DİYALOGLAR, KARŞILAŞMALAR: TOMRİS UYAR & MILAN KUNDERA

Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy “Karşılaşmalar” altbaşlıklı Diyaloglar serisinde, daha önce Leyla Erbil ve G.G. Marquez; Oğuz Atay ve Franz Kafka; Nazlı Eray ve H.G. Wells’in ortak bir temada birleşen metinlerini ele almıştı.

Tunç ve Gülsoy, 13 Mart 2018 tarihinde Saint-Michel Lisesi’nde gerçekleşen Diyaloglar etkinliğindeyse Milan Kundera’nın “Hiç Kimse Gülmeyecek” ve Tomris Uyar’ın “Yaz Suyu” öyküleri üzerine konuştu. Kundera’nın öyküsü Gülünesi Aşklar, Uyar’ın öyküsü ise Dizboyu Papatyalar kitabında yer almaktadır. İyi seyirler:

HİÇ KİMSE GÜLMEYECEK – MILAN KUNDERA
 

FRANZ KAFKA: BÜTÜN EVLİLİKLERİN “YALNIZLIKTAN” KURTULMAK İÇİN YAPILDIĞINA İNANAMIYORUM

Yıllardır kimseye bir satır yazmamıştım, ölü gibiydim, bu isteğim yoktu, sanki yaşamıyordum bu dünyada, ama başka dünyalarda da yaşamıyordum., yıllardır istenenleri yarım yamalak yapmıştım; ben hep çağrılmasını beklemişim, çağırsınlar diye kulak kabartmışım hep; hastalığım seslenince bitişik odadan koşuvermişim ona, giderek onun elinde bir oyuncak olmuşum. Ama o oda karanlık, kimin eline düştüğüm de belli değil. Diyeceğim, düşünmek, yazmak güç geliyor artık… Hiçbir şey yazmadan kalem oynatıyorum çoğu zaman -şimdi olduğu gibi-; hele düşünmek! Ondan hiç söz açmayayım daha iyi.  Onun için biraz sabırlı olun diyorum; bu tomurcuk öyle kolay kolay açılmaz, tomurcuk olduğundan ötürü belki, kapalı nesnelere “tomurcuk” adını verdiklerinden ötürü.

Kafka’dan  Milena’ya Bir Mektup

Epey oluyor size yazmayalı, Bayan Milena, bugün yazmamı da bir rastlantıya borçluyum. Yazamadığım için özür dileyecek değilim, mektuplardan ne denli tiksindiğimi bilirsiniz. Yaşamımın bütün mutsuzluğu -yakınma değil bu, genel bilgi edinmek için yazıyorum- mektuplardan olmuştur diyebilirim, daha doğrusu mektup yazma fırsatını bulmuş olmaktan. İnsanlar hiç aldatmadı beni, ama mektuplar ele verdi hep; başkalarının yazdıkları değil, kendi yazdıklarım. Bu konuda çok bir şey diyecek değilim, benim durumumun bir özelliği vardı belki, gene de herkes için bu böyledir. İçimizin korkunç sarsıntılarını kor ortaya mektup yazmak; hortlaklarla bir çeşit alışveriş gibi bir şeydir bu. Yalnız aldığımız mektuplarda değil, kendi mektuplarımızda da hortluyoruz; yazarken değişiveriyor elimizin altında mektuplar, bir önceki bir sonrakini kabalaştırıyor, tanık oluveriyorlar birbirlerine! İnsanlar mektupla konuşabilirler fikrini kim atmış ortaya?! Uzakta olan birini düşünebiliriz, yakınımızdakini elle tutabiliriz, hepsi o kadar, üst yanı insan gücünü aşar. Oysa, mektup yazmak, hortlakların önünde soyunmak, kendini ele vermek demektir… Aç kurtlar gibi bunu bekler onlar. Kâğıdın üstündeki öpücükler ulaşamaz sahibine, yan yolda hortlakların eline düşer, onlar içip bitirir bu öpücükleri.

milena

Bu coşkun beslenmeden ötürü çoğalıyorlar anlaşılan. İnsanlık sezmiş ki bunu, karşı koymaya çabalıyor; kişilerin rahatı için daha doğal bir buluşmayı sağlıyor: Treni bulmuş, otomobil demiş, uçağa başvurmuş, ama iş işten geçmiş artık, yok olmaya yüz tutarken bulunmuş şeyler bunlar; karşı yön daha güçlü, daha temkinli: Postadan sonra telgrafı bulmuş, telefonu, telsizi! Açlıktan ölmeyecek hortlaklar, ama bizler ezileceğiz. Bu konuyu ele almamış olmanıza şaşıyorum; yazıp açığa vurmakla bir şey elde edemezsiniz, karşı da koyamazsınız, geç kalınmıştır, ama hiç değilse anlarlar ki, maskeleri düşmüştür, “onların” var olduklarını biliyoruz artık.

Değişik davranışları ile de ele veriyorlar kendilerini: Kimi vakit onlara yakalanmadan geçiyor elimize bir mektup, bir dost eli gibi okşuyor elimizi.. Ama belli olmaz, belki bu da bir gösteriştir. Bu türlüsü daha tehlikeli olabilir, belki asd bu türlüsünden sakınmak gerekir. Bunu, bizi yanılgıya düşürmek için yapıyorlarsa, diyecek yok! İyi başarıyorlar. Buna benzer bir şey geldi bugün başıma, onun için yazıyorum size. Sizin de tanıdığınız birinden mektup aldım bugün (Milena’dan aldığı mektuplar), epeydir yazışmıyoruz birbirimizle, yukarıda anlattığım nedenlerden ötürü… Uykuyu kaçırmaya bire bir bu çeşit mektuplar. Kurumuş, boşalmış, insanı kamçılayan bir halde geçiyor elimize… Bir anlık sevinç yerini sonsuz acılara bırakıyor. Kendinden geçerek okurken bir de ne görürsün? Bir damlacık uykun ayaklanıp kaçıvermiştir açık duran pencereden… Artık bekle ki, geri gelsin! İşte bu yüzden birbirimize yazmıyorduk artık. Sürekli değil, ama çok sık düşünürüm onu. Hiçbir düşünüm yeterince sürekli değildir. Ama dün gece çok düşündüm onu, saatlerce; önem verdiğim uykumun düşman saatlerini onu düşünerek uyanık geçirdim… Bir mektup tasarlıyordum, bir zamanlar diyemediklerimi durmadan hep eş sözcüklerle yazıyordum kafamda. Sabah erkenden sözünü ettiğim mektup geldi… Meğer arkadaşım da bir aydır, daha doğrusu bir ay önce, bana gelmesi gerektiğini düşünmüş durmuş; ne tuhaf, o zamanlar geçirdiğim olaylarla öylesine uyuyor ki bu isteği!

Onun mektubuna karşılık verirken, size de yazamadan durmadım; inanın Bayan Milena, isteyerek yazdığım tek insan sizsiniz. (İsteyerek mektup yazılır mı bilmem? Sözün gelişi… Ama hortlaklar için dediklerim gerçek, burun deliklerini açmış bekleşiyorlar gene.) Çoktandır dergilerde görmüyorum yazılarınızı, gazetelerdeki moda yazılarından başka… Birkaç şey bir yana, sevinçli ve rahatsınız bu yazılarınızda, hele “ilkyaz” üstüne yazdıklarınız! Üç haftadır görmüyordum “Tribuna’yı (aratıp bulduracağım), Spindelmüh-le’ye gitmiştim. Aldım mektubunuzu. Ben mektup yazamaz oldum artık, tuhaf geliyor; biraz – ne vakit değildiniz ki?- sabırlı olun Milena. Yıllardır kimseye bir satır yazmamıştım, ölü gibiydim, bu isteğim yoktu, sanki yaşamıyordum bu dünyada, ama başka dünyalarda da yaşamıyordum., yıllardır istenenleri yarım yamalak yapmıştım; ben hep çağrılmasını beklemişim, çağırsınlar diye kulak kabartmışım hep; hastalığım seslenince bitişik odadan koşuvermişim ona, giderek onun elinde bir oyuncak olmuşum. Ama o oda karanlık, kimin eline düştüğüm de belli değil. Diyeceğim, düşünmek, yazmak güç geliyor artık… Hiçbir şey yazmadan kalem oynatıyorum çoğu zaman -şimdi olduğu gibi-; hele düşünmek! Ondan hiç söz açmayayım daha iyi. (Sizin düşünme gücünüze şaşarım hep, bir avuç tümceyi sığdırırsınız avcunuza, şimşek hızıyla fırlatıverirsiniz.) Onun için biraz sabırlı olun diyorum; bu tomurcuk öyle kolay kolay açılmaz, tomurcuk olduğundan ötürü belki, kapalı nesnelere “tomurcuk” adını verdiklerinden ötürü. Başladım “Donadieu”ye, az okuyabildim daha, yeni yeni giriyorum içine. Charles-Louis Philippe’den az şey okudum, nedense pek tadına varamamıştım bu adamın. Sadeliğini överler… Ama Almanlarla Ruslara vergidir sadelik; evet, sevimliliğine sevimli o büyükbaba, ama etkilemiyor insanı. Okuduğum kadarında en hoşuma giden (Lyon’dayım daha) köşebaşında birdenbire duyulan o sevinç… Yazarın hüneri değil bu, Fransa’ya vergi bir şey, Flaubert’in artıkları.. (Anımsadınız mı dediğim yeri?) Çeviriyi de sanki iki kişi yapmış, bir bakıyorsun çok iyi, bir bakıyorsun anlaşılır gibi değil. (Wolf da yeni bir çevirisi çıkacak yakınlarda.) İsteyerek okuyorum; severim okumayı, ama ağır okuyan biri oldum artık. Çabuk okumamı bir şey daha engelliyor bu kitapta: Şaşırıyorum kızlar konusunda, yazarın anlattığı kız işi azıtıyor biraz, inanamıyorum; yaklaşmayı göze alamamıştır, hiç ummuyorum: Bana öyle geliyor ki, sanki yazar okurun dikkatini gerçek “Donadieu”den çekmek için, bezden bir bebek yapmış, adına “Donadieu” demiş! Gerçek Donadieu bambaşka biri, üstelik bambaşka bir yerde. Bu çocukumsu, genç kız bakışlarının ardında sert bir şey çarpıyor insanın gözüne: Ezgi kurallarına göre -aslına dayanarak-sonradan yazılan uvertür gibi bir şey bu kitap, bütün bu anlatılanlar daha olmamış sanki. Kimi kitaplarda bu duygu sonuna dek sürer. “Büyük Yolun Üstünde”yi bilmiyorum, ama Çehov’u çok severim, okumaya doyamam kimi vakit. “Will von der Mühle”yi de bilmiyorum, hele Stevenson’u hiç, yalnız sizin sevdiğiniz yazar olarak biliyorum, o kadar. Max Brod’un “Franzf’sini gönderirim; birkaç yerin dışında, pek ummuyorum seveceğinizi. Ben şuna inanmışım: Yaşayan yazarlar, yazdıklarıyla canlı bir bağ kuruyorlar; yazarların ölmemiş olmaları, kitapları için ya iyi oluyor, ya da kötü. Kitabın gerçek durumu, yazarın ölümünden sonra, daha doğrusu, yazarın ölümünden bir süre sonra ortaya çıkıyor. (Çünkü bu işgüzar adamlar, öldükten bir süre sonra da etkilerler kitapları!) Ama kitap yalnız başına kalınca, kurtulunca yazarın baskısından yaşamaya başlar, ya saydırır kendini, ya da saydırmaz. Meyerbeer bu bakımdan çok iyi yapmış, operalarının ayakta durabilmeleri için hepsine ayrı birer “vasiyet” yapmış, desteklemiş onları. Önemli olmamakla birlikte, bir sürü şey söylenebilir bu konuda. “Franzi”yi ele alarak böyle bir denemeye girersek, ne olur bilir misiniz? Yazarın ta yatak odasına gireriz! Öpüşmek içinse, hadi peki diyelim, ama öteki hoşlanmamanız -belki de hoşlanırsınız- kitap için bir yargı sayılmaz elbet. “Donadieu”yü epey okudum bugün, sarmıyor bir türlü. (Nedenini söyleyecek durumda değilim şimdi; bitişikte, mutfakta kız kardeşim aşçı kızın dertlerini dinliyor, öğütler veriyor ona. Öksürsem susarlar hemen, ben de kurtulurdum onları dinlemekten, ama istemiyorum; bu kızcağız yeni geldi daha, on dokuz yaşında, güçlü kuvvetli bir şey, hiç nedensiz yeryüzünün en mutsuz yaratığı sanıyor kendini, mutsuz olduğu için mutsuz, durmadan yakınıyor, istiyor ki, kardeşim gönlünü alsın… Kızkardeşim de bayılır hizmetçilerle çene çalmaktan, babamın dediği gibi: “Mutfak kumkuması”dır.) Bu kitap üstüne ne söylesem, haksızlık etmiş olacağım, kitabın suçu yok, ben rahat değilim. Dün adam öldürmüş olan biri – bu “dün” hep dün olarak kalır- bugün öldürü öyküleri okuyamaz… Hepsi birden üstüne saldırır: Sıkıcı bulur, sinirlenir, üzülür. Yok dizgenlenmiş dizgensizlik varmış, yok törensel törensizlikmiş, insanı şaşırtan alaycı yanı varmış -vız gelir-, hiçbirini çekemem bu kitapta. Raphael Donadieu’yü kandırıp odasına götürdüyse, götürsün, bu Donadieu için çok önemli olabilir, ama odada yazarın işi ne? Hele bir dördüncünün, okuyucunun hiç işi yok o odada… Giderek bu oda tıp fakültesinin, ya da psikoloji fakültesinin anfisine dönüyor!

Dergide incelediğiniz bir konuyu düşünüyorum kimi vakit. Tuhaftır, ama ben (uydurduğunuz konuşmaları gerçekmiş gibi alıyorum. Ne yaparsınız: Yahudilik ağır basıyor!) bütün evliliklerin “yalnızlıktan” kurtulmak için yapıldığına inanamıyorum. Daha kutsal nedenleri vardır; yanılmıyorsam, o “Melek” de benim gibi düşünüyor. Evlenmenin nedeni yalnızlıktan kurtulmaksa, ne elde edilir? Yalnızlığı yalnızlıkla birleştirmekten bir yuva kurulamaz… Birinin yalnızlığı ötekinde yansır, karanlık gecelerde bile. Hele yalnızlığı silah gibi kullanmak, daha da kötüdür. (Genç kızların bilisiz, anlamsız yalnızlıklarından söz etmiyorum.) Evlenmek istemek demek, önceden her şeyi kesin olarak bilmek demektir. Kötü bir şey var, hiç ummuyordum böyle olacağını, ama bu mektupları, bu önemli mektupları yazmayacağım artık. Mektup yazmanın o korkunç büyüsü başladı gene, ondan… Kötü geçen gecelerim büsbütün bölünüyor. Kesmeliyim, yazamam artık. Ah Milena! Sizin uykusuzluğunuz benimkine benzemez. Yakarıyorum size: N’olur yazmayın artık.

Franz Kafka Milena Mektuplar

HARARİ: SİSTEM ZİHİNLERİMİZİ İHTİYAÇLARINA GÖRE ŞEKİLLENDİRİYOR VE YENİDEN DÜZENLİYOR!

Akıllı telefonlarımız aracılığıyla sürekli Facebook hesaplarımızı kontrol ettiğimizden arkadaşlıklarımıza tam olarak odaklanamıyor heyecan verici her şeyin başka yerlerde olup bittiğini düşünüyoruz. Modern insanlık bitmek tükenmek bilmeyen bir “Fırsat Kaçırma Korkusu” tarafından esir alınmış durumda. Hiç olmadığı kadar çok seçeneğimiz olmasına rağmen, tercihlerimize odaklanma yeteneğimizi kaybetmiş hâldeyiz.

Korkunun Kokusunu Alıyorum

Doktorlar, mühendisler ve müşteriler zihinsel hastalıkları tedavi etmeye ve WEIRD toplumlarda hayatlarını keyifle sürdürmeye odaklandıkları sürece, normaltı zihinsel durumları ve WEIRD zihinsel yapıyı araştırmak yüksek ihtimalle ihtiyaçlarımızı karşılayacaktır. Normatif psikoloji sık sık normalden uzaklaşan her farklılığa kötü muamelesi yapmakla suçlansa da geçtiğimiz yüzyılda sayısız insana yardım etmiş, milyonların yaşamını ve ruh sağlığını kurtarmıştır.

Ancak üçüncü binyılın başında bambaşka bir mücadeleyle karşı karşıyayız. Liberal hümanizm tekno-hümanizme doğru adım adım ilerlerken tıp, hastaları iyileştirmenin yanı sıra sağlıklı olanların “sürümünü yükseltmeye” odaklanıyor. Doktorlar, mühendisler ve müşteriler sadece zihinsel sorunlarının düzeltilmesini değil, zihinlerinin sürümlerinin yükseltilmesini de talep ediyor. Yeni bilinç seviyeleri üretebilecek teknik becerileri kazanmaya başlıyoruz ancak elimizde bu olası yeni alanların haritaları henüz mevcut değil. Yalnızca WEIRD insanların normatif ve normaltı zihinsel spektrumlarına aşina olduğumuz için hangi istikamette ilerlediğimizin farkında bile değiliz.

Pek şaşırtıcı olmamakla birlikte pozitif psikoloji bu sayede psikoloji disiplininin en popüler alt dalı hâline geldi. 1990’larda Martin Seligman, Ed Dinner ve Mihaly Csikszentmihalyi gibi alanın öncü uzmanları, psikolojinin zihinsel hastalıkların yanı sıra zihnimizin güçlü yanlarını da araştırması gerektiğini öne sürdü. Nasıl olur da hasta bir zihnin akıllara durgunluk verecek kadar detaylı bir haritasına sahipken, verimli bir zihnin bilimsel bir haritasına sahip değildik? Geçtiğimiz yirmi yıl içinde, psikoloji norm-üstü zihinsel durumların araştırmalarında aşama kaydetmiş olmasına rağmen, 2016 itibarıyla bilim normüstü alanın büyük kısmını keşfetmiş değil.

Bu şartlar altında, elimizde bir yol haritası bile yokken, mevcut zihinsel yetilerimizin sürümlerini günümüz ekonomik ve siyasi sisteminin ihtiyaçları doğrultusunda yükseltmeye odaklanıp diğer yetilerimizi geri plana atabilir hatta sürümlerini düşürebiliriz. Bunlar da hiç duyulmamış şeyler değiller elbette; binlerce yıldır sistem zihinlerimizi ihtiyaçlarına göre şekillendiriyor ve yeniden düzenliyor. Aslında küçük toplulukların üyeleri olarak evrimleşmiş Sapiens’in zihinsel yetileri, devasa bir makinenin dişlileri gibi yaşamaya uygun gelişmemişti. Ne var ki şehirlerin, krallıkların ve imparatorlukların doğuşuyla sistem büyük çapta işbirliği için gereken yeterlilikleri beslerken, öteki beceri ve yetilerin önemini kaybetmesine izin verdi.

Örneğin arkaik insanlar koku alma duyusunu yüksek ihtimalle son derece iyi kullanabiliyordu. Avcı-toplayıcılar çok uzaktan farklı hayvan türlerinin, insanların hatta çeşitli duyguların kokusunu alabiliyordu. Korkunun kokusu cesaretinkinden farklıdır örneğin. Bir insanın korku hissettiğinde salgıladığı kimyasallarla cesaretle aslan kesildiğinde salgıladığı hormonlar birbirinden tamamen farklıdır. Komşu gruba savaş açmak üzerine tartışan arkaik bir toplulukta hakim düşüncenin kokusunu almanız mümkündür.

Küçük bir nüfusla muhatap olurken işe yarayan burnumuz, Sapiens daha büyük gruplarla yaşamaya başlayınca önemini kaybetti, örneğin ABD’nin Çin’e duyduğu korkuyu koklayamazsınız; insanların koku duyuları böyle böyle etkinliğini yitirdi. On binlerce yıldır kokuya odaklanan beyin bölgeleri, yerini okuma, matematik ya da soyut düşünme gibi görevlere devretti. Sistem, sorunların üstesinden gelmek için nöronlarımıza komşularımızı koklamasını değil onları diferansiyel denklemler olarak ele almamızı önermektedir.

Önce duyularımız, akabinde duyularımızı dinleyebilme yeteneğimiz aynı süreçten geçti. Geçmişte avcılar dikkat kesilir ve gözlerini dört açarlardı. Ormanda mantar aramak için dolanırken rüzgarı dikkatle içlerine çeker, yerdeki izleri takip ederlerdi. Mantar bulduklarında pür dikkat kesilir, tadındaki her ince detayın farkına varmaya çalışarak yenilebilir türleri zehirli olanlardan ayırmaya çalışırlardı. Bugünün varlıklı toplumlarının bu kadar yüksek bir farkındalığa ihtiyaçları yok. Süpermarketlere giderek hepsi yetkililer tarafından kontrol edilmiş binlerce farklı yiyecek arasından dilediğimizi satın alabiliyoruz. Televizyon karşısında midemize indirdiğimiz İtalyan pizzasının ya da noodle’ın tadına pek de dikkat etmiyoruz (gıda üreticileri bu kayıtsızlığı kırabilme ihtimalinin peşinde koşarak sürekli yeni tatlar yaratmaya çalışıyor).

Gelişmiş ulaşım sistemleri sayesinde şehrin öbür ucunda yaşayan arkadaşımızla görüşebiliyoruz. Akıllı telefonlarımız aracılığıyla sürekli Facebook hesaplarımızı kontrol ettiğimizden arkadaşlıklarımıza tam olarak odaklanamıyor heyecan verici her şeyin başka yerlerde olup bittiğini düşünüyoruz. Modern insanlık bitmek tükenmek bilmeyen bir “Fırsat Kaçırma Korkusu” (FOMO, “Fearing to Miss Out”) tarafından esir alınmış durumda. Hiç olmadığı kadar çok seçeneğimiz olmasına rağmen, tercihlerimize odaklanma yeteneğimizi kaybetmiş hâldeyiz.

Korku ve odaklanma dışında zaman içinde rüya görme yeteneğimizi de yitirmeye başladık. Çoğu kültür insanların rüyalarında gördüklerinin ve yapabildiklerinin, en az uyanıkken yaşadıkları kadar önemli olduğuna inanır İnsanlar yeniden rüya görebilmek, rüyalarını hatırlamak ve hatta rüyalar âleminde davranışlarını kontrol edebilmek için “lucid dreaming” teknikleri üzerine çalışıyorlar. Kontrol edilebilir rüyalar anlamına gelen “lucid dreaming” aktivitesinde ustalaşmış kişiler, rüyalar âleminde kendi iradeleriyle hareket edebileceklerini, hatta varoluşun daha üst düzlemlerine seyahat edebildiklerini ya da başka dünyalardan ziyaretçilerle buluşabileceklerini iddia ederler Buna karşın modern dünya rüyaları en iyi ihtimalle bilinçaltından gelen mesajlar olarak bir kenara atarken, genellikle rüyalara zihinsel çöp muamelesi yapar. Sonuç olarak rüyalar hayatımızda çok daha mütevazı bir rol oynar Çok az insan rüya görme yeteneklerini geliştirip çoğu insan rüya görmez ya da rüyalarını hatırlamaz.

Koku alma, odaklanma ya da rüya görme yetilerimizin azalması hayatlarımızı daha renksiz ve sıkıcı hâle getirmiş olabilir mi? Belki de. Ancak öyle olsa bile, ekonomik ve siyasi sistemin çıkarları bu bedeli ödemeye değerdi. Patronunuz çiçek koklamanız ya da perileri düşlemenizdense elektronik postalarınızı kontrol etmenizi bekler. İnsan zihninin gelecekte yükseltileceği sürümler de benzer sebeplerle siyasi ihtiyaçları ve piyasanın dengelerini yansıtacaktır.

ABD ordusunun “dikkat odaklayıcı miğferleri” insanların belli görevlere odaklanmasına yardım etme ve karar verme süreçlerini hızlandırma amacı güdüyor Bu amaç doğrultusunda empati yapma, şüphe ve ikilemleri hoş görme yetileri zayıflayabilir. Hümanist psikologlar stres altındaki insanların genellikle hızlı çözümler istediklerinin, kendilerini dinleyen, korku ve endişelerini anlayan insanlara ihtiyaç duyduklarının altını çiziyor. İşyerinizde yeni patronunuzun fikirlerinizi dikkate almadığını ve her şeyin kendi bildiği gibi yapılmasını istediğini ve bu yüzden sorunlar yaşadığınızı varsayalım. Kötü bir günden sonra telefona sarılıp arkadaşınızı ararsınız. Size ayıracak pek vakti ve hâli olmayan arkadaşınız sohbeti kısa keserek sorununuza çözüm üretmeye çalışacaktır: “Tamam. Anlıyorum, önünde iki seçenek var. Ya istifa et ya da kal ve patronun ne diyorsa onu yap. Ben senin yerinde olsam istifa ederdim.” Söylediklerinin hiçbir anlamı, hiçbir kıymeti yoktur. Gerçekten iyi bir arkadaş çözüm bulmak için aceleci davranmaz, size sabır gösterir. Sorunlarınızı dinler, çelişkili duygularınızı ve içinizi kemiren sıkıntılarınızı dökmeniz için size zaman ve alan tanır.

Dikkat odaklayıcı miğfer sabırsız bir arkadaş gibi çalışıyor. Tabii ki zaman zaman, örneğin bir savaş alanında, hızlı ve net kararlar vermek gerekebilir ama hayat daha karmaşıktır. Bu tip aygıtları git gide daha fazla alanda kullanmaya başlarsak karmaşayı, ikilemleri ve şüpheleri ortadan kaldırabilecek sabrımızı yavaş yavaş yitirebiliriz; tıpkı koku alma, rüya görme ve dikkat verme yetilerimizi kaybettiğimiz gibi. Sistem bizi şüphelerimizden çok kararlarımızla ödüllendirdiği için buna yönlendirebilir. Ancak keskin kararlar ve hızlı çözümlerle dolu bir hayat, karmaşa ve şüphelerle süren bir günden çok daha tekdüze ve sığ geçebilir.

Zihinlerimizi tasarlama fikriyle zihinsel spektrum hakkındaki cahilliğimizi birleştirip yanına bir de hükümetlerin, orduların ve şirketlerin çıkarlarını ekleyince, belanın tarifini elde edebilirsiniz. Beden ve zihinlerimizin sürümlerini yükseltmek uğruna zihnimizin tüm işletim sistemini bozabiliriz. Hatta tekno-hümanizm en sonunda insanların sürümlerini düşürebilir. Sistem, süper-insan meziyetlerine sahip olmalarından korktuğu için değil, sistemin ayağına dolanarak onu yavaşlatacak rahatsız edici insan özelliklerinden kurtulması için sürümleri düşmüş insanları tercih edebilir. Her çiftçinin de bildiği gibi sürüde sorun çıkaran genelde en akıllı keçidir, bu nedenledir ki Tarım Devrimi de hayvanların zihinsel yetilerinin düşük olduğuna inanılmasını bu kadar önemser. Tekno-hümanistler tarafından hayal edilen ikinci bilişsel devrim bize aynısını yaparak, hiç görülmemiş bir hızda veri aktarıp işleyebilen, rüya ve şüpheden yoksun, dikkatini toplayamayan insan dişlileri üretebilir. Milyonlarca yıldır gelişmiş şempanzelerdik. Gelecekteyse haddinden büyük, battal boy karıncalara dönüşebiliriz.

Pamuk İpliğine Bağlı Evren Tekno-hümanizmi bekleyen uğursuz bir bela daha var. Hümanizmin her mezhebi gibi tekno-hümanizm de insan iradesini kutsar ve iradeyi tüm evrenin bağlı olduğu bir pamuk ipliği olarak görür. Tekno-hümanizm hangi zihinsel yetileri geliştireceğimize ve zihnimizin nasıl şekilleneceğine tutkularımızın yön vereceği beklentisini taşır. Peki ya teknolojik gelişmeler tutkularımızı da yeniden yaratmayı ve şekillendirmeyi mümkün kılarsa?

Hümanizm özgün iradeye ulaşmanın zorluklarından bahsedip durur. Kendimizi dinlemeye çalıştığımızda, birbiriyle çatışan seslerin kakafonisi altında ezildiğimizi hissederiz, öyle ki zaman zaman kendi özgün sesimizi duymak bile istemeyiz; ya o ses istenmeyen sırlar, huzursuz talepleri ortaya dökerse diye düşünürüz. Pek çok insan kendisini derinlemesine irdelememek için ciddi bir çaba harcar. Hızla yükselen başarılı bir avukat, bir ara verip çocuk sahibi olmasını söyleyen iç sesini dizginler. Mutsuz bir evliliğe hapsolmuş bir kadın, evliliğin verdiği güvenlik hissini kaybetmekten korkar. Suçluluk duygusuyla tutuşan bir asker, kabuslarında gaddarlıklarının gölgesi tarafından kovalanır. Kendi cinselliğine güvenmeyen genç bir adam “ne sen sor ne ben söyleyeyim” kuralıyla hayatına devam eder. Bu durumların hiçbirini derinlemesine değerlendirmeyen hümanizm herkese aynı kalıptan çıkmış belli başlı çözümler sunar. Hümanizm biraz cesaret etmemizi, bizi korkutsa da içimizdeki sesi dinlememizi, kendimize özgü sesimizi bulmamızı öğütler ve bu sürecin tüm zorluklarına katlanarak talimatlarını dinlememizi söyler.

Teknolojik gelişmenin izleği tamamen farklıdır içimizdeki sesi dinlemek değil, kontrol etmek ister. Tüm bu sesleri yaratan biyokimyasal sistemi anladığımız anda butonlar ve şalterlerle oynayabilip sesi biraz açıp isteyince kısabilir, hayatı çok daha rahat ve kolay hâle getirebiliriz. Dikkati dağılan avukata bir konsantrasyon hapı, suçluluk hisseden askere ve mutsuz eşe birer antidepresan verebiliriz ki bu müdahaleler daha başlangıç.

Hümanistler bu yaklaşım karşısında sıklıkla dehşete düşse de peşin hükümlü olmamalıyız. Kendimizi dinlememizi öğütleyen hümanist tavsiye pek çok insanın hayatını karartırken, doğru kimyasalın doğru dozda kullanımı milyonlarca insanın ruh hâlini ve ilişkilerini düzeltmiş durumda. Bazı insanların kendini dinleyebilmesi, ancak içinde bağrışıp duran sesleri susturmasıyla mümkün olabilir. Modern psikiyatriye göre pek çok “iç ses” ve “özgün arzu” nörolojik hastalıklar ve biyokimyasal dengesizliklerin bir yan ürünü olmaktan ibarettir. Klinik depresyondan mustarip insanlar, biyokimyasal bir bozukluk yüzünden her şeyi karanlık camlar ardında gördükleri için umut vaat eden kariyerlerden ya da sağlıklı ilişkilerden vazgeçiyorlar Bu yıkıcı sesleri dinlemektense susturmak daha hayırlı olabilir. Sally Adee iç seslerini susturmak için dikkat odaklayıcı başlığı kafasına taktığında usta bir nişancı olmakla kalmamış, kendisini çok daha iyi hissetmeye başlamıştı.

Bu durumu çok farklı şekillerde yorumlayabiliriz. Ancak tarihsel bir dönüm noktasına yaklaştığımıza şüphe yok. En önemli hümanist emir olan “kendini dinle” artık tartışmaya kapalı değil. İçimizdeki sesleri kısıp açmayı öğrendikçe, özgünlüğe olan inancımızı da kaybediyoruz çünkü artık kumandanın kimin elinde olduğunu kestirmek çok daha zor. Kafanızdaki rahatsız edici sesleri susturmak, özgün benliğinize ulaşmanızı sağlayacaksa iyi bir fikir olabilir. Peki ortada özgün bir benlik yoksa, hangi sesleri susturup hangisini açacağınıza nasıl karar vereceksiniz?

Tartışmayı bir adım ileri taşıyalım ve birkaç on yıl içinde biliminsanlarının içimizdeki sesleri kolaylıkla kontrol edebileceğini varsayalım, öznemiz tutucu, koyu Hıristiyan, Mormon bir aileye mensup genç bir eşcinsel erkek olsun. Genç adam yıllarca kapalı kapılar ardında yaşadıktan sonra tutkularından kurtulma operasyonuna yetecek parayı biriktirin Cebinde 100 bin doları, heteroseksüel Joseph Smith olarak kapıdan çıkmaya kararlı vaziyette bir kliniğin yolunu tutar. Kliniğin kapısında doktora söyleyeceklerini içinden tekrar eder: “Doktor, al sana 100 bin dolar. Lütfen beni düzelt ki artık erkeklere ilgi duymayayım.” Kliniğin kapısını çalar ve kapıyı bildiğiniz George Clooney açan Genç adam zorlukla mırıldanıp “Doktor, işte 100 bin dolan Lütfen beni düzelt de bir daha asla heteroseksüel olmak istemeyeyim.”

Genç adamın özgün benliği yıllarca maruz kaldığı dini beyin yıkamayı alt edebildi mi? Yoksa bir anlığına şeytana uyup kendine ihanet mi etti? Hepsi bir yana, yoksa peşine düşülebilecek ya da ihanet edilebilecek özgün bir benlik yok mu? İnsanlar iradelerini yeniden yaratmayı ve şekillendirmeyi başardıkları anda, iradeyi anlamın ve otoritenin kaynağı olarak görmeyi bırakacağız. İrademiz ne söylerse söylesin, bizim her zaman söyleyecek başka şeylerimiz de olacak.

Hümanizme göre dünyaya bir anlam kazandırabilecek tek şey insani arzulardır Peki arzularımız arasında seçim yapma şansına sahip olduğumuzda bu tercihlerimizin temelinde ne yatacak? Romeo ve Juliet’in açılış sahnesinde Romeo’nun kime âşık olacağına karar verdiğini düşünün ve bu karardan sonra Romeo’nun her an fikrini değiştirebileceğini, farklı bir karar verebileceğini varsayın. Nasıl bir oyun olurdu bu? Teknolojik gelişmenin bize sunmaya çalıştığı senaryo bu. Arzularımız bizi tedirgin ettiğinde, teknoloji imdadımıza yetişeceğini söylüyor. Teknoloji, ucunda evrenin bağlı olduğu pamuk ipliği gevşemeye başladığında, bizi yeni bir yere bağlayabileceğini iddia ediyor Peki tam olarak nereye? Kainatta herhangi bir yere bağlanma şansım varsa, o yeri neden ve nasıl seçmeliyim? Hümanist dramalar insanlar huzursuz edici isteklerde bulunduğunda ortaya çıkar örneğin Montague ailesinden Romeo’nun gönlü Capulet’lerden Juliet’e kayınca her şey herkes için huzursuz bir hâl alır çünkü bu iki aile ezeli düşmanlardır. Bu dramanın teknolojik çözümü huzursuz edici istekleri bir daha hiç hissetmememizden geçmektedir. Romeo’yla Juliet zehri içeceklerine iki hap alsalar ya da dikkat odaklayıcı bir başlık taksalar ve böylelikle talihsiz aşklarını başka insanlara yöneltseler, kim bilir ne çok acının ve kederin önüne geçilebilirdi. Tekno-hümanizm bu noktada çözümsüz bir ikileme düşüyor. İnsan iradesini evrendeki en önemli konuma koyarak, insanlığı irademizi kontrol edecek ve yeniden şekillendirecek teknolojiler geliştirmeye yönlendiriyor. Sonuçta dünyadaki en önemli şeyin kontrolünü ele almak oldukça cezbedici, değil mi? Ne var ki böylesi bir kontrolü elde ettiğimizde tekno-hümanizm onunla ne yapacağını bilemeyecek ve bu da kutsal insan tarafından yaratılmış ürünlerden biri olacak. İnsan iradesi ve deneyiminin en yüce anlam ve otorite kaynağı olduğuna inandığımız sürece, bu tür teknolojilerle asla baş edemeyeceğiz.

Sonunda daha cüretkar bir tekno-din hümanizmin bağını kökten koparmaya kalkışacak. Bu yeni tekno-din, hiçbir insanın istekleri ya da deneyimleri etrafında dönmeyen bir dünya öngörüyor. Anlamın ve otoritenin kaynağı olarak konumlanan isteklerin ve deneyimlerin yerini ne alabilir? Tarihin bekleme odasında 2016 itibarıyla bu pozisyonu hedefleyerek mülakatı bekleyen tek bir aday var. Bu aday bilginin ta kendisi. Yükselen en ilginç din, ne tanrılara ne de insana hürmet ediyor sadece veriye tapıyor: Dataizm dini.

