Göktuğ Çelik’in “Dreams / Colours” (Düşler ve Renkler) Adlı Albümü

TRT İstanbul Radyosu saz sanatçısı, kemança üsadı Göktuğ Çelik’in “Dreams/Colours” adlı Ahenk Müzik’ten çıkan, çoğu çeşitli halk ezgilerinden seçilmiş 14 eserden oluşan enstrümantal albümünü aşağıdan dinleyebilirsiniz.

Göktuğ Çelik 1976 yılında İstanbul’da doğdu. İ.T.Ü Türk Müziği Devlet Konservatuarı Çalgı Eğitimi bölümüne girmeye hak kazandı. Orta ve Liseyi Çalgı Eğitimi bölümünde bitirip, üniversiteyi Çalgı Yüksek bölümünde 1998 yılında tamamladı. 1996 – 2004 yılları arasında TRT İstanbul Radyosunda çalıştı. Kent Ozanları grubunun da kurucularından olan Göktuğ Çelik 1997 yılında ilk albüm olmak üzere 2005 ve 2007 yıllarında bu grupla üç çalışma gerçekleştirdi. Okulun devam ettiği yıllardan günümüze kadar yurt içinde ve yurt dışında gerek solist gerekse enstrumanist olarak yüzlerce konserde yer aldı. Halk Oyunları yarışmalarında, Halk Müziği yarışmalarında, Dizi ve Sinama filmlerinde, çeşitli albüm çalışmalarında, onlarca önemli müzik programına sazıyla enstrumanıyla eşlik etti.

Dreams / Colours – Göktuğ Çelik Albüm içeriği:
Sonraki şarkıya geçmek için >| şarkı seçmek için [>] işaretine basınız. 01. Makhmur Aghjik Music: Avetisyan Khachik ( Khachatur ) 02. Tew Veyvike Music: Traditional ( Zazaki ) 03. The Weeping Meadow Music: Eleni Karaindrou 04. Pusto Pusto ( Lela Vranjanka ) Music: D.Dragan Tokovic 05. Durme Durme Music: Jak Esim 06. Hey Yar Hey Yar Music: Traditional ( Persian ) 07. Güle Bilmez Bahar Sensiz Music: Rauf Haciyev 08. Sinemde Bir Tutuşmuş Traditional ( Harput Version ) 09. Paola Music: Mikis Theodarakis 10. Şur Rengi Music: Traditional ( Azerbaijan ) 11. Weeping Eyes Music: Mikis Theodarakis 12. Kirpiğin Kaşıma Değdiği Zaman Music: Davut Sulari 13. Yis Kou Ghimetn Chim Giti Music: Sayat Nova 14. Uzun Dere Music: Traditional ( Azerbaijan Version )

“Dünya sevmek için çok küçük” Furuğ Ferruhzad’ın yaşamındaki erkekler

“dünya sevmek için çok küçük”*

ah ne denli dingin ve gururla geçiyordu garip bir su akıntısı gibi bu terk edilmiş sessiz Cumalarda bu sıkıntılı evlerde benim yaşamım aaah ne denli dingin ve gururla geçiyordu…*

———————-Furuğ Ferruhzad

Furuğ’un yaşamında, kendisinden çok daha yaşlı erkekler, olumlu ve olumsuz temel roller oynamışlardır. Üç erkeğin rolü hepsinden daha önemlidir: Binbaşı Mohammed Ferruhzad, Perviz Şapur ve İbrahim Golestan. Bu kişiler Furuğ’un yaşamını yakından etkilemişlerdir. Ancak diğerlerinin etkileri asla göz ardı edilemez:  Modernistlerden Nima Yuşic, Şamlu, Ehevan Salis, Sohrap Sepehri, Nüsret Rehmani ve klasik yanlılarından Mehdi Hamidi ve konsevatif modernist dörtlükcülerden Tevelleli ve Nadipur. Bu insanların, Furuğ’un şiirinin biçimlenmesinde, önemli etkileri olmuştur. Kuşkusuz, altmışlı yılların ilk senelerindeki yazınsal eleştiri ve kuramsal tartışmaların da onun şiirinin son biçimini almasında etkisi olmuştur. Ancak etkili olanlardan ikisi Furuğ Ferruhzad kadar eşsizdiler. Binbaşı Mohammed Ferruhzad’ın yıkıcı etkilerinden bir çokları söz açmışlardır, ancak kimse onun sahip olduğu ve Furuğ’un yararlandığı iyi bir kütüphenin varlığını da inkar etmemiştir. Binbaşı işinin doğası gereği, kızlarının ve oğullarının düşünsel gelişmelerini kuşkusuz önlemiştir. Furuğ 1941-53 yılları arasındaki sanatsal ve siyasi hareketlerde rol oynayacak yaşta değildi. Ancak aile kesin babaerkildi. Ve bu babaerkililik diğer ailelere nazaran iki katmanlı idi. Baba, ordu disiplinini, hem de Rıza Şah cinsinden olan disiplini, ailede içselleştirmişti (intrnalized). Ve çocuklar babaya karşı aşk ve nefret ile doluydular. Bir yandan disiplinli ve göz açtırmayan bir baba başlarında duruyordu ve diğer yandan ise onun doğal sevgisini göz ardı edemiyorlardı. Ve bu o aşk ve nefrete yol açıyordu. Furuğ Ferruhzad kendisi her zaman sevecen bir kadın değildi. O ve aynı şekilde erkek kardeşi Feridun, -ki bu kalemin sahibinin onunla 1960’ların son yıllarında sınırlı ilişkisi olmuştur-  sevgi ve sevecenlik, kin ve nefretin birleşimiydiler. Her ikisi de karşıtlarından korkunç derecede nefret ederlerdi ve arkadaşlarını katıksız severlerdi, ancak ilerde Furuğ’un şiirinde bunun nasıl sonunda olumlu bir barışığa ulaştığını göstereceğim. Ancak onun gibi bir kadının varabileceği bir barışa.

Furuğ’un ailesel yazıları, ister kendisinin ve isterse kız ve erkek kardeşlerinin anılan, onun, hem evde hem de okulda, sürgünde olduğunu gösterir. Ve bu nedenle, bu denli zeki bir insan, çok şiddetli duyarlılığı nedeni ile, ne babası ve ne de kendi yaşıtı okuldaşları ile anlaşıp bağdaşmıyor ve onlara yabancı kalıyordu. İran’da okul, bir yandan ailenin baskısı, diğer yandan toplumun ve büyük tarihin baskısının sür mesiydi. iyi öğrenci olsa dahi, duyarlı bir insan, dersi nefret ile okurdu. Ferruhzad iyi bir öğrenci de değildi. Ordu mensubu babanın kaş çatıp diş gıcırtması ve haykırmaları sonucunda belki dışarıyı bile serbestçe görmüyordu. İran tarihinin büyük bir bölümü Tahran’da, Ferruhzad’ın yanıbaşında cereyan etmiştir. Şayet anne ve baba doğru bir dünya görüşüne sahip olmuş olsalardı, çocukları daha büyük bir dünyada, yani aile dışı toplumda cereyan eden olaylar hakkında bilgilendirirlerdi. Ancak Furuğ notlarında ve mektuplarında bu olaylara karşı gözü ve kulağı kapalı kaldığını göstermektedir, özellikle baba evinde iken. Bu gözü ve kulağı kapalılık onu evdeki ve okuldaki baskıdan kurtulmak için, onun yeteneklerini sayan ve onlara olumlu yaklaşan ilk kişiye yönelmeye mecbur ediyor. Ve bu dolaylı olarak baba evinden, okuldan ve baba erkilliğin ve gelenekçi sanatın başka biçimi olan Kemalülmülk türü ressamlığın çıkmazından kaçmak için bir yol oluyordu, (Furuğ derslerinin bir bölümünü Kemalülmülk Sanat Oku- lu’nda okumuştur.) Ancak bu kaçış çukurdan kurtulup kuyuya düşmek anlamında olmuştur. Sanata karşı olan tüm bağlılığına, ve dostça karakterine, ve Furuğ’un ona doğurduğu çocuğa karşı olan baba sevgisine rağmen, gerçekte, koca evi soyut ve somut olarak, ve hatta gelenek itibarı ile de, baba evinin devamıydı.

