Kafka’nın Güncesi: “Kapıyı açın gireyim” dedim. “Kilitli değil kapı”, diye yanıtladı

…Ufak bir gezinti yapmak için evden çıkıyorum. Hava güzel, ama sokak dikkati çekecek kadar boş, yalnızca uzakta elinde bir su hortumuyla belediye hizmetinde çalışan bir temizlik işçisi dikiliyor ve sokak boyunca alabildiğine su fışkırtıyor, geniş bir kavis çizerek yere dökülüyor su. «Olacak şey değil», diyorum ben ve kavsin gerginliğini elimle yokluyorum. «Belediye hizmetinde çalışan küçük bir temizlik işçisi», diyor ve yeniden uzaktaki adama bakıyorum. İlerdeki ilk çapraz sokağın köşesinde iki bay eskrim yapıyor, birbirlerinin üzerine yürüyor, sonra birbirlerinden bir hayli uzağa çekiliyor, birbirlerini gözetliyor, derken yine kapışıyorlar. «Bırakın şu eskrim yapmayı beyler», diyorum ben.

Öğrenci Kosel masada oturuyor ve ders çalışıyordu. Çalışmaya öylesine dalmıştı ki, ortalığın karardığını hiç fark etmedi, avluya bakan bu kötü konumdaki odada aydınlık bir mayıs günü olmasına karşın hava daha dörde doğru kararmaya başlıyordu. Dudakları kıvrılmış, başı kendisi farkında olmadan iyice kitabın üzerine eğilmiş okuyordu öğrenci Kosel. Bazen ara verip küçük bir deftere okuduklarından kısa özetler çıkarıyor, sonra gözlerini kapayıp yazdıklarını ezbere mırıldanıyordu. Pencerenin karşısında mutfak bulunmaktaydı, beş metre bile yoktu aradaki uzaklık; mutfakta bir kız çamaşırları ütülüyor, arada bir başını çevirip Kosel’e bakıyordu.

Ansızın kalemi elinden bıraktı Kosel, başını kaldırıp tavana kulak verdi. Biri besbelli çıplak ayakla odanın tavanında geziniyor, tur atıp duruyordu. Her adımda sanki bir suyun içine ayak basar gibi şap diye bir ses duyuluyordu. Kosel başını salladı. Eve yeni bir kiracının alınmasından bu yana, yaklaşık bir haftadır katlanmak zorunda kaldığı tavandaki gezinmeler, bir yolunu bulup önüne geçemedi mi yalnız bugünkü çalışmasının değil, bütün öğreniminin sonu gelmiş olacaktı. Zihinsel çalışmalarla boğuşan bir kafa böyle bir şeye katlanamazdı. Birtakım ilişkiler var, açıkça duyumsuyorum varlıklarını, ama nasıl şey olduklarını bilemiyorum. Biraz daha derinlere dalmam elverirdi bunun için; ama olduğum yerde suyun kaldırma gücü öylesine büyük ki, akımdaki akıntıları hissetmesem suyun dibinde bulunduğuma inanabilirim. Ben de yukarılara yöneliyorum, sudan geçerken kırılan binlerce ışının parıltısı gelip beni buluyor. Yukarılara doğru çıkıp sağda solda dolanıyorum, oysa nefret ediyorum yukarıdan ve ondan

«Müdür Bey, yeni bir oyuncu geldi», diye odacının açık seçik seslendiği duyuldu, çünkü holün kapısı tamamen açıktı. «Henüz oyuncu değilim, olacağım daha», dedi Kari kendi kendine, böylece odacının verdiği haberi düzeltti. «Nerede kendisi?» dedi Müdür Bey boynunu uzatarak.

21 Haziran 1914

Köyde ayartı.

Sakal ve bıyığında değişiklikle eski bekar.

Kinsky Sarayı’nın avlusunun orta yerinde beyazlar giyinmiş kadın. Aradaki uzaklığa karşın kalkık göğüslerinin belirgin silüeti, kaskatı oturuş.

Bir ara bir yaz günü akşam üzeri bir köye geldim, hiç bilmediğim bir köydü. Yollarının genişlik ve tenhalığı dikkatimi çekti. Dört bir yandaki çiftliklerin önünde ulu ve yaşlı ağaçlar görülüyordu. Bir yağmur sonrasıydı, temiz bir hava vardı, her şey pek hoşuma gitti ve bunu çiftlik kapılarının önünde dikilen köylülere verdiğim selamlarla belli etmeye çalıştım; çekimser, ama nazik, selamıma karşılık verdiler. Bir otel bulsam burada gecelerdim, diye düşündüm.

Bir çiftliğin sarmaşıklarla örtülü yüksek duvarını izleyerek ilerliyordum ki, duvarda bir kapı aralanarak üç yüz göründü; ardından yüzler yine kaybolup kapı kapandı, yanımda bana eşlik eden biri varmış gibi başımı çevirip: «Acayip!» diye söylendim. Ama baktım, yanımda gerçekten biri dikiliyordu, sanki beni afallatmaktı amacı; uzun boylu bir adam; ne başında şapka vardı, ne sırtında ceket; örme siyah bir yelek giymişti ve bir pipo tüttürüyordu. Hemen kendimi toparladım, onun yanı başımda dikildiğini daha önceden fark etmişim gibi: «Kapı», dedim, «gördünüz mü, küçük kapı nasıl açıldı?»

«Evet», dedi adam, «ama niye acayip olsun. Çiftlik müstecirinin çocukları; ayak seslerinizi işittiler, gecenin böyle geç vaktinde kim bu gelen diyerek kapıyı açıp baktılar.»

«Kuşkusuz açıklanması gayet basit bir olay», dedim gülümseyerek. «İnsan yabancı olmasın, her şeyde bir acayiplik bulması işten değildir. Teşekkür ederim.» Ve yürüdüm. Ama adam peşimden geldi. Doğrusu buna şaşırmış değildim, kendisiyle yollarımız bir olabilirdi, ama yan yana değil de peş peşe yürümemiz için neden yoktu.

Arkama dönüp sordum: «Otele bu yoldan mı gidiliyor?» Adam durup: «Bir otel yoktur bizim burada», dedi. «Daha doğrusu var ama, oturulacak gibi değil. Köyün malı; köy de, işletecek talip çıkmadığından yıllar önce onu, bakmakla yükümlü bulunduğu yaşlı bir kötürüme verdi. Adam da karısıyla oteli yönetiyor şimdi; kapısının önünden zor geçiliyor, işte öylesine pis bir koku geliyor içeriden. Salonunda pislikten insanın ayağı kayıp düşer. Sefil bir yer; köyün de, köy cemaatinin de bir yüz karası.» Bu sözlere karşı çıkmak isteği uyandı içimde; adamın dış görünüşü, pek tombul denemeyecek sarı soluk, meşinimsi yanakları, çenesi oynadıkça ordan oraya gidip gelen siyah kırışıklıklarla doğrusu sıska yüzü beni buna ayartır gibiydi. Duruma pek de şaşırmadığımı açığa vurmak için: «Ya?» dedim. Ardından: «Olsun», diye devam ettim, «ben orada kalacağım; geceyi köyde geçirmeye karar verdim bir kez.»

«O zaman başka», dedi adam çabuk çabuk. Bana geldiğim yönü göstererek: «Ama otele buradan gideceksiniz», diye ekledi. «İlk köşeye kadar yürüyün, sonra sağa sapın. Hemen karşıda bir tabela göreceksiniz.»

Verdiği bilgi için teşekkür ettim kendisine, yine önünden geçip yürüdüm; bu kez bütün dikkatiyle beni izlediğini fark ettim. Bana söylediği yön bakarsın yanlıştı, buna karşı elimden bir şey gelmezdi kuşkusuz. Ne var ki, ne önünden geçip gitmeye zorlayarak, ne otel konusundaki uyarılarından bu kadar çabuk vazgeçerek beni şaşkına çeviremezdi. Oteli bir başkası da gösterebilirdi bana; baktım ki pis bir yer, bir gece de pislik içinde yatıp uyurdum, yeter ki inadım yerine gelsindi. Zaten fazla bir seçenek yoktu elimde; hava kararmış, yollar yağmurdan cıvık cıvık olmuştu, bundan sonraki ilk köye kadar hayli uzun bir yol vardı.

Adamı geride bırakmıştım ve artık kendisiyle hiç ilgilenmeye niyetim yoktu. Derken adamla konuşan bir kadın sesi geldi kulağıma. Arkama döndüm; bir küme çınar ağacının altındaki karanlıktan uzun boylu dimdik bir kadın çıktı. Etekliği sarımsı kahverengi parıldıyordu, başıyla omuzlarını iri gözenekli siyah bir şal örtmüştü. «Haydi artık gelsene eve!» dedi adama. «Niye gelmiyorsun?» «Şimdi geliyorum», diye yanıtladı adam, «az daha bekle, acaba şu bay ne yapacak, görmek istiyorum. Bir yabancı. Hiç işi yokken sürtüp duruyor buralarda. Baksana!»