Yuval Noah Harari Homo Deus/ Yarının Kısa Bir Tarihi Türkçesi: Poyzan Nur Taneli

SÜRYANİ MÜZİĞİ ÜZERİNE YAPILMIŞ EN İYİ İKİ ALBÜM: “SÜRYANİLER 1, 2”

Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğretim görevlisi Melih Duygulu ve Kalan Müzik tarafından hazırlanan bu iki albüm, Süryani müziği alanında, Türkiye’de bugüne kadar yapılmış en kapsamlı çalışma.

iki CD’den oluşan, albüm’lerin ilki, Süryani kilisesinde ayinlerinde, çeşitli amaçlarla ve çeşitli zamanlarda söylenmiş olan makamlardan, koro ve solo icralara ait farklı ilahilerden oluşuyor.  Farklı ülkelerdeki Süryani kiliselerinde söylenen ilahilerden yapılan derleme ile dinleyiciye Süryani kilisesi müziği örnekleri sunuluyor. İkinci CD ise farklı ülkelerde yaşayan Süryani şarkıcıların söyledikleri halk şarkıları örneklerinden oluşuyor. CD’lerin yanında hazırlanan 144 sayfalık kitapçık ise gerçekten albüm üzerine ne kadar titiz bir çaba gösterildiğinin önemli bir göstergesi. Süryanice, Türkçe, İngilizce ve Fransızca olarak hazırlanan bu kitapçıkta Süryani tarihi, kültürü ve müziği hakkında bilgiler veriliyor.

Geleneksel Süryani Halk Ezgileri’ne buradan ulaşabilirsiniz.>>
Alternatif Link >> 

Süryaniler, kökenleri 5000 yıl öncesine giden bir toplumdur. Mezopotamya’da yeşeren ve uygarlığın gelişiminde önemli rol üstlenen eski Mezopotamya halklarının yani köklü bir kültürün mirasçılarıdır. Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, coğrafyayı istila edenlerin baskı ve egemenlikleri yüzünden başlangıçtaki etkinliklerini kaybetmişlerdir. Günümüzde ise dünyanın değişik bölgelerinde dağınık bir şekilde yaşamaktadırlar.

Süryanilerin kökeni ve nereden geldiklerine dair bilinen üç farklı görüş vardır.Bu görüşlerden birisi, Süryanilerin Aramiler’den geldiğini savunan tezdir. Bu tezin dayanağı Süryani halkının Aramca konuştuğu ve bundan dolayı da kökeninin Aramiler olduğunu iddia etmektedir. Süryanilerin kökenine dair ikinci görüş ise Süryanilerin Asurlular’dan geldiğini savunan tezdir. Bu görüşe göre Süryaniler, eski Mezopotamya’da imparatorluklar kurmuş olan Asurlular’ın torunlarıdır. Bu iki görüşün eksiklikleri, Süryanilerin kökenini tüm eski Mezopotamya halklarına dayandığını belirten yeni bir görüş ortaya çıkarmıştır.

Alternatif Link >>

Aslında bu farklı görüşlerin önemi, getirdikleri tarihsel açıklamalardan ziyade, bu görüş sahiplerinin Süryaniler için düşledikleri farklı toplumsal modellere sahip olmasındadır. Yani Asur görüşünü savunanlar, Süryanilerin öncelikle siyasal bir toplum olmasını arzu etmekte; Arami görüşünü savunanlar ise daha çok inanca dayalı bir toplum modeli oluşturmak ve bu model çerçevesi içinde toplumu bir arada tutmaya çalışmaktadırlar.

Aslında Asur ve Arami ile anlatılmak istenen halk aynıdır. Söz konusu olan halk, Eski Mezopotamya kültürünü taşıyan ve inancı bakımından Hıristiyan olan bir topluluktur. Bu halk Irak ve İran’da daha çok “Asur” adıyla tanınırken, Suriye ve Türkiye’de aynı halk için “Süryani” adı kullanılmaktadır. Süryani kelimesi özellikle Hıristiyanlığı sonrası yaygınlık kazanmıştır ve Hıristiyan olan Yukarı Mezopotamya halkını belirtir. “Asurlu” kelimesi ise İsa’dan önceki Yukarı Mezopotamya halkı için kullanılmaktadır. Başka bir deyişle “Asurlu” kelimesi “Süryani” kelimesi ile anlatılmak istenen halkın Hıristiyanlıktan önceki zamanını belirtir. Bir yerde bugün bu halk için kullanılan, “Asur”, “Arami”, “Süryani” (ve daha başka adlar; Keldani, Maruni vs.) kelimeleri aynı topluluğu nitelemektedir.

Süryanilerin kökenini sadece Aramilere veya Asurlulara dayandırma çabalarının , Mezopotamyanın eski tarihine bakıldığında çok anlamlı olmadığı görülecektir. Buna karşılık Süryanilerin kökenini, tüm eski Mezopotamya halklarına (Fenikeliler, Akkadlar, Keldalılar, Babiller, Kenanlar, Asurlular ve Aramiler) dayandırmak daha mantıklıdır. Çünkü bütün bu halklar aynı kökenden oldukları için daha kolay kaynaşabilmişlerdir. Aynı dili konuşan, benzer örf ve adetleri yaşayan bu halklar Hıristiyanlık inancı ile birlikte aynı dine de sahip olmuşlardır. Ve bu eski halkların temeli üzerinde, yeni bir ada sahip olan Süryaniler doğmuştur.

Süryani’ Adı Nereden Geliyor? Süryani (Süryoyo) adının nasıl, ne zaman ve neden dolayı kullanıldığı kesin olarak bilinmiyor. Süryani isminin kökeni hakkında pek çok varsayım var. Varsayımların ortak özelliği; Süryani adının ya Mezopotamya’daki bir şehirden ya da bu coğrafi bölgede hüküm sürmüş bir kralın adından kaynaklandığıdır. Sizlere bilgi olması açısından, bugün en sık rağbet edilen iki varsayımı aktaracağım. Bu iki varsayım Yakup Bilge’nin, Yeryüzü Yayınları arasında çıkan ve 1992 yılında basılan “Anadolu’nun Solan Rengi Süryaniler” kitabından alınmıştır.

1) Kimi yazarlara göre Suriye adı, bölgeyi ele geçiren Kilikos’un kardeşi Suros’tan geliyor. Süryani adı da bu sözcükten türüyor. XII.yy’da yaşamış olan Diyarbakır metropoliti (Bir bölgede yaşayan Süryanilerin kilise içindeki en üst rütbedeki kişisi) Arami kralı Suros’un adına izafeten, egemenliği altındaki ülkenin “Surisyin” olarak adlandırıldığını, daha sonra Surisyin adındaki son “s” harfinin atılarak “Suriyin” şeklini aldığı ve burada yaşayan halkında bu adla anılmaya başlandığını söyler.

2)Asurluların ülkesine Yunanlılar tarafından sözcüğün onuna bir ‘y’ eklenerek “Asurya” deniliyordu. Yunalıların kullandığı ve gitgide yaygınlık kazanan “Asurya ve Asuryan” kelimeleri Aramca konuşan halkın diline girdiği zaman, dil kurallarına göre bazı değişikliklere uğradı ve Asuroyo şeklinde telaffuz edildi. Tarihsel süreçte “A” harfi düşerek kelime Suroyo (Süryani) şeklini almıştır.

Süryaniler 1

  1. Kurole Allaho – 02:42
  2. Haleluya – 07:38
  3. Yuhanen Mazeg Mayo – 01:13
  4. Kuryeleyso – 04:03
  5. Mişiho Dephase – 01:05
  6. Kerso – 00:28
  7. Eno no Lahmo Haye – 00:40
  8. Mo Şibi Hat Aito – 03:29
  9. Aal Tar Ayte Aito – 01:47
  10. Aal Airo Sberte Dabo – 00:52
  11. Sluhoğ Aemen – 00:34
  12. Yavro Tlitho – 06:58
  13. Nahzen Geg Navi – 01:23
  14. Avdo le Aito – 00:45
  15. Yamu Drahmek – 02:08
  16. Moran Etrahame Aen – 03:33
  17. Şubho Litabo – 10:50
  18. Nevşote o Dahte – 03:58
  19. Kanya Makan – 03:03
  20. Arsal Allah – 04:09
  21. Fawka es Salib – 02:10
  22. Kuddus Kuddus – 02:35

CEMAL SÜREYA: GÜNLERDEN NE BİLMİYORUM/ AMA BEN BUGÜN DE SEVİYORUM SENİ…

Haziranın son mısrasındayız, Günlerden ne bilmiyorum. Ama ben bugün de seviyorum seni.


Aşk Takvimi/ Bugün Ne ?

saat gecenin bir buçuğu (bugün günlerden ne?) gözlerinden uyku akan bir taksinin içindeyim geçip gidiyorum bütün hayatımı da seni de başkent en pahalı örümceğini biriktiriyor unutkanlık, acı, acılar, acılarımız biliyorum sen kaldın bir de hayatım kaldı geride eğlencenin (bayağı bir şölendi) ilerlediğini bir karnaval tadıyla ilerlediğini bir adamın bir öykü anlattığını, bir türkü söylediğini bir kadının saat onda masadan kalkıp gittiğini merkez kaymakamını, rejisör yardımcısını, medet’i ve sonunda içinde yirmi çocuk taşıyan bir minibüs gibi çarpıştığımızı. senin başın dönüyor, benim bir ayağım basmıyor

nasıl oluyor bütün bunlar nasıl oluyor? biliyorum tek bir güvercin onaylamayacak bunu tek bir sokak tek bir tezgah tek bir saniye eksikliğe mi alışmışım ne? mutsuzluğa mı yoksa? her şeyin ilk kez tam olmasını istiyorum da o mu olmuyor? neden kişi bir çiçek koparır gibi kaldırıyor da kadehini sonra kırgınlıkla vuruyor masaya elindeki sübyeyi? tek bir köpek onaylamayacak bunu tek bir mayıs ne mi bugün? perşembe. sabah erken kalkmıştım hazinenin serin ve ışıksız koridorlarından, gelirler’den; kağıt hışırtısıyla dolu bütçe’nin içinden bakanlık berberine selam vererek gelmiştim girmiştim odama (seviyorum da bu odayı) evet girmiştim, şimdiyse seni ve hayatımı ne olduğu iyice kestirilemeyen bir parıltı gibi geride bırakarak gidiyorum. nereye? yarın bütün bu ağaçları sulayacaklar ağaçların afroditini anımsadım şimdi o ağacın yanından geçerken gökyüzü ne derindi ama bugünkü gökyüzü onun ayrılıkça’ya berbat bir çevirisi sen metinde her nasılsa üç satır atlamıştın ben de geçmişe çevirdim bütün gelecek zaman kiplerini böyle yetişmişim ben, içim götürmez kenarından azıcık kesilmiş ekmeği hiç anımsamıyorum tam dolu olmayan bir bardaktan su içtiğimi karnaval. soytarılar. maskelilerle birleştiriyoruz masamızı bizim payımıza düştü şölenin kaçınılmaz trafiği gülüşlerimiz nasıl söndü galadan sonra sokağa atılan çiçekler gibi ve şimdi: iki kere iki kırdım, evet, seni. ama kırmıştın beni hadi sadece kırıldım diyerek önleyeyim herhangi bir eleştiriyi kalbim, kalbim! söyle şimdi ne yapacağım ben bu kalbi? ne yaparım söyle daha da derine düşerse yaram ben sana rasladığım günlerde, hangi günlerdi onlar tuhaf şey bir günde değişiyor kişi senden öncesi öyle uzak ki anılar bile yok sanki geldin masaya oturdun ve hayatımı böldün bir milat gibi ve tavukçudaki hırslı roma valisi yani pontus pilatus birlikte kurduğumuz isa’ları çarmıha gerdi ve sen üç satır atladın neden atladın tek bir kuş tek bir şapka tek bir çorap onaylamayacak bunu tek bir çiçek anlamayacak şu zambakgillerin akıl almaz işlerini tek bir insan anlamayacak fazıl’ı: içi boşalmaya yüz tutmuş o şiir tankerini. ve tahsin: onu bir duygu taşaronu olarak ananlar olacaktır operada cinayet imgesine uygun işler yaptı bu ikisi bense sessizce ayrılıp gittim yarasını kuliste saran bir soytarı gibi tavukçu benim için artık tavşanın suyunun suyu gibi sana gelince, ah sen yok musun sen bir daha raslar mıyım sana günlerin ne getireceği bilinmez ki ben bu şiiri yazdım barok biçimi her gün bir şiir yazacağım sana takvim olsun bu: aşkımın takvimi işte sana sayfaların ilki


10 mayıs 1973 Üstü Kalsın , Cemal Süreya

ADORNO: BURJUVAZİ HOŞGÖRÜLÜDÜR OYSA: İNSANLARI OLDUKLARI GİBİ SEVER, ÇÜNKÜ…

0

Sonunda huzur Gazetelerin birinde bir işadamının ölümünün ardından yazılmış bir anma yazısında şu cümle göze çarpıyordu: “Vicdanının rahatlığı, kalbinin iyiliğiyle yarışırdı.” Kederli dostların böyle durumlarda kullanılan o şatafatlı üslupla yaptıkları bu gaf, iyi kalpli merhumun vicdani kaygıdan yoksun olduğunun böyle bir dil sürçmesiyle ağızdan kaçırılması, cenaze alayını en kısa yoldan hakikatin alanına ulaştırıyor. Eğer yaşı ilerlemiş bir insan son yıllarında eriştiği olağanüstü huzurlu ruh halinden ötürü övülmekteyse, yaşamının bir alçaklıklar dizisi olarak geçtiğine hükmedebiliriz. Heyecanlanma huyundan kurtulmuştur. Vicdan rahatlığı, yüce gönüllülük olarak sunulur: Her şeyi bağışlayan çünkü her şeyi fazlaca iyi anlayan birinin yüce gönüllülüğü. Kişinin kendi suçlarıyla başkalarınınkiler arasındaki alacak verecek hesabı, yarışı daha önde bitirenin lehine bir sonuçla kapatılır. İnsan bu kadar uzun bir yaşamdan sonra kimin kime nasıl bir kötülük yaptığını ayırt etme yeteneğini de yitirmiştir. Evrensel yanlışlık gibi soyut bir kavramın ışığında her türlü somut sorumluluk da silinir. Alçaklığın cisimleşmiş hali olan adam, kendini adaletsizliğin kurbanı olarak gösterir: Ah delikanlı ah, toysun, dünyayı daha hiç tanımıyorsun… Ama sakinliğe ve sevecen tavırlara daha orta yaşlarında erişenler de genellikle böyle bir huzurdan avans alıyorlardır. Habis olmayan kişinin yaşamında gördüğümüz şey sakinlik değildir; tam tersine, özellikle yalın ve bakir bir katılık ve hoşgörüsüzlüktür. Doğru nesneyi bulamayan sevgisi, ancak yanlış nesneye duyduğu nefretle ifade edebilir kendini ve bu da onun nefret ettiği şeye benzemesine yol açar.

Burjuvazi hoşgörülüdür oysa: İnsanları oldukları gibi sever, çünkü onların olabileceklerinden nefret etmektedir.

Allah sizden razı olsun Doktor Bey Zararsız hiçbir şey kalmadı. Küçük zevkler, düşünme yükümlülüğünden vareste tutulduğunu sandığımız bütün o yaşam belirtileri, artık yalnız dikkafalı bir bönlüğü, inatçı bir körlüğü yansıtmakla kalmıyor, kendi karşıtlarına da hizmet ediyorlar. Çiçeklerin üzerine düşen dehşet gölgesi algılanmadığı anda bahar dalı bile yalana dönüşür; “ne kadar hoş!” gibi masum bir ünlem bile mide bulandıracak kadar nahoş bir varoluşun mazereti olur. Artık güzellik ve avunu yoktur – korkunç olanı gören, ona dayanabilen ve olumsuzluğun avunusuz bilinci içinde yine de daha iyi bir dünya olasılığına bağlı kalan bakıştan başka. Bütün doğal, kendiliğinden davranışlardan, her türlü tezcanlılıktan kuşkulanmak gerekir, çünkü varolanın daha üstün gücü karşısında fazlaca bükülgen bir tavır anlamına gelir bu. Eskiden yalnız kadeh tokuşturma sahnelerinde kendini gösteren rahatlık ve serbestliğin dipte yatan o kötücül anlamı, daha dostane duygulara da bulaşmıştır artık. Trendeki rastlansal söyleşide, varacağı anlamın cinayet olduğunu bildiğimiz halde tartışmadan kaçınmak için onayladığımız birkaç söz bile çoktan ihanetin içine çekmiştir bizi: Hiçbir düşünce iletişimin dışında duramaz, onu yanlış yerde, yanlış bir uzlaşma içinde dile getirmek, doğruluğunu da yok etmek olur. Gittiğim her film, bütün uyanıklığıma karşın, biraz daha aptallaştırıyor beni, biraz daha kötüleştiriyor. Kolay kaynaşma yeteneği de, bu soğuk dünyada hâlâ birbirimizle konuşabileceğimiz yanılsamasını beslemekle adaletsizliğin suç ortağı oluyor. Öylesine söylenip geçilmiş tatlı sözler ve gelişigüzel cevaplar, seslenilen kişiye verilen ödünlerle onun seslenende bir kez daha alçaltılmasına yol açarak, suskunluğun sürmesine hizmet ediyor. Tatlı sözlülüğün ve sokulganlığın içinde gizil bir boyut olarak hep varolan o habis ilke, asıl vahşetini eşitlikçi zihniyette açığa vurur. Alçakgönüllülük ve tenezzül birdir. Ezilenlerin zaaflarına ayak uydururken, aslında bu zaaflarda iktidarın önkoşulunu onaylamış ve egemenliğin uygulanabilmesi için zorunlu olan kabalığı, duyarsızlığı ve şiddeti kendimizde de geliştirmiş oluruz. Eğer bugün tenezzül jesti bir yana bırakılmışsa ve ortada görünen sadece uyum ve kaynaşmaysa, bunun bir tek nedeni vardır: iktidarın bu kusursuz gizlenişi, yadsıdığı sınıf ilişkisinin daha da amansızca sürmesine hizmet ediyordur. Aydın için, biraz olsun dayanışma gösterebilmenin tek yolu katı bir yalnızlıktır şimdi. Her türlü işbirliği, toplumsal katılma ve kaynaşmanın bütün insanca değeri, insanlık dışı koşullanıl sessizce onaylanmasını örten bir maskedir yalnızca. İnsanların çektikleri acılardır asıl paylaşılması gereken: Onların haz ve eğlencelerine doğru atılmış en küçük adım, acılarının daha da şiddetlenmesine yol açacaktır.

Antitez İnsanlara mesafeli davranan kişiyi bekleyen bir tehlike vardır: Kendisinin başkalarından daha iyi olduğunu sanmak ve topluma yönelttiği eleştiriyi de kendi özel çıkarını gizleyen bir ideoloji olarak istismar etmek. Kendi yaşamını doğru bir varoluşun çelimsiz ve kırılgan imgesine uygun olarak kurmaya çabalarken, imgenin hem kırılganlığını hem de hiçbir zaman gerçek yaşamın yerini tutamayacağını aklından çıkarmaması gerekir. Ama içindeki burjuvanın ağırlığı, böyle bir bilince bağlı kalmasını zorlaştırır. Mesafeli gözlemci de aktif katılımcı kadar dolanmıştır dünyaya; ilkinin tek avantajı, bunu bilmesinden ve bir de her çeşit bilginin verebileceği o çok küçük, çok sınırlı özgürlükten ibarettir. İş dünyasından uzaklığı da ancak yine o dünyanın sunduğu bir lükstür. Çekilme ve uzaklaşma jestinin tam da yadsıdığı dünyanın bazı özelliklerini taşımasının nedeni de budur. Kendisinde de burjuvanınkinden ayırt edilemeyecek bir soğukluk geliştirmek zorunda kalır. Monadolojik ilke, protesto ederken bile egemen evrenseli içinde taşımaktadır. Proust, fotoğraflarda, bir dükün büyükbabasıyla orta sınıftan bir Yahudininkinin, aralarındaki toplumsal statü farklarını unutturacak kadar birbirini andırdığını söylemişti; bu gözlem aslında çok daha geniş bir alanda da geçerlidir: Bir çağın birliği, bireysel varoluşun mutluluğunu, hatta manevi tözünü oluşturan bütün ayrımları nesnel olarak siler, ortadan kaldırır. Eğitimin gerilemesinden söz ediyoruz, oysa Grimm’inkiyle ya da Bachofen’inkiyle karşılaştırıldığında, kendi düzyazımıza da kültür endüstrisininkini çok andıran bazı söyleyiş özelliklerinin bizden habersiz sızmış olduğunu görebiliriz. Latince ve Yunanca’ya da Wolf ya da Kirchhoff kadar hâkim değilizdir artık. Uygarlığın yeniden cehalete dönüştüğünü belirtiriz, ama kendimiz de mektup yazma sanatını unutur, Jean Paul’dan bir metni, yazarın kendi döneminde okunmuş olabileceği gibi okuma yeteneğini yitiririz. Yaşamın kabalaşmasına, hunharlaşmasına bakarak ürpeririz, ama nesnel olarak bağlayıcı bir ahlaktan yoksun olduğumuz için de, her adımda, insani ölçüler açısından barbarca olan, hatta iyi ailelerin o çok şüpheli değerleri açısından bile densizlik sayılması gereken davranışların, konuşmaların ve hesapların içinde buluruz kendimizi. Liberalizmin çözülüşüyle birlikte, burjuvazinin asıl ilkesi olan rekabet de, aşılmak şöyle dursun, toplumsal sürecin nesnelliğinden taşarak, bu sürecin çarpışan ve itişen atomlarının bileşimine ve böylece de bir bakıma onun antropolojisine sızmıştır. Yaşamın üretim sürecine bağımlı kılınması, bizim kendi üstün irade ve seçişimizin sonucu sanmaya pek yatkın olduğumuz o yalnızlık ve yalıtılmışlığın bir benzerini zaten herkese bir aşağılanma olarak tattırmaktadır. Kendi tikel çıkarları söz konusu olunca her bireyin kendini bütün ötekilerden daha iyi sayması da, başkalarına bütün müşterilerin toplamı olarak kendinden daha çok değer vermesi kadar eski bir bileşenidir burjuva ideolojisinin. Eski burjuva sınıfının iflasından beri bu iki düşünce de, hem burjuvazinin son düşmanları hem de son burjuvalar olan aydınların zihninde bir tür ikinci yaşam sürdürmüştür. Aydınlar, varoluşun çıplak yeniden-üretimi karşısında hâlâ düşünmeye yeltenmekle, ayrıcalıklı bir grup olarak davranırlar; ama işi orada bırakmakla da bu ayrıcalığın boşluğunu ilan etmiş olurlar. Özel varoluş, insana yaraşır bir varoluşa benzemeye çalışmakla ona ihanet eder, çünkü benzeyişi genel gerçekleşme imkânından yoksun bırakıyordur ve üstelik bu gerçekleşmenin kendisi de bağımsız düşünceye her zamankinden daha çok muhtaçtır. Kurtulmak imkânsızdır bu çelişkiden. Tek sorumlu davranış biçimi şu olabilir: Kendi bireysel varoluşumuzu bir ideolojiye dönüştürmekten kaçınmak ve özel yaşamımızı da en alçakgönüllü, en iddiasız ve en gürültüsüz biçimde sürdürmek — ama artık iyi yetişmiş olmanın bir gereği olarak değil, bu cehennemde hâlâ soluyabilecek havayı bulabiliyor olmanın utancından ötürü.

Minima Moralia – Theodor Adorno Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar

FRANZ KAFKA: DÜŞLER SONA ERMEDİKÇE İNSAN UYANMAZ UYKUSUNDAN MİLENA!

Yalnız beklememe izin veriyordun, o kadar. “Beklemeyeceğim işte” dedim usulca, duymadığını sanarak sesimin yettiği kadar bağırdım ardından… Bu son kozumdu, umutsuz bir seslenişti. Vız geliyordu sana, umursamıyordun, ilgilenmiyordun benimle artık. Altüst olmuştum, kalabalığa karıştım.

Pazartesi

Ancak gün ışırken dalabildim uykuya -korkunç dememek için kötü diyorum-, bir düş gördüm. (Neyse ki uzun sürmüyor düşlerin etkileri.) Kötü bir düş gördüm Milena… Gene de bu düşü gördüğüme seviniyorum, düşler sona ermedikçe insan uyanmaz uykusundan, sımsıkı tutar düşler bizi, istesek de uyanmayız; işte birazcık uyuyabilmemi bu düşe borçluyum.

Viyana’daymışım. Kendi yarattığım bir Viyana vardır kafamda; gelirsem oraya günün birinde, öyle bulacağımı sanırım hep. (Yarattığım bu Viyana, küçük, sessiz bir alandır yalnız. Alanın bir yanında senin evin, evinin karşısında kalacağım otel; solda Batı Demiryolları İstasyonu, o istasyona ineceğim Viyana’ya geldiğimde; Franz Josef İstasyonu onun solunda, ayrılırken de bu istasyondan bineceğim trene. Kaldığım otelin bodrumunda, yalnız sebze pişiren bir de lokanta vardır: Ağzıma et koymadığıma göre, yemeklerimi orada yiyebilirim; yemek yemiş olmak için değil, Prag’a dönerken, biraz yüklü olmam gerekir. Neden anlatıyorum bunları? Gördüğüm düşle İlintisi yok. Anlaşılan geçmemiş daha düşün etkisi.) Düşümdeki Viyana, bu anlattığıma pek uymuyordu; gördüğüm büyük bir başkentti…

Akşam olmak üzere; ıslak, karanlık, bilmediğim bir kaynaşma, bir gidip gelme sokaklarda, taşıtlarda. Kaldığım yerle evinin arasında, uzunca, dörtgen ve herkesin girip gezindiği bir bahçe varmış. Birden gelivermişim Viyana’ya, mektuplarımdan önce varmışım. (Böyle oluşuna pek üzüldüm sonraları.) Gene de, sen biliyormuşsun geleceğimi, buluşacakmışız.(Gene de yük olmaktan çekmiyorum.) Neyse ki, yalnız değilmişim, birkaç arkadaşla gelmişim, aralarında bir kız da var; kim olduklarını yerli yerine bilmiyorum, beni korumak için yanımdaymışlar sözde. Konuşmasalar, sussalar di, ne iyi olacaktı… Ama ne gezer, durmadan fısıldaşıyorlardı, durumumu tartışıyorlardı belki. Ne konuştuklarını anlayamıyordum, anlamak da istemiyordum, ama insanı çileden çıkaran bir fısıldaşmaydı bu.

Ben otelin önüne çıkmış, sağ kaldırımın yanında duruyormuşum… Sizin evi gözlüyorum. Sizin ev, köşk gibi bir şey, tek katlı, hemen önünde mermerden, yuvarlak bir balkon var.

Meğer, kahvaltı saatiymiş, sofra kurulmuş bile; kocan geliyor, sağda duran hasır bir iskemleye oturuyor… Uykudan yeni kalkmış olacak, geriniyor. Sonra sen geliyorsun, masanın arkasına geçip oturuyorsun; seni görmem için hiçbir engel yok, ama gene de kocanı daha iyi görüyorum da seni bulanık görebiliyorum… Ak mavimsi, kımıldayan bir nesnesin, hortlak gibi bir şey! Sen de kollarını açıyorsun, ama gerinmek değil bu, bir çeşit kutsallık var bu kolların açılışında. Birden akşam olmuş ve senyanımdasın… Sokakta, kaldırımın üstündesin. Benim bir ayağım kaldırımda, bir ayağım yerde, elini tutuyorum… Hızlı hızlı, kısa kısa tümcelerle bir konuşmadır başlıyor aramızda. Bu konuşma hiç kesilmiyor, uyanıncaya dek!

Neler konuştuğumuzu anımsamıyorum, yalnız sondan iki, baştan da iki tümceyi söyleyebilirim… Ara yerde konuşulanlar anlatılamayacak kadar acı. Bakışlarından bir şeyler sezmiş olacağım ki, daha selamlaşmadan: “Beni başka türlü canlandırmıştın kafanda, değil mi?” diyorum. “Açık söylemem gerekirse, evet” diyorsun… “seni daha alımlı sanmıştım.”(“alımlı” yerine daha Viyanaca bir deyim kullanmıştın, gelmiyor şimdi usuma.)

Konuştuğumuz ilk iki tümce buydu işte. (Bir şey diyeyim mi? Biliyorum, her yaptığım işte bir eksik yanım vardır, ama ezgi konusunda yüzdeyüz, baştan sona sıfırımdır! Hiçbir işte böylesine kesin bir bütünlüğe ermemişimdir!) Başka ne konuşabilirdik? Her şey aydınlanmıştı… Derken, ne zaman bakışacağımızı tartışmaya başladık. Ben durmadan soru sordum, sen durmadan anlaşılmaz bir sürü kaçamaklı karşılıklar verdin. Birden yammdakiler de söze karıştı: Benim Viyana’ya gelişimin başka bir nedeni de varmış, anlaşılan engeller ortadan kalkmış olacak ki, başkente yakın bir yerde, görmem gereken Tarım Okulunu, gidip görebilir misim artık! Yammdakiler bana acımış olacaklar ki, bu Tarım Okulu sözünü attılar ortaya… Beni kaçırıp oyalayacaklardı akılları sıra. Böyle olduğunu sezinledim… ama göz yumdum… birlikte istasyona gittik; Viyana’dan ayrılışım üzebilirdi seni belki, bunu da bilmek istiyordum. İstasyona geldiğimizde tuhaf bir şey oldu: Tarım Okulunun hangi ilçede olduğunu unutuvermiştim. Demiryolunun büyük gidiş geliş planının önünde durmuş, istasyon adlarım sıralıyorlardı bana, ama benim gideceğim yerin adı çıkmıyordu bir türlü. Onlar gideceğim yeri ararlarken, ben de sana bakmak fırsatını bulmuştum.

Dış görünüşün vız geliyordu bana, sözlerine önem veriyordum yalnız. Ben de seni düşündüğüm gibi bulmamıştım, benzemiyordun kendine; daha esmerdin, yüzün zayıftı! Tombul olsaydın, böylesine katı yürekli olabilir miydin? (Ama bu davranışından ötürü katı yürekli denebilir miydi sana?) Üzerinde, benimkinin kumaşından -hem de erkek biçiminde- bir giysi vardı, hiç beğenmemiştim. Birden mektubundaki bir koşuk geliyor usuma: “iki tanecik giysim var, ama bilirim yakıştırmasını” , giysini beğeniveriyorum… Anla sözlerinin bendeki etkisini! Arkadaşlar plana bakıyordular daha, biz bir yana durmuş, buluşacağımız günün pazarlığını ediyorduk. Aşağı yukarı şu sonuca varmıştık: Ertesi gün pazardı; pazar günleri bana vakit ayıramayacağını bir türlü anlayamıyordum, sen de nasıl anlamam diye direniyor, şaşıyordun.

Sonunda “peki” demiş olacaksın ki, kırk dakika için kaçabileceğini söyledin. (Konuşmamızın korkunç yanı sözcüklerinde değildi, davranışındaydı… direnişinde. Susmakla şunları anlatmak istiyordun sanki: “Önemli olan gelmek istemeyişim, gelmişim kaç para eder?”) Günün hangi saatine rastlayacaktı bana ayıracağın bu kırk dakika? Bir türlü öğrenemedim…

Anlaşılan kendin de bilmiyordun, düşünüyordun, ama bulup söyleyemiyordun. “Bütün gün beklerim, öyleyse” dedim.

“Bekle” dedin… Arkanı döndün, ötekilerin yanına gittin. Verdiğin bu karşılıktan hiç gelmeyeceğini anlamıştım. Yalnız beklememe izin veriyordun, o kadar. “Beklemeyeceğim işte” dedim usulca, duymadığını sanarak sesimin yettiği kadar bağırdım ardından…

Bu son kozumdu, umutsuz bir seslenişti. Vız geliyordu sana, umursamıyordun, ilgilenmiyordun benimle artık. Altüst olmuştum, kalabalığa karıştım.

Bu düşten iki saat sonra mektuplarınla çiçeklerin geldi. Yüreğime su serpen güzel avuntular…

Senin F.

Franz Kafka Milena’ya Mektuplar Türkçesi: Adalet Cimcoz

AŞAĞILIK KOMPLEKSİ NEDİR? KOMPLEKSİ YENMENİN YEDİ YOLU

Aşağılık kompleksi ya da aşağılık karmaşası, bireysel psikoloji ekolünün kurucusu Alfred Adler tarafından ortaya atılan ve kişinin bazı yönlerden kendini diğerlerinden aşağı hissetmesine neden olan psikolojik bir durumdan ibaret.

Bu komplekse sahip kişilerde genellikle kendini ispat etme çabası görülür. Sıklıkla farkına varılmaz ve telafi etme düşüncesi kişileri eziyet içine sürükler ve şaşırtıcı bir kazanım veya aşırı bir antisosyal davranışla sonuçlanır. Peki, bu duygu durumundan kurtulmak için neler yapılabilir?

Herkes hayatının bir döneminde bir başkasının önünde aşağılık kompleksi hissedebilir. Kendimize yeterince iyi, yeterince güzel veya yeterince akıllı olmadığımızı söyleriz ama bu yorumlar aslında pek de gerçeklere dayanmaz.

AŞAĞILIK KOMPLEKSİNİN KÖKENİ NERDEN GELİR? İki tür aşağılık kompleksi vardır. Birincisinin kökleri, çocukluğa kadar iner. İkincisi ise başarısızlıkla ya da başarızlık olarak algılanan durumlarda gelişir. Her iki durumda da hissedilen duygu, hayal kırıklığı az ya da çok güçlü olabilir.

Çocukluktan beri süregelen bu kompleksin kökleri ebeveyn ihmalinden, tekrarlanan eleştiriden, aşağılanmadan, tacizden, medyadan gelen olumsuz mesajlardan veya olumlu sosyal deneyimlerin eksikliğinden kaynaklanabilir. Bir başarısızlığın ardından gelen ve hayatın belli dönemlerinde hemen hemen herkesin yaşadığı yetişkinlikte gelişen aşağılık kompleksi de yine umutsuzluk hissiyle katmerlenir ve sosyal çevreden gelen olumsuz eleştiriler, tepkilerle pekişir.

Her iki tür de özgüven eksikliği ve kendinizle başkaları arasında olumsuz karşılaştırmalar ile ilişkilidir.

BELİRTİLERİ ANLAMAYA ÇALIŞIN Bazen aşağılık kompleksine bağlı olarak gerçekleştirdiğimiz eylemlerin kökenini göremeyebilirsiniz. Aşağılık kompleksi sinsi bir şekilde psikolojik, sosyal durumunuzu etkilerken farkında olmadan yaptığınız olumsuz eylemler de geliştirir. Bu belirtilerden bazıları şöyle: * Başkalarının başarılarına, mutluluğuna karşı süreklilik halini kazanmış sahte bir yüz ifadesi takınmak * Gereksiz şeyler satın alarak, çok fazla içerek, çok fazla yiyerek veya biriktirerek dürtüsel davranışlar geliştirmek * Övgüleri kabul etmek de zorlanmak * Kolayca manipüle edilmek ve istemsiz bir şekilde her girdiğiniz ortama, atmosfere aşırı şekilde uyum sağlamaya çalışmak * Kaygı, güven sorunları ve yetersizlik hissiyle boğuşmak

DERİNLERDE DÜŞÜNÜN Aşağılık kompleksi, geçmişinizdeki bir ya da birden çok olayla bağlantılı olabilir. Bunun üstesinden gelmenize yardımcı olmak için, bu duygunun kaynağını belirlemeniz gerekir. Kötü bir çocukluk deneyimi, travmatik bir olay veya sizi yıllarca üzen insanlar olabilir. Bu yüzden aşağılık kompleksine neden olabilecek deneyimleri hatırlamaya çalışmak, sorununu anlamak için oldukça önemlidir. Bu travmalardan bazıları, neden oldukları acı nedeniyle çok derine gömülebilir.

KOMPLEKSİNİZİ YIKIN Herkesin şu ya da bu şekilde bir başkasından daha aşağı olduğunu unutmayın.

Kompleklerinizi yönetmeye başlamanın etkili bir yolu, onu parçalamaktır. Kendinizi aşağı hissetmenize neden olan özellikleri sıralamakla başlayın. Kendinize kime karşı aşağı hissettiğinizi sorun. Mümkün olduğunca spesifik olmaya çalışın.

Eksiklik olarak gördüğünüz her bir etmene duygu değil, mantık prizmasından bakın. Kendinizde bulduğunuz hatalar, size oldukça kötü gözüküyorsa herkesin kendisinde bir şeyler geliştirmek istediği gerçeğini kendinize hatırlatın. En önemlisi de ayrıntılara değil, bütüne odaklanın. Saçınız, burnunuzun ya da sevmediğiniz bir huyunuz tamamen sizi yansıtmaz. Kusur olarak benimsedikleriniz sizin sadece bir parçanızdır.

Herkesin şu ya da bu şekilde bir başkasından daha aşağı olduğunu unutmayın.

NİTELİKLERİN VE KUSURLARIN BİRLEŞİMİ Ünlü roman yazarı William Saroyan şöyle der:

‘’Hiç kimse karşısında, aşağılık kompleksi ne kapılma. Kendini, hiç kimseden büyük görme. Unutma ki her insan, senin bir başka çeşidindir. Hiç kimsenin günahı ve masumiyeti, sana ait değildir.’’

Tüm iyi niteliklere sahip, kusursuz bir insan ne yazık ki yok. İnsan genellemelere indirgenemeyecek kadar karmaşık ve katman katman bir türdür. Her birey, niteliklerin ve kusurların bir bileşimidir. Bu kavramı anlayarak, kendinize dair daha gerçekçi bir görüşe sahip olmayı başarmak gelişim için oldukça önemli.