Furuğ’un akrabası olan Perviz Şapur, Furuğ ile evlendiği zaman, Furuğ’un iki katı yaşındaydı. Görünürde Furuğ’u ona doğru çeken, her şeyden önce, onun babanın yerini dolduracak olan birinin arıyor olması idi. İran kültüründe adı “Kariklamatör” ile birlikte geçen Şapur, o yıllarda ve onu takip eden yıllarda tüm basında, özellikle aydın basınında, bir çeşit hiyeroglif resimlerle, ve kısa mizah şiirleri ve şiirsel kısaltılı öz deyimleri ile ünlendi. Mizah, imge ve dil tanımcılığı zekası, onu, topluma bir sanatçı olarak tanıttı. Şapur’un iyi davranışı, şair, yazar ve gazeteciler ile olan yakınlığı, Ferruhzad yanlılarından, özellikle Furuğ’dan olan çocuğunu Furuğ’a vermemesi nedeni ile, Perviz Şapur’u sonsuzca serzeniş edebilme fırsatını aldı. Furuğ ile Şapur’un evlilikleri ilk baştan havada olduğu görülmekteydi. Bunun birinci nedeni Furuğ’un asi ruhlu oluşu idi, ve bu Şapur’un barış içinde bir arada yaşama ruhu ile bağdaşmıyordu, bağdaşamazdı da. ikinci neden ise, Furuğ’un bir iki yıl içinde Perviz’in bilgi olarak ona verebileceklerinin tümünü alıp özümlemesi ve doymak bilmeyen bilgi açlığını başka alanlara yöneltmesidir. Ancak Perviz Şapur’un rolü babanın rolüne benziyordu. Her iki erkek babaerkil ailelerde geleneksel ahlak kuralları ile büyümüşlerdi. Belki de Şapur’un binbaşı Ferruhzad ile olan yaş farkı onunla Furuğ arasında olan fark kadardı. Binbaşı ordu mensubuydu ve Perviz Maliye bakanlığında memur. Furuğ ile evlendikten sonra hemen İran’ın güneyine Huzestan’ın Ehvaz kentine geçtiler. Evlilik 1951 ‘de oldu. Furuğ’un ilk kitabı “Tutsak” 1952’de yayımlandı ve oğlu Kamiyar 1953’te doğdu ve 1954’te ise boşandı ve daha sonra hiç bir zaman oğlunu göremedi. Şariat kanunlarına göre evlat babanındı. Ve Şapur bu yasal ve fakat insanlık dışı hakkını Furuğ’a karşı kullandı. Ve güya Furuğ ömür boyu evladına göz yummalıydı. Öyle olması için zorladılar. Bu yazıyı yazan, Şapur ile arkadaştı ve sonraları Kamiyar da onun evindeki genel toplantılarda bulunuyordu, ve 1980’lerdeki Çarşamba Geceleri’nde, hemen hemen onun şiirlerinin ilk okuyucusuydu ve hem de onun ve genç şair arkadaşı Nahit Taki- beylu ile 90’lı yıllarda birlikte italyan şair ve yazar Cesare Pavese’den yaptıkları ortak çevirlerin de ilk okuyucusuydu. İlk bunu unutmamalı ki Furuğ aşkla evlilik yapmıştı, yani 16-17 yaşlarında kendisinden iki kat daha yaşlı bir adama aşık olmuştu. Gerçi Batı dünyası sanatçıları arasında da böyle durumlar görülmüştür ve İran şair ve yazarları arasında da, Şamlu, Nadirpur ve Royai benzer birer örnek olarak verilebilir, ancak bunlar kendilerinden çok daha genç kadınlarla evlenen lran’lı şairlerdi. Ve bu açıdan Furuğ temamen ters yönde adım attı. Onun seçimi, ki hemen ve her zamanlığına onun kocasından çok daha sanatçı olduğunu ispatladı, temel sorundur. Bu seçimde şaşılası bir ruhsal çekim söz konusudur. Baba sevgisine olan boşluk onu Perviz’e doğru sürükledi. Fakat yeni dünya bu çekiciliği Perviz’in hemen elinden çaldı ve kendi adına kaydetti. Gerçekte sanatçı, ve kocasından daha sanatçı olan Furuğ, bu ilişkiye katlanamadı ve aile yaşamını temamen alt üst etti. Furuğ’un içinde boğulduğu üçgende, Furuğ daha evliyken, ve ilk başta şiirleri aracılığı ile ona gönderiler yapan gazeteci bir adam daha vardı. Başkası ile aşk konusunda bu gönderiler ve açık sözlülük, karı kocanın ayrılma konusundaki kararlarına kesinlik getirdi. Ferruhzad o yıllarda, kitaplarını yayımlatmak için Tahran’a yolculuk yapardı. Hatta Furuğ’un anne-babası Şapur’a karısını kollamasını tavsiye ettiler. Ancak Tahran’ın yazınsal çevresinin çekimi ayrılığa kesinlik kazandıracak ölçüde güçlü idi. Ve Furuğ, hem ünün ve hem de dedikodunun kesin olduğu bir dünyaya adım attı. Ferruhzad kendi aşıkane ilişkilerinden sadelikle söz ederdi, fakat basın, ki Alahmed önceleri “rengin-name” (boyalı gazete) ve daha sonraları “nengin-name” (arsız gazete) diye adlandırdı, Furuğ’un şiirlerini ballandıra ballandıra basıyor ve ana güncel meşgale durumunda tutuyordu. Kapıların, politika, sanatla ciddi uğraşıma ve yazınsal ve toplumsal tarihe kapalı olduğu bir çağda, halk ve basın kendi duyumsal, sevgisel ve belki de düşünsel meraklarını gidermek için kaçış yolları arıyorlardı. Kendi benliğinden sadelikle, o günün kurumsal dili ile, ancak biraz daha açık ve aydın olarak, yani dörtlükler biçiminde dile getiren kadın, söylencesel bir varlığa dönüştü, değil sadece aşk ve bu aşkla ilgili konular hakkında konuşan, fakat toplumun tüm kadınlarının yoksunluklarını çizen söylencesel bir varlığa. Gerçekte Ferruhzad, erkek şairlerin bile ancak çok nadir olarak değindikleri, bu yoksunluk ve mahrumiyetten cinsel boyutlarda söz ediyordu. Furuğ’un kendisi ilk baştan bu noktaya dikkat çekmiştir:

kaçıyorum bu insanlardan görünüşte benimle olan fakat içlerinde hakaretten eteğime bin bir yama yamayan dinlediklerinde şiirlerimi yüzüme hoş kokulu bir çiçek gibi açan

fakat yalnız olduklarında beni fahişe bir deli diye adlandıran (Toplu Şiirler, s: 17-18)

