CEMAL SÜREYA: TÜRKİYE’DE CİNSEL HAYAT HEP BÜYÜK BİR GERİLİM İÇİNDE OLMUŞTUR

Normal ve Anormal Cinsellik

Elimde cinsellik üstüne yazılmış iki kitap var: Birini bu konularda uzman olarak tanınmış bir kişi, Prof. Rasim Adasal yazmış; öbürü ele avuca sığmaz bir yazarın, Günel Altıntaş’ın.

Prof. Rasim Adasal, 1963’te Cinsiyet, Aşk, Evlilik adıyla çıkardığı kitabı bu kez, Normal ve Anormal Cinsiyet ve Evlilik adıyla yeniden yayımlamış. Ayrı bir yapıtmış gibi sunulan bu koca kitabın (670 sayfa) önsözünde şöyle diyor Prof. Rasim Adasal: “1963 yılında yayımlanmış bulunan Cinsiyet, Aşk, Evlilik adlı eserim büyük ilgi görmüş ve kısa denecek bir zamanda tükenmişti. (…) Bu eser en aşağı beş yıl önce tekrar basılabilirdi ve maddi bir kazanç da sağlardı. Fakat bu süre içinde, cinsiyet alanında olagelen hızlı gelişmeler, anlam devrimleri ve yeni görüşler birçok yeni katmalar ve değişiklikler gerektiriyordu. Birçok terimleri ve kelimeleri Türkçeleştirmek, bütün yeni kavramlara yer vermek ve yeni bazı konuları katmak gerekti.”

Prof. Rasim Adasal’ın kitabını on iki yıl önceki baskısıyla karşılaştırınca pek büyük bir değişiklik olmadığı görülüyor. Eklenen birkaç erotik fotoğraf, bazı başlıkların değiştirilmesi, bir iki küçük ek… Büyük değişiklikler mi sayıyor bunları Prof. Rasim Adasal? Kitaba dişe dokunur cinsten üç bölüm eklenmiş topu topu: Aile çevresi psikolojisi; ana-babalar okulu; aile planlamasında psikiyatrinin ve ruh sağlığının rolü… Bunlar bir kitabın adını değiştirecek kadar büyük değişiklikler midir? Prof. Rasim Adasal, kuşkusuz, kendi dalında çok değerli bir hekimdir, büyük bir hocadır. Ama cinsellik üstüne ülkemizde nicedir çok yayın yapılmış olduğunu, dünya literatürünün ise bu konuda son yıllarda büyük bir zenginleşme içinde bulunduğunu görmek istemez gibi bir tavır içinde. Öte yandan, bir bilim adamının, bu konuda eski yazdıklarıyla yetinmesi, özellikle yapıtında Türkiye gerçeğine hiç yaklaşmamış olması hüzün uyandırıyor kişide. Türkiye’de cinsel hayat Batı ülkelerindekine göre hep daha büyük bir gerilim içinde olmuştur. Daha önce bir yazımda belirttiğim gibi, sözgelimi, bir Alman için cinsel birleşme yemekten sonra yenen büyücek bir çikolatadır; yeri, konumu bilinen belli bir edimdir; güzel bir şeydir. Bir Türk içinse cinsel birleşmede güzelliğin üstünde, hatta dışında bir şey vardır: Bir felaket tadı, bir varlık yokluk tartışması, bir mahvoluş… Prof. Rasim Adasal’ın, yapıtında, Türkiye gerçeğine hemen hiç inmediği görülüyor. Bütün örnekleri Batı sanatının ustalarından (Racine, Dostoyevski vb.) ve sinema oyuncularından (Marlene Dietrich, Daniel Darieux, Gina Lollobrigida, Elizabeth Taylor) alıyor. Ama kitapta sözgelimi Fatih’in cinsel yönsemeleriyle ilgili bir not bile yok. Diyelim homoseksüellerden söz ediyor. Türkiye’deki homoseksüalite olgusuna hiç yaklaşmıyor. Hayvanlarla sevişme bölümünde bir ülkenin inekleriyle ilgili tek bir olayı anlatıyor da, Anadolu’daki “Nallı Fatma” olgusuna hiç değinmiyor. Bu da kitabın çeviri ya da derleme bir yapıt olduğu izlenimini uyandırıyor okuyanda. Rıza Tevfik’in bir dizesini konuyla pek ilgisi olmadığı halde açımlamaya giriyor da, sadizm bölümünde Marquis de Sade’ı iki üç cümleyle geçiştiriveriyor. Evlilik bölümünde ise unutulmuş bir sinema oyuncusu olan Gene Tierney’in, okurun belki de hiçbir zaman göremeyeceği, Kıskanç Kadın filmindeki rolüne değiniyor da, Evlilik Üstüne adlı yapıtıyla bu alanda en önemli kitaplardan birini yazmış olan Léon Blum’dan hiç söz etmiyor. Prof. Rasim Adasal’ın eski film adlarından söz etme yöntemi sanırım son derece yanlış bir yöntemdir, yapıtı daha da zayıflatıyor. Kitapta bir bibliyografya da yok. Yok ama, alıntılardan ve yazar adlarından profesörün cinsellik edebiyatını gereğince izlemediği anlaşılıyor.