Sanki sağırmışım ya da konuştuğu dili anlamıyormuşum gibi benden bahsediyordu. Söyledikleri fazla bir önem taşımıyordu hani, ama köyde benimle ilgili gerçekdışı haberler yayarsa hoş bir şey olmazdı. Kadına seslendim: «Oteli arıyorum köyde, hepsi o kadar. Kocanızın benden bu şekilde söz açıp hakkımda yanlış bir düşünceyi belki kafanıza yerleştirmeye hakkı yok doğrusu.» Ama kadın pek dönüp bakmadı bana, kocasına yaklaştı; adamın kocası olduğunu doğru tahmin etmiştim, aralarında işte öylesine doğal bir ilişki bulunuyordu. Derken elini kocasının omzuna koydu: «Bir şey istiyorsanız benimle değil, kocamla konuşunuz.» Böyle bir davranışla karşılaşmaktan içerlemiş: «İstediğim bir şey yok», dedim, «ben sizinle ilgilenmiyorum, siz de benimle ilgilenmeyin. Tek ricam bu.» Kadın, başıyla ansızın bir hareket yaptı; karanlıkta görebilmiştim bunu, ama gözlerindeki ifade seçilemiyordu. Besbelli bir yanıt verecekti, ama kocası: «Sus!» deyince sustu.

Böyle bir karşılaşmayı artık kesinlikle geride kalmış sayıp, başımı çevirdim; tam yoluma devam etmek istiyordum ki, birinin arkamdan «Bey!» diye seslendiğini işittim. Herhalde ben idim seslendikleri. İlk anda sesin nerden geldiğini çıkaramadım; derken yukarıda, çiftlik duvarının üzerinde gençten birinin oturduğunu gördüm; bacaklarını sarkıtmış, dizleri birbirine vuruyordu; pek umursamaz bir edayla şöyle söyledi: «Az önce işittiğime göre, köyde gecelemek istiyormuşsunuz. Bu çiftlikten başka hiçbir tarafta geceleyecek doğru dürüst bir yer bulamazsınız.»

«Çiftlikte mi?» diye sordum ve elimde olmaksızın, ki sonradan iyice hırslandım buna, soran bakışlarla kadınla kocasından yana dönüp baktım; hala birbirlerine yaslanmış, ileride dikiliyor ve beni gözetliyorlardı.

«Öyle», dedi genç adam; gerek verdiği yanıtta, gerek bütün davranışında çalımlı bir hava seziliyordu.

Bir kesinliğe kavuşmak ve onu normaldeki pansiyon sahibi rolünü üstlenmeye zorlamak için bir kez daha: «Yani burada yatak mı kiralıyorsunuz?» diye sordum.

«Evet», dedi adam ve gözlerini şimdi biraz yana çevirmişti. «Burada gece için yatak kiralanır, herkese değil kuşkusuz, yalnızca kiralanmak istenen kimseye.»

«Kabul», dedim ben, «ama kuşkusuz ne kadarsa ödeyeceğim ücretini, tıpkı oteldeki gibi.»

«Hayhay», dedi adam. Gözlerini çoktan benden ayırmış, benim üzerimden bir başka yere bakıyordu. «Merak etmeyin, kazıklamayız sizi.»

O yukarıda bir bey gibi oturuyor, ben aşağıda küçük bir uşak gibi dikiliyordum; atacağım bir taşla kendisini biraz canlandırmayı pek isterdim. Ama böyle yapmayarak: «O zaman açın da kapıyı, gireyim», dedim.

«Kilitli değil kapı», diye yanıtladı.

«Kilitli değil», diye yineledim ben homurdanarak, adeta farkına varmaksızın; sonra kapıyı açıp girdim. İçeri ayak atar atmaz tesadüfen başımı kaldırıp duvara baktım; adam duvarın üzerinde değildi artık, yüksekliğine karşın anlaşılan duvardan atlayıp gitmişti, belki şimdi kadınla ve kocasıyla konuşuyordu. Konuşsunlar istedikleri kadar, benim gibi yanında ancak üç gulden parası bulunan, sahip olduğu öbür şeyler ise sırt çantasındaki temiz bir gömlekle pantolon cebindeki bir revolveri pek geçmeyen bir gencin başına ne gelebilirdi. Hem adamlar, soyguncu kimselere de benzemiyorlardı. Peki ama, benden başka ne istedikleri olabilirdi? Büyük çiftliklerin o bakımsız bahçelerinin birinde bulmuştum kendimi; oysa sağlam taş duvar bende daha fazla bir şeyle karşılaşacağım umudunu uyandırmıştı. Yüksek otların içinde, düzenli aralarla, çiçeklerini dökmüş kiraz ağaçları seçiliyordu. Çiftliktekilerin kaldığı ev vardı uzakta, geniş bir alana yayılmış düzayak bir yapıydı. Hava iyice kararmıştı; geç kalmış bir müşteriydim ben; duvardaki adam bana yalan söylediyse tatsız bir durumla karşılaşabilirdim. Eve doğru yol alırken karşıma kimse çıkmadı; ama eve birkaç adım kala açık kapıdan ilk odada uzun boylu ve yaşlı iki kişi gördüm; bir karı koca; yan yana olurmuş, yüzleri kapıya dönük. Bir kaseden lapa yiyorlardı. Zifiri karanlıkta doğru dürüst bir şey seçemedim, yalnızca adamın ceketinde yer yer altınsı parıldayan bir şey vardı, herhalde düğmeydi bunlar ya da bir saatin zinciriydi.

Selam verdim, şimdilik eşiğin önünde dikilip dedim ki: «Demin köyde geceleyecek bir yer arıyordum; bahçenizin duvarının üzerinde oturan bir adam bu çiftlikte ücret karşılığı geceyi geçirebileceğimi söyledi.» Karı koca kaşıklarını lapaya sokup oturdukları sırada arkalarına dayandı ve bir şey demeden beni süzmeye koyuldu. Pek konukseverce değildi davranışları. Dolayısıyla: «Umarım bana verilen bilgi doğrudur, sizi durup dururken rahatsız etmedim», diye sürdürdüm konuşmamı. Bu son sözleri hayli yüksek sesle söylemiştim, çünkü ikisinin de kulağı ağır işitiyor olabilirdi. Bir süre sonra: «Yaklaşın», dedi adam.

Pek ihtiyar biri olduğunu düşünerek istediğini yaptım, yoksa soruma kesin bir yanıt vermesi üzerinde diretirdim kuşkusuz. Yine de içeri girerken şöyle dedim: «Beni evinize almanız sizin için en ufak bir güçlük doğuracaksa açıkça söyleyin, ille burada kalmak gibi bir niyetim yok; olmazsa otele giderim, benim için hiç fark etmez.»

Alçak sesle: «Amma da çok konuşuyor», dedi kadın. Bu söz bir hakaret amacıyla söylenmiş olabilirdi ancak; yani benim nazik konuşmam hakaretle karşılanıyordu; ama yaşlı bir kadındı, kendimi savunmaya kalkamazdım. Ve kendimi savunmayışımdır ki, kadının geriye çeviremediğim sözlerinin belki beni gereğinden çok etkilemesine yol açmıştı. Bir paylanmayı hak ettiğimi hissediyordum, çok konuştuğum için değildi hani, çünkü aslında söylenmesi en gerekli şeyi söylemiştim yalnız; varlığımı çok yakından ilgilendiren diğer bazı nedenlerden kaynaklanıyordu bu. Susmuş, ille bir yanıt vereyim istememiştim; az ötedeki karanlık köşede gözüme çarpan bir sıraya gidip oturdum. Yaşlı kadınla erkek, yine yemeklerini yemeye koyulmuştu; bitişik odadan çıkıp gelen bir kız yanan bir mumu masanın üzerine bıraktı. Şimdi eskisinden daha az şey seçilebiliyordu odada, karanlıkta her şey büzülüp biraraya toplanmıştı, yalnızca mumun küçük alevi yaşlı erkekle kadının biraz eğik başlarının üstünde çıtırtıyla yanıyordu. Avludan gelen birkaç çocuk içeri girdi; derken biri boylu boyunca yere kapaklandı ve ağlamaya başladı, ötekiler durakladılar; hepsi dağınık halde odada dikilmeye başlamıştı. Adam: «Haydi bakalım, yatağa!» diye seslendi.