Ferruhzad bu ikililiği yaşamının sonuna kadar halkta görüyordu. Görünüşte “dost ve riyasız” fakat içlerinde hakir, içten pazarlıklı ve şiiri söyleyenin eteğine bin bir yama yamayan. Bu insanlar namus, şeref, vefalılık gibi sözcükleri gece gündüz kendilerine şiar edinmişlerdi ve bu kadında içselleşmiş olanları söylemekten vazgeçemiyorlardı, ve diğer yandan ellerine fırsat geçtikçe, onu aldatmaya kalkışıyorlardı. Ancak onlar Furuğ’un şiirlerinin içeriğinin çekiciliğine kendi özel yaşamlarında gönül vermeden ve ona göre davranmadan, o şiirlerden tat aldıklarında, ve o şiiri söyleyene, babaerkilcilik ve kocaerkilcilik kafilesinden geri kalmamak için, ipe sapa gelmeyen laflar ettiklerinde, işte o zaman iki yüzlülüklerini ortaya koyuyorlardı. Bu nedenle de Furuğ, lezzetin günah sayıldığı karanlık bir tünele girmiş oldu.

Senin günahını anlatan gözün kırptı yine düşün suskulu yüzünde yine ben kaldım ve kalbimin gurbetinde senin yakan öpücüğünün hasretinde (s: 19)

Bu günah, Furuğ’un kendi eteğine de bulaşıyor, öyle ki ne zaman yabancı bir erkeğe baksa, kendine “günahkar” diyor veya ne zaman bir erkekle sevişse, sanki başkasının yaşamını tehlikeye sokmuş gibi aldığı lezzetten dolayı adeta özür dilemesi gerekir gibi:

ben ona acı ve hüzün verdim ben onu kara toprağa oturttum eyvahlar olsun bana, tanrım ben onu mezarların bağrına attım pişman bir çocuk gibi koştum alçalarak ayaklarına sarılayım delirmiş olduğumu söyleyeyim bana acımasını isteyeyim (s: 23)

Böylece lezzet günahla eşti ve günahsa tövbe isterdi ve tövbe ise kendinin veya karşı insanın ölümü demekti. Gerçekte Furuğ aşk, lezzet ve ölümden dosdoğru ve basit bir bileşim ortaya koyuyor. Yıllar sonra bu bileşik en güzel ve en imgesel biçimi ile dile gelecektir:

benim sevgilim o arsız çıplak teniyle güçlü bacakları üstünde ölüm gibi durdu (s: 323)

Esasında bu şiir şehvet ve cinsel istekten çok, sevgili, arzu ve ölüm bileşiminin somutlaşmasıdır ve günah ve lezzet ve tövbenin ve ölümün basit içeriğini aşmış olan ve sanata somut bir biçim veren zihinsel labirentlerden bir habercidir. Furuğ’un bir kısım şiirlerinin tamamen cinsellik üstüne söylendiği doğrudur, fakat bu şiirleri “göbek altı” diye reddedenler, özellikle Celal AlAhmet gibi ikiyüzlülükle eteklerini günahtan uzak tutmuş gibi gösteren tipler, kendileri ile yalnız kaldıkalrında “o başka işi” yapıyorlardı. Kendi dilediklerini yapıyor ve sonra ellerini ağızlarını yıkayıp topluma giriyorlar ve vaazları ile herkesi tövbeye çağrıyorlardı. Ve kimse yoktu bu baylardan: “Tövbe sevenler neden az tövbe ederler?” diye sorsun. Çok ilginçtir ki Furuğ kendisi bile o şiirleri şiir olarak kabul etmiyordu. Ve haklı olarak. Altmışlı yıllar ve sonralarında o bunların bazı kesimlerce şiir olarak kabul görmesini de kabul etmiyordu. Furuğ ve gerçek şiir sevenler, ve özellikle onun şiirini sevenler, o geçmişi kabul ediyorlardı, fakat hepsi yeniden doğacak olan Furuğ’a gönül vermişlerdi ve ondan sonra gelecek olan şiirlere. Furuğ kimi zaman —sonraki dönemlerde—, bir sevişmeyi çok güçlü bir şekilde şiirde de dile getiriyordu, ancak ilk dönemde cinsiyet çok dürüstçe anlatılıyor ve söyleyenin bir erkek değil bir kadın olduğu açıkça görünüyordu. Ferruhzad, erkeğe hitaben, tamamen kadınsal duyumsallığı ile şiir söylemiş olan ilk kadındı. Buna ilaveten Furuğ kendi çocuğu hakkında da duyumsal şiir söylemiştir. Bu şiirler daha az imgeseldirler ve genel olarak onları duygusal şiirler olarak adlandırmalıdır. Bu evlat el konulmuş bir evlattır. Bir kadın onu dünyaya getirmiş ve bir erkek onu sahiplenmiş, gelenek ve dar çerçeveler, bir kadının canının özü olan bir varlığı elinden alınıp başka birine teslim edilmesine izin vermiştir: kadın ve çocuğun yasal sorumluluğu babaya aittir. Bu bir yerde kadının çocuğunu öldürmektir. Bir yerde evlat öldürmedir ve katil, çocuğun kefaletini babaya veren çürümüş gelenekler ve inanışlardır. Toplum bir taraftan sanatla uğraşan bir kadını fuhuşa sürüklüyor ve onu fahişe olarak tanımlıyor, bir yandan da onun en değerli varlığını o geleneğin başında olana yani babaya veriyor, ve özellikle erkek olduğu için onu eski baba, geleneksel baba gibi yetiştirmek istiyor. Ferruhzad oğluna hitaben şöyle diyor:

seni istiyorum ve biliyorum asla koynuma almayacağını sen o aydın ve pırıl pırıl gökyüzüsiin ben bu kafeste bir tutsağım (s: 26)