BAŞKALARININ GÖRÜŞLERİNİ DOĞRU ŞEKİLDE ALIN Kendi fikrinizi; eylemlerinize, geçmişinize, isteklerinize göre oluşturmalısınız, başkalarının sizin hakkınızda söylediklerine değil. Her zaman sizi eleştirecek ve sizden daha iyi bildiğini düşünen insanlar olacaktır.

Peki, başkalarının ne düşündüğü sizin hayatınızı değiştirecek kadar düşünce yapınızı etkilemeli mi? Kesinlikle hayır. Farklı bakış açıları ve eleştiri her zaman gereklidir ancak size dibe çeken her şeyi hayatınıza sindirmeniz gerekmez. Kimsenin sizin hakkınızda kendinizden daha fazlasını bilmeyeceğini anlamayı öğrenmelisiniz.

‘BAŞKALARI’ KISTAS DEĞİL, İLHAM OLSUN Düşük benlik saygısını azaltmanın iyi bir yolu, kıskançlığı ilhama dönüştürmektir. Kendinize, başkalarının başına iyi şeyler geldiğinde, bunun sizin için de mümkün olduğu anlamına geldiğini söyleyin. Birinin başarılı olması, sizin yetersiz ya da şanssız olduğunuz anlamına gelmez. Herkesin gidebilecek bir yolu ve yeri olduğunu unutmayın. Başkalarının başarılarından ilham alın, bu size sandığınızdan daha fazla cesaret verecektir.


Cumhuriyet

LOCKE’UN BİLGİ KURAMI: AHLÂK KURALLARI NEYE BAĞLI – BERTRAND RUSSELL

0

AHLAKSAL ÖĞRETİLER

Locke’un ahlâksal öğretileri kısmen kendi adlarına kısmen de Bentham’ı önceledikleri için ilginçtir. Onun ahlâksal öğretilerinden söz ettiğimde pratik bir kişi olarak ahlâksal tutumunu değil, bu insanlar nasıl davranır, nasıl davranmalıdır türünden konulardaki genel kuramlarını erekliyorum.

Locke yumuşak duygularla dolu bir kişiydi. Herkesin (kendisi dahil) eylemde sadece kendi mutluluğu ve beğenisi (zevki) için davranmasını isterdi yine de. Birkaç aktarım bu konuda aydınlatıcı olacaktır: «Nenler sadece beğeni (zevk) ya da acıya göreli olarak iyi veya kötüdür. Bizim «iyi» dediğimiz, içimizdeki beğeniyi yaratmağa ya da onu arttırmağa, acıyı azaltmağa yatkın olandır.» «İsteği devindiren (harekete geçiren) nedir? Bana göre mutluluk ve sadece mutluluk.» «Tüm tanımı içinde mutluluk bizim yetenekli olduğumuz en üstün beğenidir.» «Gerçek mutluluğu izleme yeteneği bütün özgürlüğün temelidir.» «Kötülüğün erdeme yeğ tutulması çok yanlış bir yargıdır.» «Tutkularımızın yönetilmesi özgürlüğün en doğru gelişimidir. «Bu aktarmalar Denememin II. Kitap, XX Konusundandır.)

Bu anlatımlardan sonuncusu öbür dünyadaki ödül ve ceza öğretisine dayanıyor. Tanrı belirli ahlâksal ilkeler koymuştur. Onları izleyenler uçmak’a (cennete) gidecek izlemeyenler tamuyu (cehennemi) göze alacaklardır. Uz-görülü beğeni yolcusu böylece erdemli olacaktır. Günahın tamuya (cehenneme) götürdüğü inancının çözüşmesiyle, kişinin erdemli bir yaşantı adına salt kendini gözeten bir kanıta varması daha güç olmuştur. Özgür düşünceli bir kişi olan Bentham yasa koyucu insanı Tanrı’nın yerine geçirdi. Kamu çıkarlarıyle özel çıkarlar arasındaki uyuşmayı sağlamak, yasalarla toplumsal kurumların göreviydi. Böylece herkes kendi mutluluğunu izlerken genel mutluluğa yardımcı olmağa zorlanacaktır.

Fakat bu, kamu çıkarlarıyle özel çıkarların uçmak, kamu (cennet, cehennem) aracılığıyle uzlaştırılmasından daha az doyurucudur. Çünkü hem, yasa koyucular daima bilge ve erdemli değillerdir, hem de insanların kurduğu yönetimler âlim-i mutlak olamazlar. Açık olan şu ilkeyi kabul zorundadır Locke: İnsanlar tüm (daima), usal (aklî) hesaplarla kendilerine en büyük beğeniyi (zevki) sağlayacak yolda davranmazlar. Biz gelecek beğeniden çok, şimdiki (haldeki) beğeniyi isteriz ve uzak gelecekteki beğeniden çok, yakın gelecekteki beğeniye değer veririz.

Kazanç oranına, gelecek beğenilerin genel indiriminin nicel ölçüsüdür diyebiliriz. (Bu deyiş Locke’un değildir) Eğer bundan bir yıl sonra 1000 lira harcama tasarısı onu bugün harcama düşüncesinden daha beğeniliyse (zevkliyse) bu beğenimi geciktirmek (parayı bir yıl sonra harcamak) için bir çıkar sağlamam şart değildir. Locke, candan inananların çok kez, kendilerini cehennem tehlikesine atan günah işlediklerini kabul eder. Hepimiz, dişçiye gitmeyi, beğeniler usa göre olsaydı, gereğinden çok geciktirecek kişiler tanırız. Böyle eğer, beğeni ya da ıstıraptan kaçış veya beğeni bizim gerekçemizse bile zevklerin çekiciliğini ve ıstırapların dehşetini gelecekteki uzaklıklarıyle orantılı olarak kaybettikleri söylenenlere eklenmelidir.

KİŞİSEL ÇIKARLA KAMU ÇIKARI

Locke’a göre, zaman gittikçe kişisel çıkarla genel çıkar çatıştığından insanlar olanaklı ölçüde uzun vadeli çıkarlara yöneltilmelidir. Onların uzgörülü olması demektir bu. Uzgörü salık verilecek tek erdemdir. Çünkü erdemden her uzaklaşma, uzgörünün başarısızlığı demektir. Uzgörü üzerinde duruş, liberalizmin karakteristiğiydi. Kapitalizmin doğuşuyla ilgilidir o. Çünkü, uzgörülüler zengin olmuş, uzgörülü olmayanlar da yoksul kalmıştır. Uzgörü aynı zamanda belirli protestan sofuluğu biçimleriyle de ilişkilidir. Cennet hayaliyle erdem, yatırım yapmak için para arttırmağa çok benzer.

Kişisel çıkarla, kamu çıkarlarının uyuşumu inancı, liberalizmin öz-çizgisidir. Bu inancın Locke’taki tanrıbilimsel temeli uzun süre yaşamıştır. Locke, özgürlüğün doğru mutluluğu izleme zorunluğuna ve tutkularımızın yönetimine dayandığını ifade eder. Bu kanıyı o, zaman geçtikçe, (bu zaman kısa olmasa da) özel çıkarlarla kamu çıkarlarının özdeşleşeceği öğretisinden türetir. Buradan, sofu ve uzgörülü yurttaşlar topluluğunun, özgürlüğe sahip olduklarında genel iyiyi geliştirme yolunda davranacağı çıkar sonuç olarak.

İnsan ve yasalarının insanları zabt-u rapt altına alması gereksizdir. Tanrısal yasalar yeter bu iş için. Eşkıyadan olması için kandırılmış erdemli bir kişi kendi kendine «yargıçlardan kurtulabilirim fakat, ilâhi yargıcın cezasından nasıl kurtulurum?» diyecek ve yeni tasarılarını bir yana bırakacak ve suç işlediğinde, polisçe yakalanacağından emin olarak erdemli bir yaşantı sürecektir. Böylece, uzgörü ve sofuluğun evrensel olduğu yerde bütünüyle olanaklıdır. Başka yerlerde, ceza kanunlarınca konulan sınırlar vazgeçilmezdir. Locke tekrar tekrar, ahlâklılığın gösterime yetenekli olduğunu söyler, fakat bu düşünceyi istendiği ölçüde eksiksiz, bütün olarak geliştirmez. Bu konudaki önemli bir parça şudur: «Ahlâklılık kanıta yeteneklidir. Gücü, iyiliği, bilgeliği sonsuz, işçiliği bizler olan, varlığımızı kendisine borçlu olduğumuz yüce varlık düşüncesi ve bizde açığa çıkan uslu (akıllı) ve zekâlı varlıklar olarak kendimizle ilgili düşünce sanırım, iyi ele alınıp işlenirse görevimiz ve eylem kurallarımız hakkında, ahlâklılığın kanıta yetenekli bilimler arasına katılabileceğine değgin temeller verir.» «Kuşku yok bundan. Yalnız, matematikte olduğu denli karşı durulmaz türden zorunlu sonuçlara sahip apaçık önermelerden, göstersel bilimlerden birine, başka bilimler gibi yansız (tarafsızlık) ve dikkatle bakan kişi için doğru ve yanlış kuralları çıkarabilir.» «Sayı ve uzanım kadar, başka biçimlerin ilişkisi de kesinlikle ayırt edilebilir. Bu biçimlerin ilişkisini, uyuşkun olup olmadığını inceleyip izleyecek uygun yöntemler bulunması durumunda onların ispata yetenekli olmaması için bir neden göremiyorum.» «Özelge bulunmayan yerde tüzünsüzlük (adaletsizlik) de yoktur» önermesi, Eukleides geometrisindeki herhangi bir kanıt ölçüsünde kesin bir önermedir. Çünkü, özelge, kişinin, herhangi bir nene hakkı olduğunu bildirdiğinden ve ‘tüzünsüzlük’ hakkın zedelenmesi ya da zora alınması düşüncesine uygulandığından, böylece kurulan kavramlar ve onlara eklenen sıfatlarla ‘Özelge bulunmayan yerde tüzünsüzlük de yoktur’ önermesinin ‘bir üçgenin açıları toplamı iki dik açıdır’ önermesi ölçüsünde kesinlikle doğru olduğunu bilebilirim.»

AHLÂK KURALLARI NEYE BAĞLI

«Yine hiç bir hükümet mutlak özgürlüğe izin vermez» önermesinin doğruluğundan hükümet düşüncesi, toplumun belirli kuralları ya da o kurallara uygun olmayı gerektiren yasaları üzerine kurulmuş olduğundan; mutlak özgürlük düşüncesi de herkesin gönlünün istediğini yapmasını anlattığından «hiç bir hükümet, mutlak özgürlüğe izin vermez» önermesinden, herhangi bir matematik önermesinin doğruluğu ölçüsünde güvenli olabilirim.» Şaşırtıcıdır bu parça başlangıçta. Çünkü başlangıçta o, ahlâksal kuralları, Tanrı’nın buyruklarına bağlar görünürken verdiği örneklerde bu kuralların çözümsel (analitik) olduğunu anlatmak istiyor. Böyece Locke’un ahlâkın bazı bölümlerini çözümsel, bazı bölümlerini Tanrı buyruğuna bağlı saydığını sanıyorum. Başka bir anlaşılmaz nokta da verilen örneklerin hiç de ahlâksal türden olmadığıdır.

Gözden geçirmemiz istenen başka bir güçlük daha var. O da şu: Tanrıbilimciler Tanrı buyruklarının isteksel (keyfi) olmadığını ve onun iyiliğiyle bilgeliğinden esinlendiğini savunurlar genellikle. Bu, Tanrı buyruklarından önce geçen ve Tanrı’nın başkalarını değil tam bu buyrukları vermesine yol açan bir iyilik kavramını gerektirir.

Bu kavram ne olursa olsun onu Locke’ta bulup çıkarmak olanaksızdır. Onun söylediği, uz-görülü bir kişinin şu ya da bu türlü davranması gerektiği, başka türlü davrandığında, Tanrı’nın cezasıyle karşılaşacağıdır. Fakat Locke, cezanın niye belirli davranışlara yüklenip de onların karşıtlarına yüklenmediği konusunda karanlıkta bırakmaktadır bizi.

Doğallıkla, Locke’un ahlâksal öğretileri savunulabilir türden değildir. uzgörüyü erdem sayan bir sistemde, başkaldırıcı bir nen olması olgusundan başka, onun kuramlarına daha az heyecana dayanan karşı duruşlar ileri sürülebilir.

Önce, insanların sadece beğeniyi istediklerini ileri sürmek, işi yokuşa koşmaktır. İstediğim ne olursa olsun, onu elde etmekten zevk duyacağım. Fakat bir kural olarak beğeni istekten doğar, istek beğeniden değil. Masochislerde görüldüğü gibi acıyı da istemek olanaklıdır. Bu durumda isteğin yerine getirilmesinde yine beğeni söz konusudur. Fakat, o beğeni karşıtıyle karışmıştır.

Locke’un kendi öğretisinde bile istenen nen beğeni değildir. Çünkü yakın bir beğeni uzak bir beğeniden daha çok istenir. Eğer ahlaklılık, Locke ve ardıllarının yaptığı gibi, isteğin psikolojisinden türetilecekse, uzak beğenilerin değerini küçültmek ya da uzgörü’yü ahlâksal bir görev diye kabul ettirmeye çalışmak için bir neden yoktur. Locke’un kanıtı özet olarak şudur: «Biz sadece beğeniyi isteriz. Fakat insanlar, ne olursa olsun beğeniyi değil, yakın beğeniyi isterler. Bu görüş bizim, onların, beğeniyi beğeni olarak istedikleri yolundaki görüşümüzle çelişir, dolayısıyle doğru değildir.»

Hemen bütün filozoflar, ahlâksal sistemlerinde önce yanlış bir öğreti ortaya koyar, sonra kötülüğün bu öğretiyi yanlış çıkartan biçimdeki davranışta olduğunu ileri sürer ve öğretinin olması durumunda davranışın onun yanlışlığını saptayamayacağını ileri sürerler. Locke bu kalıbın örneğidir.

Bertrand Russell Batı Felsefesi Tarihi 3 (Modernçağ, Yeniçağ) Türkçesi: Muammer Sencer

EDUARDO GALEANO: İBN-İ SİNA İLK MUAYENEHANESİNİ ON YEDİ YAŞINDAYKEN AÇMIŞTI

Torakta yaşayan her şeyin kökeni ve son durağı olan toprak…

Hissetmek yasak

-Ah, kadın bedeni! Ne kadar ihtişamlı bir şeysin sen! Bingen’li Hildegard, insanı kirletenin regl kanı değil savaş kanı olduğuna inanıyor ve açık bir biçimde dünyaya kadın olarak gelmiş olmanın mutluluğunu yaşamaya davet ediyordu. O dönemin Avrupa’sında bir eşi daha olmayan tıp ve doğa bilimleri konusundaki eserlerinde kendi dönemine ve kendi kilisesine uygun düşmeyen terimlerle kadın zevkini ele almaya cüret etmişti. Hildegard, bakireler arasından bir bakire olarak çok sıkı geleneklerle yetişmiş, püriten bir başrahibeden beklenmeyecek bir bilgelikle insanın kanını kaynatan aşktan alınan zevkin kadında erkeğe nazaran çok daha keskin ve derin olduğunu ifade etti: -Kadının aldığı zevk, itinayla toprağı ısıtıp bereketli kılan güneş ve onun yumuşaklığıyla kıyaslanabilir. Hildegard’dan bir asır önce İbn-i Sina adındaki ünlü İranlı hekim “El-Kanun fi’t-Tıp” adlı eserinde kadın organizmasının daha detaylı bir betimlemesini ortaya koymuştu: gözlerinin kızarmaya başladığı andan itibaren, soluk alışı hızlanır ve kekelemeye başlar. Zevk sadece erkeklere özgü bir şey olduğu için İbn-i Sina’nın Avrupa’da yayınlanan çevirilerinde bu sayfa çıkarıldı.

İbn-i Sina

– Yaşam yoğunluğuyla ölçülür, uzunluğuyla değil- demişti, ama neredeyse altmış yıl yaşadı ve bu süre on birinci yüzyıl için hiç de fena değildi. Onunla Pers ülkesinin en iyi hekimi, yani kendisi ilgileniyordu. “El-Kanun fi’t-Tıp”adlı eseri asırlar boyunca Arap dünyasında, Avrupa’ da ve Hindistan’da zorunlu başvuru kitabı olarak kaldı. Bu, hastalıklar ve ilaçlar kitabı sadece Hipokrat ve Galen’in mirasını barındırmakla kalmıyor, aynı zamanda da Yunan felsefesi ve Doğu bilgeliğinden de besleniyordu. İbn-i Sina ilk muayenehanesini on yedi yaşındayken açmıştı. Ölümünden çok zaman sonra da, hastaları muayene etmeyi sürdürüyordu.

Çeşmelerin çeşmesi

Köylüler efendilerine sıkıntı vermekten bir türlü vazgeçmiyorlardı. Mainz şehrindeki çeşme bunun sanatsal bir örneğini sunuyor. Onu görmeden asla gitmeyin, diyor turistik rehber kitaplar. Pazar meydanında bütün görkemiyle yükselen Almanya’nın bu Rönesans dönemi sanat eseri şehrin sembolü ve kutlamaların merkezi. Bir kutlamanın anısına inşa edildi: Bakire ve Çocuk’la taçlanan bu çeşme, prenslerin asi köylüler karşısındaki zaferi için Tanrı’ya minnetini sunan Brandenburg Başpiskoposu’nun adağıydı. Çaresiz köylüler bedelini kendilerinin ödediği zenginlik abideleri olan şatolara saldırmışlardı. Direnler ve çapalarla silahlanan kalabalık topların, mızrakların ve kılıçların gücüne meydan okumuştu. Asılarak idam edilen ya da kafası uçurulan binlerce köylü yeniden sağlanan düzenin şahitleri oldular. Çeşme de öyle.

Veba salgınları

Ortaçağ’da emek şu şekilde bölünüyordu: papazlar dua ediyor, şövalyeler öldürüyor ve köylüler bütün herkesi doyuruyorlardı. Açlık yaşanan dönemlerde köylüler verimsiz hasatlardan, hiçbir şey yetişmeyen tarlalardan, fazla yağmurdan ya da hiç yağmur yağmamasından ötürü köyleri terk edip yollara düşüyor, hayvan leşleri ve bitki kökleri için birbirleriyle kavga ediyor ve derileri sararıp gözleri deli deli bakmaya başladığında da şatolara ya da manastırlara saldırıyorlardı. Normal zamanlarda köylüler çalışıyor ve ayrıca günah işliyorlardı. Veba salgınları baş gösterdiğinde bunun suçlusu onlardı. Felaketler papazlar kötü dua ettikleri için değil dindarlar dindarca davranmadıkları için vuruyordu. Tanrı ’nın memurları kürsülerinden lanetliyorlardı: -Şehvetin köleleri! Siz ilahi cezayı hak ediyorsunuz! 1348 ‘le 1351 yılları arasında ilahi ceza dört Avrupalıdan birini telef etti. Veba köyleri ve şehirleri kırdı geçirdi, günahkârları -onların yanında erdemlileri de- cezalandırdı. Bocaccio’nın dediğine göre Floransalılar sabah kahvaltısını aileleriyle yaparken akşam yemeklerini ecdatlarıyla yerlermiş.

Vebaya karşı kadınlar

Rusya’da veba, hayvanları ve insanları öldürerek ilerliyordu, çünkü toprağa saygısızlık yapılmıştı. İnsanlar ya son hasatla ilgili minnet duygularının göstergesi olan armağanları vermeyi unutmuşlardı ya da toprak hamile bir halde kar altında uyurken sapladıkları küreklerle ya da kazıklarla onu incitmişlerdi. O zamanlar kadınlar çok eskilerden kalma bir ayin yapıyorlardı. Torakta yaşayan her şeyin kökeni ve son durağı olan toprak, kendisi gibi doğurgan olan kızlarını ağırlıyordu; hiçbir erkek bu törenlere katılamıyordu. Bir öküz gibi pulluğa koşulan kadınlardan biri tarlada yarıklar açarak yürüyordu. Onun arkasından giden diğerleri de tohumları saçıyordu. Hepsi çıplak ve ayakkabısızdı, saçları da salıktı. Tencere ve tavalarına vurarak ilerlerken kahkahalarla gülüyor ve korkuyu, soğuğu ve vebayı korkutup kaçırıyorlardı.

Lanetli su

Nostradamus’u bugün hâlâ bestsellers olmayı sürdüren kehanetlerinden biliyoruz. Ama Nostradamus’un aynı zamanda doktor, sülüklerin iyileştireceğine inanmayıp vebaya karşı hava ve su öneren (hava havalandırır, su temizler) sıra dışı bir doktor olduğunu çoğumuz bilmeyiz. Pislik salgınların daha hızlı yayılmasına neden oluyordu; ne var ki Hıristiyan Avrupa’da suya iyi gözle bakılmıyordu. Vaftiz hariç yıkanmaktan kaçınılırdı çünkü bu keyif verir ve günaha davet ederdi. Sıklıkla yıkanmak Engizisyon mahkemelerinde Muhammed sapkınlığının bir kanıtı sayılıyordu. Hıristiyanlık İspanya’ya yegâne gerçeklik olarak dayatılınca, Krallık Müslümanlardan kalan bir sürü halk hamamının yıkım kaynağı olmaları gerekçesiyle yerle bir edilmesini emretti. Hiçbir aziz ya da azize asla banyoya adım atmamışlardı ve krallar arasında da yıkanmak nadir rastlanan bir olaydı; nitekim parfüm de bu yüzden icat edilmişti. Kastilyalı İsabel’in ruhu çok temizdi, ama tarihçiler hayatı boyunca iki kez mi yoksa üç kez mi yıkandığını tartışıyorlar. Yüksek topuk giyen ilk erkek, Fransa’nın çok zarif Güneş Kralı 1647 ve 1711 yılları arasında sadece bir kez yıkandı. O da doktor reçetesiyle.

Ortaçağdaki azizler seri tıp hizmeti veriyorlardı

O döneme şahit olanların anlattığına göre, Aziz Dominicus körlerin kapalı gözlerini açtı, bedenleri iğrenç cüzamdan temizledi, hastaları şifaya ulaştırdı, sağırlara kaybettikleri işitme duyusunu geri verdi, kamburları düzeltti, topalları sevinçten havaya sıçrattı, kötürümleri mutluluktan ayağa kaldırdı, dilsizleri gür bir sesle konuşturdu … Keşiş Toulouse’lu Bernard on iki körü, üç sağırı, yedi topalı, dört sakatı iyileştirdi ve otuzdan fazla başka hastalıklardan muzdarip olanları şifaya kavuşturdu. Aziz Luis sayılamayacak kadar çok sayıdaki kabartı, gut, felç, körlük, sağırlık, çıban, tümör ve aksaklık mağdurunu sağlığına kavuşturdu. Azizler öldükten sonra bile tedavi edici güçlerini kaybetmiyorlardı. Fransa’daki mezarlıklarda ziyaretçileri mucizevî bir şekilde iyileştiren kutsal mezarların muhasebesi titizlikle tutuluyordu: hemiplejiklerin ve paraplejiklerin %41 ’i, körlerin %19’u, delilerin %12’si, sağırların, dilsizlerin ve hem sağır hem dilsizlerin %8,5’i, evhamlıların ve diğer hastaların %17’si.

Çocukluğun keşfi

Yoksul çocukları veba öldürmediği zaman soğuk ya da açlık öldürürdü. Açlık tarafından infaz bebekliğin ilk günlerinde, zengin bebekleri emziren yoksul sütannelerinin memelerinden yeterince süt gelmediği durumlarda da ortaya çıkabilirdi. Ancak konforlu beşiklerde yatan bebekleri de kolay bir yaşam beklemiyordu. Avrupa’nın tamamında anne babalar çocuklarını çok zorlu bir eğitime tabi tutarak çocuk ölümü oranlarının yükselmesine katkıda bulunuyorlardı. Eğitim süreci bebeğin bir mumyaya dönüştüğü andan itibaren başlıyordu. Hizmetçi onu her gün başından ayaklarına kadar bezlerle sımsıkı sarıyordu. Böylece bebeğin gözeneklerinden veba mikroplarının ve şeytani buharların girmesini engellemenin yanı sıra yaratığın yetişkinleri rahatsız etmemesi sağlanıyordu. Tutsak bebek, bırakın ağlamayı zorlukla nefes alabiliyor, sımsıkı sarılı bacakları ve kollarıysa hareket etmesini engelliyordu. Eğer yaralar ya da kangren engellemezse bu insan paketi daha sonraki aşamalara geçiyordu. Kemerler kullanılarak ona, hayvanlara özgü dört ayak üzerinde yürüme alışkanlığından kaçınarak, Tanrı ’nın emrettiği şekilde ayağa kalkması ve yürümesi öğretiliyordu. Daha sonra, biraz daha büyüdüğünde devreye yoğun bir şekilde dokuz kuyruklu kamçının, bastonların, değneklerin, tahta ya da demir sopaların ve diğer pedagojik aletlerin kullanımı giriyordu. Krallar bile bundan muaf değillerdi. Fransa Kralı XIII. Louis tahta çıktığında sekiz yaşındaydı ve güne tokatlardan nasibini alarak başlayacaktı. Kral çocukluğunda hayatta kalmayı başardı. Hayatta kalmayı başaran başka çocuklar da oldu, kim bilir nasıl? Ve sonra onlar da çocuklarını eğitmek için mükemmelen antrenmanlı yetişkinler oldular. Eduardo Galeano Aynalar / Neredeyse Evrensel Bir Tarih Türkçesi: Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık

NIETZSCHE: KEŞKE İYİ ARKADAŞ ARADIĞINIZ KADAR, İYİ İNSAN OLMAYA ÇALIŞSAYDINIZ

0

Toplumdaki İnsan

1 Gerçeği iyi niyetle gizlemek. İnsanlarla ilişki kurarken, sanki davranışlarının güdüsünü anlamıyormuşuz gibi, genellikle gerçeğin iyi niyetle gizlenmesi gerekir.

2 Kopyalar. İnsan, önemli kişilerin kopyalarıyla sıkça karşılaşır; ve tablolarda olduğu gibi, çok kimse asıl yerine kopyayı yeğler.

3 Konuşmacı. Dünyaya tam aksini haykırırken çok yerinde konuşabiliriz: bu, tüm dünyaya konuşmadığımız zamandır.

4 Yakınlık eksikliği. Arkadaşlar arasında yakınlığın olmaması onarılamaz hale sokulmadan önce eleştirilemeyecek bir hatadır.

5 Verme sanatı üzerine. Yalnızca uygun biçimde sunulmadığı için bir hediyeyi reddetmek, vereni bize küstürür.

6 En tehlikeli partizan. Her partide, parti ilkelerine olan inancını söylemesiyle bile diğer üyeleri ayrılmaya kışkırtan birisi vardır.

7 Hastanın akıl hocası. Hastaya kim akıl verirse, verdiği akıl kabul de, reddedilse de üstünlük kazandığı duygusuna kapılır. Bu nedenle, alıngan ve gururlu hastalar, akıl verenlerden, hastalıklarından daha fazla nefret ederler.

8 Eşitliğin iki yönlü türü. Eşitliği çok istemek, ya kişinin başkalarını kendi seviyesine çekme (küçülterek, ayırarak, çelmeleyerek) veya başkalarının seviyesine ulaşma isteğiyle (değer vererek, yardım ederek, başkalarının başarılarında yardımcı olarak) ifade edilir.

9 Sıkılganlığa karşı. Çok sıkılgan birisine yardım etmenin ve onu yatıştırmanın en iyi yolu, onu kararlı biçimde övmektir.

10 Bazı erdemleri yeğlemek. Rakibimizde olmadığını tamamen fark etmeden önce, belli bir erdeme sahip olunmasına değer vermeyiz.

11 Kişi neden karşı çıkar. Sıklıkla bir fikre karşı çıkarız, halbuki aynı fikirde olmadığımız yalnızca fikrin ifade edildiği tondur.

12 Güven ve yakınlık. Eğer kişi gayretli bir biçimde başkasıyla yakınlık kurmaya çalışırsa, o kişinin güvenini kazanabildiğinden emin olamaz. Eğer güvenildiğinden eminse, insan, yakınlığa fazla değer vermez.

13 Arkadaşlık dengesi. Bazen başkasıyla olan ilişkimizde, terazinin bizim tarafta olan kefesine biraz adaletsizlik kırıntısı katarsak doğru arkadaşlık dengesi kurulur.

14 En tehlikeli doktorlar. En tehlikeli doktorlar, doğuştan doktor olanları taklit eden mükemmel bir aldatma sanatıyla doğuştan aktörlerdir.

15 Paradokslar uygun olduğunda. Bazı zamanlarda, ilkeyi büyük bir paradoks olarak ifade etmeleri için, bir ilkeden yana kazanabilmek için akıllı insanlara gerek duyulabilir.

16 Cesur insanlar nasıl kazanılır. Bir eylem olduğundan daha tehlikeli gösterildiğinde cesur insanlar eylem için ikna edilebilirler.

17 İncelikler. Popüler olmayan insanlar tarafından bize karşı yöneltilen incelikleri hakaret olarak algılarız.

18 Onları bekletmek. İnsanları kışkırtmanın ve kafalarına kötü fikirler sokmanın kesin yolu onları uzun süre bekletmektir. Bu ahlaksızlığı artırır.

19 İnanan insanlar karşısında. Bize tamamen güvenenler, kendilerine de güvenilmesi hakkını kendilerinde görürler. Bu çıkarsama yanlıştır: haklar erdemler yoluyla kazanılamaz.

20 Tazmin yolları. Eğer birisini incitmişsek, kendimiz hakkında şakalar yapmasına olanak tanımak ona kişisel bir tatmin, hatta bize karşı iyi davranmasını sağlamak açısından genellikle yeterli olacaktır.

21 Dilin kibri. Kişi olumsuz niteliklerini ve kötülüklerini saklıyor da, açıkça itiraf ediyor da olsa, gururu, her iki durumda da üstünlük sağlamasını ister: kötü niteliklerini saklayanlarla, bunları açık ve dürüst biçimde ortaya koyanları nasıl ince bir biçimde ayırdığına dikkat edin.

22 Düşünceli. Kimseyi rahatsız etmeme veya kimseye zarar vermeme arzusu, adil olduğu kadar, korkak bir tavrın göstergesidir.

23 Tartışma için gereken. Düşüncelerini buza yatırmayı bilmeyen, tartışmanın ateşi içersine girmemelidir.

24 Ortam ve kibir. Kişi, her zaman yetenekli insanlar arasında olduğunu bilirse, kibri unutur; yalnızlık küstahlığı büyütür. Genç insanlar kibirlidirler, çünkü, her biri hiç olan, ama önemli olmayı isteyen kendi türleriyle dolaşırlar.

25 Saldırı için dürtü. Bir kişiye yalnızca zarar vermek, onu ele geçirmek için saldırmayız, belki de yalnızca gücümüzü fark etmek isteriz.

26 Yağcılık. Kendileriyle ilgili özeni bozmak için bizi pohpohlayanlar, bizi uyutmazsa uykumuzu daha da kaçıran uyku ilacı benzeri çok tehlikeli bir araç kullanırlar.

27 İyi mektup yazan. Hiç kitap yazmayan, çok düşünen ve yetersiz bir toplumda yaşayan kişi, genellikle iyi mektup yazar.

28 En çirkin. Çok gezen bir kişinin dünyanın herhangi bir yerinde insan yüzünden daha çirkin olan yerler bulduğu kuşkuludur.

29 Anlayışlı. Talihsizliklerde her zaman yardıma hazır olan anlayışlı doğalar, nadiren neşemizi de paylaşan kişilerdir: başkaları mutluyken, yapacakları bir şey yoktur, gereksizdirler, üstünlüklerini kaybettiklerini duyumsarlar ve bu nedenle kolayca hoşnutsuzluklarını gösterirler.

30 İntihar edenin akrabaları. İntihar edenin akrabaları, yaşamayarak şöhretlerine zarar getirdiği için, ona içerlerler.

31 Nankörlüğü beklemek. Çok büyük bir hediye veren kişi, şükranla karşılanmaz; çünkü alan için almış olmak zaten yeterince büyük bir yüktür.

32 Sersem toplumda. Zekanın gösterilmesi uygun olmayan bir toplumda, topluma uyum sağlamaya çalışan zeki kişiye kimse teşekkür etmez.

33 Şahidin huzurunda. Eğer etraf buna cesaret edemeyecek kişilerle doluysa, suya düşen birisinin ardından suya atlayan insan iki kez mutlu olur.

34 Sessizlik. Her iki taraf için de münakaşaya tepki göstermenin en kabul edilemez yolu kızgın olmak ve sessiz kalmaktır; çünkü saldıran, suskunluğu küçümseme işareti olarak algılar.

35 Arkadaşın sırrı. Konuşacak konusu kalmayınca, arkadaşlarının sırlarını anlatmayan çok az kişi vardır.

36 İnsanlık. Ünlü entelektüellerin insanlığı, ünlü olmayanlarla sürdürdükleri ilişkilerinde kibar biçimde savunduklarından vazgeçmelerinden ibarettir.

37 Engellenen. Sosyal olarak kendisini güvende duyumsamayan kişiler, üstün olduklarını yakınları karşısında gösterebilmek için her olanaktan yararlanırlar; bunu herkesin önünde ve arkadaşlarının yanında yaparlar -örneğin sataşırlar.

38 Teşekkürler. İnce bir ruh, birisinin ona teşekkür borçlu olduğunu bilmekten rahatsızdır; ham bir ruh da teşekkür borçlu olmaktan rahatsızdır.

39 Yabancılaşmanın belirtisi. İki kişinin birbirlerine yabancı bakış açılarına sahip olduklarının en açık belirtisi, birbirlerine karşı iğneleyici sözler söylemeleri ama bunu fark etmemeleridir.

40 Başarılar sonrasında kibir. Başarılar sonrasında kibir, başarı elde etmeyen kişinin kibrinden daha çok rahatsızlık yaratır; çünkü başarının kendisi rahatsız edicidir.

41 Sesteki tehlike. Bazen konuşma tonumuz, kafamızı karıştırarak, bizi, fikirlerimizi yansıtmayan düşüncelere sevk eder.

42 Konuşmada. Konuşmada, prensipte birisinin yanında veya karşısında olmak alışkanlığa bağlıdır; ikisi de makuldür.

43 Komşu korkusu. Komşumuzun düşmanca tavrından korkarız, çünkü bu tavırla sırlarımızı keşfedeceğinden korkarız.

44 Kınayarak farklılaşmak. Çok saygıdeğer kişiler, kınamalarını bile bizi farklı kılmak için gerçekleştirirler. Bizimle ne kadar içten ilgilendiklerini göstermek için bunu yaparlar. Eğer kınamalarını olduğu gibi alırsak ve kendimizi savunursak, onları pek anlamış olmayız; böyle yaparak onları rahatsız eder, kendimizden uzaklaştırırız.

45 Başkalarının iyi niyetinden sıkılmak. Kendimizden ne kadar nefret edildiği veya korkulduğu hakkında yanılırız; çünkü bir kişiden, bir yönden veya bir gruptan ne kadar uzak olduğumuzu kendimiz çok iyi biliriz, ama diğerleri bizi çok yüzeysel olarak tanırlar ve böylece bize karşı ancak yüzeysel bir nefret duyarlar. Genellikle açıklayamayacağımız bir iyi niyetle karşılaşırız; ama anlarsak bizi rahatsız eder, çünkü bu kişinin bizi yeterince ciddiye almadığı veya önem vermediği anlamımı taşır.

46 Çarpışan kibirler. Aynı derecede kibirli olan iki insan karşılaştıklarında birbirlerinden kötü bir izlenim edinirler, çünkü her biri karşısındaki üzerinde sağlamaya çalıştığı izlenimle meşguldür ve bu nedenle diğerinden hiçbir izlenim alamaz. Sonunda, her ikisi de çabalarının boşa gittiğini görerek, bunun için diğerini suçlar.

47 İyi bir işaret olarak kötü tavırlar. Üstün ruh, ihtiraslı gencin, kendisine karşı olan patavatsız, küstah, hatta düşmanca tavrından zevk alır; bu, çabuk öfkelenen ve sırtlarına henüz binici almamış, ama yakında alacak olan atların davranışıdır.

48 Yanlış davranmanın geçerli olduğu zaman. Eğer ona zıt çıktığımız veya itiraz ettiğimizde, suçlayan kişi, bizi daha da haksız görecekse, suçlamaları, haksız olsalar bile itiraz etmeden kabullenmek iyidir. Tabii ki, bu yolla her zaman haksız olan kişi haklı olduğunu ileri sürebilir ve dünyadaki en büyük vicdan rahatlığıyla en dayanılmaz tiran ve bela olabilir. Birey için geçerli olan, toplumun tüm sınıfları için de geçerlidir.

49 Az saygı gören. Beklediklerinden daha az saygı işareti alan çok gururlu insanlar kendilerini ve başkalarını bu konuda uzun süre yanıltırlar; yeterince saygı gördüklerini kanıtlayabilmek için titiz bir ruh bilimci olurlar; eğer amaçlarına ulaşamazlarsa, eğer kandırmanın peçesi düşerse, daha da öfkelenirler.