Günel Altıntaş’ın Garantili Kız Tavlama Sanatı ticari bir kitap, ancak, adına bakmayın, bu kitabın 60 sayfa kadar tutan bir önsözü var ki, Prof. Rasim Adasal’dan öğrenemediğimiz bir sürü cinsel soruna ışık tutuyor. Üstelik biri bilimsel bir savla, biri salt ticari amaçla yazılmış iki kitap karşısındayız. Biri ruh hekimi bir profesörün meslek hayatının 50. yılını taçlandırmak için gözden geçirilerek yeniden yayımlanmış, öbürü bir yayınevini kurtarmak için işte öylesine çırpıştırılıvermiş.

Bunu Günel Altıntaş’ı övmek için söylemiyorum (üstelik yaptığı iş pek de övülecek bir iş değil), ama Prof. Rasim Adasal’ın da yerinde emekleyip durduğu bir gerçek. Demin ticari amaç demiştim; Prof. Adasal’ınkinde de ticari bir amaç sezilmiyor mu? İkinci baskıda kitabının adını niçin öyle değiştirmiş?

Cemal Süreya Toplu Yazılar II “Günübirlik”ler (YKY)

YILMAZ GÜNEY: “KADIN MESELESİNDE EKSİKLERİM VAR. BİLİCİNDEYİM DÜZELTMEYE, DEĞİŞTİRMEYE ÇALIŞIYORUM”

Yılmaz Güney ile 1982 yılında yapılan Belgesel yapımcısı Süleyman Özdemir’in arşivinden çıkan kayıtta, Güney, Türkiye’de 19 yıl boyunca yasaklı kalan, izleyenlere dahi cezaların verildiği en cesur yapıtlarından biri olarak bilinen ‘Yol’ filmi, Kürt sorunu ve kadın sorunu üzerine değerlendirmelerde bulunuyor.

KADIN DEVRİMİ

Türkiye’de kadın kurtuluşunun devrim sorunu olduğunu, kadınların da meseleyi sadece kadın-erkek eşitliği üzerinden ele almamaları gerektiğini belirten Güney, öbür türlü “kadınlara özgürlük” söyleminin daha çok “erkeklere özgürlük” anlamına geldiğini ve Avrupa’daki hastalıklara düşülebileceğini kaydediyor.

Güney, devamında  “Ben kendi eşimi bile kurtaramıyorum. Şu anlamda söylüyorum. Biz o kadar devrimciyiz, ilericiyiz, normal olarak bazen öyle tavırlarımız oluyor ki, teraziye koyduğunuz zaman gericiliği ifade ediyor. Çünkü bu mesele kişisel bir mesele değil. Yani şunu söyleyemem; ‘Türkiye’de bu adamlar farklı, ben farklıyım.’ Bende de o toplumdan gelmiş olmaktan kaynaklı bir yığın aksaklık var. Şu var ki ben bunun bilincindeydim ve bunu düzeltmeye çalışıyorum. Adım adım değiştirmeye çalışıyorum. Biz ne kadar eleştiriye tahammüllüyüz desek de dışımızdan gelen bazı eleştiriler karşısında eski bir alışkanlıkla tepkisel davranıyoruz. Kadınların daha zeki olduklarına inanıyorum. Kadınların daha dayanıklı olduklarına inanıyorum. Kadınların daha fedakâr ve şefkatli olduklarına inanıyorum” ifadelerini kullanıyor.

‘KÜRT HALKI KENDİ KADERİNİ TAYİN EDECEKTİR’

Kürt sorununun ise, Türkiye ve Ortadoğu’da kilit bir role sahip olduğu tespitinde bulunan Güney, Türk solunun da bu konuya her zaman pederşahi, yani üstten baktığı eleştirisinde bulunuyor. Güney, “Kürt sorunu bugüne kadar Türk solu açısından kuyruk bir sorun olarak göründü. Yani esas olarak olaya bakarken işte; ‘Biz Türkiye’de devrim yapacağız. Yaptıktan sonra size bir siyasi hak bağışlayacağız’ anlayışı vardı. Hâlbuki Marksist literatürde olsun, devrimci demokratik literatüründe olsun ‘bağışlama’ diye bir şey söz konusu değildir. Kürt halkı kendi kaderini kendisi tayin edecektir.” diyor ve konuşmasını şöyle noktalıyor: “Benim inancım o ki önümüzdeki yıllar halkın umduğunu bulamamasının getirdiği kendiliğinden bunalımlara, kendiliğinden patlamalara ve kendiliğinden tepkilere yol açacaktır. Ancak bu kendiliğindenlik gerçekten devrimci bir tarzda örgütlenemezse yenilgi yine kaçınılmazdır.”

