtmış, gölgeler uzadıkça babamın bilinci de onların gücüne karşı umarsızca direnmeye çalışmıştı. Babamın huzursuz olmasının nedeninin, doğal olarak bana da yansıyan, o kaçma çabaları olduğu anlaşılıyor.

Annem, toprağın derinlerine görünmez köklerle bağlı olduğu için bu tür etkilerin ondan geldiğine hiçbir zaman inanmadım. Bildiğim tek şey, bu köklerin kaynağının Hıristiyanlık inancına olan bağlılığıyla ilgisi olmadıklarıydı. Bence, görünüşteki Hıristiyan inancına ve onun geleneksel savlarına olan bağlılığının tersine, bu köklerin her nasılsa, hayvanlarla, ağaçlarla, dağlarla, ovalarla ve akarsuyla ilintileri vardı. Bu arka plan benim tutumumla o denli uyumluydu ki bana hiçbir rahatsızlık vermiyor, tam tersine, özgüven ve basılan toprağın sağlam olduğu duygusunu veriyordu. Bu kaynağın ne denli “pagan” olduğunu anlayamamıştım. Babamdan gelen gelenekle, bilinçdışımın yaratılması için uyardığı garip, telafi edici ürünler arasında o günlerde başlayan çelişkide bana en büyük desteği veren annemin 2 no’lu kişiliğiydi.

Geriye baktığımda, çocukluktaki gelişmemin gelecekteki olaylara nasıl gönderme yaptığını, babamın dinsel açıdan çöküşüne ve aniden oluşmamış olan ve gölgeleri çok önceden zamanımıza yansımış olan, insanı sarsan günümüz dünyasının durumuna uyum sağlayabilmem için beni nasıl hazırladığını görebiliyorum. Biz insanlar, her ne kadar özel yaşamlarımız varsa da, büyük bir oranda, yaşadığı yıllar yüzyıllarla sayılan ortak bir ruhun temsilcileri, kurbanları ve geliştiricileriyiz. Çoğu zaman, dünya sahnesinde sesi çıkmadan rol alanlardan biri olduğumuzun farkına bile varmadan, bir ömür boyu, kendi kafamıza göre yaşadığımızı varsayabiliriz. Farkında olmasak da, bilinçdışı olduklarında bizi daha da çok etkileyen bazı gerçekler vardır. En azından benliğimizin bir parçası yüzyıllarda yaşar. Bu parçaya ben, bana kolaylık olsun diye 2 no adını verdim. Bunun yalnızca bana özgü bir merak olmadığına, insanın içselliğine ısrarla girmeye çalışan ve neredeyse iki bin yıldır ciddi bir biçimde ona yüzeysel bilinç bilgisini ve onun gerektirdiği kişiliği aktarmaya çalışan Batı dini bir kanıttır: “Non foras ire, in interiore homine habitat veritas!” (Dışarıda arama; gerçek, insanın içindedir.)

1892-1894 yılları arasında babamla oldukça ateşli tartışmalarımız oldu. Göttingen’de Ortadoğu dilleri eğitimi yapmıştı. Tezi “Ezgilerin Ezgisi”ni de Arapçasından irdeleyerek hazırlamıştı. Parlak dönemi mezuniyetiyle sona ermiş, o günden sonra dil yeteneğini unutmuştu. Bir taşra rahibi olarak, duygusal bir idealizme ve öğrenciliğinin parlak döneminin anılarına kapılmış, o yıllardan kalma uzun piposunu içmeyi sürdürmüş ve evliliğinin hiç de umut ettiği gibi olmadığını keşfetmişti. Birçok iyilik (gereğinden fazla) yapıyor, bu da onun çoğu zaman gergin olmasına neden oluyordu. Annem de babam da aralarında çok öfkeli ağız kavgalarının patlak vermesine neden olan adanmış yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Bu zorluklar sonradan, doğal olarak babamın inancını sarstı. O günlerde, gerginliği ve yaşamından memnuniyetsizliği artmıştı. Durumu beni kaygılandırıyor, annem de onu heyecanlandıracak her şeyden ve tartışmadan kaçınıyordu. Davranışının çok akıllıca olduğunu kabul etmeme karşın, ben de bazen kendime hâkim olamıyordum. Öfke nöbetleri tuttuğunda sessiz kalmayı yeğliyor, sakin anlarında iç dünyasını ve kendisiyle ilgili görüşlerini anlayabilmek için onunla sohbet etmeye çalışıyordum. Onu özel bir sorunun yiyip bitirdiği belliydi. Bunun, inancıyla ilgili olduğundan kuşkulanıyordum. Birkaç ipucu, dinle ilgili kuşkularımı doğruladı. Bana göre, gerekli deneyimden geçmemesinin doğal sonucuydu bu. Konuşma çabalarım sırasında, her soruma dinle ilgili her zamanki kalıplaşmış ve coşkusuz yanıtlar vermesinden ya da karşı çıkma dürtülerimi körükleyen boyun eğercesine omuz silkmesinden, böyle bir deneyimden geçmediğini anladım. Hırçınlaşıp sırası gelmişken durumunu neden değerlendirmediğine aklım ermiyordu. Sorduğum hassas soruların onu üzmesine karşın, tüm deneyimlerin en belirgin olanı olan Tanrı deneyiminden geçmemiş olmasını neredeyse olanaksız bulduğum için yapıcı bir konuşmanın yararı olacağını umuyordum. Tanrı’yı tanımanın kanıtlanamayacağını anlayacak kadar kuramları biliyordum fakat bildiğim başka bir şey de, bunun, günbatımının güzelliği ve gecenin ürkünçlüğü gibi kanıtlara gerek olmayan bir şey olduğuydu. Kaderin ona oynadığı oyuna daha iyi dayanabilmesine yardım edebilmeyi umduğum için çok acemice de olsa, apaçık ortada olan bu gerçekleri ona göstermeye çalışıyordum. Birileriyle kavga etmesi gerektiği için ailesiyle ve kendisiyle kavga ediyordu. Neden her şeyin karanlık yaratıcısı ve dünyadaki acıların tek sorumlusu Tanrı’yla yapmıyordu bunu? Tanrı ona cevap olarak, bana istenmeden yolladığı ve tüm hayatımı kapsayacak gizemli ve olabildiğince derin düşlerinden birini yollamış olmalıydı. Nedenlerini bilmiyordum fakat öyle olmuştu. Kendi varlığına göz atabilmeme bile izin vermişti. Bu, babama da kesinlikle açıklamaya cüret edemeyeceğim bir gizdi. Tanrı’yla dolaysız bir deneyimi anlama yeteneği olsaydı, ona bunu açıklayabilirdim. Oysa sürekli işin duygusal yönünden sakındığım ve sorunu, hiç de psikolojik bir yaklaşım olmayan, tümüyle entelektüel bir açıdan ele aldığım için onunla yaptığım konuşmalarda hiçbir zaman bu aşamaya gelemediğim gibi, soruna yaklaşamadım bile. Her kez benim bu yaklaşımım bir boğaya kırmızı göstermeye benziyor, hiç çözemediğim gergin tepkilere yol açıyordu. Son derece mantıklı bir düşüncenin, bu denli duygusal bir tepkiyle karşılanmasına akıl sır erdiremiyordum.

Sonuçta, bu verimsiz tartışmalar beni de babamı da çileden çıkardığı için her ikimiz de, kendimize özgü aşağılık duygularının yükü altında ezilerek bu konuşmalardan vazgeçtik. Din bilim birbirimize yabancılaşmamıza neden olmuştu. Bir kez daha ölümcül bir yenilgi aldığım, fakat bu yenilgide yalnız olmadığım belliydi. Çaresiz, kaderine razı olduğunu az da olsa sezinleyebiliyordum. Yalnızdı. Konuşabileceği dostu yoktu. En azından tanıdıklarımız arasında kurtarıcı sözcükleri söyleyebilecek birini ben bilmiyordum. Bir kez dua ettiğini duydum. İnancını yitirmemek için umarsızca çabalıyordu. Kilisenin ve onun dinle ilgili düşüncelerinin içinde ne denli umarsızca sıkışıp kaldığını anlamam beni hem çok sarstı hem de öfkelendirdi. Tanrı’ya dolaysız ulaştıktan sonra inancını yitirip O’nu terk etmeye varabilecek tüm yollar kapanmıştı. Sonuçta, daha önceki deneyimimin en derin anlamını bulup çıkarabilmiştim: Tanrı’nın kendisi din bilimi ve bunun üzerine inşa edilmiş olan Kilise’yi yadsıyordu fakat öte yandan da gene kendisi, bir sürü şeye göz yumduğu gibi bu din bilime de göz yumuyordu. Bu tür gelişmelerden insanların sorumlu olduğu varsayımı bence gülünçtü. İnsan neydi ki? “Tümü, köpek yavruları gibi aptal ve kör doğuyor ve Tanrı’nın öbür yaratıkları gibi yalnızca içinde el yordamıyla dolaştıkları karanlığı hiçbir zaman yeterince aydınlatamayan iyice solgun bir ışığa sahipler,” diye düşünüyordum. Din bilimcilerin hiçbirinin “karanlıkta parlayan ışığı” gözleriyle görmediklerine hiç kuşkum yoktu. Görmüş olsalardı, umarsızca inanmanın ötesinde yapılabilecek hiçbir şey olmadığı için bana oldukça yetersiz gelen “din bilimsel din”i öğretemezlerdi. Babam yiğitçe bu işe soyunmuş ve yenik düşmüştü. Psikiyatristlerin maddeciliğine karşı bile kendini koruyamamıştı. Maddecilik de, din bilim gibi inanılması gerekli bir şeydi fakat karşıt bağlamda. İkisinin de bilgi kuramı, eleştiri ve deneyim açısından yeterli olmadıklarına her zamankinden daha çok inanıyordum. Babam büyük bir olasılıkla, psikiyatristlerin, beyinde, zihnin olması gerektiği yerde hava gibi bir şey değil de bir madde olduğunu keşfetmelerinden ve bunu kanıtlamış olmalarından çok etkilenmişti. Bu inancı öğütlerinden anlaşılıyordu. Tıp eğitimi görürsem maddeci olmaktan sakınmalıydım. Materyalistlerin de din bilimciler kadar tanımlarına güvendiklerini bildiğim için bu uyarıdan hiçbir şeye inanmamam gerektiği anlamını çıkarıyordum. Zavallı babam, yağmurdan kaçarken doluya tutuluyordu. Kutsanan bu inancın, babama bu ölümcül oyunu oynamış olduğunu düşünüyordum. Yalnız ona da değil. Tanıdığım birçok iyi okumuş ciddi insana da aynı oyunu oynamıştı. Bence, inancın en büyük günahı deneyime izin vermemesiydi. Din bilimciler, Tanrı’nın bazı şeyleri bilinçli ayarladığını ve bazı şeylere izin verdiğini nereden biliyorlardı? Psikiyatristler de, maddenin insan zihninin niteliklerine sahip olduğunu nasıl anlamışlardı? Benim için maddeciliğin ağına düşme tehlikesi yoktu. Oysa babam, bu tehlikeye kesinlikle açıktı. Anlaşılan biri ona “telkin”le ilgili bir şeyler fısıldamıştı çünkü onu, Bernheim’ın telkin üzerine yazdığı kitabı Sigmund Freud’un çevirisinden okurken gördüm. Bu önemli bir sapmaydı çünkü o güne dek, babamın roman, arada sırada da gezi kitapları dışında bir şey okuduğuna tanık olmamıştım. Tüm “zeki” ve ilginç kitaplar tabuydu. Fakat okuduğu psikiyatriyle ilgili kitaplar ona mutluluk getirmedi. Karamsar ruh hali giderek artmaya ve onu daha sık yoklamaya başladı. Hastalık hastalığı da. Doktoru hiçbir şey bulamamasına karşın, yıllardır karın şikâyetleri vardı. Şimdi de “karnında taşlar” varmış duygusundan yakınıyordu. Uzun bir süre, bunları ciddiye almadık fakat sonunda, 1895 yılının sonlarına doğru, doktoru kuşkulanmaya başladı.

