Sait Faik: Berbat şey şu kış! Bakma man­zarayı İsviçre’ye çevirişine…

Kış Akşamı, Maşa ve Sandalye

Odanın sessizliği, bir sandalyenin duruşu, duvardaki saatin tik takı sinirime dokunuyor. Dışarıda kar artıyor. Pencereden görülen manzara dondurucu, içimden bir şeyler yapmak geçiyor. Ama biliyo­rum ki, hiçbir şey yapamayacağım.

Atlasam bir vapura, şehire insem diyorum, şehir umutların, tesa­düflerin, tehlikelerin, gürültülerin içinde her zaman elimin altında bulunan bir sergüzeşt tombalasıdır. Sokarım elimi bu torbaya, çeke­rim 77 numarayı, çinko, 19 numarayı, tombala!

Şehirden tam dokuz mil uzaktayım. Dört tarafım su içinde. Kar, azala çoğala yağıyor. Bir horoz ötüyor, bir çocuk hindi güdüyor. Çan çalıyor, uzaktan bir araba sesi duyuluyor. Tekrar horoz ötüyor.

Bu boş sandalye birdenbire doluvermeli. Kim gelip oturmalı? Hiç kimseyi istemiyorum. Ama sandalye… Bir insan bekler gibi duran san­dalye? Onu yapan sandalyeci yaman adammış doğrusu. Sandalyeye insan bekletmesini bilmiş.

Bir portakal soyup yiyorum.

Bir ara dalmış olacağım ki saatin sesi durmuştu. Gene başladı. Kar gene ufaldı. Mangalın maşasında da sandalyedeki hal var. Birisi tut­sun ucundan onu, bir kor parçasını alsın, -adam üstündeki külü üflesin-cıgarama uzatsın kendini maşa.

Bana öyle geldi ki maşayı satan çingene karısı Mecidiyeköyü sırtlarındaki kulübesinin önünden bu maşayı elinde sallayarak kocasını çağırmış:

– Koca be! Bu maşa başka maşa be! Ateş ister tutsun durup du­rurken yerinde.

– A be keçileri kaçırdın mı? Kehlibar be? Ne söylersin ipsiz sapsız öyle be

– A be derim ki ateş ister bu maşa benden.

Bıyığına ak düşmüş kırk beşlik çingenenin beyazı çok, karası bol, kırmızısı bir alay gözlerinden bir korku sıçramış:

– A be bizim karı oynattı, demiştir gibime gelir.

Halbuki çingene karısı da benim gibi, birdenbire bir maşanın duruşunu beğenmiştir. Duruşunu değil, duruşundan bir dost eli, hikâyeler anlatan bir ahbap eli düşünmüştür, görmüştür. Kehlibar şair kızdır, dertli kızdır, yalnız kızdır, garip kızdır. Kocası kıskanç mı kıs­kançtır. Onu öteki kadınlarla maşa satmaya gönderdiği zaman evde dokuz doğurur.

Cigaramı yaktım. Karşımda lapa lapa kar yağıyor. Birdenbire bir sevinç kuvvetli bir sevinç hissi kaplıyor beni. Nereden geldi bu sevinç bilmem? Sıkıntımın içinde nasıl belirdi? Sıkı bir iskarpin içinde yumu­şak, mini mini latif bir kadın ayağına benzer, bu sevinci ne etmeli?

Perdeyi sıyırıp karın hâlâ yağıp yağmadığını, yarın sabah mekte­be giderken içleri al yeni lastiklerimle karları gıcırdatıp gıcırdatamayacağımı düşündüğüm çocukluk günlerimden kalma bu sevinci nere­ye asmalı? İki baş sarımsak bir nazar boncuğu ile? Sonra kızılcık ağacının dibine kuş yemi, darı, mısır, buğday atılacak; evden bir elek ge­tirilecek; eleğin kenarına bir sopa konup kaldırılacak; sopaya bir ip bağlanacak; ip evin alt katındaki pencerede mavi, mavi bakan çocuğa atılacak -ucuna taş bağlanıp-; sonra eve girilecek; sac sobanın üstün­de kuruyan mandalina kabuğunu sıcak sıcak ağza atıp pencere kena­rında, kapana girecek serçe beklenecek…

Hey zavallı, budala çocukluk! Şimdi sen bile yoksun, sesin o ka­dar uzaklardan geliyor ki, mezardan çıkıyor bu ses diyecek gibi olu­yorum.

Rüzgâr damdan dama geçiyor. Kurşun bir kubbeden kayıyor. Gök­te bir gölge belirdi. Camların buğusundan büyüyen bu gölge birdenbire bir karga oluverdi. Geldi, evimin karşısındaki kiliseye kondu. Hem de başka yer yokmuş gibi tam putun üstüne.

Yıldız poyraz çılgıncasına esiyor. Şimdi darı taneleri gibi ufak ve sert bir kar, ölü gibi morarmış eski karların üstüne canlı, sarımsı bir renkle düşüyor.

Sokağa çıkmalı, bir kahveye gitmeli, İstanbul’a inmeli mi, inmemeli mi diye düşünmeli. Bir vapur kaçırmak. Sonra ortalık kararınca bastona dayana dayana eve dönmeli. Oturmalı, okumalı. Hep aşk hi­kâyeleri okumalı. İnsanların birbirini sevmeye buradan başladığını sanmalı. Kapanmalı yalnız kendi kendimizi düşünen varlığımıza, ha­yatımıza. Dışarıya burnunu bile uzatmamalı. Ne mangallıyı, ne mangalsızı, ne kaloriferliyi, ne ateşsizi, ne hastayı, ne açı düşünmeli; salmalı kendini hülyaya, gerine gerine aşk hikâyeleri okumalı.

Beklesinler dursunlar maşa ile sandalye. Eşekler! Kuşlar hâlâ gök­yüzüne fırlayıp yere keskin gözleriyle bakadursunlar. Bakalım bir lok­ma, bir tek darı tanesi görebilirler mi?

Kar yağıyor. Kimi kürkü, kimi çizmesi, kimi lastiği, kimi çivili kundurası, kimi bastonu ile evine dönüyor.

Berbat şey şu kış! Kötü şey, kötü! Bakma şatafatına! Bakma man­zarayı İsviçre’ye çevirişine…

Kalktım. İnsan bekleyen sandalyeyi masanın altına sürdüm. Son­ra mangalın üstünde el bekleyen talihsiz maşayı külden çıkardım; mangalın kenarına yatırdım. Kar da, rüzgâr da durmuştu. Köyün için­de ses seda yoktu. Gökyüzü kapkaranlıktı. Orada uzun, bitmez tükenmez bir kış gecesi durmuş dinleniyor, yeniden kar topluyordu. Önce pencereyi, sonra ağzımı açtım; kış gecesine sunturlu bir küfür, Kumkapılı bir Ermeni balıkçı küfürü salladım.

Ankara 1970 Sait Faik Abasıyanık Mahalle Kahvesi – Havada Bulut

Furuğ Ferruhzad: Ben geometri dersini delicesine seven bir öğrenci kadar yalnızım

Ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum…

İçim Acıyor Bahçeye

Çiçekleri düşünmüyor kimse balıkları düşünmüyor kimse kimse kalbi güneşin altında iltihaplanan hafızası yeşil hatıralardan usul usul boşalan bahçenin ölmekte olduğuna inanmak istemiyor ve bahçenin duygusu sanki kendi yalnızlığında çürümüş soyut bir şeydir

evimizin avlusu tenha evimizin avlusu bilinmez bir buluttan yağmur bekleyerek esnemekte ve boştur evimizin havuzu tecrübesiz küçük yıldızlar ağaçların üstünden yere düşüyorlar balık yuvalarının rengi uçmuş pencerelerinin aralığından öksürük sesleri geliyor geceleri evimizin avlusu tenha

baba: “benden geçti diyor” diyor “benden geçti unumu eledim eleğimi astım” ve odasında sabahtan gün batımına ya Şehname okuyor ya Nasihü’t-Tevarih baba anneye diyor ki: “lanet olsun balığa da kuşa da ben öldükten sonra bahçe ha olmuş ha olmamış neye yarar emeklilik maaşım bana yeter”

annenin bütün hayatı cehennem korkusu eşiğine serili bir seccadedir anne her şeyde günahın ayak izlerini arıyor ve bahçeye de bir bitkinin küfrünün bulaştığına inanıyor anne bütün gün dua ediyor anne doğuştan günahkâr ve bütün çiçeklere okuyup üflüyor ve bütün balıklara okuyup üflüyor anne zuhuru bekliyor ve gökten inecek lütfu

erkek kardeşim bahçeye kabristan diyor erkek kardeşim otların karışıklığına gülüyor ve suyun hastalıklı derisi altında çürümüş parçacıklara dönüşen balık ölülerini sayıyor erkek kardeşim felsefeye bağımlı bahçenin iyileşmesini, yok edilmesinde görüyor düşünüyor erkek kardeşim sarhoş olup sonra duvara yumruğunu geçiriyor çok dertli, çok yorgun, çok umutsuz olduğunu anlatmaya çalışıyor o umutsuzluğunu da kimliği, takvimi, mendili, çakmağı, tükenmez kalemi gibi çarşı pazar dolaştırıyor ve umutsuzluğu o kadar küçük ki her gece meyhanenin kalabalığında kayboluveriyor

çiçeklerin dostu olan ve anne ona vurduğunda yüreğinin yalın sözcüklerini çiçeklerin şefkatli, suskun kalabalığına götüren kız kardeşim zaman zaman balık ailelerini güneşe ve tatlıya davet ederdi onun evi şehrin öteki ucunda o naylon evinde kırmızı naylon balıklarıyla eşinin naylondan aşkının sığınağında ve naylon elma ağaçlarının dalları altında naylon şarkılar söylüyor ve sahici çocuklar doğuruyor bizi her ziyarete gelişinde eteklerinin uçlarına bahçenin fakirliği bulaştığında kolonyayla yıkanıyor bizi her ziyarete gelişinde hamile

evimizin avlusu tenha evimizin avlusu tenha bütün gün kapının ardından parçalanma sesleri geliyor ve patlama sesleri komşularımız bahçelerinin her köşesine çiçek yerine şarapnel ve makineli tüfek dikiyor komşularımız fayans havuzlarının üstünü kapatıyorlar ve fayans havuzlar istemeye istemeye gizli barut ambarına dönüşüyor ve mahallemizin çocukları okul çantalarına küçük bombalar dolduruyor evimizin avlusu şaşkın ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum ben bunca elin boşunalığını düşünmekten bunca yüzün yabancılaşmasından korkuyorum ben geometri dersini delicesine seven bir öğrenci kadar yalnızım ve sanıyorum bahçe hastaneye kaldırılabilir

sanıyorum… sanıyorum… sanıyorum… ve bahçenin kalbi güneşin altında iltihaplanmakta hafızası yeşil hatıralardan usul usul boşalmakta.

Furuğ Ferruhzad (1935 – 1968, İran) Yeryüzü Ayetleri, S. 95-98 | Çeviri : Makbule Aras Görsel: Tarkovsky’nin Ayna filmi

“Geleneksel Yahudi Halk Müzikleri / Traditional Jewish Music” – Kolektif

Seçilmiş 16 Adet geleneksel Yahudi halk müziğinden oluşan  “Geleneksel Yahudi Halk Müzikleri “/ Traditional Jewish Music” adlı kolektif çalışmayı aşağıdan dinleyebilirsiniz

Geleneksel Yahudi Şarkıları albüm içeriği: 1. Oriental Song 4:14 – 2. Rebe (Rabbi) Elimelekh 5:57 – 3. Danse De Rabbi Jacob 1:51 – 4. Dona Dona 3:37 – 5. Tum – Balalaika 1:13 – 6. Lomir Zich Iberbetn 3:02 – 7. Klezmokum 3:37 -8. Hava Naguila 3:59 – 9. Yankele 2:58 – 10. Kuma Echa 4:49 -11. Nigun A Tık 2:33 – 12. Myriam Fuks 2:42 – 13. The New Shtetl Band 3:39 – 14. Di Grine Kuzine 2:41 -15. Hevenu Shalom Alechem 1:08 – 16. Mizinke 1:35

Murathan Mungan: Mutfak, kadınların toprağa verilene kadar bekledikleri yerdir!

Kadınlar için hem siper, hem sığınaktır mutfak…

Mutfakta kafa dinlemek?! Ben bu hallere düşecek kadın mıydım? Kocasından, çocuklarından, dünyadan kaçıp, mutfaklarına sığınan kadınlar geçti gözlerimin önünden: Omuzlan düşmüş, gözleri yan kapalı bezgin kadınlar… Onlardan biri olmak, hiç kimse için, hiç de o kadar uzak bir olasılık değil; bunu, birdenbire bir sızı gibi içimde duydum. Bir varoluş sızısı gibi ta içimde… Kaderin biz kadınlara kurduğu pusular, tuzaklar sanıldığından çok daha fazlaydı. Feministlerin paranoyak olması, takip edilmedikleri anlamına gelmiyordu.

Buzdolabının sesini dinleyerek içini yatıştıran kadınlar…

Mutfağın nasıl bir sığınma yeri olduğunu bilmek… aynı salatalığı defalarca yıkamak… çaydanlık homurtusundan şifa bulmaya çalışmak… ya da aspiratörün ince cızırtısında kendine bir düşünce adası yaratmak… Düşüncelerini sıraya koymak için, azıcık sakinleşmek için, kafalarını toplamak için, unutmak için, hatırlamak için mutfağa girerler; erkeklerin bir anlamda çalışma masası başında yapmaya çalıştığı şeyi, kadınlar mutfak tezgâhında yapmaya çalışırlar. Ispanak ayıklarken, marul yapraklarını tek tek yıkarken, sebzeleri süzgeçten geçirirken, çorbayı karıştırırken, yemeğin altını kısarken, uzun uzun iç muhasebesi yapar, olayları gözden geçirir, karşılaşılacak kimi durumlarda verilecek yanıtlan kafalarında hazırlarlar…

Kimi zaman buzdolabının sesinde aranan huzurda, dış dünyanın bütün gürültüsünün, karmaşasının, tehlike ve tedirginliklerinin savuşturulma arzusu yatar. Kadınlar, esir alındıkları yeri, korundukları yer sanırlar. Kadınlar için hem siper, hem sığınaktır mutfak ve her zaman sıcak aile yuvasının içimizi ısıtan sembolü anlamına da gelmez; yaşayan ölüler haline gelmiş kimi kadınların morgudur aynı zamanda. Toprağa verilene kadar bekledikleri yerdir.

Bilirsiniz, bedenler sonra ölür.

Ve ben bir yandan bütün bunları düşünürken, gene de bir an önce eve gidip, kendimi mutfağa atmak istiyorum. Çünkü, hayata dair aklıma başka bir şey gelmiyor.

Eve dönüş, trafik keşmekeşine, taksinin içinin yeşil küf kıvamında sigara ekşisi kokmasına, ensesi kat kat olan ve o katların arasından beyaz kıllarla, siyah etbenlerinin aynı anda fışkırdığıtaksi şoförünün aksırmadığı zamanlar, öksürmesine, öksürmediği zamanlar tıksırmasına, onu da yapmadığı zamanlar gizli gizli burnunu karıştırmasına rağmen, gene de güzeldi: Radyo açık değildi, Tuğde şarkı söylemiyordu ve en önemlisi eve dönüyorduk.

Kale kapısından muzaffer bir komutan gibi girecektim içeri.

Benim için “Bir günün sonunda arzu!” ancak bu kadar olabilirdi.

Murathan Mungan Kaynak: Yüksek Topuklar

Ruşen Alkar’ın ikinci albümü: “Hêdî Hêdî / Yavaş Yavaş” (2019)

Müzisyen Ruşen Alkar’ın ikinci albümü Hêdî Hêdî Kalan Müzik etiketi, besteci/aranjör Şevket Akıncı prodüktörlüğünde 2019 yılında çıktı. Türkçe karşılığı “Yavaş Yavaş” olan Hêdî Hêdî, Post Punk, Ambient’, Çağdaş Caz, Krautrock, Funk gibi stillerin geleneksel Kürt müziği ile yorumlanarak, yerel ile şehir hayatı ritminin iç içe geçerek melezleştiği bir şarkı albümü.

Ruşen Alkar kimdir? Diyarbakır doğumlu olan Ruşen Alkar, müzik eğitimine Diyarbakır Güzel Sanatlar Lisesi’nde başladı. Müzik Öğretmenliği alanında lisans ve yüksek lisans derecesini İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde aldıktan sonra, aynı üniversitenin Güzel Sanatlar Enstitüsü Müzik Bilimleri alanında doktora çalışmasını yürüttü. Akademik çalışmaları süresince, Kimlik, Toplumsal Cinsiyet, Sözlü Kültür, Kültürel Hegemonya gibi kavramlara odaklı alan araştırması çalışmalarını ulusal ve uluslararası sempozyumlarda sundu. Alkar, 2001 yılından bu yana kamu bünyesinde müzik öğretmenliği yapmaktadır.

Ruşen Alkar, Türkçe ve Kürtçe beste yapan sayılı kadın sanatçılardan… Albümde 2 Türkçe, 4 Kürtçe besteci 3 Kürt geleneksel formda olmak üzere 9 şarkı bulunuyor. Hêdî Hêdî’nin ana müzisyen kadrosunda, Ayşe Tütüncü, Cem Aksel, Onur Duygulu, Yıldırım Yalçınkaya ve aranjör Şevket Akıncı yer alıyor.

Sumru Ağıryürüyen (mandolin/vokal), Ali Tekbaş, Mehmet Akbaş (vokal), Ertan Tekin(duduk/dey), Tamer Temel, Serhan Erkol (saksofon), Paşa Çelik(gitar), Elif Canfeza Gündüz (klasik kemençe), Volkan Ergen, Nihal Saruhanlı (perküsyon), Özün Usta (perküsyon, hemp flüt), Apostolos Sideris (kontrabas) albüme katkı sunan diğer müzisyenler. Albümün mix ve mastering’i Cansun Küçüktürk’e ait.

Ruşen Alkar – Sinano Kriv

Türkçe ve Kürtçe bestelerinin yanında, grup müziği enerjisiyle düzenlenmiş iki Kürtçe halk şarkısının da bulunduğu ilk albümü Sebr/Sabır/Patience, 2015 yılında KALAN Müzik etiketiyle raflarda yerini aldı. Besteci/aranjör Serdar Ateşer’in prodüktörlüğünü yaptığı, Ayşe Tütüncü ve Cem Aksel’in konuk müzisyen olarak albümde yer aldığı Sebr/Sabır, müzik eleştirmenlerinin takdirini kazandı. 2015’ten bu yana müzik hayatını İstanbul’da sürdüren Alkar, birçok farklı albüme sesiyle konuk olmuş, bağımsız Kürt sineması örneklerine film müziği yapmış ve seçkin konser mekânlarda ekibiyle birlikte performans sergilemiştir. [Duvar]

Ulrike Meinhof: Kocaman bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor

Bundan sonra 4 yıl boyunca modern bir devletin, modern bir cezaevine kapatıldım. Suç? Özel mülkiyete ve bunun korunması için yaptırılan ve yasalara ve sonuçta her şeyin mülkiyet hakkını sınırsızca genişleterek, patron haklarının gerçekleştirilmesine karşı saldırıda bulunmak.

Her şeyin: Beynimizin, düşüncelerimizin, sözcüklerimizin, tavırlarımızın, duygularımızın, işlerimiz ve aşklarımızın, kısacası tüm yaşamımızın. Hukuk Devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. Kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkesi için eşittir. Kadının özgürlük ve eşitliğim en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. Size teşekkür ederim. Beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. Morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve “duyu organlarımdan yoksun bırakarak” beni işkencelerin en büyüğüne tuttunuz. Deyim yerindeyse yani, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. Beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. Neon lambası beyaz, hep yanık duruyor: Gece gündüz. Gece hangisi, gündüz hangisi peki? Nasıl bilebilirim? Pencerenin arasından sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. Sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız zaman gibi sahte. Sessizlik. Dışarının sessizliği, ne de bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. Ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. Hiçbir şey!

Tümü sessiz ve beyaz. Beynimin içi sessiz ve tavan gibi beyaz.

Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem.

Beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. Gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz.

Bir akvaryumda yelpaze yüzgeçlerim kaybetmiş, sessizlikte batmamaya çalışan bir Japon balığı gibi çekingenim. Sürekli olarak kusma duygusu hissediyorum. Beynim, odaya süzülen ışığın boşluğunda kafatasımdan kopuyor. Çamaşır makinesindeki deterjan köpükleri gibi yükselen tozların hepsi üzerimde: Onları temizliyorum, yan yana diziyorum… Yeniden üzerime yapışıyorlar… Yoo, hayır! Hayır! Onları durdurmalıyım. Beni delirtmeyi başaramayacaksınız… Düşünmeliyim! Düşünmek! İşte düşünüyorum.. Sizi düşünüyorum. Bana bu işkenceyi yapan sizleri düşünüyorum: Sizi, bu akvaryumun kristal camına burnunuzu ezerek dayamış ve beni hapsetmiş olmanın ilginçliğini izlerken görüyorum. Gösteriye bayılıyorsunuz… Direnç göstermemden korkuyorsunuz… Benim gibi olan diğerleri ve yoldaşlarım tasarladığınız güzel dünyayı bozmanın arayışında olduğundan korkuyorsunuz.

Göz alıcı renklere boyadığınız çürümüş ve grileşmiş dünyanızdan dışlayıp, tüm renkleri yasakladınız bana, ne grotesk!

İnsanlar hiçbir şeyin farkına varmadan tüm renkleri tüketsin diye zorladınız onları: Ahududu şurubunu çiğ kırmızıya boyadınız, kanser yaptığı kimin umurundaydı, aperatifleri yaldızlı portakal rengine. Zümrüt yeşili, krom sarısı yağlar ve reçellerin zehirli renklerim çocukların midelerine indirdiniz.

Delirmiş palyaçolar gibi boyadınız kadınlarınızı bile… Yanaklara pespembe, gözkapaklarına Cezayir moru ve menekşe mavişi, dudaklara zencefil kırmızısı ve karnavalın tüm renklerinde tırnak cilaları: Altın, gümüş, yeşil, turuncu hatta kobalt mavisi bile…

Ve beni beyaza zorlayın, çünkü beynim bir sürü renkli kağıtlar arasında paramparça oldu: Korkunuzun lunapark ve karnavallarının renkli kağıtları. Evet, çok güvenli görünüyorsunuz ama kocaman bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor. Bu nedenle her yeri saran renkli neon ışıklarına gereksinim duyuyorsunuz. Ve vitrinler ve sesler ve gürültüler ve radyo ve büyük ses dalgaları her yerde, açık, büyük mağazalarınızda, evlerinizde, arabalarınızda, kafe barlarda, aşk yaparken yatağınızda bile…

Sessizliğin korkunçluğuna ise beni mecbur edin… Çünkü siz terörün starısınız tek başınıza ve beyninizle… Çünkü sizin dünyanızın dünyaların en iyisi olmadığına dair korkunç şüpheleriniz var… Ama daha da beteri: En çöle dönmüş, en kurumuşu.

Beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var… Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. Hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. Cumartesi gecesi, bir restorandaki masanızda çeşitli yabancı menlilerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. Ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana  ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmamalıyım. Ah, işte hafif bir hışırtı: Kapı açılıyor, bir gardiyan görünüyor. Ve bana sanki saydammışım ve burada yokmuşum gibi bakıyor. Hiçbir şey söylemiyor, ama elinde öğlen yemeği için getirdiği bir tabak var. Masanın üzerine bırakıp gidiyor. Kilitliyor. Yeniden sessizlik.

Yemek için ne getirdiler? Hamburger. Bir bardak greyfurt suyu. Haşlanmış sebze, bir elma. Aklıma intihar düşüncesi takılır diye endişelendikleri anlaşılıyor. Gerçekten kağıt tabak, kağıt bardak. Bıçak yok, çatal yok. Sadece çiklet gibi yumuşak plastik kaşık var. Kendi kendimi yok etmeme razı değiller. Bu onlara ait bir karar olacak. Zamanı geldiğinde kendimi yok etmem için emirler verilecek ve o andan sonra bu hücrenin penceresindeki engel buruşuk bir çarşafın ve bir kayışın aşılabileceği kadar kaldırılacak ve kendimi asmam için bana yardımcı olacaklar… Hatta çok fazla yardımcı olacaklar. Temiz bir iş… Beni öldürmeye hazırlanan sosyal demokrasimiz gibi tertemiz… iyi bir emir bu.

Kimse tek bir çığlığımı, iniltimi duymayacak… Bu temiz ulusun mutlu insanlarım huzurlu uykularında rahatsız etmemek için her şey sessizlik içinde gayet tedbirli olacak… Emir verin. Uyuyun, uyuyun Almanya’nın ve hatta Avrupa’nın şaşkın ve semiz halkı, öngörülü halk, sakince uyuyun, ölüler gibi! Çığlığım sizi uyandırmayacak… Mezarlıkta yatanlar da uyanmayacaklar. Öfke ve nefret, büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerde birleşecek biliyorum: Türk, İspanyol, İtalyan. Yunan, Arap göçmenler ve tüm Avrupa’nın düzülmüşler!, düzülmemişleri, tüm kadınlar, ezildiğinin aşağılandığının, sömürüldüğünün bilincinde olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve neden bu devletin beni öldürmeye karar verdiğim anlayacaklar…

Tıpkı cadılar zamanındaki bir cadı gibi… iktidar için bugün de cadılar zamanı sürmektedir. Cadılar tezgahlarla, makinelerle, mengenelerle, zincirlerle, gürültülerle, patırtılarla, tiz çığlıklarla birlikte olmak zorundadır.

(…)

Yeter, yeter! Makineler dursun, susun!.. Sessizlik ne kadar güzel, bana bu sessizliği sağladığınız için teşekkür ederim, gardiyanlar… kesinlikle… Ah, nasıl tadım çıkarıyorum, zevk alıyorum… Dinleyin, ne tatlı, huzur verici… Ben cennetteyim… Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar umurumda bile değilsiniz… Asla beni delirtemeyeceksiniz, beni sağlam öldüreceksiniz… Mükemmel bir ruh ve beyinle… Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak, emin olacaklar.

Şimdiden cesedim! kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma engellemenizi görür gibiyim… Hayır, Ulrike Meinhofu göremezsiniz. Evet, kendini astı. Hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. Hiç kimse. Sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararım verdi. Meinhof kendini astı. Ama boynunda boğulma izleri yok… Boynunda hiçbir morarma lekesi yok… Buna karşılık tüm vücudu çürük içinde… Öteye gidin, donun, bakmayın! Fotoğraf çekmek yasaktır, bilirkişi tutanağından bir şey sormak yasaktır. Cesedimi incelemek yasaktır. YASAK. Düşünmek yasak, tahmin etmek, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasak! Evet hepsi yasak! Ama kendi aptallığınızı, her katile özgü bu klasik aptallığınızı, kahkahalarınızı yasaklayamazsınız.

Cesedim bir dağ gibi ağır… Yüzbin ve yüzbin, ve yüzbinlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin yerinizi sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar.

Ben Ulrike Bağırıyorum Dario Fo – Franca Rame

Görsel: Ulrike Meinhof Cezaevinde

“İstediğiniz gibi yaşamıyorsam, kusura bakmayın…” Baba – Anton Çehov

— Eh doğrusu biraz içtim… Kusura bakma, geçerken bir tezgâh başı yapayım, dedim. Hava sıcak da. İki küçük şişe yuvarladım. Ne yapalım? Sıcak kardeş.

İhtiyar Musatov, cebinden bir bez parçası çıkardı. Tıraşlı, görmüş geçirmiş yüzünü sildi. Oğluna bakmadan sözlerine devam etti:

— Sana kuzucuğum, bir dakika geldim. Pek önemli bir iş için. Kusura bakma, belki seni rahatsız ediyorum. Salıya kadar bana on ruble verebilir misin? Anlıyorsun tabii. Dün işte ev kirası verilecekti de. Para da yok. Kafamı kesseler yok, yok.

Genç Musatov, bir söz söylemeden dışarıya çıktı, kapı arkasında yazlık evinin sahibiyle, evde beraber oturdukları meslek arkadaşlarıyla bir şeyler fısıldaştı. Üç dakika sonra döndü. Gene bir şey söylemeden babasına on rublelik bir kâğıt uzattı, ihtiyar Musatov, kâğıda bakmadan kayıtsızca cebine soktu:

— Mersi, dedi. Eh, nasılsın bakalım, çoktan beri görüşemedik.

— Evet çok oluyor. Ta Paskalya’dan beri.

— Ben, dört, beş defa sana gelmeye niyetlendim ama bir türlü vaktim olmadı, işim başımdan aşkın. Hoş, söylediklerim de doğru değil ya. Boyuna yalan söylüyorum. Sen bana inanma Borinka. Salı günü on rubleyi veririm dedim ya, inanma. Tek bir sözüme bile inanma. Hiçbir işim yok. Yalnız haylazlık, sarhoşluk. Sonra bu kılıkla sokağa çıkmak da ayıp oluyor. Sen Borinka, affet beni. İki, üç defa küçük kızı gönderip senden para istedim, acıklı mektuplar yazdım. Paraya teşekkür ederim, yalnız mektuplara inanma, hep yalan söylüyorum. Seni soymaktan da sıkılmıyor değilim kuzucuğum. Biliyorum, sen de iki ucunu bir araya zor getiriyor, zeytin ekmek yiyorsun. Ama şu yüzsüzlüğümle ne yapayım, öyle yüzsüzüm ki, eşim benzerim yoktur… Affet beni Borinka, sana gerçeği apaçık söylüyorum, çünkü şu melek yüzüne içim sızlamadan bakamıyorum.

Bir dakika sessizlik içinde geçti, ihtiyar, derin derin göğüs geçirdi, sonra:

— Bana bir bira ikram etsene kuzum, dedi.

Oğlu dışarıya çıktı. Kapı arkasında tekrar fısıldaşmalar işitildi. Biraz sonra birayı götürdükleri zaman ihtiyar, şişeyi görünce canlandı, edasını tamamıyla değiştirdi. Gözlerini fal taşı gibi açarak:

— Demin yarışlara gitmiştim, dedi. Üç kişiydik. Şustra üzerine üç ruble koyduk. Allaha şükür şu Şustra’ya. Bir rubleye otuz iki ruble verdi. Ne yapayım kardeşim, yarışta oynamadan edemem. Hem de kibarca bir zevktir. Bizim hatuncuk, yarışlara her gidişimde bana adamakıllı çıkışır, ama gene giderim. Ne yapayım heves bu.

Sarı saçlı süzgün yüzlü genç adam, Boris, bir köşeden öbürüne sessizce gidip geliyor, hiçbir kelime söylemeden dinliyordu. İhtiyar, öksürmek için konuşmasını kesince ona yaklaştı dedi ki:

— Geçenlerde babacığım, bir çift fotin almıştım, bana biraz dar geliyor. Sen almaz mısın? Ucuza veririm.

İhtiyar, yüzünü buruşturarak:

— Olur, dedi. Yalnız aynı fiyata olsun. Hiç indirme kabul etmem.

— Pekâlâ sana veresiye veririm.

Oğlu, yatağın altına girdi, oradan yeni fotinlerini çıkardı. Babası hantal, kahverengi, kendisinin olmadığı belli olan çizmelerini çıkardı, yeni fotinleri giymeye başladı:

— Tamam, tamam geliyor. Kabul. Bende kalsın. Sah günü emekli maaşımı alınca sana parasını gönderirim.

Sonra birdenbire gene ağlamaklı haliyle:

— Yalan söylüyorum, at yarışları da emekli maaşı da yalan. Sen de beni aldatıyorsun Borinka… Senin cömert siyasetini anlıyorum, beyninin içini okuyorum. Fotinler dar gelmiş kalbin geniş de ondan. Ah Boriya, Boriya! Her şeyi anlıyorum, her şeyi görüyorum.

Sarhoşun oğlu, konuşmayı değiştirmek için:

— Siz yeni daireye taşındınız mı? diye sordu.

— Evet kardeş, taşındık. Her ay taşınıyoruz ya. Hatunun huyu böyle, bir yerde fazla kalamaz. Bir defa eski evinize gittim, sizi sayfiyeye çağırmak istedim. Sıhhatiniz için biraz temiz havada yaşamak fena olmaz.

İhtiyar elini silkip sallayarak:

— Olmaz, dedi. Hatun bırakmaz, kendim de istemem ya. Yüz defa beni uçurumdan çıkarmaya çalıştınız. Ben de çalıştım. Ama boşuna. Bırakın artık. Koy, uçurumda geberip kalayım. İşte burada seninle oturuyorum, senin melek yüzüne bakıyorum, ama gene de bir şey beni eve, o uçuruma çekiyor, Alınyazım böyleymiş demek. Bok böceğini zorla gül fidanına götüremezsin. Hayır kardeş, olmaz. Eh, gitme zamanı da geldi. Hava kararıyor.

— Durun, ben sizi biraz geçireyim. Benim de şehre gitmem lâzım.

İhtiyar ile genç paltolarını giyip dışarıya çıktılar. Biraz sonra araba yola koyulduğu zaman hava iyice kararmıştı, pencerelerde ışıklar görünüyordu.

Baba:

— Dolandırdım seni, Borinka, diye mırıldanıyordu. Zavallı, zavallı çocuklar, insanın böyle bir babası olması herhalde büyük bir felâkettir. Yüzünü görünce yalan söyleyemiyorum. Affet beni… Allah’ım şu yüzsüzlüğüm nereye kadar varacak… Şu halimle seni utandırıyorum. Kardeşlerini de seni de soyuyorum. Ama dün beni bir görseydin, Borinka senden gizleyecek değilim ya. Dün bizim hatuna konu komşu ıvır zıvır geldi. Onlarla beraber içtim. Çocuklarıma adamakıllı veriştirdim. Sövdüm saydım, beni bıraktılar, diye ağlandım. Birtakım sarhoş kadınları kendime acındırmak istedim. Kendimi zavallı bir baba göstermek istedim. İşte âdetim böyle. Kusurlarımı gizlemek isteyince bütün kabahati masum çocuklarıma yüklüyorum. Ama Borinka sana yalan söyleyemem, senden bir şey saklayamam. Sözde yukardan alacaktım, seni görünce, uysallığını, iyi kalpliliğini görünce dilim tutuldu, içim değişti.

— Ne ise babacığım, bırak şunları da, başka bir şeyden söz açalım.

— Allah’ım, ne çocuklarım var, Allah bana lütfetti, ne çocuklar verdi. Böyle çocukları benim gibi serseriye değil, kalbi olan, duyguları olan bir insana vermeliydi. Ben onlara lâyık değilim.