Çocuğu bıraksa bir daha göremeyecek. Koca evinde kalsa artık sanat dünyasına giremeyecek. Ne yaşamın gücünü ve ne de sanatın ve şiirin, tüm uyumları ile, çekiciliğini gözardı etmek mümkün ve ne de dünyaya getirdiği çocuktan sonsuza dek uzaklaşmaya teslim olmak olası. Bu çetrefil çelişkiler, kesin çözüm bulacaklarına, şiir söyleme yoluna itiliyorlar. Şiirden tüm bu sorunlara çözüm getirmesi bekleniyor. Sanki şiir söylemek, yaşamın tüm zorluklarının yerine oturacakmış gibi. Bu konuların şiirsel bakış açısından aydınlığa kavuşması için, bir takım sorunların tarihsel geçmişi açığa kavuşturulması gerekmektedir. Fakat burada hemen söylemeliyim, Furuğ üzerinde etkin olan üçüncü adam, ve kuşkusuz sanat ve duygu açısından çok olumlu olan bir etki, ve aynı zamanda kişisel ilişkilerde oldukça çetrefil olan o erkek, Furuğ’un eski eşiyle aynı yaşta idi. Perviz Şapur ve İbrahim Golestan yaşıttırlar. Ancak İbrahim Golestan çok önemli bir öykücü ve aydın kişidir, ve Furuğ üzerindeki etkisi ve öyküleri yolu ile çağdaş İran yazınında değerli rol oynamıştır. Furuğ Ferruhzad, albay Ferruhzad ve Perviz Şapur’un dünyalarından geçişte, en önemli özelliği kadın teninden faydalanmayı gütme olan bir araftan geçmiştir ve o araf ellili yılların basını idi. Firdevsi dergisi gibi bir iki istisnayı dikkate almazsak, haftalık dergiler, yolu ve sapağı göstermekten ziyade, milleti meşgul ederek oyalıyor ve özgür siyasi tartışmadansa siyasetin yerine oturuyordu. Söz konusu basın Furuğ’a ve onun sanatına, üzerinde alış veriş yapılacak bir matah ve bir reklam aracı olarak bakıyordu. Ferruhzad kendi kişisel, duygusal ve cinsel sorunlarından içtenlikti olarak söz açıyodu. Fakat o basın bu sorunlara halkı coşturma ve dergiyi almaları yolunda teşvik aracı olarak ve kısacası tirajlarını artırmak için kullanıyordu. Bir takım dergi baş editörleri, sonraları Batıda paparazi olarak bilinen bir rolü üstlendiler ve şüphe altında kaldılar. Furuğ “Günah” şiirini yayımladığında, İran’ın haftalık dergileri -özellikle en rezilleri- sanki cinsellik konusunda en büyük defineyi ele geçirmişler, ve bir elleri yağa bir elleri bala varmışlar gibi, işleri tıkırında görünüyorlardı. İşte bu dönem ve sonrasında, herkes, doğru veya yalnış, baba evinden, koca evinden ve basın erkekleri ve hatta o dönemin romantik şairlerinin faydalanma heveslerinden doğan sorunlarla boğuşan bir kadına bin bir iftirada bulundular, ve bu öfkeli ve sinirli ve rahatsız olan kadını, basın, bir taraftan basının oyuncağı ve diğer taraftan şehvet peşinde olan söylen- cesel bir kadın olarak, Iran halkına sundu. Bu dönemde Furuğ Mehdi Hamidi, Feridun Tevelleli ve Nadir Nadirpur’un etkileri altındaydı. Şiir söylüyor ve Şocaiddin Şefa gibi yandaşları vardı. O gerçekte, Nima ve onun peşinden Şamlu, Şahrudi ve Ehevan’ın sürdürdüğü şiirsel devrime karşı yönde hareket ediyordu. Gerçi bu şiirler, Furuğ’un topluma egemen olan erel riya ve ikiyüzlülüğe karşı cinsel başkaldırısı ile doluydular, ancak bir yandan seçmiş olduğu şiirde biçem ona bu isyanı bir noktaya vardırabilmesine olanak tanımıyordu ve diğer yandan erken gelen medyatik ün ona kültürel ve sanatsal yönde gelişme fırsatı tanımıyordu. Bu yüzden Furuğ, basına ilk adım attığından itibaren, bir saman gibi, bir anı diğerine uymayan birisi olarak ve bunun onun işareti ile bir dergiden diğerine göç ediyor ve yalpalıyordu, ve sonunda piyasaya ve tez geçip giden aşklardan yorgun düşmüş bir durumda, 1958 yılında İbrahim Golestan ile karşılaştı. Ve İbrahim onun üzerinde büyülü etkisini bıraktı. Furuğ bir iki yıl içinde giderek o basın ve o yol yordamdan elini eteğinim çekti ve bunun sonucu olarak, ömrünün sonuna kadar yani 1967’ye kadar olan dönem, onun en verimli şiir yılları oldu ve o yıllar Nima’dan sonra, Nima’nın şiirinin ve o dönemin Şamlu’sunun şiirinin yanında en parlak şiirsel ürünlerin doğuşu dönemi oldu. İbrahim Golestan İran’ın en ciddi öykücülerinden biri idi. Furuğ’un onunla tanıştığı dönemde bile. O, Mark Twain, Sir Wood Anderson ve Hemingway’den öğrendiği şekilde, doğru, melodik ve güzel Farsça yazma geleneğini Batı öykücülüğü ile birleştirmeyi başarmıştı. O daha çok yazınsalda duruyor ve en çok da iki dünya savaşı arasındaki dönem, yani 1917-1940 yıllarının Amerikan öykücülüğü ile uğraşıyordu. O, Mark Twain ve Hemingway gibilerin çeviricisi idi. Ancak, bir kaç öyküsü Nima türü kırık vezinden yararlanıyordu. Bu kırık vezin, Nimasal vezinden habersiz birisi için duyumsanmıyor yahut da düz yazının kendi müziği şeklinde duyuluyordu. Ancak bu vezinin ne olduğunu bilen birisi, vezinin imgelerin ve davranışların hemen göz önünden ve zihinsel derinliklerden geçip ve öykünün birimlerine katılmalarına ve öyküyü öykü özellikleri ile ilerlemesine izin vermediğini duyumsuyordu. Fakat hakkını vermek gerek ki bu dil, sözcük ekonomisi nedeni ile, çok kişisel ve ustaca konuşmaların tonuna dikkat açısından, dönemin çağdaş dillerinin en belirgin olanlarından biri idi. Burada bizim o öykülerden aktarmamıza imkan yok, ancak bunu söyleyebiliriz ki, Furuğ’un ibrahim ile arkadaşlık dönemine rastlayan dönemdeki Fars dilinde yazılan öykülerin düz yazısına en yakın yazılar, Furuğ’un İbrahim Golestan ile tanıştıktan sonraki dönemde yazmış oldukları şiirlerdir: şiirin şiirselliğini ve düz yazının düz yazısallığını koruyarak. Yani, Furuğ’un şiiri kendi yerinde asildir ve Golestan’ın düz yazısı kendi yerinde, ve bu ikisi karşılıklı olarak birbirlerini etkilemişlerdir. Şunu da belirtmeliyim ki, Furuğ, İbrahim Golestan ile tanışmadan önce Batı yazınına dikkat etmiş değildi. Sonraları da Furuğ’un yazılarında, onun, önemsenecek ölçüde Batı yazını üstünde kişisel olarak durduğuna dair önemli bir belirtiye rastlanılmıyor. Batının onun üzerindeki etkisi dolaylı olmuştur denebilir. Bu etkinin yollarını aydınlatmalıyız: 1- Batı yazının çağdaş şiire etkisi ve bu yolla Furuğ’un zihnine etkisi. Bu alanda en yaşlıdan, yani Nima’dan başlayarak o dönemin en genç şairi olan Ahmed Rıza Ahmedi’ye gelebilir. 2- Çağdaş yazınsal eleştirinin Furuğ şiirine etkisi. 1960’ların ilk yarısının yazınsal eleştirilerinin Furuğ’un şiirini etklediği söylenebilir. 3- Batı şiiri çevirilerinin etkileri, özellikle T.S. Eliot’ın şiiri, “J. Alfred Prufrock’ırı Aşıkane Şarkısı” ve “Kısır Yer” ve “Dört Kuartet”‘m çevirileri (sırası ile: Rıza Baraheni, Bahman Şo’lever, Mehrdad Samadi çevirileri) ve genel olarak 60’lann başlangıcındaki Amerikan şiiri. 4- Dünya yeni filminin etkisi. Öyle görünüyor ki bu dönemde Furuğ, ister Golestan’ın stüdyolarındaki çalışmalar ve ister Avrupa yolculukları sırasında ve isterse Tahran’da kişisel ilgi dolayısı ile Batı filmi ile tanışmıştı. 5- İbrahim Golestan’ın etkisi. Golestan’ın kesin etkisi kuşkusuzdur. Belki de Golestan’ın etkisi ve yol göstermeleri sonucunda Furuğ, Nadirpur, Moşiri ve Mehdi Hamidi gibilerin şiirinden uzaklaştı ve Nima ve Şamlu ve daha yeni şiirler dünyasından baş gösterdi. Ferruhzad’ın kendisinin bu konuya işaret etmemesine rağmen, yine kendisinin ilk doğuşu olduğunu adlandırdığı “Yeniden Doğuş”‘u İbrahim Golesatan’a ithaf etmesi, ister duygusal ister sanatsal açıdan ona karşı duyduğu minnet borcunun bir belirtisi olarak kabul edilebilir. Sanatsal öğretilerin bir bölümünün babaerkil olduğunu unutmamalıyız. Yol göstermeler kimi zaman sapmalara yol açar. Özellikle, çevresine karşı çekici ve şiddetli etkili olan İbrahim Golestan gibi biri bu yol göstermeleri üstlenmişse. Genel olarak İbrahim Golestan’ı da aynı babaerkil kategoriye koymak olasıdır, ancak onun babaerkilciliği daha çetrefildir. Bu kültürel çetrefilliği nedeni ile de Golestan’ın kendisi, bir baba ve ya koca imajı kafalarda oluşmuşsa, aşık ve maşuk imajı kategorisinde yer alması nedeni ile, kimi zaman onlardan geri kalmıyor, ve bu ilişkinin kendisi, duygu ve aşka, zarif ve sevecen mürit- muratlık ilişkisine rağmen, her halde süje ve obje ilişkisidir. Düşünün edeni ve edileni arasındaki ilişkidir. Özellikle birisi tüm varlığından katıyor, ve öteki evini, yaşamını dokunulmamış olarak koruyor, ve onun yanında İran çağdaş tarihinin en büyük kadın şairini arkadaş ve sevgili olarak yanında koruyor, ve birisi tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir seni, kendinde tekrarlayarak çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek diyor ve ötekisi suskunlukta, diğerinin ölümünden sonra bile suskunlukta, dünyayı seyrediyor. Ve onun ölümünü de seyrediyor, ve ölümünden sonrasını da. Gerçekte bu, eski zamanların mürit-muratlık ilişkisine benzer. Hafız’ın “Muğan Piri” ile olan ilişkisine benzer. Ancak başka bir şekilde. Buradaki özel ilişkide, biri kadındır. İşte burada Furuğ, bir kez daha, bu ilişkideki yenilgiyi bir yengiye dönüştürüyor. Furuğ’un önemi, kendi maşuk ve muradı ile konuştuğu zaman, onun da başkaları gibi olduğunu, fakat şimdilik onun karşısında göründüğü biçimi almış olduğunu unutmamasındadır.