Carl Gustav Jung Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi) Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları

NIETZSCHE: VİCDAN AZABI, SUÇLULAR ARASINDA SON DERECE AZ RASTLANAN BİR ŞEY

0

“İyi ve Kötü”, “İyi ve Fena”

-Şimdiye dek ahlakın oluşum tarihine ilişkin yegane çabayı göstermiş olan şu İngiliz psikologların kendileri de pek kolay çözülür bir bilmece sayılmazlar; hatta, itiraf ediyorum, tam da canlı birer bilmece olmaları nedeniyle, yazdıkları kitaplara oranla kayda değer bir üstünlükleri var – onların kendileri ilginç! Bu İngiliz psikologlar – ne istiyorlar ki aslında? İsteyerek de olsa istemeyerek de olsa hep aynı işin başındalar, yani iç dünyamızın partie honteuse’sünü (utanç verici kısmını) ön plana çıkarma ve asıl etkin olan’ı, yönlendirici olan’ı, gelişim için belirleyici olan’ı, tam da insanın zihinsel gururunun bulmayı en son dilediği yerde arama işinin başında (örneğin alışkanlığın vis inertiae’sinde (atalet kuvvetinde) ya da unutkanlıkta ya da kör ve rastlantısal bir fikirler-örgüsü ve mekanizmasında, ya da tümden edilgin, otomatik, tepkisel, moleküler ve iyiden iyiye ahmakça herhangi bir şeyde) – nedir bu psikologları hep bu yöne iten? Gizli, sinsi, hain, belki de kendisine itiraf edemediği bir insanı küçültme içgüdüsü mü? Ya da hayal kırıklığına uğramış, içlerini kasvet basmış, hınçtan ve öfkeden kudurmuş idealistlerin karamsar bir kuruntusu, güvensizliği mi? Ya da Hıristiyanlığa (ve Platon’a) karşı alttan alta duyulan, henüz bilincin eşiğine bile varmamış bir düşmanlık ve garez mi? Yoksa varoluşun yadırgatan, acı verecek denli paradoksal, kuşku uyandıran ve saçma yanından alınan şehvetli bir tat mı? Ya da en nihayetinde – hepsinden biraz mı, biraz hainlik, biraz kasvet, biraz Hıristiyan düşmanlığı, biraz da kaşınmak ve tuz-biber ihtiyacı mı?.. Ama bana bu psikologların yalnızca, insanların çevresinde dolanıp onların içlerine kadar sızan ve orada, sanki kendilerine en uygun yerde, bir bataklıktaymışlarcasına hoplayıp zıplayan yaşlı, soğuk, can sıkıcı kurbağalar olduğunu söylüyorlar. Gönülsüzce dinliyorum bunu, dahası, inanmıyorum buna; ve bilemediğimiz yerde dilemeye hakkımız varsa eğer, o zaman tüm kalbimle dilerim ki, bunun tersi doğru olsun – ruhun bu kılı kırk yaran araştırıcıları aslında yiğit, yüce gönüllü ve kıvançlı, yüreklerinin yanı sıra ıstıraplarını da dizginlemeyi bilen, tüm beklentileri hakikate feda etmek üzere kendilerini yetiştirmiş hayvanlar olsunlar; her hakikate, hatta basit, acı, çirkin, aksi, Hıristiyan’ca olmayan, ahlakdışı hakikate… Var çünkü böyle hakikatler.-

***

Diyeceğim, bu ahlak tarihçilerinin içinde hüküm süren iyi tinler varsa, onlara saygım tam! Ama ne yazık ki, tarih tininin kendisinin onlara yanaşmadığı, tarihin tüm iyi tinleri tarafından yüzüstü bırakılmış oldukları da kesin! Bunların hepsi, artık eski bir filozof âdeti olduğu gibi, özünde tarihsel olmayan bir biçimde düşünüyor; buna şüphe yok. Onların ahlak soykütüklerinin acemiceliği, daha en başında, “iyi” kavramının ve yargısının kökenini belirlemeleri sırasında açığa çıkıyor. “Bencil olmayan eylemler,” -diye buyuruyorlar- “ilkin, eylemin yöneltildiği, yani eylemin yarar sağladığı kişiler tarafından övülüp iyi olarak tanımlanmıştır; sonradan övgünün bu kökeni unutulmuş ve bencil olmayan eylemler, alışkanlık gereği hep iyi diye övülmüş olduklarından, iyi olarak da algılanmıştır – sanki kendi başlarına iyi şeylermiş gibi.” Hemen görülüyor ki, bu türetme zaten İngiliz psikolog mizacının tüm tipik özelliklerini içeriyor, – “yararlılık”, “unutma”, “alışkanlık” ve sonunda da “yanılgı”; işte daha yüce olan insanın, şimdiye dek insana has bir tür ayrıcalıkmışçasına gurur duymuş olduğu bir değerler dizgesinin temelini oluşturan şeyler. Bu gurur kırılmak, bu değerler dizgesi değerden düşürülmek zorunda: erişildi mi buna?.. Bir kere bence, bu kuramın, “iyi” kavramının asıl çıkış noktasını yanlış yerde aradığı ve yanlış yere koyduğu apaçık ortada: “iyi” yargısı, kendilerine “iyilik” bahşedilenlerden kaynaklanmış değildir! “İyi olanlar”ın kendilerinden kaynaklanmıştır bu daha ziyade; aşağı, adi ruhlu, bayağı ve avam her şey karşısında kendilerini ve eylemlerini “iyi”, yani birinci sınıf olarak algılamış ve öyle kabul etmiş olan asil, güçlü, üstün ve yüce gönüllü olanlardan yani. Bu mesafe tutkusundan hareketle değerler yaratma, değerleri isimlendirme hakkını bulmuşlardır kendilerinde: ne işleri var onların yararlılıkla! Yararlılık açısından bakmak, özellikle de en mertebe düzenleyici ve mertebe belirleyici nitelikteki değer yargılarının böylesine sıcak fışkırması bağlamında olabildiğince acayip ve yersiz kaçıyor: duygu tam da burada, her tür çıkarcı kurnazlığın, her tür yararlılık hesabının önkoşulu olan o düşük ısının zıddına ulaşmıştır, – hem de bir kerelik değil, istisnai bir durum olarak değil, daimi olarak. Asalet ve mesafe tutkusunun, hükmeden, daha üst bir cinsin süreğen ve baskın nitelikteki bütün temel duygularının daha aşağı bir cinsle, bir “alt”la ilişkisi -”iyi” ve “fena” karşıtlığının kaynağı budur. (Efendilerin isim verme hakkı o noktaya varır ki, dilin kökeninin kendisi, hükmedenlerin iktidarının bir dışavurumu olarak görülebilir: “bu şu ve şudur” derler, her şeye ve olaya bir sözle damgalarını vurur ve bu yolla onlara sahip olurlar.) Bu kökeni nedeniyle, “iyi” sözcüğü, o ahlak soykütükçülerinin batıl inançlarının aksine, hiç de başından beri zorunlu olarak “bencil olmayan” eylemlerle ilintili değildir. Daha ziyade bu aristokrat değer yargılarının çöküşüyle birlikte, “bencil” “bencil olmayan” karşıtlığı, insan vicdanım giderek daha fazla işgal eder hale gelmiştir, – benim dilimde söylersem, sürü içgüdüsüdür bu karşıtlık yoluyla en nihayet söz alan (ve söze gelen). Ama buna rağmen uzun zaman almıştır bu içgüdünün, ahlaksal değerlendirmenin o karşıtlığa adeta takılıp kalmasına yol açacak denli hâkimiyet kurması (günümüz Avrupa’sında olduğu gibi örneğin: “ahlaklı”, “bencil olmayan”, “desinteresse” [cömert] kavramlarım eşdeğer kavramlar olarak alan önyargı, bugün artık bir “sabit fikir” ve akıl hastalığı şiddetiyle hüküm sürüyor).

***

İkinci olarak: “iyi” değer yargısının kökenine ilişkin bu hipotez, tarihsel açıdan savunulamamasının yanı sıra, kendi içinde psikolojik bir tutarsızlıktan da mustariptir. Bencil olmayan eylemlerin yararlılığı, onların övülmelerinin nedeni olacak ve sonra bu neden unutulmuş olacakmış: – nasıl mümkün olabilir bu unutma? Bu eylemlerin yararlılığı günün birinde sona mı erdi ki? Durum bunun tam tersi: bu yararlılık daha ziyade, tüm zamanların gündelik yaşam deneyimi olmuştur; sürekli yeniden vurgulanmış olan, dolayısıyla da bilinçten silinip unutulmak yerine, giderek artan bir belirginlikle bilince işlemiş olması gereken bir şey yani. Bu hipotezin tersi olan ve örneğin Herbert Spencer tarafından savunulan kuram çok daha akla yakın (ama bu yüzden daha doğru değil): Spencer, “iyi” kavramının “yararlı”, “amaca uygun” kavramları ile özdeş olduğunu kabul ediyor, öyle ki “iyi” ve “fena” yargılarında insanlık, yararlı-amaca uygun, zararlı-amaca aykırı olana ilişkin tam da unutulmamış ve unutulamaz deneyimlerini özetlemiş ve onaylamış oluyor. Bu kurama göre “iyi”, yararlı olduğu öteden beri kanıtlanmış olandır: böylelikle de “son derece değerli” olan şey, “kendi başına değerli” olarak geçerlik kazanabiliyor. Bu açıklama yöntemi de yanlış dediğim gibi, ama hiç değilse kendi içinde tutarlı ve psikolojik açıdan savunulabilir bir açıklama.

***

– Doğru yolu bana, değişik dillerde “iyi”yi imleyen sözcüklerin etimolojik açıdan ne anlama geldiği sorusu gösterdi: gördüm ki hepsi de aynı kavram dönüşümüne uğramış – hepsinde de sınıfsal anlamdaki “soylu”, “asil” kavramı temel kavram; “asil ruhlu”, “soylu”, “üstün ruhlu”, “seçkin ruhlu” anlamındaki “iyi” de zorunlulukla bu temel kavramdan doğmuş: bu evrim bir diğer evrime, “bayağı”, “avam”, “aşağı” kavramlarının en sonunda “fena” kavramına dönüşmesine yol açan evrime koşut gidiyor hep. Sonuncusuna en canlı örnek Almancadaki “schlecht” (fena) sözcüğünün kendisi: bu sözcük “schlicht” (basit) sözcüğü ile özdeştir – “schlechtweg” (açıkça, lafı fazla uzatmadan), “schlechterdings” (mutlaka) ile karşılaştırın – ve başlangıçta henüz kuşkulu, küçümseyici bir bakış içermezken, yalnızca “asil olan”ın karşıtı olarak basit, bayağı adamı tanımlamıştır. Bu anlam, aşağı yukarı Otuz Yıl Savaşları zamanında, yani oldukça geç bir zamanda, şimdiki anlamına kayar. Bu bana ahlakın soykütüğü açısından esaslı bir anlayışmış gibi görünüyor; bu denli geç açığa çıkarılmış olmasının nedeni ise, modern dünyada hüküm süren demokratik önyargının kökene ilişkin tüm sorular karşısında uyguladığı kısıtlayıcı etkide yatıyor. Üstelik bu önyargı, burada sadece değinilmesi gerektiği kadarıyla, görünüşte en nesnel alanlar olan doğa bilimleri ve fizyolojiye kadar uzanıyor. Bu önyargının, bir kez nefrete varana dek kontrolden çıktı mı, özellikle de ahlak ve tarih alanında ne yaramazlıklara yol açabileceğini ise şu kötü şöhretli Buckle olayı gösteriyor: modern tinin İngiliz asıllı plebeianizmi bir kez daha kendi anayurdunun toprağından fışkırdı orada; çamurlu bir volkan şiddetiyle ve şimdiye kadar bütün volkanların konuşmuş olduğu o fazla tuzlu, çığırtkan ve adi kıvrak dillilikle.-