GEÇMİŞ, GELENEK… GERİYE KALANLAR VE AMAZONLU KADINLAR – EDUARDO GALEANO

Korku saçan kadınlar olan Amazonlar, henüz Herakles iken Herkül’e karşı ve Truva Savaşı’nda da Akhilleus’a karşı savaşmışlardır. Erkeklerden nefret ederlerdi ve daha isabetli ok atabilmek için sağ göğüslerini keserlerdi. Amerika kıtasını boydan boya geçen büyük nehre Amazon adını veren kişi İspanyol konkistador- Francisco de Orellana’dır. Doğduğu noktadan denize döküldüğü yere kadar bu nehirde seyahat eden ilk Avrupalıdır. İspanya’ya eksik bir gözle döndü ve emrindeki askerlerin, çıplak bir halde saldıran, vahşi hayvanlar gibi kükreyen ve canları sevişmek istediğinde bir erkeği kaçırıp bütün gece onu öpücüklere boğduktan sonra şafak vakti öldüren savaşçı kadınların oklarıyla delik deşik edildiğini anlattı.

Meksikalı kadınlar

Huastek gecesinin tanrıçası, Meksika ayı Tlazolteotl, Azteklerin maço panteonunun içinde kendisine küçük bir yer edinebilmişti. Anaların anasıydı; lohusaları ve ebeleri koruyor, tohumların bitki olmaya giden sürecini yönetiyordu. Aşk ve aynı zamanda da çöp tanrıçasıydı; dışkı yemeye mahkum edilmişti. Doğurganlığı ve şehveti cisimleştiriyordu. Havva gibi, Pandora gibi Tlazolteotl’un suçu da erkekleri yıkıma sürüklemekti; O’nun gününde doğan kadınlar da, zevke mahkum bir halde yaşarlardı. Toprak hafif sarsıntılarla ya da yıkıcı bir depremle sallandığında, hiç kimse şüphe duymazdı: -Bu o, derlerdi.

Mısırlı kadınlar

Yunanistan’dan gelen Heredot, hiçbir nehrin ve hiçbir gökyüzünün Mısır’daki nehir ve gökyüzüne benzemediğini kanıtladı; aynı şey bu diyarın gelenekleri için de söylenebilirdi. Mısırlılar tuhaf insanlar; unu ayaklarıyla, çamuruysa elleriyle yoğuruyor ve ölen kedilerini mumyalayıp kutsal odalarda saklıyorlardı. Ama en dikkat çekici olanı, kadınların erkekler dünyasındaki konumuydu. İster soylu olsun ister plep, bütün kadınlar isimlerini ya da mallarını kaybetmek zorunda kalmadan özgürce evleniyorlardı. Eğitim, mülkiyet, iş ve miras sadece erkeklerin değil onların da hakkıydı ve erkekler evde sepet örerken pazara gidip alışverişi yapanlar kadınlardı. Heredot’a göre -ki bu sağlam bir uydurmacaydı- onlar ayakta, erkeklerse oturarak işiyorlardı.

Ibrani kadınlar

Eski Ahit’e göre Havva’nın kızları ilahi suçun cezasını çekmeye devam ediyorlardı. Zina yapanlar, büyücüler ve evlenene kadar bekâretini korumayanlar taşlanarak ölebiliyorlardı; din adamlarının kızı olup da fahişelik yapanlar odun ateşini boyluyorlardı; ve ilahi yasa, kendisi ya da kocasını koruma maksadıyla bile olsa, bir erkeği testislerinden yakalayan kadının elinin kesilmesini emrediyordu. Erkek bir çocuk doğuran kadın kırk gün boyunca kirli kabul ediliyordu. Eğer doğan bebek kızsa bu süre seksen güne çıkıyordu. Regl olan kadın yedi gün, yedi gece boyunca kirli kabul ediliyor ve bu kirlilik, ona ya da onun oturduğu iskemleye ya da onun uyuduğu yatağa dokunan herkese geçiyordu.

Hintli kadınlar

Güneşin, suyun ve tüm yaşam kaynaklarının anası olan Mitra, doğumundan itibaren hep tanrıçaydı. Ancak, Babil’den ya da Pers ülkesinden Hindistan’a gelince, tanrıçalıktan tanrılığa dönüşmek zorunda kaldı. Mitra Hindistan’a geleli kaç yıl oldu ve orada kadınlar hâlâ pek hoş karşılanmıyorlar. Erkeklere göre daha az sayıda kadın var. Bazı bölgelerde on erkeğe karşılık sekiz kadın var. Dünyaya yaptıkları yolculuğu tamamlayamadan annelerinin karnında ya da doğum esnasında boğularak ölenlerin sayısı çok fazla. Bu durumu düzeltmekten ziyade bazı uyarılarda bulunmakla yetiniliyor, zira Hint geleneğinin kutsal kitaplarından birinin ikazına göre bu kadınlardan bazıları çok tehlikeli olabilirmiş: Şehvetli bir kadın zehirdir, yılandır, ölümdür ve aynı anda bunların hepsidir.

