“Yaptıklarını gören, kafayı üşütmüş” diyecek| Bir Delinin Hatıra Defteri – Gogol

Bugün çarşamba. Genel müdürün odasında çalışıyorum. Bütün kalemlerini yontmak için erken geldim. Bizim müdür çok okuyan bir soylu; odası kitapla dolu… Merak edip bazılarının adını okudum, hepsi de yüksek ilimlerden bahseden eserler, bizim gibi ayın sonunu zor getiren ufak memur takımının anlayamayacağı dilden kitaplar… Fransızca, Almanca ve İngilizce olanları da var. Vay anasını, şu işe bak! Biz Rusçayı zor okurken, genel müdür hazretleri Fransızca, Almanca, İngilizce kitaplar okuyor… Zaten hazretin yüzüne bakmak yeter; haşmet akıyor!.. Ağzından bir tek boş laf çıkmaz. Evrak getirdiğim zaman bazen lütfedip hatırımı sorar. “Sağlığınıza duacıyız ekselans!” derim. Ne de olsa devlet adamı…

Bize benzememesi normal… Ama beni sevdiğini biliyorum. Çünkü ekselansları sadece değer verdiği ve sevdiği memurların hatırını sorar…

Etrafa çeki düzen verdikten sonra, sehpanın üzerindeki “Arı Mecmuası”na bir göz attım. Şu Fransız milleti de ne ahmak! Nedir istedikleri? Arıların dilini öğrenip daha çok bal elde etmenin yollarını arıyorlarmış… Vallahi elimde yetki olsa, hepsini meydana toplar sopadan geçiririm… Hah, yazı dediğin böyle olur işte! Şu Kursklu derebeyinin makalesi ne güzel… Bir ara saatin on ikiyi vurduğunu duydum.

Vakit ne çabuk geçmiş… Bir makale daha okumaya niyetlendiğim sırada kapı vuruldu. Genel müdürün geldiğini zannederek ceketimin düğmelerini ilikledim, esas duruşta bekledim, öyle bir şey oldu ki, hiçbir yazarın bunu anlatmaya gücü yetmez. Gelen müdür değildi; O’ydu! O, yani müdürün kızı… Allahım! Ey azizler! Bana güç verin! Bayılmadan kendimden geçmeden ona cevap verebileyim. Üstündeki beyaz elbise ile tıpkı bir kuğuya benziyordu. Hayır, ne kuğusu! Güneşe, evet güneşe benziyordu. Selam verdi ve gülümsedi. Bana gülümsedi…

— Babam yok mu? diye sordu.

Eğer gözlerim kamaşıp başım dönmeseydi, diyecektim ki:

— Hanımefendi, sevgili prenses… Kulunuz köleniz olayım, azizem…

Diyemedim. Tutulması dilimin, bir türlü çözülmedi. Sadece:

— Hayır efendim, henüz teşrif etmediler… Diyebildim. O da önce bana sonra raftaki kitaplara bakıp gülümsedi.

Bu arada elindeki mendili düşürdü. Fırlayıp yerden mendili aldım. Aksilikler hep beni bulur; az kalsın cilalı parkede kayıp düşecektim. Utançtan kızarmış bir suratla, gülümsemeye çalışarak, mendili takdim ettim.

Nasıl anlatsam o mendili bilmem: Beyaz, kar gibi, ince pakistadan… Generallere yakışır, mini mini, miski amber kokan, kenarları işlemmiş, asil bir mendil. Teşekkür etti ve inci gibi dişleriyle gülümsedi. Eteklerini hışırdatarak odadan çıktı. Bir saat sonra ekselansın uşağı geldi:

— Eve gidebilirsiniz Aksenti Ivanoviç, dedi; general bir toplantıya gittiler.

Şu uşak takımından nefret ederim! Antrede, bir sandelye üzerinde kurulur, ayağa kalkmak şöyle dursun; selam vermeye bile üşenirler. Sanki uşak değil, efendilerinin yaveri… Küstahlıkları hazmedilecek gibi değil. Generalin uşağında da aynı hava. Geçen gün, sandalyeye kurulmuş, bacak bacak üzerine atmış, yerinden kıpırdamaya lüzum bile görmeden elindeki tütün tabakasını uzatmaz mı:

— Buyurun bir tane de siz sarın.