Çocuklar hemen bir araya toplandı; ağlayan ağlamasını kesmiş, yalnızca hıçkırıyordu şimdi. Yanı başımdaki bir oğlan, benim de kendileriyle gelmemi ister gibi ceketimden tutup çekiştirdi. Doğrusu ben de gidip yatmak istiyordum; ayağa kalktım, yüksek sesle ve hep bir ağızdan iyi geceler dileyen çocuklar arasında büyük bir adam olarak, bir şey demeden odadan çıktım. Sevimli küçük oğlan elimden tutmuştu, karanlıkta kolaylıkla ilerleyebiliyordum. Zaten pek az sonra portatif bir merdivenin önüne gelmiştik; merdiveni tırmanıp tavan arasına çıktık. Tepedeki pencereden o anda ince bir dilim halinde ay görülüyordu; pencerenin altına gelip durmak başım nerdeyse pencereden dışarı taşıyordu,ılık, ama yine de insanı üşüten havayı solumak zevkti doğrusu. Yere, duvarlardan birinin kenarına ot yayılmıştı; benim için de burada yatacak yer vardı. Çocuklar iki oğlanla üç kız gülüşerek giysilerini soyundu; ben, kendimi elbiseyle otların üzerine atmıştım. Ne de olsa yabancı insanların evindeydim, beni burada tavan arasında bırakmalarını isteyemezdim. Dirseğime yaslanıp bir köşede yarı çıplak oynayan çocukları seyrettim. Ama kendimi birden öylesine yorgun hissettim ki, başımı sırt çantamın üzerine koyup kollarımı uzattım, bir süre gözlerimi çatıdaki direklerde gezdirdikten sonra dalmışım. Uykumda oğlanlardan birinin: «Dikkat, geliyor!» diye seslendiğini işitir gibi oldum; yataklarına seğirten çocukların ufak adımlarının patırtısının yitip gitmek üzere olan bilincimde yankılandığını işittim. Ancak pek kısa bir süre uyuduğum kuşkusuzdu, çünkü uyandığımda ay ışığının tepedeki pencereden nerdeyse zemindeki aynı yere vurduğunu gördüm. Neye uyandığımı bilmiyordum, çünkü düş falan görmeden derin bir uyku uyumuştum. Derken yanı başımda, yaklaşık kulağımın hizasında pek tüylü küçücük bir köpek fark ettim; o iğrenç fino köpeklerinden biriydi, kıvır kıvır kıllarla çevrilmiş hayli iri bir başı vardı ve gözleriyle ağzı bu baş içine boynuzsu bir nesneden oyulmuş süs eşyaları gibi gevşecik yerleştirilmişti. Kentlerde yaşayan böyle bir köpek nasıl gelmişti köye? Gece vakti onu evde böyle sağda solda dolaşmaya iten neydi? Ne diye benim kulağımın dibinde dikilmiş duruyordu? Çekip gitsin diye soluğumu yüzüne üfledim; belki çocukların kendisiyle oynadıkları bir köpekti de yolunu şaşırıp benim yanıma gelmişti. Üflememden korktuysa da, kaçıp gitmeyerek arkasına döndü; çarpık bacaklarıyla oracıkta dikilmeye, özellikle iri başıyla karşılaştırıldığında güdük bedenini sergilemeye başladı. Baktım ki huysuzluk etmiyor, yeniden yatıp uyuyacak oldum. Ama ne gezer! İleri fırlamış gözleriyle hemen burnumun ucunda bir salıncak gibi sallanıp duruyordu köpek. Benim için dayanılmaz bir manzaraydı, onu yanı başımda alıkoyamazdım; ayağa kalktım, kucağıma alıp dışarı çıkarmak istedim. Gel gelelim, şimdiye kadar öylesine uyuşuk duran hayvan kendisini savunmaya kalkarak pençeleriyle bana yapıştı; bu durumda ayaklarını da tutmam gerekiyordu, bu da benim için kuşkusuz hiç zor olmadı, dört ayağını bir elimle kavrayabilmiştim.

Yukarıdan aşağı, hayvanın sallanan bukleleriyle tedirgin başına doğru: «İşte bu kadar, köpek kardeş», dedim ve onunla karanlıkta dolanıp kapıyı aramaya başladım. Ancak bunun üzerine köpekçiğin pek sessiz hali dikkatimi çekti, ne havlıyor ne viyaklıyordu, damarlarında dolaşan kan güm güm vuruyordu yalnız, bunu hissediyordum. Birkaç adım sonra köpeğin bütün dikkatimi üzerine çekmesi sakarca davranmama yol açmıştı uyuyan çocuklardan birine tosladım, fena halde canım sıkıldı. Tavan arası da iyice kararmıştı, tepedeki küçük pencereden bundan böyle az bir ışık geliyordu. Çocuk göğüs geçirdi; bir an kımıldamadan kaldım yerimde, konumumu değiştirip kendisini iyiden iyiye uyandırmamak için ayağımın çocuğa dokunan ucunu bile çekip geriye alamamıştım. Vakit hayli ilerlemişti; ansızın çocukların, sanki birbirleriyle sözIeşmiş, sanki verilen bir buyruğa uyarlarmış gibi yataklarından fırlayıp beyaz gecelikleriyle çevremde dikildiğini gördüm. Benim suçum yoktu bunda, ben yalnız bir tek çocuğu uyandırmıştım; bir uyandırma da denemezdi doğrusu, bir çocuk uykusunun kolayca üstesinden geleceği ufak bir bölünmeydi. Her neyse, şimdi uyanmıştı hepsi. «Ne istiyorsunuz çocuklar?» diye sordum. «Niçin kalktınız, uyusanıza!»

Oğlanlardan biri: «Siz buradan bir şey götürüyorsunuz», dedi ve beşi birden üstümü aramaya koyuldu.

«Evet», dedim; saklayıp gizleyecek bir şey yoktu; çocuklar hayvanı alıp dışarı bırakmak istiyorlarsa, bu canıma minnetti benim. «Bu köpeği buradan çıkaracağım», dedim. «Beni bir türlü uyutmadı. Sahibi kimdir, biliyor musunuz?»

«Bayan Gruster», diye yanıtladı çocuklar. Hiç değilse ben, onların karman çorman, açık seçiklikten uzak, uykulu, benden çok birbirlerini hedef alan bağırmalarından böyle anladım. «Kim bu Bayan Gruster?» dedim, ama telaş ve heyecan içindeki çocuklardan karşılık veren çıkmadı. Aralarından biri artık sesi soluğu işitilmeyen hayvanı elimden kaptığı gibi seğirtip gitti; ötekiler de onu izlediler.

Tek başıma tavan arasında kalmak istemedim, benim de uykum kaçmıştı; bir an duraksar gibi oldum, hiç kimsenin bana fazla güven beslemediği bu evdeki işlere gereğinden çok burnumu sokuyormuşum gibi bir duygu uyandı içimde, öyleyken sonunda çocukların peşine takılmadan duramadım. Hemen önümde tıpış tıpış ayak seslerini işitiyordum; ama zifiri karanlıktı ortalık, bilmediğim yollarda ikide bir tökezledim, hatta birinde başım duvara çarpıp canım acıdı. Derken yaşlı karı kocaya ilk kez rastladığım odaya girdik; kimseler yoktu içeride, hala açık duran kapıdan ay ışığında bahçe görülüyordu. «Çık git buradan», dedim kendi kendime, «dışarıda sıcak ve aydınlık bir gece var, yola devam edebilir, olmazsa açıkta geceleyebilirsin. Burada çocukların peşi sıra seğirtip durman anlamsız.» Ama yine de çocukların peşi sıra koşmaktan geri kalmadım; sonra şapkam, sopam ve sırt çantam da henüz yukarıda tavan arasındaydı. Çocuklar da bir hızlı koşuyordu ki! Ay ışığının aydınlattığı odadan, gecelikleri havada uçuşarak bir iki sıçrayışta geçip gittiklerini açık seçik görebilmiştim. Onları ürkütüp yataklarından kaldırmış, evde fırdöndü bir koşunun düzenlenmesine yol açmış, üstelik kendim uyuyacakken evi gürültüye boğmuştum (çıplak çocuk ayaklarının sesi, benim ağır çizmelerimin çıkardığı gürültünün yanında adeta işitilmiyordu) ve ileride daha neler olup bilebileceğinden haberim yoktu; böylece bana evde pek konukseverlik gösterilmemesine gereken karşılığı verdiğimi düşündüm. Birden aydınlandı ortalık. Birkaç penceresi bulunan bir odaya girmiştik, ardına kadar açılmıştı pencereler, bir masada kocaman ve güzel bir ayaklı lambanın ışığında narin bir kadın oturuyordu. «Çocuklar!» diye bağırdı kadın şaşırarak; beni henüz görmemişti, ben kapının önündeki gölgede kalmıştım. Çocuklar köpeği masanın üzerine bıraktılar; anlaşılan kadını çok seviyor, gözlerini gözlerinden ayırmak istemiyorlardı. Derken kızlardan biri kadının elini tutarak okşamaya başladı; sesini çıkarmadı kadın, kızın davranışının pek farkına varmamıştı. Köpek, kadının yazmakta olduğu bir mektubun üzerinde dikiliyordu; lambanın hemen siperinin önünde açıkça görülen küçük ve titreyen dilini kadına doğru uzatmıştı. Odadan çıkıp gitmek istemeyen çocuklar kadına yalvarıp yakarıyor, ona yaltaklanarak gereken izni koparmaya uğraşıyordu. Kadın kararsızdı; masadan doğrulup kalkarak odadaki tek yatakla sert döşemeyi gösterdi. Durumu kabullenmeye yanaşmayan çocuklar, bir denemede bulunmak için oldukları yere uzandılar, kısa hir süre sessizleşti ortalık. Ellerini kucağında kenetlemiş kadın gülümseyerek yukarıdan çocuklara baktı. Zaman zaman çocuklardan biri başını kaldırıyor, ama ötekilerin henüz yattığını görerek kendisi de yine uzanıp yatıyordu.

Her akşam bürodan eve her zamankinden geç dönmüştüm tanıdık biri kapının önünde beni uzun süre tutmuştu; aklım hala meslek sorunlarını konu alan söyleşide, odanın kapısını açıp pardösümü askıya astım. Elimi yüzümü yıkamaya gidiyordum ki, yabancı birinin kısa kısa soluduğunu işitip başımı kaldırdım; odanın bir köşesindeki sobanın hizasında, loşlukta canlı bir şey ilişti gözüme. Sarımsı parıldayan gözler bana bakıyor, doğru dürüst seçilemeyen yüzün altında sağda solda soba pervazının üzerinde iri ve yuvarlak kadın memeleri duruyordu; yabancı yaratık, sadece üst üste yığılmış yumuşak ve beyaz etlerden oluşmaktaydı sanki; kalın ve uzun sarı bir kuyruk sobadan aşağı sarkıyor, ucu soba çinilerinin yarıkları arasında sürekli geziniyordu.