Güzel gelenekler kaybolmaya yüz tutmuş olsalar da, gayet iffetli kadınlara da rastlanmıyor değil. Gelenekler dul kadının da, kocasının ölü bedeninin yakıldığı ateşe kendisini atmasını emrediyor. Bunu yerine getirenlerin sayısı günümüzde çok az, ama bunu uygulayan birileri hâlâ var. Asırlarca ya da binlerce yıl boyunca bunu yapan çok sayıda kadın oldu. Ama bütün Hindistan tarihi boyunca, ölen karısının bedeninin yakıldığı ateşe kendini atan bir tek erkeğe bile rastlanmadı.

Çinli kadınlar

Birkaç bin yıl önce Çinli tanrıçalar tanrıça olmayı bıraktılar. Yeryüzünde çoktandır hâkim olan maço kudreti gökyüzüne de çeki düzen vermeye koyulmuştu. Tanrıça Shi Hi iki tanrıya bölünmüş, Tanrıça Nu Gua ise kadın kategorisine indirgenmişti. Shi Hi eskiden güneşlerin ve ayların anasıydı. Gece gündüz süren zorlu yolculuklarının ardından oğullarına ve kızlarına tavsiyelerde bulunur ve onların yemeklerini verirdi. Shi ve Hi adında erkek tanrılar olarak ikiye bölününce, artık kendisi olmayı bıraktı ve ortadan kayboldu. Nu Gua ortadan kaybolmadı, ama sadece kadına indirgendi. Oysaki geçmiş zamanlarda, yaşayan her şeyin yaratıcısı olmuştu: dünyayı ve gökyüzünü taşıyan sütunlar yapmak için büyük kozmik kaplumbağanın bacaklarını kesmişti, dünyayı ateşin ve suyun felaketlerinden kurtarmıştı, aşkı icat etmiş ve erkek kardeşiyle birlikte otlardan büyük bir yelpazenin ardında kaybolmuştu, ve yukarıdakileri sarı kille, aşağıdakileriyse nehir çamuruyla yoğurarak soyluları ve plepleri yaratmıştı.

Yunanlı kadınlar

Bir baş ağrısından bir tanrıça doğabilir. Mesela Athena babası Zeus’un baş ağrısından tomurcuklanmış, sonra da bu tomurcuk açılınca doğum tamamlanmıştı. Athena bir annesi olmadan dünyaya gelmişti. Bir süre sonra, Olimpos’ta çok zor bir karar almak için toplanan tanrılar mahkemesinde Athena’nın oyu belirleyici olacaktı. Elektra ve Orestes, babalarının intikamını almak için annelerinin boynunu bir baltayla kesmişlerdi. Furialar savcılık görevini yapıyorlardı. Bir kraliçenin yaşamının kutsal olduğunu ve anasını öldüren kişinin affedilmesinin mümkün olmadığını ileri sürerek, katillerin taşlanarak öldürülmesini talep ediyorlardı. Savunma işini Apollon üstlendi. Suçlanan kişilerin değersiz bir ananın çocukları olduklarını ve anneliğin en küçük bir önemi olmadığını ileri sürdü. Apollon’a göre bir anne, erkeğin tohumunu attığı tarladan başka bir şey değildi. Jüride yer alan on.üç tanrıdan altısı, iki kardeşin suçlu olduğu yönünde fikir beyan ederken altı tanrı suçsuz olduklarına karar verdi. Athena’nın oyu eşitliği bozacaktı. O bir anneye hiç sahip olmadığı için annenin aleyhinde oy kullandı ve Atina’da maço kudretine ebedi bir yaşam verdi.

Amazonlu kadınlar

Korku saçan kadınlar olan Amazonlar, henüz Herakles iken Herkül’e karşı ve Truva Savaşı’nda da Akhilleus’a karşı savaşmışlardır. Erkeklerden nefret ederlerdi ve daha isabetli ok atabilmek için sağ göğüslerini keserlerdi. Amerika kıtasını boydan boya geçen büyük nehre Amazon adını veren kişi İspanyol konkistador- Francisco de Orellana’dır. Doğduğu noktadan denize döküldüğü yere kadar bu nehirde seyahat eden ilk Avrupalıdır. İspanya’ya eksik bir gözle döndü ve emrindeki askerlerin, çıplak bir halde saldıran, vahşi hayvanlar gibi kükreyen ve canları sevişmek istediğinde bir erkeği kaçırıp bütün gece onu öpücüklere boğduktan sonra şafak vakti öldüren savaşçı kadınların oklarıyla delik deşik edildiğini anlattı. Ve hikâyesine belli bir Yunan saygınlığı katmak isteyen Orellana, onların Tanrıça Diana’nın hayranlığını kazanmış olan Amazonlar olduklarını söyledi ve yurtlarının bulunduğu nehre onların ismini koydu. Asırlar geçti, Amazonlarla ilgili başka hiçbir şey işitilmedi, ama nehrin ismi öyle kaldı. Böcek zehirleri, kimyasal gübreler, madenlerin cıvası ve teknelerin yakıtıyla her gün kirletilmesine rağmen nehir balıklar, kuşlar ve hikâyeler yönünden dünyanın en zengin suları olmayı sürdürüyor.