***

Bizim seçilmiş birkaç kulağa hitap eden ve haklı olarak gizli bir sorun olarak nitelendirilebilecek sorunumuz açısından, “iyi”yi imleyen sözcüklerde ve köklerde, asillerin kendilerini daha üstün hissetmelerine neden olan o temel ayırtının daha hala sıkça ışıldıyor olduğunu saptamak hiç de önemsiz sayılmaz. Gerçi çoğu zaman, kendilerini belki yalnızca iktidar üstünlüklerini temel alarak adlandırırlar (“güçlüler”, “efendiler”, “hükmedenler” olarak) ya da bu üstünlüğün en belirgin göstergesini temel alarak, örneğin “zenginler”, “malikler” olarak (arya [Ari] ile kastedilen budur; Farsça ve Slavca’da da aynıdır). Ama tipik bir karakter özelliğini de temel alırlar: burada bizi ilgilendiren durum da budur. “Doğrucu olanlar” diye adlandırırlar kendilerini örneğin: en başlarım da, Megaralı şair Theognis’in sözcülüğünü yaptığı Yunan aristokrasisi çeker. Yunanca’da bu anlamda kullanılan έσθλός (esthlos: soylu, iyi), kökü bakımından, olan, gerçekliği olan, gerçek olan, hakiki olan biri anlamına gelir; daha sonra, öznel bir manevrayla, “hakiki olan’’ı “doğrucu olan” olarak niteler: kavram dönüşümünün bu evresinde aristokrasinin sloganı ve parolası haline gelir ve Theognis’in alıp betimlediği yalancı, bayağı adamdan ayrılığını vurgulamak için de bütünüyle “soylu” anlamıyla özdeşleşir, – ta ki en sonunda, aristokrasinin çöküşünün ardından, ruh asaletini tanımlar hale gelene ve adeta olgunlaşıp tatlanana dek. Κακός (kakos: kötü) sözcüğünde de, δειλός (deilos: korkak) sözcüğünde olduğu gibi (άγαθός’un [agathos: iyi, soylu] zıddı olarak pleb) ödleklik vurgulanır: bu, türlü yorumlara açık άγαθός (agathos: iyi, soylu) sözcüğünün etimolojik kaynağını nerede aramak gerektiğine ilişkin bir ipucu verir belki de. Latince’deki malus (kötü) (onu μέλας’ın [melas: siyah] yanına koyuyorum), sıradan adama koyu tenli, özellikle de siyah saçlı diye işaret eder (“hic niger est-” [siyah biridir o]), İtalya topraklarında hükümdar olan sarışınlardan, yani Ari istilacı ırktan en belirgin biçimde koyu tenleri ve siyah saçlarıyla ayrılan, İtalya topraklarının Arilerden önceki sakinleri gibi; en azından Gal dili buna benzer bir örnek sunuyor bana, – (örneğin Fin-Gal ismindeki) fin, aristokrasiyi imleyen bir sözcük, sonradan iyi, asil, arı olan anlamını alıyor, başlangıçta ise, koyu renkli, siyah saçlı yerli halktan ayrılan ‘sarıkafa’yı tanımlıyor. Bu arada şunu da belirteyim ki, Keltler bütünüyle sarışın bir ırktı; Almanya’nın daha ayrıntılı etnografik haritalarında görülebilen, aslen koyu renk saçlı halkın bulunduğu arazi şeritlerini, Virchow’un hala yaptığı gibi herhangi bir Keltik kökene ve Kelt kanına dayandıranlar haksızlık ediyor: oralarda daha ziyade Almanya’nın Ari öncesi halkı öne çıkar. (Aynı durum neredeyse bütün Avrupa için geçerlidir: asıl olarak boyun eğdirilmiş ırk sonunda yeniden üste çıkmış durumda orada; renkte, kafatası kısalığında, hatta belki zihinsel ve sosyal içgüdülerde bile: modern demokrasinin, ondan daha da modern olan anarşizmin ve özellikle de, şimdi artık Avrupa’nın tüm sosyalistlerinin ortak özelliği olan şu “komün” düşkünlüğünün, şu en ilkel toplum biçimine olan düşkünlüğün aslında muazzam bir karşı saldırı demek olmadığını – fatihler ve efendiler ırkının, Ari ırkın fizyolojik yönden de alt edilmiş olmadığını kim garanti edebilir?..) Latincedeki bonus’u (iyi) “savaşçı” olarak yorumlayabilirim sanırım: onu, daha eski bir sözcük olan duonus’a dayandırmakta haklı olmam koşuluyla (bellum’u [savaş] =duellum =duen-lum’la karşılaştırın, duonus korunmuş gibi gözüküyor orada bana). Buna göre bonus (iyi), çekişmenin, ikiliğin (duo [ikilik]) adamı, savaşçı adam anlamına geliyor: eski Roma’da bir adamın “iyiliğini” neyin belirlemiş olduğunu görüyorsunuz. Almancamızdaki “Gut” (iyi) sözcüğü de, “tanrısal olan”, “tanrı soyundan gelen” adam anlamına gelmiyor muydu ve Got halkının (başlangıçta da Got aristokrasisinin) adıyla özdeş değil miydi? Bu varsayımın temellerini sıralamanın yeri burası değil.-

Friedrich Nietzsche Ahlakın Soykütüğü Kabalcı Yayınevi

İLHAN BERK ŞİİRİNDE POSTHÜMANİZM: DOĞANIN PASİF VE EYLEMSİZ OLMADIĞINI BİLİYORDU

Ben Buradan Okuyorum’un bu bölümünde Marmara Üniversitesi’nden Mehlika Cingöz Damla ile posthümanizmi ve İlhan Berk şiirinde posthüman izleri konuştuk.

Burcu Şahin: Genelde bu tür kavram odaklı programlarımızda ilk sorumuz “Nedir?” oluyor. Fakat posthümanizm konusunda çok fazla kafa karışıklığı var. Başak Ağın’ın da yazısından hareketle soralım: Posthümanizm ne değildir?

Mehlika Cingöz Damla: Konuya giriş bağlamında çerçevemizi çizmek için gayet uygun bir soru. Bir mesele öne çıkmaya başlayınca onun hakkındaki yanlışlar da peşini bırakmıyor, bunda bir tuhaflık görmüyorum. Önemli olan o konu hakkındaki doğru bilgileri suistimal etmeden kötü niyet haricinde tutarak okumak ve dinlemek. Bu benim şahsi kanaatim. Mesele bir tür eleştirel düşünce. Alışkanlıklarımızın değişmesi yolunda ya da duymak istediklerimizin dışında olunca iş farklı yerlere çekilebiliyor. Posthümanizm de aslında yerleşik, alışılagelmiş bazı kavramları düşünmemizi istiyor. Posthümanizm en temelde bir medeniyet düşmanlığı ya da antihümanizm değil. Evet, hümanizm eleştirisini barındırır fakat bu eleştiri bir yok oluşu veya bir kıyımı arzulamaz. Zaten böyle bir şey posthümanizm etiğine uygun değildir. Yani farklılıkların kabulünü savunan ve düz bir ontolojik yapıyı öne süren bu kavramda herhangi bir ötekileştirme söz konusu olamaz. Tam tersine hümanizmin gözden kaçırdığı, yaşamı bir tür iktidar savaşına döndüren ve dikotomik yapıların yapaylığını, eşitsizliğini değiştirmeye çalışır. İkincisi, posthümanizm transhümanizm değildir hatta karşıtıdır. Bu ayrım önemli çünkü farklı düşünsel miraslara kaynaklık ediyorlar. Transhümanizm Cary Wolfe’un deyimiyle “yoğunlaştırılmış hümanizm”dir. Yani posthümanizmin tersine, insanın hâlâ eksiklerinin olduğunu söyler. Dolayısıyla insan otoritesini eleştirmeyi bırakın insanın olması gereken yerde olmadığını savunur. Oysa posthümanizm tam tersi bir yolda insanın yüzyıllardır fazlasıyla merkezî konumda yer aldığını ve bu sebeple tahtından indirilmesi gerektiğini öne sürer. Bu bağlamda transhümanizm, insan yaşamını ve çevresini onları tehdit edebilecek sürprizlere(!) karşı korumak ister ve bu yüzden teknolojiden yardım alarak insan otoritesini daha da güçlendirmeyi hedefler. Dahası, insanın sahip olduğu biyolojik bedene mahkûm olmadığını, geliştirilecek bir takım teknolojiler sayesinde sonsuz bir yaşama ulaşma hayallerini destekler. Meseleyi toparlamak gerekirse posthümanizm içkinci bir yapıdayken transhümanizm daha aşkıncı bir yapıyı temsil eder diyebilirim. İçkinden kastım birçok varoluşu kapsayan ortak bir yaşamken, aşkından kastım hiyerarşiye dayalı bir varoluş sistemi yaratmak.

“Posthümanizm insanı yapıbozuma uğratmaktır”

B.Ş.: O halde posthümanizmin “ne olduğunu” konuşalım. Literatür incelendiğinde hangi kaynaklarla karşılaşıyoruz, özellikle Türkçedeki çalışmalar neler?

M.C.D.: Francesca Ferrando’nun çok kısa bir posthümanizm tanımı var: “Posthümanizm insanı yapıbozuma uğratmaktır.” diyor. Buradaki yapıbozuma uğratma fiilinin bir tür medeniyet düşmanlığı gibi algılanmasındaki mesele “insan” kavramının tanımını “bozmak” tır. İnsan bilindiği gibi Ortaçağ’ın bitimiyle varlığının tek anlamının kulluk olmadığını fark etmiştir. Bir nevi Rönesans ve reformlar ile yapabileceklerinin farkına varmış, yaşamda konumlanacağı yeri seçmiş ve baş köşeye oturmuştur. Bu dönemde Leonardo da Vinci’nin meşhur Vitrivius Adamı bize bu hümanist anlayışın “makbul insanını” tarif eder. Adı üzerinde bu erkekinsan hiçbir uzuv eksikliği olmayan, akli melekeleri yerinde, heteroseksüel, beyaz, güçlü kuvvetli, üreyebilen bir insan modelidir. Fakat bu “makbul” özellikler dışında yer alan; kadınlar, queer bireyler, sakatlar, hayvanlar, bitkiler, mikroorganizmalar gibi varlıklar görünürlüklerini kaybetmiştir. İşte posthümanizm en temelde görmezden gelinen varoluşların görünürlüğünü ortaya koymak ister. Tabii bunu yaparken herhangi bir varlığın iktidarını öne çıkarmadan, düz bir ontoloji üzerinden ele alır meseleyi. Daha önce belirttiğim “makbul” çerçeve içinde yer almayan bütün varoluş biçimleri posthümanizmin konusu olabilir. Mesela ekofeminizm, ekoeleştiri, hayvan çalışmaları, yeni maddecilik gibi… Özetle posthümanizm; sınırları belirlenmiş, standart kalıplı insan tanımını değiştirmeye çabalarken diğer yandan da bu kalıpların dışında kalmış, ötekileştirilmiş varlıkların sesi olmak isteyen bir çatı kavramdır. Temelde “ben” değil “biz” kavramını öne çıkarmak ister. Yaşamın bütüncüllüğüne vurgu yapar.

Türkçede posthümanizm çalışmaları son yıllarda artış gösterdi. Bu çok sevindirici ve yüreklendirici bir durum. Çünkü posthümanizm onu hiç duymayan biri için biraz çetrefil gözükebilir. Kavram hakkındaki içerikleri yabancı dillerden okumak bir miktar külfet olabilir, bu durumu anlıyorum ve hak veriyorum. Ama bu alanda Türkçe, hem telif hem çeviri eserler hızla üretiliyor. Başak Ağın’ın kendi doktora tezinden hareketle kitaplaştırdığı Posthümanizm Kavram, Kurgu, Bilim-Kurgu[1] kitabı Türkçe’de bu alanda yayımlanmış ilk telif eser. Diğer yandan farklı yazarların makalelerinin toplamından oluşan, editörlüğünü Serpil Oppermann’ın yaptığı Ekoeleştiri; Çevre ve Edebiyat[2] kitabı da bu alanda öncü eserlerden biri. Yine bir derleme olan İnsan, Hayvan ve Ötesi[3]  adlı çalışma, posthümanizm bağlamında daha çok hayvan-oluş üzerine yoğunlaşan bir eser. Bu çalışmalar dışında bazı dergilerin de konuyla alakalı sayıları çıktı, bunlardan bazıları şunlar: Pasajlar Sosyal Bilimler Dergisi; “Posthümanizm”[4]Cogito; “ Yerküre Krizi, Dönüşen İnsan”[5]Cogito; “İnsan Sonrası”[6]. Bu telif eserler dışında çeviri eserler de mevcut. Bunlardan bazılarını sıralarsak: Öznur Karakaş’ın çevirisiyle çıkan Rosi Braidotti’nin İnsan Sonrası[7] kitabı; bir diğeri ise Seyran Sam ve Eda Çaça’nın çevirileriyle sunulan Rosi Braidotti’nin İnsan Sonrası Bilgi[8] kitabı. Bu iki eser Türkçe’ye çevrilen ve posthümanizmi bütünlüğüyle anlamak için giriş mahiyetinde okunabilecek nitelikli eserler. Bunların dışında Başak Ağın’ın kurucusu olduğu çekirdek ekipte Fatma Aykanat, Şafak Horzum, Kerim Can Yazgünoğlu ve Z. Gizem Karahan’ın yer aldığı internet sitesi Pentacle var. Burada posthümanizmler ile alakalı yazılar mevcut. Bu bağlamda Türkçede posthümanizm çalışmalarına dair en dinamik yer olduğunu söyleyebilirim.