50 İlkel durumların konuşmada yankılanması. Bugünkü toplumda insanların savlar öne sürmelerinde, kişi sıkça en çok silah konusunda yetenekli olunan zamanların sesinin yankılandığını duyar; insanlar bazen savlarını nişan alan okçular gibi kullanırlar; bazen kılıçların vınlaması ve şakırtısı duyulur gibi olur; ve bazı insanların savları ağır bir sopa gibi gürültüyle yere düşer.

Öte yandan, kadınlar sanki dokuma tezgahı önünde binlerce yıl oturan, dikiş diken veya çocuklarla çocuk olan yaratıklar gibi konuşurlar.

51 Anlatıcı. Anlatanın, konu ilgisini çektiği için mi, yoksa anlattığıyla ilgi yaratmak için mi anlattığını söylemek kolaydır. Eğer durum ikincisiyse, abartır, abartılı sıfatlar kullanır, vs. Birden en kötü biçimde anlatır, çünkü kendisini düşündüğü kadar öyküyü düşünmez.

52 Yüksek sesle okumak. Dramatik şiiri yüksek sesle okuyan kişi, kendi karakteri hakkında keşifler yapar. Bazı ruh hali ve sahneler için sesini diğerlerinden daha doğal bulur -örneğin, acıklı veya maskaralık olan her şey için; öte yandan, olağan yaşamında, acıklılık veya maskaralıktan bahsedebilecek olanağı olmayabilir.

53 Yaşamda olabilecek bir komedi sahnesi. Birisi, toplum içersinde açıklamak için bir konuda zekice bir fikir düşünür. Şimdi bir komedide, asıl konuya gelebilmek için bütün yelkenleri nasıl açtığını ve arkadaşlarını fikrine doğru yönelttiğini; konuşmayı bir yöne doğru nasıl ittiğini, bazen yönünü kaybedip, sonra yeniden bulduğunu, sonunda ona ulaştığını; neredeyse nefessiz kaldığını -sonunda topluluktan birisinin kelimeyi ağzından aldığını işitebilir ve görebiliriz. Ne yapacaktır? Kendi fikrine mi karşı çıkacaktır?

54 İstemeden nezaketsiz. Eğer istemeden birbirimize karşı nezaketsiz davranırsak, örneğin, karşımızdakini fark etmediğimiz için selam vermezsek, kendimizi suçlamasak da üzülürüz. Diğer kişide yarattığımız kötü izlenim bizi üzer veya kötü niyetinden korkarız veya başkasını incitmek bize acı verir -böylece kibir, korku veya acıma duygusu, belki de üçü birden ortaya çıkabilir.

55 Hainin başyapıtı. Birlikte komplo yaptığınız arkadaşınıza, size ihanet edebileceği konusundaki incitici kuşkuyu ifade etmeniz ve aynı anda ona ihanet etmeye hazırlanmanız bir kötülük başyapıtıdır, çünkü bu diğerinin kendisinin farkına varmasını, kuşkulanmadan ve bir süre için açık hareket etmesini, gerçek hain olan size açık bir el vermesini sağlar.

56 İncitmek ve incinmek. İncitip, daha sonra af dilemek incitilerek af beklemekten daha iyidir. Birincisini yapan kişi gücünü ve iyiliğini gösterir. Diğeri, eğer insani görünmek istiyorsa, affetmelidir; diğerini utandırma zevki, bu zorunlulukla azalır.

57 Tartışmada. Birisinin fikrine zıt düşüp, aynı zamanda kendi fikrinizi geliştirirseniz, diğer görüşe sürekli olarak dikkat ettiğiniz için, kendi görüşünüzün doğal ifadesi de değişir: daha kasıtlı, keskin belki de abartılı görünür.

58 Hile. Başkasından zor bir şey isteyen kişi, konuyu sorun olarak algılamamalı, bunun yerine, bunu, sanki tek yolmuş gibi ortaya koymalıdır; eğer rakibinin gözünde bir itiraz veya zıtlık ışığı görürse, ona zaman vermeden konuşmasını hemen nasıl keseceğini bilmelidir.

59 Topluluk sonrası vicdan azapları. Olağan topluluklarda bulunduktan sonra neden vicdan azabı çekeriz? Çünkü önemli konuları hafife alırız; çünkü insanlara yeterince sadık kalmadan onlarla konuşuruz veya konuşmamız gereken yerde susarız; çünkü yeri geldiğinde zıplayıp kaçmayız; kısaca, topluluk içindeyken sanki ona aitmişiz gibi davranırız.

60 Yanlış değerlendirilince. Nasıl değerlendirildiğini dinleyen kişi her zaman rahatsız olur. Çünkü, bazen bize en yakın olanlar tarafından bile yanlış değerlendiriliriz (‘bizi en iyi bilenler’). En iyi arkadaşlar bile kıskançlık içeren bir kelimeden rahatsız olurlar. Eğer bizi tam tanısalardı, acaba arkadaşımız olurlar mıydı?

İlgisiz kişilerin yargıları bizi çok incitir, çünkü kısıtlanmamış ve nesnel gibidir. Ama eğer bir düşmanımızın gizli bir özelliğimizi bizim kendimizi bildiğimiz kadar bildiğini fark edersek -o zaman ne çok rahatsız oluruz!

61 Portrenin tiranlığı. Bireysel özelliklerden bir kişi veya olayın hemen tam resmini çizen sanatçılar ve devlet adamları, kişi ve olayın gerçekten de resmettikleri biçimde olmasını daha sonra talep ettiklerinde genellikle adil olmazlar; kişinin, onların imgeledikleri gibi, yetenekli, kurnaz veya adalet dağıtmayan birisi olmasını isterler.

62 En iyi dost olarak akraba. Bir arkadaşın ne olduğunu çok iyi bilen Grekler (tüm insanlar içersinde, yalnızca onlar, arkadaşlığın derin, çok yönlü, felsefi tartışmasını yaptılar; böylece arkadaşlığı çözüme değer bir problem olarak gören ilk ve şimdiye kadar son olan kişilerdir), bu aynı Grekler ‘arkadaşın’ abartılı biçimi olan akraba terimini kullandılar. Ben bunu açıklanamaz buluyorum.

63 Fark edilmeyen dürüstlük. Eğer bir konuşmada kişi kendisi için ‘Söylerdim… Her zaman söylerim’ derse, bu kibirlilik etkisi yaratır, aslında bu genellikle zıt bir kaynaktan veya en azından anı daha önceye ait fikirlerle süsleyip püslemeyi arzulamayan içtenlikten gelir.

64 Asalak. Eğer kişi, her bedelle çalışmamak için, bağımlı olduğu kişilere karşı gizli bir öfke duyarak, başkalarının sırtından geçinerek, özgür yaşamamayı yeğlerse, bu soylu karakter eksikliğini gösterir.

Bu tür karakter erkeklere göre kadınlarda daha geçerlidir ve aynı zamanda daha çok affedilir (tarihsel nedenlerle.)

65 Uzlaşmanın sunağında. Bir kişiden bir nesnenin yalnızca onu inciterek ve onu kendinize düşman ederek alındığı durumlar vardır; bir düşman karşısında çok sıkıntı duyumsaması nedeniyle, kişi, ilk yumuşama halinin işaretini algıladığında uzlaşmayı arar ve bu uzlaşmanın sunağında, onun için daha önce çok önemli olan ve hiçbir bedelle satmayacağı nesneyi feda eder.

66 Kibir belirtisi olarak acıma talebi. Kızıp başkalarını incittiklerinde, ilk önce onlara karşı hiçbir şey söylenmemesini, ikinci olarak şiddetli saldırılar karşısında kaldıkları için kendilerine acınmasını talep eden insanlar vardır. İnsan kibri buraya kadar gidebilir.

67 Olta yemi. ‘Her insanın bir bedeli vardır. Bu doğru değildir. Ama herkesin yutması gereken bir yem vardır. Bu nedenle, bazı insanları bir konuda kazanabilmek için, konunun, insanca, soylu, iyilik sever, fedakar boyasına boyanması yeter- hangi konu böyle boyanmamıştır ki? Bu, onların ruhlarının tatlı şekeridir; başkalarında da başkaları vardır.

68 Övüldüğünde davranış. İyi arkadaşları yetenekli birisini övdüklerinde, o, genellikle nezaketi ve iyi niyeti nedeniyle hoşlanmış gibi davranır, ama aslında ilgilenmez. Gerçek doğası bu konuda üşengeçtir ve yattığı gölge veya güneşin altından ileriye bir adım bile atmaz; ama insanlar överek neşelendirmek isterler ve bundan hoşlanmazsa üzülürler.

69 Socrates neyi bulmuştu. Eğer birisi bir konuda ustaysa, diğer konularda tam anlamıyla amatördür; ama insanlar, Socrates’in bulduğu gibi tam tersini düşünürler. Ustalarla beraberliğin tatsız olmasına neden olan sakınca budur…

70 Hayvanlaşmanın yolu. Budalalık karşısındaki mücadelede, en adil ve nazik insanlar zalimleşirler. Belki de bu kendilerini savunmanın doğru yoludur; çünkü aptal alnın hakkı sıkılmış bir yumruktur. Ama söylediğimiz gibi, adil ve nazik bir yapıları olduğu için, bu, savunmayla yaşadıkları acının yaratıkları acıdan daha fazla olacağı anlamına gelir.

71 Merak. Eğer merak hiç olmasaydı, komşunun iyiliği için fazla bir şey yapılamazdı. Ama, Merak, Görev ve Acıma adlarını kullanarak talihsiz ve düşkünün evine sızar.

Belki de çok bilinen anne sevgisinde bile merakın oldukça iyi bir yeri vardır.

72 Toplumda yanlış hesap. Bir kişi yargılarıyla, diğeri sevdikleri ve sevmedikleriyle, üçüncüsü tanıdıklarıyla, dördüncüsü yalnızlığıyla ilgi çekmek istiyor -ve hepsi yanlış hesap yapıyorlar. Çünkü karşısında oyun oynadıkları kişi, oyunda öne çıkanın yalnızca kendisi olduğunu düşünür.

73 Düello. Tüm düellolar ve onur meselelerinin lehine şu denilebilir: eğer bir insan hakkında şu veya bu söylendiğinde veya düşünüldüğünde, o insan yaşayamayacak kadar duyarlıysa, o zaman meselenin taraflardan birisinin ölümüyle çözümlenmesini istemeye hakkı vardır. Çok duyarlı olmasını tartışamayız; bu açıdan geçmişin, büyüklüğünün ve aşırılıklarının mirasçılarıyız. Şimdi eğer, kurallara uygun bir düello sonunda kalbi rahatlatacaksa ve kanın ölümün yerini alabileceği bir onur kuralı varsa, o zaman bu büyük bir iyiliktir, aksi halde birçok insan yaşamı tehlikede olurdu.

Bu arada, böyle bir kurum insanları söylediklerinde dikkatli olmaları için eğitir ve onlarla ilişki kurulmasını sağlar.

74 Soyluluk ve şükran borcu. Müteşekkir olmak zorunda kaldığını duyumsayan soylu bir ruh mutlu olur ve bu zorunluluktan kurtulma endişesi taşımaz. Daha sonra şükran ifadesinde bulunurken de benzer biçimde rahattır. Halbuki, daha ham bir ruh herhangi bir biçimde zorunlu kalma karşısında direnir veya şükran ifade ederken çok aşırı ve hevesli davranır. Bu arada, bu sonuncusu, düşük kökenli veya bastırılmış haldeki insanlarda da görülür: kendilerine yapılan iyiliği bir merhamet mucizesi gibi görürler.

75 Hitabet saatleri. Bir insan, iyi konuşabilmek için, kesinlikle ondan daha üstün olduğunu kabul ettiği birisine gereksinim duyar. Başkası tamamen özgürce konuşabilmesi için yalnızca üstünlük kurduğu kişiler karşısında iyi bir hatiptir. Neden, her iki durumda da aynıdır: her ikisi de ancak sans géne konuştuklarında iyi konuşurlar. Birisi, üstün adam, diğeri düşük adam karşısında rekabet ve yarışma duygusu duymaz.

Şimdi, başka tür insanlar da yalnızca rekabet karşısında, kazanmak amacıyla iyi konuşurlar. Bu iki türden hangisi daha hırslıdır: hırslandığında konuşan mı, yoksa tam da aynı itkiler nedeniyle kötü konuşan, hatta hiç konuşamayan mı?

76 Arkadaşlık yeteneği. Arkadaşlık için özel yetenek sahibi olanlar arasında, iki tür dikkat çeker. Bir tür sürekli yükseliştedir ve her gelişim aşamasına uygun arkadaşlar bulur. Bu yolla elde ettiği arkadaş serileri, daha sonraki gelişim aşamalarının, öncekileri ortadan kaldırması veya değerini azaltmasına uygun olarak nadiren birbirleriyle ilişkilidir ve bazen birbirleriyle uyuşmaz ve çelişirler. Bu kişiye şaka olsun diye merdiven adı verilebilir.

Diğer tür, etkileme gücünü çok farklı karakterler ve yeteneklerle sergiler, böylece geniş bir arkadaş çevresi olur; ve arkadaşları, tüm farklılıklarına rağmen, birbirleriyle ilişkiye girerler. Bu kişiye daire adı verilebilir; çünkü birçok huy ve doğanın yakın ilişkisi onda bir biçimde daha önceden şekillenmiş olmalıdır.

İnsan, iyi arkadaş aradığınız kadar, iyi insan olmaya çalışmalıdır.

77 Konuşma taktikleri. Birisiyle konuştuktan sonra, eğer insan, konuşmasında kendi zeka ve sevimliliğini bütün ihtişamıyla gösterebildiğini düşünüyorsa, arkadaşına karşı iyi bir yaklaşımda bulunur. Başkasının desteğini kazanmak isteyen akıllı bir adam, bunu konuşması esnasında kullanır, diğer kişiye şaka ve benzer şeyler yapabilme olanağı tanır. İki akıllı kişi arasındaki eğlendirici olabilecek bir konuşmayı düşünün. Her biri diğerinin beğenisini kazanmak istemektedir, bu nedenle konuşma için iyi olanakları birbirlerine sunarlar ve hiçbiri bunu kabul etmez -öyle ki konuşma genelde nükteden ve sevimlilikten uzaktır, çünkü her biri, diğerine nükte ve cana yakınlık olanağı tanımaya çalışmaktadır.

78 Sıkıntıdan kurtulmak. Bir işte başarısız olan kişi, bunu şanstan çok başkasının kötü niyetine yorar. İncinmiş olan anlayışı, bir şeyi değil de bir kişiyi başarısızlığının nedeni olarak düşünerek rahatlar. Çünkü kişilerden intikam alabilirken, rastlantısal zararlar için yalnızca yutkunabilir. Bu nedenle bir prens bir konuda başarısız olunca, erkanı ona varsayılan neden olarak bir kişiyi işaret eder ve tüm saray mensuplarının yararı için o kişi feda edilir; aksi halde prens sıkıntısını hepsi üzerine boşaltacaktır, çünkü tabii ki, yazgı Tanrıçasından intikam alamayacaktır.

79 Ortamın rengini almak. Beğeni ve antipati neden çok bulaşıcıdırlar ki duyguları güçlü olan birisinin yakınında, insan, onun yanlı ve yansız olduklarıyla dolu olan bir kap gibi olmadan yaşayamaz? İlk önce tamamen yargıda bulunmamak çok zordur ve bazen kibrimiz için bu dayanılmaz bir hal alır. Bu düşünce ve duygu yoksunluğu, korkaklık, erkekçe olmama gibi görünebilir; ve böylece, eğer gururumuz bu tutumu yeğliyorsa, belki de ortamımıza karşı bir yönde en azından bir taraf tutmaya ikna ediliriz. Ama genellikle (bu ikinci nokta), kayıtsızlıktan sevme veya sevmeme durumuna geçtiğimizi fark etmeyiz, ama zamanla çevremizin duygularına alışırız. Anlayışlı bir anlaşma ve karşılıklı anlama çok hoş olduğu için, kısa zamanda ortamın anlayışını ve parti renklerini üstümüze alırız.

80 İroni. İroni, bir öğretmenin her tür öğrenciyle kurduğu ilişkide yalnızca pedagojik bir araç olarak uygundur; amacı küçük düşürme, utandırmadır, ama iyi niyet uyandıran ve bize böyle davranan bir doktora gösterdiğimiz saygı ve duyduğumuz şükranı bizden isteyecek olan yararlı bir türdür. İronik kişi cahilmiş gibi davranır, bunu öyle iyi yapar ki onunla konuşan öğrencileri buna inanırlar ve daha iyi bildiklerinden emin olurlar, kendilerini her şeye karşı açık tutarlar. Dikkatlerini kaybederler ve kendilerini olduğu gibi ortaya koyarlar -öğretmenlerinin yüzüne doğru tuttukları meşalenin alevi aniden yüzlerine geri yansıyarak onları utandırıncaya kadar.

Öğretmen ve öğrenci arasında ilişkinin bulunmadığı yerde, ironi nazik olmayan, kötü bir duygudur. Tüm ironik yazarlar, yazar gibi duyumsamaya hazır, kendilerini üstün gören ve yazarı kendi kibirlerinin sözcüsü kabul eden aptal bir okuyucu kategorisine güvenirler.

Bu arada, ironi alışkanlığı, alay gibi, karakteri bozar; zamanla başkalarının zararlarından haz duyan bir üstünlük olur; sonunda, kişi ısırmanın yanında gülmeyi de öğrenmiş olan azgın bir köpeğe benzer.

81 Kibir. İnsan, her tür iyi ürünümüzü yok edecek olan, kibir diye adlandırılan zararlı otun büyümesinden kendini her şeyden çok sakınmalı; çünkü sıcak kalplilikte, saygı işaretlerinde, anlamlı bir yakınlıkta, kucaklamalarda, dostça önerilerde, hataların itirafında, başkalarına acımada kibir vardır -ve bütün bu güzel şeyler, zararlı ot aralarında yetiştiğinde tiksinmeye neden olurlar. Kibirli, yani, olduğundan veya düşünüldüğünden daha önemli olmaya çalışan kişi, her zaman yanlış hesap yapar. Kibrine şahit olup, korku veya uyum nedenleriyle ona talep ettiği onuru bir parça veren insanlar nedeniyle geçici bir başarı elde edeceği kesindir. Ama insanlar, ona verdikleri değerden, talep ettiği onur miktarını düşürerek bunun intikamını kötü alırlar. İnsanlar en ağır bedeli küçük düşerek öderler. Kibirli olan, gerçek ve en büyük başarısını başkalarının tozlu ayakları altında çiğnenecek kadar kuşku duyularak bakılan küçük bir şeye dönüştürür.

İnsan, yanlış anlaşılarak kibirli olarak tanımlanmayacağından emin olmadan, gururlu bir tavır takınmamalıdır -örneğin, arkadaşlarla veya eşlerle. Çünkü insanlarla kurulan ilişkide, kibirli olarak tanınmaktan daha budalaca bir şey olamaz; bu kibarca yalan söylemeyi öğrenememekten daha da kötüdür.

82 Diyalog. Diyalog mükemmel bir konuşma biçimidir, çünkü bir kişinin söylediği her şey belirgin rengini, sesini beraberindeki jestini konuşulan kişinin tam anlamıyla dikkate alınmasıyla kazanır; bu, hangi kişiye yazdığına bağlı olarak tek ve aynı kişinin iç düşüncelerini onlarca yolla ifade ettiği mektup yazmaya benzer. Bir diyalogda, tek bir düşünce kırılması vardır: bu, konuşmadaki diğer kişi tarafından, düşüncelerimizin olabildiğince yansıtılmasını istediğimiz bir ayna olarak üretilir. Ama ikiden fazla taraf varsa ne olur? Burada konuşma kişisel inceltilmesinden bir şeyler yitirecektir; farklı düşünceler kesişecektir ve birbirlerini eleyecektir; bir kişinin hoşuna giden bir cümle, başkasına uymayacaktır. Bu nedenle birkaç kişiyle ilişkide bulunan bir kişi, olayları olduğu gibi anlatabilmek için tekrar kendi üzerinde yoğunlaşmak zorunda kalır ve bir konuşmanın ana konusunu, dünyanın en hoş şeyi yapan insanlık havasının parıltılarından yoksun bırakır. İnsan gruplarıyla konuşan insanların konuşma tonlarını dinleyin; bu ses sanki tüm konuşmanın temel bası gibidir: ‘Bu benim, ben bunu söylerim, artık ne yapacağınızı siz düşünün.’ Bu nedenle, erkeklerin toplumda karşılaştıkları akıllı kadınlar genellikle garip, münasebetsiz, itici olarak anımsanırlar: onların entelektüel sevimliliğini ortadan kaldıran ve sadece bilinçli olarak kendilerine güvendiklerini, taktiklerini ve açık zafer arzularını parlak bir ışık altında gösteren, çok kişiyle kalabalık önünde konuşmalarıdır; bu arada, aynı kadınlar bir diyalogda tekrar dişi olurlar ve zihinsel zarafetlerini yeniden keşfederler.

83 Ölüm sonrası şöhret. Uzak bir gelecekte tanınmışlık ummak ancak insanlığın temelde değişmeyeceği ve büyüklüğün bir kez değil her zaman büyüklük olarak algılanacağı varsayılırsa anlamlıdır. Yine de, bu bir hatadır; neyin güzel ve iyi olduğunun tüm algılama ve yargılarıyla, insanlık büyük ölçüde değişmektedir; birkaç mil önde olduğumuzu ve tüm insanlığın bizim yolumuzu izleyeceğini düşünmemiz bir fantezidir. Hem bir bilim adamının tanınmamışlığı, buluşunu başkalarının da yapmış olmasına bağlanabilir ve en iyi halde, daha sonra bir tarihçinin, onun şunu veya bunu bildiğini, ama kuramı için inandırıcı olamadığını ortaya çıkartacağını hesap edebilir. Gelecek kuşaklar tarafından tanınmamak, güç eksikliğine yorulur.

Kısaca, kişi kibirli bir yalnızlık için bu kadar kolay taraf olmamalıdır. Bu arada, istisnalar vardır ama kendi hatalarımız, zayıflıklarımız veya aptallıklarımız genellikle büyük yeteneklerimizin fark edilmesini engellerler.

84 Arkadaşlar hakkında. En yakınlarınız arasında bile ne kadar farklı duygu ve düşüncelere sahip olduğunuzu bir kez düşünün. Aynı görüşlerde bile, sizin kafanızda arkadaşlarınıza göre başka bir yer ve yoğunluk vardır. Yanlış anlama veya düşmanca bir kaçış için yüzlerce kez nasıl da olanak doğar. Tüm bunlardan sonra, kendinize şöyle dersiniz: ‘Tüm bağlarımızın ve arkadaşlarımızın dayandığı temel ne kadar da güvensiz; soğuk sağanaklara ve kötü havaya ne kadar da yakınız; herkes ne kadar da yalnız!’ Eğer birisi bunu, aynı zamanda tüm arkadaşlarının fikirlerinin, tür ve yoğunluk olarak, eylemleri kadar kaçınılmaz ve sorumluk yüklemez olduklarını anlarsa; karakterin, işin, yeteneğin ve çevrenin girift karışımları nedeniyle fikirlerin kaçınılamaz bir içselliğe sahip olduklarını algılamayı öğrenirse -belki de o zaman bilgenin ‘Arkadaşlar, arkadaş yoktur!'[195] diyen çığlığının acı ve keskin duygusundan uzaklaşabilir. Daha çok, aslında arkadaşlar olduğunu, ama onların kendisine hata ve yanılgı getirdiklerini kendine itiraf eder; ve arkadaş kalabilmeleri için diğerlerinin sessiz olmaları gerekecektir; çünkü hemen her zaman, böyle bir insan ilişkisi birkaç kesin şeyin söylenmemesi, hatta hiçbir zaman bu konulara deyinilmemesi üzerine kuruludur; ve bir kez bu çakıllar yuvarlanmaya başladıklarında, arkadaşlık arkadan gider ve parçalanır. Gerçek dostlarının onlar hakkında gerçekten ne bildiğini öğrenip de, ölümcül yara almayan olabilir mi?

Kendimizi tanır ve doğamızı görüş ve ruh hallerinin değiştiği bir alan olarak kabul edersek, böylece onu biraz küçümsemeyi öğrenirsek, diğerleriyle yeniden denge kurarız. Her tanıdığımızı, hatta en yakınımızı bile küçümsemek için haklı nedenlerimiz olduğu doğrudur; ama bu duyguyu kendimize karşı çevirmek için de iyi nedenimiz var.

Bu nedenle birbirimize tahammül edelim, çünkü aslında kendimize bile tahammül edemiyoruz; ve belki de günün birinde herkes şöyle dediği daha neşeli bir anı anımsayacaktır:

‘Arkadaşlar, arkadaş yoktur!’ diye bağırdı ölmekte olan bilge.

‘Düşmanlarım, düşman yoktur!’ diye bağırdım, ben ölmekte olan budala.

Friedrich Nietzsche İnsanca, Pek İnsanca

2 TEMMUZ 1993 SİVAS KATLİAMI İÇİN SESLENDİRİLMİŞ 30 ŞİİR, ŞARKI VE TÜRKÜ

Metin – Kemal Kahraman, Edip Akbayram, Zülfü Livaneli, Sezen Aksu, Akın Eldes, Fazıl Say, Mazlum Çimen, Moğollar, Grup Kızılırmak, Grup Yorum,  Duman ve Selda Bağcan gibi birçok sanatçı ve grubun  Sivas Katliamı için seslendirdiği şiir, şarkı ve türküyü aşağıdan dinleyebilirsiniz.

Sivas Katliamı İçin Seslendirilmiş 30 Şiir, Şarkı ve Türkü
Sonraki şarkıya geçmek için >| şarkı seçmek için [>] işaretine basınız. Fethi Aslan, “Sivas`da Temmuz Ateşi” Edip Akbayram, Türküler Yanmaz, Yanmam mı Gerek Cengiz Özdemir, Madımak Ozan Emekçi, Sivas Ağıdı Grup Yorum, Sivas (Gün Tutuşur) Mahzuni Şerif, Sivas Dramı Demirhan Baylan, Bildiğin Şeyler (Yangın) Soner Canözer, Güneşin Ozanları Radical Noise, Çığlık Akın Eldes, Madımak Fevzi Kurtuluş, Hasret Moğollar, Issızlığın Ortasında Antisilence, Died On 2nd Of July Aşık Gülabi, Sivas Madımakta Canlar Metin – Kemal Kahraman, Renklerde Yaşamak Ferhat Tunç, Kızılırmak Boylarında Bir Şehir Serhad Raşa, Ey Felek Grup Kızılırmak, Sivas Şahverdi, Madımak Oteli Fazıl Say, “Metin Altıok Ağıtı” Fazıl Say, “SES” Selda Bağcan, “Canımı Yakanlar Baktı Dumana” Çetin Gencero, “Madımak” Yusuf Kemal Metin, “Sivas Yanığı Otuzyedi Temmuz Aydın” Mazlum Çimen, “Gittin Gideli” İhsan Güvercin, “Kızılırmak Boylarında Bir Şehir” Catacombed, “SVS” Sezen Aksu, “Dua” Almora, “Güneşin Ozanları” Serdar Koç, “Temmuz Ayazı” Duman, “Köpekler” Zülfü Livaneli, Ataol Behramoğlu “Yangın Yeri” Radical Noise, “Çığlık” Duman, “Köpekler” Can Aksel Akın, “Senfoni No:1 – Aziz Nesin’e İthafen”

METİN ALTIOK: ANAMIN BIRAKTIĞI YERDEN SARIL BANA/ SEVGİDEN CAYDIĞIM YERDE DARIL BANA

SARIL BANA


Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ Sevgiler bekliyor sürekli senden. İnsanın bir yanı nedense hep eksik Ve o eksiği tamamlayayım derken, Var olan aşınıyor azar azar zamanla.

Anamın bıraktığı yerden sarıl bana.

Anılarım kar topluyor inceden, Bir yorgan gibi geçmişimin üstüne. Ama yine de unutuş değil bu, Sızlatıyor sensizliği tersine. Senin kim olduğunu bile bilmezken.

Sevgiden caydığım yerde darıl bana.


Metin Altıok

 

Ersel Serdarlı – Sarıl Bana (Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar)

KURBAN OLAN İBRAHİM Mİ, YOKSA İSHAK MI? – KIERKEGAARD

Kierkegaard, Korku ve Titreme’de İbrahim’den bahseder ama konu o değildir

Takdim

Tanrı İbrahim’e dedi ki, git ve bana bir evlat kurban et! İbrahim cevap verdi: Aman Tanrım, bana büyük bir yük yüklüyorsun! Bob Dylan

“Sonsuz tutkudan yoksun olan hiç kimse ideal olamaz!” İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban etmek için dağa yolculuğuna ilişkin Tevrat’taki öykü çok farklı şekillerde yorumlandı. Erken dönem Hristiyan Kilisesi tarafından iman ve itaatin kutsanması amacıyla kullanıldı. O zaman İbrahim ve onun Tanrı’nın isteğine tereddütsüz itaatine odaklanılıyordu. Musevî kültüründe daha sonraları bu öykü Tanrı’nın merhametini istemek için kullanıldı: Melek; “elini çocuğun üstünden çek, senden ona hiç bir şey yoktur” dediğinde, kurban etmek için kalkan el yerine, yerde kalan el önem kazandı. İman, itaat ve merhamet sosyal erdemlerdir. Modern bilinç açısından bu öykü, bir yok etme ve ham gücün anti-sosyal kıssası olarak görülmesi olasıdır. Bob Dylan’ın şarkısının açılış cümlesi “Tanrı dedi ki, ne istersen yapabilirsin İbrahim, ancak gelecek sefer beni görmeye geldiğinde koşmalısın, İbrahim dedi ki, onu nerede kurban etmemi istiyorsun? Tanrı dedi ki, 61. anayolda”. Burada iman, itaat ve merhametin yerini inkar, keyfîlik ve gözdağı verme almıştır.

İbrahim’in seyahati Kierkegaard’ın Korku ve Titreme’sinin merkezî temasıdır. Ancak orijinalinde olduğu gibi Kierkegaard İbrahim’in üzerinde durmaktadır; İshak, İbrahim’in ‘yüceliği’nin üzerinde bir örtüden başka bir şey değildir. Ancak bu yücelik geleneksel yorumdan farklı olarak, İbrahim’in Tanrı’nın kudretinin bir aracı olma arzusudur. Kierkegaard’ın İbrahim’i, iman sınavında çektiklerinden dolayı yücedir. Ve İbrahim’in bu ıstırabı çekişi ve yüceliği, sosyal değerlerin tipik örneği olmasının aksine, onu kendi toplumundan ve sosyal usullerinden çok radikal bir biçimde koparmaktadır. Kierkegaard’ın bizi İbrahim’in yüceliği ile etkilemesinin çok özel bir amacı vardır. Aslında Korku ve Titreme’ nin İbrahim ve İbrahim’in öyküsü ile ilgili olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Söz konusu öykü okuyucunun dikkatini bazı çok temel sorulara çekmek için kullanılmaktadır. Eser tartışma amaçlıdır ve bunu gerçekleştirmek için Kierkegaard bizim öyküde anlatılan ıstırabın doğasına odaklanmamızı istemektedir. Bu takdimde bu özellikleri daha ayrıntılı olarak açıklayacak ve bu amaçla Kierkegaard’ın yazımlarının arka planının bazı detaylarını sergileyeceğim.

Korku ve Titreme, Kopenhag kitapçılarında ilk kez 16 Eylül 1843 tarihinde, ona eşlik eden bir çalışma olan Tekrarlar ve Terbiye Edici Söylemler ile birlikte görüldü. İlk iki eser ‘Johannes de silentio’ ve ‘Constantin Constantius’ müstear isimleriyle yayınlandı. Bu uygulama daha sonraları kendisinin ‘estetik ürünler’ olarak adlandırdığı Either/Or (Ya/Ya da) (1843)’ten Practice in Christianity (Hristiyanlıkta İbadet) (1850)’ye kadar bütün çalışmalarında sürdü. Alt başlığına göre, Korku ve Titreme bir ‘diyalektik lirik’tir. Bu Korku ve Titreme’nin temelde stil ve sunum standartlarına göre değerlendirilecek bir edebî eser olduğu ya da konusunun büyük oranda edebî yeteneğin sanatsal gelişimine aracılık ettiği anlamına gelmemektedir. Ancak eser bir lirik olarak adlandırıldığı için, yazarın kendi sanatının en azından kısmen bu standartlara göre değerlendirilmesini istediğini söyleyebiliriz. Aslında Kierkegaard’ın bütün ‘estetik’ çalışmaları, kendi edebî yeteneğiyle açıkça öğünen birisinin ürünleridir. Ancak onları tamamen edebî çalışmalar olarak okumak hem yanlış algılama, hem de hayal kırıklığına neden olacaktır. Yanlış algılama olacaktır, zira eserlerin temaları edebî ifadenin aracı olmaktan çok, yazarın temel kaygılarını yansıtmaktadır. Yalnızca tarzı edebî kabul edilebilir ve yazar söz konusu temaları gün ışığına çıkarmak için bu yolu seçmiştir. Hayal kırıklığına neden olacaktır, zira okur temayı iyice anlamadıkça, – ki tema anlatımlardan açıkça çıkarılamamaktadır- eserin büyük bir kısmının edebî sunumun dayandığı ve hemen anlaşılabilen anlama ters düştüğünü görecektir. Kierkegaard’ın ‘estetikle kastettiği; güzelliğin takdiri fikrinden tamamen uzak bir şey değildir. Onun yaşam tarzı nitelendirmesinde; hiçbir şeyin – yalnızca ‘sanat’, ‘güzellik’ ve ‘iyi zevk’ gibi etiketler için saklı tuttuklarımız değil- estetik olarak ele alınmadığı söylenebilir. Bir şeyi estetik olarak değerlendirmek onu oluşturduğu ilk etki bağlamında, burada ve şimdi sizi nasıl etkilediğine göre ya da sizi çekme ya da itme eğilimine göre kavramaktır. Daha genel bir deyişle, Kierkegaard’ın ifadesiyle estetik değerlendirme; yaşamın kendisini şiddetle arzu edilen ya da nefret edilen nesnelerin ve aynı zamanda bu ikisi arasında daha düşük derecelerde etkiye sahip nesnelerin bir deposu, kısacası korunması ve yokluklarından kaçınılması gereken (hangi tür olurlarsa olsunlar) malların havuzu olarak ele almaktır. Estetik yaşam; Kierkegaard’ın ifadesiyle ‘şimdi’ye (immediacy) adanmış bir yaşamdır. Sözcük Hegel’den alınmıştır. Hegel bu sözcüğü, içine imanı da -ki bu takip eden şey için hayati önem taşımaktadır- dahil ettiği, yansımasız bilgi anlamında kullanmaktaydı. Ana ‘diyalektik’ eseri olan Concluding Unscientific Postscript (Bilimsel Olmayan Dipnotun Çözümü)’nde Kierkegaard yaşamını şimdiye adayan kişiyi ‘tamamen göreceli amaçlara bağlı’ olarak tanımlamaktadır. Göreceli bir şeye mutlak bağlılık fikri çelişkileri yıkmayı, -ki kesinlikle sağlar- ve buradaki çatışma için uygun bazı ifadeler bulmayı amaçlar ve böylece Korku ve Titreme’nin teması hakkında bize bir fikir verir. Bu temanın en basit fakat bir çok yönden en az uygun ifadesi ‘iman’dır. Sözcük yalnızca eksik olmakla kalmaz, aynı zamanda eserin iman hakkında bazı tespitler yapmaktan çok, genel ya da özel anlamda, böyle bir imanla ilgili olduğunu düşünmek yanlış olur. Gereksinim duyduğumuz uygun ifade; Kierkegaard’ın aklındaki iman türünün ne olduğunu ve onun müstear ismindeki sözcüklerle, bu konuda ne demek istediğini anlatabilen bir ifadedir.