Eduardo Galeano Aynalar / Neredeyse Evrensel Bir Tarih Türkçesi: Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık

TEZER ÖZLÜ: “OYSA BEN TÜM YAŞAMI GÖKYÜZÜ ALTINDA BİR TATİL OLARAK GÖRÜYORUM”

Değişecek. Dünya küresinin dağları, denizleri, okyanusları, gölleri, ovaları, bozkır ve çölleri, nehir yatakları, buzulları, kent ve köyleri nasıl değişiyorsa, insan ilişkileri de değişecek. İnsandan, içgüdüleri ile bağdaşmayan uğraşların beklenmediği bir dönem de olacak. Kurallar doğrultusundaki bir yaşam yalnız ve yalnız durgunluktur. Başka hiçbir şey.

İşte dün böylesine oturdum yeni otelin terasında. Doyumsuz dünyanın güneşi altında ısındım. Doyumsuz ışıklarına baktım. Bir kasım ayı gökyüzünü düşündüm. Geniş bir ağaçlık alan üzerindeki bulutları. Gri rengin tüm çeşitlerini, koyu ve açık tonlarını içeren, kış mevsimini yaklaştıran yoğun bulutları. Bulutlar arasındaki küçük boşlukların derinliğindeki maviliği. Bu boşluklardan sızan ve rüzgarla birlikte batıya doğru yürüyen ışık yollarını. Doyumsuz bulutların sonsuzluğunu.

Dün masama gelip oturanlar oldu. Bir kamyon şoförü, otelin mühendisi. Yüzme havuzu inşaatında çalışan işçiler. Birlikte kahve ve konyak içtik. Biri, karısından ayrılmanın burukluğu içindeydi. Sevgiler geçer, sevgiler gelir, dedik. Tüm ayrılıklara, tüm sevgilere içtik. Herhangi bir temmuz gününün anlarını yalnız bir kez bölüştüğüm bu insanlar ne denli dost.

Güneş tepelere yaklaşırken gene terastayız. Gene kahve ve konyak içiyoruz. Biri, adının “Zoran” olduğunu ve bunun “Güneş doğuyor” anlamına geldiğini söylüyor. Şimdi saat sabahın sekizi. Yazmaya ara veriyorum. Gitmem gerek Yeni resimler görmem gerek. Benimseyeceğim, içimdeki kıpırdanışları dolduracak bir resim bulana dek gitmem gerek. Bu kez S. Stefano Belbo’ya dek. Otuz iki yıl önce intihar eden bu yazar, sanki orada beni bekliyor. Onun tepelerini, onun evlerini onun caddelerini görmek, onu koşullandıran doga parçasını yaşamak, biraz da onu yaşamak olmayacak mı. E5’e dönmeyeceğim. Başka yollardan gitmem gerek. Her gittiğim yolun yeni bir yol olması gerek.

Hava bulutlu. İşçiler Türkiye’ye doğru akıyor. Kavrayamıyorum. Çevremde olup biten hiçbir şeyi kavrayamıyorum. Oysa hiçbir durum yabancı değil. Ama kavranması, benimsenmesi olanaksız. İnsan yalnız kendi değer yargılarını benimsiyor. Ve bunlar genel yaşam yargılarından o denli başka ki… Uzun yıllar boyu bu yaşama karşıt yaşamı sürüklemek hiç de kolay değil. Hem kolay, hem mümkün değil. Yabancısı olmadığım bir tek olgu var. O da kendi varoluşum. Belki tek mutluluğum bu. Tek bağlantım. Kendimi kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş demektir.

Tek günah, insanın kendi yaptığını kavrayamamasıdır.“*

Her yerde tatile giden ya da tatilden dönen insanlar kaynaşıp duruyor. Araplar, Almanlar, Türk işçileri ve Yugoslavlar ve her ulusun insanları. Otelin önünde büyük bir otobüs duruyor. İçi Türk işçileriyle dolu. Çalışan insanların hepsi doğal. Tatil insanlarının hiçbiri, hiçbir yerde dayanılır gibi değil.