Rıza Berahani 23 Mayıs 1998 Toronto Kaynak: Ve Yaralarım Aşktandır Çeviri: Haşim Hüsrevşahi Öteki Yayınevi (Şiir) <<öncesini oku] Fars Kadın Şiirini Başlatan Furuğ Ferruhzad İçin Bir Önsöz

Furuğ FERRUHZAD Yaşadığı toplumu seven ama onu olduğu gibi kabul etmek yanılgısına düşmeyecek kadar ileri görüşlü, yenilikçi bir aydındı Furuğ. Birey olma sürecini engelleyen, kimliği ezen, varoluşu zedeleyen her kurala, her duruşa karşıdır. İran’ın en büyük açmazlarından bir olan ataerkil sosyal yapı, Furuğ’un eleştirilerinin odak noktasıdır. Kendi ailesinden ve özellikle babasından başlamak üzere kadın kimliğini yok eden, hiçe sayan bu ataerkil bakışa karşı çıkar, baş kaldırır. Kardeşlerini, var olan hastalıklı toplum düzeni karşısında sessiz kalışları nedeniyle yerden yere vurur. Yaşadığı aile içi çatışmalar, toplumsal baskılar genç yaşta girdiği dünya evinde de onu rahat bırakmaz. Yaşadığı hayata katlanamaz raddeye gelir ve sonunda nefes alamaz olur; çareyi kaçıp kurtulmakta bulur. Hem de biricik oğlunu bir daha görememek uğruna.

* Mektupları, Söyleşileri, Anıları’ndan oluşan kitabın adı. ** Cuma adlı şiirinden bir bölüm Ferruhzad hakkında diğer başlıklar Fars kadın şiirini başlatan Furuğ Ferruhzad için bir önsöz Furuğ Ferruhzad’ın yaşamı, aile hayatı ve yaşadığı toplum Furuğ Ferruhzad’ın yaşamındaki erkekler Furuğ Ferruhzad: tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir Sen o aydın ve pırıl pırıl gökyüzüsün/ ben bu kafeste bir tutsağım Güzel bir zamandı – Onat Kutlar Yeryüzünün ayetleri Furuğ Ferruhzad şiirleri “Benim için en önemli şey şiirdir…”

Grup Yorum’un en başarılı albümlerinden biri:”Türkülerle”

Türkülerle, Grup Yorum’un 1988 yılında çıkardığı üçüncü albümüdür. Kalan Müzik’ten çıkan ve 10 eserden oluşan albümde, Başına Döndüğüm, İnce Memed, Nenni, Omuzdan Tutun Beni, Naz Barı, Le Hanım, Seni Men Yaman Sevirem, Dünyanın Üzerinde, Çatal Çama ve Karadır Kaşların adlı türküler seslendiriliyor.

Grup Yorum – “Türkülerle” albümü
Sonraki türküye geçmek için >| türkü seçmek için [>] işaretine basınız. Albümde yer alanlar Efkan Şeşen: Solo, Vokal İlkay Akkaya: Solo, Vokal Ejder Akdeniz: Klasik Gitar, Vokal Serdar Keskin: Akustik Gitar, Vokal Metin Kahraman: Bağlama, Vokal Tuncay Akdoğan: Cura, Vokal Kemal Sahir Gürel: Bass, Kaval, Flüt, Tar, Klavyeli Çalgılar, Vurmalı Çalgılar, Vokal

Sena Dersimi ilk albümü ‘Asme ü Per’ ile cafrande.org’ta

Dersim’in Galbosan köyünde 1964 yılında dünyaya gelen sanatçı; müziğe ilk duyarlılığının 5 yaşındayken  annesinin  söylediği ninnilere oluştuğunu,  sonraki yıllarda babasının çaldığı bağlamanın önemli bir yer tuttuğunu belirtiyor.  ve 14 yaşından sonra  ise  Şivan Perwer ve Aram’ın müzikleri dinlemeye başlığını ekliyor. Pratik anlamda  müzikle  ilgilenmesi ise İstanbul’a yerleştiği dönemde gelişiyor.  Ortaokul yıllarında  müzik dersleri almakla birlikte ilgi üretime doğru olgunlaşıyor. Lise döneminde besteler yazıp bağlama çalarak, müzik ve sanat ile ilgili araştırmalarla kendimi geliştimeye çalışıyor.