İhtiyar, tepesi düğmeli kasketini eline aldı, birkaç istavroz çıkardı. Sonra ah çekip, sanki dinî tasvirler arıyormuş gibi etrafına bakınarak: “Allaha çok şükür” dedi. “Mükemmel, eşi bulunmaz çocuklar. Üç oğlum var, birbirinden iyi. Hiçbiri ağzına içki koymaz, ağırbaşlı, işten anlayan, kafalı insanlar. Arabacı, bilsen ne kafalı çocuklardır. Şu Grigory yok mu, öyle bir zekâsı vardır ki, on kişiye yeter, öyle bir konuşur ki, avukatlar halt etsin yanında. Fransızca da konuşur, Almanca da konuşur. İnsan, dinlemekten kendini alamaz. Çocuklarım, benim olduğunuza inanamıyorum. Sen Borinka, çok çilekeş evlâtsın, seni batırıyorum, batırmaya da devam edeceğim… Bana boyuna para veriyorsun. Bir şeye yaramadığını bile bile. Demin sana merhamet dileyen bir mektup gönderdim. Hastalığımdan dem vurdum. Düpedüz yalan söyledim. Senden, rom içmek için para istedim. Sen de, yok deyip de beni kırmaktan çekindiğin için boyuna veriyorsun. Bütün bunları biliyorum, farkındayım. Grişa da çilekeşin biri. Perşembe günü kardeş, dairesine gittim. Sarhoştum, üstüm başım kirliydi, elbiselerim yırtık pırtıktı, meyhane gibi votka kokuyordum. Birtakım kabaca sözlerle doğru masasına yaklaştım. Oysa ki, etrafında arkadaşları, müdürü, arzuhalcilere vardı. Ona, bütün hayatı boyunca temizleyemeyeceği bir leke sürdüm. O ise hiç utanmadı. Yalnız biraz sarardı, ama sonra gülümsedi. Bir şey olmamış gibi bana yaklaştı, hatta beni arkadaşlarıyla tanıştırdı, sonra evime kadar getirdi. Ağzını açıp bir söz söylemedi, sızlanmadı. Onu senden fazla soyuyorum. Ya kardeşin Saşa’ya ne dersin? O da çilekeş. Bilirsin, asil bir aileden bir albay kızıyla evlendi. Çeyizi de var. Benimle pek ilgilenmemesi lâzım, ama hiç de öyle değildi, kardeş. Evlenir evlenmez, nikâhtan sonra genç karısıyla beraber ilk önce beni ziyaret etti. Şu oturduğum çukurda… Vallahi…

İhtiyar ağlar gibi bir hal aldı, sonra hemen güldü:

— O anda da sanki mahsus yapıyormuşuz gibi kvasla rendelenmiş turp yiyorduk, balık kızartmıştık. Evde öyle bir koku vardı ki, şeytana bile fenalık gelirdi. İçmiş, bir yana uzanmıştım, karım, yüzü kıpkırmızı, gençleri karşılamaya çıktı. Sözün kısası, rezalet vesselam. Saşa gene her şeyi hoş gördü.

Boris:

— Evet, bizim Saşa iyi adamdır, dedi.

— Fevkalâde iyi adam. Hepiniz altın gibi çocuklarsınız. Sen de, Saşa da, Sonya da. Hepinize neler çektirmiyorum. Ben, yüzünüzü kızartıyorum, üzüyorum, soyuyorum sizi. Şimdiye kadar sizden bir tek şikâyet sözü işitmedim, bana hiçbir zaman fena gözle bakmadınız. İyi bir baba olsaydım ne ise, ama ne gezer! Siz, benden kötülükten başka bir şey görmediniz. Ben kötü, ahlâksız bir adamım. Şimdi Allaha şükür yatıştım, artık kendime güvenim kalmadı. Halbuki eskiden siz küçükken kendime müthiş güvenirdim. O zaman ne yapsam, ne söylesem, hep bana öylesi lâzımmış gibi gelirdi. Kimi zaman, geceleri kulüpten eve dönerim, sarhoş hali, hemen huysuzluğa başlardım, rahmetli annene, fazla masraf ediyorsun, diye çıkışırdım, bütün gece dırdır başının etini yerdim, hem de böyle yapmak lâzımmış gibi düşünürdüm. Kimi zaman, sabahlan siz kalkıp okula giderdiniz, ben de ona hâlâ söylenir dururdum. Nur içinde yatsın, çok çektirdim zavallıya. Okuldan döndüğünüz zaman, ben uykuda olurdum. Siz de ben kalkmadan yemeğe oturmaya cesaret edemezdiniz. Yemekte tekrar aynı terane başlardı. Hatırlarsın herhalde. Allah, kimseye böyle baba vermesin. Allah, beni büyüklüğünüz belli olsun diye gönderdi. Evet, böyledir, öyle ise çocuklar sonuna kadar dayanın. Babanı say, çok yaşarsın derler. Belki de gösterdiğiniz büyüklük için Allah size uzun ömür verir. Arabacı dur!

İhtiyar, arabadan atladı, gene bir ayak üstü meyhanesine daldı. Yarım saat sonra geri döndü. Sarhoş sarhoş bir çığlık attı. Gene oğlunun yanına oturdu:

— Sonya nerede? diye sordu. Hâlâ yatılı okulda mı?

— Hayır, mayısta bitirdi. Şimdi Saşa’nın kaynanası yanında oturuyor.

İhtiyar:

— Allah Allah, diye şaşa kaldı. Yaman kız, demek ağabeylerine benzemiş. Eh Borinka, annesi yok ki, sevinsin. Dinle Borinka… O… Nasıl yaşadığımı biliyor mu? Ha!

Boris, hiç karşılık vermedi, beş dakika kadar derin bir sessizlikle geçti. İhtiyar ağlamaya başladı. Küçük bez parçasıyla gözlerini sildi:

— Severim onu Borinka, dedi, severim! Biricik kızım, ihtiyarlıkta insanı en iyi avutacak kızıdır. Onu bir görebilsem. Olur mu dersin Borinka, görebilir miyim?

— Tabii, istediğiniz zaman.

— Sahi mi? Bir şey demez mi acaba?

— Yok canım, görüşmek için kendisi sizi aramıştı.

— Doğru mu söylüyorsun? Ama ne çocuklar! İşitiyor musun arabacı? Borinka, ne olur, bu işi düzenle. O, artık bir matmazeldir. Delikatestir, konsomedir, ben de bu kötü kılığımla kendimi ona göstermek istemem. Biz, Borinka, bu işi şöyle düzenleyelim: üç gün kadar içkiden el çekerim, şu melun sarhoş yüzüm biraz kendine gelsin. Sonra sana gelirim, sen de, bir zaman için, elbiselerinden birini bana verirsin; tıraş olurum, saçlarımı kestiririm. Sonra sen gider, onu kendi evine getirirsin. Olur mu?

— Hay hay.

— Arabacı dur!

— İhtiyar tekrar arabadan atladı, meyhaneye koştu. Boris’le beraber eve gelinceye kadar böylece bir, iki defa daha arabadan atladı. Boris onu hep sessiz sessiz, sabırla bekledi, ihtiyar, arabayı savdıktan sonra uzun pis bir sokaktan hatununun evine doğru giderken, müthiş utanmış, kabahatli bir yüz takınmıştı. Sıkılgan bir tavırla homurdandı, dudaklarını diliyle ıslatarak, rica eder gibi:

— Borinka, dedi. Şayet hatun, ileri geri söylenirse sen hiç aldırış etme. Elden geldiği kadar iyi davran. O cahildir, küstahtır, ama gene de iyi kadındır. Göğsünde iyi, sıcak bir kalp çarpar.

Uzun avluyu geçtiler. Boris, karanlık bir sofa gördü. Kapı gıcırdadı. Mutfak kokusu, semaver dumanları geldi. Birtakım keskin sesler işitildi. Sofadan mutfağa geçerken Boris, sadece koyu bir duman, üstüne çamaşır asılı bir ip, deliklerinden kıvılcım saçan bir semaver borusu gördü. İhtiyar, mutfağa yakın olduğu için, havası pek bozulmuş alçak tavanlı küçük bir odaya eğilerek girerken:

— İşte hücrem, dedi.

İçerde, masa başında, üç kadın oturmuş, kahvaltı ediyorlardı. Misafiri görünce birbirine bakıştılar, yemeyi kestiler. Herhalde ihtiyarın hatunu olan bir kadın, sert sert:

— E, buldun mu bakalım? dedi.

— Buldum, buldum. Boris, lütfen otur. Ya, delikanlı, bizde işler basittir; biz böyle basitlik içinde yaşarız.

Anlaşılmaz hareketlerle didinip duruyordu. Hem oğlundan sıkılıyor, hem de kadınların yanında her zamanki gibi yüksekten atmak, kendini zavallı, bırakılmış bir baba gibi göstermek istiyordu:

— Evet, kardeş, işte böyle basit, gösterişsiz yaşarız. Biz, delikanlı, basit insanlarız. Sizin gibi göz boyamayı sevmeyiz. Ya, biraz votka içelim mi?

Kadınlardan biri (bir yabancı yanında içmekten utanıyordu) içini çekti, dedi ki:

— Ben de mantarla biraz içerim… Ama ne mantar, insan içmeden duramaz.” lvan Gerasimoviç, beyefendiye de ikram edin. Belki içerler.

Sonuncu kelimeyi kadın eçirler şeklinde söylemişti, ihtiyar, oğluna bakmadan:

— İçsenize delikanlı, dedi. Bizde kardeş şarap, likör bulunmaz. Biz böyle basit yaşarız.

Hatun içini çekerek:

— Evimizden hoşlanmazlar tabii, dedi.

— Yok, canım yok, içer, içer.

Boris, babasını incitmemek için kadehi aldı, sessizce içti. Semaver geldiği zaman da süzgün yüzüyle ihtiyara yaranmak için berbat çaydan iki bardak içti. Hatunun, bu dünyada ana, babalarını bırakan, dinsiz, katı yürekli çocuklar konusu üzerindeki iğneli konuşmasını sessizce dinliyordu. Kafayı tutmuş olan ihtiyar, her zamanki coşkun sarhoşluk haline girerek:

Biliyorum, şimdi neler düşünüyorsun, diyordu. Benim düşkün, zavallı, kirli bir adam olduğumu düşünüyorsun. Bana gelince delikanlı, şu yaşadığım sade hayat, senin hayatından çok daha normaldir. Hiç kimseye ihtiyacım yok benim. Ve… Ve… Kimsenin önünde alçalmak niyetinde değilim. Bana acıyarak bakan çocuklara müthiş kızarım.

Çaydan sonra tuzlu balığı kızdırıp, üzerine hevesli soğan serperken öyle duygulandı ki, gözleri yaşardı.

Tekrar yarışlardan, kazançlardan, dün on altı ruble verdiği bir hasır panama şapkadan konuşmaya başladı. Tuzlu balığa, içkiye duyduğu aynı iştahla yalan söylüyordu. Oğlu, sessiz sessiz bir saat oturdu, sonra gitmek için ayağa kalktı, ihtiyar ona yüksekten bakarak:

— Sizi daha fazla tutmak istemem, dedi. İstediğiniz gibi yaşamıyorsam, kusura bakmayın delikanlı.

Şöyle bir kabardı, böbürlene böbürlene pufladı, kadınlara göz attı. Oğlunu sofaya kadar götürerek:

— Güle güle beyefendi, dedi. Atande.

Karanlık sofada ise, birdenbire yüzünü oğlunun yüzüne dayadı, hıçkırmaya başladı:

— Sonya’cığı bir görsem, diye mırıldandı. Bu işi düzenle, Borinka, kuzucuğum. Tıraş olur, elbiseni giyerim… Yüzüme bir ciddîlik veririm… Onun yanında sessizce dururum. Vallahi hiç ses çıkarmam.

Ardından, kadın sesleri gelen kapıya ürkek ürkek baktı. Hıçkırıklarını kesti, yüksek sesle:

— Güle güle, beyefendi, dedi. Atande!

Anton Çehov – Hikayeler

Sevinç Eratalay ve “Yeniden Başlamalı” Albümü

Özgün müzik sanatçısı Sevinç Eratalay, 1959 yılında Burdur’da doğdu. 1980 yılında İzmir Buca Eğitim Fakültesi Müzik Bölümü Piyano ve Şan Bölümü’nden mezun oldu. 1987 yılında ilk albümünü yaptı. Sesi ve besteleriyle o dönemde çok büyük ilgi topladı. Yurt dışı ve yurt içi sayısız konserler vermeye başladı.

“Frida Kahlo’yu dikkate değer yapan nedir?” Frida – Julie Taymor

Meksikalı solcu ressam Frida Kahlo’yu (1907-54) konu alan yeni film Frida’nın yönetmeni Julie Taymor, kendisiyle görüşme yapan Reel.com muhabirine şunları söylüyor: “Frida Kahlo hakkında bir şeyler bilip bilmediğiniz umurumda değil; hatta hiçbir şey bilmeyenler, filmi izlerken harika vakit geçiriyorlar, çünkü film o derece eksantrik, sıra dışı bir kadını anlatıyor ki.” Ancak olay izleyicinin sinema salonuna girdiğinde Kahlo hakkında bir şeyler biliyor olup olmaması değil, ayrılırken konu hakkında bir şeyler biliyor olup olmadığıdır.

Taymor’ın, yaşamları yirminci yüzyılın büyük konularıyla – Meksika ve Rus Devrimleri, Trotskizm ve Stalinizm, sosyalizm ve sanat ile – iç içe olan Kahlo’nun ve aynı dönemden Meksikalı sanatçı Diego Rivera’nın ilişkilerini tahmin edileceği gibi yüzeysel bir biçimde ele alması, kimsenin bilgi dağarcığını arttırmayacaktır.

Taymor’ın filmi, Hayden Herrera tarafından 1983 yılında yazılan ve Kahlo’yu feminizmin simgesi olarak yeniden keşfetme çabalarına destek vermiş olan biyografiden uyarlanmış. Taymor’un (Titus, 1999) bu eğilimi tersine çevirmeye çalışmaması saşırtıcı değildir. Film bir eleştirmen tarafından yerinde olarak (ve gayretkeşçe) şu şekilde tanımlandı: “göz kamaştırıcı komünistler, eşlerini aldatan duvar ressamları ve lezbiyen ilişkilerle ilgili aşk dolu bir öykü”.

Frida, Kahlo (Salma Hayek) ve Rivera’nın (Alfred Molina) ilişkisi üzerinde odaklanıyor. Film, 1922 yılında, 15 yaşındaki bir kız öğrencinin, halihazırda ünlü olan Rivera’yı, Meksiko City’de Ulusal Hazırlık Okulu’nda duvar resmi yaparken izleyişini gösteren bir sahne ile açılıyor. Bu sıralarda Rivera, ikinci karısı Lupe Marin (Valeria Golina) ile birliktedir.

18 yaşındayken, Frida yaşamının geri kalan bölümünde topallamasına ve gücsüz düşmesine neden olan korkunç bir tramvay kazasının kurbanı olur. Kazayı şu şekilde anlatır: “Oturma yerinin kolu, kılıcın boğayı delmesi gibi, beni delip geçti.” Kazadan üç yıl sonra, Eğitim Bakanlığı’nın binasına bir duvar resmi yapan ve kendisinden 20 yıl daha büyük olan Rivera ile yeniden karşılaşır. Frida, Rivera’ya kendi çalışmaları hakkında fikir almak için yaklaşır ve ona “Ciddi bir adamın eleştirisini istiyorum. Ben ne bir sanat sever, ne de bir amatörüm. Sadece yaşamını sürdürmek için çalışması gereken bir kızım,” der.

Bu ilk karşılaşma, filmin en kuvvetli ve doğru sözlü anlarından biridir. Çift, 1929’da Meksiko City’nin güneyinde yer alan Coyoacan’da evlendiğinde, masum Frida, Diego’nun kadınların peşinde koşma huyu konusunda sadece kısmen bir fikir sahibidir. Frida şu yorumu yapar: “Yaşamımda iki büyük kazadan dolayı acı çektim. Bunlardan biri üzerimden geçen tramvaydı. Diğeri Diego oldu.”

Film, Rivera’nın 1930-31 yıllarında ABD’ye yaptığı gezilerin kroniğini çıkartıyor. O ve Frida, Rivera’nın çeşitli kamu binalarına ve özel binalara bir dizi duvar resimleri yaptığı ve evlilik dışı birçok ilişkiye girdiği San Francisco, Detroit ve New York’a yolculuk yaptılar. (Rivera girdiği bu ilişkilerle ilgili olarak şöyle demektedir: “Hiç bir anlamı yoktu, bir el sıkışmanın verdiği duyguyu veriyordu.”) Misilleme olarak, Frida hem erkeklerle, hem de kadınlarla yatar. Yolculuk sırasında Rivera’nın istememesine karşın hamile kalır; Rivera onun karnında bir çocuk taşıyabileceği konusunda endişelidir. Yıkıcı bir düşük yapmasının ve annesini kaybetmesinin ardından Frida, Meksika’ya geri döner. Ancak Rockefeller Merkezi’nde yaptığı duvar resminden Vladimir Lenin’in portresini çıkartmayı reddetmesi üzerine Diego kendini Nelson Rockefellar ile (Edward Norton) bir mücadele içinde bulunca, Frida New York’a geri döner.

Frida ve Diego 1933’de Meksika’ya geri dönerler ve Coyoacan yakınlarda yeni bir eve taşınırlar. Frida, kız kardeşi Christina ile ilişkisi olduğunu fark edince Rivera’dan ayrı yaşamaya başlar. Diego’nun, Lev Trotskiy’in (Geoffrey Rush tarafından canlandırılıyor) Meksika’ya iltica etme iznini sağlamak için uğraştığı sırada barışırlar. 1937 yılının Ocak ayında Trotskiy ve karısı Natalya, Frida’nın anne ve babasının, silahlı nöbetçilerle, makineli tüfek yuvalarıyla güçlendirilmiş ve pencereleri tuğla ile örülmüş evine taşınırlar.

Sürrealist şair ve eleştirmen André Breton’ın katılımıyla Riveralar ve Trotskiyler Teotihaucan’daki ören yerlerini ziyaret ederler, siyaset ve kültür üzerine tartışmalar yaparlar. Yaptıkları sohbetlerde Trotskiy ve Stalin arasındaki siyasi mücadeleye yapılan belli belirsiz göndermeler yer alır. Trotskiy ve Frida, 1940 Mayısında Trotskiy’in hayatına kasteden ilk girişimin öncesinde bir kez buluşurlar. 1940 yılının Ağustos ayında Trotskiy’e, Stalinist ajanlar tarafından yapılan suikasta, Frida’nın kısa bir süre için şüpheli olarak kabul edilmesinin dışında pek yer verilmez. Bu sırada Diego tarafından terk edilir ve sağlığı çok kötü durumdadır.

Diego ve Frida 1940 yılının Aralık ayında yeniden evlenirler. Frida 1950’de dokuz ay boyunca hastanede kalır ve 1953’te sağ bacağı kesilir. Yaşadığı her fiziksel travmada doktorlarına şunu söyler: “Sadece beni şöyle bir toparlayın ki resim yapabileyim.” Frida, kırk yedinci yaş gününden bir hafta sonra, 13 Temmuz 1954’de ölür.

Frida Kahlo’nun biyografisini, esas olarak tarihsel, siyasi ve sanatsal tahlilden yoksun bir biçimde, ana hatları ile sunmanın dışında yönetmen Taymor, çalışmasını grafik ve kuklacılık konularındaki yeteneği ile renklendiriyor.

Frida, sanatçının alamet-i farikası olan renklerin sürrealist bir biçimde, avlusunda maymunların ve tavus kuşlarının çiçek açmakta olan kaktüsler arasında koştuğu büyüleyici manzaraların üzerine yerleştirilmesi ile başlıyor ve bitiyor. Kendisini ölümün eşiğine getiren kazanın ardından hastanedeyken Ölüm Günü figürlerinin Kahlo ile gevezelik ettikleri sahnede, kuklaların ustaca kullanıldığını görüyoruz. Tuhaf bir biçimde resimler “gerçek zamanda” yer almaya başlar. Kahlo’nun ceninli ünlü oto-portresi, düşük yaparken çektiği acı ve üzüntünün canlı bir ifadesi olarak öne fırlamaktadır. İnsanlar düzleşip iki boyutlu hale gelirken, resimler üç boyutlu hale gelir. New York City’de, Diego’nun kadın peşinde koşmasıyla ilgili Frida’nın hissettikleri görselliğe dökülerek, King-Kong’un mekanik olarak kesip çıkarıldığı ve yerine yerleştirilen Kong-Diego’nun şehri dehşete boğduğu ve kendi ölümüyle Empire State binasının tepesinde karşılaştığı sahne ile ifade edilir.

Rivera rolünde Alfred Molina’nın performansı filmin en izlenmeye değer yönlerinden birini oluşturuyorsa da, bu durum filmin siyaset ve tarih alanındaki büyük ihmallerini telafi edemiyor. Rivera, Meksika Devrimi’nin, Rus Devrimi’nin ve bir süre için Trotskist Dördüncü Enternasyonal’in yandaşıydı. Film birçok tarihi figüre, bir tür görsel yoldan tanınmış kişilere ismiyle seslenerek hava atıyorsa da, bu kişiler bir sahne dekoru rolü oynamanın ötesine pek gidemiyorlar. Kim olduğu çok açık bir biçimde fark edilemeyen Breton’ın yanı sıra –filmin üretim notlarına göre- duvar ressamı Jean Charlot, ressam Pablo O’Higgins, besteci Silvestre Revueltas ve fotoğrafçı Edward Weston bir görünüp kaybolalanlar arasında yer alıyorlar. Bu insanların kim oldukları fark etmek mümkün olmuyor.

Her ne kadar İtalyan fotoğrafçı Tina Modotti’yi (sevgilisi ünlü bir GPU tetikçisi Vittorio Vidali, namı diğer Carlos Contreras olan) ve Meksikalı ressam David Siqueiros’u tanımak için üretim notlarına başvurmak gerekmiyorsa da, bunların Stalinist gangsterlikle olan bağlantılarından hiç söz edilmiyor. Film, 1940 yılının Mayıs ayında Trotskiy’in hayatına kasteden başarısız girişimde Siqueiros’un oynadığı merkezi rolü göz ardı ediyor ya da kayıtsız kalıyor.

Aslında, filmde Stalinizm ile Trotskizm arasında yaşanan dünya çapında tarihi öneme sahip olan, hem Kahlo’nun, hem de Rivera’nın yaşamının merkezinde yer alan ve özellikle Rivera’nın çalışmalarının evrimi içinde belirgin bir biçimde ve doğrudan işlenen mücadele, büyük ölçüde ıskalanıyor.

1922 yılında Rivera, henüz bir öğrenci olan Frida ile ilk kez karşılaştığında, Devrimci Ressamlar, Heykeltıraşlar ve Grafik Sanatçıları Sendikası’nın kurucuları arasında yer almıştı. Kahlo ve Rivera 1928’de karşılaştıklarında, her ikisi de Meksika Komünist Partisi’ne üyeydiler. 1929 yılında Rivera, Stalin’in “Sosyalist Gerçekçilik” teorisinin sanata, hem üslup, hem de konu açısından kabul edilemez sınırlamalar getirmesi nedeniyle, Komünist Parti (KP) önderliği ile çatışmaya girdi. Rivera siyasi anlaşmazlıklarını yüksek sesle ifade ettikten sonra ve bir duvar resmini parti liderlerinin talepleri doğrultusunda değiştirmeyi reddetmesinin ardından KP’den atıldı. Ertesi yıl Kahlo aktif üyelikten çekildi.

Rivera’nın Rockeffeler’a karşı New York’ta 1933 yılında aldığı kararlı tutum onun Lenin’in portresini içeren bir duvar resminin “günümüzdeki kapitalizm tarafından yaratılan bir toplumun durumunu kesin ve somut olarak ifade eden, ve insanlığın açlığı, baskıyı, kargaşayı ve savaşı yok etmek için tutmaları gereken yolu temsil eden binadaki tek doğru resim” olduğuna dair inancıydı. Buna karşılık Kahlo’nun resimleri olağanüstü kişisel yaşantısına egemen olan mücadelelerin doğrudan bir ifadesiydi. Rivera’ya göre Kahlo “sanat tarihinde bir sanatçının duygularının biyolojik gerçeğini açığa çıkartmak için göğsünü ve kalbini yırtıp açtığı tek örnektir.” Bu sözler, yönetmen Taymor’ın “Frida’nın muhteşem ikiliği … biseksüel olduğu gerçeği, kocası tarafından sersemletilmiş bağımsız bir kadın olduğu gerçeği” diyerek dile getirdiği bakış açısından biraz daha derin ve etkilidir.

Her iki sanatçı da Trotskist hareketin yanında yer aldılar ve bir süre için Trotskiy’le yakın ilişki içinde oldular. 1938 yılında Rivera, Trotskiy ve Breton ile birlikte dürüst sanat ve “toplumun bütünsel ve radikal yeniden inşası” tutkusu arasındaki ilişkiyi ana hatları ile ortaya koyan Manifesto: Özgür Devrimci Sanata Doğru başlıklı çalışmanın hazırlanmasında birlikte çalıştı.

Ne Rivera’nın, ne de Kahlo’nun – her ikisi de sözü edilmeye değer sanatçılardı ancak kayda değer bir politik düşünür değillerdi – sürekli devrim teorisi dahil olmak üzere, Trotskiy’in Stalinist bürokrasi ile verdiği mücadelenin özünü anlamadıklarını ve şu ya da bu ölçüde Meksika milliyetçiliğinin etkisi altında kaldıklarını söylemek yanlış olmaz. Her ikisinin öyküsünün uslanmış ve demoralize olmuş bir biçimde Stalinist kampta sona ermesine Taymor’ın ağırbaşlı olmayan bir biçimde sunduğu gibi Trotskiy’le Kahlo arasında her ne olmuşsa ya da olmamışsa yaşananlar değil, esas olarak sözü edilen bu etkiler yol açmıştı.

Filmin Rivera’nın sadakatsizliği ve Kahlo’nun “biseksüelliği” üzerinde yoğunlaşması mevcut entelektüel ortama intibak etmenin bir sonucudur. En hafif deyimle her iki sanatçı ne evlilik kurumuna burun kıvırmaya ne de uyum sağlamaya değil, burjuva kurumlarının politik olarak yerle bir edilmesine odaklanmışlardı. Daha önceki bir dönemde, film yapımcıları güçlü tarihsel dürtülerin etkisinde kalıp, bu ilişki ile bağlantılı olan sanat ve politika üzerinde yoğunlaşırlardı.

Kahlo, Rivera’yı şu şekilde tanımlamıştı: “o resimlerinin, düşünüş şeklinin, ve işlevsel, sağlam ve uyumlu bir toplum inşa etmeye yönelik ateşli tutkusunun bir mimarıydı… Her zaman insanlığın korkusunu ve aptallığını yenmek için kavga verdi.” Buna karşılık Rivera yaşamının sonlarına doğru onunla ilgili olarak şu gözlemi yaptı: “Frida’nın çalışmasına egemen olan trajedi değildir… Onun çektiği acının karanlığı sadece onun fiziksel direncinin fevkalade ışığına, onun hassas duyarlılığına, onun parlak zekasına, ve düşmanca güçlere karşı nasıl direnileceğini ve zafere nasıl ulaşılacağını diğer insanlara gösteren yenilmez gücüne kadifeden bir arka plan oluşturur.”

Frida’nın, Trotskiy’i gayrı ciddi bir biçimde resmetmesi karşısında, Trotskiy filmin ana karakterlerinden birinin en son söylediği şu sözleri hak ediyor: “Toplumsal devrimin gizli kaynaklarını kendi gözlerine görmek ister misin? Rivera’nın duvar resimlerine bak. Devrimci sanatın neye benzediğini bilmek ister misin? Rivera’nın duvar resimlerine bak. Biraz daha yaklaş ve çapulcuların, Katoliklerin, diğer gericilerin, elbette buna Stalinistler de dahil, kazıdıkları yerleri ve lekeleri net bir biçimde göreceksin. Bu kesikler ve kazımalar duvar resimlerine daha büyük bir hayat veriyor. Önünde sadece bir ‘resim’, sanatsal tasarlamanın pasif bir nesnesi durmuyor; önünde duran sınıf mücadelesinin yaşayan bir parçasıdır. Ve aynı zamanda bir başyapıttır!”


Joanne Laurier Frida – Yönetmen: Julie Taymor;Senaryo: Claney Sigal, Diane Lake, Gregory Nava ve Anna Thomas; Hayden Herrera’nın kitabından uyarlanmıştır

Rousseau: Korkuları beklemek, karşılaşmaktan daha korkunçtur

Yalnız Gezerin Düşlemleri

İşte, yeryüzünde yalnızım; kendimle baş başayım; artık ne kardeşim var, ne benzerim, ne de dostum. İnsanların en seveceni, en cana yakını, bu insanlar arasından söz birliğiyle çıkarıldı. Bunlar, düşmanlıklarını hainliğin son sınırına götürerek, duyarlı ruhuma hangi üzüntünün daha çok dokunabileceğini araştırdılar ve beni kendileriyle birleştiren bağların hepsini kesip attılar. Kendileri istemeseler de, onları sevebilecektim; sevgimden ancak insan olmaktan çıkmak yoluyla kurtuldular. Öyle istediklerine göre, şimdi benim için yabancı, adı sanı bilinmeyen insanlar onlar; birer hiçler! Ama, onlardan ve her şeyden sıyrılmış bulunan ben neyim? Bana bunu araştırmak kalıyor. Ne çare ki, önce benim durumuma bir bakmak gerek; sözü benzerlerimden kendime aktarmak için de gerekli bu.

Bu garip duruma düşeli on beş yıldan çok geçtiği halde, yine de düş gibi geliyor. Hala sindirim güçlüğü çektiğimi, kötü uyuduğumu ve uyanınca dostlarıma yine kavuşacağımı sanıyorum. Evet, hiç kuşkusuz, ayrımına varmadan uyanıklıktan uykuya, daha doğrusu yaşamdan ölüme geçmiş olacağım. Her nasılsa, eşya doğasından çıkarak, içinde bir şey seçemediğim bir düşleme yuvarlandım. Ve bugünkü durumumu ne denli çok düşünürsem, nerede bulunduğumu o denli az anlıyorum.

Ah, varacağım sonu önceden nasıl anlayabilirdim; beni pençesine aldığı bugün bile anlayamıyorum. Hiç değişmeyen, hala ne idiyse o olan benim, bir gün gelip bir canavar, zehir saçan bir adam, bir öldürmen (katil) sayılacağımı, insanoğlunun nefret ettiği ayak takımının oyuncağı olacağımı, gelen geçenin beni yüzüme tükürerek selamlayacağını, bütün bu kuşağın söz birliğiyle beni diri diri gömmekten hoşlanacağını kestirmeye sağduyum izin verir miydi? Şaşkınlık ve katlanamayış, beni on yıldır dinmeyen bir sabuklama nöbeti içine attı. Bu sürede de yanlış üstüne yanlış, budalalık üstüne budalalık yaparak, önlemsizliğimden dolayı talihimi ellerine alanlara yazgımı kesin olarak belirlemeye yarayacak birçok silah vermiş oldum.

Uzun zaman boşuna var gücümle çırpındım. Becerikli, ikiyüzlü, usta ve önlemli olmadığım gibi, açık sözlü, sabırsız ve çabuk kızar bir kişi olduğum için çırpındıkça daldım ve düşmanlarıma, bana yeni yeni kötülükler etme konusunda, asla savsaklamadıkları fırsatları verdim. Sonunda, çabamın yararsızlığını, boşuna üzüldüğümü görüp, geri kalan tek karara vardım ki, o da yazgıya başkaldırmadan boyun eğmekti. Acı ve boşuna bir karşı koymanın yorgunluğuyla uzlaşamayan o her şeye katlanmanın verdiği dinginlikle derdimi unutabildim.

Bu dinginliğe bir etken daha karıştı. Acımasız düşmanlarım, bana çektirme konusunda daha başka düzenler düşünürken birini unuttular ki, o da her seferinde yeni bir darbe indirerek acımasızlıklarının etkisini sürekli tazelemekti. Bana ufak bir umut ışığı bırakmak becerisini gösterseydiler, bu umut sayesinde beni hala ellerinde tutar, oyalayabilir, gerçekleşmeyen bekleyişimle beni yeni bir üzüntüye mahkûm edebilirlerdi. Ancak, ellerindeki araçların hepsini birden kullanmadan tükettiler; bana hiçbir şey bırakmamakla kendilerini de her şeyden yoksun ettiler. Beni boğdukları kara çalma, alay, rezillik ve aşağılanma ne artabilir, ne de eksilebilir; ne onlar yeğinleştirebilirler, ne de ben bundan sıyrılabilirim. Perişanlığımı en son sınırına vardırmakta öyle çok çabaladılar ki, bütün insan gücü, cehenneme özgü bütün hilelerin yardımıyla bile, ona hiçbir şey katamaz. Beden sızısı bile bu acıyı çoğaltacağına avutur, beni inletirken içimi çekmekten kurtarır; vücudumun parçalanması yüreğimin parçalanmasını durdurur. Artık her şey oldu; daha ne korkum var onlardan? Beni daha kötü bir duruma getiremeyeceklerine göre, yeni korkulara düşüremezler. Kaygı ve korku, işte sayelerinde kurtulduğum iki bela; bu da bir kazançtır. Gerçek dertler beni daha az etkiler; uğradığım dertlere katlanırım, ama korktuklarıma asla. Onlar telaşlı düşlemimle türlü biçimlere girer; genişler, büyür; onları beklemek, karşılaşmaktan daha korkunçtur; tehdit, vuruşun kendisinden daha kötü. Ama gerçekleştiler mi düşlemlikleri yitip asıl niteliklerini bulurlar. O zaman, bu dertleri sandığımdan daha hafif görür ve acılar ortasında ferahlarım. Öylece herhangi yeni bir kaygıdan ve umutsuzluğun üzüntüsünden kurtulur, hiçbir şeyin daha çok ağırlaştıramayacağı bir duruma alışma sayesinde günden güne daha kolay çeker olurum ve zamanla duyarlığım azaldığı için onu uyandırmak güçleşir. Düşmanlarım, düşmanlıklarının bütün araçlarını hesapsızca tüketmekle, bana öyle bir iyilik ettiler; beni egemenlikleri altında tutamaz oldular. Ben de artık onlarla eğlenebilirim.

Henüz iki ay geçmemiştir ki, yüreğime yeniden tam bir erinç geldi. Çoktan beri hiçbir şeyden ürkmez olmuştum; ama hala umudum vardı. Ve, kimileyin beslenen, kimileyin aldatılan bu umut, binbir türlü istek ve düşüncenin beni alt üst etmesine araç olmuştu. Hüzünlü ve aynı zamanda beklenmeyen bir olay, sonunda yüreğimdeki bu zayıf umut ışığını da söndürerek yeryüzündeki yazgımı kesin bir biçimde belirledi. O günden beri koşulsuz bir boyun eğiş içine girdim ve dinginliğe kavuştum.

Bana karşı olan düzeni bütün olarak görmeye başlar başlamaz, sağ kaldıkça, halkı yeniden kendimden yana çevirmeyi başaramayacağımı iyice anladım; aslında karşılıklı olmasına olanak kalmayan bu barışın artık bir yararı da yoktu. İnsanlar bundan sonra bana dönseler de, beni bulamayacaklardı. Onlarla ilişkilerim, bana aşıladıkları beğenmezlik yüzünden hem anlamsız, hem de benim için bir yük olacaktı; yalnızlığımda onlarla birlikte yaşamakta bulamayacağım bir mutluluk buluyorum; insanlar, toplum yaşamının bütün zevkini yüreğimden kopardılar. Artık bu yaşta o zevki duyamam; iş işten geçti. Bundan böyle iyilik de kötülük de etseler, onlardan gelen her şeye karşı ilgisizim; ne yaparlarsa yapsınlar, karşıtlarım benim için bir şey yapamazlar.

Ama yine geleceğe bel bağlıyor, daha insaflı bir kuşağın, bugünkü kuşağın benim için verdiği yargıları ve bana uygun gördüğü davranışı inceleyerek, kendisini yönetenlerin hilesini ortaya çıkaracağını ve sonunda beni olduğum gibi göreceğini umuyorum. Bu umuttur ki, bana “Konuşmalar”ımı yazdırdı ve (beni), onları gelecek kuşaklara bırakma konusunda delice bin türlü girişime yöneltti. Uzak bir gelecekle ilgili olan bu umudum, (beni) yaşadığım dönemde henüz insaflı bir yürek ararken kapıldığım yürek çarpıntılarına düşürdü; uzaklaştırmak istediğim o umutlar, aynı zamanda beni bugünün insanlarının oyuncağı durumuna koyuyordu. Bu bekleyişimi ne üzerine kurduğumu “Konuşmalar”ımda söyledim. Oysa yanılıyormuşum. Yanıldığımı, son saatimde ve henüz zaman geçmeden bir kaygısızlık ve dinlenme arası bulabilecek denli erken anladım. O ara, sözünü ettiğim dönemde başladı; artık kesilmeyeceğini sanmama yola açan kimi nedenler var.