İlk işim, başımı iyice yere eğip geniş adımlarla ev sahibim olan kadının dairesine açılan kapıya seğirtmek oldu; bir dua gibi usulcacık: «Soytarılık! Soytarılık!» diye yineliyordum kendi kendime. Kapıyı vurmadan içeri girdiğimin ancak sonradan farkına vardım. Froylayn Hefter

Gece yarısıydı, beş adam gelip beni tuttu, onların üzerinden bir altıncısı beni yakalamak üzere elini uzattı. «Savulun!» diye yükselttim sesimi ve olduğum yerde şöyle bir döndüm, hepsi patır patır dökülüverdi. O anda kimi yasaların egemenliğini hissetmiş, son çabamın başarı sağlayacağını anlamıştım. Adamların, şimdi, kollarını havaya kaldırmış, geri geri uzaklaştıklarını görüyor, ama bir an sonra yine hep birden üzerime atılacaklarını biliyordum. Kapıya doğru döndüm hemen önünde dikiliyordum kapının, kilit çıt etti, adeta kendiliğinden ve olağanüstü bir çabuklukla açıldı kapı, karanlık merdivenleri tırmanıp adamlardan kurtulmaya çalıştım.

Yukarıda, en üst katla, elimde mum, dairenin açık kapısında annem dikiliyordu. Daha bir alttaki kattan: «Dikkat! Dikkat! Peşimdeler!» diye seslendim. «Takip ediyorlar beni.» «Kim? Kim?» diye sordu annem. «Kim seni takip edebilir, evladım!»

«Altı adam», dedim soluk soluğa. «Tanıyor musun onları?» diye sordu annem. «Hayır, yabancı kimseler», dedim. «Tarif et bakayım.»

«Pek iyi göremedim kendilerini. Birinin kara bir top sakalı vardı, öbürsünün parmağında kocaman bir yüzük, birinin belinde kırmızı bir kemer; birinin pantolonunun dizleri yırtıktı, birinin yalnız bir gözü bakıyor, sonuncusu ise dişlerini gösteriyordu hep.» «Unut olup bitenleri artık», dedi annem. «Odana git de uyu. Yatağını yaptım ben.»

Annem, yaşam denilen şeyin yanına sokulamadığı bu kocamış kadın; seksen yıllık saçmalıkları bilinçsiz yineleyen ağzının çevresinde sinsi bir çizgi. «Bu saatte uyuyacağım öyle mi?» diye bağırdım.

23 Temmuz 1914

Otelde mahkeme.303 Faytonla otele gidiş. F.’nin yüzü. Ellerini saçlarında gezdiriyor, esniyor, eliyle burnunu siliyor. Birden toparlanıyor, üzerinde iyice düşünülüp uzun süre içte saklanmış düşmanca şeyler söylüyor. Froylayn Bl. ile geriye dönüş. Oteldeki oda, karşı duvardan yansıyan sıcaklık. Odanın alçak penceresini çevreleyen kemerli yan duvarlardan da sıcaklık geliyor. Bu yetmiyormuş gibi ikindi güneşi. Hareketli uşak; adeta bir Doğu Yahudisi. Avludaki gürültü; bir makina fabrikasından geliyor sanki. Pis kokular. Tahtakurusu. Tahtakurusunu ezmeye zorlukla karar vermem. Oda hizmetçisi şaşıyor: başka hiçbir yerinde tahtakurusu yokmuş otelin; yalnız bir defasında müşterinin biri koridorda bir tane bulmuş.

Evde. Annemin gözlerinden tek tük damlalar halinde akan gözyaşı. Önceden ezberlediğim sözleri söylüyorum. Babam, her bakımdan doğru anlıyor söylediklerimi. Özellikle benim için Malmö’den kalkıp geldi, geceleyin yola düştü; gömlekle oturuyor oracıkta. Bana hak veriyorlar. Bu işte benim günahım yok, olsa da fazla sayılmaz. Bütün bu masumiyetin altında yatan şeytansallık. Görünürde Froylayn Bl.’de suç.

Akşam ıhlamurlar altında tek başıma bir sandalyede. Karın ağrısı. Bilet kesen mahzun görünüşlü adam. Gelip insanın önüne dikiliyor, elindeki biletleri evirip çeviriyor, bilet kesip para almadan çekip gitmiyor. Görünürdeki tüm hantallığına karşın görevini yapıcına diyecek yok, böyle sürekli bir işte sağa sola koşulamaz; ayrıca gelip gidenleri akılda tutması gerekiyor. Bu gibi insanları gördükçe hep şu düşünceler geçiyor kafamdan: Söz konusu işe nasıl geldi? Aldığı para ne kadar? Yarın nerede olacak? Yaşlılıkta neler bekliyor kendisini? Nerede oturuyor? Böyle bir işin ben de üstesinden gelebilir miyim? Böyle bir işte acaba nasıl hissederim kendimi? Bütün bunları karın ağrıları arasında düşünüyorum. Şiddetli ıstıraplar içinde geçirilen korkunç bir gece. Ama bellekten adeta tümüyle silinip gitti.

Stralau Köprüsü’nde Belvedcre restoranında Erna ile beraber. E., işin olumlu bir sonuca varacağını umuyor hala ya da umarmış gibi yapıyor. Şarap içiyoruz. E.’nin gözlerinde yaşlar. Grünau’a, Schwertau’a gemiler kalkıyor. Kalabalık. Müzik. Erna, beni avutmaya çalışıyor; oysa üzgün değilim, daha doğrusu üzüntüm benim kendimden kaynaklanıyor, dolayısıyla teselliyle giderilebilecek gibi değil. Bana Gotik Odalar’ı304 armağan ediyor E. Neler de anlatmıyor (ben anlatacak bir şey bulamıyorum). Özellikle çalıştığı mağazada saçları ağarmış cadaloz bir meslektaşına nasıl kendini kabul ettirdiğinden söz açıyor. Berlin’den çekip gitse de bir yerde kendi başına bir iş tutsa Allahtan başka şey istemeyecek. Sessizliği seviyor. Sebnitz’deyken sık sık bütün bir pazar gününü uyuyarak geçirmiş. Şen şakrak biri olup çıkıyor bazen. Karşı sahilde Denizciler Evi. Erkek kardeşi orada bir zaman bir daire kiralamış.

Neden anne ve babasıyla halası305 arkamdan bana el salladı? Her şey açıklığa kavuşmuşken neden F. otelde oturduğu yerde kalıp kımıldamadı hiç? Neden bana: «Seni bekliyorum, ama salı günü iş dolayısıyla buradan ayrılmanı gerekiyor», diye telgraf çekti? Benden yapmam beklenen bazı şeyler mi vardı? Bundan da doğal bir şey olamazdı. Hiçbir şeyden (Dr. Weiss’ın pencereye yaklaşmasıyla ara verildi)

27 Temmuz 1914

Ertesi gün anne ve babasına uğramadım. Radler’le bir veda mektubu yolladım yalnızca. Açık yüreklilikten uzak, hoşa gitmeyi amaçlayan bir mektup. «Kötü anımsamalara konu yapmayınız beni.»

Daracağından konuşma.

İki kez Stralau kıyısındaki yüzme havuzuna gittim. Bir alay Yahudi. Morarmış yüzler, güçlü vücutlar, çılgınca koşuşma. Akşam Askaniseher Hof un bahçesinde. Yemekte Trautmarınsdorf usulü hazırlanmış pilavla bir şeftali. Ben henüz olmamış küçük şeftaliyi bıçakla kesmeye çalışırken, şarap içen biri bana bakıyor. Bir türlü beceremiyorum kesme işini. Üzerimde şarap içen yaşlı adamın bakışları, utanıp sıkılarak şeftaliden elimi çekiyorum. Fliegende Biatte r gazetesinin sayfalarını tekrar tekrar çeviriyor, adam gözlerini üzerimden çekip alacak mı diye bekliyorum. Sonunda bütün gücümü topluyor, adama inat, hiç suyu olmayan çok değerli şeftaliye dişlerimi geçiriyorum. Kameriyede yanı başımda uzun boylu bir bay oturuyor; içlerinden birini titizlikle seçmeye çalıştığı servis tabağındaki pirzolalardan ve buzlu kovadaki şaraptan başka şeye aldırdığı yok. Sonunda kocaman bir püro çıkarıp yakıyor; elimdeki gazetenin arkasından kendisini gözetliyorum. Lehrte istasyonundan yola çıkış. Gömlekle oturan İsveçli bay. Kolunda bir sürü gümüş bilezikle güçlü kuvvetli kız. Geceleyin Buchen’de aktarma. Lübeck. Otel Schützenhaus. Rezalet. Duvarların üzeri ağzına kadar dolu; yatak çarşafının altında kirli çamaşırlar; adeta terkedilmiş bir yer; ortada bir tek komi var hizmet eden. Henüz odaya girmekten korkarak bahçeye çıkıp oturuyor, bir şişe maden suyu söylüyorum. Karşımda bira içen kambur biriyle sıfıra tüttüren sarı soluk sıska bir genç. Yine de uyuyabiliyorum otelde; ama büyük pencereden dosdoğru yüzüme vuran güneş ışığına çok geçmeden uyanıyorum. Pencere istasyona açılıyor, trenlerin sürekli gürültüsü geliyor dışarıdan. Trave kıyısındaki Otel Kaiserhofa taşınarak esenliğe çıkıyor, kendimi mutlu hissediyorum.

Travemünde’ye gidiş. Plajaile plajı. Kıyının manzarası. Öğle sonrası kumlarda. Çıplak ayaklarım dikkati çekiyor, hoş karşılanmıyor. Yanı başımda Amerikalıya benzeyen bir bay. Bütün lokantaların önünden yürüyüp geçiyorum, hiçbirine girip öğle yemeği yemiyorum. Ağaçlıklı yolda kaplıca binasının önünde oturuyor ve yemek müziğini dinliyorum.