Edip Cansever: Makinenin insanı bir robot haline getireceğine inanmıyorum

Edip Cansever ile Erdal Öz Söyleşisi

Erdal Öz: Yeditepe’nin son (116) sayısında “Kaybola” adlı bir şiiriniz çıktı. Orada şöyle bir yer vardı: “Yapılan bir şeydir şiir”. Bununla ne demek istiyorsunuz?

Edip Cansever: Şiir yapılır diyorum sadece. Yazılan şeyse yazıdır.

Erdal Öz: Siz, burada şiiri somut bir şeymiş gibi ele alıyorsunuz.

Edip Cansever: Bir bakıma öyle. Renk nasıl bir çiçeğin rengi, ses nasıl bir kuşun, bir telin sesiyse, şiir de gözlemlerimizin, algılarımızın kavradığı nenler de şiirdir. Örneğin bir olay içinde, balığın gözlerinde, ışığın yansımasında, insanların ölüşüp gittiği bir savaş alanında herhangi bir ozanın bir şiirini canlıyabiliyoruz. Bu hikâyede, romanda da böyle. Orhan Kemal’i okuduktan sonra bir fabrika işçisi, insancıl olmayan bir davranış bakılarımızı değiştiriveriyor hemen. Nasıl masayı uzaktan bir de yakından görmek arasında ayrımlar varsa, şiire açık bir insanın gözetlediği masayla, aşçının gözetlediği masa arasında da ayrımlar vardır.

Biz, şiirle evreni, insanı, olayları yeniden görüyoruz. O gördüğümüz algıladığımız nenlerden de ayıramıyoruz şiiri.

Erdal Öz: Ya biçim? Ya kişilik?

Edip Cansever: Sözler için sadece güzel olmak yetmiyor. Onların yaptırdığı işler de olmalı diyorum. İyi bir şiir insanın devinimini değiştirir. Umutlar, sevinçler, iç rahatlıkları, uçarılıklar muştular bize. Biçimdi, kişilikti, bunları şiirin yaşarkenki durumunda aramalıyız.

Erdal Öz: Bunu biraz açıklar mısınız?

Edip Cansever: Ahmet’in ayakları var, boyalı iskemle güzeldir, derken bunları okuyan kimse, Ahmet’in, iskemlenin, ayağın çizgilerini çizer önce. Bir biçim, bir renk dünyası kurar kendine göre. Bu, şiirin düpedüz bakılan yanı, kolay yanıdır. Yapılan gözlem şiiri ilke olarak çözümlemeye yarar. Şiire varmak bu çizgi ve renk dünyasını aşmakla olur. Buysa bir eğitim işidir. Kendimizi giyime, sigaraya, yemek yemeye, eğlenmeye hazır tuttuğumuz gibi şiirin tadına varmaya da hazır tutmamız gerekir. İşte o zaman üstümüze şiirin ağırlığı çöker. Ne yapsak ondan kurtulamayız artık. Kişiliği bu etki türlerinde aramalıyız. Biçimse, ozanı kişiliğe götüren yollardan biridir sadece.

Erdal Öz: Şiiri sınırlamış olmuyor musunuz?

Edip Cansever: Tam bağımsızlığa ulaştırıyorum oysa. Şiiri dar bir alan içinde benimsemekten kaçınıyorum.

Erdal Öz: Ama bağımsızlık derken gene bir anlamda sınırlama yapmış olmuyor musunuz? Her ozan kendince şiire bir bağımsızlık getirirken geniş anlamda şiiri bir sınırlamaya sokmaz mı?

Edip Cansever: Ozan, oldurduğu dünya bakımından bu sınırlamayı yapacaktır elbette. Zaten şiir tek insanın işidir. Bir kendine göreliği vardır. İşi bu yandan düşünürsek dediğiniz doğru. Konular, belgitlemeler hep yüzeyde kalan kavramlardır. Şiirin kendisi, ozanın tutumuyla, insanı, evreni ele alışındaki başkalıkları verir.

Erdal Öz: A dergisinin 6. sayısında Cemal Süreya’nın bir sözü vardı: “Çağdaş şiir gelip kelimeye dayandı” diyor. Son günlerin ortak sözü. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Edip Cansever: Bir bakıma doğru. Ozan, kelimelerin olanaklarını zorlamalı. Hatta yeni kelimeler yaratmalı, diyorum. Ama bunu, şiire yeni anlamlar, bilinmedik hazlar getirmek için yapmalı. Cemal Süreya o yazısında; şiirin folklordan aşılanmasına tutuluyor. Bence, korkulacak taraf bu olmasa gerek. Halk ağzını, halk deyimlerini yenileyerek de şiire yeni alanlar hazırlanabilir. Hem günümüz ozanlarının çoğu bu anlayıştan kaçınmıyorlar zaten.

Erdal Öz: “Kaybola” şiirinizde şöyle bir yer var: “Deli ediyor onları sonsuzda / Çok isimli bir çay / Çok yuvarlak bir masa”. Sözgelimi, çok isimli bir çay yoktur dışımızda. Ya da çok yuvarlak bir masa olamaz. Yuvarlak vardır ama çok yuvarlak olamaz. Burada soyutlama işlemine giriyorsunuz, açıklar mısınız?

Edip Cansever: Soyuta varmak, o akımı benimsemek, ozanın yapıtını kurarken araç seçmesidir, bence. Ayrıca kara olanın kapkara olması gibi yuvarlak olanın da çok yuvarlak olması yanlış değildir.

Erdal Öz: Soyutlamayı sadece bir araç, bir yöntem olarak mı ele alıyorsunuz?

Edip Cansever: Bence öyle. Sonra bir işin şöyle ya da böyle ele alınmasına etkin sebepler de olabilir. Güzele harcanan uğraşlar yanında bunların da yeri vardır.

Erdal Öz: Sadece bunun için mi?

Edip Cansever: Soyut şiir günümüzün özentisi. Yenilik değil değişiklik. Bir moda daha doğrusu. Ne var ki dörütte soyutlamayı savunanlar bu eğilime karşıt olanları insanın iç dünyasını tanımamakla suçluyorlar. Soyut yapıtları yerenlerse ötekilerin gerçekte ilgisizliklerini kınıyorlar.

Ben bu denli ayırmaları önemsemiyorum. Şiir yapmak toplumla ilgiler kurmaktır en önce. Usta ozan, işi ne yandan ele alırsa alsın sonuca varan adamdır. Soyut şiir yapıyorum diye bilinçaltı saçmalıklarını dökenleri de, salt dış gerçeklere bağlanıp sanattan yoksun mısralar dizenleri de anlamıyorum ben.

Hem işi biraz daha geniş tutarsak, bütün dörüt yapıtlarının birer soyutlama olduğu sonucunu da çıkarabiliriz.

Erdal Öz: Bu arada şunu da sormak istiyorum: Karanlık ya da aydınlık şiir diye bir ayırma yapılabilir mi?

Edip Cansever: Sanmıyorum, bence karanlık şiir yoktur.