Halkın benden yana döneceğini ummaktaki yanılgımı yeni yeni düşüncelerle ölçmeden gün geçmiyor; bunda zamanın etkisini bile beklemek yanlıştı; çünkü yetişenler bile, bana gelince, kişiliğime kin güden topluluklardan birbirini boyuna izleyen rehberlerce yönetilmektedirler. Kişiler ölür, ama topluluklar ölmez. Onlarda aynı tutkular ve alışkanlıklar yaşar; düşmanlıkları da bunu aşılayan kötü bir ruh gibi ölmez olduğundan, aynı çabayı sürdürür gider. Düşmanlarımın hepsi birer birer göçtüğü zaman bile, doktorlarla küçük kilise söylevcileri hala yaşıyor olacaktır. Düşmanlarım yalnızca bu doktorlar, söylevciler olarak kalsa bile, yaşarken nasıl beni rahat bırakmadılarsa, ben öldükten sonra da ölümü rahat bırakmayacaklarından emin olmalıyım. Gerçekten gücendirdiğim doktorlar, belki zamanla yatışırlar; ama, sevdiğim ve saydığım, çok güvendiğim bu kilise adamları, yarı keşiş söylevciler, her zaman amansız olarak kalacaktırlar. Benim suçum, onların insafsızlığından doğmuştur; bir suç ki, onurları bağışlamayacak ve düşmanlığını durmadan beslemeye, ateşlendirmeye çalışacakları halk, en az kendileri denli düşman kalacaktır.

Yeryüzünde benim için her şey bitti. Artık bana burada ne iyilik edebilirler, ne de kötülük. Bu dünyada umacağım ya da korkacağım şey kalmadı; uçurumun dibinde rahatım; mutsuz bir ölümlü ve Tanrı’nın kendisi gibi duygusuz.

Bundan böyle benim dışımda olan her şey bana yabancıdır. Yeryüzünde ne yakınım kaldı, ne benzerim, ne de kardeşim. Yerin üzerinde, başka bir gezegenden düşmüş gibiyim. Çevreme baktıkça herhangi bir şeyi seçebiliyorsam, bu yüreğimi parçalayan bir şeydir ve benimle ilgili olan her neyi görsem beni ya başkaldırıya iten ya da acıya düşüren bir nesnedir. Boş yere üzüntü veren acı konulardan ayrılalım. Avuntuyu, umudu ve sessizliği ancak kendimde bulduğum için, ölene dek yalnızım, kendimden başka hiç kimseyle uğraşmayacağım ve uğraşmamayı istiyorum. İşte böyle bir durumdadır ki, bir zamanlar “itiraflarım” dediğimin, insafsız ama içten incelemesini sürdüreceğim. Son günlerimi, kendimi incelemek ve yakında kendi hakkımda vereceğim hesabı şimdiden hazırlamakla geçiriyorum. Kendimi bütünüyle ruhumla konuşma zevkine bırakayım. O ruh ki, insanların elimden alamayacakları tek şeydir. Üzerlerinde durarak içimdeki eğilimleri düzene koymayı ve bunlarda kalan kötülüğü düzeltmeyi başarırsam, büsbütün gereksiz olmamış olur. Ve artık bu dünyada hiçbir işe yaramadığım halde, son günlerimi boşuna geçirmiş olmam. Her günkü gezintilerim, çoğunlukla, unuttuğuma üzüldüğüm nefis görünümlerle dolmuştur. Hâlâ anımsayabildiklerimi yazacağım, onları okudukça hazzım yenilenecek. Yüreğimin layık olduğu ödülü düşünürken dertlerimi, bana acı verenleri ve düştüğüm aşağılık durumu unutacağım.

Bu sayfalar, düşlemlerimin ancak düzensiz bir anı defteri olacak. Onlarda kendimden çok söz edilecek, çünkü yalnızlık içinde düşünen bir adam, doğal olarak kendisiyle uğraşır. Ama, gezerken aklıma gelen başka düşüncelerin hepsine yer verilecektir. Düşündüklerimi aklıma geldikleri gibi söyleyeceğim ve aralarında, bir gün önceki düşüncelerle ertesi günküler arasında ne denli az ilgi varsa, o denli az ilgi olacaktır. Ancak bunlar, düşmüş olduğum bu garip durumda, zihnimin durmaksızın beslendiği duyguları ve düşünceleri anlatma sayesinde özyapımla huyumu daha iyi tanıma fırsatını verecek. Böylece şu sayfalar “itiraflarım”a bir ek olarak görülebilir; ancak onlara “itiraf” adını vermiyorum; çünkü bu yolda söyleyecek bir şey kalmadı. Yüreğim mutsuzluğun ateşinde temizlendi; ne denli dikkatle araştırırsam araştırayım, onda ayıplanacak herhangi bir eğilimi bulamaz gibiyim. Bütün dünya sevgileri o yürekten koparıldıktan sonra, daha ne itirafım olabilir? Kendimi ne öveceğim var, ne de yereceğim; artık insanlar arasında bir hiçim; onlarla gerçek ilişkim kalmadığından, hiçten başka bir şey olamam. Hiçbir iyilikte bulunamaz oldum ki, kötülüğe çevrilmesin; kendime ve başkasına zarar vermeksizin davranamıyorum; her şeyden kaçınma, elimden geldiğince yerine getirdiğim bir görev biçimine girdi. Ama vücudumun bu devinimsizlik ve işsizliğine karşın, ruhum hâlâ etkindir; hâlâ düşünceler, duygular doğuruyor ve sanki onun içsel yaşamı dünyasal, maddesel her türlü ilginin kesilmesiyle artmıştır. Vücudum şimdi benim için ancak bir engel, bir yük olup gücüm yettiğince ondan sıyrılmaya bakıyorum.

O denli acayip bir durum, elbette ki çözümlenmeyi ve betimlenmeyi gerektirir. İşte son boş zamanlarımı bu incelemeye ayırıyorum. Bu işi başarmak için, düzenli ve yöntemli olmalı; ama, bu benim gücümün üstündedir; aslında ruhumun değişikliklerini ve bunların aşamalarını öykülemek, beni amacımdan uzaklaştırır. Ben, bir bakımdan, kendi üzerimde, havabilimcilerin havayı her gün anlamak için giriştikleri işlemi yapacağım: basınçölçeri ruhuma uygulayacağım ve iyi yönetilmiş, uzun zaman yinelenmiş bu işlem, bana havabilimcilerin vardıkları sonuçlar kadar güvenilir sonuçlar verecektir. Ama bu girişimimi, onlara dek genişletmiyorum. İşlemi, bir yöntem haline getirmeye çalışmaksızın, kaydetmekle kalacağım. Başka bir amaçla Montaigne’inki gibi bir girişimde bulunuyorum; çünkü o, “Denemeler”ini başkaları için yazmışken, ben düşlemlerimi yalnızca kendim için yazmıyorum. Daha yaşlanıp göçmem yakınlaştığında, umduğum gibi bulunduğum durumda kalmışsam, onları okumak bana yazmaktan aldığım zevki anımsatacak ve geçmiş zamanı canlandırmakla ömrümü iki katına çıkaracaktır. İnsanlara karşın toplumsal yaşamın tadını hâlâ tadabilecek, kendi yaşlı durumumda, benden daha az yaşlı bir dostla yaşıyormuş gibi yaşayacağım.

İlk “İtiraflar”ımla “Konuşmalar”ımı düşmanlarımın aç ellerinden kurtarıp, gücüm yeterse gelecek kuşaklara ulaştırmak kaygısıyla yazıyordum. Bu yapıtımı kaleme alırken aynı kaygıyı duymuyorum; bunun gereksiz olduğunu biliyorum; Artık, insanların beni daha iyi tanımaları isteğim söndüğünden, yüreğimde, belki bugün hepsi yok olmuş bulunan gerçek yazılarımla masumluğumun belgelerinin sonunun ne olacağı konusunda derin bir ilgisizlikten başka şey yoktur. Eylem ve davranışlarımın izlenmesi, bu sayfaların merak uyandırması ve çalınması, ortadan kaldırılması ya da değiştirilmeleri gibi olasılıkları, artık umursamıyorum. Yazılarımı ne gizliyor, ne de kimseye gösteriyorum. Ben sağken onları ele geçirmekle, ne yazmaktan aldığım zevki, ne içindekilerin anısını, ne de yalnızca ürünü oldukları ve kaynağı ancak benimle birlikte dinecek düşüncelerimi benden alabilirler. Yıkımlarım başlar başlamaz talihime başkaldırmamayı ve bugün verdiğim kararı vermeyi bilseydim, insanların bütün çabalarıyla korkunç düzenleri üzerimde etkisiz kalır, onlar da rahatımı bugünkü başarılarıyla nasıl bozamıyorlarsa, o tarihte dahi hileleriyle bozamazlardı: Düştüğüm aşağılık durumun keyfini serbestçe sürsünler; benim, masumluğumdan zevk almama ve kendilerine karşın yaşamımı erinç içinde bitirmeme engel olamazlar.

Jean-Jacques Rousseau Yalnız Gezerin Düşlemleri [Birinci Gezi]

Gündüz Vassaf: İnsanlara cennet değil cehennem ilginç geliyor

Özgürlük Cehennemdir

“Şeytan: Cehennemde egemenlik yeğdir cennette uşaklığa” [John Milton]

I Her şeyin zihnimde yerli yerine oturması, Toledo’daki katedrali ziyaret ettiğim sırada oldu. Richard Crosfield beni sıraların oraya götürdü ve oturacak yerlerin altına bakmamı söyledi. Altmış kadar sıra vardı. Oturacak yerler katlanmış olduğundan, altları görülebiliyordu. Sandalyelerin altlarında çeşitli cehennem tasvirleri vardı. Sanatçı(lar) hayal güçlerinin dizginlerini kapıp koyvermişlerdi. Çeşitli dekorların içinde, bin bir türlü canavar ve garip suratlı çörten göze çarpıyordu. Oturacak yerlerin arkalıklarına ise azizlerin kabartmaları yapılmış, onların üstünde de Kutsal Kitap’ta geçen çeşitli olaylar resmedilmişti. Hepsinin üstünde ise, Bakire Meryem ile Kutsal Oğlu yer alıyordu. Sandalyelerin üzerindeki cehennemle ilgisi olmayan tasvirler, dünyanın her yanındaki kiliselerde ve tablolarda görülebilir. Ustanın mahareti ve üslubu değişiklik gösterir belki, ama tasvir edilenler hep aynıdır.

Kilisenin egemenliğine, hiyerarşisine ve katı inançlarına boyun eğmek zorunda olan sanatçı için, kendi dünyasını yansıtma olanağı yok gibidir. O, bir yaratıcı olarak gücünü ancak cehennemde gösterebilir.

Kutsal figür ve sahneleri resmederken kendini sınırlar, cehennemi çizerken ise sınırsızdır, özgürdür, düzenin duvarları yoktur.

Yalnız ressamı, sanatçıyı değil, bizleri, yani seyircileri de en çok büyüleyen şey cennet değil, cehennemdir. Bunun için, Bosch’un Prado’daki triptych’ini (üç kanatlı resmini) hatırlamak yeterli. Her gün onun önünde toplanan kalabalık, cehennemi seyretmek için itişip kakışır. Cennetin sıkıcı tekdüzeliğini seyretmeye meraklı olanlarsa pek azdır. Müze ziyaretçileri cennete şöyle bir göz atar, pek çoğu da ona bakmaz bile.

İlk insan ve ilk peygamber Adem, günah işlemeyi cennette yaşamaya yeğlemiştir; yaşamın değişkenliğini, sıkıcı tekdüzeliğe yeğ tutmuştur. İnsan imgeleminde cennet, hiçbir zaman çok ilginç bir yer olmadı. Hayal gücümüzü harekete geçirmedi, geçiremez de. Dante’nin İlahi Komedyasında, Inferno’da (Cehennem’de) ve bir dereceye kadar Araf’ta, hayal gücümüz sınırsızca çalışır, hayal kurmanın sonsuz özgürlüğünü tadarız. Öte yandan, Dante’nin Cennet’i alabildiğine sıkıcı bir yerdir.

Öylesine sıkıcıdır ki, okumuş olanların pek azı onu anımsar.

Kilise ya da kilisenin hamileri tarafından görevlendirilen ortaçağ sanatçısı şanslıydı, çünkü “asri zamanlar”ın totalitarizmi, cehennemi modern yaşamımızdan kaldırmıştır.

II Cennet yargılamaktır. Cehennem, sadece yargılayanlar ve yargılanmayı kabul edenler için kötüdür. Cennetin ve onu meşrulaştıranların tersine, cehennem, özgür ruhun meskenidir.

III Günümüz hükümetleri, partileri ve ideolojileri, cenneti yeryüzünde kurmak iddiasındalar – cehennemsiz bir cenneti. İçinde yaşadığımız düzenden, cehennemi ve ölümü anımsatan her şey kaldırıldı. Onlardan çok seyrek söz ediyoruz. Mezarlıklar köy meydanına ya da şehir merkezine yakın olacak yerde, gitgide daha sapa yerlere kuruluyor.

Dinin egemen olduğu günlerde cehennem ve işkencenin gizli saklı bir yanı yoktu. Oysa bugün, hükümet terörü ve infazlar kamuoyundan gizleniyor. Bugün, yeryüzündeki cehennem sansüre tabi.

Tabu sayılıyor.

Şimdilerde yaşamın amacı, zengin olmak ve sonsuza kadar yaşamak. İdeal ölüm, ani ölüm. Ölümden sonraki yaşama duyulan ilginin yerini, ölümsüzlük arzusu almış. Türümüz, ömürlerin uzamasıyla övü-

nüyor. Herkes genç görünmeye, genç yaşamaya çalışıyor. Bize daha az iş ve daha çok eğlence vaat ediliyor. Robotlar hepimizin köle sahibi olmasını sağlayacak. Aylaklık edeceğimiz, sürekli tüketeceğimiz zaman hiç durmadan, hiç durmadan artacak. Öyle umuyoruz.

Bu elbette meydan okumasız, heyecansız, inisiyatifsiz, ilgi çekici hiçbir yanı olmayan bir cennet.

Ellerimizin arasından kayıp gideni duyumsamak mümkün değil – her geçen gün bir öncekinin eşi.

Cennet totaliterdir, çünkü vatandaşlara sunulmak istenen yeryüzü cenneti, hükümetlerin kendi tasarımıdır. Bu cennetin nasıl bir şey olacağı, uzmanlar ve politikacılar tarafından kararlaştırılır.

Yönetenlerin cennet kavramı onların gözünde öylesine eksiksiz, öylesine mükemmeldir ki, cehennemin sözü bile edilmez. Cennete alternatif olacak bir cehennem yoktur ortada. Hükümetlerin yanılgıya düşmüş, her şeyi doğru düşünememiş, kibirlerine yenilip günah işlemiş olmaları diye bir olasılık yoktur.

Olsa olsa, siyasal partiler arasında seçim yapma şansımız vardır, sözüm ona.

VI Cehennem, yönetici sınıflara ve partilere karşı en önemli meydan okuma, onlara karşı en büyük tehdittir. Onların da yanılabileceğini, kendilerinden daha büyük güçler tarafından cezalandırılabileceğini imâ eden bir tehlikedir cehennem. Cehennem düşüncesi halka ilâhi adalet düşüncesini, çektiklerinin karşılıksız kalmayacağını telkin eder.

Cehennem kavramının kaldırılmasıyla, ezilenler, kendilerini ezenleri orada hayal etme özgürlüğünden yoksun bırakılmış oluyorlar. Bu durumda yöneticilerin maruz kaldığı yegâne tehlike, kendi skandallarının ya da teröristlerin kurbanı olmaktır.

Yöneticiler, yirminci yüzyıl bilincinden cehennem düşüncesini silmek için kitle iletişim araçlarını kullandılar. Mahkûm edildiğimiz bu güçsüzlük içinde, ezilenlere bir zamanlar avuntu kaynağı olmuş ikonlardan bile yoksunuz artık.

Yeryüzünde cennet kurma iddiasında olan çağımızın totaliter rejimleri, cehennemi yok ettiler. Öteki kavramım -yaşam ötesi kavramım yok ettiler. Ölüm ve cehennem, günlük bilincimizden, mümkün olduğu oranda uzaklaştırıldı.

Cehennemi ortadan kaldırmakla, günümüz yöneticileri, totaliter güçlerinin doruğuna erişmiş sayılırlar.

Ölüm ve cehennem yeniden doğrulanmadıkça, yeryüzündeki cennete manevi bir alternatif kazandırılmadıkça, totaliter güçler giderek kuvvetlenecektir.

Günümüzde cehennem kendilerine inananların, cennet ise paralı askerlerin mekânıdır.

Gündüz Vassaf Cehenneme Övgü Gündelik Hayatta Totalitarizm

Dostoyevski’nin Yeraltı Psikolojisi: Yüceliğin ve aşağılığın kökeninde gurur var – Rene Girard

Birtakım açılardan, Ezilenler’deki Dostoyevski kendi dehasından, Öteki’deki Dostoyevski’den daha uzaktır. İşte bu uzaklık da –insanın “yolunu şaşırma” diye yazası geliyor– bir kırılma anının kaçınılmaz olduğunu düşündürür. Ama o kırılmanın yakında gerçekleşeceği açığa vurulmuştur, yoksa dehanın yakında kendini göstereceği değil. Dostoyevski 1863’te Yeraltından Notlar’ı yazmak yerine delirseydi, Ezilenler’de deliliğinin öncü belirtilerini kolaylıkla bulabilirdik. Belki de 1863’te, Dostoyevski’nin önünde delilikten ya da dehadan başka çıkış noktası yoktur.

Artık roman alanındaki ustalığın sürekli bir gelişim; herhangi bir yapının sıra sıra dikilen taşları gibi, birikime dayalı bir süreç olmadığını görüyoruz. Ezilenler hiç kuşkusuz teknik açıdan başlangıçtaki yapıtlardan üstündür; yazarın gelecekte sergileyeceği açık bilinç kendini daha o zamandan belli eder, kimi bölümlerde ve kimi kahramanlarda bu gerçektir, ama yapıt gerek dengesizliği, gerek yaratıcının bakış açısıyla olguların nesnel anlamları arasındaki uzaklıkla, körlüğün aşırı ucunda durmayı sürdürür. Bu aşırı uç da ancak sonsuz karanlıktan ya da gerçeğin ışığından önce ortaya çıkabilir, yalnız bu ikisinden birinin habercisi olabilir.

Aynı yazarın gerçek anlamda üstün yapıtlarını öyle olmayanlarla karşılaştırmak kadar temel, buna karşın yadsınan başka bir görev daha olamaz. Bu karşılaştırmayı kolaylaştırmak için, önce son derece zengin ve değişken Yeraltından Notlar’ı bir kenara koyup, ondan yedi yıl daha sonra yazılmış Ebedi Koca’ya bakalım. Yalnızca uygulamaya yönelik olarak ve bakış açımızın anlaşılmasını kolaylaştırmak için zamandizininden bir süre için uzaklaşıyoruz. Ebedi Koca romantik dönem yapıtlarında ve Sibirya mektuplarında ortaya konan takıntılı motiflere adanmıştır; dolayısıyla, bu öykü, belli bazı noktalar üstünden, iki Dostoyevski arasında, dahi olanla dahi olmayan arasında bir karşılaştırma yapmamızı sağlayacaktır!

Ebedi Koca, taşranın ileri gelenlerinden biri olan ve karısının ölümünden sonra, kadının sevgililerini bulmak amacıyla St. Petersburg’a giden Pavel Pavloviç Trusotski’nin öyküsüdür. Anlatı, Dostoyevski kahramanlarını cinsel açıdan aşağılayan kişinin onlar üstünde nasıl büyük bir etki bıraktığını bütünüyle aydınlatır. Ezilenler’de, daha önce de belirttiğimiz üzere, sevgilinin bunca önemsiz oluşu, cinsel tutkuda rekabetin önemini akla getirir, Ebedi Koca’daysa, kadın ölmüştür, arzulanan nesne yok olmuştur, rakipse duruyordur; engelin temel özelliği bütünüyle açığa vurulur.

Trusotski, St. Petersburg’a vardığında, ölmüş karısının iki sevgilisi arasında seçim yapabilir. İlki, Velçaninov, Ebedi Koca’nın anlatıcısıdır; İkincisi Bagautov, sadakatsiz eşin gönlünde Velçaninov’un yerini almış ve onun üstündeki etkisi ilkininkinden daha uzun süreli olmuştur. Ama Bagautov da ölür ve Trusotski kendisinin de karalara bürünüp katıldığı cenaze töreninden sonra, başka çaresi kalmadığından, Velçaninov’la yetinmek zorunda kalır. Trusotski’nin gözünde, ayartmanın ve çapkınlığın özünü bütünüyle simgeleyen kişi, kendisini daha eksiksiz bir biçimde aldattığı ve küçük düşürdüğü için Bagautov’dur. Trusotski de karısı onu aldattığından o özden yoksun hissediyordur kendini; dolayısıyla da kendini yengin rakibinin arkadaşı, dengi ve taklitçisi kılarak o öze sahip çıkmak ister.

Bu mazoşizmi anlamak için, onu gözümüzde anlaşılmaz hale getiren tıp aygıtını unutmak ve yalnızca Ebedi Koca’yı okumalıyız. Trusotski’de genel anlamda bir aşağılanma arzusu yoktur. Tersine, aşağılanma öylesine korkunç bir deneyim oluşturur ki, mazoşizmi ona bunu yaşatan kişiye ya da benzerlerine odaklar. Mazoşist kişi ancak ona hakaret eden varlık üstünde parlak bir zafer kazanırsa yeniden kendine saygı duymaya başlayabilir; ama bu varlık, onun gözünde, öylesine inanılmaz boyutlar kazanır ki bu zaferi sağlayabilecek tek kişi gibi görünür. Mazoşizmde, hakarete uğrayan kişinin bakış açısını hakaret eden kişiyle kısıtlayan varoluşsal bir dargörüşlülük vardır. Hakaret eden, yalnızca hakarete uğrayanın amacını değil, eyleminin araçlarını da tanımlar. Demek ki, çelişki, parçalanma ve ikiye bölünme kaçınılmazdır. Hakarete uğrayan kişi hakaret edenin çevresinde durmaksızın gezinmeye, hakaretin koşullarını yeniden yaratmaya ve kendine yeniden hakaret ettirmeye yargılı kılınır. Buraya dek incelediğimiz yapıtlarda, durumların sürekli yinelenmesi istem dışı bir tür gülmece öğesi doğurur. Ebedi Koca’da, bu yineleme özelliğinin altı çizilmiştir; yazar onunla bile isteye gülünç etkiler yaratır.

Öykünün ikinci bölümünde, Trusotski yeniden evlenmeye karar verir; Velçaninov’u da bu işe karıştırmaya çalışır. Tescilli kadın avcısı onun arzuladığı genç kızın eşsiz olduğunu doğrulamadıkça, kısacası onu arzulamadıkça, kendi seçimine göre hareket edemez.

Dolayısıyla, genç kızın evine giderken Velçaninov’u da çağırır. Velçaninov yakasını kurtarmaya çalışsa da en sonunda, Dostoyevski’nin yazdığı gibi, “olayın tuhaf çekiciliği”ne kapılıp boyun eğer. İki adam önce bir kuyumcunun önünde durur ve ebedi koca, ebedi sevgiliden gelecekteki karısı için bir armağan seçmesini ister. Sonra küçük hanımın evine giderler, Velçaninov orada karşı konulmaz biçimde kadın avcısı rolüne soyunur yeniden. O beğenilir, Trusotski beğenilmez. Mazoşist kişi kendi acısını her zaman kendinden geçmişçesine işleyen zanaatçıdır.

Neden böyle kendini aşağılatmaya çalışır? Çünkü fazlasıyla gururlu ve kendini beğenmiştir. Bu yanıt ancak görünüşte çelişkilidir. Trusotski karısının bir başkasını kendisine yeğlediğini görünce, korkunç bir sarsıntı yaşar, çünkü küçük dağları ben yarattım demeyi kendine görev biliyordur. Adamın eskiden serfleri vardır; zengindir; efendiler ve kölelerle dolu bir dünyada yaşamaktadır; bu iki uç arasında bir orta yol düşünemez; dolayısıyla, en ufak başarısızlık kendisini köleliğe sürükleyecektir. Aldatılan koca, kendini cinsel hiçliğe adar. Kendisini doğal olarak gücün ve başarının parıltılarıyla bezenmiş bir varlık olarak görürken, artık gözünde yetersizliğini ve gülünçlüğünü belli etmeden yapamayan bir insan müsveddesinden farkı kalmaz.

Sonsuz güç yanılsamasının çökmesi, yanılsamanın eksiksiz olduğu oranda daha kolaydır. Ben’le Ötekiler arasında her zaman bir karşılaştırma yapılır. Gurur terazide ağır gelir ve teraziyi Bene doğru eğer; o ağırlık ortadan kalkarsa, birdenbire havaya dikilen terazi Öteki’ye doğru eğilecektir. Fazla mutlu bir rakibe yüklediğimiz saygınlık her zaman bizim gururumuzun ölçüsü olmuştur. Kendi gururumuzun asasını elimizde sıkıca tuttuğumuzu sanırız, ama en ufak başarısızlıkta o asa elimizden kayıp, başkasının ellerinde ortaya çıkıverir daha önce hiç olmadığı kadar parlayarak.

Ev Sahibesi’nde, Ordinov’un Murin’i öldürmeye çalışıp bunda başarılı olamaması gibi, Trusotski de Velçaninov’u öldürmeye kalkışır. Çoğunlukla, büyüleyici rakibiyle bir uzlaşmanın arayışındadır. Bir Yufka Yürekli’nin kahramanı gibi, kendisini alt eden kişiye yüklediği o masalsı mutluluğun birazının kendi üstüne sıçramasını umar. O ana dek ülküsel ya da hastalıklı görünen “üç kişilik yaşam düşü” bu kez grotesk bir bakış açısından ortaya çıkar.

Dolayısıyla, Dostoyevski kahramanlarını harekete geçiren ana itki, ilk yapıtların akla getirdiği itki değildir. Yazarın bilinçli tasarılarına bağlı kalmayı isteyen Ezilenler’in okuru, yapıtın gizli anlamıyla bütünüyle çelişen formüllere ulaşır. Örneğin, eleştirmen George Haldas tüm kahramanların ortak özünü şöyle tanımlar: “Yüreklerindeki en soylu şeyleri açığa çıkaran ve onları kendi içlerinde, her aşkın sahiplenici yanından vazgeçmeye iten şey acıma duygusudur”. Eleştirmen tutkuya “bulanık bir öğe”nin karıştığını görmüştür görmesine ama işte kendisine bakılırsa, o öğeyi kahramanlar en sonunda alt edeceklerdir: “Orada” diye sürdürür, “tutku-aşk ile acıma duygusu –hatta yardımseverlik– büyük bir patırtıyla korkunç bir kavgaya tutuşur, o kavganın sonunda kazanan acıma duygusu, kaybedense tutku olur”.

Bu kahramanlar “her aşkın sahiplenici yanından” vazgeçmek şöyle dursun, ondan başka bir şeyle ilgilenmezler. Yücegönüllü görünürler, çünkü öyle değildirler. Peki o zaman neden oldukları şeyin tersi gibi görünmeyi, kendilerini de öyle görmeyi başarırlar? Çünkü gurur, az ya da çok uzun vadede, her zaman aradığı şeyle taban tabana zıt sonuçlar doğuran, çelişkili ve kör bir güçtür. En bağnaz gurur, en ufak başarısızlıkta ötekinin karşısında yerlere kadar eğilmeye hazırdır; demek ki, dışarıdan alçakgönüllülüğe benzer. En aşırı bencillik bizi, en ufak bozgunda, gönüllü kölelere dönüştürür; demek ki, dışarıdan özveri ruhuna benzer.

Ezilenler’de ağır basan duygusal söz sanatı çelişkiyi açığa vurmaz, ama onunla gururun varlığını gizleyecek biçimde oynar. Dostoyevski’nin sanatı, büyük döneminde, bunun tam tersini yapar. Gururla bencilliği gizlendikleri yerden çıkarır; yanıltıcı ölçüde alçakgönüllülüğe ve özgeciliğe benzeyen tutumların içinde onların varlığını ortaya koyar.

Ezilenler’in kahramanlarının mazoşizmini ancak yazarın niyetlerini aşıp, Ebedi Koca’da apaçık ortada olduğu için bizi romana “yansıtmak”la suçlayamayacakları bir nesnel doğruya, yönelirsek kavrayabiliriz. Deha işi yapıtta, öznel niyetlerle nesnel anlam arasındaki uzaklık daha büyüktür.

Ezilenler’in parlak bölümleri vardır kuşkusuz. Kitabın adı bile başlı başına bir buluştur, pek okunmayan bu romanın sonraki yapıtlarda tanık olunacak “Dostoyevski tarzı”nda yazıldığına inandırmıştır pek çok kişiyi. Kahramanların davranışlarının kökeninde gururun olduğu düşüncesi daha o zamandan dile getirilmiştir. “Çok korkuyorum, dedi Vanya arada, çünkü gurur kemiriyor hepsinin içini.” Bununla birlikte, düşünce hâlâ soyuttur; tek kalmıştır, idealist söz sanatının içinde yitip gider. Buna karşın, Ebedi Koca’da, başkahramanın hastalıklı ve yapmacıklı övüngenliğini neredeyse somut biçimde hissederiz, dandy Velçaninov’un Don Juan’a yaraşacak kendini beğenmişliğinin ikiz’ine baktığı bir sihirli aynadır bu.

Ezilenler’den sonra, Dostoyevski’de hem ustalıklı, hem de kökten bir yön değişikliği olur. Bu dönüşüm zihinsel sonuçlar doğurur doğurmasına ama zihinsel bir işlemin meyvesi değildir. Saf akıl, gururun karşısında kördür. Dönüşüm estetik anlamda da gerçekleşmemiştir; gurur her biçime bürünebilir, ama aynı zamanda biçimden de vazgeçebilir. Semipalatinsk’teki Dostoyevski, Vrangele şu bildiğimiz mektupları yazan Dostoyevski Ebedi Koca’yı yazabilecek biri değildir. Daha o zamandan kafasını kurcalayan kuşkulara karşın, hastalıklı gururunu ve aşağılanma takıntısını yanıltıcı biçimde, olduğundan güzel görmekte ayak direr. O Dostoyevski yalnızca Beyaz Geceler’i ya da Ezilenler’i yazabilir. Söz konusu olan Trusotski’yi geleneksel anlamda kendi yaşamöyküsüne dayalı bir kahramana dönüştürmek değil, bu deha işi yaratının temelinde yaratıcının kendisine özgü psikolojik mekanizmaların keskin bilincinin yattığını anlamaktır. Bu mekanizmaların zorbalığı da tam olarak aynı yaratıcının onların anlamlarını, hatta varlıklarını bile umutsuzca gizleme uğraşına dayanmaktadır.

★ ★ ★

Dostoyevski’nin sanatındaki dönüşümün arkasında, yeni özelliklerini Yeraltından Notlar’da görebileceğimiz gerçek bir psikolojik değişim vardır. Bu anıların kahramanı Trusotski’ye çok benzer. Yazar da Ebedi Koca’da bunun altını çizmiştir: “Yetti artık yeraltı psikolojisi” diye bağırır gülünç taklitçisinin maskaraca dikkafalılığından bıkıp usanan Velçaninov. Notlar, Ebedi Koca’dan daha dağınık, daha az “derli topludur, ama alanı daha geniştir. Yeraltı kahramanının sergilediği “belirtiler” bizim için yeni değildir, ama bu kez daha geniş bir varoluşsal çerçeveye yayılmışlardır. Bu kahramanın sıkıntısını çektiği şey cinsel anlamda aşağılık duygusu değil, genel anlamda aşağılık duygusudur. Onun durumu, Trusotski’nin sergilediği hastalıklı olayların yalnızca cinsellik kaynaklı olmadığını ve uygun bir tedavi yöntemiyle ortadan kalkmayacağını düşündürebilir bize.

Cılız, sıska biri olan yeraltı kahramanı, yazarın, düşünce tarzını son derece manidar bulduğu ve hatta kimi açılardan o sıralarda doğmakta olan yeni toplumun habercisi olarak gördüğü o kendini beğenmiş ve içler acısı bürokrat sınıfının parçasıdır ne yazık ki.

Notlar’da anlatılan ilk “serüvende, rakip sorunu çok saf, neredeyse soyut bir biçimde ortaya çıkar. Günün birinde, bir meyhanede, bizim kavruk adamın önünde durup geçmesine engel olduğu bir subay konuşmaya bile tenezzül etmeden onu omuzlarından tuttuğu gibi bir kenara iter. Bu saygısızlığın anısı saplanıp kalır yeraltı kahramanının kafasına. Trusotski’nin de Velçaninov’a yaptığı gibi, o tanımadığı subayı gözünde büyütür de büyütür.

Her engel, engel gibi görünen her şey, daha Ebedi Koca’da. gözlemlediğimiz psikolojik mekanizmaları harekete geçirir, ikinci bir serüven de bu noktayı doğrular. Kahramanın eski okul arkadaşları bir akşam toplanırlar; yeraltı kahramanı kendini onlardan çok üstün görmektedir ve genelde onlarla görüşmek hiç gelmez içinden, ama eğlenceden dışlanma duygusuyla kendini davet ettirmek için yanıp tutuşmaya başlar. O değersiz kişilerde uyandırdığına inandığı küçümseme duygusu onlara çok büyük bir önem kazandırır.

Yeraltı kahramanının düşlerindeki yüceliğinin ve gerçekteki aşağılığının kökeninde gururun olduğu düşüncesi Ebedi Koca’dan daha çok işlenmiştir. Kahraman yalnız düşlerinde hiç çaba göstermeksizin göklere uçar; hiçbir engel onu durduramaz. Ama her zaman bir an gelir, düş ona yetmez olur. Bencil coşkunun, Budizm’deki Nirvana’yla uzaktan yakından ilgisi yoktur; onun er ya da geç gerçek yaşamda doğrulanması gerekir. Yalnızken kurulan düşler gezgin şövalyeliğin ilk adımıdır. Ama düş çılgıncadır ve somutlaşması olanaksızdır. Yeraltı kahramanı da kendisini küçük düşüren serüvenlere sürüklenir; düşünde ne kadar yücelirse, gerçek yaşamında da o kadar alçalır.

Genel çıkarla “iyi kavranmış” özel çıkarlar arasındaki uyumu temel alan ahlakların hepsi, gururu sözcüğün geleneksel anlamıyla bencillikle karıştırır. O ahlakları yaratan kişiler gururun özünde çelişkili, Ben’le Öteki arasında ikiye bölünmüş ve parçalanmış olduğunu düşünmezler; bencilliğin her zaman çılgın bir özgecilikle, demek ki mazoşizmle ve sadizmle sonuçlandığını anlamazlar. Gururu gerçekte olduğu şeyin tersine dönüştürür, onu bölücü ve dağıtıcı bir güç olarak göreceklerine birleştirici bir güç olarak görürler. Bireyci düşüncenin tüm biçimlerinde var olan yanılsama kuşkusuz rastlantısal değildir; gerçekte gururu doğru dürüst tanımlayan şey odur, hatta yalnızca odur. Dolayısıyla, çeşitli bencillikler arasındaki uyumu temel almış ahlakları doğuran şey gururdur. Gururlu kişi, bilindiği üzere, bencillikle suçlanmak ister, Öteki’nin kendi yaşamında üstlendiği rolü daha iyi gizleyebilmek için de kendisini seve seve bencillikle suçlar.

Notlar’ın ikinci bölümü yararcı akıl yürütmenin kendini beğenmişliğini eşsiz biçimde ortaya koyar. Yeraltı kahramanı kendi “iyi kavranmış” çıkarının nerede olduğunu kesinlikle bilebilecek durumdadır, ama davranışlarını ona uydurmayı hiç istemez. Yalnız yaşamında kafasına üşüşen düşlerin ve toplumsal yaşantısını belirleyen nefretlerin yanında, bu çıkar son derece yavan ve sıkıcı kalır. Ne kadar “iyi kavranmış” olursa olsun “çıkarımız,” Öteki’nin, hayranlık uyandıran o celladın elindeymiş gibi görünen o sonsuz gücün yanında nedir? Gururlu kişi her zaman en sonunda en aşağılık köleliği, çökmüş bir insancıllığın sahte bilgeliğinin salık verdiği bencilliğe yeğ tutar.