“Her tekil varlığın kendi varlığını devam ettirme isteği vardır”

B.Ş.: Posthümanizmi anlamak için postmodernizm, postyapısalcılık gibi birçok kaynağa ihtiyaç duyuyoruz. Senin Pentacle’daki yazından mülhem soracağım: Bu fikrin bir kaynağını da Spinoza’ya dayandırıyorsun. Etik bir mesele hâline geldiğinin altını çiziyorsun. Bize posthümanizmin beslendiği noktaları anlatabilir misin?

M.C.D.: Posthüman etik konusunda Spinoza’nın kaynaklık edebilecek birkaç düşünürden biri olabileceğini söyleyen Rosi Braidotti’dir. Braidotti posthüman bir etiğin yokluğundan yakınır ve bunun tesis edilmesi gerektiğini öne sürer. Buna kaynaklık edecek şekilde Spinoza’nın monizminden el alır. Benim yazıma gelince sadece etiği değil aynı zamanda özgür yaşamın da nasıl olacağını Spinoza’dan aldım. Ondan yapacağım bir alıntı durumu biraz daha anlaşılır kılacaktır:

Zira bizler en yetkin olana, bütünün, yani onun bir parçası olacak şekilde tabiyiz ve deyim yerindeyse, ona tabi olan bin bir türlü iyi düzenlenmiş ve yetkin işin gerçekleşmesine kendi payımızca katkıda bulunmaktayız.[9]

Burada bütün olarak bahsettiği şey Doğa-Tanrı’dır. Spinoza için insan doğadan ayrı değildir…

Ona içkin bir şekildedir ve tam da bu içkinlik ona özgürlüğün yolunu gösterir. Bütünselliği kavradığımız, doğamıza ve özümüze uygun yaşadığımız, “yetkin bir varlığa bağlı ol(duğumuz) ya da yetkin bir varlığın parçası ol(duğumuz)”[10] müddetçe özgürüzdür. Daha önce Braidotti’nin posthüman etiği öncelediğini söylemiştim fakat bu etiğin bir “insan” hakları mantığı ile kurulmaması gerektiğini de belirtir. Zira her tekil varlığın kendi varlığını devam ettirme isteği vardır ve bunu insanmerkezci bir bakışla kuramayız. Bu minvalde bunu Spinoza’nın Conatus’u ile açıklayabiliriz. Conatus’un Etika’da geçen tanımı şu şekildedir:

Herhangi bir şeyin ya kendi kendisine ya da başkalarıyla birlikte herhangi bir şeyi yapmasına ya da yapmaya çalışmasına neden olan yetisi, yani çabası, başka bir deyişle kendi varlığını sürdürmek için sarf ettiği güç, yani çaba, o şeyin mevcut özünden, yani fiili özünden başka bir şey değildir.[11]

Daha önce bir bütünün parçaları olduğumuzu belirtmiştim. Böylelikle kendilikleri gerçekleştirme yolunda da aslında bir tür işbirliği içerisinde olduğumuz aşikar. Dolasıyla etik yaşam, bu bütünlüğün farkında olarak yaşamak anlamına gelir. İnsan türü olarak insan dışı varlıklarla kurulan bağlantıların farkında olarak dönüşmek ahlaki kurallarla hareket etmeyi değil, etik bir yaklaşımla bakma gerekliliğini beraberinde getirir.

(İşbu desen, ŞİİRDEN Dergi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.)

Halil İbrahim Bahar arşivinden İlhan Berk’in bir deseni. (1965)  – Desenin altına İlhan Berk tarafından şu not düşülmüş: “Hamsi’yi yazarken yaptığım yüzlerce resimden biri.”

“İlhan Berk, doğanın sanıldığı gibi pasif ve eylemsiz olmadığını biliyordu”

B.Ş.: Son sorum çalışmanın pratik boyutuyla, İlhan Berk şiirinde posthümanizmin izleriyle ilgili. İlhan Berk’in hangi şiirlerini, hangi yöntemle inceliyorsun ve aslında posthüman izler neler onda? Bir yandan da şiir söz konusu burada ve ister istemez metaforları düşünüyoruz. Metaforun posthüman düşünceyi nasıl beslediğini ya da bizi oraya ulaştırırken nasıl bir imkân taşıdığını anlatabilir misin?

M.C.D.: Evet, bu konu tezimin ikinci kısmı. Bu bağlamda biraz yol haritamdan bahsedeyim. İlhan Berk, İkinci Yeni şairlerinden ve bu dönemin en üretken isimlerinden biri. Düzyazıdan şiire birçok eseri var. Ben tezimde İlhan Berk’in şiirlerine odaklanıyorum, düzyazıları da bana fazlasıyla yol gösteriyor. Şiirlerini hayvanlar, bitkiler ve şahsiyet atanmamış unsurlar (impersonal agents) olarak üçe ayırdım. Bu minvalde şiirlerindeki bu üç varoluş biçimini nasıl alımladığımı posthümanizm çerçevesinde, yeni maddecilik bağlamında ele alacağım. Kısaca yeni maddeciliği de açıklayayım. Yeni maddecilik temelde posthümanizmin kaynaklarından biridir ve maddenin eyleyiciliğine odaklanır. Buna kısa bir örnek vermek gerekirse: Napolyon ordusunun üniformalarındaki kalaydan yapılma düğmeler, ordu Moskova’dayken ısının aniden düşmesiyle ufalanır ve bir tür form değişikliğine uğrar. Tabi dolayısıyla askerlerin kıyafetleri dağılır bunun sonuncunda ordunun zor duruma düşmesi ve askerlerin dondurucu soğuktan etkilenmemesi düşünülemez. Bu durum yenilgiyi beraberinde getirir. Bu örnek maddenin eyleyici-etkileyici gücünü gösteren en güzel örneklerden biridir. Bizlere maddenin pasif ve eylemsiz olmadığını gösterir. Tabii her eylem böyle bir sonuca varacak değil, bilhassa şiirde böyle olmuyor.

Şiirde görülen şey genelde o varlığın söz konusu şiire özne olmasıyla başlıyor. Mesela İlhan Berk’in “Çarık” şiiri buna örnek verilebilir. Burada bir çarığın bir anlamda yolculuğu anlatılıyor. Çarık burada hissediyor, görüyor ve duyuyor. Kendi eyleyiciliğinin farkında bir çarık yani. Bir başka örnek ise “Güneyde Bir Orman” şiiri ile verilebilir. Bu şiirde orman kendisinin farkında, eyleyeciliğinin, gücünün, içinden akan nehirlerin, büyüyen otların farkında. Hepsinin iyi bir hayat için büyüdüğünü iddia ediyor. Orman bir anlamda sistemdeki yerinin farkında. Şimdi dönüp baktığımızda bu şiirleri yazan İlhan Berk. Bu onun dünyası, doğaya pasif bir gözle bakmıyor. Şiir evreni çok geniş, bunu sık sık düzyazılarında da belirtiyor. Dolayısıyla kendisi dışındaki şeylerin etkileyen-etkilenen bir güce sahip olduğunun farkında. Metaforları da bu bağlamda düşünebiliriz. Bahsettiğimiz şeylerin üzerimizdeki etkileyiciliğini kabul ediyoruz ve bunu anlatarak, dönüştürerek başka bir tarzda etkilemesini bekliyoruz. O metafor gidiyor başka bir şeyi uyandırıyor ve zincir böyle devam ediyor. İlhan Berk doğanın sanıldığı gibi pasif ve eylemsiz olmadığını biliyordu. Belki bunu yaşarken bu şekilde adlandırmadı ama ben bir okur olarak bunu tezimde iddia edeceğim. Fakat şunu da belirtmek gerekiyor ki şiir bir insan ürünüdür yani yazılan bütün şiirler insan bakışıyla yazılır. Burada, bahsettiğimiz türden bir insan-merkezciliğin olduğunu söyleyemem. Çünkü biz de türümüze uygun bir algılama yöntemine sahibiz ve bu yöntem genelde algıladığımız şeye insansı nitelikler atfederek onu anlamak şeklinde hayata geçiyor. Dolayısıyla düz bir ontolojiyi savunurken insanı diğer varlıklardan ayırmamak gerekiyor. Aksi hâlde tekrar bir hiyerarşi yaratmış oluyoruz.

(22 Ağustos 2022 tarihinde Açık Radyo’da Ben Buradan Okuyorum programında yayınlanmıştır.)


Referanslar [1]Başak Ağın, Posthümanizm Kavram Kurgu Bilim Kurgu, Siyasal Kitabevi, Ankara 2020 [2]Ekoeleştiri; Çevre ve Edebiyat, ed: Serpil Oppermann, Phoneix Yayınları, Ankara 2012 [3]İnsan, Hayvan ve Ötesi, der. Kiraz Özdoğan, M.Fatih Tatari, Ali Bilgin Kolektif Kitap, İstanbul 2021. [4]“Posthümanizm”, Pasajlar Sosyal Bilimler Dergisi, ed. Çağdaş Dedeoğlu, S.7, Ankara 2021. [5]“Yerküre Krizi, Dönüşen İnsan”, ed. Şeyda Öztürk, Cogito Dergisi, S.93, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2019 [6]“İnsan Sonrası”, ed. Şeyda Öztürk, Cogito Dergisi, S.95-96, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2019 [7]Rosi Braidotti, İnsan Sonrası, çev. Öznur Karakaş, Kolektif Kitap, İstanbul 2014 [8]Rosi Braidotti, İnsan Sonrası Bilgi, çev. Seyram Sam, Eda Çaça, Kolektif Kitap, İstanbul 2021 [9]Baruch Spinoza, Kısa İnceleme, Çev. Emine Ayhan, Dost Kitabevi Yayınları, 2015 [10]Sevinç Türkmen, Ekopraksisin Ontolojisi, İthaki Yayınları, İstanbul 2019  [11]Baruch Spinoza, Ethica, Çev. Çiğdem Dürüşken, Alfa Yayınları, s. 212-213, İstanbul 2016

ASKERİ GÜÇ, BİR ULUSUN BÜYÜKLÜĞÜNÜ DEĞERLENDİRİRKEN NE ÖLÇÜDE ÖNEM TAŞIR? – RICHARD COBDEN

0

Güç Dengesi*

Bizim amacımız, sadece bir halkın başına gelebilecek en büyük kötülük olarak savaşa karşı çıkmak değil, Türkiye’nin statükosunu muhafaza etmesinin bizi ilgilendirmediğine, Rusya’ya gösteriş yaparcasına barış zamanı muazzam bir maliyete katlanarak bu ülke lehine yapageldiğimiz silah satışının azaltılabileceğine ve bu tasarrufun İngiliz imparatorluğunun vergi mükelleflerine yönlendirilebileceğine işaret etmektir.