Duvarlarım gerisine dönmem gerek. Gökyüzü altındaki yaşam bana göre değil. Ben gökyüzüne ancak duvarlarım gerisinden bakabilirim. Cenova’da olduğu gibi denizi bulmam mümkün olmayacak. Ben ve benim gibilerin tüm çevresinin gene kendi duvarları gerisi olduğunu anlıyorum. Kumsalımız, caddelerimiz, ağaçlarımız, sevgilerimiz yalnız ve yalnız düşüncelerimizle sınırlı. Tüm dünyamız. Çok genç yaşlarımın, henüz yirmime varmadığım yaşların nihilizmi, şimdi bu yol kenarındaki büyük otelden ayrıldığım anlarda en güçlü inanç olarak yeniden beliriyor. O zamanlar dünyayı tıpkı bugünkü gibi, tıpkı şimdi, şu an önümde, E5 üzerinde uzandığı gibi düşünmüştüm.

Yağmur çiseliyor. Buğdaylar biçilmiş, tarla üzerinde yığılı duruyor. Gençlerin hiçbiri yok. Bayrakla dans eden gençler. Bayrakları sevmem. Çocukken de bayrakları sevmezdim. Dün ısıtan güneş de yok bugün Zoran doğmadı. Otobüs İstanbul’dan geliyor. Otobüsten şişman kadınlar renkli etekler giymişler. Büyük şişelerde su taşıyorlar bu insanlar hem çok yemek yiyor, hem de çok su içiyorlar.

Bulutlu ve yağmurun çiselediği bir temmuz sabahında S. Stefano Belbo’yu özlüyorum. Torino’ya varabilmeyi. Akdeniz’den vazgeçtim. Güneşten ve sahilden de. Oralar, tatil insanlarının. Oysa ben tüm yaşamı gökyüzü altında bir tatil olarak görüyorum. Çalışmayı bile. Belki de çeşitli ülke insanlarının yaşamından uzaklaşabilmek için, geceleri gündüze, gündüzleri gecelere dönüştürmem gerek. Hangi zorunluluk her olguyu bu denli güçleştiriyor. Sözcükler. Ve aynı anda her şey olmak: Kadın, erkek, çocuk, yetişkin, deniz, güneş, gece, sabah, korku, cesaret, sonsuzluk, sınırlılık, karanlık, bulut, seven, sevilen, giden, duran, anlayan, anlamayan, doğan doğmamış olan, var olan ve var olmayan bir hiç. Otelde çalışanlardan birinin arabasıyla kente doğru gidiyoruz. Bu kez kentin adı Niş. Bir bütangaz deposu önünde duruyor. — Araba gazla çalışıyor, diyor. Arabanın benzin istasyonu önünde durmaması bile sevindirici bir değişiklik. Radyo günün ısı derecelerini veriyor. Tek sözcük anlamıyorum. Yağmur çiselemesini sürdürüyor. Hemen hemen günlük yorgunluğuma varmış durumdayım. Diş ağrımaya devam ediyor. Bütangaz bekleyen birçok araba birikiverdi. Sessiz yalın insanlar. Tatile çıkmış insanlara benzemiyorlar. Ama çıktıkları zaman benzerler. Radyoda bildiğim melodilerden biri çalıyor. Dünya futbol şampiyonası bugün kulağıma çalınmadı. Bu da mutlulukların en büyüğü. Belki bundan sonraki şampiyonadan önce bu dünyadan gitmiş olurum. Şimdi İngilizce bir şarkı. Amerikalıların dik her ülkede ana dil gibi geliyor kulağa. Niş’te çantayı gerimden sürükleyerek bir eczane arıyorum. İstanbulun herhngi bir banliyösünü andıran bir kenteyim. Ya da istanbul’da mıyım. (…) Ağrı dindirici ve antibiyotik alıyorum. Gene çantayı arkamda sürükleyerek sokaklardayım.

Neden buradayım. Herkesin uzağındayım. Hiçbir tanıdığım olmayan bu kentte, bu ülkedeyim. Yorgunum. Yorgun olmasam daha kötü. Ama neden buradayım. Sözcükleri art arda dizebilmek için mi, kendi sınırlarımı zorlamak için mi, yoksa böyle bir yolculuğun sonunda yorgunluktan herhangi bir otelde yığılıp kalmak için mi.. Tanınmadığın bir kentte ne denli isterdin yitip gitmeyi… ama öyle kolay değil. Henüz rüzgarlara doydun mu. Sor kendine… henüz bulutlara doydun mu. Yeterince haykırabildin mi henüz.

Tezer Özlü Yaşamın Ucuna Yolculuk

*Cesare Pavesee

ALBERT CAMUS: AKINTIYA BIRAKMALIYIZ KENDİMİZİ, GÜCÜ TÜKENİNCEYE DEK YÜZMÜŞ OLANLAR GİBİ

Bir sabah, birdenbire, martılar görünmez oluyor. Her türlü karadan uzağız, yelkenlerimiz ve makinelerimizle yalnızız. Çevrenle de yalnızız. Dalgalar görünmez Doğu’dan geliyor, birer birer, sabırla; bize dek geliyor ve sabırla, gene bilinmedik Batı’ya doğru gidiyorlar, birer birer. Uzun bir ilerleme, hiçbir zaman başlamayan, hiçbir zaman bitmeyen… Dere ve ırmak geçer, deniz geçer ve kalır. Böyle sevmek gerekir işte, sadık ve kaçak. Denizle evleniyorum.