Lübeck’te set üzerinde gezinti. Bir sırada mahzun ve öksüz oturan hay. Stadyumda kaynaşan yaşam. Sessiz alan; kapı önlerinde merdivenlere ve taşlara olurmuş insanlar. Pencereden bakınca sabahın manzarası. Bir yelkenliden kereste boşaltılıyor. İstasyonda Dr. W. Bundan böyle Löwy ile kaybolmayan benzerlik. Gletschendorf Konusunda bir türlü karar veremeyiş. Hansa Mandırası’nda yenen yemek. «Yüzü Kızaran Bakire» Akşam için yiyecek bir şeyler alıyorum. Gletschendorfla telefon konuşması. Marienlyst’e gidiş. Araba vapuru. Yağmurluklu ve şapkalı genç bir adamın esrarengiz hiçimde ortadan kayboluşu. Vaggerloesse’den Marienlyst’e giderken arabada yine esrarengiz biçimde ortaya çıkışı.

Franz Kafka Kafka’nın Güncesi

Sadık Hidayet’te yanlızlık ve ölüm: “Dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur’’

Beynimde bin türlü şaşılası düşünce dönüyor, dolaşıyor. Onların tümünü görüyorum. Ama yazmak için en küçük bir his, ya da gelip geçici en küçük bir hayal yok; yaşamımı baştan başa açıklamalıyım, o da mümkün değil. Bu düşünceler, bu duygular yaşamımın bir döneminin sonucu, görüp duyduğum, okuduğum, hissettiğim ya da zihnimde tarttığım fikirlerle dolu hayat tarzının bir neticesidir. Tüm bunlar benim vehimli ve anlamsız varlığımı oluşturmuş. Yatağımda yuvarlanıyorum. Anılarımı birbirine karıştırıyor, bozuyorum. Perişan ve delicesine düşünceler beynime basınç yapıyor. Ensem ağrıyor, ok gibi bir ağrı giriyor, şakaklarım dağlanmış gibi yanıyor, kıvranıyorum. Yorganı üzerime çekiyorum; yorulduğumu düşünüyorum. Kafatasımı açıp, bütün bu gri yumuşak kıvrım kıvrım yığını çıkarıp uzağa atsaydım, bir köpeğin önüne atsaydım, ne iyi olurdu.

Hiç kimse anlayamaz. Hiç kimse anlamayacak. Her taraftan çıkmaza düşen kimseye “Al başını ve git geber” derler. Ancak, ölüm insanı istemediği zaman, ölüm de insana sırt çevirdiği zaman, gelmeyen ve gelmek istemeyen ölüm…!

Herkes ölümden korktuğu halde, ben yaşadığım için kendimden utanıyorum.

Ölümün insanı istemeyip, geri durması ne korkunçtur! Yalnız bir şey beni teselli ediyor. İki hafta önceydi. Gazetede okudum. Avusturya’da biri tam on üç kez çeşitli yollarla kendini asmaya teşebbüs etmiş, intiharın bütün basamaklarını geçmiş. Kendini ipe çekmiş, ipi kopmuş. Kendisini nehre atmış, sudan çıkarmışlar vesaire. Nihayet son defa evi boş bulunca, mutfak bıçağıyla ne kadar damarı varsa kesmiş ve bu on üçüncü kez, ölmüş!

Bu bana teselli veriyor!

Hayır, hiç kimse intihar kararına varamaz. İntihar bazılarında birlikte bulunur. Onların yaradılışında mevcuttur ve onun elinden kaçamazlar. İşte bu alın yazısının hakimiyet gücü vardır. İnsana hükmeder. Fakat aynı zamanda bu, benim. Kendi kaderimi kendim yarattım. Şimdi artık elinden kaçamam, kendimden kaçamam. Kısacası ne yapılabilir? Yazgım benden daha güçlü.

Bir haftadır kendimi ölüme hazırlıyordum. Ne kadar yazı ve kağıdım varsa, tümünü yok ettim. Kirli eşyalarımı, benden sonra kontrol edip de kirli bir şey bulmamaları için uzağa attım. Beni yataktan çektikleri ve muayene için doktor geldiği vakit şık olayım diye yeni satın aldığım elbiseyi giydim. Kolonya şişesini aldım, güzel kokması için yatağa serptim. Fakat yaptığım işlerden hiçbiri sonucuna varmadığından bu defa da tatmin olmuş değildim. Çıkmaz canımdan korkuyordum. Bu imtiyaz ve üstünlüğü kolay kolay kimseye vermezler. Hiç kimsenin böylesine ucuza ölmeyeceğini biliyordum.

Hiç kimse intihara karar vermez. İntihar bazılarına mahsustur. Onların yaradılışında vardır. Herkesin yazgısı alnına yazılmıştır. İntihar da bazı kimselerle birlikte doğmuştur. Ben, yaşamı sürekli alaya aldım. Dünya, tüm insanlar, gözümde bir oyuncak, bir rezillik, boş ve anlamsız bir şeydir. Uyumak, bir daha uyanmamak istiyorum, rüya görmekte istemiyorum.

Ne yapılabilir? Yazgım benden daha güçlü.

İnsan hayatta edindiği bu deneyimlerle, tekrar dünyaya gelip yaşantısına çeki düzen verebilseydi ne iyi olurdu! Ama hangi yaşantı! Acaba benim elimde mi? Ne yararı var? Kör ve korkunç bir kuvvet başımızda dolaşıyor. Bunlar öyle kimseler ki, uğursuz bir yıldız onların alın yazılarını yazıyor. Onun yükü altında ezilip ufalanıyorlar ve ufalanmak istiyorlar…

Artık ne arzum kaldı, ne de kinim. İçimdeki insanı yitirdim. Kaybolsun diye de bir yere bırakıverdim. Hayatta insan ya melek olmalı, ya doğru dürüst insan, ya da hayvan. Ben onlardan hiçbiri olmadım. Hayatım ebediyen kayboldu. Ben bencil, acemi ve zavallı olarak dünyaya gelmiştim. Şimdi artık geri dönüp, başka bir yolu seçmem imkansız. Bundan böyle anlamsız gölgelerin peşinden gidemem. Yaşamla yaka paça olamam, güreş tutamam. Sizler, gerçekte yaşadığınızı zannediyorsunuz. Elinizde hangi sağlam kanıt ve mantık var? Ben artık ne bağışlamak, ne bağışlanmak, ne sola, ne de sağa gitmek istiyorum. Gözlerimi geleceğe kapayıp, geçmişi unutmak istiyorum.

Hayır, kendi yazgımdan kaçamam. Başıma gelen bu delice düşünceler, bu duygular, bu gelip geçici hayaller bir gerçek değil midir? Her ne olursa olsun, benim mantıklı düşüncelerime göre, bunlar daha doğal ve daha az yapmacık geliyor. Özgür olduğumu zannediyorum. Fakat alınyazım önünde en ufak bir direnme gösteremiyorum. Dizginlerim onun elinde. Beni o yana bu yana çeken odur.

Alçaklık, hayatın alçaklığı! Ne elinden kaçabiliyorlar, ne bağırabiliyorlar. Ahmak hayat!

Diri Gömülen -Sadık Hidayet Sâdık Hidâyet’in (1903-1951) öyküleri, hem onun kendi yapıtına hem de modern İran edebiyatına giriş için birer anahtar niteliği taşır. Özellikle ilk öykü kitabı Diri Gömülen (Zinde be-gür, 1930), bu büyük yazarın-başyapıtı Kör Baykuş’ta  iyice geliştireceği -temel izleklerini haber veren ve Kafka, Poe, Rilke gibi modernlerle buluşma noktalarını göz önüne seren bunaltıcı atmosferiyle dikkate çekmekle birlikte Sadık Hidayet, çocukluğundan belki de doğumundan taşıyıp ve birlikte acı içinde yaşadığı; ölme isteğini 49 yaşında intihar ederek gerçekleştirdi. Öykülerinde sık sık anlattığı odaların birinde yaşamını noktalayarak bu hastalığa da birlikte son verdi.