Ancak açmamız gereken bir paket daha var. Acaba iman hakkında herhangi bir şey söylemenin mümkün olduğunu varsayabilir miyiz? Burada Kierkegaard’ın yazımlarının Hegelci arka planına dikkat etmeliyiz. Hegel kesinlikle, kişinin iman hakkında konuşabileceğini düşünüyordu. Fakat bunun nedeni Hegel’in kendi felsefesini prensip olarak, bütün konuların gerçek karakterini, felsefî olmayan bilinç biçemlerine ‘uygun’ şekilde görmeyi sağlayan genel bir avantajlı bakış açısı sağladığını düşünmesidir. Hegel iki alternatif bilinç biçemini ele almaktadır: Sanat ve güvenlik deneyimi (olağan, dar anlamda ‘estetik’) ve dinsel deneyim. Hegel’e göre bunlar bilgi ya da anlayışa giden eşit oranda geçerli rotalar oluşturmaları nedeniyle birbirlerine alternatif değildirler. En iyi olasılıkla her ikisi de, bu açıdan gerçeğin kısa ve temel yönleri çarpıtılmış bir vizyonunu sağlayabilir. Hegel, tam ve bozulmamış vizyon ya da böyle bir vizyonun elde edilmesi olanağının yeterince kavranmasını, Mutlak Akıl olarak adlandırmaktadır. Mutlak Akıl, rasyonel bir akıldır. Sanat, Mutlak Akıl’ın kendisini insan bilinci içinde, ancak donuk bir üslupla ifadesinin bir yoludur. Rasyonel; güzellik deneyimi içinde ve bilhassa doğadakinden çok sanatta, beden giymiş olarak duygularımıza görünür. Din ise; Mutlak Akıl için daha iyi ancak hâlâ donuk bir araçtır. Burada rasyonel hem duyulara, hem de bu güne kadar öyküsel bir yapı verilen ve Hristiyanlık’ta Mutlak Akıl’ın vizyonunu bu bilinç biçemi içinde mümkün olan oranda uyumlulaştıran, zekaya hitap eder. Ancak içerik hâlâ yalnızca sembolik ya da resimseldir. Felsefe, Mutlak Akıl’ın en yüksek ifadesidir ve felsefede Mutlak Akıl’ın sanatsal bildirgeleri ve dinsel bildirgeleri onun yeterli ve rasyonel ifadesini kazanır. O zaman doğal olarak Hegelci dinsel imanı, akim geçici bir durumu olarak görür. Gerçeği rasyonel realiteye daha uygun bir tarzda kavramak için, kişi daha ileri gitmek zorundadır. Kişi mutlaka felsefî bakış açısına ulaşmalıdır ve orada dinsel inancını o fenomenlerin ‘gerçek’ haline dönüştürecektir ve bu artık kişinin sahip olduğu şeyden başka bir şeydir. O zaman kişi yalnızda imanın ilerisine geçmekle kalmayacak, ayrıca imanı da, şeylerin (temelde rasyonel) şeması içinde uygun perspektifine yerleştirecektir. Üstelik kişi onu, kavramlar biçeminde, ortak bir lisanın sözcükleriyle paylaşılabilir düşünceler biçemine uyarlayacaktır.

Kierkegaard’ın, yazarına, Grimms’in masallarından birinden, ‘Sadık Uşak’tan ödünç aldığı ‘Johannes de silentio’ adını verdiğine dikkat edelim. Ancak Kierkegaard’ın Sessizliğin John’u tamamen sessiz bir kişi değildir. Eğer sessiz olsaydı bir yazar olmazdı. Masaldaki sadık uşak da değil. Bunu yapmakla taş kesilebileceğinin farkında olmasına rağmen, sahibi olan genç krala onu tehdit eden üç tehlikeyi haber verdi. (Korku ve Titreme ile daha ileri bir bağlantıyı öndelemek istersek; kral ve kraliçenin iki oğula sahip olduğu daha sonraki dönemde, kral ve kraliçe Johannes’i yeniden yaşama döndürmek için oğullarının hayatını feda etmişlerdir, bunun üzerine Johannes çocukları yeniden yaşama döndürmüştür.) Yazar Johannes’in sözcüklerle arası iyi değildir; yine de iman hakkında, eğer ona sahipseniz, başka birine açıklayamayacağınız bir şey olduğu dışında, herhangi bir şey söylemekte zorlanmaktadır. İmanı, Hegel’in ‘sistem’i (Hegel’in Mutlak Akıl’ın şeffaflığına yükselmenin tam açıklaması için kullandığı isim) gibi bazı yüksek noktalardan görmek yerine, Kierkegaard’ın yazarı bizi imanın, düşünce sistemi içinde yerinin olmadığı, ‘imanın tam olarak düşünmenin bittiği noktada başladığı’ acı gerçeğine götürmektedir. Johannes de silentio için iman düşünülebilecek olanın sınırlanmasından çok ifadesidir. Ona sahip olan kişi, neye sahip olduğunu söyleyemez. Ya da en azından imanın ne olduğunu herhangi bir ‘sistematik’ ya da bilimsel bakış açısından söyleyemez. (Hegel’in de kendi sisteminin bir bilim, ruh bilimi olduğunu düşündüğüne dikkat etmeliyiz). Ancak Korku ve Titreme’yi okuduğumuzda Kierkegaard’ın, müstear isminin bize, bir kimsenin, İshak’ın babası İbrahim’in İshak’ı kurban etmeyi kabullenmesiyle ispatladığı imanı gibi, gerçek imana sahip olması halinde, kendisini bu açıdan insan söylemi krallığından dışladığını söylemesini istediğini bile sanabiliriz. Onun imanı, genel olarak anladığımız şekliyle insanlığı, yani birbirimizde görmeyi ve değerlemeyi beklediğimiz az ya da çok tanımlanmış mizaçlar setini aşağılamaktadır.

Kierkegaard’ın yazarının iman sahibi olmaya atfetmesini beklediği anlaşılmazlığın tam boyutu konusunda (tartışma kesinlikle var olmakla birlikte) tereddütler olabilir. Ancak Korku ve Titreme’nin imanı ele alışındaki genel anlam yeterince açıktır: Eğer iman hakkında konuşacaksak, imanı, insanların eylemlerini ve birbirlerine karşı yaklaşımlarını tanımlamaya ve haklı kılmaya yetecek şekilde, herhangi bir lisanda açıklayamayız. Korku ve Titreme’nin önsözünde Kierkegaard’ın zamanındaki imanın, kişinin sonunda ulaşmayı amaçladığı yer değil, yaşamın kişinin başladığı yeri olduğunun düşünüldüğü belirtilmektedir. Yunanlı kuşkucular bütün yaşamları boyunca kendi yargı yürütme haklarını kullanmamak için çabaladılar ve onları bazı tartışmalı konularda bir karar vermeye zorlayanların her türlü baskılarına karşı, zihin huzurunu karar vermemekte buldular. Korumaya çalıştıkları şey, yenmek zorunda olduklarını hissettikleri olgunlaşmamışlık hali değil, kuşkuydu. Yaygın Hegelci iman nosyonu da aynıydı. Johannes’in önsözünde çağdaşlarının yaptığını söylediği gibi, inanabilmek, kişinin ucuzlatılmış iman kavrayışına sahip olması gereken nihai bir amaç değil, imanın başlangıç noktasıdır. Kişi imanı; belli bir aydınlanma içinde, yetişkin insanoğlunun baş edebileceği doğru ve uygun türde bir durum olarak görmelidir. O zaman iman, eski nesiller için olduğunun aksine, en üst düzeydekinin arzulayacağı bir şey olmadığı gibi, çağımızdakilerin kendileri için koyduğu hedefler de, imanın ‘ömür boyu sürecek bir görev’ olarak görüldüğü eski nesillerin hedefleriyle aynı değildir. İbrahim’i, ‘imanın babasını’ ele alalım. Onun imanının Tanrı tarafından sınandığı söylenmektedir. Her standarda göre amansız bir sınama! İbrahim, eylemi gerçekleştireceği noktaya kadar tek ve çok sevgili oğlu İshak’ı öldürmeye hazırlanmak zorundaydı. İbrahim sınamaya dayandı; ancak son anda oğlunun yerine bir koç kurban etmesine izin verildi ve bundan sonra, oğlunun soyundan gelen ulusların ve ailelerin değerli babası olarak kutsandı. Ancak bu kutlama yalnızca sözlü olarak gerçekleştirildi. Biz yalnızca İbrahim’in yaşadıklarını anlamamakla kalmıyor, ayrıca Hegel felsefesi tarafından; İbrahim’in yüceliğini ölçebilecek ölçüye sahip olduğumuzu ve İbrahim’in imanının ‘mümkün olduğu kadar kısa zamanda iyileşmesi ümit edilen bir çocuk hastalığı’ imiş gibi değerlendirilebileceğini sanmaya yöneltiliyoruz. Bir son deyişinde Johannes de silentio; insan idealleri olarak değerlendirdiğimiz şeylerin değerini yükseltmenin tek yolunun, bu değerleri zaten elde etmiş olma konusunda daha az tatminkar ve daha çok eleştirel olmak olup olmadığını sormaktadır – eğer ‘zamanımızı dolduracak bir şeylere sahip olma’ dan başka bir nedenimiz yoksa, yani ipin boş ucunu tutmak suretiyle. Johannes bir alternatif önermektedir; yaşamın sorunlarının ve görevlerinin gerçekte neler olduğunu anlamayı, onları aklımızda taze tutmayı ve bunların çözülmesi gerekmediğini ve Hegelcilerde olduğu gibi, içinde sorunlar ve görevlerin hemen hemen kaybolduğu yeni bilinç biçemleri kazanmak suretiyle çözülebileceğini, akılda bulundurmayı önermektedir. Böylece gelecek nesiller sorunlarla yüzleşmeksizin çözüm mirasını devralacaklardır.

Korku ve Titreme’nin en kucaklayıcı genel mesajı; mevcut tartışmada iman nosyonu o kadar ucuzlatılmıştır ki, hakkında konuştuğumuz şey artık iman olmaktan çıkmıştır ve eğer İbrahim gibi kutsal figürleri ya da İmanın Babası olması nedeniyle bilhassa İbrahim’i yüceltmek istersek, iman sınavından geçen İbrahim gibi olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamak zorundayız. Eğer İbrahim yüce ise, o zaman onun başardığı şeyin ne olduğunun net bir resmine sahip olmalıyız. Johannes de silentio’nun, Korku ve Titreme’sinde, oldukça net iki ayrım belirmektedir. İlk kısmı diyalektik olmaktan çok liriktir. İbrahim ve İshak öyküsünün, hepsi de İbrahim’i bizim için anlaşılır hale getiren ancak hiç birisi onu imanın babası yapmayan, dört farklı versiyonunu içeren bu kısa bölümde bizler doğru mantık çerçevesine ‘ayarlanıyoruz’. Yazarımız bu dört versiyonu, bu öyküyü ilk kez çocukluğunda dinleyen ancak sonra, İbrahim’in yüceliği hissini kaybetmeden, büyüdükçe İbrahim’in gerçekte ne yaptığı konusunda kafası gittikçe karışan bir kişi tarafından imgelenmiş olarak sunmaktadır. Bu kişi – bize söylenmiyorsa da- önceki etkilenmesine yeni deneyimlerinin detaylarını eklemek için, kendisini olayların gözlemcisi konumuna koymakta, ancak düşünce düzeyinde olanı kavramaya çalışmaktadır ki, Johannes de silentio bu girişimin doğasının kendi ‘lirik’ine ‘diyalektik’ kalitesi kazandırdığını göstermektedir. Bunu ‘İbrahim’i övme söylevi’ takip etmektedir. Söylevin nosyonu, Johannes de silentio’nun bizi İbrahim’in gerçekte neler yaşadığına ulaştırmak için gösterdiği ‘lirik’ çabanın merkezini oluşturmaktadır. (Bu nedenle Danimarka lisanındaki ‘Lovtale’yi ‘methiye’ ya da ‘resmî övgü’ anlamına yakın olmasına karşın bu sözcükleri kullanmadım) Korku ve Titreme’nin temel ilgi odağı, (zarfına zıt olarak) imanın ne olduğu ve eğer herhangi bir şey ise, hakkında konuşulup konuşulamayacağı sorusudur. Sonucun konuşulamayacağı şeklinde olduğu görünmektedir. Ancak kesinlikle İbrahim hakkında konuşabiliriz. Onun hakkında bir çok şekilde konuşabiliriz: Çocuğun öyküyü ilk kez duyduğu gibi düşünmeden ve yetişkinlikte kullandığımız ayrımları henüz öğrenmemiş iken ya da -yazarımızın izleyen bölümde daha ironik bir mizaçla işaret ettiği gibi- ayrımları bilen ancak onları Pazar ayinindeki İbrahim methiyesinin sözlü ifadesinde kullanmayı unutan bir rahip gibi ya da, ‘söylev’de bize söylendiği gibi, İbrahim’in kahramanlığında kendisinin imrenebileceği daha iyi bir doğa gören, ancak bunu yalnızca ifade etmekle yetinen şair gibi. Johannes de silentio bizi bütün bunların daha ilerisine götürmektedir. Tanrı tarafından İshak’ı kurban etmesinin, onun imanını yalnızca öz oğlunu öldürmeyle ispatlamasının emredilmesinin, İbrahim için ne anlama geldiğini anlatmaya çalışmaktadır. İbrahim bir çok yönden yüce olabilirdi. Oğlunun yerine kendisini kurban edebilirdi. Ya da imandan çok, teslimiyet içinde İshak’ı kurban edebilirdi (yukarıya bakınız). Ancak onun özel yüceliği, yaptığı şeyi yaparken İshak’ı geri getirebileceğinden şüphe duymamasıydı. İbrahim, ne yaparsa yapsın hatta öldürme noktasına varsa da; İshak’ı koruyamasa bile, onun yeniden hayata döndürülebileceğine inanıyordu. Onun yüceliği, İshak’ın onun için ifade ettiği bütün anlama rağmen ve inancının yanlış olduğunun ortaya çıkması halinde kaybının büyük olacağının tam idraki içinde olduğu o durumda bile imanını koruyabilmesidir. Johannes de silenti- o’nun İbrahim’i övme söylevinin sonucu onun yüceliğini üç alanda ortaya koymaktır: neyi sevdiği açısından (Tanrı), neyi inanarak beklediği açısından (imkansız) ve ne için çabaladığı açısından (dünya ya da kendisi için değil yine Tanrı için). Burada Johannes de silentio’nun söyleyebileceğinin özeti: İbrahim’in; hayal edilebilecek en zor sınama içinde bile, insan yaşamının, İshak’ın, kendisinin, herkesin yaşamının anlam ve değerini; insanın dünyada, hem dışarıda hem de kendi ruhunun ‘karanlık ihtirasları’ içinde karşılaştığı ve katlanmak zorunda olduğu ‘yaratılışın öfkeli elementleri ve güçlerinden’ değil, yaratılışın kaynağından aldığını kabul etmeye istekli ve bunu başarabilecek nitelikte olduğunu ispatladığıdır.

Her ne kadar yazarımız bunun için İbrahim’e imrense de, onu anlayıp anlayamayacağı sorusu hâlâ ortada durmaktadır. Bu soru Korku ve Titreme’nin daha düzgün ‘diyalektik’ kısmı olan ikinci bölümde ele alınmaktadır. Bu bölüm, bu bağlamda ‘iman’ın ne anlama geldiğini anlamak için gereksinim duyduğumuz ayrımların grafik açıklamasını vererek sahneyi oluşturan bir ‘Kalpten Gelen Açış Konuşması’ ile açılmaktadır (Forelig Expectoration, ‘başlangıç itirafı’, genellikle İngilizce konuşanları yanıltacak şekilde “başlangıç boğaz temizlemesi’ (preliminary expectoration) olarak çevrilmektedir). Her ne kadar burada ayrımlarla yüzleşilmesi onların oluşturulmasından daha güç olsa da, Kierkegaard ‘diyalektikle modern düşünürlerin ‘kavramsal çözümleme’ ya da ayrımların belirginleştirilmesi olarak adlandırabileceği bir çalışmadan daha ilerisini kastetmektedir. Bu bölümün en açık ilan edilen amacı, itirafın ‘başlangıcı’ oluşturduğu ve İbrahim’in ‘söylev’de de kendisine atfedilen özel yücelik için gerçekten övülmesi gerekiyorsa, o zaman Hegelci felsefenin bazı temel prensiplerinin savunulamaz olduğunu gösteren ‘Problemler’dir. Buna karşıt olarak eğer Hegelci felsefe prensipleri savunulabilir ise, o zaman Hegelciler İbrahim’in yüceliğinden söz etmemelidirler. Prensipler üç problem olarak ele alınmakta ve bunlar düzenli Korku ve Titreme’nin diyalektik kısmını oluşturmaktadırlar.

Hegel’in, kendi deyimiyle, ‘etik yaşam’ kavramına (Sittilichkeit) göre; davranış herhangi bir toplum tarafından oluşturulan etik birliğin sürdürülmesine katkıda bulunuyorsa ahlâka uygundur. Bireyler tarafından kendi adlarına gerçekleştirilen eylemler, niyet olarak ve/veya eylemsel bakımdan, bir bütün olarak toplumun iyiliği ile ilişkilendirilemiyorsa ahlâksızlık sayılır. Birey kendisini toplumsal bağlar ve görevlerle bağlı hissetmiyorsa (en azından kendi grubundakilere karşı) ya da sosyal bütün içinde kendi bireysel katılımının iyi olmasını bir gereklilik olarak görmüyorsa; gerçeği görmekten, birey ve toplum arasında, ya da hem Hegel hem de Kierkegaard’ın kullandığı terminolojiyle ifade edersek ‘özel’ ile ‘evrensel’ arasındaki ‘rasyonel’ ilişkiyi görmekten yoksun demektir. (Kierkegaard’ın bazen, özel bireyin var oluşu ile evrensel içinde var oluş ayrımının konu edilmediği yerlerde bireye, ya da Individet’e gönderme yapması nedeniyle, “den Enkelte”yi “tekil birey” olarak tercüme ettim. Ve mantıksal evrende mutlak genelliği akla getirmesi halinde yanıltıcı olacağını bilerek “det Almene”yi “evrensel” olarak tercüme ettim. Hegel ve Kierkegaard’da “evrensel”; “parça”nın karşıtı olarak “bütün” nosyonuyla ya da en fazla sağlam bir alan içindeki genelle yani bir toplum ya da ulusla bağlantılıdır.) Korku ve Titreme’de etik şartı -her ne kadar gerçek olduğu yalnızca varsayılsa bile (aşağıya bakınız)- bireyin “evrensel için bir şeyler yapıyor olması” gereği olarak yer almıştır. Bu görüşe göre normalde görevinize karşıt olarak kabul edilebilecek bir şeyi yapmak, ancak eğer evrensele yönelik bazı daha geniş yararlar varsa haklı bulunabilir. Böylece baba ya da anne olarak yükümlülüklerinize zıt hareket etmek üzere, devletin askerlik hizmetine çağrılabilirsiniz. Eğer yapmanız istenen şey, diyelim ki oğlunuzun idamı için bir idam kararını imzalamak ise, aksi halde çocuğunuza karşı (ve elbetteki ayrıca o çocuğun üyesi olduğu topluma karşı) bir ahlâkî zulüm olarak adlandırılabilecek olan bu eyleminizden dolayı aklanacaksınız. Aslında yalnızca aklanmakla kalmayacak, aynı zamanda bir tür ahlâk kahramanı ilan edileceksiniz. Ancak aynı eylemi böyle bir ortam olmaksınız gerçekleştirecekseniz ve eğer bu eylemin içinde evrensel için bir şey yapmak olarak kabul edilebilecek bir şey yoksa, etik ifadeyle, lanetlenirsiniz. Ama bu tam olarak İbrahim’in içinde bulunduğu durum. Bunu yapmasında evrensel için herhangi bir yarar olmamasına rağmen, öz oğlunu öldürmeye hazırlanıyor. Aslında, yazarımızın işaret ettiği gibi, her ne kadar Tanrı İbrahim’e İshak aracılığıyla ulusların atası olacağı sözünü vermişse ve bu söz (gelecek) ‘evrensel’e ilişkin bir sır ise de, İbrahim olayında ilave bir ironi daha vardır. Evrensel, İbrahim’in eylemine girmişse de bu ancak ‘(İshak’ın) belinde gizlenmiş olarak bulunmaktadır. Eğer İbrahim’in eylemi basit, ya da kar maşık, bir cinayet değilse, o zaman etik yaşam bağlamında mutlak olarak adlandırılabilecek ve onunla karşılaştırıldığında etik yaşamın kendisinin yalnızca göreceli olduğu bir otorite bulunmalıdır. Bu şartın sağlandığı durumu Johannes de silentio, “etikselin teleolojik dengesi” olarak adlandırmaktadır. Zira bu durumda etik yaşam kendi içinde bir amaç olmaktan çıkar ve bir bütün olarak başka bazı amaçlara ya da telos’a hizmetkâr olur. Kierkegaard’ın İbrahim ve İshak öyküsünü Korku ve Titreme’de kullanması, çok fazla karşı tartışmaya yol açmıştır. Bu davranış bazılarını, onu barbarca eylemlerin ‘iman’a başvurularak cezalandırılabileceği görüşüne mahkum ederek, Kierkegaard’ın düşüncesini hemen reddetmeye yöneltmiştir. Kierkegaard’a başlangıçtan itibaren daha sempatik davranmayı seçen diğerleri ise; örneğin Korku ve Titreme’nin nihayetinde bir takma adın eseri olduğu ve (Kierkegaard’ın açıkça söylediği gibi) açıklanan görüşlerin Kierkegaard’ın kendi düşüncesi olarak kabul edilemeyeceğini, ya da Kierkegaard’ın yarı şair olduğunu ve örneklerini analojik kesinlikten çok ilk etkileri için seçtiğini, ya da onun kaygılarının tartışmalı olduğunu ve bu nedenle İbrahim ve İshak örneğinin stratejik abartma olarak kategorize edilmesi gerektiğini ileri sürerek ve bunun gibi gerekçeleri sıralayarak yorum yapmamayı tercih etmişlerdir. Kierkegaard’ı kurtarmak için yapılan bu tür girişimleri ve hatta onun fikrini hemen reddetme kararını küçük görmüyorum ve çeşitli görüşleri yaymak ve değerlendirmek için yeterli alan bulunmadan bunu kesinlikle yapmazdım da. Ancak, bana göre bu reaksiyonlar genellikle gerçek metne yeterince yakından bakmama ve tartışmayı takip etmemeden kaynaklanmaktadır. Bakılacak ilk yer bu iman nosyonudur. İbrahim’in örneklik etmesi istenen şey nedir?

“Kalpten Gelen Açış konuşması”nda Johannes de silentio bize, kendi göreceli “şövalyeleri”nin figürleriyle temsil edilen, teslimiyetle iman arasındaki ayrımın bir grafiksel temsilini sunmaktadır. Kierkegaard’ın anlayışına göre ön teslimiyet olmadan iman olmaz. Bundan da fazlası, inanan kendisiyle birlikte teslimiyet şövalyesine hayatî bir şeyleri götürmedikçe iman olmaz. Ve dünyada kişinin kalpten saldıracak kadar çok güçlü duygularla istediği bir şey olmadıkça, teslimiyet olmaz. Teslimiyet, eskiden olduğu gibi, kişinin en çok sevdiği ümitlerini, o ümit ettiği şeyin erişilemez olduğunu gördüğünde terk etmesidir. Teslimiyet kişinin kalbinin arzusu hakkında düşünmekten vazgeçmesi değildir. Aksine teslim olmak eski ilgiyi korumayı, ancak yeryüzünde hiçbir şeyin bu arzuyu tatmin etmeye yetmeyeceğini kabul etmek demektir. Eğer bu arzunun aslında tatmin edilebileceğini kabul edersen de, bu ancak “absürdün gücüyle” olabilecektir. Burada “absürd” “mantıksal olarak olanaksız” anlamına gelmez, “insan gücüyle olanaksız” ya da “herhangi bir anlaşılabilir yolla olanaksız” anlamına gelir. Bir dostu ölen kişinin her şeyden çok isteyebileceği şey, o dostunun yeniden yaşama dönmesidir. Eğer kişi bunun absürdün gücüyle mümkün olabileceğini düşünürse ve eğer ümitlerinin ve hatta beklentilerinin bilinmesine izin verirse, şüphesiz kendisini saçmalığa mahkum edecektir. Umut ya da beklentide mantıksal absürdlük yoktur; kişi dostunun hem ölü hem de canlı olmasını dilemez, yalnızca canlı olmasını ister. Ama bu, yine de absürd bir umut ya da beklentidir ve böyle bir düşünceye sahip olan herkes bunu tatmin için mutlaka absürdün gerçekleşmesi gerektiğinin tam bilincinde olarak yapabilir. Eğer, örneğin, umut ya da beklentiye sahip kişi; bu umut ya da beklentinin tatmininin bir İnsanî imkansızlık olduğu gerçeği ya da inancıyla tam olarak yüzleşmedikçe, kişinin kafası bir teslimiyet şövalyesi olamayacak kadar karışık olacaktır. Eğer yeniden dirilme olayının gerçekleşmesini imkansız olarak görüyorsanız, yazarımızın kendi örneğini ele alın. Genç bir adam bir prensese aşık olur; ancak sonradan bu hususta hiçbir şansı olmadığını fark eder ve kendisini imkansıza teslim eder. Bunun için buradaki fikir absürddür. Bir çelişki olmadığı açıktır. Kim bilebilir ki? Belki de günün birinde bu genç kendisini, prensesin ulaşılamaz olmaktan çıktığı bir durumda bulabilir. Ancak genç teslim olduğu sürece bu ihtimali tasarlayamaz. O zaman iman, bu ihtimali tasarlamasa bile genç adamın, (absürd olarak) mümkün olanın aslında kişinin geleceğinde var olduğunu kabul etme yeteneğidir. Johannes de silentio’nun işaret ettiği gibi, insanların genellikle “iman”la kastettiği şey, daha az bir şey, kişinin her şeyi terk ettiğim varsayan bir şey değil, kişinin “her şeyden feragat etmek” için gereksinim duyduğu bir şeydir.

Bir başka noktaya gelelim. İman neredeyse münhasıran, Tanrı’nın varlığına inanma fikriyle bağlantılıdır. Ancak bu, imanın burada ifade ettiği anlamın tamamı değildir. Johannes de silentio, İbrahim’in yalnızca teslim olduğu durumu imgelemektedir. İbrahim için teslimiyet, Tanrı’nın varlığına inanmaktan kendisini dışlaması olamaz. Johannes’e göre, İbrahim açısından teslimiyet İshak’ı Tanrı’ya teslim etmekti. Teslim olmuş İbrahim İshak’ı geri getirmeyi bekleyemezdi. Ancak bu beklememe onun, İshak’ı yaşama döndürmek için gerekli insan üstü imkanları kullanacak bir Tanrı olmadığına inandığı için değildi. Daha çok Tanrı İbrahim’e babalık sevgisini gösterme fırsatını geri vermeye hevesli olduğuna güvenilebilecek bir tanrı değildir. Teslim olmuş İbrahim, Tanrı’nın İshak’ı kurban etmesini istediğine inanıyor ve onun bilgisine göre bu kurban etme, İshak’ın sonu olacaktı. Eğer İbrahim zaten Tanrı’nın varlığına inanıyor olmasaydı, o zaman zorluklar olacaktı. Eğer sınav İbrahim’in Tanrı’nın varlığına inancının bir kanıtı olsaydı, İbrahim sınavı kimin yaptığını sanacaktı? Öykü İbrahim’in bu sınavı Tanrı’nın yaptığını kabullendiğini söylemektedir. Fakat o zaten Tanrı’nın varlığına inanıyordu.- ve gerçek, onun sınavda başarısız olması halinde bile hâlâ doğruydu. Sınavın İbrahim’den istediği onun Tanrı’nın varlığına inanması değil, Tanrı’nın, Onun babalık sevgisini göstermesi fırsatını ona geri vermek istediği ve buna gücünün yettiğine inanmasıdır. Tanrı’nın varlığına iman İbrahim’in zaten sahip olduğu bir şeydi; onun ispatlamak zorunda olduğu şey, Tanrı’nın İshak’ı öldürmesi emrini yerine getirse bile sonunda İshak’tan yoksun bırakılmayacağına olan inancıdır. “Sonunda” “bundan sonra”yı içermez.

Johannes de silentio’nun söylediği gibi, İbrahim bu yaşamda İshak’ı absürdün gücüyle geri getirme olasılığına inanmaktadır. İbrahim’in sınavı, kendisiyle İshak’ın, İshak’ı kurban ettikten sonra bile, birlikte yaşayacağına inandığını göstermekti. Öykünün Kierkegaard’ın versiyonunun özüne, senaryoyu çeşitlendirerek daha da yaklaşabiliriz. Kierkegaard’ın, aslında İbrahim’in Tanrı’nın varlığına imanının sınanmasını amaçladığını varsayalım. Bunun anlamı İbrahim’in Tanrı’nın varlığına inanmama seçeneğine sahip olması ve sınavın doğası nazara alındığında, İbrahim var olduğuna inanmasını istediği bir tür Tanrı’ya inanmayla ilişkilendirilmeyi güç bulacaktı. İkinci olarak, İbrahim’in İshak’ı kurban ettiğini ve “sonunda” onu geri getiremediğini varsayalım. Bunun anlamı; sınavın aslında İbrahim’in sandığı sınav olmadığı anlamına gelebilir. Burada sınav, Tanrı’nın İbrahim’in imanını “evrenseli başarmak” doğruluğu içinde kanıtlamasını isteyen bir Hegelci olabileceği etiksel teleolojik ayartmaya direnme sınavı olabilirdi. Ya da üçüncü olarak, Hegelci bir Tanrı ihtimalini dışlayabiliriz; ancak hâlâ İbrahim İshak’ı geri alamaz. İbrahim’in inandığı gibi bir Tanrı, İbrahim’in İshak’ı geri alacağına inanmaya yönlendirip, İshak’ı geri vermeyeceği böyle bir eylemi talep edebilir mi? Ya da (Descartes’in gölgeleri ) Tanrı’nın var olmadığına dair bir tür kanıt olabilir mi?

İlk sanıya ilişkin olarak, söylediğim gibi, İbrahim, Tanrı’nın var olduğuna inanmamaya karar verebilecek birisi olarak anlaşılmamalıdır; onun seçimi daha çok Tanrı’nın var olmasını umut etme ya da bekleme ile ilişkilidir. İkincisi, Kierkegaard’ın Tanrısının Hegel’in Tanrısı olmadığı, daha çok anlaşılması etikselin teleolojik dengesi için çağrı yapan bir değerler kaynağı olduğu aynı derecede aşikardır. Üçüncü ve daha sorunlu sanı bakımından, burada Kierkegaard’ın niyetleri sorusuyla baş etmede, bu sanıyı benim için çekici kılan; gerçekte neyin anlatıldığına odaklanmasıdır. İbrahim İshak’ı geri alacağına inanmakta ve geri almaktadır. Geri dönmemesi ihtimali İbrahim’in görmezden gelmeyi seçtiği olasılıktır ve sonuçta bu sanının doğru olduğu ortaya çıkmıştır. Öykünün püf noktası bu iki özelliği bakımından en iyi şekilde izlenebilir.

‘Kalpten gelen Açış Konuşması’ bize İbrahim’inkinden çok farklı bir iman şövalyesi portresi çizmektedir. Burada şövalye görünüş itibariyle sokaktaki adamdan farklı değildir; aslında tepeden tırnağa bir küçük burjuva, sokaktaki bakkal olarak görünmektedir. Dünyadaki evinde bulunur ve yaşamın her türlü detayında bütün olası hevesiyle yer alır. Bu dünya için bütün umutlarını bırakan birisi gibi, hiçbir dalgın bakış ve teslimiyetçi kopuş işareti taşımaz; ancak İbrahim’in sessiz teslimiyetiyle karşılaştırılabilir bir yanı da yoktur. Ve yine de bize bu kişinin, “insanca ifadeyle” hakkında ilgi duyduğu şeylerin onun açıkça onlara verdiği değere sahip olmalarının absürd olduğu yolundaki yerleşik inanca karşı, her an “iman hamlesi” yaptığı söyleniyor. İbrahim’le aralarında olması amaçlanan analoji bu olabilir. İshak, yalnızca metaforik anlamda değil, her anlamda İbrahim için bütün dünyadır (gelecek nesillerin vaadi olması yönüyle geniş anlamda da bütün dünyadır) ve İbrahim’in İshak’la ayrılmaya istekli oluşu, “bütün dünya”ya sahip olma İnsanî olasılığından feragat anlamına gelen teslimiyetin gerekli bir özelliğini temsil etmektedir. Bu özellik mutlaka İbrahim’in imanının bir elementi olmalıdır. Ancak yalnızca bu özellik, teslimiyetin tamamı değil. Johannes de silentio’nun teslimiyet şövalyesi, prensese aşık genç adam, aşkının anlamsızlığını bir kez fark ettiğinde, onun bir dünyalı proje olma yönünü iptal eder ve prenses fikrini bir tür Tanrı inancına dönüştürerek aşkını Tanrı’ya yöneltir. Yazarımız onun aşkının “sonsuz aşkın ifadesi” haline dönüştüğünü söylemektedir. Eğer İbrahim İshak’ı kaybetmeye teslim olsaydı, İshak’ı Tanrı’ya bırakacak ve aşkını Tanrı’ya, şimdi bir baba olarak sevdiği her şeyden çarpıcı biçimde yoksun kalarak, dünyadan uzağa yönelteçekti. Ancak bir iman şövalyesi olarak sürekli bir dünyevî İshak aşkının İnsanî imkansızlığını kabul etmede, teslimiyet şövalyesini geçmek zorunda olsa da, tam bir iman şövalyesi olarak, aşkını eski hedefine, dünyevî hale, hâlâ bir İnsanî imkansızlık olmasına rağmen, şimdi absürdün gücüyle, imanda bir kutsal olasılık kazanmış ve hatta bir kesinlik olarak öndelenen hedefe yöneltmektedir. Kesinlik yanlış yerde aranırsa ne olacak sorusunu sorabilir ve bu olayın sonuçları hakkında spekülasyon yapabiliriz. Bu Tanrı’nın olmadığına bir kanıt olabilir mi? Ya da eğer İbrahim, İshak ve kendisi için en iyisinin birlikte kalmak olduğunu varsaymakla yanlış yapmış olsaydı veya Tanrı’yla birlikte olmanın İshak için daha iyi olmayacağını varsaymış olsaydı ne olacaktı? Bu teslimiyetin durmak için uygun yer olduğunu ve imanın çok uzak olduğunu gösterecek miydi? Ancak bu soruların, dikkati, öykünün çarpıcı olması amaçlanan özelliklerinden uzaklaştıracağına inanıyorum. Bu özelliklere göre İbrahim’i temelde, kendisine İshak’ın kimliğinde sunulan yaşamdaki güzel şeylerin değerlerini yalnızca var olmaları, ve değerlendirilebilmeleri, yaşanabilmeleri, zevk alınabilmeleri çıplak gerçeğinden değil, varlık kaynağının kendisinden aldıklarını en kesin biçimde kabul etmek olarak görmeliyiz. İbrahim, gerçekte olduğu gibi, İshak’ı tekrar düzgün bir temelde geri alabilmek için teslim ediyordu.

Eğer İbrahim’le bakkal arasında benzerlikleri bu noktadan daha ileri götürmezsek, İbrahim’in öyküsündeki önemli elementlerin kesinlikle kaybolacağı anlaşılmaktadır. İlk başta, Johannes de silentio’nun iman şövalyesini bakkal olarak betimlemesinde kurban etmeyi imgeleyen hiçbir şey yoktur ve İbrahim’in İshak’ı kurban etmede istekliliği onun imanının sınanması olarak varsayılmaktadır. İkincisi, bakkal şövalye betimlemesinde İbrahim’in özverisini içeren etik sorumluluğun ihlalini imgeleyen hiçbir şey yoktur. Bu iki benzemezliği kısaca değerlendirelim. İlki özveridir. Bir özveride bulunmak değerli bir şeyi ya da bir kimseyi, değer ölçeğinde o şeyi ya da kişiyi vermekten kaçınmakla hizmet edilecek (zaten yüksek olduğu kabul edilen) yarardan daha yüksek olan bir yarar uğruna feda etmektir. İbrahim’i anlamadaki sorun daha yüksek olan yararın ne olduğunu kavramaktır. Daha yüksek bir amaç için özveride bulunma tarih ve mitte yeterince tanıdık bir olaydır; bu genellikle ulusun ya da devletin çıkarları için yapılır ve özveri kendi yararlarını ulusun ya da devletin yararları ile birlikte tanımlayanlar tarafından (gözleri yaş dolu olarak) alkışlayanlar için yapılır. Ancak İshak’ı kurban ederken İbrahim açıkça paylaşılan türde bir yüksek yarara hizmet etmiyordu. Kimse onu alkışlamayacaktı. Sıradan yaşamda şeyleri ve kişileri oldukça bencil nedenlerle terk ederiz. Ancak bu ‘kayıpların’ tamamen bencil yapıda olmayan projeler yararına yapılmış özveriler olduğunu söyleyerek hava atarız. Bir genç adam evlenme planlarını iptal edebilir ve terk ettiği nişanlısına evliliğin “dolu” bir insan olmadaki uzun dönem yararlarına ya da daha ağdalı bir biçimde yüksek eğitim almasındaki toplumun yararlarına engel olacağını söyleyerek kendisini mazur gösterebilir. Hatta nişanlısını, bunun onun da yararına olduğuna ikna etmeye çalışabilir. Nişanlısı dahil, dışardan bakanlar için, bu bencil olmadığı iddialarının ne kadar dürüst olduğunu ya da gerçek nedenin genç adamın kızdan bıkması, evliliğin onu bağlayacağını düşünmesi ya da “sakinleşip hayatını düzene sokmadan” önce daha fazla “deneyim” istemesi olup olmadığını söylemek çok zor olacaktır.