DENİZİN BAĞRINDA Gemi günlüğü

Denizde büyüdüm ve yoksulluk benim için şatafatlı bir şey oldu, sonra denizi yitirdim, o zaman her türlü lüks donuk, yoksunluk katlanılmaz göründü gözüme. O gün bu gün, beklerim. Dönecek gemileri, su evini, duru günü beklerim. Sabrederim, tüm güçlerimle saygılıyım. Güzel bilgiç sokaklardan geçtiğimi görürler, görünümlere hayran kalırım, herkes gibi alkışlarım, el sıkışırım, konuşan ben değilimdir. Överler, biraz dalarım, aşağılarlar, pek şaşmam. Sonra unutur ve beni aşağılayana gülümserim ya da sevdiğim kişiye gereğinden çok kibar bir selam veririm. Belleğim ancak tek bir imgeye yetiyorsa, ne yapayım? Sonra kim olduğumu söyleyeyim diye dayatırlar. “Daha hiçbir şey, daha hiçbir şey…”

Cenazelerde aşarım kendimi. Çok iyiyimdir, gerçekten. Demir işleriyle çiçeklenmiş banliyölerde ağır adımlarla yürürüm, beton ağaçlarla çevrili ve insanı soğuk deliklere götüren geniş yollara saparım. Burada, göğün zar zor kızarmış pamuğu altında, becerikli arkadaşların dostlarımı üç metre derine gömmelerine bakarım. O zaman çamurlu bir elin uzattığı çiçeği atacak olursam, dosdoğru çukura gider. Saygım kesin, heyecanım tam, başım uygun biçimde eğilmiştir. Sözlerimin tam yerinde olmasına hayran kalırlar. Ama bir üstünlüğüm yoktur: Beklerim.

Uzun süre beklerim. Bazı bazı, ayağım sürçer, elim boşa gider, başarı kaçar benden. Ne çıkar, o zaman yalnızımdır. Böyle uyanırım karanlıkta ve yarı uyur, yarı uyanık, bir dalga sesi duyar gibi olurum, suların soluk alışını. İyice uyanınca, yapraklar arasında yeli ve ıssız kentin mutsuz uğultusunu tanırım. Sonra, sıkıntımı gizlemek ya da modaya göre giydirmek için tüm sanatımı da kullansam fazla gelmez.

Başka seferlerde, tersine, yardım görürüm. New York’ta, kimi günler, milyonlarca insanın gidip geldiği şu taş ve çelik kuyularının dibinde yolumu şaşırınca, sonunu göremeden, bitkin, birinden öbürüne koşup dururdum, ancak kendisi de çıkışını arayan insan kitlesinden başka dayanacak hiçbir şey kalmayıncaya dek. Boğulurdum o zaman, ürküntüden haykıracak gibi olurdum. Ama, her seferinde, bir römorkörün uzak seslenişi bana bu kentin, bu kuru sarnıcın bir ada olduğunu ve vaftiz suyumun, Battery’nin en ucunda, kara ve kokuşmuş, içi boş mantarlarla kaplı, beni beklediğini anımsatırdı.

SEVİP DE AYRI OLANLAR, ACI ÇEKERLER AMA UMUTSUZ DEĞİLLER ÇÜNKÜ; AŞKA İNANIRLAR

Böylece, hiçbir şeyim yokken, servetimi elimden çıkarmışken, tüm evlerimin yanında kamp kurarken, istedim mi her şeyim vardır gene de, her saatte demir alabilirim, umutsuzluk beni tanımaz. Umutsuz kişi için yurt yoktur, oysa, ben bilirim ki, deniz hem önümden gider, hem arkamdan gelir, çılgınlık hep elimin altındadır. Birbirlerini sevip de ayrı olanlar acı içinde yaşayabilirler ama umutsuzluk değildir onlarınki: Bilirler ki aşk vardır. İşte bu nedenle, gözlerim kuru, sürgünün acısını çekerim. Beklerim gene. Bir gün gelir, en sonunda…

Tayfaların çıplak ayakları usul usul güverteyi dövüyor. Doğan günle birlikte kalkıyoruz. Daha biz limandan çıkar çıkmaz, kısa ve güçlü bir yel denizi sertçe süpürüyor, deniz de küçük, köpüksüz dalgalarla bulanıyor. Biraz sonra yel serinliyor ve denize hemen arkasından yok oluveren kamelyalar serpiştiriyor. Böylece, bütün sabah, yelkenlerimiz keyifli bir canlı balık havuzunun yukarısında şakırdayıp duruyor. Sular ağır, pul pul, taze köpüklerle kaplı. Zaman zaman, dalgalar pruvaya çarpıp şapırdıyor; acı ve yağımsı bir köpük, tanrıların tükürüğü, ahşap boyunca suya dek kayarak burada ölüp yeniden dirilen resimler gibi dağılıyor, mavili aklı bir ineğin, izimizin ardında daha uzun süre sürüklenen bitkin hayvanın tüyleri.