Erdal Öz: Aydınlık şiir mi vardır sadece?

Edip Cansever: İyi yapılmış her şiir aydınlıktır. Bir şiiri okuyup da onu karanlık bulanlar; o şiirin oldurduğu dünyaya kendilerini kapalı tutanlardır. İşi ozanın yönünden ele alırsak şiire getirdiği yenilikler, derinlikler bakımından kısa bir süre içinde yadırganabilir. Ama toplumun anlayışı geliştikçe o şiirler de bu gelişmeye paralel olarak er geç daha bir aydınlığa kavuşuverirler.

Erdal Öz: Günümüz ozanlarında ortak yönler var. Sözgelimi ayrıntıları sıralamayı çok seviyorlar. Böylece şiirimiz gittikçe bir sıralama, bir belgitleme şiiri durumuna girmiyor mu?

Edip Cansever: Genç kuşağın belirttiği ozanlar içinde şiire hiçbir özellik katmayan denemeleri sık sık tekrarlayanlar var. Bir evin mutfağında neler bulunabilir? Bir kasap, bir kumaşçı dükkânında neleri görebilirsiniz? İşte bu gibi nenlerin sıralanmasına özeniyorlar sadece. Bunları yapmakla da şiire bir zenginlik kattıklarına inanıyorlar.

Erdal Öz: Bugünkü ortak mısra yapısına ne dersiniz?

Edip Cansever: Bugünün ozanlarında dış görünüşleri bakımından bir ortaklaşalık var. İğreti bir gözle bakarsak bir ozanı ötekinin etkisinde sanmak işten bile değildir. Ama işi inceye vurduk mu hepsi de iç özellikleri bakımından kendilerini belli ediyorlar. Bu Orhan Veli kuşağında da böyleydi. Ama ne var ki genç kuşağın Orhan Veli kuşağındaki o ortaklaşa yönü örnek tutmasını doğru bulmuyorum gene de, o yandan bu yana çok şiir yazıldı. Bugünün ozanları oldukça bir şiir eğitiminden geçtiler. Bundan sonra da “tek ozan” olmanın yollarını araştırmak gerekiyor. Kişilikler kesin çizgilerle ayrılmalı.

Erdal Öz: Bir ozanın başka ozanlardan yararlanmasını doğru bulmuyor musunuz?

Edip Cansever: Öyle bir şey demedim. Usta bir ozanı eskitmek onu iyi anlamakla gerçekleşir kanısındayım.

Erdal Öz: Bir de günümüz şiirinin mısracılığı var. Kimi kere şiirin bütünlüğü kalmıyor. Oysa şiirin bir bütünlüğü olmalı diyorum. Öyle değil mi?

Edip Cansever: Şiirin bütün olması gerektiğini savunanlara akıl erdiremiyorum ben. Niye bütün olacakmış şiir? Bir de böyle düşünün, onların sizi yadırgaması kadar siz de onları yadırgayacaksınız.

Erdal Öz: Ama sizin şiirleriniz bütün. Çelişmeye düşmüyor musunuz?

Edip Cansever: Dedim ya böyle bir ayırmanın gereği yok. Şiirin güzelliğini tartıya vururken bunları hiç mi hiç düşünmüyorum. Üzümü tartıyla, kumaşı metreyle ölçtüğümüz gibi şiiri de kendine özgü bir araçla değerlendirmek gerekir.

Erdal Öz: Şiirlerinizde makine dünyasına, onun verilerine bir tutkunluk seziliyor. Sözgelimi: “Uçaklı gök”, “Ağaç, diken, çamaşır makinesi”, “Aşkın radyoaktivitesi”, “Güzel atomların yaptığı ayak”; biraz açıklar mısınız?

Edip Cansever: İnsan aklının son serüvenleridir şiir. Gecikmiş şiir olamaz. Toplumun gereksinmeleri beni makine dünyasını çözümlemeye, onun şiirini yapmaya götürüyor. Biz, bilimin en gelişmiş çağındayız şimdi. Yeni fiziğin kuralları etkiyi silip süpürüyor. Göğe uydular salınıverecek nerdeyse. Füzeler uçuruluyor, fotoğraflar çekiliyor onlarla. İnsanın uzayları düşünmesi, günlük işleri sırasına giriyor artık.

Bir göğe mi bakacağım, yanıbaşımda bir buzdolabı. Yolda mı yürüyorum; otomobiller, motorlu araçlar gırla. Boşluk tepkililerle delik deşik. Yalnız başıma mıyım? Atomların, Hidrojen bombalarının korkusu sarmış yüreğimi.

Ama ben bu makine dünyası karşısında iyimserim. Makinenin insan zekâsını sınırlayacağına, onu güdümlü bir robot haline getireceğine inanmıyorum. Üstelik tüplere, kıl borulara, çeliklere, vidalara tutkunum. Benim mutluluğumu sağlayacak olan o cansızları insan insan seviyorum. Elimden gelse boş zamanlarımı laboratuarlarda geçirirdim.

A 7 (1 Kasım 1956) Söyleşi yapıldığında Erdal Öz 22, Edip Cansever ise 28 yaşında.

Cehalet: Sandığınızdan daha az şey biliyorsunuz – Yuval Noah Harari

0

Önceki bölümlerde, içinde bulunduğumuz dönemde yaşanan, fazla abartılan terörizm tehdidinden yeterince dikkate alınmayan teknolojik sıçramaya, en önemli sorun ve gelişmelerden bazıları ele alındı. Tüm bunlar size fazla geldiyse ve sıkıntıya kapılıp hepsini tek seferde sindirmekte zorlandıysanız kesinlikle haklısınız. Kimsenin yapabildiği bir şey değil bu. Liberal düşünce son yüzyıllarda rasyonel bireye karşı muazzam güven geliştirdi. Bireyleri bağımsız akıl sahibi aktörler şeklinde resmedip bu hayali yaratıkları modern toplumun temeli yaptı. Demokrasi, en iyisini seçmen bilir görüşü üzerine inşa edilmiştir. Serbest piyasa kapitalizmi, müşterinin her zaman haklı olduğuna inanır. Ve liberal eğitim, öğrencilere kendi kendilerine düşünmeyi öğretir. Ancak rasyonel bireye bu kadar bel bağlamak yanlıştır. Postkolonyal ve feminist düşünürler tarafından ortaya koyulduğu üzere “rasyonel birey”, üst sınıf beyaz erkeklerin otonomisini ve gücünü yücelten şovence bir Batı fantezisi olabilir. Daha önce de belirtildiği gibi davranışsa} ekonomistler ve evrimsel psikologlar, insanların aldığı çoğu kararın rasyonel analizlerden ziyade duygusal tepkilere ve sezgisel kısa yol arayışlarına dayandığını ve duygularımızla sezgilerimizin Taş Devri yaşamıyla başa çıkmaya elverişli olmasına rağmen Silikon Devri’nde maalesef yetersiz kaldığını ortaya koyuyor. Sadece rasyonellik değil bireysellik de bir mittir. İnsanlar nadiren kendi kendilerine düşünüp taşınırlar. Daha ziyade gruplar halinde düşünürüz.