Yararcı akıl yürütme sinizmi yüzünden çürütülemez görünür. Söz konusu olan artık bireylerdeki önüne geçilmez her şeyi kendine indirgeme arzusuyla savaşmak değil –bunun imkansız olduğu görülmüştür– onu kullanmaktır. Bu sinizm ise yalnızca görünüştedir. Yararcılık, idealistlikten geriye kalmış gerçek anlamda yüce şeyleri eler, ama ondaki saflığı koruyup daha da güçlendirir. Dostoyevski tüm bunları hisseder; yeraltı keşfinin “sırça köşk” ütopyasına ölümcül bir darbe indirdiğini anlar, çünkü bu keşif o ütopyanın sözde üstüne kurulduğu doğaötesi ve ahlak temelli bakış açısının hiçliğini açığa vurur. XIX. yüzyılın uğursuz, ahlaki yavanlıklarına karşı kazandığı bu zafer –ilk zafer– kendisine öylesine önemli görünür ki onu öğretici ve felsefi sözcüklerle dile getirmek ister, işte bu yüzden, öyküsünün başında, kahramanına doğrudan etik sistemleri çürütme görevini yükler, anlatının gerçek anlamda romansı denebilecek tek parçası olan sonrasıysa o sistemlerin saçmalığını kanıtlayacaktır.

Ama Dostoyevski yeraltı psikolojisini kavramlara yansıtmayı başaramaz. Kendi metnini eleştirmenlerinin çoğundan neden daha iyi okuyacaktır ki? O yeraltı kahramanının hep “iyi kavranmış” çıkarından başka şeyleri seçtiğini görmüş, ama ne neyi seçtiğini, ne de neden onu seçtiğini dile getirebilmiştir. İşin özünü kaçırmıştır. Dolayısıyla, “iyi kavranmış” çıkar ahlakının karşısına yalnızca soyut ve boş bir özgürlük, gerçekte hiçbir şeyi çürütmeyen bir tür “huysuzluk yapma hakkı” koymuştur. Bu yüzden, o ilk bölüm sonrasından çok daha aşağı düzeydedir. Ama ne yazık ki eleştirmenler Dostoyevski’ye özgü belirlenimcilik karşıtlığını ve ruhbilimcilik karşıtlığını tanımlamaya çalışırken, her zaman ilk bölüme dayarlar sırtlarını. Anlaşılan Gidé de ünlü “nedensiz edim” kuramını o bölümden almıştır.

Metin, Batı düşüncesi tarihinde yararcılıktan bile aşağılarda bulunan anlaşılmaz bir akıldışılık adına, yararcılığın hâlâ içerdiği tüm olumlu öğeleri reddetmekten başka bir şey yapmaz; dolayısıyla, yazarı bunu istememesine karşın, yeni bölünmelere ve yeni dağılmalara doğru yönelir; bu da nesnel anlamda Prometheus gururunun tarihsel atılımı üstüne konumlanır. En sonunda, yorumcusu olmak istediği romansı bölümle çelişir. Bu nedenle, ancak yapıtının en iyi parçalarını sakınımla bir kenara koyarak Dostoyevski’ye başvurabilen, anarşizm yanlısı bir bireyciliğin günümüzde onu sürekli anmasına şaşırmamak gerekir.

İlke olarak bu anarşizm yanlısı bireyciliğe karşı olan eleştirmenlerin de bu değişik metne büyük önem vermeleri ve onda Dostoyevski’ye göre özgürlüğün tanımını aramaları üzücüdür; o eleştirmenler ister istemez düşünürle romancı arasındaki bitmez tükenmez bölünmeye kendilerini kaptırırlar, bu bölünme de her zaman ikinci Dostoyevski’nin, demek ki gerçekte önem taşıyan eşiğin aleyhine gerçekleşir. Bizi ilgilendiren şey etten kemikten ayrılmış düşünce değil, romanlarda ete kemiğe bürünen düşüncedir. Sonuç olarak, yazarın giriştiği çözümleme işine katkıda bulunmak gerekir, yoksa düşkünlüklerinden yararlanmak ya da zayıflıkları üstüne düşünmek değil. Yorum, romancının yapıtındaki en sınırlı şeyleri, geçmişe en çok bağlı şeyleri değil, geleceğe en çok açılan ve en büyük zenginliği kendinde barındıran şeyleri temel almalıdır.

Dahi Dostoyevski, romancı bir Dostoyevski’dir. Dolayısıyla, özgürlüğün anlamını onun kuramsal düşüncelerine değil, tam anlamıyla ve bütünüyle romansı olan metinlerine sormak gerekir. Bu özgürlük Sartre’ınki kadar köktendir, çünkü Dostoyevski evreni de Sartre evreni gibi nesnel değerlerden yoksundur. Ama Dostoyevski olgunluk çağında ve yaşlılığında, önce yalnız roman yaratısı düzeyinde, ardından dinsel dalınçta, ne romancı Sartre’ın, ne de felsefeci Sartre’ın algılayabildiği bir şeyi algılamıştır: Böylesi bir evrende, temel seçim sessiz bir kendinde’yle değil, ana modelini bize ötekinin sağladığı, baştan anlam yüklü ve anlam yayıcı bir tutumla ilgilidir. En iyi çocukluk psikolojileri romansı yapıtın ilk verilerini doğrular. İncil esiniyle yapılandırılmış evrende, bireysel varoluş özünde öykünmeli olarak kalır; hatta ve belki özellikle her türlü öykünme düşüncesini korkuyla reddettiğinde. Kilise Babaları sonradan anlaşılmaz duruma gelen ve romancının o anlaşılmazlığın ürkütücü sonuçlarının içinden geçerek adım adım yeniden elde ettiği bir gerçekliği apaçık sayar.

Romancı, Notlar döneminde, o gerçekliğe onu yapıtında işlemsel kılabilecek denli erişmiştir erişmesine ama formülünü açığa çıkarma konusunda içinde yaşadığı dönemin öteki düşünürlerden ileri gidemez. Düzyazısının romansı olmayan bölümünün nedensiz, keyfi ve yontulmamış olması da bundan kaynaklanır. Nereye varmak istediğini iyi bilir –en azından bildiğini sanır, çünkü bu noktada da aldandığı olur– ama ulaştığı sonuçları mantıksal açıdan doğrulamayı asla başaramaz.

Tuhaftır, yeraltı gururu bayağı bir gururdur. En büyük sıkıntı kahramanın kendini somut anlamda çevresindekilerden ayırt edememesinden kaynaklanır. Bununla birlikte, yavaş yavaş bu başarısızlığın bilincine varmaya başlar. Kendisiyle aynı arzuları duyan ve aynı başarısızlıkları yaşayan küçük memurlarla çevrili olduğunu görür. Tüm yeraltı bireyleri gerçekte birbirlerine ne kadar benziyorlarsa, kendilerini o kadar “biricik” sanırlar. Bu yanılsamanın mekanizmasını ortaya çıkarmak güç değildir. Daha önce de gördüğümüz üzere, Ebedi Koca’daki Velçaninov istemeden de olsa ötekinin oyununa katılır. Mazoşist her zaman önünde sonunda karşısında bir sadist bulur, sadist de bir mazoşist; her biri ikili yücelik ve aşağılık yanılsamasını Öteki’ye doğrular ve onun aracılığıyla doğrulatır; her biri ötekinde coşkuyla umutsuzluk arasındaki gidiş gelişi sürdürür ve hızlandırır. Kinci öykünme genele yayılır ve kısır çatışmalar çığırından çıkar. Her biri yeraltı insanıyla birlikte haykırır: “Ben tek başımayım, onlarsa birlik”.

Toplumsal gerçeklikle bireysel psikoloji arasında, yüzeysel uyumsuzluğun ötesinde, çok derin bir uyum vardır. Öteki romanı da bu uyumu varsayan biçimde, psiko-patolojik gerçekdışıyla gündelik gerçekliği birbirine karıştırır. En anlamlı sahneler Küçük Golyadkin’in, demek ki ikizin, rakibini bölüm şefinin gözünden düşürmek için ufak tefek, çok alışılmış kurnazlıklara başvurduğu sahnelerdir. İki Golyadkin arasındaki rekabet, toplumbilimsel açıdan çok anlamlı durumlarda somutlaşır. Dostoyevski’nin yapıtındaki küçük memurların saplantılarını anlamak için, XIX. yüzyılın ortasındaki çarlık bürokrasisini, onun çok katı hiyerarşisini, bir sürü gereksiz ve düşük ücretli işi düşünmek gerekir. Ast memurlar kitlesinin karşı karşıya kaldığı “kişiliksizleştirme” süreci, sistemin doğurduğu sert ama kısır rekabetlerle karıştığı ölçüde, hızlı, etkili ve sinsi biçimde gelişir. Sürekli karşı karşıya gelen bireyler somut kişiliklerinin dağılmakta olduğunu anlamaz.

Otto Rank’ın, yazında ikiz izleği üstüne denemesinde{12}2, çok iyi gördüğü gibi: “[Dostoyevski’nin] ustalığı her şeyden önce en ufak özelliği atlanmamış bir paranoyak durumun kesinlikle nesnel betiminden, ama aynı zamanda kurbanın deliliği üstündeki çevre etkisinden ileri gelir”. Ne yazık ki, Rank o çevrenin etkisinin neye dayandığını açıklamaz. Ortamın deliliğe çanak tuttuğunu söylemek yetmez, çünkü delilikle ortam birbirinden asla ayrılamaz. Bürokratik görünüş, iç yüzü ikiz sanrısı olan bir yapının dış yüzüdür. Olayın kendisi bile ikilidir; aynı sonuca katkıda bulunan bir öznel boyut, bir de nesnel boyut içerir.

Buna inanmak için, öncelikle Öteki’yle Yeraltından Notlar’ın aynı gerçeği açığa vurmak için gösterilen iki çaba olduğunu kabul etmek gerekir. İki yapıtın en önemli sahneleri hep sonbahar ya da kış sonu akşamlarında geçer; kar sulusepken yağar; insan hem üşüyordur, hem de ona sıcak geliyordur; hava nemli, pis, bulanık, kısacası ikilidir. İki öyküde de, aynı türde rekabetlere, aynı izleklere rastlanır, reddedilen çağrı ve sonradan Samuel Beckett’te de ortaya çıkacak fiziksel kovulma da bu izleklerdendir.

İki öykünün bir olmasının nedeni, Golyadkin’in sanrısının da sonuçta gurura bağlı olmasıdır. Gururlu kişi yalnız düşlerinde kendini bir sanır, ama başarısızlıkta, küçümsenecek bir varlıkla küçümseyen bir varlığa bölünür. Kendisi için Öteki’ye dönüşür. Başarısızlık onu kendi hiçliğini açığa vuran o Öteki’nin tarafını tutmak zorunda bırakır. Dolayısıyla, kendisiyle ve ötekiyle olan ilişkilerinin en büyük özelliği ikili bir karşıtlar birliğidir:

“Elbette, dairede en küçüğünden en büyüğüne kadar herkesten nefret ediyordum. Hepsini küçümsüyordum, ama öte yandan sanki korkuyordum da onlardan. Bazılarını kimi zaman kendimden yüksek gördüğüm bile oluyordu. Aynı anda oluyordu bu: Onları hem küçümsüyor hem kendimden üstün görüyordum. Kafası çalışan, aklı başında bir insan kendine karşı sınırsız derecede titiz değilse, kimi zaman da kendini nefret edercesine küçümsemiyorsa gururlu değildir{13}3”.

Başarısızlık ikili bir hareket doğurur. Ben’in içindeki küçümseyen gözlemci Öteki, durmaksızın Ben’in dışındaki kazanmış rakip Öteki’ye yaklaşır. Öte yandan, daha önce de gördüğümüz üzere, Ben’in dışındaki, arzusuna öykündüğüm ve benim arzuma öykünen, o kazanmış rakip Öteki de durmaksızın Ben’e yaklaşır. Bilincin iç bölünmesi yoğunlaştıkça, Ben’le Öteki arasındaki ayrım zayıflar; iki hareket ikiz “sanrı’sını yaratmak üzere birbirine yönelir. Engel, bilince çakılan bir takoz gibi, her türlü düşüncenin ikiye bölünmeye yol açan etkilerini artırır. Sanrı olayı yeraltındaki varoluşu tanımlayan tüm öznel ve nesnel ikiye bölünmelerin son noktasını ve bireşimini oluşturur.

İşte 1846 tarihli anlatının bize olağanüstü biçimde hissettirdiği şey de öznelle nesnelin bu karışımıdır. Psikiyatri ikiz sorununu doğru dürüst ortaya koyamaz, çünkü toplumsal yapıları sorgulayamaz. Hastayı yeniden “nesnelliğin yoluna” döndürmeye çalışarak iyileştirmek ister. Ama o hastanın “nesnelliği” kimi açılardan, çevresindeki “normal” insanlarınkinden üstündür. Golyadkin de yeraltı kahramanı gibi övünebilir gerçekte:

“Bana gelince, ben hayatımda bu olayı öylesine uç noktaya götürdüm ki, siz onu bunun yarısına kadar götürmeye cesaret edemediniz. Öte yandan, korkaklığınıza da sağduyu dediniz, yalanlarınızla kendinizi avuttunuz. Anlayacağınız, belki ben sizlerden daha canlıyım’ bile{14}”.

Peki yeraltı kahramanının tek başına “öylesine uç noktaya götürdüğü’ne inandığı, ama tüm yakınlarıyla paylaştığı o şey nedir? Kesinlikle gururdur, demek ki yeraltı yaşamının tüm bireysel ve ortak belirtilerine yön veren psikolojik ve sonra doğa-ötesi kaynaklı, ana devindirici güç. Öteki dikkate değer bir yapıt olsa da, işin özünü ortaya koymayı başaramaz. Özellikle, yazın’ın yeraltı benlikçiliğinde oynadığı rolü açığa vurmaz. Notlar’ın çok önemli sayfalarıysa bu konuya ayrılmıştır. Kahraman tüm yaşamı boyunca “güzelle ve yüceyle” uğraştığını söyler bize. Büyük romantik yazarlara karşı tutkulu bir hayranlık duyar. Ama o sıra dışı kişilerin onun psikolojik yaralarına sürdüğü merhem zehirli bir merhemdir. Büyük lirik atılımlar kişiyi özgürleştirmeden gerçeklikten uzaklaştırır, çünkü uyandırdıkları istekler sonuçta korkunç derecede dünyevidir. Romantizmin kurbanı yaşam konusunda gittikçe beceriksizleşir, yaşamdan sürekli olmayacak şeyler ister. Yazınsal bireycilik, gittikçe şiddetlenen acılar pahasına da olsa, birtakım ne idüğü belirsiz esriklikler yaşayabilmek için dozu durmadan artırılması gereken bir tür uyuşturucudur. “Ülkü’yle iğrenç gerçek arasındaki parçalanma daha da büyümüştür. Yeraltı kahramanı melekliğe soyunduktan sonra hayvana dönüşür. İkiye bölünmeler çoğalır.

Dostoyevski burada kendi romantizmini yerer. İçler acısı durumlarla yeraltı kahramanını kendinden geçiren söz sanatının görkemi arasındaki karşıtlık, yazarın esinlediği yorumla Ezilenler gibi bir romanın nesnel anlamı arasındaki farka denk düşer. Notlar’ın yazarı olarak kabul edilen yeraltı kahramanı körlemesine yaşadığı grotesk serüvenlerin gerçekliğini algılar. Dönüştüğü kişiyle eskiden olduğu kişi arasındaki bu fark, Notlar’ı daha önceki ve bundan sonra “romantik” yapıtlar olarak niteleyeceğimiz yapıtlardan ayıran farkı yansıtır.

Romantik kişi kendi bölünmelerini bilmez, bu yüzden onları daha da şiddetlendirir. Kendisinin bütünüyle bir olduğuna inanmak ister. Dolayısıyla, varlığının iki yarısından birini seçer –tam anlamıyla romantik dönemde, bu genelde ülküsel ve yüce yarıdır; şimdiyse, daha çok iğrenç yarı– ve o yarıyı bütün olarak görmeye çalışır. Gurur çevresindeki tüm gerçekliği toplayıp birleştirebileceğini kanıtlamaya uğraşır.

Romantik Dostoyevski’de, romantik bilincin iki yarısı, bir yanda duygusal ya da dokunaklı yapıtlara, öte yanda grotesk yapıtlara, ayrı ayrı yansır. Bir yanda, İnsancıklar, Ev Sahibesi, Beyaz Geceler, öte yandaysa Bay Proharçin, Stepançikovo Köyü, Amcanın Düşü vb. vardır. Ezilenler gibi yapıtlarda, kişilerin “iyi” ve “kötü” diye ayrılması yeraltı ikiliğini yansıtır. Bu öznel ikilik bize nesnel bir gerçeklik verisi gibi sunulur. “İyiler”le “kötüler” arasındaki fark kökten olduğu kadar soyuttur; iki durumda da karşılaşılan şey aslında aynı öğelerdir, yalnızca artı işaretiyle ya da eksi işaretiyle damgalanmalardır. Kuramsal açıdan, bu iki yarı arasında herhangi bir iletişim olanaklı değildir, ama “iyiler’in mazoşizmiyle “kötüler”in sadizmi yapının dengesizliğini, iki yarının asla kaynaşmadan, sürekli olarak iç içe geçme eğilimini açığa vurur. Mazoşizmle sadizm yitik birlik özlemini yansıtır, ama bu özleme gurur karışır; onun uyandırdığı arzu da toplamak şöyle dursun, dağıtır, çünkü her zaman Öteki’ye doğru sapar.

Dolayısıyla, romantik yapıt yazarı kurtaramaz; onu kendi gururunun sınırlarına hapseder; başarısızlığa ve büyüleyiciliğe yargılı bir varoluşun mekanizmasını sürdürür. Dostoyevski Notlar’da, kahramanının yazınsal heveslerini anlatırken, o sıralarda vazgeçtiği ikiye bölünmüş sanata anıştırma yapar. Güçsüz öç alma isteği, yeraltı kahramanını Notlar’da olduğu gibi kendisinin yergisini değil de rakibinin, düşmanının, büyüklük taslayan subayın yergisini yazmaya iter:

“Edebiyatla hiçbir zaman ilgilenmemiş olmama karşın, bir sabah ansızın, o subayı bir öyküyle karikatürize ederek suçlama fikri geldi aklıma. Seve seve yazdım da o öyküyü. Suçladım onu, hatta iftira da attım{15}”.

Kısmen de olsa Öteki dışında, romantik dönemde yazılmış tüm yapıtlar deha işi yapıtların ortaya koyduğu bir ikiliği yansıtmaktan başka bir şey yapmaz. Yeraltı kahramanı kem duygusal yapıtların “düşçü” ve lirik kahramanıdır, hem de grotesk yapıtların düzenci ve gülünç küçük memuru. Yeraltı bilincinin iki yarısı birleşmiştir. Yazarın bize sunduğu şey onların olanaksız bireşimi değil, tek bir bireyde acı verici biçimde yan yana gelişidir. Bu iki yarı birbiri ardına zavallı kahramanın kişiliğine egemen olur; hekimlerin çevrimsel olarak niteleyeceği bir mizaç yaratırlar. Bölünmeyi ortaya koyan yapıt toplayan bir yapıttır.

★ ★ ★

Yeraltı yaşamının en büyük özelliği olan dayanılmaz ikiliği Dostoyevski’nin kendi yaşamında bulmakta hiç zorlanmayız. Yazarın Notlar’da, kullandığı kişisel anıları, görünüşe göre, yeniyetmeliğinin son yıllarını temel alır.

Fyodor Mihayloviç’in çocukluğu, davranışlarında huysuz olduğu kadar, ilkeleri açısından sert bir babanın gölgesinde geçmiştir. O dönemde aile yaşamının üzücü gerçekliklerinden bir kaçış yolu gibi görünmüştür yazın kendisine. Sonradan iki Dostoyevski kardeşle, 1837’de St. Petersburg’a geldikleri gün arkadaş olan genç Şidlovski’nin etkisi bu “kaçma” eğilimini daha da güçlendirir. Şidlovski Corneille’e, Rousseau’ya, Schiller’e ve Victor Hugo’ya tutkundur. “Evreni istediği gibi yönetmek”ve “Tanrı’yla çene çalmak” için yanıp tutuştuğunu gösteren şiirler yazmaktadır. Sürekli ağlar; hatta kendini bir St. Petersburg kanalına atıp acınası yaşamına son vermekten bile söz eder. Fyodor Mihayloviç büyülenmiştir; o da Şidlovski’nin hayran olduğu şeylere hayran olur; onun gibi düşünür. İşte anlaşılan, yazar olma eğilimi o dönemde ortaya çıkmıştır.

Dostoyevski birkaç ay sonra uğursuz St. Petersburg Askeri Mühendislik Okulu’na girer. Okuldaki sıkıdüzen acımasızdır, derslerse tatsız ve çekilmez. Dostoyevski hepsi mesleki başarı ardında koşan, kibarlar âlemi yaşantısından başka şeyle ilgilenmeyen kafasız gençlerin arasında bunalıyordur. Yeraltı kahramanının yalnızken kurduğu düşler Şidlovski’yi anımsatıyorsa da, o düşleri izleyen terslikler aklımıza Mühendis Okulu’nu getirir. Okul arkadaşlarının onda yarattığı sıkıntıyı uzun süre kendisinden bile gizledikten sonra, Dostoyevski o sıkıntıyı biraz da abartır belki; artık kendi zayıflıklarıyla yüzleşebilecek denli güçlü olmasına karşın, onları bağışlayamayacak kadar zayıftır hâlâ.

Okul yıllarında, Dostoyevski’nin babası çocuklarına yaptığı gibi zorbalık ettiği serfler tarafından öldürülür. Fyodor Mihayloviç bu ölümün kendisini rahatlattığı, dolayısıyla da cinayetin bir parçası olduğu düşüncesiyle, derin bir kaygıya gömülür ve bu korkunç anıyı belleğinden atmak için elinden gelen her şeyi yapar.

Dostoyevski askeri okulu bitirir bitirmez İnsancıklar’ı yazar ve Bielinski’nin arkadaşlarınca yeni bir Gogol gibi karşılanır. Yoksulluktan şatafata, adsızlıktan üne, karanlıktan ışığa geçmiştir artık. Şidlovski’ye özgü en çılgınca düşler gerçek olmuştur. Dostoyevski sevinçten havalara uçmaktadır: Kırılmış, ama hâlâ canlı olan gururu yeniden kabarmıştır, içi içine sığmıyordur. “Ağabey”, diye yazar Mihail’e, “gururum şu eriştiği doruğu aşamaz bir daha. Her yerde inanılmaz saygı görüyorum, herkes beni öyle merak ediyor ki… Herkes bana olağanüstü biri gibi bakıyor”. Kendinden pek hoşnut biçimde, bir söylentinin yayılışına tanık olmaktadır: “Bir yıldız doğdu, herkesin canına okuyacak”.

Genç yazar tüm pohpohlamaları çok ciddiye alır. Bunun kısa vadeli bir borç olduğunu ve borcunu bütünüyle, üstelik hemen ödemesi gerektiğini, yoksa değerini yitirivereceğini anlamaz. Dostoyevski yazınsal yeraltını katlanılır kılan küçük orta yolların hiçbirine başvurmaz. Gururu kuşkusuz çevresindekilerinkinden çok daha büyüktür, ama aynı zamanda daha saf, daha hoyrattır, öteki gururları idare etme konusunda daha beceriksizdir. Doyumsuz arzularla yanıp tutuşan, ama yaşamın kötü davrandığı, bedenini bir daha düzelmeyecek şekilde biçimsiz kıldığı bu taşralı gence, Turgenyev’in çevresinde toplanmış dandy’ler önünde sonunda hem kahkahalarla gülecekler, hem de öfkeleneceklerdir.

Dostoyevski çok uzun zaman önce insanlardan ve toplumdan uzakta, bir tanrı olmayı seçmiştir. Şimdiyse alkışlar arasında, St. Petersburg’un en parlak yazın salonlarına girmiştir: Kendini tanrı sanması bizi şaşırtmamalıdır. Çağdaş tanıklıkların hepsi ondaki şaşırtıcı değişimi aktarmaktadır. Önceleri son derece sessiz ve içine kapanık biriyken, sonradan olmadık bir taşkınlığa ve kendini beğenmişliğe kaptırır kendini, insanlar önce güler gülmesine ama derken kızmaya başlar.

İşte o zaman tüm yeraltı mekanizmaları harekete geçer. Gururları incinen Turgenyev ve arkadaşları onun gururunu incitmenin yollarını arar. Dostoyevski kendini savunmaya çalışır, ama mücadelede güçler eşit değildir. Daha dün büyük saygı gösterdiği Turgenyev’i kendisinin yapıtını “kıskanmakla suçlar. Dev gibi kanatları yüzünden yürüyemediğini ileri sürüyordur. Alaycılar bunun üstüne küplere binip davranır, Turgenyev’le Nekrasov’un işi taşlamalı dizeler dolaşır elden ele.

Mahzun yüzlü şövalye Dostoyevski, tatlı palavracı seni Yazının burnunda, Kızarıyorsun yeni bir sivilce gibi

Yüzeysel Panayev de biraz daha sonra Anılar’nı şöyle yazacaktır: “O günün kahramancıklarından biri bizim yüzümüzden aklını oynatmıştı… Zırvalamaya başlamıştı sonunda. Yakında onu tepetaklak edip, unutacağız gidecek. Zavallıcık! Ne kadar gülünç duruma düşürdük onu”.

Burada gururla küçük düşme çemberinin kapandığı görülüyor. Bir anlamda, bu çember kadar bayağı bir şey olamaz, ama Dostoyevski daha onu betimleyebilecek durumda değildir, çünkü ondan kurtulmaya başlamamıştır daha. Dostoyevski’nin gururu hiç kuşkusuz kendisine özgüdür ve bu konuda eşine rastlanmaz biridir. Bu özelliği yapıtına da yansıdığı için önemsiz sayılamaz, ne var ki yapıt açısından, Dostoyevski’nin öteki insanlarla ortak noktaları kadar önemli değildir. Onun gururu başka gururlarla aynı özden olmasa da, sık sık yapıldığı gibi, yazarı insanların çoğundan daha gururlu, dolayısıyla daha çok aşağılanmış olmakla eleştiremeyiz. Bu gurur fazlalığı kısa bir süre sonra Dostoyevski’nin kendi içindeki yeraltı mekanizmalarını anlamasını ve çözümlemesini sağlayacak gurur azlığına bağlıdır gizemli biçimde. Bu fazlalık ve azlık, roman alanındaki dehanın doğuşu ve yapısı üstüne birçok eleştirmenin ardında koştuğu, dile sığmaz eşsizlikten daha çok şey öğretir bize. Yine Notlar’daki, daha önce de andığımız tümceye dönelim: “Bana gelince, ben hayatımda bu olayı öylesine uç noktaya götürdüm ki, siz onu bunun yarısına kadar götürmeye cesaret edemediniz”.

Gurur ve küçük düşme diyalektiği, dahi Dostoyevski’nin söyleyeceği gibi yaygın olmasaydı, ne o diyalektiği gizleyen yapıtların başarısını, ne de onun evrenselliğini ortaya koyan yazarın dehasını anlayabilirdik. O dehanın ancak geç bir tarihte ortaya çıkışını da anlayamazdık, çünkü Dostoyevski’nin Bielinski ve arkadaşlarıyla olan ilişkilerini anlayamazdık. Dostoyevski Öteki üstünde anlaşılır bir coşkuyla çalışmıştır. Yazar, çok kez yinelenmiş, romantik bir izleğe gerçekçi ve gündelik bir boyut katarak yapıtını yeni derinliklere sürüklemiştir. Ondaki sevinç, belki de ustalığı mutlulukla birleştiren ve kendisini çok uğraştırabilecek bir sorunun çözümünü birdenbire bulan bilimsel bir araştırmacınınkiyle karşılaştırılabilir, ikiz konusu Dostoyevski’nin kendi elindeki olanaklarla henüz erişemediği bir yazın alanına girmesini sağlamıştır. Belki, yapıtı hak ettiği gibi karşılansaydı, o alanı bütünüyle kuşatıp ele geçiremezdi. Belki, gerçekten de, Öteki’nin başarısını yineleme isteğine kendini kaptırıp, yapıtındaki o özgün tekniği sürekli bir yönteme dönüştürürdü. Öylesi bir Dostoyevski, gerçek Dostoyevski’ye kıyasla daha “yazınsal,” belki bugün pek çok kişinin kullandığı anlamıyla daha “çağdaş,” ama daha az evrensel ve kısacası daha küçük olurdu.

Bielinski, bir süre duraksadıktan sonra, Öteki’yi eleştirdiği gün, koruması altındaki yazara büyük bir iyilik etmiş olabilir, ama düşündüğünden çok daha farklı nedenlerden ötürü. Dostoyevski artık onu çileden çıkarıyordur, o da ilişkilerinde genç yazarın mazoşizmine karşılık sadist rolüne soyunmaktan kendini alıkoyamayacak denli bencildir, yazın adamı oluşu ağır basar bu konuda. Eleştirmen Gogol’den esinlenmiş öğeler sorunu dışında, Öteki’ye, itirazlarında işin oldukça kolayına kaçar, ama Dostoyevski kendisini korkunç yeniyetmeliğinden çekip çıkaran adamın yargısını nasıl tartışabilir? Ağabeyine yazdığı mektuplardan altüst olduğu anlaşılır.

“Bir süre yıkıldım; korkunç bir kusurum var: sınırsız bir gurur, bir kibir. Okuyucuların beklentilerini boşa çıkarma ve çok güzel olabilecek bir yapıtı boşa harcama düşüncesi beni tam anlamıyla öldürüyor. Golyadkin’den iğreniyorum. Bir sürü parça baştan savma… Tüm bunlar yaşamı katlanılmaz kılıyor bana.”

Velçaninov’un en sonunda Trusotski’nin oyununa katılması gibi, Bielinski’yle arkadaşları da ikiz rolüne soyunup, başarısızlık çemberini Dostoyevski’nin çevresinde daraltır. O yazın alanında saygıdeğer, hatta parlak bir meslek yaşamına kavuşabilecekken, çıkış yolunu kapatırlar. Dönüşebileceği yetenekli yazarı daha baştan ortadan kaldırmasına yol açarlar. Öteki’den sonraki yapıtlar, yetersizlikleriyle, Bielinski’nin onlara yönelik kesin eleştirilerini doğrulamaktadır. Dostoyevski’nin önünde yalnızca iki yol kalmıştır: tam delilik ya da deha, önce delilik, ardından deha. Rene Girard Dostoyevski – Yeraltı İnsanı

Ernest Hemingway hakkında bilmediğiniz 15 ilginç bilgi

Her insanın yaşamı aynı şekilde bitiyor. Bu, yalnızca nasıl yaşadığı ve bir adamı başka birinden ayıran nasıl öldüğünün ayrıntıları.” diye yazan, en sevdiği av tüfeği ile kendini öldüren dünyamızın gördüğü en büyük yazarlardan biri Ernest Hemingway. Çoğu eseri, bugün Amerikan edebiyatının başyapıtlarından kabul edilen Hemingway, basit yazma tekniği ve sade üslubuyla 20. yüzyıl kurgu romancılığını etkilemiş,  Nobel ve Pulitzer Ödülü’nü almış  bir yazar.

 

15. Altı kelimeden kısa bir hikaye yazdı

Hemingway hakkındaki popüler hikayelerden biri, diğer yazarlarla oynadığı bahisle sadece altı kelimeden kısa bir hikaye yazabiliyordu. Hikaye, Hemingway’nin onlara verdiğini şöyle anlatıyor: “Satış için: bebek ayakkabıları. Asla giyilmedi. “Bahsi kazandı.

14 Dört kez evlendi.

Hemingway, dört kez evlendi (Hadley Richardson, Pauline Pfeiffer, Martha Gellhorn, Mar Galler Hemingway) ve üç kez boşandı.

13 Birinci Dünya Savaşı’nda savaşmak istedi

Birinci Dünya Savaşı’nda savaşmak istedi, ancak zayıf görüş nedeniyle reddedildi. Fakat orduyu kendisine bir ambulans sürücüsü yapması için ikna etti. Cephe hattına olabildiğince yakın olmak istedi, bu da harç ateşinden yaralandı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Hemingway’in Nazilere karşı bir grup Fransız Milisliyi yönettiği bir olaya dayanan Cenevre Savaşı Suçlarından suçlanıyordu.

12 Bir çok hastalıkla yaşadı

Hemingway Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan kurtuldu ve iki uçak kazası geçirdi. Diyabet, yırtılmış bir böbrek, hepatit, kopmuş dalak, kırık bir kafatası ve ezilmiş bir omurga ile yaşadı. Ayrıca şarbon, sıtma, deri kanseri ve pnömoniye maruz kaldı.

11. On sayfalık mektuba  üç kelimeyle cevap verdi

Hemingway, F. Scott Fitzgerald’ın on sayfalık bir mektupla, “Elveda Arms” adlı romanını, “Dünyada herkesi kırıyor ve sonra kırık yerlerde birçok kişi güçlü” diye yazdığı bir mektup aldı. Ama kırmayanlar öldürürler. Çok iyi, çok nazik ve cesuru tarafsız bir şekilde öldürür. Eğer bunlardan hiçbirisiniz yoksa sizi de öldürebileceğinden emin olabilirsiniz, ancak özel bir acele olmaz. “Hemingway üç kelimeyle cevap verdi:” Kıçımı öp “

10. James Joyce için insanlarla kavga etti

Döneminin iki efsanesinin, Hemingway ile İrlandalı yazar ve şair James Joyve’un oldukça yakın dost olduğunu bilmek heyecan verici. İki yazar Paris’teyken sık sık baş başa dışarı çıkıyorlar, Joyce bu buluşmaların çoğunda barda kavga çıkarıyordu. James Joyce’un dövüş meraklısı olmadığı bilinse de kavgaların ne sebeple çıktığı hâlâ bir sır. Üstelik oldukça çelimsiz olan Joyce’un gözleri de pek görmediğinden çoğu zaman kiminle kavgaya tutuştuğunu bile bilmediği söyleniyor.

Şansa bakın ki en yakın dostu kelimenin tam anlamıyla – ve fiziksel olarak da – ağır bir adamdı. Hemingway boksa bayılırdı ve hatta bir seferinde Jack Dempsey onunla antrenman yapmaktan ne denli korktuğunu şu şekilde dile getirmişti: “Boksa yeteneği olduğuna gerçekten inanan biri olarak Hemingway’in kendini ringe atarken delirdiğini düşünürdüm. Onu durdurabilmek için canını yakmam gerekirdi.”

Joyce ne zaman bir kavgaya bulaşsa yaptığı tek şey “Hakla onu Hemingway!” diye bağırmaktı. Hemingway’in, dostunun düşmanına düşünmeden saldırmasıyla ikili, tarihteki ilk ve son edebi boksörler olarak anılmaya başladı.

9. Köpekbalıklarını makineli tüfekle taradı

1934’te yayınlanan öykü kitabından kazandığı parayla kendisine 11.5 metrelik bir tur teknesi alan Hemingway ismini “Pillar” koyduğu bu teknenin donanımını ciddi anlamda geliştirdi. Ardından uzman bir balıkçı olup çıktı. 1938 senesinin yazında tek başına 52 tane kılıçbalığı yakaladı ki bu gerçekten uçuk bir rakam. Hatta Hemingway’in balıkçılığı Küba’da öylesine büyük bir efsaneydi ki Castro 1960 senesinde Hemingway’in onuruna balıkçılık turnuvası bile düzenlemişti.