Bak şu terbiyesize! Ulan küstah, kendini bilmez mankafa! Karşındaki bugüne bugün soylu bir adam, bir devlet memuru. Senin gibi aşağılık bir uşak değil… Portmantodan şapkamı aldım Tabiî paltomu da kendim “giydim. Herifin aldırış ettiği yok…

Doğruca evime gittim. Şiir defterini çıkardım. Sevgilim için şahane bir şiir yazdım. Sevgilimi bir saat göremesem, Bir yıl görmedim sanırım. Sensiz hayatın tadı yok, Sensiz yaşamktan nefret ederim.

Puşkin’den kopye ettiğimi sanıyorsunuz değil mi? Hayır, tamamen öz ilhamın eseridir. Zaten Puşkin olsaydı, ancak bu kadar yazabilirdi… Asil aşka, asil bir şiir yakışır.

Akşam paltomu sırtıma geçirip generalin evinin önüne kadar yürüdüm. Kapıda iki saat bekledim. Belki bir yere giderler diye… Fakat umudum boşa çıktı.

6 Kasım

Bu sabah şube müdürü ile fena kapıştık. Daireye adımımı atar atmaz, odacı gelip müdürün beni istediğini söyledi. Ben içeri girince, odacıyı gönderdi.

— Aksenti Ivanoviç! Nedir bu yaptıkların?

  • Ne yapmışım, beyefendi?
  • Aklını başına topla, kırkım geçmiş bir adamsın! Yaptıklarını gören, “İvanoviç kafayı üşütmüş.” diyecek.

—  Ne demek istediğinizi anlayamadım, ekselans?

—       Demek yaptığın maskaralıkların farkında değilsin! Bu yaştan sonra delikanlı gibi davranmak senin neyine? Kendini ne sanıyorsun? Bir soylu mu, bir general mi, yoksa birinci dereceden daire müdürü mü? Kendine gel!

Beş parasız sıradan bir evrak memurusun… Maaşın sırtına yeni bir palto bile alamayacak kadar düşük, zavallı bir adamsın. Generalin kızına kur yapmak senin neyine? Eğer general bunu duyarsa, işini de kaybeder perişan olursun. Bak seni uyarıyorum! Git ve aklını başına topla!..

Herifin beni kıskandığı kesin… Onun da generalin kızında gözü var… Mevki makam sahibi olmakla kendini birşey sanıyor. Saati altın kösteklişmiş, nehir kenarında yazlığı, şehir merkezinde konağı, atlı arabası, uşakları varmış… Hepsi vız gelir! Ben de yükselebilirim. Henüz kırk iki yaşındayım. Tam çalışma ve yükselme çağı… Biz de sırası gelince albaylığa ve kader “yürü” derse belki de generalliğe yükseliriz…

O zaman biz de modaya göre giyinir, kıravat bağlar seni cebimizden çıkarırız… Şimdilik gücümüz yetmiyor, elimiz darda… Sırtımdaki şu eski palto ile sevgilimin karşısına çıkmaktan utandığımı sende biliyorsun… Bildiğin için de burnun bir karış havada, kendini dev aynasında görüyorsun…

Akşam tiyatroya gittim. “Rus Aptalı Filatka” oynuyordu; çok eğlendim. Ayrıca avukatları tenkid eden ve on dördüncü derecede memurlarla dalga geçen serbest bir vodvil vardı. Sansürün buna nasıl izin verdiğine şaştım. Piyesin yazarı   ustaca  gazetecilerle,   hovarda soylularla, soyluluğa özenen tüccarlarla alay etmiş.

Tiyatroyu çok severim. Cebimde birkaç köpek oldu mu doğruca tiyatroya giderim. Bizim memur takımı arasında para verip de tiyatroya giden adama rastlayamazsınız, ömründe tiyatro sahnesi görmemiş memurlarımız çoktur. Tiyatro bir zevk, bir asalet işidir. Şube müdürü imlâdan anlamadığımı, noktadan sonra küçük harfle başladığımı söylüyor; ama bir gün şahane bir tiyatro eseri yazdığımı görürse bakalım ne diyecek.. Bahse girerim, şiir yazdığımdan da haberi yoktur… Ne ise… Geçelim bunu…

Şiir deyince hemen generalin kızı aklıma geliyor…

Gogol Bir Delinin Hatıra Defteri 

Taylan Yıldız ilk Albümü “Reçhê”den Zazaca ve Türkçe Şarkılar

Dersim’in Zağge’de doğan Yıldız, ilk profesyonel müzik çalışmalarına İstanbul’da Dersimliler Derneği’nde başladı. Dernek bünyesindeki tiyatro grubunun müziklerini yaptı. 2000’de kurulan Verva Roz grubuna solist olarak katıldı. Burada ilk bestelerini yaptı. Grupla 2006’ya kadar çeşitli festivallere ve konserlere katıldı.