Sadık Hidayet’in ölüme eğilimli  ruh hali daha ilk kitabında kendini ele veriyor. Onu en iyi anlatan ilk kitabın ilk öyküsü olan ”Diri Gömülen” öyküsüdür denebilir. Öykü kahramanı bir odada, yalnız, kendinden ve bulunduğu durumdan nefret eden, esrar ve zehir içerek sürekli intihar etmek isteyen bir kişiliktir. ”Diri Gömülen” öyküsünde görüldüğü gibi Hidayet, daha ilk kitabı ve ilk öyküsünde henüz yirmi yedi yaşındayken (kendinde bir hastalık halinde olan) ve kahramanına söylettiği bu intihar düşünceleri ve ölme isteğini yıllar sonra da olsa, kendi bedeninde başka bir biçimde deneyip gerçekleştirmiştir. Sadık Hidayet’te ölüm, yaşamdan çok daha ağır basıyordu. Zaten öykülerinin büyük bir bölümünde, baş rolü ölüm oynuyor demek mümkün. ”Abacı Hanım” öyküsünde, kız kardeşinin güzelliğini kıskanan çirkin bir ablanın intiharını; ”Ölü Yiyenler” öyküsünde ise, öldü sanılan ve daha sonra dirilen bir adam anlatılıyor. Hemen öldükten sonra iki karısı tarafından paylaşılamayan mal ve insanların para pul için söyledikleri yalan ve ikiyüzlülük anlatılıyor. Ölüme bağlantılı olarak, ”Çıkmaz” adlı öyküden de söz edilebilir. Bu öykünün kahramanı olan maliye reisi Şerif’in geçmişteki en yakın arkadaşının oğlu gözünün önünde boğulurken hiçbir müdahalede bulunmadan, ölümünü seyretmesini anlatıyor. Sadık Hidayet bu öyküde de ölümü çok çarpıcı ve biraz da içten gelen bir istekle anlatmış. ”Ağzı açık, ikircikli ikircikli baktı Muhsin’e. Muhsin ondan yardım istiyormuşçasına ikinci bir hareket daha yaptı umutsuzca. Olağanüstü bir çabayla elini kaldırdı ve çatallanmış bir sesle bağırdı; ‘Ge…el!’ Ve boğuldu.” (…) ”Şerif hayretten yerinde donakalmıştı. Tek gördüğü, devrile devrile uzaklaşan yeşil dalgalardı. O kadar dehşete düşmüştü ki ne hareket edebiliyor, ne düşünebiliyordu. Gözleri denize çevrili kalmıştı. Dalgalar daha da azarken, su ayağının altındaki kumlara kadar yükselmişti. (…) Hava kararmaya yüz tutmuştu. Şerif elinde olmadan geri döndü ve ağır adımlarla yağmurda ormana doğru yürümeye koyuldu. (…) Boğuk bir ses sürekli şu cümleyi tekrarlıyordu: ‘Sen alçaksın, sen insan katilisin!…”’ (Aylak Köpek s. 38) Bu ölüm sahnesinden sonra Şerif’in (Hidayet’in ölme isteği yine ön plandadır) ölüm hakkındaki düşüncesi: ”Ölüm son derece kolay ve doğal geliyordu bu sırada. Yaşam denilen şey alaycı bir aldatmadan başka bir şey değildi.” (s. 38) ”Oysa ne kadar kolay ölünebiliyormuş! Ölmek istiyordu. İstiyordu ki birkaç saat sonra deniz suyu onun vücudunu işe yaramaz şeyler gibi kıyıya atsın ve tekrar büyüleyici ve gamlı uğultusuna başlasın” (s. 39) Sadık Hidayet öykünün kahramanına bunları söyletirken; aslında kendisindeki intihar ve ölüm isteğinin tıpkı ”Diri Gömülen” öyküsünde olduğu gibi, başka bir şekilde dile getirilmiş ölüm isteği olduğu görülür. ”Alacakaranlık” kitabında, öykülerinde diyaloglara pek yer vermeyen Sadık Hidayet, diyaloglarla kurulu ”S.G.L.L.” öyküsünde, öykünün sonunda intiharı başka bir şekilde anlatarak, intiharla ölme isteğini bir kez daha pekiştirir. S.G.L.L. öyküsündeki iki kahramanı arasında geçen konuşmada:

”- Ne yapmak istiyorsun? Atropine, ooo, ne eski bir sözcük! Üstünde bir karış toz var. Bu ilaçlar iki bin yıl öncesi için iyiydi. Etkisini biliyor musun? Sara, hezeyan, bayılma, sonra kâbus ve toplu kıyım manzaraları, kesik başlar ve öldürene kadar bin türlü işkence. Bekle öyleyse.

Susan kalktı, odanın köşesindeki dolabın zulasından bir tüp çıkarıp Ted’e verdi.

– Bu maskeyi geçir başına ve şu balonun ağzından çok yavaş bir nefes çek ama hepsini bitirme. Bana ve Şişi’ye de bırak!

– Nedir bu?

– Protoksiddazot. Uyuta uyuta götürür, hem de keyifle. Biraz şehveti uyandırır ve gündelik işleri hatırlatır; gözünün ferini alır, kulakta çınlama yapar. Ama genelde keyif vericidir.” (Alacakaranlık s. 30) Ve sonra ölüm.

Görüldüğü gibi Sadık Hidayet’te ölüm, ama mutlaka intiharla ölme isteği hiç eksik olmamış. Hidayet, varlıklı bir ailenin çocuğuydu; hayatından da anlaşıldığı kadarıyla, bir dediği iki edilmemiş, çok iyi okullarda eğitim görmesine karşın hep intihar düşüncesiyle iç içe yaşamış ve sonunda bir odada kendini kilitleyip havagazıyla intihar etmiştir. Sadık Hidayet’te ölüm isteği bir takıntıydı, bir hastalıktı. Öykülerinde göze batan bir başka uç ise ”yalnızlık” temasıdır. Belki de ‘intihar’ isteğine umutsuzlukla gelen ‘yalnızlık’ bunaltısı ulaştırmıştı onu.. Öykülerindeki ‘yalnızlık’ ve ‘yalnız’ kişiler hiç de azımsanacak gibi değil.

”Alacakaranlık” kitabındaki ”Perde Arkasındaki Bebek” adlı öykünün kahramanı Mihrdad Fransa’daki eğitimini tamamladıktan sonra, bir mağazanın vitrininde görüp âşık olduğu cansız vitrin mankenini üzerindeki giysiyle satın alıp ülkesine geri döner. Her akşam içki içip odasına kapanan Mihrdad mankenin karşısına oturur ve saatlerce bakar.

Ailesinin bütün ısrarlarına rağmen nişanlı olduğu kızla evlenmeyen ve kendisini içkiye ve bu vitrin mankenine adayan; zaten içe kapanık ve hiçbir yakın dostu olmayan Mihrdad kendisini iyice yalnızlığa mahkûm eder. Nişanlısının bütün gayretlerine rağmen değiştiremediği Mihrdad’ı sonunda, kendisini bu mankene benzeterek karşılamaya karar verir. Bir gün tepeden tırnağa kendisini değiştirerek, hatta mankenin yüzündeki gülümseyişi bile taklit ederek tıpa tıp mankene benzer ve bir akşam Mihrdad eve gelmeden mankenin yerine geçer oturur. Mihrdad o akşam mankeni öldürmeye ve ondan kurtulmaya karar vermiştir. Her zamanki gibi odasına içkili döner, bir süre oturup mankeni izledikten sonra; cebindeki revolveri çıkarıp arka arkaya üç el ateş eder, bir mırıltıyla manken yere yığılır. Şaşırarak eğilip başını kaldırdığında nişanlısı Dırahşende olduğunu fark eder. Sadık Hidayet bu korkunç yalnızlık içindeki Kafkavari kişiliği çizerken, bu kişiliğin ne kadarı kendisidir acaba. Yalnızlığı ve içe kapanıklığı, öykü kahramanı Mihrdad’ın içe kapanıklığı ve yalnızlığına ne ölçüde uyuyordu acaba, merak edilecek bir konu doğrusu.

 

Kimse bana gücenmesin, bu toplumun insanı düşünmeyi sevmiyor ve bilmiyor – Afşar Timuçin

0

Kötülük yalnızca adam öldürmekle, adam dolandırmakla, yalan söyleyerek çıkar elde etmekle, ırza geçmekle ilgili bir durum değildir. Kötülüğe benzemeyen kötülükler vardır, sorumsuzluk bunların başında gelir. Değerlerini tümüyle yitirmiş bir sefil adam insanların gözü önünde birini ha bire bıçaklarken o insanlardan biri bile kılını kıpırdatmıyorsa buna iyilik diyebilir misiniz? İnsanlar çöplüklerden yiyecek toplarken her türlü ilgisizliği, her türlü umursamazlığı özgürlük diye tanımlamanın kötülükten başka bir şey olduğunu düşünebilir misiniz? Yıllarını hiç kitap okumadan öylesine yaşamış, zamanı gündelik görevlerin dışında avareliklerle geçirmiş bir insanın dünyasını iyilikle mi kötülükle mi bağdaştırırsınız?

Kimse bana gücenmesin, bu toplumun insanı düşünmeyi sevmiyor ve bilmiyor. Düşünmeyi sevmediğini bilse de düşünmeyi bilmediğini bilmiyor. Bu yüzden kötü koşullarda yaşıyor. Verimli toprakların üzerinde yarı aç yarı tok züğürt yaşamı sürdürmekten de yakınmıyor. Güçlükleri hep birlikte göğüsleyeceğiz diyenlere kanıyor. Pekiyi, siz şu haberden ne anlıyorsunuz: “İktisadi bunalımla birlikte lüks otomobil satışları patladı.” Bencillik doğadan getirdiğimiz ve aşmaya çalıştığımız bir özelliğimizdir, epeyce de aşmışızdır. Ancak gün oluyor, toplumsal yaşam tümüyle bencilliklerin at koşturduğu bir alana dönüşüyor. İnsanlık düşünmeyi öğrendiği ölçüde bencilliklerinden sıyrılması gerektiğini de öğrendi, bencilliklerinden tam sıyrılmasa da.

Hiç değilse bugün birileri için üzülebilen insanlar var, bunlar sağda solda tepkilerini ortaya koyabiliyorlar. Ama gerçek anlamda insan olabilmek için daha çok yol almamız gerekiyor. Bu yalnız bizim sorunumuz mu? Bütün dünya iyi düşünememenin sıkıntısını yaşıyor. Bunu aşmak için biraz daha insan olmanın koşullarını yaratmamız gerekiyor. O da her şeyden önce iyi düşünebilen insanlar yani bilinçli insanlar olmamızla gerçekleşecek.