Bunu söylerken, “Kıta Avrupası devletleri arasındaki yerimizi korumak” olarak ifade bulan bir önyargıyla karşılaşacağımızın bilincindeyiz. Ne var ki bunu, borçtan münezzeh bir ülke olmak veya ülkemiz insanlarının zenginliğiyle, eğitimiyle vesair erdemleriyle diğer ülkelere örnek teşkil etmesi için değil, birtakım ülkeler birbiriyle savaşmaya kalkmadan önce İngiltere’ye danışsınlar, İngiltere bu gibi durumlarda bir arabulucu, şahit ya da önder olarak rol alsın, buna hazır olsun diye söylüyoruz. Bu egoist ruh o kadar yaygın ve o kadar az sorgulanır oldu ki, parlamentoda saygıdeğer bir üye ayağa kalkıp tacın bir bakanını, İspanya, Portekiz veya Türkiye’deki siyasi gelişmelere dair açıklama yapmaya davet edince -bu soru Meclis üyeleri tarafından kahkahalarla karşılanacağına (böyle bir soru, muhtemelen Washington’da seçmenlerine hizmet amacıyla bir araya gelmiş olan basit temsilcilerden gelir) veya soruyu sorana, Cain’in, “Ben İspanyol’un bakıcısı mıyım?” gibi bir cevap verileceğine- dışişleri sekreterimizin bu ulusların kaderi bize bağlıymışçasına yaptığı ciddi açıklamalar ve öne sürdüğü bahaneler sessizce ve dikkatle dinlenir. (…)

Son yüzyıl içinde tarihimiz, “Avrupa politikasına İngiliz müdahalesi” trajedisi olarak tanımlanabilir ki, müellifi ve oyuncuları prensler, diplomatlar, soylular ve generaller, kurbanı ise halk ve kendisine sekiz yüz milyon borç bırakılan gelecek nesillerdir. Silahlanmayı azaltma önerimize de Avrupa ülkeleri arasındaki yerimizi muhafaza etme bahanesiyle karşı çıkılacağını söyledik. Kıta Avrupası’nın devlet politikasına İngiliz müdahalesi, Avrupa’nın mevcut güç dengesini sürdürmek ve ticareti korumak gibi iki beylik laflarla mazur gösterilir. Bu iki konuya dair gözlemlerimizi, söz konusu meseleyle dolaylı ilgisi olduğu için sunacağız.

Bir kralın ağzından çıkan ilk “güç dengesi” ifadesi, III. William’ın 31 Aralık 1701’de parlamentoya hitaben yaptığı son konuşmada üstü kapalı olarak geçer: “Sadece şunu ekleyeceğim,” der kral son olarak, “eğer İngiltere’nin Avrupa’nın güç dengesini elinde tuttuğunu görmeyi cidden istiyorsanız, bu sizin mevcut fırsatları doğru değerlendirebilmenize bağlıdır.” Ogün bugün (son zamanlarda iyice eskimiş ve içi iyice boşalmış olsa da) hemen hemen her kral “Avrupa’nın dengesi”nden söz etmiş ve her ne kadar bunu sözde “Kıta güvenliği” ile izah etmişse de, daima dengeyi İngiltere’nin elinde tutması gerektiğine işaret etmiştir. Bu ifadenin halkın kulağına hoş geldiği varsayılıyor; bir tür özsermaye veya hakkaniyet ima ettiği, İngiltere Avrupa’nın dengesini elinde tutarken dünyanın yarısının adalet makamını işgal ettiği düşünülüyordu. Oysa, böylesine onurlu bir makam, onu savunacak ve bir görev olarak benimseyecek uygun insanlar olmaksızın elbette sürdürülemezdi. Nitekim, bu anlayışın bir sonucu olarak, tarihimizin şu döneminde her daim hazır bir ordunun göreve çağrıldığını görmekteyiz. Hükümet, Avrupa’nın özgürlüğünü koruma bahanesiyle, zaman zaman bu ordunun ihtiyaçlarını karşılamakla kalmamış, (artık her yıl meclisten geçtiği haliyle) ordunun yıllık bütçesini meclisten, yıllık İsyan Yasa Tasarısı’nın dibacesine “Avrupa’da güç dengesini korumak amacıyla” ifadesini eklemek suretiyle geçirmiştir. O halde, “güç dengesi” incelemeye değer, önemli bir konudur, çünkü her bir kuruşu vergi olarak okurlarımızın ceplerinden çıkacak ve dolayısıyla onların işlerini, yaşamlarını etkileyecek olan, on iki milyonun üstünde bir kamu harcamasını ima etmektedir.

Okurlarımızdan bu konuyu incelememiş olanlar, “güç dengesi”nin muhtelif tanımlar altında ama aslında neyi ifade ettiğini görünce epeyce şaşıracaklardır. Kuram -zira bugüne dek uygulamaya konulmamıştır- bilinen yüz yıllık varlığıyla, bugün her zamankinden anlamsızdır. Mesele, son zamanlarda akıllı siyaset adamlarının gündeminden, tıpkı “ticaret dengesinin” çıktığı gibi çıkmıştır ki, biz bunun en az diğeri kadar önemli olduğunu düşünmekteyiz. Yüzlerce yıl kralların konuşmalarının zorunlu bir parçası, devlet adamlarının başlıca konusu, dinsel antlaşmaların temeli ve savaşların nedeni olan “güç dengesi” -ki karada ve denizde hazır bekleyen muazzam ordunun bahanesi olarak bugüne dek hizmet etmiş ve gelecek yıllarda da hizmet edecek olan bir kavramdır ve yüzlerce milyonluk hazine değerindedir- güç bir hayaldir! Bu bir safsata, bir hata, bir aldatmaca değildir. Bu tarif edilemez, anlatılamaz, anlaşılmaz bir hiçliktir; akla fikre değil, atalarımızın bize kendilerini hatırlatmak amacıyla yazdığı, Prester John ya da felsefe taşı kadar boştur. Ne var ki, bizler bu kuramın en iyi tanımının ne olduğunu görmek zorundayız.

“Bu dengeden,” diyor Vattel, “hiçbir hükümdar ya da devletin diğerlerine egemen olamayacağı ya da onlara yasa koyamayacağı bir düzen anlaşılmalıdır.” “Güç dengesi olarak adlandırılan şey,” diyor Gentz, “birbirine komşu ve birbirine az çok bağlı devletlerin arasındaki, kimsenin etkili bir dirençle karşılaşmaksızın, yani kendisini tehlikeye atmaksızın diğerinin bağımsızlığı ya da temel haklarına müdahale edemeyeceği bir yapısal düzenlemedir.” “Dengeleyici sistemin başlıca ve en belirleyici özelliği,” diyor Brougham, “ülkelerin dış işlerince telkin edilen itidal ve birbirini gözetim; milli duyguların veya tutkuların olası çıkarcılığı itibariyle ihtiyat; hiçbir ilişkinin söz konusu olmadığı uzak ülkelere aynı bağlamda özen; tüm Avrupalı güçleri etkileyen yasalara saygı gösteren ve ortak bir ilke çerçevesinde hareket eden birlik; kısaca, medenileşmiş devletlerin, evrensel olarak kabul gören büyükelçi ve diplomatları aracılığıyla karşılıklı denetim hakkıdır.” Bunlar “güç dengesi” olarak adlandırılan sisteme bulabildiğimiz en iyi tanımlardır. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, bu tanımlardan her biri tek başına ele alınınca yazarının maksadına hizmet etmeyecek kadar muğlak, birlikte ele alınırsa akıl karıştırıcıdır, çünkü birbiriyle çelişmektedir: Gentz, “birbirine komşu ve birbirine az çok bağlı devletlerin arasındaki yapısal düzenleme” olarak tanımlarken, Brougham, “hiçbir ilişkinin söz konusu olmadığı uzak ülkelere de aynı bağlamda özen göstermek” olarak tanımlar… Bu yazarların güç dengesi lehine konuşan diğer birçok yazar ve konuşmacıyla tek ortak yönü, Avrupalı ulusların bugüne kadar böyle bir sisteme rıza göstermediğini göz ardı ediyor olmalarıdır. Brougham’ın “ortak bir ilke çerçevesinde hareket eden birlik” varsayımından, Gentz’in “yapısal düzenleme” ya da Vattel’in “düzen” referansından hareketle bir hükme varacak olursak, Avrupa’da son yüz yıldır çeşitli krallıkların, Amerika’dakine benzer bir federal birlik çerçevesinde mutlu mesut yaşamakta olduklarını söylemek yanlış olmaz! Sorarım size, Kıta Avrupası ülkeleri tarihin hangi döneminde aralarında böyle bir anlaşma yapmıştır? Utrecht barışından önce mi? Avusturya veraset savaşından önce mi? Yedi yıl ya da Amerikan savaşından önce mi? Yoksa Fransa’nın devrimci mücadelesi sırasında mı vardı? Yoksa Avrupa’nın sürekli savaş alanı olduğu ve sadece enerji toplamak için ara verdiği dönemlerde mi oldu?

Kıta Avrupası ülkeleri hangi çağda, Gentz’in dediği gibi, “kimsenin etkili bir dirençle karşılaşmaksızın, yani kendisini tehlikeye atmaksızın, diğerinin bağımsızlığı ya da temel haklarına müdahale edemeyeceği” bir düzenlemeye taraftar oldu? İngilizler Cape’de veya Doğu’da Hollandalıyı bozguna uğratırken ya da Fransa’nın elinden Kanada’yı alırken böyle bir düzenleme var mıydı? Daha da kötüsü, anavatanının bir kısmına zorla ve canice el koymak suretiyle, İspanya’nın “temel hakları”nı ihlal ettiğinde var mıydı? Rusya, Prusya ve Avusturya, Polonya’nın paylaşımını imzaladıkları sırada, böyle bir düzenlemeye taraftar mıydı? Ya da Fransa İsviçre’nin bir kısmıyla birleştiğinde, Avusturya Lombardiya’nın ele geçirilmesinde ve İsveç, Türkiye ve İran’ı bölerken Rusya veya Silezya’yı kendisine katarken, Prusya böyle bir düzenlemeye taraftar mıydı?

Avrupalı güçler hiçbir zaman sözlü ya da zımni anlaşma yoluyla, “yasalara saygı gösteren ve ortak bir ilke çerçevesinde hareket eden birlik” olmadı; inanıyoruz ki, “güç dengesi” kuramı buna ihtiyaç duyanlara hizmet etmek üzere icat edilmiş olan ve her çağda papağan gibi tekrarlanarak yorumlanan bir sistemin ifadesidir. Bir an için bu bakış açısıyla değerlendirirsek, “dengeleyici sistem”in modern tarihin bir döneminde, tüm Kıta Avrupası devletlerince tanındığını ve kabul edildiğini; bu sayede, güçlü ve zayıf devletlerin aynı/eşit güvenlik tabanında buluştuğunu ve hiçbir hükümdar ya da devletin “diğerlerine baskın çıkamadığı”, karşılıklı bir taviz ve teminat ruhu yaratmış olması beklenirdi. Oysa, görüyoruz ki, Avrupa’nın dengesi (eğer bir anlamı varsa) Hollanda’nın açık sözlü kralının parlamentoda itiraf ettiği üzere, büyük güçlerin “Avrupa’nın dengesini elinde tutma” isteğinden başka bir şey değildir. İngiltere, Avrupa terazisini hemen hemen yüz yıldır, karşıt çıkarları dengelemek amacıyla ve gözü bağlı bir hukuk ilahesi olarak değil, büyüme amacıyla tuttu. İngiltere’nin bu fetih tutkusu, yetenekleri oranında diğer büyük güçleri de harekete geçirdi. Eğer bazı küçük devletler bağımsızlıklarını hâlâ koruyorlarsa, bu, “dengeleyici sistem”in vesayetinden dolayı değil, anlamsız teritoryal genişlemeye doğanın izin vermemiş olmasındandır: sadece çeşitli ülkelerin fiziksel sınırları vasıtasıyla değil, istilacının daha da korkunç ahlaksızlıklarını engellemek üzere dil, yasa, örf, âdet birliği; yurtseverlik ve özgürlük insiyakı; yöneticilerin miras yoluyla edindikleri imtiyaz ve en önemlisi, bütün bunları göz ardı etmek üzere uluslar ve devletlerin her çağda bir bahane öne sürmesi…