Bunların dışında Hemingway’in kullandığı yöntemler gerçekten alışılmışın dışındaydı. 1935’te yakaladığı köpekbalığı örneğin. Köpekbalığı tutmuş olmak tuhaf değil elbette ancak Hemingway güverteye çıkardığı hayvanla öylesine boğuşmuştu ki Colt tabancasıyla kendini her iki bacağından da vurmuştu. Sonraları – Yaşlı Adam ve Deniz’e de ilham oldu – kayıtlara geçen en büyük balığı da yine kendisi yakaladı. Hemingway ile arkadaşı Mike Stater boyunun 4 metreden fazla olduğu iddia edilen dev kılıçbalığını yakaladıklarında hayvanı makarayla çekebilmek için saatlerce uğraşmışlardı. Teknenin etrafında dolaşan köpekbalıkları yüzünden Hemingway, Thompson marka makineli tüfeğiyle etrafı taradıysa da suya karışan kan daha büyük bir sürüyü kendilerine çekti. O sırada kılıçbalığı çoktan güverteye alınmış ve yarısı temizlenmişti. İç organları çıkarıldıktan sonra bile 227 kiloydu.

8. Hooligan Navy adına Alman denizaltılarını avladı

1942’de Alman denizaltıları Amerikan yük gemilerini batırıyordu. Deniz kuvvetleri hâlâ Pearl Harbor’ın yaralarını sarmaya çalıştığından sivillere kendi tekneleriyle sahilde devriyeye çıkmaları için gönüllülük çağrısı yapmak zorunda kaldı. Bu gönüllülere de “Hooligan Navy” adını verdiler. Hooligan Navy üyeleri devriye gezdikten sonra olan biteni telsizle rapor ediyorlardı. Bir kişi hariç…

Hemingway kendini kaptan ilan edip, Küba kıyılarında karşısına çıkacak Alman denizaltılarını ciddi ciddi batırmak niyetiyle Thompson marka makineli tüfeği ve el bombalarıyla devriyelere katılıyordu. Kurduğu karman çorman tayfada bir milyoner, bir denizci, Basklı jai alai oyuncuları ve boğa güreşçileri buluyordu. Hemingway, Alman denizaltılarının Pillar gibi bir tekneyi gördükleri zaman yüzeye çıkıp onlara doğru geleceğini ve kısıtlı torpidoları yüzünden yalnızca güvertedeki silahları kullanacağını düşünüyordu. Asıl planı denizaltılara mümkün olduğunca yaklaşabilmekti. Böylece Basklı jai alai oyuncuları el bombalarını denizaltının kulesine atarken, diğerleri de makineli tüfeklerle katliam yapabileceklerdi. Kulağa çok heyecanlı geldiği doğru ancak Hemingway bir tane bile denizaltı batıramadı. Hatta görmedi bile. Bunun üzerine insanlar Hemingway’in devriyelerinin aslında yalnızca arkadaşlarıyla içip, balık tutmaktan öte bir şey olmadığını iddia etmeye başladılar.

7. Savaş muhabirliği esnasında tam bir serseri gibi davrandı

1944’te Hemingway, Collier’s dergisi için savaş muhabirliği yapıyordu. Daha önceki savaşlarda bu görevi üstlendiğinde yaşı bu denli ilerlememişti – o dönemlerde 44 yaşındaydı. D-Day esnasında oradaydı ancak komutanlar onu kaybetmeyi göze alamadığı için birlikten çıkmasına izin verilmedi. Kısa süre içinde de Hemingway’in göz kulak olunacak ya da birilerinin lafını dinleyecek biri olmadığını anladılar.

22. Alayla seyahat ederken Hemingway, Rambouillet kasabasındaki operasyonlardan birini yönetme iznini kopardı. Aradan çok zaman geçmeden içlerinde birkaç Fransız asker, sivil ve bir tane de gizli ajanın olduğu ayaktakımından bir milisin lideri oldu. Milisler, Hemingway’e “Papa,” “Yüzbaşı” ve hatta “Le Grande Capitan” diye hitap ediyor, emirlerini sorgusuz sualsiz yerine getiriyorlardı. Ünleri artınca bu “düzensizler” boğazkesenler olarak anılmaya başladılar. Hemingway’i idol olarak öylesine benimsemişlerdi ki onun tavırlarını ve tarzını bile taklit ediyorlardı. Hemingway’in düzensizleri katılan siviller ve Fransız taburlarıyla yüzleri buluyordu. Bu esnada da ana destek güçlerinin önlerinde keşiflerini gerçekleştiriyorlardı. Hatta Hemingway albay üniforması giyiyordu. Birkaç kez de düzensizleri muharebeye soktuğu biliniyor.

Her ne kadar Hemingway operasyonları yürütme iznini almış olsa da bir savaş muhabirinin savaşta aktif olarak görev alması Cenevre Sözleşmesi’ne aykırıydı çünkü Hemingway silah kullanıp, insanları vurmuştu ve gerçekten askermiş gibi davranıyordu. Askeri mahkemeye çıkarıldığında paçayı kurtarmak için yalan söyleyip savaş alanına geri döndü. Kasım 1944’te Alman sınırında 33 bin Amerikan askeri öldürüldüğünde oradaydı. Hemingway elbette hayatta kalmayı başardı ve savaş bittikten iki yıl sonra bronz madalya aldı.

6. Orson Welles’le kavga etti

1937’de Joris Ivens’in yönettiği The Spanish Earth’ü seslendirmek için Orson Welles işe alınmıştı. Anlatıyı Hemingway kaleme almıştı ve Welles’in yazdıklarını nasıl seslendirdiğini duyunca sesinden hiç hoşlanmadığını dile getirmekten kaçınmadı. Welles, Hemingway’in metninde birkaç değişikliğe gidilmesini önerip, büyük bir kısmı çıkarmaya kalkışınca Hemingway sinirden deliye döndü. Başta giriştikleri ağız dalaşı gittikçe pisleşince Hemingway, “Tiyatro sahibi malın teki bana nasıl yazacağımı söyleyebileceğini mi düşünüyor?” diye çıkıştı. Welles ise sakin bir ses tonuyla Hemingway’in maçoluğuyla alay ederek onu küçümsedi.

En sonunda gerçekten kavga etmeye başladılar. Nasıl olduysa belgeselin gösterildiği sahneye bile çıktılar. Üzerlerine yansıyan savaş görüntülerinin arasında Welles ve Hemingway birbirlerini bir o yana bir bu yana savuruyorlardı. Sonraları barışıp yakın dost oldular. Ama yine de Hemingway, Welles’in bütün anlatısını silip, yerine kendisininkini kaydetti.

5. Kedilere düşkündü

1931’de Hemingway’e özel bir kedi hediye edildi. Beyaz bir kediydi ve polidaktildi. Yani fiziksel olarak genetiği bozuktu ve patilerinde altı parmak vardı. Hemingway kediye “Snowball” adını verdi. Bu nadir mutanta aşık olan Hemingway sonraları Key West’teki arazisinde özgürce dolaşan 50 kadar mutant kedi evlat edindi. Bu sevdasını yazılarında da öyle çok dile getirdi ki genetiği bozuk kediler bir süre sonra “Hemingway’in kedileri” olarak anılmaya başladı.

Günümüzde Hemingway’in Key West’teki evi artık müze olarak kullanılıyor. Eğer ziyaret etme şansınız olursa her yerde hâlâ mutant kediler bulunduğunu görürsünüz. Hepsinin cinsi başka ancak neredeyse hepsinin patilerinde altı parmak var. Hemingway’in kedileri dilediklerini yapmak konusunda oldukça özgür ve kedilerin büyük çoğunluğu Snowball’un torunları. Hemingway’in kedi dostunun da kendisi gibi özgür bir ruh olduğunu söylemek yanlış olmaz.

4. Devlet gözetiminde olduğunu düşündü

Hemingway yaşamının sonlarına doğru duygusal olarak çökmüş, zihnen yorulmuş ve ciddi anlamda paranoyaklaşmıştı. Takip edildiğini, evinin federaller tarafından sürekli dinlenip gözetlendiğini düşünüyordu. Trafiğe çıktığında diğer araçların onu takip için orada olduğunu sanıyordu. Etrafındaki insanların onu izlediğini düşündüğü için barlardan erken ayrılıyordu. Hatta bir keresinde geç saatte önünden geçtiği bir bankada mesaiye kalan iki çalışanı kastederek hükümet ajanlarının onun dosyasını incelediklerini iddia etti.

Hemingway takip edildiğine dair böyle şeyler anlatmaya devam ettikçe ailesi ve dostları onun için ciddi ciddi endişelenmeye başladılar. Bunu psikiyatri koğuşunda geçen bir süre ve 60’lı yıllarda oldukça yaygın olan elektro şok tedavisi takip etti. Ancak tedavinin her şeyi daha da kötüleştirdiği bir gerçekti. Her yerde FBI ajanları dolaşıyor ve telefonu sürekli dinleniyordu… Ardından intihar denemeleri baş gösterdi ve ne yazık ki bunlardan biri amacına ulaştı.

3. Ve gerçekten devlet gözetimindeydi

Yıllarca etrafındakiler Hemingway’in paranoyaklığını aklını yitirmesine bağladılar. Ancak Hemingway gerçekten FBI tarafından takip ediliyordu.

1983 yılında Hemingway’in çöküşü ve intiharından yıllar sonra yayınlanlan Freedom of Information Act kapsamında J. Edgar Hoover yazarın takibinde birebir yer aldığını açıkladı. Bu takipler 127 sayfa halinde detaylı olarak açıklanmıştı. Hemingway’in paranoyası gerçekten doğruydu. Federaller gerçekten de telefonunu dinleyip, arabasını takip ediyor ve hesaplarını kontrol ediyorlardı.

Peki, FBI neden Amerika’nın yaşayan en büyük yazarını takip ediyordu? J. Edgar Hoover yazarlara karşı hep şüpheyle yaklaşmıştı. George Steinbeck’i de bu şekilde rahatsız ederek yazarın sürekli denetlenmesine neden olmuştu. Hoover’ın Hemingway’den bu denli korkmasının nedeni de yazarın ünü ve insanların ona duyduğu saygının derinliğiydi. Ayrıca Hemingway’in Küba’yla olan bağlantısından da şüphe duyuyordu. Hoover’ın Hemingway’e böyle endişeyle yaklaşmaya hakkı vardı ancak düşündüğü sebeplerden değil. Çünkü…

2. KGB için casusluk yapıyordu

40’lı yıllar süresince J. Edgar Hoover güvenmediği herkesi takip ettirdi. Bu isimler genellikle ünlü insanlar, aydınlar ya da kısaca onunla aynı fikirde olmayan herkes olabilirdi. Hoover’ın Hemingway ile ilgili gerçeğe yaklaşıp yaklaşmadığını bilemiyoruz ancak yazarın bütün bu süreçte gerçekten bir KGB ajanı olduğu artık saklanmıyor.

Bu ifşa Soğuk Savaş döneminde Sovyet arşivlerine girmeyi başaran eski KGB ajanı Alexander Vassiliev’den geldi. Vassiliev, Hemingway’in casus kelimesine karşılık kullandıkları terimlerden biri olan “destek kuvvet” olarak nitelendirildiğini belirtti. Yazar Küba ve İngiltere’de Sovyet ajanlarıyla buluşuyordu ve Sovyet kayıtlarına göre de onlara yardım etmekten gerçekten memnundu. Hemingway’e verilen kod adı “Argo”ydu ve istihbaratlar yazar tarafından kendilerine iletiliyordu.

Ancak Hemingway’in iyi bir casus olmadığı ortaya çıktı. Gönderdiği istihbaratlar ya konuyla alakasız ya da işe yaramayan bilgilerden oluşuyordu. Bu sebeple KGB, yazarın yardımından vazgeçti. Hemingway’in yanlış bilgilerle Sovyetleri oyalayarak ikili oynadığını düşünebilir miyiz? Ya da sürekli sarhoş gezdiği için işini düzgün yapamadığını? Ne yazık ki bunları asla öğrenemeyeceğiz…

1. Hunter S. Thompson, Hemingway’in intiharını araştırdı ancak sonuç olarak yalnızca yazarın eşyalarını çaldı…

Ernest Hemingway 1961 yılında intihar ettiğinde bütün dünya şok olmuştu. Pek çok yazara ilham kaynağı olmuştu ve insanlar ölümünü kabullenemediler. Bu isimlerden biri de Hemingway’in ölümüyle yıkılan ve sefil hayatıyla türünün nadide örneklerinden biri olan yazar Hunter J. Thompson’dı.

1964 yılında Thompson, Hemingway’in The National Observer için kaleme aldığı “What Lured Hemingway to Ketchum”u yazmak için son iki yılını geçirdiği Ketchum, Idaho’ya gitti. Thompson kahramanıyla ilgili tutkuyla yazsa da bu maceranın sonunda Hemingway’in yalnızca yaşlı, hasta ve başı dertten kurtulmayan bir adam olduğuna kanaat getirdi.

Araştırması esnasında Hemingway’in duvarında asılı olan iki Kanada geyiği boynuzu dikkatini çekti. Hemingway’in yaptığı delice şeylerin yarısı kadar etmese bile en azından küçük bir hediyeyi hak ettiğini düşünerek boynuzları çaldı.

Kaynak: Listverse, Sabitfikir, Wikipedia,  Çeviren: Sevgi Demir

Furuğ Ferruhzad ve ölümü ile sonuçlanan kazanın fotoğrafları

Furuğ Ferruhzad (1934-1967). XX. yüzyıl İran şiirinin en önemli temsilcilerinden biri. 1934 yılında Tahran’da doğdu. Sinema ve tiyatro alanında oyuncu ve yönetmen olarak çalıştı. 1962 yılında yaptığı ‘Bir Ateş’ adlı belgesel filmi İtalya’da ‘Belgesel Filmler Festivali’inde birincilik öüdülü aldı. 1963 yılında yaptığı ‘Kara Ev’ filmi, ‘Ober Havzen Film Festivali’nde en iyi film ödülü aldı. ‘Duvar, Esir ve İsyan’ adlı kitaplarının haricinde Nima’nın etkisinde kaldığı ‘Yeniden Doğuş’ adlı eseri, onun en büyük eseri olarak edebiyat tarihine geçti. 33 yaşında 1967 yılında bir trafik kazasında (Şah yönetimi tarafından suikaste uğradığı da söylentiler arasındadır) yaşamını yitirdi.

Aşkın bütün güzelliği ve yıkıcılığıyla var ve yaşanabilir olduğunu cesaretle, özgürce ortaya koyan Furûğ’un şiiri, İranlı genç bir kadının baskıcı ataerkil cendereden benliğini ve iradesini kurtarmak için verdiği “ölümüne” mücadelenin de hikâyesidir.

Furuğ Ferruhzad fotoğrafları [srizonfbalbum id=231]

Adolf Hitler’in 17 Propaganda Afiş ve Pankartı: “Tek Millet, Tek Devlet, Tek Lider!”

Zamanına göre değişik bir dil, ırkçı söylem ile alt ve orta sınıfların istemleri doğrultusunda, günümüzde hala konuşulan propaganda teknikleriyle Hitler Almanya’yı 12 yıl boyunca yönetti.

Avrupa′nın büyük bölümünü ve Asya’nın bir kısmını işgal etti. ABD’nin II. Dünya Savaşı’na Müttefiklerin tarafına katılması ve Kızıl Ordu’nun ilerlemesi ile Alman ordusu gerilemeye başladı. Sovyet güçlerinin 23 Nisan 1945’te Berlin’e girmesi ile Almanya’nın yenilgisi kesinleşmişti.

Hitler; işgal altındaki Berlin’de, eşi Eva Braun ile yer altı sığınağında 30 Nisan 1945 günü intihar etti. Cesedi -vasiyeti üzerine- yakıldı. Yahudi karşıtı politikaları ve ırkçı ideolojisi, aşağı ırk olarak gördüğü en az 5.5 milyon insanın ölümüne neden oldu.

İşte bu propagandanın en iyi yapıldığı afiş, pankart ve kitaplarlar: [srizonfbalbum id=99]
Kaynak: Talha Enes (Onedio)

Mıchel Foucault’da İktidar İlişkileri, İktidarın Baskıcı ve Şiddete Dayalı İşleyişi – Sıtkı Akın

0

Genel olarak sosyal bilimler ve özelde sosyolojinin kabul ettiği genel kanıya göre her insan, içinde bulunduğu toplumdan ve yaşadığı çağdan etkilenir. İçinde bulunduğumuz, havasını soluduğumuz toplumsal yaşam bizim düşüncelerimizi, hayata bakışımızı etkiler. Bu kanı, insanı toplumsal olay ve olgular karşısında edilgen gören, insanı mutlak etkilenen şeklinde konumlandıran bir kanı değil, insanın toplumsal olay ve olgularla olan ilişkilerini belirten ve bu ilişkilerin insanlar üzerinde önemli derecede etkili olduğunu gösteren bir durumdur. Yıllar önce Hegel de “her insan, çağının çocuğudur”(Akarsu, 1994:83) derken, insanın içinde bulunduğu toplumdan / çağından bağımsız olamayacağını belirtmek istemiştir.

Kimilerine göre post-modernist ve kimilerine göre de post-yapısalcı ve ona sorduklarında ise kendisinin bu kavramların ne olduğunu bilmediğini!, kendisini hiçbir “izm” içinde görmediğini belirten Fransız düşünür Michel Foucault’yu da bu çizdiğimiz perspektiften değerlendirmek gerekir. 20. yüzyıla düşünce ve pratiğiyle damgasını vuran Michel Foucault’yu sağlıklı değerlendirebilmek için onun da içinde bulunduğu 20. yüzyılı sağlıklı bir biçimde değerlendirmemiz gerekir.

Her düşünür ya da birey, çağının çocuğuysa, Michel Foucault da 20. yüzyılın çocuğudur ve bizim yapmamız gereken genel olarak 20. yüzyıl düşüncesinin tablosuna bakmaktır. Genel olarak 20. yüzyıl düşüncesinin tablosuna baktığımızda şunları görmek pekâlâ mümkündür: 20. yüzyıl düşüncesi, kendisinden önceki yüzyıl düşüncesinin kritiğidir, 19. yüzyıl düşüncesiyle bir hesaplaşmadır. 20. yüzyıl düşünürü, 19. yüzyılda sistemleşen aydınlanma temelli modernliğin kritiğini yapmış, modernlik içinde bulunan çoğu kavramın yeniden değerlendirmesini yapmıştır. Modernliğin, insan ve toplumlar için vaat ettiği daha iyi bir dünya gerçekliği, insan ve toplumların daha ileri bir seviyede olduğu bir dünya durumu 20. yüzyılda oluşmamıştır. Toplumlar daha ileri bir evreye girmemiş; teknik ve teknoloji insanlar üzerinde hükümranlık kurmuş; aydınlanma döneminin eleştiren, sorgulayan bireyi sıradanlaşmış; eleştiren, sorgulayan yaratıcı akıl, teknik akıl haline gelmiştir. Daha da ötesi 20. yüzyılda savaşlar bitmemiş ve bu savaşların tahrip etme gücü, daha önceki yüzyıllarda ortaya çıkan savaşlardan çok daha fazla olmuş ve milyonlarca insan bu savaşlarda ölmüştür. İşte Michel Foucault da 20. yüzyılın çocuğu olarak bu karanlık 20. yüzyıl tablosundan etkilenen bir düşünür olarak karşımıza çıkar.

Michel Foucault, genel olarak modernliği ve özelde de modernliğin unsurları olan Aydınlanma felsefesi, pozitivizm, pozitif bilimler, aydınlanmanın ilerleme fikri, modern devlet, hümanizm, modern kurum ve kuruluşlar ( hastane, ordu, klinikler, okullar, bakımevleri vb) gibi kavram ve oluşumları eleştirel bir tarzda incelemiştir.

Genel olarak Batı düşünce geleneği düşünüldüğünde / değerlendirildiğinde Michel Foucault, bu düşünce geleneğinde ayrıksı bir figür olarak karşımıza çıkmaktadır. Kendi dönemine kadarki tüm Batı metafizik düşüncelerinin yeniden değerlendirmesini yapıp bu dogmatik düşüncelerden kopan Foucault için “çarpıcı derecede özgün, aynı zamanda rahatsız edici derecede alışılmışın dışında”(Altunok, 2008:51) yorumu yapılır ki bu yorum Foucault için yerinde bir belirlemedir. Kitaplarının molotof kokteyli, mayınlar ya da havai fişekler gibi kullanıldıktan sonra küllere dönüşmesini isteyen Michel Foucault; insan doğasına yönelik özcü, birey ve bilgiye yönelik aşkın (transcendental) yaklaşımları ve aydınlanma felsefesinin Hıristiyan gelenekten aldığı ereksel (amaçsal) tarih algısına karşı çıkmaktadır. Ona göre Marx da bu erekselci tarih algısından kurtulabilmiş değildi ve Foucault’nun Marx’a yönelik eleştirilerinin bir kısmı bu yöndeydi. Foucault kendi düşüncelerini, sistematik ve kapsamlı bir sosyal / siyasal kuram olmaktan ziyade, felsefi ve tarihsel perspektifi bir araya getirmeye çalıştığı yazılarını, düşünce denemeleri olarak tanımlar. Foucault, totalleştirici siyasal kuramlara dolaylı olarak şöyle değinmektedir: “Aslında deneyimlerimize dayanarak biliyoruz ki, başka bir toplum, başka bir düşünme tarzı, başka bir kültür ve başka bir dünya görüşü için bütüncü programlar ortaya koymak amacıyla güncel sistemden kurtulma iddiası, bizi en tehlikeli geleneklere geri götürmekten başka sonuç vermemektedir”( Foucault, 2005:189).

Foucault’nun düşünce serüveninin üzerinde özellikle Nietzsche ve Heidegger’in büyük etkisi olmuştur. Özellikle Nietzsche’nin Batı düşünce tarihine ve bu düşünce tarihinin metafizik yönlerine yönelik eleştirilerini neredeyse çekincesiz kabul etmiştir. Foucault, 1950’li yıllarda okumak zorunda olduğu; ancak o dönemde ilginç gelmeyen Nietzsche’yi Heidegger ile birlikte okumanın kendisi için felsefi bir şok olduğunu söyler. Foucault farklı iki röportajında Nietzsche’nin kendisi üzerindeki etkisini şöyle ifade etmiştir: “Nietzsche, benim için bir vahiydi, gerçekliğin aydınlanmasıydı”( 2005:102) ve “çalışmalarımı özellikle etkileyen kişi Nietzsche’dir”(a.g.e., 129). Nietzsche’nin Foucault üzerinde etkisini Edward Said de şöyle belirtmiştir: “O, sanırım en iyi, Nietzsche’nin modern havarilerinin belki de en büyüğü ve aynı zamanda 20. yüzyıl batısının muhalif entelektüel yaşamının en dikkate değer açılımlarında merkezi bir sima olarak anlaşılabilir”(1999:186).

Foucault, Nietzsche’nin soykütüksel analizini tarihsel çalışmalarında kullanmıştır. Foucault kendisi için önemli olan üç alan ve bu alanlar arasındaki ilişkileri soykütük yöntemle anlamaya çalışır. Bu üç alan;bilgi,etik ve iktidar alanlarıdır.Ona göre bu üç alan içinde “iktidar” merkezi bir yapıdadır ve bilgi ve etikle iç içedir. Foucault, soykütüksel analizi, özellikle iktidar ilişkilerini anlama noktasında bir yöntem olarak kullanır. O ereksel bir tarih anlayışını, nedenselliğe ve tarihe aşkın bir değer atfetmeyi reddeden bu yöntemi çalışmalarının merkezine koyar. Bu yöntem, tarihi, rastlantısal ilişkilerin ve güçler çarpışmasının bir sonucu olarak görmektedir. Tarihin rastlantısal olduğu ifadesi tarihin saçma ya da tutarsız olduğu anlamına gelmez. Foucault, tarihin bir anlamı olmadığını, ki tarihin anlamlı olduğu fikri metafizik bir söylemdir, ancak güç ilişkilerinde kullanılan stratejiler ve taktikler bakımından anlaşılabilir olduğunu ifade eder. “Tarih, belli dönemlerde çeşitli nedenlerle karşı karşıya gelen güçler (söylemler, insan grupları, inanışlar) arasında çıkan mücadelede, kazananların yazdığı ve geleceğe aktardığı bir yaratımdır”(Altunok, 2008:64). Ona göre tarihi anlamak için, Batının metafizik tarih anlayışından uzaklaşmak gerekir. Geleneksel tarih anlayışı metafiziktir ve bu anlayışla bilgi, etik ve iktidar arasındaki ilişkiler ortaya çıkartılamaz.

Foucault, geleneksel tarih anlayışına karşı çıktığını çoğu yazısında belirtmişti. Ona göre geleneksel tarih anlayışı, geleneksel Batı metafiziğine bağımlıdır. Geleneksel tarih anlayışı, tarihini yazdığı şeyin kökenini arar, tarihi çizgisel bir gelişme olarak betimler; tarihi yazılan şeyin bu gelişme sürecinde anlamını koruduğunu, tek bir yönde hareket ettiğini varsayar ki bu tarih anlayışının yöntemi metafizik bir yöntemdir (Keskin, 2005:22).

Foucault’nun Nietzsche’den devraldığı soykütüksel analiz ona göre; sabit, donmuş özleri reddeder ve farklı kimliklerin / öğelerin olabileceğini varsayar; verili bir kimliğin kökenini bulmak yerine bu kimliği çözmeyi, ayrıştırmayı hedefler. Soykütüksel tarih anlayışı / yöntemi, tarihini anlamaya çalıştığı kimliğin değişmez, mutlak bir doğruluğu olduğunu reddeder. Bu yüzden, tarihin içinde bulunduğumuz anında bize dayatılmış olan kimlik ve sınırların zorunlu olmadığını ve bu kimlik ve sınırların aşılabileceğini göstermek için yapılan tarihsel araştırma, geleneksel / metafizik tarih yöntemini değil, soykütüğü izlemelidir. “Soykütük, bize verilmiş olan kimliklerin reddedilmesinin yöntembilimsel aracıdır”(a.g.e., :22). Foucault’ya göre, bu yöntem, bizim kendimizi iktidar ilişkileri ağının dışında yeniden kurmamız için bize bir özgürlük alanı vermektedir. Bu özgürlük alanı, bize iktidar sistemleri karşısında direnme azmi ve gücünü verir. Keskin’in (2005:23) bu noktada Foucault üzerine olan analizi önemlidir: “Soykütüksel eleştirinin sağladığı arka planda özgürlük pratiği Foucault’ya göre, bir sanat, bir varoluş estetiği biçimini almalıdır. Özgürlüğün pratiği, yani etik, bir ethos, bir davranış biçimi, bir kendimizi yönetme, kendi davranış alanlarımızı yapılandırma, yaşamımıza her tür biçim ya da yapı vereceğimize karar verme sanatıdır. Bu, özgürlüğü kullanmak, kendimizi kendi davranışlarımızın öznesi olarak yeniden kurmak; yani bir ahlaki özneleşmedir”. Foucault, çalışmalarını üç ana sorun / alan üzerinde yapmıştır. Bunlar; bilgi, iktidar ve etik* alanlarıdır. Bu tanım çerçevesinde her deneyim belli kavramlar ve kuramlar içeren ve ürettiği hakikatlerle ifade bulan bir bilgi alanı, belli normlar ve kurallar içeren bir iktidar alanı ve bu bilgi ve iktidar alanları bağlamında bireyin kendisiyle kurduğu belli bir ilişki biçimini bir araya getirir. Bu yüzden kendimizin tarihsel bir ontolojisini yapmak; bilgi öznesi, iktidar ilişkilerinin öznesi ve kendi eylemlerimizin etik öznesi olarak nasıl kurulduğumuz sorularını sormayı gerektirir (Keskin, 2005:14).

Foucault; bilgi, etik ve iktidar olguları üzerinde duruyor olsa bile onun asıl anlamak istediği iktidar ve iktidar ilişkileridir. İktidar ilişkileri noktasında Foucault’nun ilk tespiti ve karşı çıktığı nokta, geleneksel siyasal düşüncenin, iktidarı egemen – kral modelinde gördüğüdür. Foucault’ya göre bu model metafiziktir ve kökeni Platon’a kadar gitmektedir. Bu modele göre iktidar, sahiplenilebilen bir mülk ve işleyişi anlamıyla baskıcı bir güçtür. Liberal siyasal düşüncenin esin kaynaklarından önemli birisi olan T. Hobbes’un Leviathan’ında ve Marxist düşüncede de bu model kabul görmüştür. Hobbes’a göre insan, doğası gereği bencildir. Kendi amaçlarına ulaşmak için diğer insanlarla çatışır. İnsan, insanın kurdudur. Doğal durumda insanlar arasında çatışma / kargaşa vardı. İnsanlar doğal durumdan toplumsal duruma geçmek için üstün bir otoriteyi; yani devleti yarattılar. Devlet, toplumsal kargaşayı gideren üstün bir kuvvettir. Bu üstün otorite, şiddet kullanmayı da tekeline aldığı için toplumsal dengeyi gerekirse zorla oluşturacaktır. Mülkiyet ilişkilerinin devamı, toplumsal düzenin oluşturulup korunması bu üstün otoritenin sayesinde olmaktadır. Hobbes’a göre toplumsal sistemin dengeli bir biçimde ayakta durması için üstün bir otorite olan devlete gereksinim vardır. Benzer biçimde Marxizm de, iktidarı sınıf baskısı ile ilişkilendirmekte ve iktidarı, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskısı olarak algılamaktadır. Marx’a göre, bütün sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir. Sınıf savaşımlarında hakim sınıf hangisi ise iktidar (devlet) da onun bir baskı aracıdır. Toplumsal ilişkilerde üretim güçlerini hangi sınıf elinde bulunduruyor ise devlet de o sınıfın bir baskı aracıdır. Egemen sınıflar, toplumsal hayatı kendi istek ve hayalleri doğrultusunda kurmak için devleti bir baskı aracı olarak kullanırlar. “Devlet, bir baskı aracı olduğu gibi aynı zamanda ideolojik bir aygıttır da. Devletin bir yönü değil, iki yönü vardır: Baskıcı bir aygıt olma ve ideolojik bir aygıt olma”(Althusser, 1991:83). İktidar, kapitalist sistemde de hakim sınıf olan burjuva sınıfının, sömürülen sınıf olan proleterya üzerindeki baskısıdır. Foucault’ya göre, “Liberalizm ile Marxizmin saptayamadığı 17. ve 18. yüzyıllardan itibaren Batı toplumlarında sermaye birikimini mümkün kılan tekniklerin, insan birikimini yönetme tekniklerinin de gelişimine neden olmasıdır. Verimlilik ve etkinlik gibi ekonomik ölçütler egemen iktidar modelinde gördüğümüz süreksiz, pahalı, gösterişli ritüelleri ve şiddete dayalı iktidar tekniklerini kısa sürede kullanışsız hale getirmişler, yerlerine daha ince hesaplanmış tabi kılma teknolojilerini geliştirmişlerdir”( Foucault, 2006:352). Böylece egemen iktidardan daha etkili, topluma çok daha fazla nüfuz etmiş yeni iktidar ilişkileri doğmuştur.

Bu iktidar ilişkilerinden en önemlisi; 18. yüzyılla birlikte gittikçe yaygınlaşan akıl hastanesi, hapishane, ordu, okul, fabrika gibi kurumsal yapılarda etkili, bireylerin bedenlerini ve eylemlerini merkeze alan “disiplinci iktidar”dır. Foucault, Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde modern iktidar(lar) sisteminin tarihini yazar. Bu kitapta 18. yüzyılla birlikte, iktidarın baskıcı ve şiddete dayalı işleyişinin Batı toplumlarında gittikçe azaldığını, iktidarın baskıcı olmaktan ziyade disipline edici, düzenleyici ve normalleştirici biçimde işlediğini ortaya koyar. Foucault’a göre disiplinci iktidar işleyiş prensipleri açısından 18. yüzyıla kadarki egemen iktidardan tamamıyla farklılaşmıştır. Egemen iktidar, etkinliğini / işleyişini görünür olmakla kazanırken, disiplinci / modern iktidar görünmezlikle çalışır. Egemen iktidar, bedenlere acı vererek insanları cezalandırırken, disiplinci iktidar ruhları / zihinleri terbiye ederek bedenleri rasyonel bir biçimde kullanarak onları üretici / işlevsel bir hale getirir. Foucault; disiplinci iktidarın bu yönü üzerinde Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde şöyle demektedir: “Zihnin iktidar için hayat yüzeyi olması; fikirlerin denetimi yoluyla bedenlerin tabi kılınması”(2006:156). Yüzyıllar önce Platon, beden için ruhun hapishanesidir diyordu. Ruhun yücelmek için bedenin hapishanesinden kurtulması gerektiğini vurguluyordu. Foucault da bu vurguyu ironik bir biçimde hatırlatarak ve aynı zamanda onu tersyüz ederek disiplinci iktidar ile birlikte ruhun bedenin hapishanesi olduğunu, disiplinci iktidarın zihinleri kontrol altına alarak bedenleri kontrol ettiğini, bedenleri işlevsel bir şekilde kullandığını vurgular. Egemen iktidarın amacı, kendisine yönelen tehditleri ortadan kaldırmak iken; disiplinci iktidar tehditleri önceden saptayıp onları dönüştürmeye ve ıslah etme yoluyla sistemle bütünleştirmeye çalışmaktadır.

Disiplinci iktidar, mikro ölçekte bireylerin bedenlerini ve eylemlerini doğrudan etkileyecek biçimde kurgularken, makro düzeyde de tüm nüfusu konusu haline getirmiş olan bio-iktidar gelişmeye başlamaktadır. Foucault’nun izlerini, 16. yüzyılda bulduğu, 18. yüzyılla birlikte yönetim algısına sirayet ettiğini iddia eden bio-iktidar, toplumun refahı ve zenginliğini ve nüfusun devamlılığını hedefleyen teknolojiler bütünüdür (Altunok, 2008:67). Foucault’ya göre bu teknolojiler; hapishane, okul, fabrika, ordu, bakımevleri gibi kuruluşlar olduğu gibi özellikle sosyal bilimler temelli söylemler de bu teknolojilerin içindedir; çünkü Foucault’ya göre bilgiler / bilimler bağımsız fenomenler değildir. Disiplinci iktidar, tüm bilgi ve bilimlerin üretilip pazara sunulmasında aktif rol alır. Bilgisiz iktidar olamayacağı gibi, iktidarsız bilgi de olamaz.

Bio – iktidar sisteminin oluşup yaygınlaşmasıyla birlikte bütün yaşam alanları, iktidar alanının içine girmiştir. Yaşamın iki önemli olgusu / veçhesi olan doğum ile ölüm de iktidar alanının içindedir. 18. yüzyılla birlikte Avrupa toplumlarında sanayileşmenin de etkisiyle kentte birikmiş olan insan kitlelerini normalleştirerek yönetmek iktidar sisteminin temel uğraşı haline gelmiştir. Heterojen olan bu nüfusu düzenlemek / dengelemek ve yönetmek gerekmiştir. Bundandır ki bio – iktidar sisteminin temel amacı var olan heterojen nüfusa egemen olmak olduğu için bu iktidar, doğum ve ölümü de kendi kontrolüne almak istemiştir. Foucault’ya göre en mahrem dediğimiz yaşantılarımız da iktidar alanının içindedir. Foucault’nun bu düşüncesi doğrultusunda Akay’ın yaptığı tespit önemlidir: “New York’ta elektriklerin kesildiği bir gece TV seyredemeyen Amerikalı çiftlerin hepsi aynı gün sevişip, çocuk yapmıştır! Yine New York’ta TV programlarında, reklamlar sırasında herkes aynı anda tuvalete gider, öyle ki bu saatlerde itfaiye gelir, tıkanan kanalizasyon yollarını açmak zorunda kalır”(1991:110).