Kendi anadili olan Zazaca dışında Türkçe, Ermenice, Kürtçe, Lazca ezgiler seslendirdi. Müzikle ilgilenmeye başladığı ilk günlerden bu yana çok dilli çok kültürlü müziğin izini süren Taylan Yıldız, ilk albümü Reçhê’yi (İz) 2012 yılında çıkardı. Toplam 8 eserden aluşan albümde 6 beste Taylan Yıldız ait.

Reçhe (İz) Albüm içeriği:

1. Taylan Yıldız AsmeTo Sera  2. Taylan Yıldız Biko  3. Taylan Yıldız Gulé  4. Taylan Yıldız Kıle Adır  5. Taylan Yıldız Lılo  6. Taylan Yıldız Şeve  7. Taylan Yıldız Yolver Dağlar 8. Taylan Yıldız Dışmeno

Albüm dışı kayıtlar: Taylan & Elif Yıldız – Divane Asik Gibi, Taylan Yıldız – Gulfiroş

Mina Urgan: Uzun yaşamanın bir felaketi sevdiklerinizin ölümünü görmekse, öteki yalnızlıktır

Yalnızlıkların en kötüsü, başkalarının arasında çekilen yalnızlıktır bence. Kaldı ki, insanları seven ihtiyarlar, onları fiilen görmeseler bile, düşünceleri ve duygularıyla yakınlarıyla sürekli iletişim içinde olduklarından, hiçbir zaman yalnız kalmazlar aslında. 

Sevgili arkadaşım Berna Moran, Cerrahpaşa Hastahanesi’nde can verirken, yakınlarıyla birlikte yanındaydım. Birkaç saat içinde öleceği besbelliydi. Berna, “beni rahat bırakın, ne olur” diye yalvardı. Ama hekimler, Hipokrat yemini gereği, onu rahat bırakmadılar. Ağzına burnuna tüpler soktular; sonra odadan kaçtılar. “Bu Hipokrat yemini değiştirilmeli!” diye bağırarak peşlerinden koştum hastahanenin o uzun koridorlarında. .

Arkadaşım Berna Moran bilge bir insandı. Bilgece yaşadı, bilgece öldü. Daha ilk ameliyatından sonra, narkozdan uyanır uyanmaz, aslında ameliyat edilmediğini hemen anlamıştı. “Karnımı açıp baktılar; karaciğerimin durumunu görünce, yeniden diktiler” dedi. Bunu dramatik bir biçimde değil, sıradan bir gerçekmiş gibi, öyle bir kesinlikle söylemişti ki, onu kandırmaya çalışmak saçma olurdu. Yaklaşan ölümünden hiç lâf etmez; ancak bir kara mizah ustası olduğu için, bu konuda güldürücü çeşitlemeler yapardı ara sıra. Bir gün de, güzel tespih merakımı bildiğinden, durup dururken ayağa kalkmış, çok kıymetli tek tespihini bana vermiş, “bu senin olsun artık” demişti. Ben de, hiçbir şey yokmuş gibi, sahte bir sevinç gösterisiyle tespihi almış teşekkür etmiştim.