Ancak, parlamentonun doksan bin kişilik daimi bir ordu oluşturmak amacıyla yıllık yasanın dibacesinde yer verdiği “güç dengesi” ifadesinin anlamını keşfetmeden geçemeyiz. Bu kuram, tarihçi Robertson’a göre, ilk kez Floransa Cumhuriyeti’nin müreffeh çağında İtalya’nın Makyavelci devlet adamları tarafından icat edildi; On Altıncı yüzyılın erken dönemlerinde Batı Avrupa’ya ithal edildi ve aynı dönemde ticari ve medeni uluslardan ödünç alınan diğerleriyle birlikte -V. Charles’ın tarihçisinin ifadesiyle- “moda” oldu. Bu açıklama, diğer bazı yazarların açıklamalarıyla uyuşmaz ama “güç dengesi”nin ignis-fatuus (aldatıcı-ümit) özelliği itibariyle tutarlı olduğu için, sistemin doğası ya da kökeni konusunda sadece iki yazar hemfikir olur. Lord Brougham, kuramın kökeninin Atinalılar kadar eski olduğunu savunur; Hume, “dengeleyici sistem”in ilk savunucusunun Demosthenes olduğunu söyler; antik dönem tarihinin takviminde savaştan başka bir şey olmadığını hatırlarsak, bunu ne kadar yerinde bir tespit olduğunu anlarız! Ne var ki, “güç dengesi” kavramı her kim tarafından ya da her ne devirde icat edilmiş olursa olsun, bunun korkudan kaynaklandığı (ki, içgüdüsel, doğal bir duygudur) ve aslında bir devletin tehlikeli biçimde büyümesini engellemeyi amaçlayan bir çare olarak görüldüğü muhakkaktır. Bu, bize gücün sadece fethin ve büyümenin ürünü olarak görüldüğünü hatırlatır. Oysa, bu risalede önceden değinildiği üzere, İngiltere ve Birleşik Devletler için olduğu gibi, insanlığın en büyük gücü, emek, gelişme ve keşiflerdir, fatihin kılıcı değil, çünkü uluslar en üstün güce ve görkeme bunlar sayesinde yükselmeyi umut edebilirler. Vattel’in, sayesinde “hiçbir hükümdar ya da devletin diğerlerine baskın olamayacağını” söylediği ya da Gentz’in “kimsenin etkili bir dirençle karşılaşmaksızın, yani kendisini tehlikeye atmaksızın, diğerinin bağımsızlığı ya da temel haklarına müdahale edemeyeceği”, Brougham’ın, “ülkelerin dış işlerince telkin edilen itidal ve birbirini gözetim” olduğunu söylediği bir “güç dengesi” ortamına uymayı kabul eden bir sistem -böyle bir dengeleyici sistem- mekanik ve kimya biliminde, sanayide, eğitimde, ahlakta ve özgürlükte atılan hızlı adımlar sayesinde elde edilen gücü göz ardı edemeyeceği açıktır.

Lort Bacon,{132} imparatorluğa dair denemesinde, söz konusu soruna daha geniş bir açıdan bakarak der ki: “Komşu ülkeler için işe yarayabilir nitelikli sadece tek bir kural vardır. Şöyle ki, prensler komşuları kendisine eskisinden daha çok sıkıntı verecek kadar büyümesin diye (topraklarını büyüterek, ticareti benimseyerek vb. yoluyla) gözcüler tutarlar. Bu durumu tespit ve engellemek, daimi konseylerin işidir.” Bu görüş, bize, “güç dengesi” kavramının genel kabul bulan tek sağlam ve doğru ilkesi olarak görünmektedir. Ne ki, öyle bir adaletsizlik ve insafsızlık barındırır ki, konu hakkında sonradan yazı yazan yazarlar, bu ilkeyi benimsemek suretiyle ticaretin ve medeniyetin gelişmesini sağlayacak tüm diğer faaliyeti engellemeye cesaret edememişlerdir; insanlığın en akıllı, en büyük, en acımasızları tarafından başka türlü değerlendirilmesi, bütün bir sistemi aşağılanmaya ve sağlıksız, yetersiz ve hayal mahsulü olarak damgalanmaya mahkûm etmek demektir. Lord Bacon’ın kuralına gelince, insanlığın büyük düşmanı -yani kendisi- bir konsey oluşturarak bu güzelim dünyayı tüm potansiyeliyle kendi cehenneminden daha kasvetli, büyük bir ölüm ve mutsuzluk tiyatrosuna çevirecek bir uluslararası yasa icat etmek isteseydi, filozofun tam da bu sözlerinden yararlanır, bizi vahşi hayvan düzeyine indirgerdi! Onlar kendi içgüdülerine rağmen savaşmazlar ama bu “kural”, şayet evrensel olarak uygulanırsa, bizi entelektüel insanın ayırt edici özelliği olan gelişme içgüdüsüyle birlikte yok eder. Büyük yazarlara güç ve otorite kazandıran tüm bilgi artışını yasaklar; ahlak ve özgürlüğün yükselişini, ki bunlar da birer güçtür, men ederdi. Şayet Lord Bacon’ın “kuralı” uygulansaydı, cahil Ruslar buhar makinelerimize ve becerikli zanaatkârlarımıza savaş açmakla kalmaz, onlardan daha da barbar olan Türkleri, Petersburg medeniyetini ve ticaretini yerle bir etmeye çağırmak zorunda kalırdık…

O halde, “güç dengesi”nden öncelikle bir kuruntu olarak kurtulabiliriz, çünkü Vattel, Gentz ve Brougham’ın sistemin temeli olarak Kıta Avrupası için savunduğu “düzen”, “yapılanma” ya da “birlik” asla var olmamıştır. İkincisi, bu kuram temelsiz olduğu için göz ardı edilebilir, çünkü güçleri dengeleyebilmek için söz konusu ülkelerin hangi itibarla (toprakların büyüklüğü, nüfus, zenginlik vb.) değerlendirileceğine açıklık getirmemiştir. Ve son olarak, gelişmenin ve emeğin büyüttüğü sessiz ve huzurlu itibarın gücünü göremediği için eksikli ve etkisizdir.

Batıya Yön Veren Metinler [Cilt 3] Milliyetçilik


* Richard Cobden, Political Writings The Balance of Power William Ridgway, 1878.

Bir İngiliz imalatçısı, siyaset adamı ve risale yazarı olan Richard Cobden (18041865), Manchester Ekolü diye bilinen “Barış, Tasarruf ve Reform” ideallerine adanmış oluşumun sözcüsüdür. Bu ekolün reformdan anladığı, esas olarak ticarette merkantalist{121} engellerin kaldırılmasıdır ve nitekim 1846’da Mısır Yasası’nı yürürlükten kaldırarak büyük başarı kazanmıştır. Yine bu ekolün tasarruftan anladığı, hükümetin harcamalarda genel olarak kısıtlama yapması, özellikle de silah harcamalarını azaltmasıdır. Cobden’in serbest ticaret ve tasarrufa önem vermesinin nedeni, ulusun menfaati kadar, bu durumun uluslararası barışa hizmet edeceğine olan inancıdır. Ekonomik milliyetçilik ve güç dengesi ilkesini savaş nedeni olarak değerlendirir ve her ikisine de karşı çıkar. Cobden’in bu görüşleri, 1836’da yayımlanan Rusya, Türkiye ve İngiltere adlı risalesinde yer almaktadır.

ADORNO: EGEMEN KÜLTÜR, BİREYİ TOPLUMA ENTEGRE EDİP RAHATLATIP UYUŞTURMAKTADIR!

Haz ilkesinin berisinde

— Freud’daki baskıcı eğilimlerin cinsellik kuramında işbilir revizyonistlerin işaret ettiği katılıkla ve insanca sıcaklık eksikliğiyle hiç ilişkisi yoktur. Profesyonel sıcaklık, kâr amacı güttüğü için, insanlar arasında uçurumlara karşın yakınlık ve dolaysızlık üretmeye kalkışır. Kurbanını aldatır, çünkü onun zaafını onaylarken aslında onu o hale getiren dünyayı onaylamaktadır; hakikatten uzaklaştığı ölçüde de ona haksızlık eder. Freud’da böyle bir insanca sıcaklığa pek rastlanmıyorsa eğer, bu onun hiç değilse bu açıdan siyasal iktisadın eleştirmenlerinin yanında yer alması demektir ki bu da Tagore’la ya da “Werfel’le birlikte anılmaktan iyidir.

Asıl talihsizliği şuydu: Bir yandan, burjuva ideolojisinin basıncına karşın, bilinçli edimlerin bilinçdışı içgüdüsel temelini maddeci bir biçimde araştırıyor, ama aynı zamanda içgüdü karşısındaki burjuva horgörüsünü de benimsiyordu; oysa bu horgörü de tastamam Freud’un çözmeye ve yıkmaya çalıştığı rasyonalizasyonların bir ürünüydü. Freud, Giriş Konferanslarında açıkça belirttiği gibi, “toplumsal hedefleri temelde bencil olan cinsel amaçlardan üstün gören… genel değerlendirmeye” bütünüyle katılmaktadır. Bir psikoloji uzmanı olarak, toplumsal olanla bencil olan arasındaki karşıtlığı durağan haliyle ve hiç sınamaksızın benimser. Bu karşıtlığın oluşmasında baskıcı toplumun payını görmediği gibi, kendi betimlediği yıkıcı süreçlerin izini de görmez. Daha doğrusu, teorisizliği ve önyargılarıyla iki uç arasında salınıp durur: İçgüdünün yadsınışına gerçekliğe aykırı bir bastırma olarak karşı çıkmak üzereyken, bir anda öbür uca savrularak bu yadsımayı kültür için yararlı bir yüceltim olarak alkışlar. Bu çelişkide, kültürün kendi Janus-doğasının da payı vardır ve sağlıklı cinsellik övgüleriyle savuşturulamayacak bir ikiliktir bu. Ama Freud’da, analizin hedefini belirleyen eleştirel standardın sulandırılmasına yol açar.

Freud’un aydınlanmamış aydınlanması, sonunda burjuva düşbozumunun çıkarlarına hizmet etmektedir. İkiyüzlülüğün geç dönem muarızlarından biri olarak, bir yanda bastırılmış olanın apaçık özgürleşme isteğiyle öte yanda apaçık bastırmaya mazaret arayan bir tavır arasında ikircikli bir konum almıştır Freud. Akıl sadece bir üstyapıdır onun için; ama bunun nedeni, resmi felsefenin öne sürdüğü gibi, Freud’un psikolojizmi değildir – bu psikolojizm, tarihsel hakikat ânına yeterince nüfuz edebilmiştir; asıl neden, Freud’un akıl denen araca makul olma imkânını verebilecek olan amacı reddetmesidir. Hazdır bu amaç, anlamın uzağında, aklın nüfuz edemediği bir yerde durur. Ama hazzın doğa hizmetkârlığını aşan yönü bir kez unutulduğunda ve böylece küçümsenerek türün devamını sağlayan oyunlar repertuarına dahil edilip kendisi de aklın bir hilesi olarak sunulduğunda ratio da bayağılaşarak rasyonalizasyon durumuna düşer.

Hakikat göreceliğe ve insanlar da iktidara teslim edilmiştir. Ancak ütopyayı kör bedensel hazda -nihai amacı tatmin ettiği ölçüde kendisi amaçsız olan hazda- konumlandırabilen kişinin hakikat hakkında sağlam ve geçerli bir fikri olabilir. Ama Freud’un çalışması, zihne ve hazza karşı duyulan çifte düşmanlıkla maluldür (Freud pek farkında değildir bunun) ve üstelik bu çifte düşmanlığın ortak kökenlerini anlama imkânını da bize yine psikanaliz vermektedir. Bir Yanüsamanın Geleceğinde, gezgin tüccarın semavi dünyayı meleklere ve serçelere bırakmak gerektiği yolundaki hükmünü yaşlı ve külyutmaz bir beyefendinin beyhude bilgeliğiyle aktardığı pasaj, Konferanslar ‘da hazcı toplumun sapık pratiklerini sofuca bir dehşet içinde lanetlediği pasajın yanma konulmalıdır. Haz ve cennet karşısında eşit ölçüde tiksinti duyanlar aslında nesne durumuna düşmeye en yatkın olanlardır: Başarılı bir analizden geçmiş olanların çoğunda görülebilen o kof ve mekanik nitelik sadece hastalıklarının değil, özgürleştirdiği şeyi bağlamından koparan tedavilerinin de hanesine yazılmalıdır. Terapinin en etkili yöntemi olarak görülen ve çözülmesi de boşuna analitik tedavinin candaman sayılmayan aktarım, bir zamanlar öznenin kendini erotik eğilimlerine bırakmasıyla kendiliğinden biçimde gerçekleşen ve kişiyi de zenginleştiren ama şimdi öznenin yapay bir ortamda gönüllü olarak ve yıkım pahasına gerçekleştirdiği o benlik ilgası, bugün her türlü zekâyla birlikte ona ihanet etmiş olan analistleri de tasfiye eden ve sadece bazı reflekslerden oluşan o liderimi-izlerim davranışının modelini çoktan çizmiştir.