Foucault’ya göre disiplinci / modern iktidar, büyük bir hapishane yaratır. Ona göre “dünya, yöneticileri psikologlar ve halkı da hastalar olan büyük bir tımarhanedir. Geçen her günle birlikte, kriminologlar, psikiyatrlar ve insanın zihinsel davranışını inceleyen herkesin oynadığı rol büyümektedir. Bu nedenle siyasi iktidar yeni bir işlev edinmek üzeredir. Bu işlev de tedavi ediliciliktir”(2000:131). Modern iktidar, tedavi eder. Tedavi etmekten anladığımız, insanların zihinlerini kontrol ederek onları kendi isteği doğrultusunda oluşturmak ve yaşatmaktır. Modern iktidar, “bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder. Bu, bireyleri özne yapan bir iktidar biçimidir. Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimini telkin ediyor” (Foucault, 2005:64).

Foucault, iktidar ve iktidar ilişkileri üzerine olan görüşleriyle siyaset sosyolojisine önemli katkılarda bulunmuştur. Siyaset sosyolojisine çok önemli katkısı geliştirdiği yeni iktidar anlayışı ve iktidarı yeniden tanımlaması olmuştur. Sistematik kuramsallaştırmaya karşı olan Foucault, iktidar olgusunun kuramını oluşturduğunu reddetmektedir. Ona göre iktidar, uygulamaları ve etkileriyle özneyi nasıl oluşturduğu çözümlenmelidir. Foucault’ya göre iktidar görünmezdir, her yerdedir, üretkendir ve iktidarın oluşması ve devam etmesinde bilgi önemlidir. Foucault’nun siyaset üzerine düşünmeye başlaması tarihsel bir deneyimin sonucudur. Nitekim söylemler üzerine ilk çalışmalarında iktidarı ve siyaseti geleneksel kalıplar içinde düşündüğünü, bu bağlamda bilgi üretimi ile siyaset arasında ilişkiselliği tespit edemediğini; ancak bu yaklaşımın modern toplumları anlamakta yetersiz kaldığı tespitini 1968 olayları sayesinde yapabildiğini belirtir. 1968 Öğrenci ayaklanmalarının söylemler ve disiplinler üzerine çalışmalarını meşrulaştırdığını ve bu çalışmalarında kullandığı bakış açısının siyasal ilişkileri anlamakta da faydalı olabileceğini fark ettiğini söyleyen Foucault, 1970’lerin başından itibaren çalışmalarını iktidar olgusu üzerinde yoğunlaştırır (Altunok, 2008:64-65).

1968 Öğrenci hareketleri Avrupa’nın toplumsal hayatını derinden etkilemiştir. Bu hareketler toplumsal refahın yüksek olduğu Batı toplumlarında öngörülemez bir patlama olarak ortaya çıkmış; yerel ölçekte başlayan bir mücadele iken daha sonra geniş kitleleri bir araya getirmiştir. Bu hareketlerin hedefleri / istekleri devlet iktidarını ele geçirmek ya da burjuva iktidarını devirmek değil; genel olarak bütün baskıcı, otoriter yapılanmaları dönüştürmekti. Bu hareketler, modernliğin disipline edici yapısına karşı olduğu gibi, klasik Marxizmin teori ve pratiğine de karşıydı. “Savaşma seviş” şiarıyla isyan eden öğrenciler genel anlamda ister sağ düşünceden çıksın, isterse de soldan, bütün otoriter yapılanmalara karşı çıkmıştır. Ayrıca siyaset, eğitim, tıp, ordu ve psikiyatri gibi alanlarda var olan iktidar mekanizmalarını da dönüştürmek bu hareketlerin bir hedefiydi.

Foucault’nun hiçbir zaman tek başına iktidardan söz etmediği daha doğrusu değişmez, tanımlanmış, tek yanlı, mutlak bir varlık olarak iktidardan asla söz etmediği, bunun yerine iktidarlar ve iktidar ilişkilerinden söz ettiği gerçeği üzerinde durmak gerekir. Bu iktidar ilişkileri de karmaşık, olağanüstü koşulları öngörürler. Demek ki, iktidar ilişkilerini ve gene bunların çoğul etkilerini harekete geçiren karmaşık, olağanüstü koşullar (toplumsal, ekonomik, demografik) söz konusudur. Geleneksel felsefi ve siyasal analizin geleneksel olarak iktidar alanı olarak gördüğü şeyin dışında da üretilen çoğul etkiler: Yaşam üzerinde, bilme alanları üzerinde, dil üzerinde, beden üzerinde (Revel, 2006:128-129).

Foucault’nun iktidar ilişkileri üzerine olan görüşlerinde iktidara ilişkin hem en iyi bilinen, hem de en çok tartışılan düşüncesi, bilgi ve iktidarın hep bir arada olduğu düşüncesidir. Ona göre modern iktidar toplumsal hayata nüfuz edebilmek için ve yaşamı kontrol edebilmek için bilgiye, özellikle insan bilimlerine, ihtiyaç duymaktadır; aynı şekilde bilgilerin de toplumsal hayattaki varlığı beraberinde iktidar ilişkilerini oluşturur. “Aydınlanma felsefesinin, doğru bilgiyi iktidar ilişkilerinden bağımsız, nesnel bir çerçeveye yerleştirmesine karşın Foucault bilgiyi, hem iktidarla ayakta duran söylemlere gereksinimi nedeniyle; hem de bilginin kullanımının stratejik olması nedeniyle bir iktidar olgusu olarak ele alır” (Deveci, 1999:30). Foucault, Aydınlanmayı, iktidar ilişkilerinden bağımsızlık durumu olarak görmez. Aydınlanma söylemi, doğru bilginin ölçütü nedir sorusuna iktidar ilişkilerinden bağımsız deney, gözlem ve akla dayalı nesnellik durumu cevabını verse de, “özgürlükleri keşfeden Aydınlanma çağı, disiplinleri de keşfetmiştir”(2006:325) diyen Foucault, Aydınlanmayı, dini dogmaların yerine geçen aklın hükümranlığının, bilgi ve söylemi modern iktidar lehine sistematik bir şekilde inşa etmesi yoluyla tüm yaşam alanlarını belli kurallar çerçevesinde çizmesi olarak algılar. Ona göre Aydınlanma, modern iktidar ilişkilerinin bir unsurudur. Aydınlanma, bilgi temelli işleyen modern iktidara bilgi ve söylemler oluşturmuş ve modern yaşamın büyük bir hapishaneye dönüşmesinde önemli bir unsur olmuştur.

Foucault’nun bilgi / iktidar birlikteliği hakkındaki görüşlerini şöyle açıklayabiliriz: Bilgi söylemseldir; çünkü hangi önermelerin kabul edilip, hangilerinin dışlanacağının sınırının çizilmiş olması gerekir. Doğruluğun, dolayısıyla da bilginin söylemsel formasyonlarla örtüşük olması, söylemsel formasyonların da yapısal bir iktidar ilişkisi içermesi, bilgiyi dolaylı da olsa iktidara bağımlı kılar. Özellikle insan bilimlerinde erişilmiş olan bilgi bütünlerinin toplumsal ilişkilere uygulanmasında; yani pratik ve eylemlerin denetlenmesinde de bilgi iktidarla buluşur ( Deveci, 1999:30). Foucault, bilgi / iktidar birlikteliğini incelediği Kelimeler ve Şeyler adlı eserinde iktidar temelli oluşturulan insan bilimlerinin doğuşuyla beraber, insanın ölümünün gerçekleştiğini söylemektedir ve bu eseri şöyle bitirmektedir: “Eğer bu düzenlemeler tıpkı ortaya çıktıkları gibi kaybolsalardı, olabilirliğini en fazlasından önceden hissedebileceğimiz; ama şu an için ne biçimini, ne vaadini bildiğimiz herhangi bir olayla, tıpkı 17. yüzyılın dönemecinde klasik düşünceye yaptıkları gibi, düşüncenin zeminini sarsalardı; bu durumda insanın, tıpkı denizin sınırında bir kum görüntüsü gibi kaybolacağından söz edilebilirdi”( Foucault, 1994:499). Foucault’ya göre iktidar, toplumsal hayatta anonim bir değiş tokuş aracı gibi işler. İktidar sahip olunabilen bir mülk olmadığı gibi statik bir yapıya da sahip değildir. İktidar ilişkilerinin nerden kaynaklandığı sorusuna Foucault, güç ilişkileri cevabını vermektedir. “Deleuze’ün yorumuyla Foucault’da iktidar, verili güçler arasında kurulan ilişkilere gönderme yapar. Güçler alanı, henüz diyagramlara oturtulmamış, saf bir kendiliğindenlik arz eden, tabakalaşmadan yoksun, heterojen oluşum alanıdır” ( Deveci, 1999:31). İktidar ise, bu sınıflandırılmamış, bağlantılara sokulmamış ve gelişigüzelliğiyle sonsuz olasılığa açık güçler alanının çeşitli yollarla bir düzene sokulmasıdır. Karşılaştırılacak olursa, güç ilişkileri işlev barındırmayan bir kendiliğindenlik ve olumsallık barındırırken, iktidar ilişkileri programsal, söylemsel biçimlendirmeler, yerleştirmeler olarak çalışırlar (a.g.e.,:31). Foucault’ya göre temelleri 16. yüzyılda atılan ve 18. yüzyılda kurumsallaşıp gelişen disiplinci modern toplumla birlikte iktidar, toplumsal hayatın bütün hücrelerine yayılmıştır. İktidar her yerdedir; o bir kurum, yapı ya da bir aidiyet değildir. İktidar, karmaşık stratejik durumlara verdiğimiz isimdir. İktidar tekçi değil, çoğulcudur. Bu noktada Foucault şöyle demektedir: “Bir toplum, bir iktidarın, sadece tek bir iktidarın uygulandığı üniter bir gövde değildir; bir toplum, gerçekte, farklı ama yine de spesifiklerini muhafaza eden iktidarların yan yana gelmesi, ilişkisi, koordinasyonu ve hiyerarşisidir… Toplum, farklı iktidarlardan bir takımadadır”(2005:145). İktidar tek bir siyasi merkezden yönetilmez, bir seçkin sınıfa ait (Marx’ın belirttiği gibi) ya da bürokratik kurumların mantığıyla sınırlı değildir. Foucault’ya göre iktidar üretkendir; çünkü oluşturucu ve pratikte belli tipte beden ve zihinler üretmeye çalışır. İktidarın üretkenliği, direnmeye olasılık bırakan, düzenlenmiş ve disiplin altına alınmış sosyal ilişkilerin ve kimliklerin üretilmesindedir. Nerede iktidar varsa orada direnme de vardır. İktidar, toplumsal hayattaki akışını kısmen de direnmeler sayesinde devam ettirir. Dolayısıyla Foucault’nun modern iktidarın büyük bir hapishane / tımarhane olduğu tezinden mutlak anlamda bir tutsaklık anlaşılmamalıdır. Foucault, özne ve iktidar ilişkilerini incelediği makalesinde bu konuda şöyle demektedir: “Özgürlüğün boyun eğmeyi reddetmesi ile iktidar arasındaki ilişkiyi ayırmak mümkün değildir. İktidarın merkezi sorunu gönüllü kölelik değildir. İktidar ilişkisinin özünde yatan ve onu devamlı kışkırtan etken, istencin boyun eğmeyişi ile özgürlüğün inadıdır. Özsel bir uzlaşmazlıktan söz etmektense, bir çekişmeden söz etmek, aynı zamanda hem karşılıklı teşvik etmeyi hem de mücadeleyi içeren bir ilişkiden söz etmek; birbirine karşı her iki tarafı da felce uğratan yüz yüze bir kapışmadan ziyade sürekli bir kışkırtmadan söz etmek daha yerinde olur”(2005:76).

Mıchel Foucault’da İktidar İlişkileri Sosyolog Sıtkı Akın, Toplum ve siyaset


* Foucault,etik terimini daha çok Helenistik felsefeye özgü “insanın kendiyle kurduğu ilişki” anlamında kullanır.Bakınız, Michel Foucault, Kendini Bilmek, Çev. G. Ç. Güven, İstanbul:1999, Om Yayınevi

Kaynakça Akarsu, B. (1994). Çağdaş Felsefe, İstanbul: İnkılâp Yay. Akay, A. (1991). Tekil Düşünce, İstanbul: Afa Yay. Altunok, G. (2008). “Şiddetin Eleştirisi Olarak: Arendt ve Foucault”, Doğu Batı Dergisi (İç.), Ankara: Doğu Batı Yay., Sayı:43. Althusser, L. (1991). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, (Çev.:Y. Alp ve Mahmut Özışık), İstanbul: İletişim Yayınları. Deveci, C. (1999). “Foucault’nun İktidar Kavramsallaştırılmasında Siyasal Boyutun Ayrıştırılmazlığı”, Doğu Batı Dergisi (İç.), Ankara: Doğu Batı Yay., Sayı:9. Foucault, M. (2000). Büyük Kapatılma – Seçme Yazılar 3, (Çev.: I. Ergüden ve F. Keskin), İstanbul: Ayrıntı Yay. Foucault, M. (2006). Hapishanenin Doğuşu, (Çev.: M. Ali Kılıçbay), Ankara: İmge Yay. Foucault, M. (2005). Özne ve İktidar, (Çev.: I. Ergüden ve Osman Akınhay), İstanbul: Ayrıntı Yay. Foucault, M. (1994). Kelimeler ve Şeyler, (Çev.: M. Ali Kılıçbay), Ankara: İmge Yay. Keskin, F. (2005). “Özne ve İktidar”, Michel Foucault, Özne ve İktidar (İç.), (Çev.: I. Ergüden ve Osman Akınhay), İstanbul: Ayrıntı Yay. Keskin, F. (1999). “Söylem, Arkeoloji ve İktidar”, Doğu Batı Dergisi (İç.), Ankara: Doğu Batı Yay., Sayı:9. Revel, J. (2006). Michel Foucault, Güncelliğin Bir Ontolojisi, (Çev.:K. Atakay), İstanbul: Otonom Yay. Said, E.(1999). “Michel Foucault 1926 – 1984”, Doğu Batı Dergisi, (İç.), Ankara: Doğu Batı Yay., Sayı:9

Zaman Yolcusu Kadınlar: Furuğ Ferruhzad – Gülden Treske

Furuğ; kısacık bir hayata, her şeyi doldurabilen kadınlardandı. Kim olduğunu ve şiir yazmak için doğduğunu biliyordu. Tüm kırılganlığına karşın, kim olduğunu bilemesin diye konulan bütün kuralları alt edecek kadar da güçlüydü.

(Yeniden Doğuş)

“Bahçeye dikeceğim ellerimi, Çiçekleneceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum Ve bembeyaz yumurtalarını bırakacak kırlangıçlar Avuçlarımın mürekkep lekeli çukurlarına” Furuğ Ferruhzad (5 Ocak 1935 – 13 Şubat 1967)

Öylesine çiçeklendi ki Furuğ, mürekkep lekeli ve kırlangıçların yumurtalarını bıraktığı elleri ile Fars edebiyatının en güzel şiirlerini yazdı. Şair oldu. Yazar, oyuncu, ödüllü bir yönetmen, ressam, eş, anne, âşık oldu. Furuğ; kısacık bir hayata, her şeyi doldurabilen kadınlardandı. Ve kim olduğunu ve şiir yazmak için doğduğunu biliyordu. Tüm kırılganlığına karşın, kim olduğunu bilemesin diye konulan bütün kuralları alt edecek kadar da güçlüydü.

Otuz iki yaşında öldüğünde; onu hiç önemsememiş ve reddetmiş olan babasından aldığı soyadına bile gerek olmadan, İran şiirinin “Furuğ”u olmuştu. İsmi Farsça “Işık” anlamında ki Furuğ; kalın siyah kaşları, iri gözleri ile, başı hafifçe yana eğik, bazen mağrur, bazen mağdur, bazen deli deli bakıyor o hep çok genç, hep çok güzel fotoğraflarından.

Furuğ, babasına yazdığı bir mektupta “…şiir benim Tanrımdır… siz benden vazgeçin, siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım, ancak ben hiç bir yaşadığımdan yakınmayacağım…” demişti. Ve şiirini yazabilmek için hayatındaki birçok şeyi elinin tersi ile itti. Ailesinin istediği gibi bir kız çocuğu, beklendiği gibi bir eş olmadı. Evcilleşmedi. Ataerkin sevgisini kazanamadı ve bundan da hep üzüntü ve öfke duydu. Gene de bildiği gibi, kendine doğru geldiği gibi yaşadı. Kültürel kutuplaşmalar, isyanlar çalkantısındaki İran’a “karanlık bir ayet” gibi inen “varlığıyla”; yazanın da, okuyanın da içini yakan şiirlerini bıraktı.

Kent soylu orta sınıf bir ailenin yedi çocuğundan üçüncüsü olarak doğdu. Şah Rıza’nın ordusunda subay olan babasının, ordu düzeninde yönettiği bir evde büyüdü. Kız sanat okulunda resim, el sanatları ve dikiş – nakış okudu. Ailede, hep erkek kardeşleri öncelikliydi. Furuğ buna dayanamazdı ve bu kavgası, hırçınlığı ömür boyu sürdü. Askeri bir disiplinle yetiştirildikleri, sürekli kaçmak arzusu ve isyan duygusu ile yaşadığı çocukluğunun evinde, kapılar ve pencereler, kadınlara kapalıydı. Bir şiirinde “…bir pencere yeter bana, bir tek pencere…” demişti (Pencere). Kendi penceresini de kendi elleriyle, tırnaklarıyla, acıta acıta açacaktı ve penceresinden güneşe bakacaktı. Çünkü istediği buydu:

“…kıyısındayım pencerenin ve güneşle bağlantıda…”

1952 yılında on altı yaşındayken, kendinden yaşça büyük, aileden tanıdığı Perviz Şapur’a aşık oldu ve evlendi. Şapur, aydın ve sanat çevrelerinde tanınan bir entelektüeldi. Kocasının yanına taşındı. Küçük bir yer olan Ahvaz’da, aykırı kimliği ile Furuğ’u zor bir hayat bekliyordu. Bir erkek çocuğu oldu. İki yıl süren evliliği, 1954 yılında bitti. Şeriat yasalarına göre, boşanma sonrası, çocuğun velayeti babaya verildi. Daha sonra “çocukça” diye tanımladığı bu aşkta bilemediği, bir entelektüelle de olsa, evliliğin ve ataerkil düzenin ondan beklentileriydi. Bunlara karşılık veremedi ve eril dünya tarafından, bir kadın için en ağır cezalardan biri ile cezalandırıldı. Furuğ çocuğunu hiç göremedi.

Duygusuz, baskıcı ve sevgisiz bir evde geçen çocukluğunun acı ve isyanlarına, bir de daha sonra hiç göremediği ve “sen o aydınlık ve pırıl pırıl gökyüzüsün” dediği oğlu, Kamyar’ın özlemi katıldı. Furuğ kendini şiirlerine verdi, Tahran’a geri döndü. Daha sonraları; kendisini ve şiirini anlamadığı için kocası Perviz’e sitem dolu mektuplar yazacaktı. Bir başka mektubunda da “…yaşamın gülünç alışkanlıklarına bağımlı olmak ve duvarlara boyun eğmek doğaya aykırıdır…” diyecekti. Kadınların görevi sayılan adanmışlıklar, sorumluluklar, evlere kapatan duvarlar, bakamadıkları pencereler hep şiirlerine konu oldu.

“…Su gibi çukurunda kuruyabilir insan…” demiş ve en çok da bundan korkmuştu.

1955 yılında ilk kitabı “Tutsak / Asir” yayımlandı. Şiiri kadın, kadınlığı şiirdi. O bir kadındı ve kadınlığını bunca görünür kılması onaylanabilecek bir şey değildi. Görünür olmak erkeklerin ayrıcalığındaydı. Yazdıkları ile hayatındaki ve çevresindeki erkeklerin öfkesine uğradı. O yıl, bir süre psikiyatri kliniğinde kaldı. Böyle bir kadın, olsa olsa deli olurdu. Delirtilmeye çalışılırdı ve deli değilse de, deli olduğuna inandırılırdı.

Daha on altı yaşında iken eski ustalar geleneğinde “gazal”lar yazan, isyanla, aşkla dolu bir küçük “gelin” kadın, acaba nasıl yaşardı? Toplumun, ailenin, daha sonra şiirlerinde “esaret” diye nitelediği evliliğin, bir kadından beklentilerini nasıl karşılardı? “Düşler ne kadar safsalar o kadar yükseklikten düşer ve ölürler” dizeleri ile içinden kopanları, yere düşen, kırılan, dökülen her şeyi yazdı. Çocukluğundan beri dizginleyemediği kaçmak arzusu, içindeki isyan hiç bitmedi. Çünkü kaçabileceği her yer ondan bir şey istiyordu. Oysa o, sadece kendi olabilmek, kendi olabilirken de şiirlerini yazmak istiyordu.

Dokuz aylığına bir Avrupa seyahatine çıktı. Şiiri hiç bırakmadı. 1956 yılında ikinci şiir kitabı “Duvar” basıldı. Bu kitabını, tüm entelektüel kabiliyetlerine rağmen onu hiç anlamamış olan ilk kocasına adamıştı. 1958 yılında, ünlü yazar ve yönetmen İbrahim Gülistan ile tanışması ve yaşadığı aşk, hayatının önemli bir parçası oldu. Evli ve iki çocuk babası, öykücü, film yapımcısı ve senarist Gülistan’la Furuğ, ölümüne kadar birlikte çalıştılar. İlişkileri hep dedikodu ve eleştirilere maruz kaldı.

Furuğ, arada başka aşklar da yaşadı. Dizelerinde “… büyük bir zevkle günah işledim / ateş gibi sıcak bir kucakta… / büyük bir zevkle günah işledim / titreyen kendinden geçmiş vücudumla…” diyecek kadar cesurdu. Sadece erkeklere ait bir alana destursuz girmiş; cinsel aşkı, sevgilisini, sevişmesini, tutkusunu anlatma cüretini göstermişti. Şiirlerindeki ve doludizgin hayatındaki kadın cinselliği, bu hakkı sadece kendinde gören riyakâr erkek dünyasına bir çeşit isyandı. Boşanmış ve özgürce yaşayan ve aynı özgürlükte yazan bir kadın olarak, dikkatler hep üzerindeydi. Şiddetli tartışma ve eleştirilere konu oldu, bazı şiirleri erotik bulundu, sansüre uğradı. Düşük ahlakla, fahişelikle, yuva yıkıcılıkla suçlandı. Şiiri değersizleştirilmeye çalışıldı.

“…karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak uçup gittikleri o an…”

duyarlığında bir kadın; 1950’li yılların dünyasında, bu dünyanın İran’ın da “kadın şair” oluyordu. Eve, kocasına, yemeğe, çocuğa harcaması beklenen enerji ve yaratıcılığını; şiirine, filmine ve aşklarına, aşkla yazıyordu.

Furuğ, yaşamı ve sanatı kadar toplumsal konulara ilgisi ile de cesurdu. Geleneksel ve ataerkil bir toplumda; eş, anne olmak, geleneksel roller, kadının toplumdaki konumu, kadın sorunları, Şah’ın despotluğu, siyasi ve dini baskılar üzerine görüşlerini hep savundu. “Tanrı olsaydım eğer, bir gece haykırırdım tüm meleklere / güneş sikkesini karanlığın körüne atsınlar diye” dizeleri ile isyan işine Tanrıyı da bulaştırdı. Bulaştırabilirdi, çünkü Furuğ “Yeryüzü Ayetleri”nin yazarıydı.

“Babalar, kocalar, mollalar gözünde” değersiz de olsa; artık şiirinin gücünü herkese kabul ettirmişti.

1962 yılında yaptığı belgesel filmiyle İtalya’da, 1963 yılında cüzzamlılar hakkında çektiği “Kara Ev” filmi ile Almanya Oberhausen Film Festivali’nde ödül kazandı. 1963 yılında UNESCO, daha sonra Bernardo Bertolucci, Furuğ hakkında belgesel film yaptı ve yayınladı. Bu arada “Kara Ev” çekimleri sırasında Cüzzamlılar Evi’nde birlikte yaşadığı anne babası cüzzamlı Hüseyin’i evlat edindi. Kamyar’ın özlemi bir yana, Hüseyin’i de çok sevdi.

Furuğ’un ölümü de, arka arkaya sığdırdığı kitaplar, aşklar, travmalar ve filmler gibi seri bir şekilde ve aniden oldu. 1967 yılının Şubat ayında, bir sabah kütüphanede Jean d’Arc çevirisine çalıştı. Sonra annesine uğradı, oradan da stüdyoya gitmek üzere ayrıldı. Kendi kullandığı araç ile giderken, başka bir araçla kaza yapmamak için duvara çarpınca, araçtan dışarı fırladı ve başını kaldırıma vurdu. Henüz otuz iki yaşındaydı. Son kitabı “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” yarım kaldı.

Furuğ, kaldırıldığı hastanede müdahale edilemeden ölmüştü. Mollalar cenaze namazını kılmak istemediği için, cenazesi iki gün bekledi. O, eril zihniyeti çıldırtan her şeydi, “nankör”, “ahlaksız” ve “cadı”ydı. “Günah” şiirinden sonra, zaten baba evinden de reddedilmişti. Cenaze namazını bir yazar kıldırdı.

Kardeşine bir mektubunda, ilk ben öleceğim demişti. İlk o öldü. Son kitabına adını veren şiiri, kendi ölümü hakkında bir kehanet gibiydi:

“Ve bu benim yalnız bir kadın, soğuk mevsimin eşiğinde ….. anneme dedim ki: “bitti artık hep düşündüğünden daha önce olur gazeteye bir başsağlığı ilanı vermeli.” …. inanalım soğuk mevsimin başlangıcına inanalım düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım işsiz devrik oraklara ve tutsak tanelere. bak nasıl da kar yağıyor… … belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el durmadan yağan karın altında gömülmüş olan ve bir dahaki yıl, bahar pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde ve teninde fışkırdıklarında uçarı yeşil saplı fıskiyeler çiçek açacak olan o iki genç el sevgili, ey biricik el inanalım, soğuk mevsimin başlangıcına.” ….” (İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına – Kış 1965)

Toprağa verildiği gün, Tahran’da kar yağıyordu.

Daha otuz iki yaşındaydı ve “saf düşleri …. çok yükseklerden düşmüş kırılmış”, “soğuk mevsim”lerde yaşar olmuştu ama yeni başlangıçlara hep hazırdı, hep çok cesurdu. Son kitabı “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” ölümünden sonra basıldı.

“Kuş ölür sen uçuşu hatırla…” dediği gibi, geriye hatırlanası şiirleri ile Kamyar’la, Hüseyin’i bıraktı.

Furuğ gideli yıllar oldu, yaralarımız hep aynı kaldı. Yaşadığı dünyayı çok iyi tanıyordu:

“….. küçücük bir kıvılcım bu cansız sessiz topluluğu ansızın içten parçalıyordu, ve onlar birbirlerine saldırıyorlardı adamlar birbirinin gırtlağını bıçaklarla yarıyorlardı ve kan yatağı ortasında ergenleşmemiş kızlarla yatıyorlardı…” (Yeryüzü Ayetleri)

Aradan geçen onca yıldan sonra, şiirleri ve kehanetleri ile Furuğ, “… su sesinin doğruluğuna inanmayı…” istediğimiz ve “beşiklerin utançtan mezarlara sığındığı” sanki bu günleri anlatıyordu.

Hepimizin ismi biraz “ışık” olsa, tüm pencereler hep açık kalsa, “esrik tenler” güneşle bağlantıda… Herkes bir Furuğ şiiri okusa. İçimize birer Furuğ kaçsa…

Beşikler, utançtan sığındıkları yerlerden çıksa…

20 Ekim 2014 Kaynak: Amargi Dergi

Bir Askerin Günlüğünden Dersim Soykırımı ve ‘Kötülüğün Sıradanlığı’

Çalışmalarını Almanya’da sürdüren tarihçi Zeynep Türkyılmaz Dersim’de 1938’te devlet eliyle yaşatılan vahşete dair önemli bir belgeyi paylaşıyor. Harekata katılan bir askerin günlüğüne yazdığı notlar, hem 1938’te neler yaşandığını, hem de bu vahşetin kimi askerlerce nasıl da duygusuz biçimde icra edildiğini ortaya koyuyor.

Zeynep Türkyılmaz*

“9 Eylül Ah bugün İzmir’de olsaydım.  Halbuki dağ başında Kürtlerle uğraşıyoruz.  Hep o….  X  Bugün de dağları ormanları tarayarak ovaya  geldik. Bizim bölük Şam Uşaklarının  başı olan Şeytan Ali’nin kafasını ve bir çok daha insan öldürerek hepsinin kafasını getirdi. Şimdi bizim bölük çok gözde, bütün zabıtlar kahraman bölük diyorlar. Ali Galip Paşa bizim bölüğün gözlerinden öptüğünü telefonla söyledi. Geceyi Ovacık’ın bir saat ilerisinde geçirdik. Yine çok yorgunuz….”

Dersim Soykırımı’nı şu ana  kadar göremediğimiz bir açıdan  anlatan bu vurucu satırlar, Atatürk Kitaplığı’nın  yakın zamanda internet üzerinden kullanıma açtığı dijital kaynaklar arasında bulunan, 1938 yılına ait bir hatırattan alınma. Zorunlu askerliğini  yapmakta olan bir asker tarafından, bizim kuşağın Ece Ajandası diye bildiği, eski adıyla Ece muhtıra defterine  27 Temmuz ile 25 Eylül arasında  Osmanlıca yazılmış notlardan sadece birisi. Bazen bir, bazense birkaç  farklı seferde çabucak karalanan, ancak her gün düzenli olarak tutulan bu hatırat,  Dersim’de yaşanan vahşeti ilk defa emir komuta zinciri içindeki uygulayıcılarının perspektifinden, araya zaman girmeden, sıcağı sıcağına anlatıyor. 9 Ocak günü yazılan, “Çok canım sıkılıyor  biraz sokağa çıktım,” sözleriyle başlıyor  bu günlük notlar. Ondan önceki birkaç sayfa yırtılmış gibi görünüyor, ancak kim tarafından ve ne sebeple yırtıldığı muğlak. Kesin olmasa da isminin Yusuf Kenan Akım olduğunu tahmin ettiğimiz bu Samsunlu gencin ne mesleğini, ne eğitimini ne de neyi sevip sevmediğini biliyoruz. Annesi babası kardeşleri ve birkaç iyi arkadaşı olduğunu öğreniyoruz notlardan. Hatıralar askere gitmeyi beklerken geçirdiği, boş zamanın bol olduğu bir dönemde başlıyor. Ara sıra sinemaya ve konsere gittiğini, roman okuduğunu, arkadaşlarına, akrabalarına  ille de sevgilisi Nedime’ye bol bol mektup  ve kart  gönderdiğini biliyoruz. Kendine dair son derece az detay barındıran bu hatırata, yazarının Nedime adlı bir kadına olan yoğun, şüpheci ve  bazen de saplantılı aşk, damgasını vuruyor.  Hemen her gün  en az bir kez, ‘Nedimem’,  bazen de kod adıyla ‘X’, ya da ‘hain’ diye seslendiği sevgilisine özlemini,  hasretini,  kızgınlığını, öfkesini, ve şüphesini not ediyor.  Belki de bu hatıratın başından sonuna kadar, hiçbir koşulda unutulmayan, değişmeyen tek şey Nedime’ye duyduğu yoğun hisleri ifade etme ihtiyacı  ve ondan gelen ya da gelmeyen  cevabın yarattığı ruh halinin kaydı.

Günlükten sayfalarGünlükten sayfalar

Dersim’e gidiş Günlüğün yazarı 27 Nisan 1938’de askerliğin acemilik kısmını geçirmek üzere Amasya’ya gider. Bu dönemdeki notlar yeni ortama alışma çabaları,  hastalığı ve Nedime’ye olan özlemi ve ona dair endişeleriyle dolu.  Bu sıkıntılı hislerin yanı sıra çarşı izinleri, kısa da olsa Samsun’a gidişi,  Nedime’yi görüşü ve komutanlarıyla olan iyi ilişkilerinden de bahseder. Birinci ayın sonunda, 28 Mayıs’ta 56. Alay olarak yemin törenini ifa ederler. 27 Temmuz’da ise  günlüğüne ‘Alayca Hareket’ başlığını atar ve altına  Amasya’dan trene binmeyi beklediklerini yazdıktan sonra, ‘Beni  silahsız sıhhiyeci olarak ayırdılar,’ diye belirtir.  30 Temmuz’da ilk olarak hareketlerinin Dersim’e olduğunu yazar: ‘Dersim Dağı, Fırat nehri kenarındayız. Bugün yine arkadaşlarla Fırat nehri kenarında resim aldırdık.’  Kısa bir süre sonra da Altunovası Manevrası diye adlandırdığı Dersim tarama operasyonuna  dahil edildikleri ortaya çıkar.  25 Eylül’e kadar Dersim’de geçirdiği iki ay  boyunca dağlarda geçirdiği zamanlara, yaptıklarına ve tanık olduklarına dair notlar tutar. Notlar, dönüşte dağıtımla gönderildiği askerlik dairesindeki deneyimleriyle devam eder.  Bu süreçte can sıkıntısına dair yazdıklarına geri dönerken, ailevi meseleler, Amerika’dan gelen milyoner halazade, Atatürk’ün  sağlık sorunları ve bunları müteakip ölümü sıkça yer alır.  Hatırat kısmını 31 Aralık günü yazdığı, sevgilisi Nedime’ye adanan şu romantik notla sonlandırır. “X yok yok….  X…. Derler ki ölüm var. Yine diyorlar ki ölmeyen şeyler var. Ben ikisine de inanıyorum. Ölüm maddedir. Ve yaşayan sevgidir. Burada ölen maddenin kemikleri ve yaşayan sevginin ruhu yatıyor.  Bu muhtıra arasında bir türbe ve saray, X….”

Yılın özeti Ajandanın son kısmında ise gelir gider kaydı için ayrılan bölüme, ‘Bu ayda doğanlar’  başlığı altında kız ve erkek isimleri yazar, ve bu aylarda doğanlara dair horoskoptan alınma karakter tahlilleri ekler. Geri kalan sayfalarda kısa bir gelir  gider hesabından sonra yılın hulasasına dair notlar tutar. “Temmuz: 27 Temmuz 938de Dersime, Kürt üstüne  hareket ettik Ağustos: Bu ayı da Dersimde geçirdik, çok izdirap çektik Eylül Yine Dersimdeyiz. Elazığından geri döndük. Dağları tarıyoruz”

Sarsıcı bir metin Osmanlı- Türkiye çalışmalarında sıradan hayatlara dair hatıratlarla çok nadir karşılaştığımız için bu defter tarihçilerin geneli açısından  sunduğu  açı itibariyle kıymetli bir kaynak  türü. Ancak Dersim meselesi özelinde bakıldığında ise,  bu hatırat araştırmacıların hali hazırda bildiği ve yazılı ve görsel olarak ürettiği Dersim 1938 anlatısının detaylarına katkıda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda ona radikal bir müdahale imkanı da sağlıyor.  Kişisel olandan başlamam gerekirse, 1999 yılından beri Cumhuriyet’in Dersim siyasetini çalışan, bu konuda yazılmış şiddet tahayyülü, planı ve uygulaması içeren sayısız rapor ve belge okumuş, mağdurlarıyla görüşmeler yapmış ve bu konuda yazılmış birçok yazı, çekilmiş film ve belgesel seyretmiş bir tarihçi olmama rağmen, bu metin benim için hem duygusal hem de entelektüel açıdan beklemediğim kadar sarsıcı oldu. Tarama operasyonun anlatıldığı bu iki ayda belki Dersim 1938’e dair yepyeni, hiç kimsenin, en azından Dersimlilerin bilmediği  bir şey söylemiyor bu hatırat.  Ancak sayılamayacak kadar, failinin de saymak ihtiyacı duymadığı kadar çok bir ölme, öldürülme hali tasvir ediyor. Yerden makinalı tüfek ve askerle, gökten uçaklarla saldırılan Dersim’in bir ucundan ötekine, dağıyla nehriyle, hayvanıyla insanıyla tüm canlılarının tarumar edilmesini, bunun karşısında korkuyu ve direnişi de not ediyor.  Ancak burada resmi raporlardaki soğuk, analitik ve ‘Devletin bekası için elzem ve caizdir’ gerekçelendirmesini ya da milliyetçi çerçevenin tutkulu savunmasını görmüyorsunuz. Yani Fevzi Çakmak’ın meşhur ve meşum ifadesiyle, ‘Dersim okşamakla kazanılmaz. Müsellah kuvvenin müdahalesi daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvel koloni gibi nazarı itibara alınmalı’  kararlılığı yok bu hatıratta. Ya da Dersim harekatın sembol yüzü, Cumhuriyet neferi Sabiha Gökçen’in ‘Hareket eden her şeye ateş ettikten’ sonra Atatürk’ün  ona ‘düşman’ eline geçme ihtimaline karşı verdiği silahı kendisi için kullanma ‘adanmışlığı.’ Ne anılarında Dersim’de yaşananları ve daha önemlisi bir piyade olarak kendi yaptıklarını ‘Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum’ diyerek anlatmayı reddeden Orgeneral  Muhsin Batur gibilerin farkındalığını, ne de yaşlandıkça ağırlaşan hatıraları göz yaşlarıyla anlatan askerlerin pişmanlıklarını okuyorsunuz bu satırlarda.