O kadar kötü eğitiliyoruz ki o kadar olur. Bizi hiç eğitilmeseler belki daha iyi olurdu. Bunca bilinç bozukluğu için, bunca ahlak bozukluğu için eğitin şart mıydı? Öyle ya, eğitilerek buraya geldik, eğitilmeseydik daha kötü bir duruma mı düşecektik? Kötü ya da yanlış eğitilmek hiç eğitilmemekten daha verimli değildir. Felsefenin tümüyle hiçe indirgendiği bir toplumda, insanların yaşamla ilgili temel kavramlardan habersiz oldukları bir toplumda doğru düşünebilmek olası mıdır? Henüz tarih bilincinin oluşmadığı bir toplumda, kısacası hemen hemen herkesin gündelik bilinçle yani dolma yapma, otomobil sürme, yemek yeme, cinsel ilişkiye girme, para kazanma, devrilip yatma, onun bunun cebine göz dikme bilinciyle yaşadığı bir toplumda düşüncenin iyi durumda olduğunu düşünebilir misiniz? Siz evet deseniz de dostlarım ben diyemiyorum.

Geçenlerde çok değerli bir bilim adamı, çok değerli bir arkadaşım bana felsefenin bizdeki sefil durumunun neden ya da nelerden kaynaklandığını sordu. Felsefi yaşamımızdaki sefaletin kökeninde uzun yüzyıllar boyu düşünmeyi hiç sevmemiş, becerememiş, ciddiye almamış ve hatta zararlı görmüş bir toplumun çocukları olmamız yatıyor. Felsefeyi ciddiye almadığımız gibi tehlikeli de saydık. Kurulu düzenler onun gerçek yüzünden hiç hoşlanmadılar. Böylece gerçek felsefeyle değil de felsefe gibi görünen felsefeyle yetinmenin getirdiği boşlukları ve gariplikleri yaşadık. Gölgesinden ürken aydınımız, çalışmayla da arası pek iyi olmayan aydınımız dünyanın en çok emek isteyen bir bilgi alanında uğraşmanın üç günlük ömre zarar olduğunu düşündü. İnsanlığın geleceği adına kendini tehlikeye atan insanların başına neler geldiğini de çok iyi biliyordu. Deha diye belirlediğimiz insanlar bütün zamanlarını iyilikler, doğruluklar ve güzellikler için harcamışlardı, bundan bir şey kazanamadıkları gibi yalnız kendi yaşamlarını değil çoluk çocuğun yaşamlarını da zehir etmişlerdi.

Yetersiz bilinç ahlak bozukluğunun birinci koşuludur. İnsan doğruyu, iyiyi, güzeli bütün boyutlarıyla yaşayamadığı zaman her türlü kötülüğe eğilimli duruma girer. Böyle bir birey için kötülük dediğimiz şey kurnaz insanlara özgü bir yaşam koşuludur. Kötülük yalnızca adam öldürmekle, adam dolandırmakla, yalan söyleyerek çıkar elde etmekle, ırza geçmekle ilgili bir durum değildir. Kötülüğe benzemeyen kötülükler vardır, sorumsuzluk bunların başında gelir. Değerlerini tümüyle yitirmiş bir sefil adam insanların gözü önünde birini ha bire bıçaklarken o insanlardan biri bile kılını kıpırdatmıyorsa buna iyilik diyebilir misiniz? İnsanlar çöplüklerden yiyecek toplarken her türlü ilgisizliği, her türlü umursamazlığı özgürlük diye tanımlamanın kötülükten başka bir şey olduğunu düşünebilir misiniz? Yıllarını hiç kitap okumadan öylesine yaşamış, zamanı gündelik görevlerin dışında avareliklerle geçirmiş bir insanın dünyasını iyilikle mi kötülükle mi bağdaştırırsınız?

Ne yapıp yapıp felsefeye dönmek gerekiyor. Felsefenin yaratacağı insanı önce kendi varlığımızda gerçekleştirmemiz sonra da örnek insan olarak topluma katılmamız gerekiyor. Epiktetos öğrencilerinin okulda çok uzun zaman takılıp kalmalarını hoşgörmez, onların örnek insanlar olarak halkın arasına karışmalarını, felsefenin yarattığı insanı başkalarına göstermelerini istermiş. Dostoyevski’nin Staretz Zosima’sı da ölmeden az önce Alyoşa’ya benzer bir öneride bulunur: manastırdan çık ve olgun kişiliğinle halkın arasına karış.

Metin Altıok: Yalan olur sevmedim dersem; Ama yolcu yolunda gerek

Geriye Kalan

Bir anahtar verdindi bana, Kabaran yüreğimi bilerek. Kullanıp durdum onu gönlümce, Aşkıma kenar süsü diyerek; Aşındırdım dişlerini zamanla.

Geriye ben kaldım işte

Yalan olur sevmedim dersem; Ama yolcu yolunda gerek. Ey ömrümün uğuldayan durağı; Yanlış bir hesaptan dönerek, Benli günlerini sil istersen

Geriye sen kaldın işte.

Metin Altıok Bir Acıya Kiracı

Hitler gibi faşist liderler halkı nasıl peşine takıyor – Mümin Sekman

0

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyadaki bir çok sosyal bilimcinin beynini bir soru kemiriyordu: Kant, Hegel gibi büyük filozofları, Einstein gibi bilimcileri, Goethe gibi büyük yazarları, Wagner gibi büyük bestecileri çıkarmış bir Alman toplumu, nasıl olur da Hitler gibi bir delinin peşinden gitmişti? Üstelik 20 milyondan fazla insanın ölmesine neden olduğu halde? Hitler “mühendis kafalı” olmalarıyla ünlü Almanlara ne yapmıştı? Onların mantıklarını nasıl “servis dışı” hale getirmişti?

Sorunun özü şuydu: Mantıklı insanların/toplumların mantıksız davranmaya başlamasına sebep olan neydi? Uzun süren araştırmalarla cevabın bazı parçaları keşfedildi. En önemli kavram “R-kompleks” denilen olguydu. (google’da arayınız:) Almanların beyninde “R-Kompleks” denilen beyin bölgesi, baskın hale getirilmişti. R-kompleks, “sürüngen beyin bölgesi” demektir. Her beyinde bulunur. R kompleksle yönetmek, kitlelerin beynindeki “ilkel içgüdüleri aktive ederek, mantıklı düşünmeyi baskılamak” demektir.

Peki bu tip liderlerin metodu neydi? Sosyal psikoloji araştırmalarına göre, bir insanın beyinin R-kompleks seviyesine indirgemenin en iyi yollarından biri onu bir gruba dahil etmekti. İnsanları “biz ve onlar” diye ayırmaktı. İç bağları sıkı bir grup içindeki kişi “akıl ihalesi” yoluyla mantığını kullanmaktan vazgeçebiliyordu.

Bu amaçla kullanılan ikinci yol, kitleleri “korku kültüründe” yaşatmaktı. Aynı şekilde “dış düşmanlar” göstererek korkuya dayalı politik propaganda yapılarak da kitleler R-kompleks seviyesine indirilebiliyor. Bu siyasi stratejide 3-D çok önemlidir: Düşman göster, Dayanışma duygusunu kışkırt, Düşündürme! Sürekli çatışma çıkar ki, taraftarların düşünemesinler! İnsanların mantığına değil içgüdülerine hitap et!

Peki kitleler bu tip “R kompleksli” liderlerde ne buluyorlar? En önemli açıklamalardan biri özdeşlik kurma psikolojisiydi. Kendi hayatında yenik, ezik, kompleksli kişiler, bu tür gücü ve otoriteyi temsil eden liderler üzerinden, kendilerini ezen kocalarından, patronlarından, üst sınıftan kendilerince intikam alıyorlardı. R-komplekse hitap eden liderlerin en büyük sırrı, kendisini bir “intikam aracı” olarak sunmalarıydı. Onlar hep; Kaybedenlere oynayarak kazanıyorlardı! Kimliklerini bir düşmana göre konumlandırıyorlardı. Mesajları şöyleydi: “Ben de senin gibiyim ama senin olmadığın bir yerdeyim, oyunla bana güç ver, nefret ettiğin herkesin canını okuyayım!” Bu tip liderler kolaylıkla iktidara gelebilirken, gidişlerinde büyük bedel öder ve ödetirler. Bu tip liderler, toplumlar için bir zeka testidir.

Mümin Sekman Her Şey Beyinde Başlar

Fikret Kızılok şarkıları

Fikret Kızılok 1945 yılında Ankara’da doğdu. Müziğe 1954 yılında başlayan Kızılok’un profesyonel müzik yaşamı ise Ahit-Cahit Oben Orkestrası’nda başladı. Orkestra ilk “Altın Mikrofon” yarışmasına Fikret Kızılok’lu kadro ile katıldı ve sanatçı “Halime” adlı şarkıyı seslendirdi.

Yıllar sonra “Yumma Gözün Kör Gibi” adlı ilk 45’liğini çıkardı. “Söyle Sazım” bu yıllarda çıkan bir başka 45’liği oldu. 1972 yılında çıkardığı “Gün Ola Devran Döne” ve “Leylim Leylim (Kara Tren)” tanınmasını sağladı. “Yumma Gözün Kör Gibi ! Yağmur Olsam”, Kızılok’un asıl çıkışını yaptığı plak olur. Plakta, gitar, tumba ve sazın yanında değişiklik olsun diye enstrüman olarak tahta ve taş kullanır Kızılok. Şarkılar çok beğenilir,  sanatçı ilk altın plağını alır.

 Bu başarının ardından fazla ara vermeden bir 45’lik daha yapar Kızılok. Ancak bu kez kendisine ait bir şarkıyla ortaya çıkar: “Söyle Sazım”. Plak kapağında, “ Müzik geleneklerimize uygun 17 perdeli ‘Hüseyni’ düzende üç değişik sazın batı anlayışında ve çoksesli olarak kullanıldığı” bir şarkı olarak tanımlanır.