Ego iddir

— Psikolojinin gelişmesiyle burjuva bireyinin hem Antik çağdaki hem de Rönesans’tan sonraki yükselişi arasında çoğu zaman bir bağ kurulur. Bu, psikolojiyle burjuva sınıfının yine paylaştığı ve bugün bütün ötekileri dışarda bırakmak pahasına gelişmiş olan karşıt bir eğilimin gözden kaçmasına yol açmamalı: Bireyin bastırılışı ve çözülüşü ki, bilgi de tastamam o bireye hizmet etsin diye kendi öznesine geri bağlanıyordu. Her türlü psikoloji, Protagoras’tan beri, insanı her şeyin ölçüsü yaparak yüceltmiştir ama, böylece onu başından beri bir nesne olarak, bir tahlil malzemesi olarak ele almış ve bir kez aralarına kattıktan sonra şeylerin cansızlık ve boşluğunu ona da aktarmıştır.

Özne adına nesnel hakikatin yadsınması, öznenin de inkârı anlamına gelir: Her şeyin ölçüsü için hiçbir ölçü kalmaz ortada; olumsallığa düşen özne, hakikatsizlik haline gelir. Ama bu da toplumun gerçek yaşam sürecine işaret ediyordur, insan egemenliği ilkesi, mutlaklaşarak, sivri ucunu mutlak nesne haline gelen insana çevirmiş ve psikoloji de bu ucun daha da sivriltilmesi için işbirliğini esirgememiştir. Benlik, psikolojinin yönlendirici idesi ve önsel nesnesi, onun merceği altında, her zaman geçersizleşmekte ve gerçekte varolmayan bir şeye dönüşmektedir. Psikoloji, bir mübadele toplumunda öznenin aslında özne değil de bir toplumsal nesne olduğu gerçeğine müracaat etmekle, topluma bunun böyle olmasını ve böyle kalmasını sağlayan silahlan da hediye etmiştir. Yetilerine ayrıştırılmış insan, işbölümü olgusunun kendi sözde öznelerine de yansıtılmış halidir ve bu da onları daha kârlı biçimde kullanma ve çekip çevirme çabasının ayrılmaz bir parçasıdır. Psikolojinin yozlaşmış bir biçimi olarak görülemez psiko-teknik; en başından beri onun temel ilkesinin içkin bir boyutudur.

Gerçek bir hümanist olan ve bunu yapıtının her cümlesinde sezdiren Hume, bir yandan da benliğin bir önyargıdan ibaret olduğunu söylüyordu – bu çelişki, genel olarak psikolojiyi de tanımlar. Üstelik bu noktada hakikat de Hume’un yanındadır, çünkü kendini “Ben” olarak ortaya koyan şey gerçekten de bir önyargıdır, soyut tahakküm merkezlerinin ideolojik bir hipostazlaştırılmasıdır; ve bu hipostazlaştır-manın eleştirisi de “kişilik” ideolojisinin yıkılmasını gerektirir. Gel-gelelim, bu yıkım, kalıntılar üzerinde tahakküm kurulmasını daha da kolaylaştıracaktır. Psikanalizde apaçık görülen de budur. Kişiliği, yaşamak için gerekli bir yalan olarak katar teorik sistemine. Psikanalize göre kişilik, bireyin içgüdüsel feragatini ve gerçeklik ilkesine uyarlanmasını sağlayan sayışıp rasyonalizasyonları bir arada tutan o en büyük ve kuşatıcı rasyonalizasyondur. Ama sırf bunu kanıtlamakla insanın yokluğunu da onaylamış olur psikanaliz.

Onu kendine yabancılaştırarak, iç bütünlüğüyle birlikte özerkliğini de yadsıyarak, kişiyi tümüyle rasyonalizasyon düzeneğine, uyarlanma düzeneğine tutsak eder. Böylece egonun gözünü budaktan sakınmayan özeleştirisinin yerini başkasının egosuna yöneltilen “teslim ol” talebi alır. Psikanalistin bilgeliği de, resimli korku magazinlerinin Faşist bilinçdışındaki “psikanaliz” resmine indirgenir sonunda: Her mesleğin bir “tezgâh” gibi göründüğü bir ortamda, bu “tezgâhlardan” birine, acı çeken ve çaresiz insanları dönüşsüzce kendine bağlama ve böylece onları denetleme ve sömürme imkânı veren bir teknik.

Psikanalizin bir sahtelik olarak dışladığı telkin ve hipnoz, panayırda gelip geçenleri kendi çadırına çekmeye çalışan şarlatan büyücü, onun azametli sistemi içinde bir kez daha boy gösterirler – tıpkı sessiz filmin Hollywood epik’lerinde yeniden ortaya çıkması gibi. Geçmişte yardım olan şey, daha büyük bir bilgi sayesinde yardım etme imkânı, bugün dogmatik ayrıcalık yoluyla başkalarının aşağılanmasına dönüşmüştür. Burjuva bilincinin eleştirisinden geriye kalan tek şey, doktorların her zaman ölümle gizli suçortaklıklarını açığa vurdukları o omuz silkme jestidir.

– Psikolojide, saf içsellik denen o dipsiz sahtelikte (insanların “özellikleriyle” ilgilenmesi de rastlantı değildir), burjuva toplumunun dışsal mal-mülk alanındaki bütün pratiği yansır. Bu mallar, toplumsal mübadele sonucunda artmıştır, ama her burjuvanın alttan alta sezdiği bir provizoyla birlikte. Bireyin sahip olduğu, sınıfın ona emanet ettiği bir mülktür sadece; ve denetimi ellerinde tutanlar da, mülkiyetin evrenselleşmesi sonucunda yine mülkiyetin kendi ilkesi (esirgemekten ibaret olan bir ilke) tehlikeye düştüğü anda bu mülkü ondan geri almaya hazırdırlar. Psikoloji de mülkiyete yapılanı özellikler bahsinde tekrarlar. Bireye kendi mutluluk payını bağışlayarak onu mülksüzleştirir.

Theodor W. Adorno Minima Moralia / Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar [Metis Yayınları]

OĞUZ ATAY: BAŞKA TÜRLÜ BİR YAŞANTIN OLABİLİRDİ, SENİ İSTEMEYENLERİN DIŞINDA BİR DÜZEN KURABİLİRDİN

 Bilinmeyen yüz binlerce kız içinde, üniversite kantininden birini seçtin

Ben, soğukkanlılığımı korumasını bilirim. Sen söylemez miydin ‘utanmadan, duygusuzluğumla öğündüğümü’. On yıl önce olsaydı, belki biraz daha düşünürdüm; belirsiz tehlikelerden korkmazdım. On yıl önce olsaydı, Oblomov’u okuduktan sonra beden hareketlerine başlamam gibi, gene bu sarsıcı olayla kımıldardım yerimden belki. Kımıldardım da ne yapardım? Hiç. Biraz huzursuzluk duyardım herhalde. Eski bir yara yerinin sızlaması gibi bir şey. Oblomov’u ve beden hareketlerini unuttum. Kendimi çabuk toparladım. Bilinmeyen yüz binlerce kız içinde, üniversite kantininden birini seçtin kendine ve ona okuduğu kitapları sordun ve karşında oturup susmasını seyrettin. Evet; öyle oldu Selim; ne kötülük görüyorsun bu davranışımda? Bir şey dediğim yok, Turgut. Evlenirken de bir şey söyledim mi? Bize çok uğramadın evlendikten sonra. Size mi? Siz kimsiniz? Ben, Nermin, çocuklar… Ben sizi bilmiyorum, seni tanıyorum. Evinize alışamadım herhalde.

Eşyalarınıza alışamadım, yadırgadım onları. Salon-salamanjeyi, deniz gibi büyük ve kauçuk köpüklü yatağı olan karyolayı, aynı takımın yaldızlı gardrobunu ve gene aynı takımın şifonyerini ve gene aynı takımın tuvaletini sevemedim. Evinizde Türkçe bir şey kalmamıştı. Bana anlayış gösterecek yerde büfeyi gösterdin. Kelime oyunu yapıyorsun Selim. Benim bütün işim oyundu, bunu biliyorsun Turgut. Hayatım, ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu. Sen evlendin ve oyunu bozdun. Bütün hayatımca nasıl oynayabilirdim? Sen de dayanabildin mi? Sen de ürkütücü bir gerçekle bozdun bu oyunu. Herkesin belirli bir işle uğraştığı bu kocaman dünyada yalnız başına oradan oraya sürüklendin canım kardeşim benim. Necati’nin işi oyun yazmaktı. Küçük burjuva alışkanlıklarını yeren son oyununu hatırlıyor musun? Oyunun yarısında çıkmıştım. Sen bütün oyunların yarısında çıktın aslında. Necati’nin oyunu dört yüz elli kere oynandı ve Necati de bir kat aldı kazandığı parayla. Senin işin neydi onların arasında? Ne yapıyordun? Hiçbir işim yoktu. Bu nedenle sevmezlerdi seni işte. Bu nedenle aldırmadılar sana. Senin ne işin vardı orada? Herkesin işine karıştın, işin olmadığı halde. Ölmek bile, kendilerine böyle bir görev verilenlerin işidir. Kendine oyunlar buldun: başkalarının katılıp katılmadığına aldırmadığın oyunlar. Herkesi yargıladın bu oyunlarda. Bu arada beni de yargıladın, bana da haksızlık ettin. Ben de bir oyun yazsam, sonunda haklı çıkmak için kendini öldürdüğünü söylesem…

Bu oyunu sevmedim Turgut. Ben, oyunlarda bana saldırılmasını sevmem. Ben oyun istemiyorum artık; ne oyun ne de gerçek, senin ölmen gibi bir gerçek, beni sarsmamalı Selim. Ayağa kalktı. İnsan gerçeklere karşı durur: yaşar ve olduğu gibi olmayı sürdürür Selim. Ayrıca, bu mektubu bana yollamadın, bana böyle bir görev verilmedi. Benim işim değil bu. Benim işim değil. Mektubunu on kere okudum, bir sonuca varamadım. Başka türlü bir yaşantın olabilirdi Selim. Seni istemeyenlerin dışında bir düzen kurabilirdin.

“Bu sözlerimle belki birşeyler kaybediyorum Selim,” diye yüksek sesle söylendi. Saat üçe geliyordu; Turgut’un kafası karışıyordu. Olayın iyi başlamadığını seziyordu. Neye göre iyi? Bilemiyordu. “Benim işim değil,” diye mırıldanarak yatak odasına doğru yürüdü.

Oğuz Atay Günlük

GRUP NİYAZ VE “THE FOURTH LIGHT” ADLI 4. ALBÜMÜ

Azam Ali ( Azam Aliafgerad), 1970 yılında, İran’ın başkenti Tahran’da doğdu. 1979 yılındaki ‘İran İslam devrimi’ dolayısıyla İran’ı terk etti, Hindistan’da büyüdü, ardından ABD’ye yerleşti. Azam, 1995 yılında ‘Vas’ grubunu kurdu. Ardından ‘Niyaz’ grubu kuruldu. Şu an müzik hayatlarına Azam Ali’nin grubu Niyaz’dan bağımsız olarak çıkardıkları single’lar ve Niyaz grubunun çalışmaları ile devam ediyorlar. Azam Ali, Niyaz grubunun telli çalgılar üstadı Loga Ramin Torkian ile evlendi. Mart 2015’te yayınlanan The Fourth Light (Dördüncü Işık) , Niyaz’ın dördüncü tam uzunluktaki stüdyo albümü ve eski grup üyesi Carmen Rizzo’nun ayrılmasından bu yana ilk uzun albümleri.

Albüm İçeriği: “Sabza Ba Naz” (Aşkın Zaferi) “Tam e Eshq” (Aşkın Tadı) “Eyvallah Şahim” (Hakikat) “Yek Nazar” (Tek Bakış) “Efendim Haram” (Ben bir günahım) “Aurat” (Kadın) “Khuda Bowad Yaret” (İlahi Yoldaş) “Şir Ali Mardan” (Bir Savaşçının Şarkısı) “Marg e Man” (Benim Elegy’im)

EMPATİ: GÖZLEMLEDİĞİMİZ BİR ŞEYDEN DOLAYI KENDİMİZE ACI ÇEKTİRMEMİZ MANTIKLI MI?