Berna Moran, yakında öleceğini bile bile, eşi ve arkadaşlarını üzmemek için, o vahşi kanser tedavilerine, hiç yakınmadan, aylarca sabırla katlanmıştı. Ama ölümüne sadece birkaç saat kalmışken, böyle işkence edilmesine dayanmak çok zor geldi bana. Berna’nın öldüğü gün peşlerinden koşup Cerrahpaşa’nın koridorlarında yakalayamadığım bu genç hekimlerden biriyle konuştum daha sonraları. Bir hastanın kendi evinde rahat ölebileceğini; ama hastahanelerde son dakikaya kadar böyle davranmak zorunda kaldıklarını bana açıkladı. Annemin hastahanede değil de kendi evinde ölmesine şükrettim o zaman. İleride uzun uzun anlatacağım annem Şefika gençliğinde verem geçirdiği için, bir ciğeri sönüktü. Sağlam kalan öteki ciğeriyle seksen iki yaşına kadar, yani benim şimdiki yaşıma kadar yaşamıştı. Bedeni tükenmiş, ama aklı tamamiyle başındaydı. Derken, her zaman oturduğu koltukta Fransızca bir roman okurken derin bir uykuya daldı. Uyanamıyordu bir türlü. Moda’lılarım çoğuna bakan Dr. Diyamantopulos’u çağırdım. (Ne yazık ki, çok ince ve kültürlü bir insan olan bu değerli hekim, daha altmışına basmadan öldü.) Annemin neden bu halde olduğunu sordum. “Annenizi yitireceğiz, Mîna hanım, bunu siz de biliyorsunuz” dedi. “İsterseniz bir serum bağlayalım, bu can çekişme birkaç gün daha sürsün. İsterseniz doğaya bırakalım. Görüyorsunuz, ağrısı sancısı yok.” “Peki doktor, kendi anneniz olsaydı, ne yapardınız?” diye sordum. “Ben, doğaya bırakırdım” dedi. Ben de öyle yaptım. Annem Şefika hiç acı çekmeden iki gün derin derin uyuduktan sonra öldü.

Uzun yaşamanın bir felâketi sevdiklerinizin ölümünü görmekse, bir başka felâketi de yalnızlıktır. İhtiyarlar aranmaz. Yaşıtlarınız sağlık durumlarından ötürü size gelemezler. Siz de ikide birde onlara gidemezsiniz. Gençlerin ve orta yaşlıların ise, işigücü vardır. Kimseyi aramaya pek vakit bulamazlar. Yapayalnız kalırsınız böylece.

Yaşlılara çok acı çektiren bu yalnızlık öykülerinden birini, 1956’da İngiltere’ye ilk gidişimde Miss Summers’ı gördüğüm zaman dinlemiştim. Miss Summers, Arnavutköy Kız Koleji’nde müthiş bir terör havası estirirdi. En azından, 1.82 boyunda, iri yarı, orta yaşlı bir İngiliz kadınıydı. Ortaokul kısmı müdireli-ğinden emekli olduktan sonra, kendi ülkesine yerleşmişti. Küçükken biraz isyankâr ve biraz da canavarımsı olduğum için; hepimizin ödünü koparan Miss Summers’a salt meydan okumak amacıyla, Bingham Hall’un damına tırmanmış, oradan aşağıya inip, pencereden müdirenin boş yatak odasına girmiştim. Yaşlı Rum bahçıvan bu tehftkeli cambazlığımı görmüş, ama hava kararmak üzere olduğundan, kimliğimi saptayama-mıştı. Ertesi sabah, Miss Summers, tüm yatılıları, penceresinin tam altında, yanyana sıraya dizdi. Eğer bu küstahlığı yapan teslim olmazsa, herkesin cezalandırılacağını bildirdi. Bunun üzerine bir adım ileri atıp, suçumu itiraf ettim. Beni yanına alıp odasına götürdü. On bir yaşındaydım ve bu dev kadının yanında ayrıca ufak ve çelimsiz göründüğüm halde, içeri girer girmez tam bir isyan içinde, yeni öğrendiğim İngilizcemle, “I hate you!” yani “senden nefret ediyorum!” diye bağırdım. Bir fiskeyle, hattâ salt kaşlarını çatarak beni mahvedebilecek Miss Summers, yumuşak, sevecen bir sesle “neden Mîna?” diye sormaz mı! Hüngür hüngür ağlayarak odadan kaçtım. Daha sonraları yaramazlıklarıma devam ettiğim halde, müdire benimle hiç uğraşmadı. Ne var ki, Londra’da onu görmeye gitmem gene de bir kahramanlıktı; çünkü o sırada kırk beş yaşında olduğum halde, ondan hâlâ korkuyordum biraz.

İyice yaşlanmış olan Miss Summers, yürekler acısı yalnızlığını anlattı bana. Yaşamının çoğunu İstanbul’da geçirmişti. Londra’da akrabaları yoktu, eşi dostu yoktu, kimsesi yoktu, yapayalnızdı. “Perşembe günleri gelen gençler sayesinde yaşayabiliyorum” dedi. Meğer Perşembe günleri, yaşlılara yardım etmek için kurulan bir derneğin bâzı üyeleri geliyormuş ona. Kızlı erkekli dört beş kişiden oluşan bu gönüllü gençler, bütün gün Miss Summers’m evinde kalıyorlarmış. Her bir yanı silip süpürüyorlar, temizleyip düzenliyorlar, birkaç günlük yemek pişiriyorlarmış. Ama en önemlisi, onunla uzun uzun konuşuyorlar, yalnızlığını gideriyorlarmış.