Bir çocuk yetiştirmek için tüm kabilenin çabasına ihtiyaç duyulması gibi bir alet icat etmek, bir anlaşmazlığı çözmek ya da bir hastalığı iyileştirmek için de kabilenin ortak çabası gerekir. Hiçbir birey katedral, atom bombası ya da uçak inşa etmek için gerekli her şeye vakıf değildir. Homo sapiens’i diğer hayvanlardan farklı kılan ve bizi gezegenin efendisi konumuna yükselten bireysel aklımız değil, büyük gruplar halinde hep beraber düşüne bilmemizdir. İnsanlar tek başlarına dünya hakkında utanç verici düzeyde az şey bilirler ve tarihsel süreç içinde giderek daha az şeye vakıf bir konuma gerilemişlerdir. Taş Devri’nde yaşayan avcı toplayıcı bir insan kendi giysilerini yapmayı, ateş yakmayı, tavşan avlamayı ve aslanlardan kaçmayı bilirdi. Günümüzde daha çok şey bildiğimizi zannetsek de kendi başımıza çok daha az bilgiye sahibiz esasında. Neredeyse tüm ihtiyaçlarımız için başkalarının uzmanlığına güveniyoruz. İnsanlara sıradan bir fermuarın işleyişini ne ölçüde bildiklerinin sorulduğu mahcup edici bir deney yapılmış. Çoğu kişi büyük bir özgüvenle gayet iyi bildiğini söylemiş; ne de olsa mütemadiyen fermuar kullanıyorlar. Sonra bu insanlardan fermuarın işleyişini ellerinden geldiğince ayrıntılı anlatmaları istenmiş. Çoğunun en ufak bir fikrinin bile olmadığı ortaya çıkmış.

Steven Sloman ve Philip Fernbach bu durumu “bilgi yanılsaması” diye adlandırıyor. Birey olarak çok az şey bilmemize karşın çok şey bildiğimizi zannediyoruz çünkü başkalarının kafasındaki bilgilere kendi kafamızdaymış muamelesi yapıyoruz. Bu ille de kötü bir durum değil. Grup düşüncesine itimadımız, bizi dünyanın efendisi kıldı ve bilgi yanılsaması sayesinde her şeyi kendi başımıza anlamak gibi imkansız bir çaba içine girmeden yaşayabiliyoruz. Evrimsel açıdan başkalarının bilgisine güvenmek Homo sapiens için inanılmaz faydalı oldu.

Fakat insanın geçmişte anlam ifade eden ama modern çağda sorun çıkaran pek çok niteliği gibi bilgi yanılsamasının da olumsuz bir tarafı var. Dünya giderek daha da karmaşıklaşıyor ve insanlar ne olup bittiği hakkında ne kadar cahil olduklarını algılayamıyorlar. Bunun sonucunda meteoroloji ya da biyoloji hakkında neredeyse hiçbir şey bilmeyen biri, kalkıp iklim değişikliği ve genetiğiyle oynanmış ekinler hakkında siyasi önerilerde bulunabiliyor; haritada Irak ya da Ukrayna’nın yerini gösteremeyecek insanlar, bu ülkelerde ne yapılması gerektiği konusunda son derece kesin görüşlere sahip olabiliyorlar. İnsanlar cehaletlerinin ayırdına pek sık varmazlar çünkü kendilerini, benzer düşünen arkadaşlar ve düşündüklerini olumlayan haberlerden oluşan bir yankı odasına kapatırlar ve odada inançları durmadan desteklenirken neredeyse hiç sorgulanmaz.

İnsanlara daha çok ve daha nitelikli bilgi sunmanın işleri yoluna koyması uzak bir ihtimal. Biliminsanları yanlış fikirleri daha iyi bir bilimsel eğitimle gidermeyi, uzmanlar da Obamacare ya da küresel ısınma gibi konularda kamuoyunu kesin olgular ve uzman raporları sunarak etkilemeyi umuyorlar. Bu tür umutlar insanların gerçekten nasıl düşündüğünü yanlış anlamanın bir sonucudur. Çoğu fikrimiz bireysel rasyonalite doğrultusunda değil ortak bir grup düşüncesi çerçevesinde şekilleniyor ve gruba sadık kalmak için bu fikirlerden vazgeçmiyoruz. İ nsanları bulgulara boğup bireysel cehaletlerini açığa çıkarmak, kuvvetle muhtemel geri teper. Pek çok insan fazla miktarda bulgudan haz etmez ve elbette aptal hissetmek de istemez. Çay Partisi taraftarlarını küresel ısınma hakikatine ikna etmenin yolunun kendilerine sayfalarca istatistiksel veri göstermekten geçtiğine o kadar emin olmayın.

Grup düşüncesinin gücü öyle baskın ki fikirleri son derece rasgele görünse de pençesinden kurtulmak zor. Misal, ABD’ de sağ görüşlü tutucular çevre kirliliği ve nesli tükenmekte olan türler gibi konuları sol görüşlü yenilikçilerden çok daha az umursuyorlar. Louisiana’nın çevre yasaları bu yüzden Massachusetts’ten çok daha gevşek. Alışık olduğumuz bir durum olduğu için bu bize normal geliyor ama aslında oldukça şaşırtıcı. Tutucuların eski ekolojik düzenin ve ata topraklarının, orman ve nehirlerin korunmasına daha çok önem vermesi beklenir. Aksine yenilikçilerin de kırsal kesimleri radikal değişiklere uğratmaya, özellikle de amaç gelişimi hızlandırmak ve yaşam standardını yükseltmekse, daha açık olması beklenir. Ancak partinin bu meseleler konusundaki yaklaşımı çeşitli tarihsel rastlantılar sonucu belirlendikten sonra, tutucular kirli derelere ve kayıplara karışan kuşlara aldırış etmezken, sol tandanslı yenilikçiler eski ekolojik düzene zarar gelecek diye korkar oldular.

Biliminsanları bile grup düşüncesinin gücünden azade değil. Öyle ki bulguların kamuoyunu değiştirebileceğine inanan biliminsanları bile bilimsel grup düşüncesinin kurbanı olabiliyor. Bilimsel cemaat bulguların tesirine inandığı için bu cemaate bağlı insanlar da aksi yöndeki sayısız ampirik delile rağmen doğru bulguları öne sürerek kamusal tartışmaları kazanabileceklerine inanmayı sürdürüyor. Benzer şekilde liberalizmin bireysel rasyonaliteye duyduğu inanç da liberal grup düşüncesinin bir ürünüdür belki. Monty Python’un Brian’ın Hayatı filminin doruk noktalarından birinde, aklı beş karış havada bir güruh insan Brian’ı Mesih sanar. Brian müritlerine şöyle seslenir: “Benim takipçim olmanıza gerek yok, kimsenin takipçisi olmanıza gerek yok! Kendi kendinize düşünmelisiniz! Hepiniz birer bireysiniz! Hepiniz farklısınız!” Heyecanlı kitle hep bir ağızdan bağırır, “Evet! Hepimiz bireyiz! Evet, hepimiz farklıyız!” Monty Python 196o’ların karşıkültürünün ortodoksluğunu alaya alıyordu ama aynı şey rasyonel bireycilik inanışının geneli için de geçerli sayılabilir. Çağdaş demokrasiler hep bir ağızdan, “Evet, en iyisini seçmenler bilir! Evet, müşteri her zaman haklıdır!” diye bağıran kitlelerle dolu.

Yuval Noah Harari 21.Yüzyıl için 21 Ders