İbrahim’in öyküsü her gün rastlanılan bir öykü değildir. Johannes de silentio’nun söylediği gibi bu öykü, yukarıdaki türde bir aldatma ya da kendisini aldatma olamaz. İbrahim’in İshak’ı terk etmede hizmet edecek hiçbir bencil yarar olmadığına inanmada yanlış olamazdı. Onun bir tek bencil yararı vardı ve o da İshak’ın şahsındaydı. İbrahim’in kendi yararını imgeleyebileceği ve İshak için duyduğu umutla aynı olmayan hiçbir şey yoktu. Bu nedenle İbrahim için, bir özveride bulunanın dürüstlüğü konusunda sahip olunabilecek, insanların genellikle korumaları beklenen başkasının yararına ilişkin istek ve yararlara aldırmama için tamamen bencil nedenlerini gözleyecek motiflere sahip olması anlamına gelen genel kuşku bakımından İbrahim’de hiçbir neden yoktu. Böyle olunca, İbrahim’in imanını ispat etmek için İshak’ı feda ettiği bize söylendiğinde, sıradan yaşamda genellikle yaptığımız gibi, bunun daha sıradan yararları gizlemeye hizmet eden bir perde olduğundan şüphelenemeyiz. İshak’ı öldürmeye niyetlenmede İbrahim’in imanını sınattırmaktan başka bir yararı yoktur -İshak’ı öldürmesi halinde İshak’ı elde tutmasının İnsanî açıdan olanaksız olmasına rağmen, ona sahip olmaya devam edeceğine dair inancını hatırlıyoruz. İbrahim’in, İshak’ın ölümüne kendisinin neden olması ayrıca, kişinin büyük kaybın doğal olarak neden olduğu acıyı hafifletmek için sahip olduğu imana ilişkin olarak duyulabilecek kuşkuya benzer türdeki kuşkuları da yok etmektedir. Burada İbrahim kendisini İshak’tan yoksun bırakmakla hafifletilmesi gereken işkencenin nedeni olmaktadır. Onun imanı, hafifletilmesi gereken acının zaten nedeni olduğu için, acının azaltılması aracı olamaz. Ancak Korku ve Titreme’nin anlattığı gibi, İbrahim öyküsünün temel noktası, normalde özverilerin talep edildiği ortam türlerinden ve normalde özveriyi gerektiren durumlardan suni olarak koparılmış olmasıdır. Bu durum İbrahim’in, normalde imanın itirafını kuşkulu hale getiren bir tarzda etkileyen kişisel yararları söz konusu olmaksızın, gayet açık bir şekilde değer verdiği şeyler hakkındaki imanını ortaya koyan bir biçimde hareket etmesine izin vermektedir. Elbetteki imanını ispatlama niyetinin kendisi, İbrahim’in bir kişisel yararı olduğu söylenebilir. Eğer, örneğin İbrahim Tanrı’ya, O’nun her türlü emrine itaat edebileceğini göstermek için hareket etseydi, bu ancak o zaman söylenebilirdi. Zira İbrahim kendisini Tanrı’nın tamamen sadık bir hizmetkârı olarak imgelemektedir. Ancak bize anlatılan öyküden bu tür hiçbir şey çıkarılamaz. Bize söylenilen İbrahim’in imanını göstermek istediği ve gördüğümüz gibi, onun imanı İshak’ı elde tutacağına ya da İshak’ın yeniden canlandırılacağına inanmaktan oluşmaktadır. Normalde özveride bulunan, ayrıldığı şeyi tekrar geri alma olasılığını düşünmez. Ancak bunun nedeni normal olaylarda özverinin, (İbrahim’in sahip olduğu türde) bir iman olmayıp, bir teslimiyet eylemi olmasıdır.

Bu nedenle İbrahim ve İshak öyküsünün, bir kişinin imana sahip olmak için yapmaya hazır olması gereken şeyin tam bir tanımı olarak kabulü gerekmez. Bu öykü, içinde İbrahim’in eylemlerinin, dinsel bir bilince sahip olan kişiden beklenen ibadetlerin türünü göstermekten çok, dinsel bilincin genel özelliklerinden bazılarını sembolize ettiği bir alegori (mecaz) olarak okunabilir. Bu genel özelliğin ne olduğu çeşitli yollarla belirlenebilir. Yukarıda bu özelliğin, dindar bir inananın dünyada değer verdiği nesneler ve kişiler hakkında sahip olması gereken varsayımlarla ilişkili olduğunu önerdim. Bu varsayım, bir kişinin tamamen kalbini bağladığı nesne ya da kişinin, İnsanî ifadeyle elde edilemez olduğunu ispatladığı hallerde aydınlatılabilir. Bu durum imanın, kaybedenler, prensesini elde etmesi imkansız olan genç adam, asla koca bulamama yazgıcına mahkum edilmiş bâkireler (yazarın örneklerinden bir başkası) için, yine de kaybedilenin ‘absürdün gücüyle’ elde edilebileceği inancı olduğunu göstermektedir. Bu çok dar bir iman kavramı olacaktır (her ne kadar Kierkegaard’da imandan yalnızca acı çekenler için mümkün olan bir şey gibi söz etme eğilimi varsa da). Ancak Johannes de silentio’nun “lirik” teslimiyet açıklaması da alegorik (mecazî) olabilir. Bir kişinin, elde edilebilir olsun ya da olmasın, değer verdiği her şeye karşı sahip olması gereken bakış açısını sembolize ettiği söylenebilir. Bu öykü, dünyadaki hiçbir şeyin, sadece birisi ona değer verdiği için değere sahip olamayacağını söyleyen bir yaklaşımı sembolize edebilir. Max Weberin “kopuş”unda (Entzauberung) olduğu gibi, bu yaklaşım, genel olarak değerler hakkındaki bir teslimiyet olabilir. Buna paralel olarak iman, ilave bir görüş açısı olacak, nesneler kendi değerlerine sahip olacaklar; ancak bu değere hem kendi hesaplarına sahip olacaklar, hem de Tanrı’dan alacaklardır. Bu bileşik yaklaşımı iman şövalyesi bakkala atfetmek uygun olabilir; ancak elbetteki ayrıca İbrahim’e ve onun Tanrı’ya verdiği şeyin, eski haliyle, ancak statüsü açıklığa kavuşmuş olarak geri döneceğine olan inancına da atfedilebilir.

Bakkal şövalye ile İbrahim arasında ikinci benzemezlik, yani Johannes de silentio’nun bakkalı tarifindeki hiçbir şeyin etiğin ihlalini gerektirmemesi kaldı. Bu bizi, daha önce söz edildiği gibi çok fazla akademik tartışmaya neden olan, rezil bir konu olan ‘etiğin teleolojik askıya alınması’na götürür. Sorun, İbrahim’in özverisinin, her tür akla yatkın etik standarda toptan meydan okuma oluşturan bir eylem olmasıyla birlikte, Tanrı’nın emrinin yerine getirilmesi nedeniyle ‘iyi’ bir eylem olarak uzlaştırılmasıdır. Bu özveri; yararları bazı değer ölçeğine göre yüksek olarak kabul edilebilecek bazı kişi ya da kişilerin iyiliğine katkına bulunduğu görülen ya da imgelenen nedenlere dayalı olarak savunulabilecek bir özveri değildir. Aslında bundan yarar sağlayan hiçbir kişi yoktur.

Bir kez daha Kierkegaard’ın yazarına ne söylettiğine kulak vermek gereklidir. Kierkegaard’ın her zaman yaptığı gibi, sözcükler uzman titizliğiyle seçilmiş ve büyük bir uyum içinde kullanılmıştır. Öncelikle daha önce söylenilenleri hatırlamalıyız. Kierkegaard’a göre iman; Tanrı’nın varlığına yalın biçimde inanmak değil, gerçekleştirilmeleri İnsanî açıdan olanaksız olsa bile, kişinin kalbini bağladığı projelerin mümkün olduğuna inanmaktır. Bu yeni bir temelde sürdürmeye devam edilen bir inançtır: İshak yeniden canlandığında onu sevme projesi bir babaya yakışır şekilde sürer. Ancak şimdi artık ‘absürdün gücü’ üzerine yapılandırılmıştır. Üçüncü Problem’de İbrahim’in etkilenen taraflara (elbetteki kurban edilecek mağdur dahil) İshak’ı kurban edeceğini söylemesi gerekip gerekmediği sorusuna ilişkin olarak; bize bir başka öykü anlatılmaktadır- ya da daha çok bir başka öykünün değişik versiyonları, yani Agnete ve Merman (deniz adamı)na ilişkin, açıkça gerçek yaşama aynalık etmesi amaçlanan öykü. Bu öyküden sonuçlar çıkarırken yazarımız bize en yüce kişinin ‘gerçekleştirilen’ kişi olduğunu düşündüğünü söylemektedir. Kierkegaard’ın terminolojisinde bunun anlamı; bazı köklü engellere rağmen, (normal) ahlâksal sorumluluklarla (ilgiyle olduğu kadar açık sözlülükle de) yüzleşecek akıl gücüne sahip kişidir. Bu ayrıca “evrenseli başarma” ya da “evrenseli kavrama” olarak da adlandırılır. Johannes de silentio’nun ana hatlarıyla anlattığı versiyonunda söylencede, deniz adamı Agnete ile evlenerek evrenseli kavrar; ancak bunu yalnızca “absürdün gücüyle”, “iman hamleleri yaparak” gerçekleştirir.

Burada Johannes deniz adamını anladığını, zira deniz adamının evrenseli kavramadan kendi hatasıyla yoksun bırakılması nedeniyle İnsanî açıdan anlaşılabilir durumda, hatta tanıdık bir durumda olduğunu söylemektedir. Bu konuda anlaşılabilir olan, deniz adamının suçunun kendisini sürgüne gönderttiği evrensele geri dönmek için absürde (ayrıca “paradoks” olarak da adlandırılmaktadır) başvurmasıdır. Ancak İbrahim bu açıdan anlaşılabilir değildir. İbrahim, İshak’la ilgili yükümlülükleri açısından zaten evrenseli oldukça başarmıştır. O İshak’a iyi bir baba olmuş ve her zaman da iyi bir baba olmayı istemiştir. İbrahim hakkında anlaşılamayan şey, onun kendisini evrenseli kavramada yetersiz yapmak için paradoks kullanmasıdır.

Ancak bu tamamıyla doğru değildir. İbrahim’in kendi yaptığı hamle hakkında söyleyeceği şey, sözleri imanının ifadesi olduğu sürece, kendisinin evrenseli gerçekleştirme kapasitesini koruduğu ya da yeniden doğruladığı, -çılgınca görünse bile yaptığı şeyin, İshak’ı kurban etse dahi onu geri alacağına inandığı, olacaktı. İbrahim imanının kendisini, İshak için duyduğu babalık kaygısını gösterebileceği ve göstermek istediği evrenselin dışına koyduğunu düşünmüyordu. Onun düşündüğü şey; Tanrı’ya imanını göstermek için bu kaygısını göstermeyi sürdürme olasılığını Tanrı’nın ellerine vermekti. Evrensele absürdün gücüyle hizmet etme yeteneğini yeniden kazanma gereksinimine inanan İbrahim’in inancını paylaşmayan birisi için, İbrahim’in hamlesi mutlaka aşırı derecede irrasyonel görünecektir. Evrenseli kavrama kapasitesine zaten sahip iken, kendisini niye her tür rasyonel hesaplama ile kaybetmesi fiilî bir gerçeklik olana mahkum ediyordu? Bu İbrahim’in irrasyonelliğinin bir yönüdür. Bir diğeri ise şudur: İbrahim İshak’ı geri alacağına inanmaktadır -ancak metne göre, bu olayın benzerini deniz adamı olayında görmüyor muyuz? O da ‘absürdün gücüne dayanarak’ iman hamlesi yapmaktadır. Ancak, burada deniz adamı tarafından paylaşılmayan bir üçüncü irrasyonellik vardır. Deniz adamı bu sonraki irrasyonelliğe, evrenseli başarma kapasitesini geri almanın bir (ya da tek) yolu olarak düşerken, İbrahim buna başvurmak için Tanrı’ya olan imanını ispatlamaktan daha iyi bir neden gösteremezdi. İşte deniz adamı ile İbrahim arasındaki anlaşılmazlık farklılıkların bunlar olduğu görünmektedir (okuyucudan gelecek birkaç satırın, konuyu daha açık ifade etme kabiliyetimin yetersizliğine bağlı olarak karmaşık olmasından dolayı özür diliyorum). Deniz adamının evrenseli başarma kapasitesini yeniden kazanmak için absürdlüğe başvurduğu gerçeği, kısmen anlaşılabilir. Ahlaklılığı evrenseli başarmayla eşit sayan birisi için bu husus yüzeysel olarak anlaşılabilir. Ancak yalnızca yüzeysel olarak. Zira böyle bir kişi, deniz adamının, bu eşit saymayı yapan kişi tarafından düşüncesizce övülecek olan bu kapasitesini yeniden kazanmak için gereksinim duyduğu absürdlüğün ve imanın elementini anlamayacaktır. Ancak böyle bir kişi, (aslında kendisinin deniz adamının hedefini derin düşünmeksizin övgüye değer bulduğu temeli yıkmayı içeren) araçları kavramada başarısız olacağından, ayrıca deniz adamını, yapmasından dolayı övdüğü şeyi kavramanın gerçek bir yolunu bulmada başarısız olacaktır. Deniz adamının gerçekten yaptığı şey; ahlaklılığı evrenseli başarmayla artık eşit saymayan bir konum aracılığıyla, evrensele geri gelmektir. İbrahim görünüşü farklı olsa da aslında deniz adamıyla aynı tür amaca sahiptir. Evrenseli başarma kapasitesini yeniden kazanmak istemektedir. Ancak onun spesifik amacı evrenseli bazı özel yollarla başarmak değil kendi imanını ispatlamak yani deniz adamının gerçekten sahip olduğu türden amaçların düzgün ahlâka uygun eylemler olduğuna inandığını göstermektir. Bu, ahlâklılığı evrenseli başarmakla eşit sayan birisinin asla övmeyi düşünemeyeceği ve bu nedenle böyle bir kişinin ahlaksal eylem olarak asla anlaşılabilir bulmayacağı bir öz güçsüzlük eylemi gerektirir. Burada ortaya çıkan soru; Kierkegaard’ın Johannes de silentio’nun böyle bir kişi olmasını, yani yapay olarak deniz adamını anlayan ancak İbrahim’i anlamadığı için deniz adamını da anlamayan bir kişi olmasını, amaçlayıp amaçlamadığı ya da Johannes’in deniz adamını gerçekten anlayıp İbrahim’i anlamadığı bir şeyler bulmak için daha ileri gitmemiz gerekip gerekmediğidir. Akla yatkın bulduğum cevap türünü gösterecek bazı işaretleri aşağıda göstermekle birlikte, bu soruyu açık bırakıyorum. Yukarıdaki görüşlerden çıkarılacak en önemli sonuç; deniz adamı ve İbrahim’in birbirinden çok farklı iki projeyle meşgul olduğudur. Onlar arasındaki benzemezliklerden çıkarmaya hak kazandığımız sonuç; deniz adamının bir şey yaparken evrensele geri dönmek için imanı yardıma çağırması (ancak daha önce ait olduğundan başka bir temelde), İbrahim’in ise İshak’ı kurban ederken iki şey yaptığı: bir düzeyde kurban etme; İbrahim’in, “evrenselci” tarafından, onun övdüklerine bütünüyle karşıt bir prensibe dayalı olarak övmeye değer olarak yeniden oluşturulabilecek hedeflere inandığını göstermeden önce, gerçekleştirmek zorunda olduğu bir genel teslimiyet hamlesidir ve bir diğer düzeyde onun bunu bu genel teslimiyeti sürdürme yeteneğidir. İbrahim, özel bireyin evrenselden “daha yüksek” olduğu prensibine dayalı olarak hedeflerin yeniden oluşturulabileceğini göstermek istemektedir. Genelde imandan önce gelen feragat için hangi tür eylemlerin gerekli olduğunu bize göstermesi bakımından, artık daha fazla İbrahim ve İshak öyküsünü kullanmamalıyız (Bazılarının ileri sürdüğü gibi, İbrahim’in eyleminin tek başına, Kierkegaard’ın bizim, bireyin kontrol gücünü elde ettikten ve Tanrı ile doğrudan ilişki kurduktan sonra ondan beklememizi istediği ahlâksal davranış türünden bir şeydir.), o zaman deniz adamının Agnete ile evlenmesini onun Tanrı’ya imanını ispatlamasının bir yolu olarak görmeliyiz.

Üç problemin her birinin giriş sayfaları tekdüze bir kalıp takip eder. İlk olarak; etik, evrensel olarak tanımlanır ve sonra bundan bir sonuç çıkarılır, bu işlevi, çıkarılan sonucu Hegel’in etik açıklamasının doğru olduğunu itiraf etmek için kabul etme gözlemi izleyecektir. Bunun üzerine yazarımız eğer Hegel’in açıklaması gerçekten doğru ise, o zaman Hegelcilerin imandan söz etmeye ya da imanın babası olarak İbrahim’i yüceltmeye hakları yoktur. Zira söz konusu sonuçların hepsine göre İbrahim ahlâken (hatta ceza hukuku açısından) mahkum edilmelidir. Etiği “evrensel” olarak tanımlamanın üç sonucu şunlardır: (i) Bireyin ahlâksal performansı onun davranışlarının altında yatan sosyal niyete göre değerlendirilmelidir; (ii) İlk planda evrensele karşı görevlerden başka Tanrı’ya karşı görev yoktur ve (iii) Kişinin kendi ahlâksal projelerini ve onları gerçekleştirmede başarısız olma nedenlerini gizlememesi bir ahlâkî koşuldur. Problemlerin her birinde İbrahim, ilgili sonucu, ya da istenen koşulu yerine getirmede başarısız olarak, evrensel anlamındaki etik prensibini ihlal etmektedir. İbrahim sanki sosyal niyetleri ilgisiz hale getiren, üstün bir ahlâksal performans ölçütü varmış gibi hareket etmektedir. Kendisinin, evrensel olarak tanımlanan etiği aşacak şekilde, Tanrı’ya karşı mutlak bir göreve sahip olduğunu varsaymakta ve bu nedenle niyetini ilgili taraflara açamamaktadır.

Böylece problematadaki tartışma biçemi, mantıkçıların modus tollens olarak adlandırdıkları türdendir. Bu tür tartışmanın biçemi “eğer A, B ise o zaman B olmayan da A olmayandır” şeklindedir. “A” genel bir prensip ya da tanımı gösterebilir, “B” ise bu prensip ya da tanımın özelleştirilmiş anlamıdır. Üç özelleştirilmiş anlama ilişkin olarak Johannes de silentio gayet açık bir şekilde, bunların aynı zamanda Hegel’in etik açıklamasının anlamı olduğunu söylemektedir. O zaman A prensibinin (ya da tanımı), Kierkegaard’ın zamanında yaygın olan etik kavramının Hegelci ifadesi olması amaçlanmıştır. Hegel etik yaşamı (Kierkegaard, bireyin sosyal yaşamının bütünlüğü ile tanımlanması anlamında, Hegel’in “das Sittliche”sinin direkt çevirisi olan “det Saedelige” şeklinde bir Danimarka deyimi kullanmaktadır) Sittlichkeit etiğinin ardında yatan temel fikir; kamusal ahlâk ya da gerçek toplumun temelini oluşturan sosyal ve siyasal kaynaşma prensiplerinin evrensel insan hedeflerinin ifadesi olduğudur. Eğer bir insan telosu (hedefi) varsa, o hedef, ifadesini bulduğu yerdedir. Bu nedenle ahlâklı hale gelmek için birey, herhangi bir devletin dayanması gereken kamusal ahlâk prensiplerine uymak ve onlara göre hareket etmeyi istemeye başlamak zorundadır. Hegel, “Devlet kendi içinde ve kendi kendine etik bir bütündür” demektedir. Bu, problemlerin İbrahim’in hamlesinin ahlâka uygunluğunu ispatlamak için içinden geçmesi gereken bir çember olarak sunduğu evrensel olarak etik fikrinin ta kendisidir. İbrahim sürekli olarak başarısız olmaktadır. Eylemini açıklamak için söyleyeceği tek şey olan imanının sınava tabi tutulduğu açıklaması, bu prensibe göre kabul edilemez bir açıklamadır. Bu prensibe göre Tanrı, onu ancak ailesel ve sosyal sorumluluklarının dışına çıkmaya ayartarak sınayabilir; Tanrı’ya karşı yerine getirilmesi gereken hiçbir görev yoktur ki, bu sorumluluklar arasında bulunmasın. Daha da kötüsü İbrahim kendi durumunu açıklayamaz bile. Zira bir başkasını kurban edişinizi, ahlâka uygun bir eylem olarak anlaşılabilir bir biçimde anlatmanın tek yolu; kurban edilene, bu kurban etmenin o kişiyi kurban edilmekten korumaktan daha üstün bir sosyal amacın gerçekleştirilmesine bir şekilde katkıda bulunduğunu gösterebilmektir. Bu durum; İbrahim açısından niyetini diğerlerine bildirmek için yapacağı her tür girişimi ‘ayartma’ haline getirmektedir: eğer açıklama yoluyla ifade edebileceği anlaşılabilir bir şey bulabilirse, o zaman sınavı kaybetmiş, kendisinin etikten (evrensel olarak) yüce bir özel birey olduğunu ispatlamak yerine etik tarafından ayartılmış olacaktır.

Bu açıklama Problemlerdeki tartışmanın kısa bir özetidir. Şurası açıktır ki; eğer Hegel haklı ise o zaman İbrahim teleolojik olarak etiği askıya almakta, Tanrı’ya karşı mutlak bir göreve inanmaktadır ve bu nedenle gizlenmiş olarak kalmaktadır -O eylemini ilgililere izah edemez. Peki Johannes de silentio’nun kendi görüşü nedir? O İbrahim’den yana mıdır? Yoksa problemleri daha çok minimal bir tarzda mı yorumlamalıyız? Yani Johannes’in bütün yaptığının; eğer bir Hegelci iseniz, o zaman imandan; kavradığınız ve ilerisine geçeceğiniz bir şey olarak inandırıcı olmayan bir biçimde söz edemezsiniz. Zira prensibinize göre İbrahim ahlâken bir şeytan ya da suçlu değil midir?

Ancak bu minimal cevap, Johannes’in (ya da Kierkegaard’ın) ahlâklılık açısından bazı alternatif prensipleri imgeleyip imgelemediği sorusunu cevapsız bırakmaktadır. Ben kendim Johannes’e (ve Kierkegaard’a) inanıyorum. Ancak bir alternatif olması olasılığını dışlamamak suretiyle alternatif imgelemek bir şey; bu alternatifin akla açık olduğunu söylercesine imgelemek başka bir şeydir. Kierkegaard’ın kendisinin ikinci anlamda imgelediğini söyleyeceğini, ancak Johannes de silentio’nun ise yalnızca birinci anlamda imgelemiş gibi yazmaya zorunlu bırakıldığını söyleyebilirim. İbrahim ve İshak öyküsü, bir kişinin, başkalarının ona verdiği herhangi bir özellikten bağımsız olarak, niyet ve eylem bağlamında genelde düzgün bir insan niteliğini kazanabileceği görüşünü, yalnızca ana hatlarıyla ve resmî özelliklerini sembolize ederek göstermektedir. Bu Hegelcilere göre düşünülemeyecek bir şeydir. Onlar prensip olarak, gelişmiş bir insan olma ile bazı kabul edilmiş genel “insan” tanımlarına daha başarılı ve özdeş biçimde uyma arasında ayrılamaz bir bağlantı bulunduğunu varsayarlar. Hegelcilerin İbrahim’de asla anlayamayacakları şey, onun için bir eylemin insancıllığının, bir İnsanî kazanımın bir cemaatin bütün sosyal yaşamı açısından ortaya konulmuş dengesi olmadığıdır. İbrahim, insancıllığı evrenselde ifade edilmeden önce düzgün insan olabilecek birisi gibi hareket etmektedir. Böylece evrensel, önceden olduğu gibi, özel düzeyinde, önceden oluşturulmuş bir insanlığın ifadesi haline gelmektedir ve artık içinde insanlığın oluşturulduğu bir kategori olmaktan çıkmaktadır. Hegelcilerin, bireylerin bilinçli biçimde ve istekli olarak, evrenselde yer almak suretiyle kendilerini gerçekleştirdiklerine inanmalarına karşın; İbrahim evrenselin -ya da bir sosyal amacın varoluşunun- evrensele girişten (ya da tekrar girişten) önce oluşturulması gerektiği yönünde tümüyle karşıt bir görüşü temsil etmektedir. Bunun bir bireyde oluşması, Kierkegaard’ın kendi deneyimlerinden öğrenerek inandığına göre, kolay bir şey değildir. Sonunda, Johannes de silenti- o’nun açıklık getirmek zorunda bırakıldığı şekilde, bu oluşum iman gerektirir. Ancak Johannes’in platformu hâlâ onun (çağdaş) okuyucularının platformudur. Etiğin evrensel oluşunun, Johannes’in kabul ettiği, en azından ona açık olan tek etik prensip olduğu söylenebilir. Ve Johannes bunu İbrahim’in yüceliği hakkındaki kendi anlayışı ile onu anlama yeteneği arasındaki uzaklığı test etmek için kullanmaktadır. Gerçekten de onun ortaya çıkardığı şey, Hegel prensiplerini kabul edenlerin İbrahim’i anlama yeteneksizliklerinin boyutudur. Ancak Kierkegaard’ın kendisi için dizayn ettiği okuyucular bu prensiple evlidirler! Kierkegaard’ın üstün amacı onları bu prensipten boşamaktır; ancak bunun kendi onaylarıyla ve bu nedenle onların kendi kavramsal ve davranışsal önyargılarına bağlı olarak, yapılması gerektiğine inanmaktadır. Ölümünden sonra yayınlanan bir eserinde Kierkegaard, kendi “estetik” ve “diyalektik” çalışmalarının nasıl yorumlanacağına ilişkin bazı ipuçları vermektedir. Kierkegaard “estetiğin” okuyucuyu Hristiyan kavramlarım “estetik” tarzda yorumlamadan “geri dönmeye”, günübirlik yaşam bakış açısından geri dönmeye yönelttiğini; “diyalektiğin” ise sistemden ve spekülatif felsefeden “geri” dönmeye yönelttiğini söylemektedir. Ona göre estetik çalışmalar bakımından onun metodu aldatmaktır. Bu durumda aldatmanın ne anlama geldiği yolundaki kendi sorusuna cevap verirken şunları söylemektedir:

Bu kişinin iletişim kurmak isteği şeyle doğrudan başlaması anlamına değil,… diğerinin aldanmasına uyma anlamına gelmektedir. Böylece (bu çalışmanın konusuna bağlı kalmak için) kişi “Ben bir Hristiyan’ım, sen değilsin” diyerek değil, “Sen bir Hristiyansın ben değilim” diyerek başlar. “Öğütlediğim şey Hristiyanlık’tır ve sizin sürdüğünüz hayat tamamen estetik (günübirliğin yaşanmasıdır” diyerek değil, “Haydi estetik hakkında konuşalım” diyerek başlar. Aldatma kişinin tam olarak dinselliğe gelmek için yaptığı şeydir. Ancak varsayıma göre, öteki ayrıca estetiğin Hristiyan olduğu aldanışı içindedir, zira kendisinin bir Hristiyan olduğunu ve (günübirliğin) yaşamını sürdüğünü düşünmektedir. Korku ve Titreme’nin, Johannes de silentio’nun İbrahim’i anlamadığını söylediği yerinde, ayrıca onu anlamak için yeni bir kategoriye gereksinimimiz olduğunu da söylemektedir. Bu neredeyse kesin olarak, büyük ölçüde Felsefî Kırıntılar ve bilhassa Bilimsel Olmayan Dipnotun Çözümü’nde tanımlanan ve değerlendirilen Hristiyan iman kavramı (İbrahim’in ki değil)dır. Gerçekte burada geliştirilen iman kavramı, bizim İbrahim’in bir ‘sınama’ olarak İshak’ı kurban etmeye istekli oluşunu anlamamıza hiçbir şekilde yardımcı olmamaktadır. Bu kavramın yaptığı şey; Johannes de silentio’nun yalnızca kafasını Hegelci paradigmanın sınırlarına çarpmak suretiyle oluşturabildiği bir alternatif etik paradigmaya taban sağlamaktır. Yani Johannes’in görevi bir takma adlı yazarın yapması gerekendir. Johannes de silentio, (kendisinin söylediğine göre) “diyalektik” olarak hareket etmektedir; ancak yalnızca günübirlik yaşamı yaşayan insanların perspektifinden. Bu insanlar Hristiyanlığın iman kavramına sahip değildir, o da değildir. Yeni paradigma, Hegel’in Sistem’ini daha doğrudan kullanan ve okuyucuları buradan geri getirilmeye gereksinimleri olan kişiler olan, daha sonraki takma isimler için saklanmaktadır. Bu insanlar da aldanmışlardır. Bunlar “boş kafalı” dır; zira var olmanın ne demek olduğunu, özel olma duygusunu kendilerine unutturan sistem tarafından yutulmalarına izin vermekte ve süreç içinde yaygın bir “bireysel insanlar için tümtanrıcı [pantheistically] ahlâksız küçümseme”ye entelektüel destek vermektedirler. Bu insanların aldanmalarından uyandırılmaları gerekmektedir. Ancak bu başka bir (her ne kadar tamamıyla farklı olmasa da) hikayedir.

Kierkegaard’ın çalışmalarının takdimleri genellikle yaşamının bir özetiyle başlar. Ben bu özeti sona bırakmayı tercih ettim. Eğer aniden ortaya çıkan biyografik ilgi noktalarına çok fazla vurgu yapılırsa, bilhassa estetik çalışmalarda, kişi Kierkegaard’ın en iyi yazımlarının kompozisyonel bütünlüğünü kaybetmektedir. Bu şüphesiz ki, neredeyse her sayfasında, mitten, halk hikâyesine, tarihe ya da Kierkegaard’ın kendi imgelemine kadar her bir örnek o zamanda asıl yazarın gerçek yaşamına tanıklık ettiği Korku ve Titreme için de geçerlidir. Bu çalışma Søren Abbye Kierkegaard’ın otuz yaşında olduğu zaman ortaya çıkmıştır. Bu eser ilk ana ve daha geniş çalışması olan Either/Or: A Fragment of Life (Ya/Yada: Bir Yaşam Kesiti)’nin yayınlanmasından sekiz ay sonra yayınlanmıştır ve bu nedenle 1850 yılına kadar bir düzine büyük yayını meyve veren yoğun bir faaliyet döneminin başlangıcını göstermektedir. Geri plan özet biçimde çizilebilir. Kierkegaard (Danimarka lisanının erken dönemlerinde “Kilise bahçesi” sözcüğünün hecelemesine sahip, ancak İngilizce’deki “mezarlık” yan anlamını taşıyan bir sözcüktür) 5 Mayıs 1813 tarihinde Kopenhag’ta doğmuştur. Babasının ailesi Jutland’ta, feodal düzenlemeye uygun olarak, onlara kendi adını veren yerel rahiplerinin arazisinde çalışmıştı. Baba kendisi, eylemsel askerlik hizmetinden sonra yirmi bir yaşında, çoktan Kopenhag’a amcasının iş çamaşırı işinde çalışmak için taşınmış iken, rahip tarafından azat edilmişti. Baba Kierkegaard sonraları zengin bir ithal malları toptancısı haline geldi ve Søren babası öldüğünde iyi bir mirasa kondu. Søren; anneleri babanın ikinci karısı olan ve eskiden ilk eşin hizmetçisi olan kadından olan yedi kardeşin en genciydi. O dokuz yaşma gelmeden önce bir erkek ve bir kız kardeşi öldü. Hayatta kalan iki kız kardeş, bir erkek kardeş ve anne o yirmi bir yaşma vardığında öldüler ve kendisinin de otuz üç yaşından fazla yaşayamayacağı fikrine kapıldı. Katı bir biçimde yönetilen Medenî Erdem Okulu’nda eğitim gördü ve orada ve 1830 yılında kayıt olduğu üniversitede hızlı dili ve keskin nüktedanlığı ile ün yaptı. Seçtiği ders teolojiydi, ancak o liberal sanatlar ve bilim eğitimi de aldı. Bu dönemde babası hiç de az olmayan faturalar ödedi.

1837 yılında Kopenhag’ın ileri gelenlerinden birinin kızı olan Regine Olsen’e rastladı. O tarihte Regine on dört yaşındaydı. Ertesi yıl Kierkegaard’ın babası öldü. Babası oğlu üzerinde çocukluğundan itibaren ağır ve büyük ölçüde baskıcı bir etki uygulamıştı ve Kierkegaard sonunda kendi doğallığını özgürlüğe kaçarak yeniden kazanmayı denemeyi gerekli gördü. 1835 yılında Hristiyanlığı, babasıyla ilişkilendirerek, güçsüzleştirici bir etki olarak tanımlamaya başladı. Kendisi için başka bir “uğrunda yaşanacak ya da ölünecek” fikir aramaya başladı, çalışmalarını terk etti ve görünüşte kasabanın zengin bir genç adamının zevkine düşkün ve nüktedan yaşamını sürmeye başladı. Ancak günlüğüne yazdıkları farklı bir öykü anlatmaktadır. Kierkegaard aslında, babasının kırk bir yaşında ölümünden (Kierkegaard 25 yaşındaydı) hemen önce babasıyla barışmasıyla doruğa çıkan, derin bir depresyon dönemi geçiriyordu. Sonra Regine ile ilişkisi geldi. 10 Eylül 1840’ta nişanlandılar ve medenî bir erdemlilik yaşamı için her şey hazırlanmış görünüyordu.

Ancak bu olmayacaktı. Her ne kadar nişanı izleyen yıl içinde Devlet Kilisesi’nde kariyer yapmak için gerekli pratik eğitimi almaya ve bir akademik kariyer yapma düşüncesiyle doktora tezini hazırlamaya başlamış ve hatta ilk ayinini yapmışsa da, 1841 yılı Ağustos ayında nişan yüzüğünü Regine’ye iade etti. Aynı yılın Kasım ayında, tezini başarıyla savunmasından hemen sonra (Sokrat’a Sürekli Atıfla İroni Kavramı), Regine ile tamamen ayrıldı ve Berlin’e gitti. Orada Scheling’in derslerine katıldı (Her ne kadar karşılaştıklarına dair bir kayıt yoksa da, yaklaşık aynı tarihlerde Karl Marx’ın da aynı şeyi yaptığı düşünülmektedir). Olayların bu şekilde değişmesinin nedenini belirlemek kolay değildir. Ancak sorunun merkezini Kierkegaard’ın medenî yaşamın kişisel şartlarını, bilhassa koca ve baba olmaya ilişkin olanlarını yerine getiremeyeceği duygusu olduğu anlaşılmaktadır. Nedeni ne olursa olsun, bu olayları, 1843 yılı Şubat ayında Ya/Ya da (her biri 400 sayfanın üzerinde iki cilt halinde) ile başlayan ve Tekrarlama ve Korku ve Titreme ile süren, bir takma adla ya da gerçek adla yazılan eserler dizisi izlemiştir. Bu eserlerin ardından sekiz ay sonra (Haziran 1844) Felsefi Kırıntılar ve Kaygı Kavramı gelmiştir. Bunlar oldukça ince ciltlerdi, ancak sonra büyük Yaşam Yolunun Aşamaları ve onu takiben Hegelci gelenek düşünürlerine yöneltilen ‘diyalektik’ Bilimsel olmayan Dipnotun Çözümü’nden Felsefi Kırıntılar’a gelmiştir. Bu çok etkili yazımlarının yanı sıra Kierkegaard, ayrıca kendi adı altında yirmi bir “eğitici” ve “Hristiyanca” söylem yayınlamıştır.

Korku ve Titreme, Kierkegaard’ın kalbindeki evliliğine devam etmeme görüşüyle yakın bir tema olan “evrenseli kavrama”ya ilişkin eserler serisine (Ya/Ya da, Tekrarlama, Yaşam Yolunun Aşamaları) aittir. Ancak Korku ve Titreme’de bu tema, iki diğer tema ile, iman ve özveri ile kesin bir yan yanalık oluşturur. Sonrakilerin öncekiyle ilgisi ve bu nedenle Kierkegaard’ın İbrahim ve İshak öyküsüne başvurmasının nedeni yeterince açıktır. Bir açıdan Kierkegaard, açıkça evlenmek isteyen Regine’yi kurban ediyordu, bir başka açıdan ise Regine’yi çok istediği belli olduğundan kendisini kurban ediyordu ve bir başka açıdan ise, bütün ömrünü babası aracılığıyla (İbrahim?) feda ettiğini, ya da en azından zihinsel ve bedensel olarak aile yaşamının sorumluluklarını ve zevklerini ve sağlam bir işi kabul etmeye sağlıklı bir biçimde hazırlanmışken bu hayatı harcadığını ve böylece daha yüksek bir misyona hazırlandığını hissediyordu. Bir uzman psikolog olarak Kierkegaard, kendi durumunun bu olası yapılanmalarını aydınlatma ve bunlara karşı gelen motifleri ve bu motiflerden herhangi birini kabul etmesi için kendi motiflerini sorgulama yeteneğine sahipti. Bu nedenle daha yüce bir misyon için hazırlayan ve belki de devam etmesini sağlayan; Regine’yi daha yüce bir misyon için feda etmesinin acısını düşünme ve babasının ona verdiği acı ile daha değersiz bazı motifleri gizlemek için bir savaş hilesi olabilir. Onun Regine ile ayrılmayı ele almayı düşündüğü biçimler (günlüğünde) tekrarlanmış, sonunda nihai versiyonunu Agnete ve deniz adamı efsanesini yapılandırmasında bulmuştur. Aynı şey iman için de geçerlidir. Günlüklerinde eğer imana sahip olsaydı -bu yaşam için iman- Regine ile kalmış olması gerektiğini yazıyordu. Ancak bu da özveri gerektirecekti, en azından bir yazar olarak kariyerinin ve bütün yaşamı boyunca hazırlandığı hazırlanan her şeyin feda edilmesini.