Ajandada yer alan bu fotoğraftaki kişinin Yusuf Kenan Akım olduğu tahmin ediliyorAjandada yer alan bu fotoğraftaki kişinin Yusuf Kenan Akım olduğu tahmin ediliyor

Sıradan Kötülük Tam tersine karşınızda gördüğü, yaşadığı ve hatta faili olduğu bütün vahşeti büyük bir kayıtsızlıkla anlatan adeta Hannah Arendt’in  Eichmann yargılanmasından yola çıkarak kavramsallaştırdığı Sıradan Kötülüğün (Banality of Evil) vücut bulmuş hali var.  Bu askerin, tercihiyle değil de emir komuta zinciri içerisinde Dersim’e geldiği malum. Hatta yaptıklarının çoğunu, belki de hepsini verilen emir icabı yaptığını ve itaatsizliğin ağır bedeli olacağını  söylemek de mümkün. Her ne kadar Dersimlilerin anlatılarında onları gizlice kurtarmaya çalışan, ya da gözyaşlarıyla emre itaat eden askerler de yer alsa da çoğunlukla bunların Alevi ya da Kürt askerler olduklarını da vurguluyorlar. Elimizdeki hatıratta ise herhangi bir pişmanlık, soru işareti, acıma, merak, korku, ya da kan tutması gibi bir vicdani tepki göremiyorsunuz.  İnandığı bir davaya dair ya da karşısındakini  düşman gören bir ifade de yok yazdıklarında. Her gün ölümlerine şahit  ve sebep olduğu insanların kim olduğuna ve neden bunlara maruz bırakıldığına dair en ufak bir açıklama ya da merak  ibaresinin olmaması son derece çarpıcı. Hedeftekilerden sadece Kürtler diye bahsediyor,  birkaç kez de ‘Asi’ kelimesi geçiyor. Ancak ne isyan ne de başka bir türlü bir fiilden bahsediyor.  Askerin anlatısında, ne niye başladığı, ne de ne zaman biteceği mühim. Dersimlilerin kayıtsız ve hesapsız öldürülebildiği ve kimsenin de çok kafa yormasını gerektirmeyen, sonsuza kadar sürebilir bir öldürme halini okuyorsunuz kısacık notlarda, sayfalar ve günler boyunca.  Sonunu bildiğiniz, planlarını okuduğunuz bir trajedinin, adım adım inşasını takip ediyorsunuz bu sıcağı sıcağına tutulmuş notlarda. Ne zamanın getirdiği pişmanlık, ne de emir komutayı sorgulama isteği, sadece ölüm var bu satırlarda. Dersim harekatı öncesi ve sonrası yazdıklarına baktığınızda ise, sağınızda solunuzda gördüğünüz herhangi bir insandan ayırt edemeyeceğiniz, romantik ve körkütük aşık genç adamın vücudundan ayrılmış kafaları, cesetlerle dolu nehirleri, yakılan köyleri not ederken okunan duygusuzluk ve vaka-i adiye hissi, alışkın olduğumuzdan farklı bir fail tipini ortaya çıkarıyor.  Öyle ki 9 Eylül’de yazdığı notta da görüleceği üzere X ya da Nedime, bulunduğu duruma duyduğu kızgınlıkla, kesilen kafaların ortasında aklına geliveriyor. Belki bazen bir kaçış ve ya sığınma olarak, ama çoğunlukla  uyguladığı ve gördüğü şiddete duyduğu kayıtsızlık olarak. Bu durum, Dersim özelinde fail profilini karar alıcılardan ‘sıradan’ uygulayıcılara genişletmekle kalmıyor, aynı zamanda fail tanımlamanın, genel olarak bütün toplu şiddet ve soykırım deneyimlerinde çetrefilli bir mevzu olduğunu da kanıtlıyor.

“Buralarda çok sefil kaldık…” Bu hatırattaki askerin failliği aynı zamanda kendisine atfettiği mağdurlukla tanımlı.   Aklından çıkmayan ve vefasızlıkla suçladığı aşkının yanı sıra, duygusal tepki doğuran tek diğer durum, hatıratın sahibinin çektiği ‘acılar’ ve bulunduğu yerden duyduğu memnuniyetsizlik.  Ancak bunun sebebi Dersimlilerin maruz kaldığı şiddet, ya da bu şiddetin uygulayıcısı olmak değil. Dersimliler yok edilirlerken, askerlerin kendilerini içinde buldukları coğrafi ya da fiziksel zorluklar. Kelimelerimle tasvir etmekte zorlandığım için yine hatıratın kendisine bırakayım sözü:

“3 Eylül Cevizli ilerisindeyiz. Gece saat 12de çadırlarımızı sökerek Pertek’ten hareket ettik. Sabaha kadar yol yürüdük. Nihayet saat 7de bir su kenarında konakladık. Fakat derenin içi insan leşleriyle dolu olduğundan, susuzluktan öldük. O kadar  yürümüşüz ki ayakta duracak kuvvetim yok. Ya Rab sen kurtar bizi buralardan…”

“11 Eylül Bugün de dağları tarıyoruz. İnsan leşlerinden derelere girilmiyor. Burası o kadar soğuk ki adeta donuyoruz. Gece herkes of anam diye ağlıyor. Dünyanın en büyük cefasını biz çekiyoruz.  Bu günlerimde hep seni düşünüyorum X, hep seni.”

“12 Eylül Bu sabah erkenden kalktık. Yine dağlarda tarama harekâtı yapıyoruz. Her gün kafa kesmekle uğraşıyoruz….. yan yazı:  Bugün arkadaşlar yağ  bulmuşlar, pirinç aldık, güzel bir pilav yapıp arkadaşlarla yedik.” 2. yan yazı: Artık  insanlıktan çıktık, çok perişan olduk.”

“5 Eylül Bu gece Hozat’ta kaldık yine. X— onu rüyamda gördüm. Toprak üstünde yatmaya o kadar alışmışız ki, görüyorsunuz rüya bile görüyoruz.  Bugün  başefendi ile birlikte Hozat’ta hamama girdik. Birkaç gündür  çok harab olmuştuk. Hamamda bütün yorgunluğumuz çıktı.”

“16 Ağustos Bu gece de Ziyaret Tepesinde arkadan kuvvet bekliyoruz. Aç kaldık, mağaralara girdik . Kürtlerin bıraktığı darı undan  dürüm yaparak  yedik. Burası çok soğuk, kar diz boyu…”

Şahidin yükü Yıllarca isyan anlatısı içinde suskunlaştırılan, yaşadıkları yok sayılan Dersimliler, vücutlarında ve ruhlarında taşıdıkları soykırım izlerini de, kurtulmaya çalışmak bir yana,  katledilen akrabalarına ve kırılan Dersim’e şahitlik etmek için, beraberlerinde taşıdılar. Bunun yakın zamandaki en güçlü örneklerinden birisi 1938’de beş yaşında olan Hüseyin Akar’ın gözlerinin önünde, üstlerine gaz dökülerek yakılan elli beş köylü ve akrabalarının hikayesini, ‘1938 benim için ayrı bir dünyadır. Bu dünyayı tekrar yaşamak istemiyorum. Fakat bu dünya beni bırakmıyor…orada yanan bendim’  sözleriyle anlatmasıdır. Askerin kum torbalarıyla uçaklardan atılmış emirler çerçevesinde ‘yol boyu’ yaktığı köylerden bir tanesi midir Hüseyin Akar’ın köyü bilinmez, ama elimizdeki hatıratın okuyucusuna aktardığı, şiddeti kanıksamış, kan tutmayan fail tipi Dersim çalışmalarına iki türlü katkı sunuyor.  Öncelikle şu ana kadar nasıl ve ne kadar çok öldürüldüklerini kanıtlamaya çalışan Dersimlileri, şahitlik yükünden kurtarır. Hikayeyi planlardan, krokilerden, ya da Muhsin Batur’un sessizliği üzerinden, ya da arşivden çıkacak bomba alımı belgesinden değil de, faillerin anlatısı üzerinden kanıtlamayı mümkün kılıyor. Ölüm saçan uçaklar, cesetlerle dolu nehirler, kesilen kafalar, canlı yakalanıp öldürülen insanlar, köy yakmaları, el konulan hayvan sürüleri ve mağaralarda hayata tutunma mücadelesi Dersimlilerin 1938 anlatısının özeti. Ancak buradaki önemli bir fark askerin bunu  yaparken, ya da yapmadan önce emir beklerken, yine kan dondurucu bir sıradanlıkla , ya da kendine dair bir mağduriyet hikâyesiymiş gibi anlatmasında:

11 Ağustos Bu sabah erkenden karşıdaki köye baskın yaptık. Fakat köyde kimse  yoktu.  Yakılması için haber bekliyoruz. Hafif makina Yılan Dağı’nı kurşunla dövüyor. Bugün dağları tararken 10 Kürt çıktı. İkisini bizim bölük vurdu. Bir kısmı yaralı kaçtı, bir kısmı da yakalandı. Şimdi yani 11:30’da Kozluca (tam okunamadı) köyünü yakıyoruz.”

“18 Ağustos Sabah saat yedi buçukta Zara’nın nahiyesinden hareket ettik. Pülür’e, sonra Cevizli köyüne geldik. Yol boyunca olan bütün köyleri yaktık. Dağ içinde bir kulübeye girdik. 100 keçi bulduk. Ve meşum bir vaziyet karşısında kaldık. Bir Kürt kadını kendisini iple asmış. Bir (okunamadı) çökelek süt de bırakmış. Gece saat 21’de Karaoğlan’a geldik. Geceyi burada geçirdik.”

Yukarıda da değindiğim gibi, bu hatırat Dersim Soykırımı’nda planlayıcı kadroları ya da Sabiha Gökçen gibi yüksek profillere sıkıştırılmış fail profilini daha genişleterek, sıradan insanların emir komuta zinciri dahilinde nasıl katılım gösterdiği detaylandırarak  bu kadar büyük bir  katliamın nasıl hayata geçirildiğin anlamamızı mümkün kılıyor.  Dersim’e gelmek üzere silahsız sıhhiyeci olarak ayrıldığını belirten hatırat sahibi, tarama operasyonları boyunca kişisel olarak yaptığı sıhhiyeye dair bir faaliyet kaydetmediği gibi, burada da kendine dair çok nadir olarak bireysel ifadeler kullanıyor. Sadece bir kez, 14 Ağustos’ta, ‘Bugün Ovacık’a geldik, bir  iki el silahı kullandık’ notuyla bireysel fiilini not ediyor.  Bir başka örnekte ise kendisinin değil ama bir erin bireysel fiilini not etme ihtiyacı duyuyor, o da kafa kesmelere dair:

“10 Eylül Bugün dağlar ormanlar tarandı. Bizim bölük, azılılardan birisinin kellesini getirdi. Başka bir bölük de Seyithan’ın kafasını getirdi. Bizim bölükte Ruşen isminde er var. Bütün kafaları o kesiyor. Buralarda çok sefil kaldık…”

Onu dışındaki bütün hareketleri, faaliyetleri ve özellikle öldürme, yakma gibi fiilleri bölük olarak,  birinci çoğul şahıs kullanarak üstleniyor. Girişte alıntıladığım 9 Eylül notuna tekrar dönersek, kafaları kesen de, kahraman olarak anılan da, bölük. Öyle ki Dersimliye karşı faillik de, kahramanlık da, bir kolektifin parçası olarak mümkün ve manalı.  Hakeza 15 Eylül’de yazdığı kısa not da benzer bir şekilde anlatır yüksel profilli bir asiyi daha imha etme başarısını:

“15 Eylül  Yan yazı: Bu gün Söğütlü köyünü taradık. Şüpheli insanları topladık. Koç Uşağının ele başısı olan İbrahim ağayı bugün dere içinde kurşunla öldürdük…”

Öldüren kurşun hatıratı yazan askerden mi çıkmıştır diye merak ediyor insan.. İbrahim Ağa’yı kim bulmuş, nasıl teşhis etmiştir, Koç Uşağı kimdir onu da  yazma ihtiyacı dahi duymamış. Sadece topluca tarayan, toplayan ve öldüren bir faillik tarif etmiş yeniden.

Hatıratın yazıldığı Ece ajandasının kapağıHatıratın yazıldığı Ece ajandasının kapağı

Talan… Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Dersim açıklamaları üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Dilekçe Komisyonu’nda kurulan Dersim Alt Komisyonu’na  Dersimlilerin  yaptığı başvuruların birçoğunda, yaşadıkları insan kayıpları yanı sıra,  uğradıkları maddi zararların da araştırılması ve tazmini talebi yer alıyordu. Her ne kadar maddi kayıplar yaşanan yıkım ve travma karşısında ikincil görünse de bu hatırat maddi talanın da nasıl bu operasyonun sıradan bir parçası olduğunu ortaya koyuyor.

“12 Ağustos Sabah erkenden toplar ve tayyare sesleri etrafı sarsıyor. Kürtler ablukada şaşırmış bir vaziyetteler. Bugün orman içinde bir inek  3 koyun 15 keçi bulduk. Sırf bizim bölük kesip yedik. Bu gece de Yeşiltepedeyiz.”

“13 Ağustos Bugün bizim bölük bir derede yirmi bin  koyun ve 50 Kürt yakaladı.”

Bütün bu talan hikayelerinde yazarın pek de hoşlanmadığını ve tasvip etmediğini hissettirdiği tek örnek askerlerin arı kovanlarına saldırısı gibi duruyor. Her ne kadar köye birlikte gelinmişse de, diğer askerlerin kendisinin de talan diye  tabir ettiği şekilde saldırmalarını, özellikle de kovanlara girmelerini üçüncü  çoğul şahıs zamiri kullanarak anlatmayı, kendini ayrı tutmayı tercih ediyor.  Bu hassasiyetin sebebini bilmek mümkün değilse de hatırat sahibinin istediğinde tepkilerini, onaylamadığı durumları son derece nüanslı bir şekilde aktarabildiğinin bir örneği olarak akılda tutmak gerektiğini düşünüyorum.

“7 Eylül  Sabah erkenden ormandan hareket ettik, bir köye geldik. Bütün asker köyü talan etti. Bal peteklerine girmişler, çoğunun yüzünü, burnunu ve her tarafını arılar sokarak şişirmiş. Hasta bir vaziyetteler. İkindiye doğru  bir dağ eteğinde çantalarımızı bıraktırdılar ve dağa tırmandırdılar.  Sabaha kadar da sıradağ tepelerini bekledik. Hepimiz uykusuzuz. Dere içinden koyun sürüsü ve insan kümeleri görülüyor. Sabahı bekliyoruz. Çok susuz kaldık.”

1938: Korku ve Direniş  Ölüm harici Dersimlilere dair çok az şey kaydetmiş bu hatırat. Boşalmış köyler, dağlara sığınmış köylüler, terk edilmiş mağaralar, kendiyle meşgul yazarın çok da detaylandırmaya gerek duymadığı durumlar gibi görünüyor. Ancak 8 Ağustos’ta tarama sırasında köylülerin korkuyla dağlara çıktığını, tarama sonucu bulduklarında da ‘Biz  asi değiliz’ dediklerini kaydediyor. Benzer şekilde direniş de çok yer tutmuyor notlarında. Birkaç çatışmadan bahsetse de, onun bulunduğu yerden görünen, makineli tüfeklerle dövülen ve uçaklarla bombalanan dağlar ve gediklerinde sıkışmış, kaçışan ve takip edilmesi gereken insan ve hayvan sürüleri. Belki de Dersimlilere ve kalan direnişe dair kullandığı durumu özetleyen ifade 9 Ağustos’ta bir çatışma sırasında yazdığı iki kelimedir: ‘Kürtler ablukadadır.’

Sonuç 25 Eylül’de Dersim’den döndükten ve bir kaç gün izin kullandıktan sonra hatıratın yazarı yazıcı olarak askerliğine devam eder. Dersim’den döndükten sonra oraya dair belki ironik ama kesinlikle çarpıcı ilk not 7 Ekim tarihlidir ve şöyledir: ‘Bugün tartıldım, 61 kilo geldim, demek Dersim yaramış..’ 1938 sonuna kadar aldığı notlarda Dersim’e dair tekrar bir değerlendirme ya da harekatı takip ettiğine dair herhangi bir emare görünmüyor. Emirleri bölükçe uyguladıkları 2 ay sonunda, muhtemelen Dersim konusu bu asker için kapanmıştı.  Hatıratı okurken hep ‘Acaba kaçırdığım bir şey mi var,  yanılıyor muyum, acaba bu kayıtsızlığın, vurdum duymazlığın başka bir sebebi olabilir mi? Acaba başkalarının okuyabileceğinden mi korktu?’ diye düşündüm, düşünmek istedim. Ajandanın en başına, 13 Ağustos’ta  Osmanlıca olarak yazılmış iki not bu beni daha da özenli okumaya itti: “Lütfen bu hatıra defterini bulursanız okumadan aşağıdaki adrese gönderiniz:  Yusuf Kenan Akım  Hükümet Önü, Yazı evi  Çarşamba Dersim dağlarında  13 Ağustos 938 Cumartesi günü’ Yanındaki sayfaya bu sefer de Latin alfabesiyle: ‘Lütfen okumayın, çünkü kendi hayatıma aittir. 14.8.1938, Pazar. Dersim”

Operasyona dahil olduktan aşağı yukarı iki hafta sonra yazdıklarının  başkaları tarafından okunmasının ona zarar vereceğini mi düşündü acaba?  Eğer öyleyse bu tarihten önceki notların farklı olması beklenmez mi? Korktu mu? Öyleyse yazmaya, ve aynı şekilde yazmaya neden devam etti? Neden Dersim’den sonra ona dair başka bir şey eklemedi? Bu ve benzeri sorulara okuyucular kendisi açısından cevap verecektir elbette. Toplumsal şiddeti çalışan bir tarihçi olarak benim cevabım ne korku ne de endişe, askerin hatıratında iki ay boyunca tekrar tekrar göz önüne serdiği, kişisel ve bir kolektifin parçası olarak  bir soykırım faili olduğu gerçeğini yadsıyamaz. Diğer bütün kolektif şiddet örneklerinde olduğu gibi, alışılagelmişin dışındaki fail portresi ve de fiillerin emir komuta zincirinde, neredeyse mekanik işlenmiş olması, Dersim’in geri dönüşü olmaz bir bicimde tarumar ve ‘ıslah’ edildiği gerçeğini değiştirmez ancak faillerinin ve sorumluluğun ne kadar fazla; ve bir kategori, ideoloji ya da duruma indirgenemeyecek kadar birbirinden farklı olduğunu gösterir. Dersim’in ıslahı projesi, tahlilleri, ırk kategorileri, planlaması, ve uygulaması açısından Osmanlı-Cumhuriyet soykırımları arasında Holokost modeline en yakın örnekti. Bu asker hatıratının ortaya çıkardığı fail tipi, bu benzerliğin önemli başka veçhelerinin de olduğunu gösteriyor. Merak ettiğim ikinci bir nokta da bu hatıratın nasıl olup da önce Samsun Halk Kütüphanesi’ne, ardından da Atatürk Kitaplığı’na kadar ulaştığı. Acaba yazarı araya zaman girince diğer bir iki örnekte olduğu gibi, failliğini  kendisi mi ifşa etmek istedi? Pişmanlık mı duydu? Ya da ailesinden birisi, onun rızası ve belki de bilgisi olmadan bu hatıratı araştırmacılarla paylaşmak mı istedi? Başka senaryolar da akla gelse, ben bu iki ihtimalin çok önemli ve kıymetli olduğunu düşünüyorum.  2011 sonrasında Dersimlilerin taleplerinden birisi de Genelkurmay Arşivi de dahil olmak üzere devletin Dersim arşivlerinin açılmasıydı. Bu, her ne kadar meşru ve mühim bir talep olsa da, bu hatırat bize gösteriyor ki eğer bir yüzleşme ve ‘Bir daha asla’ deme ihtimali varsa, bu ancak ‘devlet-dışı’ başka arşivler ve hafızaların da  bu sürece katılımlarıyla mümkün. Onun için bunun benzeri materyallerin ortaya çıkması, Dersimliler için bir iyileşme imkanı sunmakla birlikte, asıl olarak failler ve aileleri açısında bir ahlaki zorunluluk. Zira saklanan küçük bir aile sırrı değil, Dersim’in büyük yarasıdır. Tazmini mümkün olmayan karşısında hem tarih hem de ispatın yükünü sırtlanma sırası artık onlardadır…

Kaynak: Agos

* Osmanlı tarihi üzerine çalışan Dr. Zeynep Türkyılmaz Forum Transregionale Studien ve Freie  Üniversitesi Küresel Tarih programında misafir öğretim gorevlisidir.

Yaşama Uğraşı(n)’dan Yaşamın Ucuna Yolculuk –  Derya Önder

İz sürmek, bir deyiş olarak avcının avının peşine düşmesi ya da birinin nereye gittiğini, ne yaptığını anlamak için geride bıraktıklarını takip etmek demek. Sadece edebiyat alanında değil, sanatta, felsefede, bilimde ve daha çok pek çok alanda değişik iz sürme haritalarına rastlarız. Okur olarak, peşine düştüğümüz yazarın sevdiği yazarlar, bizim de yazarlarımız haline gelir. Onun yaşadığı ülke, kent, mahalle, yürüdüğü sokaklar, evi, hatta özellikle yazdığı ya da çalıştığı oda, yazmaya dair küçük alışkanlıklarının olup olmadığı, oturduğu kafeler, kahramanlarına esin veren gerçek kişiler ya da kahramana dönüştürülen sahici insanlar…

Hepsi de sevdiğimiz yazarın dünyamıza nüfuz eden sözcükleriyle yeni ve özerk bir dünya oluşturur içimizde. Bu öyle bir dünyadır ki, tılsımı başka bir şeyle ikame edilebilir değildir. Tezer Özlü de kitaplarını okuyacak kişiler için birlikte yaşadığı yazarları açık etmekten hiç çekinmez.

Okuma macerası, on üç yaşında Dostoyevski ve Gogol’le başlar ve okur olarak ilk tanışıklığı Rus edebiyatıyla olur. Ardından Goethe ve Schiller okur ama Rus edebiyatından aldığı bu ilk tadı orada bulamadığını yazar. Hölderlin ve Rilke hayran olduğu iki isimdir. Kafka, her biri sonsuza yaklaşan pek çok boyutuyla onun dünyasını derinden etkileyen başka bir yazardır. Ama kendisinin de belirttiği şekilde “susuzluğunu gideren, istediğini bütünleyen”ler Italo Svevo ve Cesare Pavese olmuştur. (Özlü, 1993, 69) Bu üç isim de, Italo Svevo (1861-1928), Franz Kafka (1883-1924) ve Cesare Pavese (1908-1950), onun yaşamında belirleyici bir etkiye sahiptir. Ama ne yapsa uzağında kalamadığı, ondan vazgeçemeyişine bazen kendisinin bile hayret ettiği isim Pavese’dir. İlk temas ettiği andan itibaren, Pavese neredeyse yaşamının her anında Tezer Özlü’nün zihninde, ruhunda, metinlerindedir.

Özlü’nün gezi yazıları-günlük arası notlarından oluşan Yaşamın Ucuna Yolculuk da Pavese’nin günlüğü, Yaşama Uğraşı gibi kendine konuşan bir metindir. Bütün kitap, baştan sonra Pavese’den yapılmış alıntılarla örülüdür. Bu yapıyı, kurgusal bir diyalog olarak görmek de mümkün. İki yazarın, aynı gün (9 Eylül) doğmuş olmaları Tezer Özlü’nün Pavese ile kurduğu içsel bağı daha da haklı kılar gibidir. Pavese, kırk iki yaşında intihar ederek sonlandırır yaşamını. Tezer Özlü ise yakalandığı hastalığa yenik düştüğünde kırk üç yaşındadır. Neredeyse dünyada geçirdikleri zaman bile birbirine denktir.

Pavese, yazarlığının yanı sıra esas olarak şairdir. İtalya’da, Torino’nun Santa Stefano Belbo köyünde doğar. Babasını erken yaşta kaybeder. Edebiyat eğitimi alır. Walt Whitman üzerine bitirme tezi yazar. Çocukluğundan beri değişmez şekilde içine kapanık ve yalnızlıktan hoşlanan biridir. Az sayıdaki gönül ilişkisi de hep, her şeyin yolunda gittiğini düşündüğü anlarda hüsranla sonuçlanır. Bu tecrübe, yaşamının bir döneminde kadınlardan nefret etmesine yol açsa da bunun temelsiz olduğunu ilerleyen yıllarda yazıya konu ederek kendisi söyler. Yayınevi ve dergi çıkarma işleriyle uğraşır.

Daha Yaşamın Ucuna Yolculuk’un ilk sayfalarında Pavese’ye duyduğu yakınlığı yüksek sesle dile getirir Tezer Özlü:

Yılın bu en güzel ilkbahar gününde bir an, bir saat ya da süresizlik gibi algıladığım bu belirsiz sürede “Acının Durgunluğu”nu okurken tüylerim ürperiyor. Pavese’nin doğduğu gün doğduğumu şaşarak öğreniyorum: 9 Eylül. Ben geceyarısından sonra. Ama Anadolu’da geceyarısı geçtiğinde, S. Stefano Belbo’da henüz belki de geceyarısı olmamıştı. Aynı gün. Aynı yıl değilse de. Ben, onun intiharından yedi yıl önce. Niçin burada hep Pavese okuyorum. Zamanı kaldıran olgu, hep benimle birlik kılıyor onu. İstanbul’da da onu okumadım mı. Yüreğimin atışlarını, gözümün algıladığı tüm görüntüleri yalnız onun çizdiği resimlerle, onun biçimlediği tümcelerle, onun bulduğu sözcüklerle birleştiriyorum. Nedir. Benliğimi bu denli onunla özdeşleştirmemin nedeni nedir.” (Özlü, 1993, 7)

Hem Tezer Özlü’de hem de Pavese’de görebileceğimiz kimi benzerlikler bu ruhsal yakınlığı anlaşılır kılmaya yetecek derecededir. Her iki yazar için de çocukluğun geçtiği dönem, yer ve çocukluk yıllarından kalan hatıralar, yaşamları boyunca onları etkilemiş ve çalışmaları için hareket noktası olmuştur. Tezer Özlü, Pavese’den bir adım ileri giderek evlilik deneyimi yaşasa da iki yazar için de karşı cinsle ilişkiler sorunludur; asıl arayış ve kendi içine doğru sürdürülen yolculuk bir başkasıyla tamamlanabilir nitelikte değildir.

Belirleyici olan şeylerden biri de yaşamın ne olduğuna dair algılarıdır. Pavese, 9 Kasım tarihli günlük notunda, “Yeniden anlıyorum ki, birtakım ruh hallerini ortaya koymaktan öte bir şey yapmamışım; bir değer yargısına varmayı, çevremdeki dünyayı eleştirmeyi başaramamışım.” (Pavese, 1990, 19-20) derken bunu belirgin bir şekilde ortaya koyar. Özlü’den farklı olarak, şiir Pavese’nin yaşamında merkezi bir noktadadır. Şiir yazmak, ona göre “temelde, insana can veren kanın akıp gittiği kapanmaz bir yaradır”. (23) Yaşam bir ucundan diğer ucuna gidilmesi hedeflenebilecek fırtınalı bir deniz, hatta bir okyanus gibidir.

Diriliği koruyan, bu okyanusun şimdi durulan kıyısının dışında başka bir kıyısı daha olduğu umududur. Bu umudun canlılığını yitirdiği yer ya da olası bir yaşamı başa sarma, hem katlanılmaz hem de akıldan geçirilmesi bile daha o anda bıkkınlık yaratacak bir düşüncedir. Olaylar gerçekleşirken sıcağı sıcağına bir izleme duygusu yaratsa da yaşamın olaylar-arası olarında üst üste birikenler, acı dağının doruğunu erişilmez, yükünü taşınmaz bir boyuta ulaştırır.

Tedirginlik, huzursuzluğu en çok körükleyen duygulardan biridir. Yaptığından, söylediğinden, ileri aşamada gerçekten yaşayıp yaşamadığından emin olamamak, kendini gerçeğin varlığına, kendi var oluşuna hakkıyla ikna edememek tedirginliğe adım adım yaklaşmayı, bir tedirginlik çemberi içinde yaşamaya razı olmayı, yaşamı bundan ibaret saymayı gerektirir. Pavese için, tedirgin olmamak, yürekli olmakla; yürekli olmak da “rahat bir insan olmak”la eş gibidir. Oysa o, kendisinin hiçbir zaman bu derece yürekli (rahat) olamadığını düşünür.

Pavese’nin bir otel odasına intihar etmiş olması, Özlü açısından bu ruh yoldaşının asla “zayıflığı” olarak görülmemiş, aksine intihar düşüncesinin yaşamı sürdürme düşüncesinin tetikleyicisi olarak her zaman asli rol taşıdığını düşünülmüş; bu durum, Pavese’nin yaşamının sonunu da iradi olarak belirlemesinin tamamlayıcı unsuru olarak algılanmıştır. Başka bir açıdan bakıldığında, Tezer Özlü’nün yakalandığı hastalığın tedavisini son noktaya kadar reddedişi, seçilmiş bir ölüm şekli olarak, intiharın yerine ikame edilmiştir diyemez miyiz? Bu varsayım, seyrin tamamına bakıldığında hiç de uzak görünmüyor. “Ölünememiş bir yaşam”da, zamansız bir hastalığa karşı direnmemeyi seçmek de ibrenin yönünü intihara çevirmek olarak görülemez mi? Bunlar, aklımızdan geçmesi mümkün sorular. Cevaplar elbette kendimizi o kişinin yerine koyarak yaptığımız aşırı yorumlar olarak görülebilir. Ama intihar düşüncesinin yaşama düşüncesiyle kol kola yürüdüğü bir yaşamda, hayatta kalmaya meyletmemek de bir tür intihar olarak algılanabilir. Pavese, günlüklerinde “Ne zaman bir güçlükle ya da acıyla karşılaşsam, hep intiharı düşünmeye yargılı olduğumu biliyorum. Beni korkutan da bu: temel ilkem intihar, gerçekleştirmediğim, hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğim, ama düşüncesi duyarlığımı okşayan intihar.”  diyordu. Başka bir yerde ise sözlerini şöyle sürdürüyordu: “En beylik, en umutsuz anlamıyla bir sersemim ben. Nasıl yaşayacağını bilemeyen, kişiliği gelişmemiş, kendini bir şey sanan, intihar düşüncesinden bir şeyler uman, ama bunu gerçekleştiremeyen bir adam.” Bu noktada Pavese’de yaşamın payandası olarak tanımlanabilecek “intihar = ölüm”düşüncesinin ne tür bir algının zemininde yeşerdiğine dair birkaç farklı yorumdan yararlanabiliriz. İntiharın sosyolojik ve psikolojik boyutları ayrı tutulmak koşuluyla, ontolojik açıdan Heidegger’in felsefesinde önemli yer tutan ölüm düşüncesine temel hatlarıyla göz atmak yaklaşımımızı kolaylaştırabilir.

Ölüm, aslında hiç de yabancısı olduğumuz bir şey değildir. Kimi zaman yakınımızda ya da bazen bizden çok uzakta gerçekleşen yüzlerce, binlerce ölümden haberdar oluruz. Başkalarının ölümü, bir yandan ben-sevgimizi okşayan sessizce içimizden mırıldandığımız “ben henüz ölmedim” düşüncesini de beraberinde getirir. Heidegger ölüm konusundaki temel fikirlerini Varlık ve Zaman’da dile getirir. (Heidegger, 2008, 245-283) Ölüm, burada “Dasein ve Zamansallık” ana başlığı altında, birinci bölümde “ Dasein’ın Olası Bütün-Oluşu ve Ölüme Yönelik Varlık” alt başlığıyla ele alınır. “Dasein’ın ölümle tamlığına kavuşması, onun şuradavarlığını [yaşamını] da kaybetmesi demektir aynı zamanda.” Ölüm, bir “şurada-varolmama”ya geçiş olarak, Dasein’ı bu deneyimlemeden de, onu deneyim olarak anlayabilme imkânından da uzaklaştırır. “Bir varolan olarak var olduğu müddetçe kendi ‘tamlığına’ asla erişmemiş” ve erişmeyecek olan Dasein, bu tamlığı kazandığındaysa (öldüğünde), “kazanımı, bizzatihi dünya-içindeki-varoluşunu kaybetmeye dönüşür.” Yaşam, bir ucunda doğumun olduğu, diğer ucuna ölümün yerleştirildiği doğrusal bir çizgiden ibaret değildir. Ölüm de, yaşamın ucuna konulan ve kendimizden gitgide uzaklaştırdığımız, zamanı gelince varılacak bir erişim noktası olarak görülemez. Tam da her an olabilecek bir şey olarak “ölüm benim şimdiki imkânımdır”. (Barret, 2008, 61) Aynı zamanda bir uçtur, ama bu haliyle de varolmanın imkânıdır. Yaşamda karşıma çıkan bütün engelleri, kederleri, sıkıntıları bir şekilde atlatabilirim ama “kendi ölümüm” her şeyin sonunu getirir. Ölüm, insan için “imkânların en kişisel ve mahrem olanı”dır. Bu, aynı zamanda benim yaşamdaki en sahici deneyimimdir. Çünkü kimse benim yerime ölemez. Ölen herhangi birinin ne tecrübe etmiş olabileceğini bilme yetisine de ben sahip değilimdir.