Bir parkta yürüdüğünüzü hayal edin, çimlerde top oynayan çocuklar olsun. Çocukların oynadığı o top önünüzde yürümekte olan bir insana geldiğinde, sanki size gelmiş gibi tepki verirsiniz. Veya bir yarışı izlerken, sporcular bitiş çizgisine yaklaştıkça sizin kalbiniz de hızla atmaya başlar. Daha bilindik bir şey ise, karşınızdaki kişi yediği bir şeyden iğrendiğinde, yüzünüz sanki siz iğrenmişsiniz gibi şekil alır, hatta bazılarımızda daha ileri gider ve mideleri bulanır. Karşınızda biri esnediğinde, siz de onunla esnersiniz. Acı çeken bir canlı, kendi türünüzden olmayan bir hayvan bile görseniz, içiniz cız eder. Bu tepkilerin hepsi kendimizi, gözlemlediğimiz şey yerine koymamızdandır. Yani “empati” kurmamızdan kaynaklanır.

Empati, tartışmasız sosyal hayatımız için olmazsa olmaz bir özelliktir. Fakat, sadece gözlemlediğimiz bir şeyden dolayı kendimize acı çektirmemiz mantıklı mı ve bireysel açıdan düşündüğümüzde bize kattığı herhangi bir şey var mı? Evrimsel süreçte bu özellik neden destek gördü? Bu özelliğin biyolojik arka planı nedir?

Bu sorulara cevap vermeye başlamadan önce empati terimini açıklamakta fayda var. “Empati” kelimesi, dilimize Fransızcadan girmiş olsa da Latince “empatheia”, Türkçe, “taraflılık, fiziksel sevgi duyma, tutku” kelimesinden köken almaktadır. Bu terimin birçok farklı açıklaması olsa da, açıklamalar duygu durumlarından dışarıya çıkmamaktadır. “Diğerlerini umursamak”, “onlara yardım etme isteği duymak”, “karşıdakinin duyguları ile kendi duygularını eşleştirmek”, “diğerlerinin ne düşündüğünü ve hissettiğini anlamak” gibi durumlar empati kapsamında ele alınabilir.

Altruizm, grup seçilimi ve evrim

Bir arı, kovanını korumak için kendini feda edebilir. Bazı kuş türleri akrabalarından oluşan grubunu uyarmak için, avcı olan başka bir kuşu gördüğünde tiz bir ses çıkarmaya başlar. Bu ses grubun saldırıya hazırlıklı hale gelmesine ya da kaçmasına yardımcı olurken, ses çıkaran kuşun avcı için açık hedef haline gelmesine neden olur. İki örnekte de fedakâr bireyler kendini feda etti ve daha fazla yavru üreterek kendi genlerini aktaramadı. Eğer her saldırıda fedakâr bireyler ölürse ve neslini devam ettiremezse bir süre sonra grupta altruistik bireylerin yok olacağını düşünmek mantıksız değil. Ancak genelde av olan ve grup halinde yaşayan hayvan toplulukları incelendiğinde grup içerisinde fedakâr bireylerin çoğunlukta olduğu görülebilir. Bu durum grup seçilimi ile açıklanabilir. Yani altruistik bireylerin daha fazla olduğu gruplar nesillerini devam ettirmeye daha yatkındır.

Aynı durumu primatların oluşturduğu gruplara da bazı farklarla uyarlayabiliriz. Söz ettiğimiz, altruismle paralellik gösteren yardımlaşma olgusudur. Hemen hemen her primat türü gruplar halinde yaşar. Bu şekilde kendilerini ve nesillerini devam ettirecek olan yavrularını garanti altına alırlar. Fakat bu gruplarda yer bulmak isteyen bireylerin bazı fedakârlıklarda bulunması gerekir. Yani kendi çıkarlarını sağlarken yaşayacakları grubun da çıkarlarını gözetmeleri gerekir. Bunu yapabilen bireylere sahip grupların çoğu saldırıdan göreceği zarar en az miktarda olacaktır.

Ancak sosyal ilişkiler karmaşıklaştıkça, farklı durumlara çok farklı tepkiler veren bireyler ortaya çıkabilir. Bu tepkiler ve kararlar gruba zarar verecek düzeyde olabilir. Grubun bütünlüğü için bu bireylerin gruptan bir an önce uzaklaştırılması gerekir. Genelde de böyle olur, özellikle şempanzelerde bu durum sıkça görülebilir. Alfa erkeği başta olmak üzere grubun üyeleri, kendilerine zarar vereceğini düşündükleri birey veya bireyleri gruptan uzaklaştırırlar. Bu grup açısından avantaj iken gruptan uzaklaştırılan için bir dezavantajdır. Yardımlaşmaya veya altruisme yatkın olmayan, grubun bütünlüğünü bir şekilde bozan bireyler, eğer sığınabilecekleri başka bir grup bulamazlarsa kısa bir süre içerisinde doğaya yenik düşeceklerdir. Grup ise hayatta kalma ve takibinde gelen üreme başarısını artırmış bir şekilde yaşamına devam edecektir.

Evrimsel açıdan incelediğimizde, empatinin ilkel bir formu olarak düşünülen altruismin önemini anlamak çok da zor değil. Ancak, uygarlık sahibi olan biz insanlarda bu durum biraz daha karışık. Bizler de empatiye olan yatkınlığımızı bu yollardan geçerek elde ettik. Beynimizin daha fazla evrimleşmesi, sosyal ilişkilerde olduğu gibi altruismde de farklı bir yol izlememize yardımcı oldu.

Empatinin nörobiyolojisi ve oksitosin

Annelik iç güdüsünü sağlayan oksitosin hormonu salgılandığında pozitif sosyal davranışlar da artıyor. Ayrıca yapılan bir araştırmaya göre oksitosin ve sosyal ilişki içerisinde olmak, HPA (Hipotalamus – hipofiz – adrenal aksı) yolağının aktivitesini azaltıyor. HPA aktif olduğunda stres tepkisi üreten bir kimyasal olan CRH (kortikotropin serbest bırakıcıhormon) hormonunu salgılanıyor. Bu da fizyolojik strese sebep oluyor. Devamında da psikolojik stres baş göstermeye başlıyor, fakat sosyal ilişkide bulunma ve devamında görülecek oksitosin artışı bu yolağın aktivitesini azaltarak stres durumunu en az seviyeye indiriyor. İkili ve çoklu ilişkileri bu kadar çok etkileyen bu hormon ayrıca karşılıklı güven duygusunu da insana kazandırıyor. Güven duygusu, sosyal ilişkide bulunabilmek için önemli olan şeylerin başında geliyor hiç kuşkusuz.

Asıl dikkat çekici olan ise oksitosinin empatiyle olan ilişkisi. Yapılan başka bir araştırmada rs53576 geninde G alleli homozigot (GG) olan bireylerin aynı gende A allelini (AG/AA) bulunduranlara kıyasla davranışlarının daha bozuk olduğu ve ayrıca empati kurma yeteneklerinin daha az olduğu görülmüş. Bunun nedeni ise, homozigot G allelli bireylerde oskitosin salgılanmasında sorun oluşması. Ayrıca ebeveynlik davranışları üzerinde yapılan araştırmalar da oksitosinin beynin motivasyonu, duyguları ve empatiyi yöneten limbik sisteme etki ettiğini kanıtlıyor. Yapılan bu iki deneyden, empatinin hem genetik temelli olduğunu, genetik temelli olmasından ötürü evrimsel bir süreç sonucu oluştuğunu çıkarmak da mümkün.

Empatinin nörobiyolojik incelemesinde dikkat çeken bir diğer biyolojik faktör ise ayna nöronlar. Bu nöronlar ilk olarak, 1980’lerden başlayarak 1990’lara kadar nöronlar üzerine araştırma yapan Giacomo Rizzolatti ve ekibi tarafından bulundu. Bu nörologlar, Macaca nemestrina türü 3 tane makağın ventral premotor kortekslerine elektrotlar yerleştirerek makakların el ve vücut hareketlerini bir süre takip ettiler. Deney boyunca, maymunların karşıdaki kişinin hareketlerini taklit etmelerini sağladılar. Bu süre zarfında F5 bölgesindeki bazı nöronların, taklit hareketlere karşılık verdiğini fark ettiler. Ardından gelen çalışmalarda bu nöronların insanlarda da bulunduğu ve bir başka insanın hareketlerini, duygusal durumunu gördüğümüzde beynimizdeki bazı bölgelerin (ön insula, ön singulat korteks, inferior frontal korteks gibi) ayna nöronlar ile birlikte daha fazla aktivite gösterdiği görüldü.

Empatinin nörolojik tabanı hakkındaki en önemli bilgiler ise psikopatlar üzerinde yapılan araştırmalardan geliyor. Psikopati psikiyatride empati ve vicdan eksikliğine dayanan kişilik bozukluğu olarak adlandırılır. Yapılan araştırmalarda, psikopatların beynin öğrenme ve duygusal eylemleri kontrol eden prefrontal temporo-limbik bölgesinde bozukluk olduğu tespit edilmiş. İlerleyen araştırmalarda bozukluk olan bölgeler özellikle amigdala, hipokampüs, singulat korteks, striatum, frontal ve temporal korteks olarak belirtilmiş. Bu bozuklukların birçok nedeni olabilir. Genlerdeki sorunlar, ergenlik döneminde beyin gelişiminin düzgün tamamlanmaması, beyne alınan hasar, şizofreni ve hatta yüksek testosteron oranının düşük seviyede kortizol ve seretonin ile birleşmesi dahi empati eksikliğine ve saldırganlığa neden olabilmektedir.

Peki, empati kuran tek canlı bizler miyiz? Empati kuramayan insanların farkında olan tek canlı biz olabiliriz ancak empati kurabilen başka canlılar da var. Spinal nöronların insan beyninde bulunduğu yerler sayılıdır. Anterior singular korteks ve insular korteks de bunlardan ikisi. Bu iki bölge insanda empati, önsezi, konuşma ve sosyal organizasyon gibi eylemleri yönetir. Spinal nöronların birkaç balina türünde, fillerde ve birkaç yunus türünde de bulunduğu biliniyor ve bu nöronların empatiyle alakalı bölgelerde de bulunabileceği düşünülüyor. Zira yapılan araştırmalarda bu üç türün de empati kurabildiklerine dair ip uçları ele geçirildi.

Bir araştırmada makakların davranışlarını incelemek için düzenek hazırlandı. Düzenek iki makağın yardımlaşarak yemek yiyebileceği şekildeydi. Kafesten uzakta olan düzeneğe iki tane ip bağlandı. Eğer iki makak da aynı anda kendi iplerini çekerse ödül olan yemeklerini alabileceklerdi. Düzenek hazırlandıktan sonra yapılan ilk iş makaklara bunu öğretmek oldu. Öğretildikten sonra da asıl deneye geçildi. İki makaktan bir tanesine yemek verildi, diğeri ise aç bırakıldı. Daha sonra düzenek getirilince aç olan maymun ipi çekmeye başladı, tek olduğu için de yemeğe ulaşamıyordu. Aç olmayan maymun başlarda pek oralı olmasa da durumu anlayınca arkadaşına yardıma gitti ve ipi çekmeye başladı. Düzeneğe ulaşıldığında ise kendisi için hazırlanmış olan yemeğe dokunmadı bile. Bu deney sonucunda araştırmacılar makakların da empati kurabildikleri sonucuna ulaştı.

Son olarak, insan bebekleri de empati kurabiliyor. Çoğumuz tanık olmuşuzdur, bazı bebekler karşısında ağlayan birini gördüğünde ağlamaya başlayabilir. İki yaşında olan bir bebeğin karşısındakinin duygusal durumunu anlayabilme yetisi vardır. İki yaşından daha önce, mesela bir yaşında, empatiye kurmaya benzeyen davranışlar görmemiz mümkündür.

Meriç Öztürk Bilim ve Gelecek dergisi Sayı: 145 Mart 2016


Kaynaklar – http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC2709751/ – http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/j.1749-6632.2011.06027.x/full#leftBorder – http://center-for-nonverbal-studies.org/emotion.htm – http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1002/ar.20407/abstract – http://psi.sagepub.com/content/12/3/95 – http://greatergood.berkeley.edu/article/item/the_evolution_of_empathy – http://anthro.palomar.edu/behavior/behave_2.htm