Her halükârda Kierkegaard’ın kırk dört yaşındaki ölümüne kadar izlediği kariyer bir yazarın kariyeriydi. O tarihte (11 Kasım 1855), onu, duruşunu, elbiselerini ve sallanarak yürüyüşünü acımasızca karikatürize eden haftalık bir hiciv dergisiyle kan davasını tahrik etmekle kendisini kamuoyunun maskarası haline getirdi. Ayrıca Danimarka Devlet Kilisesi’ne ve Kilise’nin saygın görevlilerine sürekli ve keskin saldırılar yaparak bir toplumsal rahatsızlık unsuru haline geldi. Başka yayınları da vardı. Bunlar arasında dikkat çekenleri Ölümcül Hastalık (1849) ve Hristiyanlık’ta İbadet (1850), bir dizi Hristiyan Söylemleri ve kendisinin bastırdığı, An (0ieblikket) adını verdiği bir büyük boy gazete vardı. Bu gazete Kierkegaard’ın hastalanıp yolda bayılması ve altı hafta sonra hastanede muhtemelen bir akciğer enfeksiyonu yüzünden ölmesine kadar dokuz sayı çıktı. Hasta yatağındayken, çocukluk arkadaşı ve şimdi bir papaz ve Kierkegaard’ın kendi kardeşi de bir din adamı olmasına rağmen görmeyi kabul edeceği tek Kilise üyesi olan Emil Boesen’e; yaşamının ‘gurur ve kibir’ gibi göründüğünü ancak böyle ‘olmadığını’, tam tersine ‘büyük ve başkalarınca bilinmeyen ve anlaşılamayan bir ıstırap olduğunu’ itiraf etmiştir. Evlenmemiş ve bir resmî görev almamış olmasına pişmandı. Kierkegaard’ın cenaze töreni, Kilise’nin, ölenin isteğine zıt olarak zorunlu görevleri yapmada ısrarını protesto eden öğrenci yeğeni yüzünden küçük bir kargaşaya neden oldu.

***

Korku ve Titreme’nin önsözünde yazar, benim de bu takdimde kullandığım bir ifade olan “ileri gitme” nosyonunu kullanmaktadır. Bu ifade Kierkegaard’ın Kopenhag Üniversitesi’ndeki eski danışmanı ve daha sonra Başpiskopos olan H.L. Martensen tarafından, kişinin Descartes hakkındaki metodolojik kuşkudan Hegel’e ve hatta daha ileriye gitmesi gerektiğini ileri sürdüğü bir değerlendirmede kullanılmıştır. Kierkegaard kuşkuyu imana paralel olarak, bırakın ileri geçmeyi ulaşmanın bile yeterince zor olduğu bir şey olarak kullanmaktadır. Bu Kierkegaard’ın yazımlarının büyük bir kısmının tipik “durumsal” karakteridir. Bu eserler, bizden farklı olarak imaları kolaylıkla yakalayabilecek ve göndermeleri anlayabilecek kendi çağdaşı okuyucular için yazılmıştır. Elbetteki Danimarka dilinde yazmakta ve kendi çalışmalarının “klasikler” haline gelebileceğine dair hiçbir beklenti taşımamaktaydı. Hatta eğer böyle bir beklentisi olsaydı dahi, bu biçiminden ayrılması pek olası görünmemektedir. Kierkegaard kendi işlevini edebî ün kazanmak isteyen bir yazar olarak değil, dünyayı içinden ve bulunduğu yerden değiştirme girişimi olarak görmüştür.

Alastair Hannay Kaynak: Korku ve Titreme – Kierkegaard (Önsöz)

ALİ ŞERİATİ: KURBAN, KOÇ BOĞAZLAMAK DEĞİL, KENDİ İSMAİL’İNDEN VAZGEÇEBİLMEKTİR!

Bu Hz. İbrahim’in dinidir; kana susamış Tanrıların, mazoşistlerin ve işkencecilerin değil. İnsanın mükemmelliğe ulaşmasının, bencillikten ve hayvani arzularından kurtulmasının hikayesidir yaşanan. İnsanın daha ulvi bir makama ve aşka, ve bilinçli bir insan olarak sorumluluklarını yerine getirmesine engel olacak her şeyden azade olduğu bir iradeye yükselişidir…

…Hikaye, bir koçun kurban edilişiyle sona eriyor. Bu, Yüce Allah’ın tarihin en büyük insan trajedisinin sonuna ilişkin dileğidir – birkaç aç insanı doyurmak için bir koç kurban etmek.

İbrahim başlangıçta hikayeyi yeniden anlatıp oğluna “burada seni ellerimle kurban edeceğim demek için ağzını açmadı. Sonunda, Allah’ın güvenine sığındı ve “İsmail rüyamda seni boğazlıyorum” dedi! Öylesine hızlı söylemişti ki bu kelimeleri kendisi bile işitmedi. Sonra sustu. Korkulu ve solgun, İsmail’in gözlerine bakmaya dayanamıyordu. İsmail babasının içinde bulunduğu durumu sezerek onu teselli etmeye çalıştı. “Baba itaatkar ol ve Allah’ın emrini yerine getirmek için tereddütte düşme. Beni de itaat edici olarak bulacaksın. Katlanabilirim ben” dedi.

Sen de İbrahim gibi kendi İsmail’ini getirmelisin Mina’ya. Senin İsmail’in kim? Ancak sen bilebilirsin, başkası değil. Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs. Ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim’in İsmail’i sevdiği kadar sevdiğin bir şey olmalı. Senin özgürlüğünden çalan, görevlerini yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikati duymaktan ve bilmekten alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense meşrulaştırıcı sebepler ürettiren ve seni sadece gelecekte senden gelecek yardım için destekleyen ne varsa; işte bunlar onun işaretlerindendir. Onu arayıp bulmalısın. Eğer Allah’a yaklaşmak istiyorsan, İsmail’i Mina’da kurban etmen gerek.

Mina’da kuytu bir köşede İbrahim [AS] oğluyla konuştu! Yüzyıl yaşamış ak saçlı sakallı babanın yanı sıra İsmail gençlik çağına yeni giriyordu. Dünyanın değil Arap yarımadasının göğü böyle bir görünüme katlanamazdı! Tarih, baba ile oğul arasındaki böyle bir konuşmayı kaydetmemişti hiç. Kimse de, dostça fakat ürkütücü bir konuşmayı düşünmemişti!

İsmail’in yerine geçecek koçu (fidye) sen tespit etme, bırak Allah sana yardım etsin ve bir hediye olarak göndersin. O, koçu ancak bu şekilde kurban olarak kabul eder. Koç ancak İsmail’in bedeli olduğunda kurbandır; yalnızca kurban olsun diye koç boğazlamak ise kasaplıktır.

Dr. Ali Şeriati Kaynak: Hac (“Baba Oğul Arasında Konuşma” başlıklı bölümden alınma birkaç paragraf ) Çeviri: Şükrü Kaya

ALBERT CAMUS: PROMETHEUS GERİ GELSE, BUGÜNÜN İNSANLARI ONU KAYAYA ÇİVİLERLERDİ

PROMETHEUS* CEHENNEMDE

“Karşısına çıkarılacak hiçbir şey bulunmadığı sürece tanrısallıkta bir şey eksikmiş gibi geliyordu bana.” “Prometheus Kafkasya’da”, LUKİANUS

Bugünün insanı için Prometheus ne anlam taşır? Hiç kuşkusuz, tanrılar karşısında ayaklanmış olan bu başkaldırmışın çağdaş insanın örnekçesi olduğu ve binlerce yıl önce Skitia çöllerinde yükselen bu karşı çıkışın bugün bir benzeri daha bulunmayan bir tarihsel kargaşada son bulduğu söylenebilir. Ama, aynı zamanda, bir şeyler bize bu ezilmişin ezilmesinin, bizim aramızda da sürdüğünü ve yalnız işaretini verdiği insan başkaldırısının büyük çığlığı karşısında hâlâ sağır kaldığımızı söyler.

Bugünün insanı gerçekten de bu dünyanın dar yüzeyinde baş döndürücü yığınlarla acı çeken kişidir, özgürlüğe şimdilik bekleyebilecek bir lüks diye bakan, ateşten ve besinden yoksun kişidir; bu kişi için henüz biraz daha acı çekmekten başka bir şey söz konusu değildir, tıpkı özgürlük ve son tanıkları için biraz daha silinmekten başka bir şey söz konusu olamayacağı gibi. Prometheus’a gelince; insanları kendilerine ateş ile özgürlüğü, teknik ile sanatı aynı zamanda verecek ölçüde seven kahramandır. Bugün, insanlık teknikten başka bir şeye gereksinim duymuyor, teknikten başka bir şeye kulak asmıyor. Makineleri içinde başkaldırıyor, sanatı da, sanatın varsaydıklarını da bir engel ve bir tutsaklık göstergesi olarak görüyor. Prometheus’un özelliğiyse, tam tersine, makineyi sanattan ayıramaması. Prometheus, bedenlerin ve tinlerin aynı zamanda kurtarılabileceğini düşünür. Günümüzün insanı, tin geçici olarak ölecek bile olsa, önce bedeni kurtarmak gerektiğine inanıyor. Ama tin geçici olarak ölebilir mi? Gerçekte, Prometheus geri gelecek olsaydı, bugünün insanları da o zamanın tanrıları gibi yaparlardı: İlk simgesi olduğu şu insancılık adına kayaya çivilerlerdi onu. O zaman yenilmişi aşağılayacak düşman sesler Aiskhylos tragedyasının eşiğinde çınlayan seslerin aynı olurdu: Güç’ün ve Şiddet’in sesleri.

Kısır zamana, çıplak ağaçlara, dünyanın kışına boyun mu eğiyorum? Ama bu ışık özlemi bile beni haklı çıkarıyor: Bana bir başka dünyadan, gerçek yurdumdan söz ediyor. Bunun kimi insanlar için hâlâ bir anlamı kaldı mı? Savaş yılı, Odysseus’un gezisini baştan yapmak için gemiye binecektim. O dönemde, yoksul bir genç bile ışıkla karşılaşmak üzere bir denizi geçmenin görkemli tasarısını yapabilirdi. Ama ben de herkes gibi yaptım o zaman. Gemiye binmedim. Cehennemin açık kapısı önünde bekleyenler arasında yerimi aldım. Yavaş yavaş, girdik buraya. Ve öldürülen suçsuzluğun ilk çığlığında, kapı arkamızda şakladı.

Cehennemdeydik, bir daha da çıkmadık. Altı uzun yıldan beri, ona alışmaya çalışıyoruz. Mutlu adaların sıcak ateşleri artık yalnız başka uzun yılların dibinde görünüyor bize, daha gelecek olan, ateşsiz, güneşsiz yılların.

O zaman, bu nemli ve kara Avrupa’da, yaşlı Chateaubriand’ın Yunanistan’a giden Ampère’e şu haykırışını nasıl bir keder titremesi ve zor bir suç ortaklığı duygusuyla karşılamazsınız: “Benim Attika’da gördüğüm zeytin ağaçlarının tek bir yaprağını, üzümlerin tek bir tanesini bile bulamayacaksınız. Benim zamanımın otlarına bile yanıyorum. Bir fundayı yaşatacak gücüm bile olmadı.” Biz de, genç kanımıza karşın, bu son yüzyılın korkunç yaşlılığına gömülmüşüz, bazı bazı biz de tüm zamanların otlarına, artık kendi kendisi için görmeye gitmeyeceğimiz zeytin ağacının yaprağına ve özgürlüğün üzümlerine yanacağız. İnsan her yerde, her yerde çığlıkları, acısı ve tehditleri. Toplanmış bunca yaratık arasında, cırcırböceklerine yer yok artık. Tarih fundalar yeşermeyen bir kısır toprak. Gene de bugünün insanı tarihi seçti; ondan ne vazgeçebilirdi ne de vazgeçmesi gerekirdi. Ama onu boyunduruk altına alacak yerde, ona her gün biraz daha tutsak olmaya boyun eğiyor. Prometheus’a, bu “düşünceleri gözüpek, yüreği hafif” oğula işte burada ihanet ediyor. Prometheus’un kurtarmak istemiş olduğu insanların düşkünlüğüne işte burada dönüyor. “Görmeden görüyorlardı, anlamadan dinliyorlardı, düşlerdeki gölgeler gibi…”

Evet, daha her şeyin yapılmayı beklediğini görmemiz için bir Provence akşamı, kusursuz bir tepe, bir tuz kokusu yeter. Bedenin açlığını yatıştırmak için ateşi yeniden bulmak, meslekleri yeniden kurmak durumundayız. Attika, özgürlük ve bağ bozumları, tinin ekmeği daha sonraya. Kendi kendimize, “Artık hiç olmayacaklar ya da başkaları için olacaklar!” diye haykırmaktan ve hiç değilse bu ötekilerin yoksun kalmamaları için gerekeni yapmaktan başka ne yapabiliriz ki? Bunu acıyla duyan, gene de üzüntüden uzak bir yürekle karşılamaya çalışan bizler, geç mi kaldık, yoksa erken mi geldik, fundaları yeniden yaşatmaya gücümüz yetecek mi?

Yüzyılın içinde yükselen bu soruya Prometheus’un vereceği yanıtı tasarlamak kolay. Gerçekte, o bu yanıtı çok önceden vermişti: “Ey ölümlüler, bu işi ellerinizle yapacak oranda becerikli, erdemli, güçlüyseniz, size düzeltme ve onarma sözü veriyorum.” Kurtuluşun kendi ellerimizde olduğu doğruysa, yüzyılın sorgusuna tanıdığım birkaç kişide sezdiğim bu dönüşlü güç ve bilgili gözüpeklik nedeniyle “Evet” yanıtını vereceğim. “Ey adalet, ey ana, bana çektirilenleri görüyorsun!” diye haykırır Prometheus. Hermes de kahramanla alay eder: “Bilici olup da gördüğün işkenceyi önceden görememene şaştım.” “Biliyordum,” diye yanıtlar Başkaldırmış. Sözünü ettiğim insanlar da adaletin oğullarıdır. Onlar da, ne yaptıklarını bilerek, herkesin mutsuzluğunun acısını çekerler. Kör adalet olmadığını, tarihin gözsüz olduğunu ve yerine, elden geldiği ölçüde, tinin tasarladığı adaleti koymak üzere, onun adaletini yadsımak gerektiğini bilirler. Prometheus işte burada yüzyılımıza döner. Söylenlerin kendi başlarına yaşamı yoktur. Kendilerini cisimleştirmemizi beklerler. Dünyada tek bir insan çağrılarına yanıt vermeyegörsün, el değmemiş özsularını sunarlar bize. Bunu korumamız ve dirilişin olanaklı olması için uykunun ölümcül olmamasını sağlamamız gerek. Bazı bazı bugünün insanını kurtarıp kurtaramayacağımız konusunda kuşkuya düşerim. Ama bu adamın çocuklarını bedenlerinde ve tinlerinde kurtarmak hâlâ olanaklı. Onlara aynı zamanda mutluluk ve güzellik şanslarını sunmak olanaklı.

Güzellikten ve belirttiği özgürlükten yoksun yaşamaya boyun eğmemiz gerekiyorsa, Prometheus söyleni bize insanın her türlü sakatlanmasının ancak geçici olabileceğini ve insanın tümüne hizmet edilmedikçe hiçbir şeyine hizmet edilmediğini anımsatacaktır.

Ekmeğin ve fundalığın açlığını duyuyorsa ve ekmeğin daha gerekli olduğu doğruysa, fundalığın anısını korumayı öğrenelim. Tarihin en karanlık odağında, Prometheus’un adamlarının, çetin işlerine ara vermeden, gözleri dünyanın ve yorulmak bilmez otun üzerinde olacaktır. Zincire vurulmuş kahraman tanrısal yıldırımın ve gök gürültüsünün altında insana beslediği dingin inancı sürdürecektir. İşte böylece, kayasından daha sert, akbabasından daha sabırlıdır. Bu uzun inat, tanrılara karşı ayaklanmasından daha anlamlı bizim için. Bir de insanların acılı yüreğiyle dünyanın baharlarını her zaman barıştırmış ve her zaman barıştıracak olan bu hayranlık verici istenç, hiçbir şeyi ayırmama, hiçbir şeyi atmama istenci.

(1946) Albert Camus Kaynak: Yaz, Fransızca Aslından Çeviren: Tahsin Yücel, Can yayınları

*Prometheus, yaygın olarak bilinen, günümüzde sanattan spora pek çok alanda canlılığını gösteren bir mittir; ilk insanın yaratılışında, çeşitli yetenekler verilmesinde ve insanoğlunun Olympos’un tanrılarına başkaldırısına önderlik eden mitolojik karakterdir. Prometheus, kardeşleri gibi, tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış ne var ki öteki kardeşlerinden farklı olarak sonunda insanoğlunu yaratarak ve onlara ateşi vererek bu düzeni değiştirmeyi başarmıştır.

MARX’TAN JENNY’E MEKTUP: KISA SÜRELİ AYRILIKLAR İYİ OLUYOR; ÇÜNKÜ…

Karl Marx’tan Jenny von Westphalen’e…

“Yürekten sevdiğim,

Sana yine yazıyorum çünkü yalnızım ve çünkü kafamın içinde seninle konuşurken senin bunu bilmiyor ya da karşılık veremiyor olmana katlanamıyorum.

Kısa süreli ayrılıklar iyi oluyor; çünkü hep bir arada olunca her şey ayırt edilmeyecek kadar birbirine benzemeye başlıyor. Yan yana durduklarında kuleler bile cüceleşirken, alelade ve ufak tefek şeyler yakından bakınca kocamanlarmış. Küçük tedirginlikler, onlara yola açan nesneler göz önünden kaldırıldığında yok olabilir. Yan yanalık dolayısıyla sıradanlaşan tutkularsa mesafenin büyümesiyle yeniden büyüyüp doğal boyutlarına dönerler. Aşkım da öyle…

Zamanın aşkımı tıpkı güneş ve yağmurun bitkileri büyüttüğü gibi büyütmüş olduğunu anlamam için senin bir an, sırf rüyada bile olsa, benden koparılman yetiyor. Senden ayrılır ayrılmaz sana olan aşkım bütün gerçekliğiyle kendini gösteriyor: O, ruhumun bütün enerjisiyle yüreğimin bütün kişiliğini bir araya getiren bir dev. Böylece yeniden insan olduğumu hissediyorum çünkü içim tutkuyla doluyor. Araştırma ve çağdaş eğitimin bizi kucağına attığı belirsizlikler ve bütün nesnel ve özel izlenimlerimde kusur bulmaya iten kuşkuculuk bizi küçük, zayıf ve mızmız kılıyor. Ama aşk Feuerbachvari insana aşk değil, metabolizmaya aşk değil, proletaryaya aşk değil, sevdiğine aşk, yani sana aşk, insanı yeniden insanlaştırıyor…

Dünyada çok dişi var, kimileri de çok güzel ama ben, her bir hattı, hatta her bir kırışığı bana hayatımın en büyük ve en tatlı anılarını hatırlatan bir yüzü bir daha nerede bulabilirim? Senin tatlı çehrene sonu gelmez acılarımı, yeri doldurulmaz kayıplarımı bile okuyabilir ve senin tatlı yüzünü öptüğümde acıyı öperim.

Hoşça kal canım.

Seni ve çocukları binlerce kere öperim.

Senin, Karl.”

Manchester, 21 Haziran 1865

ASLI ERDOĞAN: BAZEN İNSANA HİÇBİR ŞEY HATIRLAMAK KADAR ACI VEREMEZ

İNSANIN TAM ZIDDI GENE KENDİSİDİR!

Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar. Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır. Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası, çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer. Hepimizin çoktan öğrendiği gibi, bir öykü, gerçekten yaşanmış da olsa, gerçekliği yansıtmaktan çok uzaktır, onun birkaç resminden, simgesinden oluşmuştur.

Az sonra başlayacağım, Karayipler’ de geçen o korkunç öyküyü yaşamış kişi benim. Oysa biliyorum ki, son noktayı koyduğumda, elimde bulacağım, gerçeğin tortusundan ibaret olacak. Yaşadıklarım, o her biri elmas değerindeki anlar su damlaları gibi kayıp gitti avcumdan. Gerçekliğin sonsuz okyanusundan tek bir deniz kabuğu kaldı geriye. Ona kulağımı dayayarak sonsuz bir şarkıyı sözcüklere dökmeye çalışacağım. Anlayabildiğim, yorumlayabildiğim kadarını elbette.

 Size Kabuk Adam’ın öyküsünü anlatacağım, tropik bir adayı, cinayet ve işkencenin, şiddetin bataklığında filizlenen bir aşkı, içinde yetiştiği toprak kadar acı dolu bir aşkı anlatacağım. Çıldırtıcı gücünü, sonuna dek yaşanmayan arzulardan, en gizli hayallerden alan bir tutkuyu, ölümle yaşamın sınırında kurulan mucizevi bir dostluğu ve bütün yıkımların nedeni olan korkuyu, insanın en temel özelliği olan korkusunu, alçaklığını, umutsuz yalnızlığını…

Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki, cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil bir peygamber olabilir ve insan bir başkasına, aynı karabüyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir.

Aradan bir yıla yakın bir zaman geçti. İstanbul’da, karlı bir mart akşamı, sobanın yanına oturmuş, tropiklerin bunaltıcı sıcağını, palmiyelerin durmak bilmeyen hüzünlü danslarını ve okyanusu düşlüyorum. Mercan kayalıklarını binlerce yıllık bir öfkeyle döven hırçın okyanus. Hayatımda ilk kez görüyordum onu, görkemliydi, ulaşılmazdı, bulabileceğim bütün imgelerden çok daha büyüktü. Yaşamın olduğu kadar sonsuzluğun da kaynağıydı. Bir peygamberdi o, bir katil, bir karabüyücü. İşte, ancak o zaman, okyanusu hatırladığımda, Kabuk Adam Tony de gözlerimin önünde beliriyor. Kısacık boyu, derin yara izleri ve kapkara gözleriyle Kabuk Adam. Sonra hepsi, yavaşça geri geliyor; palmiyelerle kaplı kumsal; gettonun girişindeki tahta iskelesi, deniz kabukları, hindistancevizi ağaçlı buruna yolculuk, beni kendimden dışarı çıkarıp, yasak bir dünyaya, bir başka insana taşıyan yolculuk. Ölüm, korku, dehşet, arzu, yağmurlar, dans, siyah sular, cinayet, gece bulutu, arzu. Ve aşk. Ve yitirmek. Bir gece yarısı, kamp ateşinin solgun ışığında parıldayan bıçak. Bana okyanusun şarkısını öğreten Kabuk Adam, öylesine derin, yırtıcı ve gerçekdışı bir aşkla sevdiğim Kabuk Adam Tony.

Tony’yi tanıdığım yaz, hemen hemen bitmiş bir insandım. Yaklaşık iki yıldır, Avrupa’nın en büyük nükleer fizik laboratuvarında çalışıyordum. Meslektaşlarıma, akrabalarıma, Türkiye’deki dostlarıma göre (aslında tek bir dostum bile yoktu) övünülecek bir konumdaydım. En iyi okulların diplomalarım kağıt peçeteler gibi üst üste yığmış, böylesine genç bir yaşta, yirmi beş yaşındaydım, bu dev laboratuvarda tez olanağı elde eden ilk Türk öğrencilerden biri olmayı başarmıştım. Üstelik de bu alandaki kadın fizikçilerin oranı yüzde beşi bile zar zor buluyordu. Uzun yıllar baleyle uğraştığım, kısa ömürlü edebiyat dergilerinde öyküler yayımlatıp, ödüller kazandığım için “çok yönlü” diye tanımlardım. Sonuçta, insanlara pazarlayabileceğim birkaç özelliği, birkaç kurumsal başarıyı, gene kağıt peçeteler gibi diyeceğim, üst üste koymuştum. Oysa gerçekte ben, bunalımdan bir türlü kurtulamayan, hiçbir düşünceye, inanca ya da insana bağlanamayan, sürekli huzursuz, karamsar ve yapayalnız biriydim. Yaşama coşkumu çoktan kaybetmiş, belki de hiç kazanamamıştım. Bana kalırsa, kişisel tarihimin tek bir teması vardı; hayal kırıklığı. Ağır aile baskısı ve şiddetle dolu geçen çocukluk yıllarım, dünyayı, acı çekenler ve çektirenlerin bulunduğu bir savaş alanı gibi algılamama neden olmuştu ve sanırım haklıydım da. Emekleme çağımdan beri, sadece zeki ve başarılı olduğum sürece sevgi – ya da “sevgi” diye adlandırılan bir şeyi göreceğimi öğretmişlerdi bana, ama hiç kimse, sevmeyi nasıl başaracağımı öğretmemişti. Hayatıma girenler de, bir yandan beni pohpohlarken, bir yandan da burnumu alabildiğine sürtmeyi görev edinmişlerdi. (Sonralan bunun, erkeklerin kadınlara karşı genel bir tavrı olduğuna karar verdim.) Daha bu yaşta, sinirli insanların, ömürlerinin ortasında edindikleri kolit, ülser, astım gibi hastalıkların tümüne sahiptim.

UNUTMAK VE HATIRLAMAK ÜZERİNE – SİGMUND FREUD

Hepsinden önemlisi, ölüme hazırlanan yaşlı bir kadın kadar umutsuz ve kırgındım. 3 Bu araştırma merkezi, beni çökerten son darbe olmuştu, içten içe çürümüş bir ağacı deviren fırtına gibi. Böyle bir yere kabul edilmenin boş gururu kısa zamanda aşınmış, kaskatı gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalmıştım. Burası, fizikçi jargonunda denildiği gibi, bir gettoydu ya da bir manastır. Bizden istenen üç şey vardı: Çalışmak, çalışmak, çalışmak. Hastalanmadan, üzülmeden, bunalıma girmeden, aşık olmadan, hiç teklemeyen bir jet motoru gibi çalışmak. Haftanın yedi günü, günde on dört, deneyler başladığında on altı, saat çalışmak; bir sonraki toplantıya, yetiştirilmesi ve kesinlikle hatasız olması gereken raporlar, yerin yüz metre altında, küçük, kapalı odalarda tutulan vardiya nöbetleri, bilgisayarın başında çabucak biten geceler. Aldığım eğitim sonucu çalışmaya, kendimi işime adamaya alışıktım, ama burada, en tembellerden ve kaytarıcılardan biri olup çıkmıştım. Ne kadar istesem de -istemiyordum da- o Çin’den, Japonya’dan, Hindistan’dan gelmiş, sürekli, hiç yorulmadan çalışan, bilgisayar ekranından yalnızca üç-beş saatlik bir uyku için ayrılan, hırslı, “süper-zeka” doktora öğrencileri gibi olamazdım. Çünkü yaşamaya katlanabilmenin bazı koşulları vardı: Okumak, öykü yazmak, arada bir dans etmek, sokaklarda başıboş dolaşmak gibi. Bunların bedeli de çok pahalıydı, maaşım kesilmiş, kariyerim bitme noktasına yaklaşmıştı.

Böyle bir yerde yıllarca tutunabilmek için, insanın bir tutkusunun, işi dışında herhangi bir bağlılığının olmaması, kendi benliğini gözden çıkarmayı, bedenini dışlamayı, duygularının çoğunu bastırmayı öğrenmesi gerekir. Laboratuvardaki herkes, şu ya da bu biçimde korkunç bir yalnızlığı ve ruhsal çöküntüyü dışa vuruyordu; bir hapishanede olduğu gibi, görünmeyen, çok güçlü kurallar insan ilişkilerini yönlendiriyordu. Gözü dönmüş bir hırs, ispiyonculuk, paranoya, katı duygusuzluk, depresyon, cinsel doyumsuzluk, yaygın bir alkol alışkanlığı, hatta şizofreni; işte böylesine kokuşmuş bir ortam. İnsanlığın en üretken ama  aynı zamanda insana karşı en duyarsız kurumundaydım ve yanlış toprağa ekilmiş bir bitki gibi hızla kuruyordum.

Tek arkadaşım olan Maya, şöyle özetlerdi koşulları: “Burası, en yakın dostunuz kafasına bir silah dayadığında, başınızı çevirip bakacak zamanı, gücü, hatta isteği bile bulamayacağınız bir yerdir.” Ben de şöyle eklerdim: “Zaten dostunuz da yoktur.” Aslında biz, ikimiz, çok şanslıydık, çünkü o koşullar için olağanüstü bir dostluk kurmayı ve yaşatmayı başarmıştık. Maya bu çılgın, delidolu kız, Yunan’dı, gerçek bir Yunan hem de. Homeros, Yunan trajedileri; Kavafis ve o şarap renkli deniz vardı iri, depderin gözlerinde. İlyada)dan, Macbeth)den, Ömer Hayyam’dan dizeler okurdu ezbere; üç dili su gibi konuşur ve bu üç dilde, inanılmaz güzellikte şiirler yazardı. Çok zeki ve duyarlıydı, bu iki özelliğin bir kadında birleşmesi, onu çoğu zaman felakete götürür. Maya da yıllardır “manik-depresif’ olduğu gerekçesiyle tedavi görüyordu. Benim gibi eski bir balerin, yetenekli bir amatör ressamdı. Fiziği, şiiri, dansı, sevişmeyi, içkiyi, kedisini, birlikte olduğu erkekleri çılgıncasına, tutkuyla, ölesiye severdi.

Laboratuvardaki ilk yazımın sonlarına doğru, bir pazar akşamı, elimde Nabokov’un “YEİS”iyle ofisinin önünden geçiyordum. Aynı koridorda çalışıyorduk; gece gündüz bilgisayara bakan bu kapkara, hüzünlü gözler ve düşünceli yüz çoktan ilgimi çekmişti. Onu bir tanrıça heykeline benzetirdim o zamanlar; hep oturan ve düşünen, geniş kalçalı, doğurgan bir tanrıça. Sürekli çalışması, kendisine uyguladığı katı disiplin, keskin hatlı Grek yüzünün ödün vermeyen ciddiliği beni korkuturdu, kapısının önünden sessizce geçmekle yetinirdim. O akşam, birkaç saniyeliğine gözünü ekrandan ayırmış, gülümseyerek beni içeri davet etmişti. “Aa, Nabokov mu okuyorsun?” Uzun uzun edebiyattan söz etmiştik; Lolita, on dokuzuncu yüzyıl Rus romanı, kadın yazarlar… Şimdiye dek, edebiyatla bu kadar ilgilenen bir başka fizikçi daha tanımamıştım, ama sanırım daha ilk günden,  ondaki edebiyat sevgısının açığa çıkardığı çok önemli, temel özellikleri sezmiştim. Bir hafta sonra -artık her gün ofisine uğruyor ve günümün biricik mutlu dakikalarını orada geçiriyordum- bana üç yıl önce, iki bardak su ve altmış tane mor renkli uyku hapıyla kendini öldürmeyi denediğini anlattı. Hemen ardından da, yerinden fırlayıp dosyalarını toparladı ve bir toplantıya yetişmek üzere çabucak çıktı; beni sandalyeme mıhlanmış, gözlerim yaşlarla dolu bir halde bırakarak. Ertesi akşam, ben de ona benzer bir deneyimden geçtiğimi söyleyince, bir daha hiç ayrılmamacasına kenetlendiğimizi biliyorduk; trajik bir mucizenin birleştirdiği Siyam ikizleri gibi. Kısa zamanda, birbirimizin desteği olmadan, hayatımıza katlanamaz duruma geldik; depresyon kış yağmurları gibi bastırdığında, terk edildiğimizde, aşağılandığımızda, bizi kobra yılanı gibi izleyen intihar düşüncesi kafasını kaldırdığında, hep birbirimizi kurtarıyorduk. Bir yandan cezaevi ya da askerlik arkadaşlıklarına benziyordu ilişkimiz, ancak bu tür dostluklarda görülebilecek fedakarlıkları içeriyordu, ama aynı zamanda ortak geçmişlerin, ortak acıların, ortak ruhların kesişmesiydi. Bazen birbirimizi yansıtan iki ayna oluyorduk, bazen birbirimizi bütünlüyor, bazen de kendi gücümüzün son kırıntılarını ötekine aktararak sağ kalmayı başarıyorduk. “İçtikleri su ayrı gitmeyen Türk ile Yunan”ın ünü laboratuvara yayılmıştı; eminim ki, o erkek-egemen bilim dünyasının maço fizikçileri, bizi lezbiyen sanıyorlardı.

“Hatırlamak dert yaratmaktır!…” Sait Faik Abasıyanık’ta Bunalım – Doğan Hızlan

Karayipler’de, St. Croix adındaki küçük adada -Amerika’ya ait Virgin (Bakire) Adaları’ndan biridir bu- yapılacak Yüksek Enerji Fiziği seminerlerine, Maya kabul edilmemiş olsaydı başvurmazdım herhalde. NATO’nun finanse ettiği bu yaz okulunda, fizik dünyasının önde gelenlerinin ders vermesi umrumda bile değildi. Karayipler’e bedava uçak bileti ve bedava otele tav olmuştum daha çok; benim gibi yoksul bir Türk’ün eline, böyle bir fırsat hayatta bir kez geçerdi. Bunun bir tatil olmadığı, yönetici profesörün işi çok sıkı tutup günde en azından sekiz saatlik bir çalışmayı şart koştuğu konusunda uyarılmıştım gerçi. Zaten fizikçileri yeterince tanıyor ve beni bekleyen ortamı kolayca tahmin edebiliyordum. Gölgede otuz beş derecede, okyanusun kıyısında fizik problemleri çözen, fizikten başka bir şey görmeyen, düşünmeyen, konuşmayan, tatsız tuzsuz, renksiz insanlar. Gene de Karayipler beni büyülüyor, sayısız gizemi çağrıştırıyordu. İspanyolların, altınlarını yağmalamak için yok ettikleri o soylu halkın, Karayip Kızılderililerinin adını (onlardan geriye yalnızca bu ad kaldı; bu da yok oluşlarının en trajik yönü) taşıyan binlerce, on binlerce ada. Takımadalar, mercanadaları, okyanusun ortasında noktacıklar. Kölelikten kaçıp dağlara sığınan, gizli mağaralarda kasava zehiriyle toplu halde intihar eden Arawak kabilesi, onların madenlerdeki, plantasyonlardaki yazgılarını tamamlamak için anayurtlarından koparılan Afrikalılar; okyanusun üzerine bir utanç bulutu gibi yayılan kamçı sesleri, çığlıklar, ağıtlar; ayaklanmalar, köle direnişleri, cinayetler, savaşlar, korsanlar, sömürge cezaevleri (Şeytan ve Cüzzamlılar Adası!); Küba Devrimi; karabüyü ayinleri, voodoo ve obeah; Jamaika, samba, kalipso ve siyah isyanın müziği reggae. Kızıl ve kara insan, ilk kez bu topraklarda, beyaz insanın acımasız açgözlülüğüyle karşılaşmış ve savaşmıştı. Yüzlerce yıllık bir kin ve acıdan, özgün, melez ve çok zengin bir kültür doğmuştu. Kızılderililerin onurunu ve cesaretini, Afrikalıların yaşama bağlılığını ve direncini, Avrupalıların hırsını harmanlayan bir kültür. St. Croix, bu, alanı birkaç yüz kilometrekareyi ancak bulan ada, tarihin ilk Kızılderili-Beyaz savaşının olduğu yerdi. Kolomb’un hepsi de birer vahşi yağmacı olan yorgun “fatihleri”, “Yeni Dünya”ya ilk kez burada, Oklar Körfezi’nde ayak basmıştı. St. Croix’nın hemen yanındaki St. Thomas ise, adı bile bilinmeyen bir zenci Spartaküs’ün komutasında, onlarca yıl Avrupalı köle sahiplerine direnmişti. İsimlerini İncil’deki on  bin şehit bakireden alan bu adaların her biri, unutulmuş, dahası hiçbir yazılı metne geçmemiş kahramanlıklar ve trajedilerle doluydu. (Çünkü buralarda yazılı tarih Beyaz Adam’m tarihidir.) Atlan ta’ dan kalkan uçağa bindiğimde bunları düşünüyordum işte; ellerinde fizik kitapları bulunan, gözlüklü, sakallı, o çok yakından tanıdığım insanlar yanıma oturduğunda, fizikçi olduğuma ilişkin hiçbir ipucu vermedim. Cabrera Infante’nin Küba üzerine bir kitabını okumaya çalışıyordum, ama tropiklere, öykülerin geçtiği topraklara o anda gidiyor olmanın coşkusuyla içim kıpır kıpırdı. Porto Riko’dan aktarma yapan uçak, “normal” yolcularının çoğunu boşaltmış, hemen hemen tamamen fizikçilerle dolmuştu. Bu son gelen grupta hasır şapkalı, güneş gözlüklü Maya da vardı. Bir şaşkınlık çığlığıyla karşılamıştı beni; o doğruca Avrupa’dan gelmişti, bense bir haftadır New York’ta serserilik etmekteydim. Bilet numaralarına aldırmadan yanına geçtim. “Cennete gidiyoruz, cennete,” dedi coşkuyla, uçak tam inmek üzereyken. “Evet, ama bu simüle edilmiş bir cennet,” diye yanıtladım, somurtarak. Yüksek Enerji Fiziği bilmeyenlerin tam anlamayacağı, “profesyonel” bir espriydi bu. Bizim işimizin çoğu simülasyondur, yani henüz gerçekleşmemiş, belki de hiç gerçekleşmeyecek deneylerin koşullarım bilgisayara yükleyip var olan (ya da olmayan) parçacıkların, bu koşullarda nasıl davranacaklarını saptamaya çalışırız. “Ne olursa olsun, ben serseriliği sürdürmeye kararlıyım,” diye ekledim. Dediğimi de yaptım aslında; bu yapay cennette, gecikmiş bir kaşif ruhuyla, pek de ciddiye almadığım bir serseriliği simüle edeyim derken, gerçeğin en dibine yuvarlandım.