Yaşamıma sahip çıkabilmek için, ölümümü de üstlenmek durumunda kalırım ve “sahih bir varoluş” ancak böylelikle mümkün olabilir. Böyle bir durumda olduğunun farkına varan insan, ölüm düşüncesinden ayrı düşünülemeyecek bir kaygı ve endişe durumuna kapılır. Bu noktada Pavese’nin tedirginliğini, onun yaşamından, yazdıklarından, roman kahramanlarından Tezer Özlü’ye bulaşan huzursuzluku hatırlayabiliriz. Bu, öyle bir  endişe kaygı-tedirginlik-huzursuzluktur ki, temelinde herhangi bir şeyden ya da durumdan kaynaklanan somut bir korkuyu içermez. Bahsedilebilecek olan bir his, korku hissi durumudur ve buna neden olan da hiçliktir. Ama bir yandan da, tek sahici deneyimim olmasına rağmen, bunu kavradığımı/anladığımı asla deneyimleyemeyeceğim için, “başkalarının ölümü” benim için çok daha etkileyici hale gelir ve bu benim yaşarken nispeten “nesnel” bir biçimde erişebileceğim tek ölüm tecrübesi olur. Çünkü ölümü tecrübe etmem, varlığımdan esirgenmiş bir şeydir. Başkasının ölümü, kendi ölümümün yerine ikame edebileceğim en yakın tecrübedir. (Heidegger, 2008, 252) Tezer Özlü, “Kimse senin kadar güzel, hiç kimse senin kadar canlı gitmedi ölüme” (Özlü, 1993, 9) diyordu Pavese için. Belki de bu anlamda Pavese’nin ölümünde, kendi ölümünü tecrübe etmişti. “Başkalarının can verişine şahit olduğumuzda, varlık minvali Dasein (yahut hayat) olan bir varolanın birden bire artık-Dasein-olmamaya dönüşmesi diyebileceğimiz dikkate şayan bir varlık fenomenini tecrübe etmiş oluruz. Zira Dasein dediğimiz varolanın hitamı, onun sırf mevcut-olan olarak varoluşunun başlangıcıdır.” (Heidegger, 2008, 253) Özlü, yaşama dair içine dönük sorduğu sorularından birine verdiği cevapta “kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği” (Özlü, 1998, 10) ifadesi öne çıkıyordu. Belki de “Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı,” derken kastettiği de Heidegger’in mealen “ölümü yaşarız aslında” düşüncesine doğru atılan bir adım gibiydi. Yaşamı boyunca intihar düşüncesini, şiirle beraber sahip olduğu en değerli şey olarak taşıyan Pavese, bu yüzden de Özlü’nün zihninde intihar/ölüm düşüncesinden santim uzakta tutulmamıştır. “Yan duvarda Pavese’nin kitaplarından çıkarıp büyük harflerle yazdığım alıntılar asılı. Onun intiharı da işte burada.” (17) Kendisi için de ölüm düşüncesi hiçbir zaman uzak değildir.

Heidegger’in bununla bağlantılı bir başka yorumu daha, bizi konuya başka türlü bakmaya itebilir. “Can veren”, “geride kalanlar”dan çekip koparılmış olarak, aynı zamanda onların bir ilgi nesnesine de dönüşmüştür: “Onun başında yas tutarak ve onu anarak öylece-bulunan geride kalanlar aslında onunla birlikte var olmaktadırlar – onurlandırıcı bir itina-göstermekliğin hali içinde. Bu sebeple, ölüye yönelik varlık ilişkisi, bir el-altında-olanla ilgilenilen varlık minvalindeki gibi ele alınamaz.” … “Müteveffa bizim ‘dünyamızı’ terk edip geride burakmıştır artık. Fakat geride kalanlar, bu kendi dünyalarından hareketle onunla birlikte olabilmektedirler.” (Heidegger, 2008, 253) Öyle görünüyor ki, Tezer Özlü ve Pavese bağlamında ölüm konusunun, başlı başına ele alınması ve incelenmesi gerekiyor. Tekrar başladığımız yere dönersek, Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk’un ilerleyen sayfalarında, Prag’da tuttuğu notlarda planladığı yolculuğu “yazarlarının mezarları doğrultusunda çıkılmış bir yolculuk” olarak tanımlar. Kendisi henüz hayattayken, dünya somut gerçeklerin ve gerçekliklerin dünyasıyken birlikte yaşadığı şeyin “gerçekler” değil de “düşünceler” olduğunun farkındadır tıpkı Pavese gibi: “Sen düşüncelerle yaşıyorsun, diğerleri gerçeklerle”. (Özlü, 1993, 33) Muhtemelen Pavese’nin şu sözleri de onun için fazlasıyla belirleyici olmuştur. “Ölüm gelecek ve gözlerin olacak, o ölüm ki bizleri sabahtan akşama dek izleyen, sağır, eski bir acı ya da anlamsız bir angarya olarak.” Dolayısıyla hem Tezer Özlü’de hem de Pavese’de belki de en yerleşik yurdumuz olan çocukluğun dışında, yaşama eşlik eden bir başka şey de yolculuktur. Özlü, bundan “her yolculuğa çıkmak” şeklinde söz eder. Fiziki olarak hiçbir yere gidilmese de içsel bir yolculuk kesintisiz bir şekilde sürüldürülür. O kadar ki, bu yolculukta yolcu, yolcu olduğunu ancak yolda olduğunu kavrayışıyla algılar ve tanımlar. Bir zamanların acısı oldukça derinlere işleyen gidememek duygusu artık uzaklardadır, bu sürekli yolculuk duygusunun algısıyla yaşam da katlanılır hale gelmiştir, şimdilik bile olsa.

Tezer Özlü’ye de yansıyan ve Pavese’nin günlüklerinde öne çıkan duygulardan biri de yazgı, sınırlar ve kişisel kurtuluş konularıdır. Pavese’nin “Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse kurtaramaz.”  sözlerinin taşıdığı anlam, Yaşamın Ucuna Yolculuk’un da her köşesine sinmiştir. Pavese’de kader düşüncesi yoktur, buna karşılık sınırlar çok önemlidir. Bir yazgıdan söz edilebilecekse, “En kötü yazgı, sınırları sabırla karşılamaktır. Karşı çıkmak gerekir.” Tezer Özlü de benzer düşünceler ortaya koyar. Bireysel bağımsızlık ancak sınırların reddedilmesiyle ortaya çıkacaktır. Sınırları benimseyen ve buna karşı koymayan hiç kimse böyle bir bağımsızlığa ulaşamaz. Karşı çıkan ama buna rağmen o sınırlarda yaşamaya devam eden kişi için ise, yaşam bir çıkmaz olarak belirecektir. Arafta kalmanın yaratacağı huzursuzluk ve sıkıntı, ne doğru düzgün yaşamaya ne de doğru düzgün ölmeye yardımcı olur. Bu tür bir ruh hali için yaşamın ilerlemesi, ölüme yaklaşmanın kötü habercisi olarak işlev görür. İnsan, başkalarına karşı belirli bir güce sahip olduğu intibasını verse bile, kendi kendine kaldığında güçsüzlüğünün bilincine varır. Özlü, böyle bir bilincin de yaşama doğru atılmış bir adım olduğunu ifade eder ama büyük çoğunluğun gerçek-olmayanı, kurgulama yoluyla gerçek olarak algıladığının da farkındadır. Oysa yaşam, hak edilmesi gerekecek bir şeydir. Varoluş farkına varılmadan, onun için çabalanmadan geçip gidilecek bir şey değildir. “Gelişigüzel geçilip gidilecek bir varoluş değil insan varoluşu. Biçimlendirilecek, değiştirilecek, sınırsızlaştırılacak bir HER ŞEY. Kalıplardan kaçmak için gidiyorum. Gitmekten yılmayacağım. Kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. Yaşamı, GİTMEK olarak algılıyorum.” Kendilik düşüncesi, kendi olmak da Tezer Özlü’de, tekrarından bıkılmayan ve vazgeçilmeyen bir boyuttadır. İnsan başkalarıyla, kendiyle kalamadığı ya da kendiyle kalmaya tahammül edemediği için birlikte olur düşüncesindedir. Biriyle birlikte olmak, onun gözünde yalnız olmak anlamına gelir. Bunu akıldan çıkarmamayı kendisine sık sık tembih eder. Dolayısıyla, bizi her fırsatta dışımızdaki bir dünyaya ya da bir başka insana itmeye eğilimli olan yalnızlığa karşı direnmek gereklidir. Yalnızlık, kendisinde direnilmesi gereken bir şeydir. Tam da bu gerçekleştiğinde insan, başka başkaymış gibi görünseler de birleşen ve tekilleşen bir “ben”e kavuşabilir. Bu direncin sacayaklarından biri, daha önce de söz edildiği gibi yine gitme duygusudur. İnsan durduğu yerde dolmayacağını anladığı tüm içsel boşlukları için, yola düşmeyi göze alabilmelidir. Baktığı resimle mutlu olmayan her çift göz, kendisine benimseyebileceği, huzursuz kıpırdanışlarını dindirebileceği yeni resimler aramalıdır.

Tezer Özlü için, bu yolculukta peşine düşülecek resimler, Svevo’nun ve Pavese’nin yaşadıkları, öldükleri yerler, hayatta olan roman kahramanları, birinci dereceden yakınları, onların yürüdüğü yollardan yürüyebilmek, şehirlerinin havasını solumak, dağlara, kırlara, tepelere onların gözleriyle bakabilmek ve belki onların sıkıntılarını, göğüslerini daraltan kasveti yaşamak ve belki, onların ölümlerinde kendi ölümünün, ölüm duygusunun nasıllığının provasını yapmaktır. Yıllar boyunca böyle bir dünyanın içinde nefes alınarak, gerçek dünya katlanılır bir yer kılınmaya çalışılmıştır ama artık tersine bir hamleyle resmin gerçekliği ağır basmaktadır. Belki de resmin içindeki gerçeğin duygusudur, gerçek dünyanın kurgulanmasına da imkân veren. Onların düşünceleriyle, yazdıklarıyla geçirilen bir ömrün gelinen noktasında, sanki kendisi de (Özlü de) karşı taraf için beklenen olmuştur. Bunu kendi varoluşunun bir çağrısı olarak kabul eder. Mademki bir yönüyle “yabancısı olmadığımız tek olgu”, kendi varoluşumuzdur ve bu insanın erişebileceği tek mutluluktur, o zaman bu yolcululuk artık bir tercih değildir, böyle bir çağrıya uymanın kaçınılmazlığını da kendinde taşır. Pavese için “Tek günah, insanın kendi yaptığını kavrayamamasıdır.” Tezer Özlü de bunu benzer şekilde ifade eder. “Kendimi kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş demektir.” Tezer Özlü’nün gözünde dünya, sadece akılla baş edilebilecek bir yer değildir. Aklın tek otorite ve belirleyici olduğu bir dünya, şüphesiz can sıkıcı da bir yer olacaktır. Pavese’nin tanımladığı şekliyle “asıl güzel olan [dünyanın] gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması”dır.  Tezer Özlü için delilik düşüncesi yaşamının hiçbir anına uzak değildir ve Pavese’nin çizdiği bu resme Tezer Özlü’nün cevabı, “tüm yaşam güneşin altında bir oyun” şeklindedir. Böylece aklın yeknesak dünyasına hapsolmamak için yapılacak şey, herkesin erişemediği “akıldan öte giden, akıldan daha derinlere varan bir boyut”a erişebilmek olarak tasavvur edilir. Metnin ilerleyen bölümlerinde, bu boyutun adı da Özlü tarafından “delilik” olarak belirlenir. Ancak kendi kendilerine kıyamayan insanlar, aklın sınırları içinde kalmakta ısrar ederler. Akıl ile delilik arasındaki ince çizginin öbür tarafına geçenlerin “bencil” olmakla suçlanabilecekleri noktada, her “ben” bencildir diyerek Özlü tedbirini önceden alır.  Bu ince çizginin ötesine daha önce geçenler arasında elbette Tezer Özlü’nün yakınları da vardır. Hölderlin ve Rilke, Kafka, Svevo ve Pavese bu yönleriyle de ailenin üyeleridir. Bir başka ortaklık, insanın karamsar olmasına engel olacak boyuttaki içsel karamsarlıktır.

Tökezletmenin, düşürmenin, elini ayağını kıskıvrak bağlayıp çaresiz bırakmanın ötesinde, bu karamsarlık tam da içsel bütün yolculukların tetikleyicisi ve motor-gücüdür. Tezer Özlü de “yürüyebilmek için, ileri gidebilmek için, nefret edebilmek, öfke duyabilmek, ağaçlara bakabilmek, gökyüzünü sevebilmek için” gezindiği boyutun kaçınılmaz bir uzantısı olarak içine sinen bu karamsarlığa büyük bir konukseverlikle kucak açmıştır. Bu karamsarlık hayatta kaldıkça çoğalacak ve yaşamı bile aşacak haldedir.

Torino, Prag’dan başlayan yolculuğun ikinci durağıdır. İlk durak, Svevo’nun yaşadığı topraklarda kalmıştır. Tezer Özlü için bu yolculukların anlamı “resimden çıkma zamanı”dır. Kendini de içine özenle yerleştirdiği o resimde olup olmamak, bu noktadan sonra çok fazla anlam ifade etmeyecektir. Attığı her adımın, onu kendine ulaştıracak bir mesafeyi kat etmek olduğunun farkındadır ve bundan kaynaklanan serinkanlı bir sevinç de ona eşlik eder. Sanki o zamanlara dek çözülememiş olan bir bulmacanın, başka şeylerin çözümüne de engel olan ya da bulunmalarını geciktiren parçası tamamlanacaktır. Torino’ya yaklaştıkça kendine her zaman sorduğu, neden yaşamında bunca erkek olduğu sorusuna belli belirsiz bir cevap bulmuş gibi hisseder. Hepsi de, kendi “ben”ine dayanabilmenin yardımcı unsurları olmuşlardır. Tüm hatlarına kadar çok iyi bildiği ve “dünyanın en acılı yüzü” olarak tanımladığı Pavese’nin yüzü daha sık gözlerinin önünde belirir. Ölümünün sorumluluğunu üstlenmeyi bilmiş olan Pavese’nin ölüm anı, ölüm karesi yıllarca tekrar tekrar çizilip durmuş bir resim olarak, şimdi tüm ayrıntılarıyla gerçeğe dönüştürülmesi gereken bir durumdur. Bundan önceki tüm resimler, bu son resimle yekvücut olacak, bundan sonrakilerin önemsizleşeceği gibi, öncekilerin ağırlığı da hafifleyecek, başka bir şekle bürünecektir ve Tezer Özlü, bunu “Belbo’dan sonra, belki de bu intihar benim yarım olacak” şeklinde ifade edecektir.

Başka bir sorgulama konusunda daha Pavese ve Tezer Özlü yolculuğu birlikte sürdürürler. Özlü’nün kendine söylediği, yaşamda hiçbir olgunun başlangıcında yer almadığıdır. Başlangıçlar ve sonlar önceden belirlenmiş bir şekilde sunulduğunda, ona kalan sadece bunları istediği gibi şekillendirebilmek olmuştur. Yaşam denilen şey, ya onun önünden geçip gitmiştir ya da Tezer Özlü yaşamın önünden geçip gitmek durumunda kalmıştır.

Pavese’de ise “rastlantılardan oluşan bir yaşam”ın gerçek bir yaşam olup olmadığı sorusu sorulur. Yaşamda belirleyici olunabilmiş midir, tesadüfler önüne dikildiğinde ya da yolunun üstünde belirdiğinde bunlardan sıyrılabilmek mümkün olmuş mudur? (Özlü: 81) Pavese’nin intiharını düşününce, çoğumuzun bir tesadüfe bıraktığı kendi ölümüne hazırlanışıyla, hatta bunu prova edişi ve gerçekleştirişiyle, ıskalayamadığı bütün tesadüflerin de öcünü aldığını görürüz ve yukarıdaki soruya nihai cevap olarak, evet Pavese bunu yapabilmiştir diyemez miyiz?

Yani muhtemelen Tezer Özlü’nün gözünde, yaşamının çekirdek motifi olan intihar düşüncesini gerçekleştirerek, Pavese aslında kendini de tamamlamıştır. Geride bırakılan her şeye, dayanak olarak görülen her unsura rağmen, Pavese’nin yurdu Belbo’ya varışta Tezer Özlü’nün içtenlikli arzusu kendi kendine olma isteğidir. Dayanak olarak görülenlerin şimdiki konumu, kendilerine dayanılacak gücün olmayışıyla ifade edilir. Belbo’da olmak, “Belbo tepelerinde bundan böyle dağlarla, tepelerle, sularla, göllerle, denizlerle, nehirlerle, ağaçlarla, rüzgarlarla, yağmurlarla, gecelerle, günlerle, bulutlarla, gökyüzü ve yıldızlarla yaşamaya karar vermişliğin” ferahlığını taşır. Olması gereken zamanda, olması gereken yolda olduğundan hiç kuşkusu yoktur. Onun için hiçbir yer, gitmeye bu kadar arzu duyduğu bir yer olmamıştır.

Yolculuğun bitişinde, S. Stefano Belbo’da, Pavese’nin en önemli kahramanlarından biri olan marangoz Nuto’nun yanına ulaşır. Pavese’nin “intiharı özleyen kahramanları, onun yalnız insanları” buradadır. Yazılmasına neden oldukları tüm kitaplar da onların kendi dünyalarında yer ederler. Böylece edebiyattan yaşama, yaşamdan edebiyata birbirinin içinden geçerek, dönüşen ve dönüştüren çember yeni bir resmi de oluşturur. Pavese’nin resmi ve bizzat oradaki varlığı ile Tezer Özlü, olması gereken yerdedir. Pavese’nin yalnızlığı, Nuto’nun yalnızlığı ve Tezer Özlü’nün yalnızlığı başka bir dünyanın sınırlarını da hem çizer, hem de mevcut dünyanın sınırlarını aşarak başka bir boyuta geçer. Özlü’nün hayati değerdeki sorularından biri de burada sorulur: Belki de S. Stefano Belbo’ya artık edebiyatın içinde yaşamaktan kurtulmaya geldim. Buraya varana dek, yaşamın yazından daha güçlü olduğunu sanır, yaşamdan hiçbir şey kaçırmak istemezdim. Ama gene de edebiyatın içinde yaşamaktan kendimi sıyıramaz, bu ikilemin müthiş çelişkisi altında bunalırdım.”

Nuto, Pavese’nin en önemli romanlarından biri olan Yeni Ay’ın başkahramanıdır. Tüm bu anlar hayal edilmeksizin İstanbul’da yıllar önce okunan roman, üstteki sorunun cevabını da verir gibidir. Yazın, yaşamdan daha canlıdır ve yaşamdan taşarak oluşur. O zamana dek olan, sınırları belirlenmemiş bir kendiliktir, yalnızlıktan korkup başkalarına sarılındığında istenen o başkalarının sınırlarında bu korkuyu dindirmektir. Belbo’ya gelmek, Tezer Özlü’nün kendi sınırsızlığında yaşamı daha derinden algılamasına yol açmıştır. Bir ihlal de bu noktada gerçekleşir. Özlü, “İnsanın kendi kendinin yükünü taşıması, diğerlerinin yükünü taşımasından daha rahatlatıcı.” diye not düşer.

Ziyaretinin bir sonraki aşamasında, Pavese’nin intihar ettiği Otel Roma’nın numaralı odasını ziyaret eder. Burada vardığı duygu da intiharı algıladığıdır. Bu odanın iç kısmındaki ikinci bir odada gerçekleşmiştir Pavese’nin ölümü. Özlü’nün bu iç odaya verdiği isim, “tabut”tur, bu iç oda aynı zamanda “gizlenmiş bir mezar”dır. Pavese, insan olmayı, “dünyada başka hiç kimse yokmuş gibi yalnız kalabilme cesaretini gerektiren” başlı başına bir olgu olarak değerlendirmiştir. Sadece kendi yapmak istediğini düşünebilmek, insanlar umursamadığında korkmamak, yanı sıra şanslı da olmak gerekir. Çünkü bir şey olmak, ancak şansın varsa ve öldüysen mümkün olacaktır.  28 Ağustos 1950’de, saat 20.30’da takım elbiseli bir adam gelir Roma Oteli’ne. Oda numarası 305’tir. Odanın içinde gizli bir oda daha vardır. Odada tahta bir karyola göze çarpar.

Tezer Özlü, Pavese’nin o günden önce de defalarca bu odaya geldiğini, bu ölüme hazırlandığını düşünür. Belki de bütün yaşamı bu anın hazırlığıyla geçmiştir. Adam yirmi iki uyku hapı alır. Ayakkabılarını çıkarır ama takım elbisesi hâlâ üzerindedir. Son notu: “Herkesi bağışlıyorum ve herkesten özür diliyorum. Sözcükler yok. Yalnız bir davranış. Bundan böyle yazmayacağım.” şeklinde olacaktır. Bu ziyaret, Tezer Özlü’yü derinden sarsar. Bu anın bir tanığı da ona yeryüzü günlerinde eşlik edenlerden biri olarak genç otel görevlisidir. Özlü’nün Pavese’yi bir diğer tanımlayış şekli, notlarında “… kahrolası yeryüzünün o büyük yalnızı” olarak yer alır. (105) “O büyük yalnız”ın mezarını da ziyaret eder. Tıpkı kendi çocuğukluğunun sıkıcı, küçük Anadolu şehirleri gibi, burada da her şeyin intihara davet eden bir yanı da olduğunu fark eder. Uzun uzun kaçtığı iyi ve kötü her şeyden sonra, artık şimdi bu yolculukta sezinlediği şey, “içinde sürekli çakışan ikili kişiliğin, tek bir ‘ben’de birleştiği”dir.

Yıllardır yaptığı yolculuğun bu en somut ve son aşamasında, yalnızlıktan daha büyük bir yalnızlığın da ayırdına varır. Bu büyük, diğer tüm yalnızlıkları da içine alan yalnızlık, hiçliktir. Her şey hiçlikte yitip gider ama buraya varmak da kolay değildir. Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk’taki son cümlesi “yeryüzündeki tek yakını” olarak nitelediği  Pavese’den bir başka alıntıyı içerir: “Ve yaşam yalnız rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi.” (Özlü, 1993, 108) Yaşamın Ucuna Yolculuk, tek başına okunduğunda bile Pavese’nin Tezer Özlü’nün yaşamında taşıdığı önemi, düşünce ve yazın dünyasındaki etkisini görebilmek için yeterlidir. Yine de Tezer Özlü diğer eserlerinde ya da kimi yazılarında da bu akrabalığı ortaya koymaktan hiç imtina etmez. Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yaşama Uğraşı’yla birlikte okunduğunda ise ulaşılan derinlik, varolmanın nasıl bir savaşım olduğu, başdöndürücü düzeydedir. İki kitap arasında bize armağan edilen yolculuk, varoluş güzergâhında çıkılacak ağır bir seferdir. Pavese’ye ve Tezer Özlü’ye ayrı ayrı bakmak, ardından da karşılıklı ve çapraz bağlantılarla yaşamı ve ölümü, yaşamla yazın ilişkisini yeniden sorgulamamak mümkün değil gibidir. Burada bizim konumumuzda duran okurlar ve okur-yazarlar için ortaya çıkan büyük resim ise, o büyük yalnızlık gibi, onlarca irili ufaklı başka resmin, o resimlerin her biri için bu yoldaki birinin peşine düşebileceği muhtemel başka bir yolcuğun parçasıdır ve değilse de olmaya adaydır.

Gülebilir miyiz Dersin? (Tezer Özlü Kitabı) (ortak kitap, edebiyat), 2016, İstanbul

BİR “ÖÇ ALMA HAREKETİ” OLARAK İNTİHAR VE BAZI NEDENLERİ – ALFRED ADLER*

insanların, toplumsal ilgilerinin sonuna varmaları, zaten tüm başarısızlıkların ortak noktasıdır, ister etkin, ister pasif başarısızlıklar olsun, bunlar değersizlik duygusunun büyümesinden kaynaklanır. intiharcının toplumsal ilgi çizgisinden saptığı esasen açıkça görülmektedir. Birarada çalışmanın, birarada yaşamanın ve arkadaşlığın her türlüsü yokolmuştur. Üstelik bu kayıpların etkin (ak, tif) şekilde yeraldığı da kabul edilmek zorundadır. Bu etkinliğin belli bir kıvrımı vardır, yolu toplumsal ilgiden ayrılmakta ve ona karşı olmaktadır; bireyin kendisine zarar verirken başkalarına da acı ve üzüntü verir.

Adler daha kariyerinin başlangıcında (1920 b’den, 1967 c’ye), intihar dinamiğinin bir “öç alma hareketi” olduğu yolunda atak yorumlar yapmıştır. Bunun yakınları, akrabaları etkilemek, bu yolla kaybedilenleri geri kazanmak amacına dönük olduğunu söyler. Bu nedenle intiharı bir tür iletişim aracı olarak savunur ki, bu görüş bugün artık genel olarak kabul edilmektedir. Aşağıdaki rapor onun bu tezinin son formülasyonudur ve burada intihara kalkışan bireyi, “kendine zarar verme hayalleri görerek veya kendine zarar vererek başkalarını inciten insan” olarak tarif etmektedir.

Sık rastlanan intihar olayı, sıradan gözlemci için çevresi esrarengiz nedenlerle çevrelenmiş bir olaydır. Kendisine yakın birinin intihan ona gerçekten dokunmadıkça, intihan rastgele açıklamayı arasıra başaran yüzeysel bir nedene yönelir ama, bu neden çoğu zaman olayı hiç de açıklayamaz. İntihar girişimcisinin yakın ve uzak çevresinde bulunanlar olayı garip ve anlaşılmaz bulurlar. Bunun pek fazla önemi yoktur, çünkü insan doğasının anlaşılması ve profilaksis doğrultusunda düşünme pek de sık rastlanan şeyler değildir.

Açıklama girişimleri genellikle, ansal (mental) düzensizlik içinde bulunan kimselerde intiharlara ne kadar sık rastlandığıyla başlar. Özellikle de, depresyon içindeki insanlar arasında. Bunların tümüne intihar, dertlerinden kurtulma yolu olarak gözükür. Her ne kadar söyledikleri sözler bunun tersi doğrultudaysa da. Demek ki, normal veya normale yakın bir insan, intihan tümüyle patolojik bir görüngü olarak ele alma eğilimindedir.

Durumsal Etkenler

Ama böyle bile olsa, normal insanın da intiharı tek çıkar yol olarak görebildiği durumlar vardır. Bu durumlar, çok üzücü ve değiştirilemeyecek durumlardır. Örneğin kurtulma umudu olmayan bir eziyet, insanlık dışı saldırılar, yüz kızartıcı ya da kriminal eylemlerin ortaya çıkması korkusu, iyileşmeyecek ve çok acı veren hastalıklara uğramak, vb. Esas şaşılacak nokta, bu gibi nedenlerle yeralan intiharların sayısının pek de fazla olmamasıdır.

İntihar nedenleri diye adlandırılan şeyler arasında, eğer patolojik hastaların durumunu hariç tutarsak, para kaybı ve ödenemeyen borçlar birinci sırayı almaktadır. Bu oldukça düşündürücüdür. Bundan sonra aşkla hayal kırıklığı veya mutsuzluk gelmektedir. Daha sonra gelen nedenler ise, sürekli işsizlik (bireyin kendisi bundan sorumlu olacağı gibi, olmayabilir de), bir de haklı veya haksız sitemler gelmektedir.

Bir intihar nedeni de salgın hastalıklar olmaktadır. Şaşırtıcı olmasına rağmen, bu da arasıra ortaya çıkar. Japonlar arasında harakiri de, azalmasına rağmen hala sürmektedir. Kadınlar ve kızlar arasında intihar veya intihar girişimi, ay halindeyken nispeten daha çok yeralmaktadır. Ayrıca, intiharlar elli yaşından sonra artmaktadır. Bütün bu durumlar, Bireysel Psikoloji tarafından açıklanabilecek şeylerdir.

Uzmanlığı olan veya olmayan grupların sık sık intiharları azaltma yolunda çabaya girişmesinde de şaşılacak bir şey yoktur. Görebildiğimiz kadarıyla böyle girişimler intiharları azaltmaya pek de yaramamıştır. Bunun nedeni, intiharların önlenmesi için kuruluşlara başvuran insanların, hala biraz umudu bulunan kimseler olmasındandır. Günümüzde intihar sayısı değişmiş değildir, hatta belki artma yolundadır.

İlişkisel Etkenler

intihar sıklığı, insanoğlunun pek de yüksek olmayan toplumsal ilgisine yönelik ciddi bir suçlamadır. Bu gözönüne alındığında, intihar denilen şaşırtıcı görüngünün anlaşılır şekilde incelenmesi de acilen gerekli olmaktadır.

içten gelen, endojen nedenler arasında, Bireysel Psikoloji yalnızca bireyin kalıtım ve çevre etkenleriyle kendi yaratıcı güçlerini kullanarak kurduğu, fakat kendi yetersiz, sınırlı görüşlerine göre kurduğu hayat tarzını düşünmektedir. Tabii buna ek olarak, dışarık (exogenous) nedenleri de ele almak zorunluğu vardır ki, bunlar da bireyin karşısına çıkan sorunu ele almaya hazırlıklı olmadığını ortaya koyacaktır. Daima tutarlı olan hayat tarzı, böylelikle dış durumla karşı karşıya gelip çatıştığı zaman, o bireyin toplum içinde başkalarıyla birarada yaşamaya na kadar hazır olduğunun deneyi, sınavı cevaplanmış olur.

Bireysel Psikoloji gözlemleri, bireyin her adımının, eldeki sorunu kendi tutarlılığına uygun olarak başarılı şekilde çözmeye dönük olduğunu göstermiştir. Fakat bireyin neyi başarılı olarak değerlendirdiği her zaman için özneldir. Tecrübelerimiz göstermiştir ki, bireyin karşılaşmak zorunda olduğu tüm durumlar, istisnasız olarak, çözüm için toplumsal ilgiye ihtiyaç gösteren durumlardır. Her birey topluma öyle bir şekilde bağlıdır ki, bu bağlılık derecesini açığa vurmayan, kendi toplumsal ilgisini belli etmeyen ne bir hareket yapabilir, ne bir şey düşünebilir, ne de bir duygu ifade edebilir. Buradan hareketle, intiharın ancak yeterli toplumsal ilgisi olmayan bir insanın acil bir sorunla karşılaşması halinde ortaya çıkabileceği anlaşılıyor.

insanların, toplumsal ilgilerinin sonuna varmaları, zaten tüm başarısızlıkların ortak noktasıdır, ister etkin, ister pasif başarısızlıklar olsun, bunlar değersizlik duygusunun  büyümesinden kaynaklanır. intiharcının toplumsal ilgi çizgisinden saptığı esasen açıkça görülmektedir. Birarada çalışmanın, birarada yaşamanın ve arkadaşlığın her türlüsü yokolmuştur. Üstelik bu kayıpların etkin (ak, tif) şekilde yeraldığı da kabul edilmek zorundadır. Bu etkinliğin belli bir kıvrımı vardır, yolu toplumsal ilgiden ayrılmakta ve ona karşı olmaktadır; bireyin kendisine zarar verirken başkalarına da acı ve üzüntü verir.

İntihar girişimcisi genellikle başkaları üzerinde yaratacağı şoku (bilinçli olarak) pek düşünmez, ya da hiç düşünmez. Ama bir adım daha ileri anlayışla açıklanabilmektedir. Acaba bu insan intihar edebilmek için başkalarını düşüncelerinden çıkarmak zorunda mıdır? Bazı durumlarda belki de toplumsal ilgisi bunu gerektirecek kadar güçlü olabilir. Beri yandan, sanki bunun tersine işaret edermiş gibi, intiharcıların son mektuplarında genellikle başkalarına verdiği üzüntülerden ötürü özür dileyen satırlara rastlanır. İntiharcının hareketi ve yönü, başkalarını üzmeksizin gerçekleşemez. Ve belki de nice insan intiharın eşiğindeyken, toplumsal ilgileri onları öteki insanları üzmekten alıkoyduğu için bunu yapamamaktadırlar.

Bu “öteki insan” genellikle hep vardır. Genellikle de intihardan en çok ıstırap çekecek kişidir.

Öneğilim Etkenleri

Bireysel Psikoloji sürekli olarak bireyin bütünlüğünü ve tutarlılığını aramaktadır. Başarısızlıklara hazırdır, onları önlemeye, engellemeye çalışırız, bunu da her zaman, yanlış hayal kavramının ilk kaynağının ta ilk çocukluk yıllarına kadar izlenebileceğini bilerek yaparız. O halde potansiyel intiharcı tip olan çocukları tanıyabilmek zorundayız. İntiharla ölenlerin veya intihara kalkışanların geçmiş yaşamlarının ve çocukluklarının incelenmesi, ortaya tüm diğer tür başarısızlıklarda görülen izleri çıkarmaktadır. Yani toplumsal ilgi eksikliğiyle oldukça yüksek bir etkinlik derecesi. İntiharcılar her zaman problem çocuk olmuşlardır. Ailenin hiç değilse bir tarafınca şımartılmış, aşırı duyarlı tiplerdir. Sık sık, alışılmadık düzeyde duygu incinmesi gösterirler. Kaybetme ve yenilme durumlarında, pek dayanıklı değillerdir. Yani yenilgiyi efendice kabul etmezler. Başkalarına doğrudan saldırgan davranışlarda bulunmazlar ama, hayat tarzları daima başkalarını sürekli yakınmalarıyla, üzüntüleriyle, acılarıyla etkileme girişimleriyle doludur. Güç hayat durumlarıyla karşılaştıklarında, psikolojik acı nedeniyle çökme, yıkılma eğilimleri vardır. Fazla ihtiraslı, gururlu insanlar olup, kendilerinin başkalarının gözündeki değerini pek çabuk farkederler. Hastalık veya ölüm hayalleri, bunun başkaları üzerinde yaratacağı üzüntü, kendilerinin başkalarının gözündeki değeriyle paralel gitmektedir. Bu duyguyu genellikle çocukluklarındaki şımartılmadan alırlar. Ben buna benzer izleri depresyon olgularının başlangıcında da bulmuşumdur. Bu tiplerin de sınırı intiharcılarınkine bitişiktir. Alkolikler ve uyuşturucu tiryakileri de böyledir.

İntiharcının ilk çocukluk ifadeleri arasında, bir de önemsiz konular için büyük üzüntüler duyulması vardır. Hastalanmak için büyük istek duyma, ya da ölmek için büyük istek duyma, küçük düşme duygusuyla birlikte ortaya çıkar, çocuk öfke gösterileriyle birlikle kendine zarar vermek ister ve sanki onun her isteğini yerine getirmek çevresindekilerin göreviymiş gibi onlara cephe alır. Zaman zaman kendini suçlar, bu yolla çevredekilerin sempatisini ve anlayışını loplar, abartılmış cesaret gösterileriyle onları ürkütür ve bazen de inatçı açlık grevlerine giderek anneyle babayı çaresiz bırakır. Arasıra başkalarına karşı doğrudan veya dolambaçlı saldırılar yeralır. Ya bu saldırılardan sonra, ya da yalnızca hayal, istek ve rüya yoluyla yapılan doğrudan saldırılardan sonra, intihar gelmektedir.

Ailede intihar olayları, aynı eğilimde olanları pek cezbeder. intihar eden dostlar, ünlü insanlar veya intiharla ilgili özel yerler de onların ilgilerini çeker.

En basit şekliyle ifade etmek gerekirse, potansiyel bir intiharcının hayat tarzı, kendisine zarar vermeyi hayal etmek veya kendisine zarar vermekle başkalarını incitmek şeklinde nitelendirilebilir. Saldırının kime yönelik olduğu, olaydan en çok kimin üzüldüğünü görmekle kolayca anlaşılabilir, intiharcı kendini aşırı düşünen insandır, başkalarını az düşünür, başkalarıyla oynamaya, iş görmeye, yaşamaya ve ölmeye yetenekli değildir. Kendi değerinin aşırı farkında olup, her zaman kendi çıkarma olan sonuçları büyük gerilimler içinde beklemektedir.

İntihar fikri, tüm yanlış çözümler gibi, elbette ki, çözümü zor bir dışarık sorun karşısında ve birey o sorunu çözecek kadar toplumsal ilgiden yoksun olduğu zaman ortaya çıkar. Bireyin etkinliğinin (aktivite) az veya çok olması, bu noktada belirtilerin ne yönde ortaya çıkacağını belirler. Durumun birey tarafından iyice anlaşılması, bu belirtileri tümüyle ortadan kaldırabilir.

Ruh hekimi potansiyel intiharcıyı saptadığı zaman bu teşhisini kendine saklasa iyi olur ama, bir yandan da tüm tedbirleri almalıdır. Kimseye söylememekle birlikte hastaya daha iyi, daha bağımsız, topluma dönük bir hayat tarzını bulabilmesi için bir şeyler yapması gerekir.


*Alfred Adler (d. 7 Şubat 1870 – ö. 28 Mayıs 1937) Bireysel Psikoloji ekolünün kurucusu, Avusturyalı psikiyatrist. Derinlik psikolojisinin üç büyük kurucusundan biridir. (diğerleri: Freud, Jung)