Plağın arka yüzünde Kızılok’un Karacaoğlan’dan bestelediği “Güzel Ne Güzel Olmuşsun” vardır. Her iki şarkıda da kendisine Nedim Demirelli eşlik eder. Plak, listelerde de kendisini gösterir ve haftalarca 1 numarada kalmış olan Barış Manço’nun “Dağlar Dağlar”ını devirerek liste başı olur.

1970 yılını bu iki plakla kapatır Fikret Kızılok. Bu plaklar yıl sonunda  ‘Yılın Müzik Oskarları’ anketinde görülmemiş bir başarıya imza atar: “Söyle Sazım”, Yumma Gözün Kör Gibi” ve “Güzel Ne Güzel Olmuşsun”, Barış Manço’nun “Dağlar Dağlar”ının ardından sırasıyla ikinci, üçüncü ve dördüncü olur.

1970 yılının getirdiği başarıların ardından bir süre plak yapmayan sanatçı bu dönemde bir Anadolu turnesine çıkar. Turne sırasında Siverek yolunda donma tehlikesi geçirir; bir kamyon şoförü tarafından kurtarılır. Bu olayın ardından bir plak yapar ve “Emmo” adlı bestesini bu kamyon şoförüne ithaf eder. Plağın arka yüzünde Ahmed Arif in şiiri üzerine bestelediği “Vurulmuşum” adlı şarkı vardır. Kızılok, 1972’de bu şarkıyla Bulgaristan’da yapılan Altın Orfe festivaline katılır.

1973 yılında Grafson şirketiyle anlaşarak yeni bir dizi plak yayınlar. Bu plaklarda yer alan şarkılar, Kızılok’un yazdığı “Bir Ali Var” adlı oyunun bölümleridir: “Gün Ola Devran Döne”, “Anadolu’yum”, “Leylim Leylim (Kara Tren)”, “Köroğlu Dağları”, “Tutamadım Ellerini” ve “Gözlerinden Bellidir”. Yazılan, ancak bugüne dek sahnelenmeyen bu oyunun şarkıları başka sanatçılar tarafından da seslendirilir: “Kime Sormalı”yı Dönüşüm eşliğinde Tansu, “Duyar mısın”ı ise o dönemde ününün doruğunda olan Timur Selçuk yorumlar. Bu arada “Köroğlu Dağları” şarkısının başında kullandığı gitar, Kızılok müziğinde bir yeniliktir.

Aşık Veysel’in ölümü üzerine kendini tümüyle diş hekimliğine veren Kızılok 1975’te Tehlikeli Madde adını taşıyan yeni grubuyla uzunca bir Anadolu turnesine çıkana kadar ortalıkta gözükmez. Turnenin ardından İstanbul’da seri konserler verir. Tehlikeli Madde ile folk motiflerinin rock ile harmanlandığı şarkılar yapar. Giderek folk motiflerinin yerini daha alaturka sesler alır. “Haberin Var mı / Kör Pencere – Ay Battı”, bu dönemin en önemli plağı olarak dikkat çeker. “Kör Pencere”ye bağlı olarak plağa alınan “Ay Battı” ise, popüler müziğimizin enstrümantal şarkıları arasında özel bir yere sahiptir. Bu plaktan sonra yapılan “Anadolu’yum 75”, daha önce yayınlanan aynı adlı şarkıya bir göndermedir.

Son 45’liği ise Mart 1976’da yayınlanır. Mahzuni Şerif’ten “Biz Yanarız” ve vazgeçemediği Veysel’den “Sen Bir Ceylan Olsan” adlı türküleri yorumlar sanatçı bu plağında.

Bir yıl sonra, 1977 ortalarında, 1971-’72 yıllarında yaptığı ancak o güne dek yayınlamadığı kimi kayıtları bir albüm olarak çıkarır. “Not Defterimden” adını taşıyan bu albümde Kızılok’un deneysel çalışmaları vardır: Atonal bir altyapı üzerine Nazım Hikmet şiirini koyar ve kendi deyimiyle “şarkıcılığı değil, müzisyenliği” dener.

Ancak dönemin ‘nazik’ siyasi ortamında bu çalışma fazla ortalarda gözükemez. Plak çıktıktan kısa bir süre sonra toplatılır. (Yeniden yayınlanması ise 1993’ü bulur.) Bu arada Varşova’da bu albümüyle iki ödül alır. Ancak, plağın toplatılması onu etkiler ve Fikret Kızılok, müziği bıraktığını açıklar. O güne dek 13 altın plak ve çeşitli ödüller alan sanatçı, bundan sonra derin bir sessizliğe gömülür. Buna gerekçe olarak da “hazırladığı yapıtların ticari olmadığı gerekçesiyle plakevleri tarafından geri çevrilmesini” gösterir ve bir daha profesyonel olarak müzik hayatına dönmeyeceğini bildirir.

1980’lerde farklı bir türle döner müziğe Fikret Kızılok. Bülent Ortaçgil, Erkan Oğur, Mutlu Torun gibi farklı yönelimlerde, arayışlardaki isimlerle deneyselliğin ön planda olduğu bir tür ‘atölye çalışması’ yürütülür Çekirdek’te. Kızılok-Ortaçgil ikilisinin ‘Pencere Önü Çiçeği’ bu dönemin ürünüdür. Kızılok’un yerli folk-lirik tarzından Batılı müzikal-vodvil tavrına geçişinin de göstergesi.

Sonra yine 10 yıllık kesinti. Kızılok’un geniş kitlelerle-piyasayla buluşması ise sözünü ettiğim vodvil tavrının da doruğu, 1995’te yayımlanan ‘Demirbaş’ albümü. Kültürel, entelektüel, siyasal yergi, dönemin aşınmış ‘pop’una karşı alternatif gibidir.

Veda albümü ‘M. Kemal-Devrimcinin Güncesi’nde (1998) destansı, lirik bir müzik yaptı. Ama söyleyiş, resitatif-düzdü.

Kızılok 22 Eylül 2001 günü uzun süre çektiği rahatsızlığın neticesi olarak kaldırıldığı hastanede yaşama veda ederek aramızdan ayrıldı.

Metin Altıok mektubu: İğdiş bir umutla sahici kılınan bir yalan oldu hayatımız

“Burada ödün vermemenin, boyun eğmemenin, yani onurlu bir yaşamanın faturasını ödüyorum”

Sevgili kızım; İşte sana binbir suratımdan ikisi daha… Seninle epeydir yazışamadık. Bilirsin ben mektup yazmayı pek sevmem. Ama yazışmamamızın asıl nedeni içimdeki sensizliği mektupla gideremeyeceğimi bilmiş olmam. Benim özlemimi ancak sana sarılmak, şöyle dolu dolu kucaklamak giderir. Bu da ne yazık ki şimdiye kadar çok az nasip oldu bana. Bunun da sebebi içinde yaşadığımız zor koşullar.

30.07.1986 BİNGÖL

Sevgili kızım; İşte sana binbir suratımdan ikisi daha… Seninle epeydir yazışamadık. Bilirsin ben mektup yazmayı pek sevmem. Ama yazışmamamızın asıl nedeni içimdeki sensizliği mektupla gideremeyeceğimi bilmiş olmam. Benim özlemimi ancak sana sarılmak, şöyle dolu dolu kucaklamak giderir. Bu da ne yazık ki şimdiye kadar çok az nasip oldu bana. Bunun da sebebi içinde yaşadığımız zor koşullar.

Öyle ya; sen orada kendine iyi bir yaşam kurma savaşı verirken, ben burda artık kısalan ömrümü kimseye muhtaç olmadan onurla tamamlamaya çalıyorum, Bu da senin de tahmin edebileceğin gibi hiç kolay olmuyor. Adımdan ötürü bana Bingöl’ü bile çok görenler, şimdi de oturduğum lojmandan kapı dışarı ediyorlar. Öyle ya; Sosyalist Kültür Ansiklopedisinde, Edebiyatımızda İsimler ve Şairler ve Yazarlar sözlüklerinde biyografisi olan birinin lojmanda oturmaya hakkı yoktur Türkiye’de. Onu Sıddık Biğin adındaki öğretmenin öldürüldüğü Genç kazasına sürmek gerekir.

Zeynep’ciğim; seni bilmem ama ben hayata karamsar bakıyorum ve bu karamsarlığımın nedenleri gittikçe çoğalıvor. Çünkü her saati pislik ve kan, konserve kutusu, naylon poşet şampuan; her saati gırtlağımızı zorlayan bir curuf yığını oldu şimdilerde yaşanan.

Çünkü spor toto, lotto, altılı ganyan; iğdiş bir umutla sahici kılman bir yalan oldu hayatımız. Ve yeni orkitle daha güvenli kadınlarımız. Erkeklerimiz daha güçlü güne arkoyla başla yan. Çocuklarımız bunca çikletle daha mutlu.

Gözümün bebeği; işte ben burada ödün vermemenin, boyun eğmemenin, yani onurlu bir yaşamanın faturasını ödüyorum. K.D.V.’si içinde olaraktan.

Eh! Bu kadar ciddiyet yeter. İşte sana bir resim daha binbir suratımdan… Gönderdiğin fotoğraflara çok sevindim. Seni gönlünden hiç çıkarmayan baban…

Metin Altıok’tan Zeynep’e Mektuplar Kırmızı Kedi Yayınları, 2.basım, 2015, sayfa 111, 112