Ben öteden beri yalnızlıktan hoşlandığım için, tek başına kalmayı yaşlılığın felâketlerinden biri saymıyorum. Çocukluğumda bile, evde yalnız kalmanın keyfini sürerdim. Annem ve dadım sokağa çıkınca, “Oh! Ne güzel! Yalnızım!” der, şarkılar söyleyerek evde dolanırdım. Yalnızlıkların en kötüsü, başkalarının arasında çekilen yalnızlıktır bence. Kaldı ki, insanları seven ihtiyarlar, onları fiilen görmeseler bile, düşünceleri ve duygularıyla yakınlarıyla sürekli iletişim içinde olduklarından, hiçbir zaman yalnız kalmazlar aslında. Ancak otistik bir hale gelip kendi perişan iç dünyalarına kapananlar, kendi zavallı benliklerinden başka hiçbir şey göremeyen ihtiyarlardır yalnızlığın acısını çekenler.

Bu tür ihtiyarlar, yaşlılığın aydınlık gündüzlerini değil, sadece karanlık gecelerini yaşarlar. Çünkü yaşlılığı ne denli övsek de, yaşlanmanın mutluluklarını ne denli yağlandıra ballandıra sayıp döksek de, ihtiyarların gündüzlerinin değil ama gecelerinin güç geçtiğini itiraf etmek zorundayız. Gündüzleri kitap okur, gazete okursunuz; biraz yazıp çizersiniz; televizyonda ilginç bir şey varsa onu izlersiniz; eve yiyecek almak için sokağa çıkarsınız; bir süre parkta oturursunuz, eşinizle dostunuzla telefonda konuşursunuz; yani durumu idare edersiniz. Ama geceleri her şey değişir: İlkin uyur, bir iki saat sonra uyanırsınız. Uykunuz iyice kaçmasın diye, ışığı yakıp kitap okuyamazsınız. Gündüzleri hiç aklınıza getirmediğiniz, gözlerden uzak kuytu köşelere gizlediğiniz dertlerinizin hepsini birer birer ortaya çıkarıp kurcalamaya başlarsınız. Gündüzleri tıkır tıkır işleyen savunma mekanizmalarınız bozuluverir. Çaresiz kalırsınız:

Geceleri uyanır, Gecelerin en karanlığında, Üstüne üstüne çullanır o zaman felâketleri. Kara kuşlar gagalar Bir deri bir kemik boynunu. Aydınlıkta hep gülümseyen Saygın yaşlı değil, Yatağında büzülmüş Çok küçük bir ihtiyardır şimdi. Ölülerle başbaşa kalır; mutlu olursunuz kimi zaman: Geceleyin düşlerinde Hep ölülerle artık. Onlarla birlikte koşuyor Denizin ıslattığı kumsallarda. Ara sıra denizin üstünde de yürüyor, Hopluyor zıplıyor Onlarla birlikte. Ama bu mutluluk anları çok enderdir. Çünkü ihtiyar, yaşamın onu ne denli kirlettiğini bilir: Önce karartma geceleri başladı O aydınlık kafasında. Sonra ılık kızıl kanının yerine Kentin kirli suları aklı damarlarında Ölü bitkileri, çöpleri sürükleyerek. Sonra patladı patlayacak bir bomba yerleşti Eskiden yüreğinin olduğu yere. Yaşamın kirinden arınmak isteği içindedir ihtiyar: Kafanın içini temizlemelisin, Pis kokulu süprüntü yığınlar var orada. İğrenç küçük böcekler dolanıyor Beyninin kıvrımlarında. Kova kova sular dökmelisin, Arındırmalısın kafanın içini, Serin rüzgârlar esmeli, Dibinde çakıl taşları ışıldayan Saydam ırmaklar akmalı, Kumrular uçuşmalı Kafanın içinde. Ama ne kirden kurtulabilir, ne de kandan: Tepesindeki buluttan Kan yağıyor üstüne, Bastığı topraktan Kan fışkırıyor yüzüne. Arınmak istiyor, Ama dereler de kanla dolu, Denizler de.

Mina Urgan Bir Dinozorun Anıları