Aslı Erdoğan Kabuk Adam

SOKRATES: BEN BİLMEDİĞİMİ BİLDİĞİM İÇİN DİĞER İNSANLARDAN FARKLIYIM

0

Sokrates, genellikle kişilerin neye inanmaları ve ne yapmaları gerektiğini söylemeden, onların cahilliklerini ortaya çıkaran bir diyalog yöntemi izlemektedir. Bu bir tür Sokrates ironisidir. Gerçekte güçlü bir yapıya sahip olan Sokrates, kendisine yönelik fiziki saldırılara karşılık vermez; bu durumu hayretle karşılayanlara da alaycı bir ifadeyle “Bu inanılmaz bir şey. Keşke kask giyerek çıksaydım ” yanıtını verir. Bir keresinde Atina sokaklarında dolaşırken kışkırttığı birisi ona bir tekme atar. Bu durum karşısında yanındakiler Sokrates’ ten bir tepki göstermesini ve bir şeyler yapmasını isterler. Sokrates de onlara “Bir eşek bana tekme atsaydı ondan şikâyetçi olmam gerekir miydi? ” yanıtını verir. Sokrates işte böylesine cesur ve aynı zamanda barışçı bir insandı.

NASIL FİLOZOF OLUNUR?

Sokrates Batı’da temel bir kişiliktir, hatta öylesine ki Sokrates’ten önce ve Sokrates’ten sonra diye niteleme yapılır. Oysa ki buna karşın, onu dolaylı olarak tanırız. Onun hakkında tüm bildiklerimiz, onunla karşılaşmış olanların bize bıraktıkları ile onunla konuşmuş olanların bize aktardıkları pozitif ya da negatif etkilerden ibarettir. Kendisi hiçbir yapıt bırakmamıştır ve öyle görünüyor ki bu konu onu pek de ilgilendirmemiştir. Onun için temel olan, diyalogları aracılığıyla iyiyi, güzeli ve doğruyu sevdirmektir.

Diyebiliriz ki, bir şekilde hepimiz Sokrates ile karşılaştık. Çünkü hepimiz, elimizden geldiğince, kendimizi tanımaya ve gerçek, iyi, doğru olana kendimize yaklaştırmaya çalışırız; en azından içimizdeki varlık bunu yapar.

Sokrates Yunan ve Batı düşünce tarihinde çok önemli bir dönemde yaşamıştır; V. yüzyıl parlak ve aynı zamanda çok önemli dönüşüm ve değişimlerin etkisinde kalmış bir yüzyıldı. Asya’nın o dönemdeki en önemli gücü olan İran’a karşı verilen savaşlar, Yunanistan’ın zaferiyle sonuçlanmış, Doğu Akdeniz’in Asya’nın etki alanına girmesi tehlikesi, en azından uzunca bir süre için ortadan kaldırılmıştı.

Ne var ki, tüm bu gelişmelere karşın, V. yüzyılın başında, MÖ 470’de Sokrates’in doğumu sıralarında, yükselişe geçen Yunanistan henüz geçmişini sorgulamaktadır. Siteler, yeni bir yönetim biçimi olan demokrasinin ortaya çıkışıyla birlikte bocalama içindedirler. Bu, Atina’nın ve Yunanistan’ın altın çağı, Perikles Yüzyılı adı verilecek olan meşhur dönemdir. Bu aynı zamanda Akropol üzerinde Partenon (Parthenon) ve Propilelerin inşa edildiği dönemdir de. Öylesine ki bu dönemde ulaşılan Batı düşünce esprisini tanımak için, günümüzde hâlâ pek çok çağdaşımız buralara koşuyorlar.

Her ne kadar ilerde göreceğimiz gibi, bu düşünce, günümüzde o dönemde yaşandığı gibi algılanmıyorsa da geçerliliğini hâlâ sürdürüyor.

Önemi açısından 1914-1918 savaşı eş değerindeki Pers-Yunan savaşı Yunanlıların zaferiyle sonuçlanmış olsa da ardında kanlı şehirler, yanmış bir Atina, kırılıp geçirilmiş bir halk bırakmıştır.

Ancak denizci bir özelliğe sahip, çok yolculuk yapan ve Pers tehlikesinden kurtulmuş Yunanlılar kısa bir sürede hızla yeniden yapılanacaklar, yakın doğu ve Akdeniz’de güçlü bir ekonomik yayılmayı sağlayacaklardır.

Büyüleyici ve Şaşırtıcı Bir Kişilik

Yunan Siteleri arasındaki, tarihlerinin değişmeyen bir olgusu olan rekabet, 30 yıl boyunca Sparta ve Atina’yı birbirine düşüren Peloponnes Savaşı’nın da temelini oluşturmuştur. Sokrates işte bu savaş koşullarını da yaşamış, üç kez silah altına alınmış ve savaş alanlarını çok iyi tanımıştır. Ne savaşçı ne de şiddet yanlısı olan Sokrates askerlik görevini ülkesini korumak için yerine getirmiş, cesur kişiliğiyle savaşta da öne çıkmıştır. Ancak özgür bir vatandaş olmasına karşın, Sokrates ne kendisine bir at alabilecek, ne de mızrak ve kalkanını taşımak için kendisine bir yardımcı tutacak olanaklara hiçbir zaman sahip olamamıştır. Kendisine ne bir ün, ne de bir çıkar sağlamaksızın kahramanca savaşmış; aralarında Alcibiade ve tarihçi Xenophon’un da bulunduğu pek çok ünlü kişiyi kurtarmıştır.

Bu barışçı adam, barış zamanlarında da diyalogları aracılığıyla savaşmayı sürdürmüş, sorduğu sorularla herkesi rahatsız etmiştir. Hatta pek çok kişi, kendi cahilliklerini ortaya çıkaran bu adama tekme-tokat saldırmıştır. Çünkü Sokrates, genellikle kişilerin neye inanmaları ve ne yapmaları gerektiğini söylemeden, onların cahilliklerini ortaya çıkaran bir diyalog yöntemi izlemektedir. Bu bir tür Sokrates ironisidir. Gerçekte güçlü bir yapıya sahip olan Sokrates, kendisine yönelik fiziki saldırılara karşılık vermez; bu durumu hayretle karşılayanlara da alaycı bir ifadeyle “Bu inanılmaz bir şey. Keşke kask giyerek çıksaydım ” yanıtını verir. Bir keresinde Atina sokaklarında dolaşırken kışkırttığı birisi ona bir tekme atar. Bu durum karşısında yanındakiler Sokrates’ ten bir tepki göstermesini ve bir şeyler yapmasını isterler. Sokrates de onlara “Bir eşek bana tekme atsaydı ondan şikâyetçi olmam gerekir miydi? ” yanıtını verir. Sokrates işte böylesine cesur ve aynı zamanda barışçı bir insandı.

Atina’nın en bilge kişisi olarak bilinen ve herkesçe tanınıp, her yere davet edilen bu adamdan söz edince sıra dışı bir insan akla gelir. Oysa hiç de öyle değil. Sokrates çirkin ve şaşırtıcı davranışları olan birisidir. Bir gün üzerinde giysi olarak sadece kasketi, elinde kalkanı ve mızrağıyla sokaklarda dans ederken görülür; ne yaptığı sorulduğunda oldukça sakin bir şekilde, “Göbeğimle diyalog kuruyorum ’’ der. Oysa kendisini biraz yağlanmış ve kilo almış bulduğu için egzersiz yapmaktadır. O insanda endişe uyandıracak kadar şaşırtıcıdır ve ne söyleyeceği asla önceden kestirilemez.

Sokrates her türlü dogmaya karşı olduğu için insanlara ulaştıracak hiçbir öğretisi olmadığına inanıyordu. Bir düşün insanı olarak kendisini izleyenlere, gerçeği kendilerinde bulmaları yolunda yardımcı oluyordu. O hep, kişi kendisinde var olanı kendisi bulamıyorsa, onu ona dışarıdan kimsenin veremeyeceğini savunuyordu. Bu nedenle Sokrates, herkesin kendi içinde taşıdığı gerçekleri açığa çıkarıcı bir katalizör olarak göründü. Ona göre herkesin kendi gerçeği vardır, bunun dışında kendisinin getirebileceği bir şey yoktur. Varlığı ve davranışlarıyla, gerçeği arayanlara, gelecekteki bütün bilgeliğin kökü olan, kendilerinde taşıdıkları gerçeğin bir parçasına ulaşmalarında yardımcı oluyordu. Sokrates özel teoriler öğreten bir öğretmen değil, herkesi kendi kendisiyle karşı karşıya getiren bir öğreticidir. Onun rolü herkesin kendini içinde görebileceği bir ayna olmaktı. Alcibiade, Sokrates’in fizik çirkinliğinin arkasında Atina’nın en güzel ruhunun saklandığını söyler; Onu Diyonisos’un kortejindeki göbekli, karga burunlu, itici bir kişilik olan Silene’ye benzetirdi.

Oysa Atinalılar en güzel heykelciklerini Silene biçimindeki kasalarda saklarlardı; silene ruh güzelliğinin sembolüydü. Her güzel ruhlu insan güzel fiziksel kalıplara sahip olmak zorunda değildi.

Sokrates’in temel düşüncesi, formüle edilebilecek ve böylece bir ruhtan diğerine aktarılabilecek bir gerçeğin olmadığıdır. Bunun içindir ki, bilinçlenmeyi sağlamak için, karşısındakini en beklemediği bir anda ne yapacağımızı bilemez duruma düşürür, işi gücü, başkalarının hakkında ne düşüneceğini umursamadan, bir insanın başına gelebilecek en kötü ve en iyi şey olan bilinçlenme fırsatını herkese vermekti. En kötüsü diyoruz çünkü birden bire oluşan şok, çoğu kez kişinin şimdiye kadar görmek istemediği ve görmeyi reddettiği gerçeklerin getirdiği acıların kaynağıdır. Bunun da sonu yoktur zira her zaman bir cahilliğin ardından yeni bir cahillik keşfedilecektir. Ne var ki, bilinmeyenin ya da yanlış anlaşılanın bilincine varmak uzun ve serüvenli bir işi başlatır. İşte bu süreç sayesinde gerçeğin deneyimini yakalamak olasıdır. Bütün Sokrates yorumcuları bu konu üzerinde aynı şekilde düşünüyorlar.

Sokrates’in Üç Krizi ve Sokratik Yöntem

Sokrates’in yaşamının üç büyük evresi, bizi Sokratik yöntemin özümsenmesine götürür. Sanılanın tersine büyük adamlar öylece doğmazlar, onları etkileyen bir yaşamları vardır; tereddütleri, güçlükleri, krizleri ve acıları bizler gibi yaşayarak tanırlar. Ancak yaşadıklarına olağan dışı bir tepki verirler; acılarından bir şeyler öğrenerek onları aşarlar. Hiç kuşkusuz Sokrates’in de yaşamında büyük güçlükleri oldu; ancak o kararlı bir şekilde varoluştan, krizlerden ve acılardan öğrenmeyi sürdürdü; her şeyi bilmediğini, hatta hiçbir şey bilmediğini fark etti. İşte bu nedenle o bize böylesine yakındır ve bütün Batılı filozoflar için değişmez bir referans kaynağıdır. Hiçbir batılı filozof yoktur ki, yazılı hiçbir şey bırakmayan Sokrates’e atıfta bulunmasın.

Birinci Kriz: Alcibiade

Sokrates üç büyük krizle tanıştı. Birincisi Atina’da Alcibiade adında çok tartışılan bir kişiyle ilgiliydi. Bu delikanlı sitenin en zengin ve en önemli ailesine mensuptu; doğal olarak da çok üst düzey bir politik kariyere, hatta Perikles’in halefi olmaya adaydı. Bize aktarıldığı kadarıyla, bu genç adam bir tanrı kadar yakışıklı, olağanüstü yetenekli, Sokrates’in hayal ettiği özelliklere sahip bir filozof adayıydı. Sokrates ona erdemin pratiğini, kendi kendine hâkim olmayı ve uyumlu bir yaşamı öğretmeye çalışacaktı. Genç adamın cehaletini keşfedip, filozofluk yolunda ilerlemesine ön ayak olmak için yirmi yılını verecekti. Sokrates ona, bundan böyle herkesin kendi yolunu izlemesi gerektiğini söylediğinde ise kendisi 48, genç adam ise 30’unun altındaydı ve Alcibiade Sokrates’ten uzaklaştığı ölçüde kendi gerçek kişiliğini ortaya koyabilecekti. Bu sürecin sonunda Alcibiade işi Atina’ya ihanete kadar götürdü ve Perslerin yanına sürgüne gönderildi. Zira o tavır ve düşünceleriyle Atinalılar için farklı bir kişilik olarak ortaya çıkmıştı; iktidar için iktidarın, yarışmanın, şan ve şerefin, varlığın peşine düştü. Bu haliyle Sokrates’in öğrencisi olmaktan uzak Alcibiade tıpkı onun ters gölgesi gibiydi: Yakışıklı fakat kokuşmuş; yetenekli fakat beceriksiz; cesur fakat alçak… Sokrates için 20 yıl süren bir çaba yıkımla sonuçlanır ve o ilk kriziyle tanışmış olur.

Sokrates, bu deneyiminde, eğer bir kişi gelişmeyi reddediyorsa, en yüksek erdemin yakınlığı, en iyi eğitim ve en büyük şefkâtin sonuçsuz kalacağını anlar. Aşk ve erdem asla aktarılamaz; sevilebilir ve diğeri âşık edilebilir; bilinebilir ancak diğeri bilge yapılamaz; ahlaklı olunabilir ancak bir başkası ahlaklı kılınamaz. Bir başkasına yardım edebilmek için onun daha iyiye gitmek için isteği olmalıdır. İşte bunun içindir ki Sokrates aktaracak hiçbir öğretisi olmadığını söyler. Aktaracak hiçbir şeyi olmadığından değil; ancak aktarmak sadece karşı taraf ilgili olduğu, öğrenmek, anlamak ve uygulamak istediği durumda olanaklıdır. Sokrates Alcibiade’ı kendisine rağmen, kendisinden kurtarabilme gücüne sahip olduğunu sanmakla ne kadar yanıldığını görür. Kurtarılmak istemeyen birisi asla kurtarılamaz. Kendi kendisine yardım etmek istemeyene asla yardım edilemez. Tüm iyiliğine karşın Sokrates’i kendi gözünde kendini sorgulamaya götüren başarısızlık işte budur.

Sokrates bunu anladığı zaman kendisine hiçbir hoşgörü göstermeksizin, kendi içinde derin bir mücadeleye girişir ve kendi kendisini incelemeye alır. Bu bir tür düzene koymak ve tespit yapmak olarak nitelenebilecek bir geriye dönüş, bir felsefi hastalıktır. Bunun yansıması olarak bir Sokrates melankolisinden söz edilir. Gerçekten de bir davranışı değiştirmek için derine gitmek ve bu olayın gelişinden önceki zamana, henüz olayın potansiyel olduğu zamana geri dönmek gerekir. Bu bir bakıma başlangıçtan beri neyin yanlış olduğunu anlamak içindir. Fırından kırık çıkmış bir vazonun parçalan tekrar yapıştırılmaz; hatanın nerede olduğunu bulup ortaya çıkarmak ve hatasız yeni bir döküm yapmak için döküm öncesine dönülür.

Sokratik Yöntemin Birinci Kısmı:

Bilincin incelenmesi; değiştirmek istemediğimizde değiştiremeyeceğimizi, gelişebilmek için içimizdeki bir dönüşüm motorunu çalıştırmak gerektiğini bilerek kendi içimizde en derinlere girme gereksinimi.

Sokrates bir entelektüel değil tam tersine pratik biriydi; tıpkı metodunu deneyimlemeyi kabul edenlere karşı olduğu gibi kendisine karşı da katı idi. Çünkü bu çok sağlam çakılı durumları bile devirebilecek çok yoğun bir sorgulama idi. Gerçekten de bazı şeyler dışarıdan başka, içeriden bakıldığında daha başka görünürler.

Bundan sonra Sokrates bir taraftan herhangi birinin öğreticisi olmamaya, diğer taraftan da ilgisini sadece yönetici sınıfa ait gençlerle sınırlamamaya karar verir. Değişmek isteyenlerin nerede olduğu bilinemez. O halde onları bulundukları her yerde, sokakta arayacak ve becerisini herkesin hizmetine sunacaktır. Bunu da, seçkin tabakaya gerçekler yerine haklı olma ve asla rezil olmama sanatını öğreten sofistlerin tersine, hiçbir karşılık beklemeksizin yapacaktır. Sofistler daha çok bütün koşulların üstesinden gelme konusunda haklı çıkmak ile ilgileniyorlardı. Tıpkı Sokrates’in herkese sorular sorarak kendisini gençlere ve orta yaşlılara adaması gibi.

İkinci Kriz: Delfi (Dellphes)’in Kehâneti:

Aradan birkaç yıl geçer. Sokrates ikinci krizini yaşadığında ellisindedir. Arkadaşlarından birisi, gelenekte olduğu gibi sitenin geleceğiyle ilgili sorular sokmak ve danışmak için Delfi’nin kâhinine gidecek olan korteji yönetmekle görevlendirilir. Söz konusu kişi görüşme sırasında Piti (Pythie)’ye “Atina’nın en bilge kişisi kimdir?” diye sorar. Piti’nin yanıtı ilginçtir: “Sofokles bilgedir; Euripides daha bilgedir; ancak tüm insanların en bilgesi Sokrates ’tir. ” Arkadaşı Ravi Atina’ya geri dönüşünde büyük bir mutluluk ile bu haberi Sokrates’e verir. Sokrates allak bullak olmuştur; nasıl olup da, neyi ile Atina’nın en bilge kişisi olduğuna akıl erdiremez. Bunun üzerine en bilgin olarak bilinen ve kendi alanlarında en iyi diye tanınan kişileri ziyaret etmeye karar verir, onlara kendi alanlarında neden en iyi olduklarını sorar. Her biri kendilerine göre açıklamalarda bulunurlar. Ancak Sokrates karşısındakileri giderek daha çok rahatsız eden ve cahilliklerini açığa çıkaran sorularını sormaya devam eder. İçlerinden bazıları bu durumu kabullenirken, bazıları bu durumu kötü olarak algılayıp tepki gösterirler. Bu durum ilerde Sokrates’e pahalıya mal olacaktır. Turnesini bitirdiği zaman kâhinin neden kendisini Atina’nın en bilge kişisi olarak gösterdiğini anlar: o hiçbir şey bilmediğini bilen tek kişidir. Onu farklı kılan şey kendi cehaletinin farkında olması, diğerlerinin ise bunun bilincinde olmayışlarıdır.

Bu bilinçlenme, cehaletini bilmenin bir bilgelik olduğu düşüncesini doğrular.

Cehaletin ya da yaşamın bilinmesi ruhu açar. Bu durum her şeyi bildiğini sanan, ancak hemen hemen hiçbir şey bilmediğinin farkına varan kişilere, bildiğini zannettiği şeylerden başka şeylerle de ilgilenme olanağını sunar. Cehaletini kabul etmek bilgelik aşkının kapılarını açar ve böylece kişi tanımadığının ve bilinmeyenin gizemine âşık olabilir. Felsefeyi oluşturan işte bu bilgelik aşkıdır. Zira kabul görmüş fikirler ve ön yargılar üzerine sorular sorabilme, bilinmeyeni yeniden keşfetme ve tanınmayan şeylerin peşine düşme aşkı olmadan filozof olunamaz.

Böylece ön yargıların ve düşüncelerin saflaşması olan Sokratik yöntemin ikinci aşamasına geçilebilir. Tıpkı geceden gündüzün, cehaletten bilgeliğin, mineral kütlesinden metalin doğması gibi bu saflaşmadan da bir ışık doğar. Ancak bunu ortaya çıkarmak için sürekli işlemlerle tüm yabancı unsurları elemek gerekir. Söz konusu olan, düşüncelerin geçerli olup olmadıklarını anlamak için onların sınanıp test edilmeleridir. Buradan Sokratik yöntemin felsefe boyutu olan diyalog doğar. Diyalog, zeki ve aynı şeyden söz etmeyi kabul eden, birbirini dinlemeyi ve karşılıklı olarak, yargılamaksızın anlatmayı ve anlamayı isteyen iki kişinin olmasını var sayar. Sokratik diyalog üzerinde konuşulacak şey konusunda ve bir yerlere varmayı isteme konusunda fikir birliğini gerektirir. Bu, bilinç dağının etrafında, paylaşarak ve birbirine yoldaşlık ederek, başlangıçta bulunulan yerden daha yukarıya yavaş yavaş çıkmaktır. Gerçek bir diyalog sonunda her iki öncü de, gelişmelerini engelleyen bir engeli aştıkları için daha iyi bir noktaya ulaşmışlardır. Zirveye varılıp varılmaması önemli değildir; farklı da olsalar birliktedirler ve adım atmışlardır. İşte pratiği aynı zamanda bir sanat ve bilim olan diyalog budur. Ne düşündüğünü söylemek yetmez; diyaloğa zekice katkıda bulunmak için ne gerektiğini söylemek ve ayırt etme yeteneğine sahip olmak gerekir. Söz konusu olan ne bir sergileme ne de içindekileri boşaltıp rahatlama değil fakat her birine paylaşımı ve kendini aşmayı sağlayan bir aşk hareketidir.

O dönemin gençliği üzerinde çok güçlü bir etki yaratan Sokratik diyaloğun özü budur. Yirmi yaşında bir delikanlı Sokrates ile bu koşullarda karşılaşıyor ve onunla son on yılını birlikte geçiriyor. Söz konusu olan bu genç Platon’dur. Platon Sokrates tarafından öylesine etkilenmiştir ki yazılarında asla birinci tekil şahsı kullanmaz, kendisini bu yola sokanı yüceltmek için hep “Sokrates diyor…” der. İşte Sokrates ikinci krizini böyle çözer.

Üçüncü Kriz: Mahkeme

Sokrates’in üçüncü ve son krizi ölümünden hemen önceye rastlar. Sokrates pek çok düşman edindiğinden bu durumu kendi çıkarları için kullanmak isteyenler tarafından dinsizlik, ahlaksızlık ve gençliği baştan çıkarmakla suçlanır. Bunun üzerine Atina Mahkemesi’nde hakkında bir dava açılır. Sokrates ayrıca sitenin tanrılarını kötülemek ve yeni tanrılar icat etmekle de suçlanır. Söz konusu olan suçlamalar dini inançları ilgilendirdiği için Sokrates mahkeme sonucu en ağır cezaya çarptırılır. O boş inançlara, insan kılığındaki tanrılara ve dinin uzlaşmalara alet edilmesine karşıdır. Oysa Yunan dininin sosyal temelinde olduğu gibi, gerçek ruhsallık ticari bir araç değildir; tıpkı Athena’nın Atina’nın koruyucu tanrısı olması gibi, tanrıların siteleri korumak gibi bir görevi vardır.

Sokrates yarı tanrısal, yarı insani bir iç sesin varlığından söz eder. Bu iç ses onunla her zaman konuşmuş ve ona yapmaması gerekenleri söylemiştir. Sokrates bu iç sese “daimon ” adını verir: Bu, insanın saygınlığını ve onurunu korumasına ve bizzat kendisi olmasına izin veren vicdanın sesidir. O tanrısallığın temelini herkesin içinde var olan “daimon” üzerine kurdu ve insanın nesneler, ruh ve evrenle kurduğu ilişkinin bu tanrısallık ya da içsel varlık olduğunu açıkladı. Aslında Sokrates yeni bir tanrı icat etmedi. O bilinci icat etti. Bilinç Sokrates ile birlikte doğdu ve böylece bireyin sesi toplumunkinden ayrılabildi.

Bireylerden korkan bir iktidar için Sokrates tehlikeli birisiydi. Çünkü o iç özgürlüğünü, dış özgürlüğüne tercih eden tam bir bireydi. Atinalıları “daimon’larını dinlemeye ve kendi kendileri ile diyalog kurmaya teşvik etti. Böylece o tüm diyalogların kaynağı olan içsel bağı kuruyordu. Gençlere, toplumun olduğu gibi kabul edilemeyeceğini, makam ve mevkilerin satın alınamayacağını ve güzel konuşmanın seçilmek için yeterli olamayacağını açıkladı. Bu nedenle çağın politik geleneklerini yargılayarak, gençliği baştan çıkardığı gerekçesiyle de suçlandı.

Sokrates, ölüme mahkûm edildikten sonra, yasalara karşı saygısı ve siteye olan aşkı nedeniyle kaçmayı hiç düşünmedi. Kendisine verilen bu en ağır ceza antikitede nadir kullanılan bir cezaydı ve sürgün cezasına çevrilebilirdi. Vatandaşlığını kaybetmek anlamına gelen bu sonucu da kabul etmedi. Sokrates uğruna üç kez silah omuzda savaştığı siteden sürgün edilmeyi asla kabullenmedi. Tüm yaşamı boyunca yasalara ve yurttaşlık ruhuna saygıyı savunduğu için, sürgün yaşamaktansa ölmeyi tercih etti. İşte onu Sokrates yapan, üstesinden geldiği bu üçüncü krizdir. İnfazından önce, hapishanede geçirdiği otuz gün boyunca zamanını, ziyaretçileriyle konuşarak, onlara ölümden neden korkmamak gerektiğini açıklayarak ve kendisi için üzülenleri sakinleştirerek geçirdi.

Onun üçüncü temel öğretisi, ölmeyi öğrenmedikçe yaşanılamayacağıdır. En iyi felsefe yaşamayı öğrenmek için ölmeyi öğretendir. Cehaletten, bağımlılıklardan ve aptallıktan uzaklaşılırsa, yeni bakış açılarına ulaşılır ve böylece de yeniden doğuma ulaşılır. Yaşamımız boyunca edindiğimiz deneyimler, birçok kez başkaları olarak doğmamıza neden olabilir.

Sokratik metodun üçüncü aşaması, kendi kendimizi doğurmak anlamına gelen “maeyetik”tir (doğurtma). O, bilge bir kadın olan annesiyle aynı meslekten olduğunu söyler. Annesi bedenlerin doğmasına yardımcı oluyordu, kendisi ise ruhların doğmasına yardım ediyor. Sözü edilen doğurmak, kişinin kendi kendisini doğurmasıdır. Nasıl ki bilge bir kadın, doğum anında anne ve çocuğa yardım ediyorsa, kendi kendisini doğuran bir kişiye de aynı şekilde eşlik edilebilir, ona yardımcı olunabilir. Kendi kendini doğurmuş olan insan, kendi kendisini yaratmış olur. Felsefenin diyalektiğini tanımayan bir kişi kendi kendini doğuramaz; cehaletini bilmeyen filozof olamaz; değişme ihtiyacı hissetmeyen bir insan kendi cehaletini fark edemez.

Sokrates’in bize bıraktığı miras işte budur: Basit, ancak güvenilir ve kesin bir metot. Bu metot ayrıca zorlayıcıdır da… Çünkü kendisinden sorumlu olmayı ve kendi kendisi ile sıkıntı ve stres olarak beliren, yanlış iç tutumlarına ve tepkilerine karşı savaşmayı öğrenmeyi getirir.

Sokrates Apoloji (Apologie)’de, “Nasıl ki ruhsal bir mükemmellik için büyük bir ateşle çaba harcıyorsak, aynı çabayı bedene ve zenginliklere ayak uydurmamak için de göstermeliyiz” der. “Size yineliyorum ki, erdemi veren zenginlikler değildir. Ancak tam tersine zenginlikleri, gerek kişisel, gerek kamusal avantajların tümünü veren erdemlerdir. Ben durmaksızın sizleri uyandıran bir at sineğiyim.” Sokrates, dostlarla çevrili olsalar da kendilerinden başka hiç kimsenin yapamayacağı işi bizzat yapmak zorunda olan insanları hep uyandırır.

Fernand Shcwarz

DOSTOYEVSKİ: “SİZE KÖLE OLALIM DAHA İYİ, HİÇ OLMAZSA KARNIMIZI DOYURURSUNUZ” DİYECEKLER

Elde edeceklerini elde edince her şeyi kaybetmek korkusu huzursuz etmeye başlar insanı

“Her şeyden korkuyor. Özellikle, onun için artık ulaşılacak bir amaç kalmadığı için korkuyor. Elde edeceklerini elde edince her şeyi kaybetmek korkusu huzursuz etmeye başlar insanı (…) Bundan şu anlam çıkıyor dostlarım: Her şeyden kim en çok korkuyorsa, o en varlıklıdır, en rahattır… Günümüzde burjuvanın durumu o değil midir?” Dostoyevski, Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları, s. 92.

“Tek başına servetler biriktiriyor ve ‘Oh şimdi ne kadar güçlü oldum! İlerimi nasıl da garanti altına aldım!’ diye düşünüyor. Oysa aklını yitirmiş olan zavallı bilmiyor ki, ne kadar çok biriktirirse, o kadar intihara sürükleyen bir güçsüzlüğe düşmüş oluyor. Çünkü artık yalnız kendisine güvenmeye alışmıştır ve tümden ayrılarak sadece bir birey olmuştur. Ruhunu da insanların yardımına, insanlığa inanmamağa alışmıştır. Bu yüzden de, hep paraları ya da elde ettiği haklar yok oluverir diye içi titrer durur.” Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, II, s. 175

Yeryüzünde her şey kişisel çıkar temeli üzerine kurulmuştur

“Söz gelimi şimdiye dek bana ‘herkesi sev’ dedilerse, ben de sevdiysem, ne anlama geliyordu bu?… Kaftanımı ortadan ikiye bölüyordum, bir parçasını yakınıma veriyordum, böylece ikimiz de yarı çıplak kalıyorduk… Bilimse şöyle diyor: Önce yalnızca kendini sev, çünkü yeryüzünde her şey kişisel çıkar temeli üzerine kurulmuştur… Bu demek oluyor ki, yalnızca ve özellikle kendim için kazandığımda bir yandan da herkes için kazanmış oluyorum.” Dostoyevski, Suç ve Ceza, s. 175-176

Niçin ülkede yoksulluk olmadığına inandırmaya çalışıyor herkesi?

“(…) Niçin yoksulların hepsini bir yere tıktı da, ülkede yoksulluk olmadığına inandırmaya çalışıyor herkesi? Niçin beylik edebiyatla yetiniyor? Dergilerinin parayla satın alınmış olmadıklarına kendini inandırmayı niçin öylesine çok istiyor? Gizli polise böylesine çok para harcanmasına niçin göz yumuyor? Meksika’ya düzenlenen bilim gezisine karşı bir sözcük söyleme yürekliliğini niçin gösteremiyor? Tiyatro oyunlarında kocalar niçin hep soylu, varlıklı oluyor da, karılarının sevgilileri öylesine baldırıçıplak, yersiz yurtsuz, kimsesiz?

Ya tezgâhtardırlar bir yerde ya da açlıktan ağzı kokan bir sanatçı… Niçin evli kadınların kocalarına sadık, yürekten bağlı olduklarını, tiyatro salonlarındaki mutlu, parlak yaşamın dışarıda da sürdüğünü, pout-aufeu’nün (Sebzeli, etli bir Fransız yemeği) hâlâ en soylu ateşte kaynadığını, saç biçiminin de insanoğlunun düşünebileceği en iyi saç biçimi olduğunu sanıyor? Bu saç biçimi konusunda karar kendiliğinden, hiç görüşülmeksizin öylesine kesin verilmiştir ki, gerçi bulvarlardan perdeleri inik faytonlar geçiyor peş peşe, ilginç gereksinimlerin giderileceği yerlere adım başı rastlanıyor, kocalarının keselerine göre karılarının giysileri çok çok pahalı ama… verilmiştir karar bir kez, kim ne diyebilir? Peki niçin böyledir bu? Çok kolay: Öyle olmasa, karar kesin olmasa, en iyiye, en yüceye henüz ulaşılmadığı, Paris’in dünyanın cenneti olmadığı düşünülebilir sonra… İstenebilecek başka şeylerin olduğu, kendisinin savunduğu, herkesi sokmaya çalıştığı düzeni burjuvanın kendisinin beğenmediği gelebilir akla… Toplumda düzeltilmesi gereken aksaklıklar olduğunu söyleyebilecekler çıkabilir… Kimse farkına varmasın diye -Tanrı korusun böylesine bir felaketten- çizmesindeki delikleri işte bunun için mürekkeple boyuyor burjuva!” Dostoyevski, Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları, s. 80,81

“Peki ama Batılılarda kardeşlik duygusu yoksa, bu duygunun yerini bencillik, çıkarcılık almışsa, insanlar orada kişisel hakları için elde kılıç, kıyasıya dövüşüyorlarsa sosyalistler ne yapsınlardı? Kardeşliğin olmadığını görünce, insanları kardeşliğe çağırmakla başladılar işe elbette (…) Önce kardeşliği kurmak istiyorlar. Kuzu kızartması yapmak için önce kuzu olmalı derler (…) Ama yok kuzu. Yani kardeşliğe yatkın yaratılış yok. Kardeşliğe kendiliğinden yönelen, kardeşliğe inanan yaradılış yok! (…) “Umutsuzluğa kapılan sosyalistler bu kez gelecekteki kardeşliği övmeye başlıyorlar. Elde edilecek yararları uzunluk, ağırlık ölçü birimlerini kullanarak anlatmaya çalışıyorlar. Dil döküyor, öğretiyor, bu kardeşlikten kimin ne kadar yarar sağlayacağını, kimin ne kadar kazanacağını anlatıyorlar. Elde edilecek dünya nimetlerini sayıp döküyorlar bir bir. Bunlardan kimin ne kadar alacağını, bu nimetlerden topluma kimin ne kadar vereceğini belirliyorlar. Peki ama, her şey önceden paylaşılmışsa, kimin ne kadar yarar sağlayacağı önceden belirlenmişse kardeşlikten söz edilebilir mi burada?” Dostoyevski, Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları, s. 89-90.

Sosyalizm yeryüzünde bir gün gerçekleşecekse, Fransa’dan başka bir ülkede gerçekleşecektir

“Öyle anlaşılıyor ki, kişinin her şeyini güvence altına alacaklar. Onu yedirip içireceklerini, ona iş bulacaklarını vaat ediyorlar. Bütün bunlara karşılık da toplumun mutluluğu için kişisel özgürlüğünden küçük bir damla istiyorlar onun. Çok çok küçük… Hayır, bu çeşit hesaplar içinde yaşamak istemez insan. Kişisel özgürlüğünden bir parça bile vermek ağır gelir ona (…) Burada sosyalistlerin yapacakları tek şey kalıyor kuşkusuz: Ona bir aptal olduğunu, henüz olgunlaşmadığını, çıkarının nerede olduğunu anlayamadığını söylemek (…) Sözün kısası, sosyalizm yeryüzünde bir gün gerçekleşecekse, Fransa’dan başka bir ülkede gerçekleşecektir… İşte umutsuzluğun son kertesinde şöyle bağırıyor sosyalistler: Liberté, égalité, fraternité OU MORT! [Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ya da ÖLÜM]” Dostoyevski, Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları, s. 90-91.

Sosyalistlerin yapacakları tek şey kalıyor: aptal olduklarını söylemek

“Onlar biz olmadan hiçbir zaman karınlarını doyuracak ekmeği bulamayacaklardır! Hiçbir bilim onlara özgür kaldıkları sürece ekmek vermeyecektir, sonunda da onlar özgürlüklerini ayaklarımıza getirecek ve bize ‘Size köle olalım daha iyi olur, hiç olmazsa karnımızı doyurursunuz..” diyecekler. Böylece sonunda özgürlüğün ve toprağın verdiği ekmeğin, herkes için eşit miktarda olamayacağını anlayacaklardır (…) Böylece insanlar ilk ve son defa boyun eğmenin, başkasının idaresi altına girmenin ne kadar değerli olduğunu iyice anlayacaklardır.” Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, II, s. 80-81 ve s. 90.


 Fyodor Mihailoviç Dostoyevski’den alıntılar