Yola çıkışımızdan beri, martılar, gözle görülür bir çaba harcamadan, neredeyse kanat bile çırpmadan, teknemizi izliyor. Dümdüz bir çizgi biçiminde, güzelim uçuşları meltemden destek almaz gibi. Birdenbire, mutfak yanında sert bir cumburtu kuşlar arasında bir oburluk atılımı yaratıyor, güzel uçuşu altüst ediyor ve ak kanatlardan bir ateş tutuşturuyor. Martılar her yönde çılgınca dönüyor, sonra, hızlarından hiçbir şey yitirmeden, denize doğru dikilmek üzere birbiri ardından kalabalığı bırakıyorlar. Birkaç saniye sonra, işte gene denizin üstünde dalganın çukuruna yerleşmişler; çöplerden oluşan besini ağır ağır didikleyen bu kavgacı kümeyi geride bırakıyoruz.

Öğleyin, kulakları sağır eden bir güneş altında, deniz hafiften kabarıyor, yorgunluktan bitmiş. Kendi üstüne devrildiği zaman, sessizliği çınlatıyor. Bir saatlik bir pişme, sonra solgun su, iyice ağarmış, geniş sac tabaka, cızırdıyor. Cızırdıyor, tütüyor, yanıyor en sonunda. Bir an sonra, güneşe şimdi dalgalar ve karanlıklar içinde olan ıslak yüzünü sunmak üzere, ters dönecek.

Hercules kapılarını, Antaios’un öldüğü burnu geçiyoruz. Ötede, okyanus her yanda, Horn’u ve Bonne Espérance’ı aşıyoruz, enlemler boylamlarla kaynaşıyor, Büyük Okyanus, Atlas Okyanusu’nu içiyor. Hemen sonra, Vancouver’e yönelip ağır ağır Güney denizlerine doğru ilerliyoruz. Birkaç yüz metrede, Paskalya, Désolation ve Hebridler sıra sıra geçiyor önümüzden. Bir sabah, birdenbire, martılar görünmez oluyor. Her türlü karadan uzağız, yelkenlerimiz ve makinelerimizle yalnızız.

Çevrenle de yalnızız. Dalgalar görünmez Doğu’dan geliyor, birer birer, sabırla; bize dek geliyor ve sabırla, gene bilinmedik Batı’ya doğru gidiyorlar, birer birer. Uzun bir ilerleme, hiçbir zaman başlamayan, hiçbir zaman bitmeyen… Dere ve ırmak geçer, deniz geçer ve kalır. Böyle sevmek gerekir işte, sadık ve kaçak. Denizle evleniyorum.

Dört bir yan su. Güneş alçalıyor, çevrenden önce sis yutuyor güneşi. Kısa bir an, denizin bir yanı pembe, bir yanı mavi. Sonra sular kararıyor. Çift direkli tekne, ufacık, yoğun ve soluk madenden, kusursuz bir halkanın yüzeyinde kayıyor. Ve en büyük yatışma saatinde, yaklaşan akşamda, sulardan yüzlerce domuzbalığı çıkıyor, çevremizde bir an bekleyip insansız çevrene doğru kaçıyorlar. Onlar gidince, ilkel suların sessizliği ve sıkıntısı başlıyor. Biraz sonra, Dönence’nin üzerinde bir buzdağıyla karşılaşıyoruz. Hiç kuşkusuz sıcak sularda uzun yolculuğundan sonra görünmez olmuş ama etkili: Teknenin sancak yanı boyunca uzanıyor, iskele yanında kuru bir gün ölürken, bu yanda halatlar kısa bir süre bir buz çiyiyle kaplanıyor.

Gece denizin üstüne inmiyor. Tam tersine, önceden içine gömülmüş bir güneşin yavaş yavaş yoğun külleriyle kararttığı suların dibinden hâlâ solgun göğe doğru çıkıyor. Kısa bir an, Zühre yıldızı kara dalgaların üzerinde yalnız kalıyor. Göz açıp kapayıncaya dek, sıvı gecede yıldızlar kaynaşıyor.

Ay doğdu. Önce suların yüzeyini hafiften aydınlatıyor, daha da yükseliyor, esnek suyun üstüne yazı yazıyor. Sonunda en yüksek noktada, bütün bir deniz kuşağını, geminin devinisiyle karanlık okyanusta tükenmemesiye bize doğru inen zengin süt ırmağını ışıtıyor. İşte sadık gece, yakıcı ışıklar, alkol, isteğin gümbürtüsü içinde çağırdığım serin gece. Öyle uçsuz bucaksız uzamlar üstünde gidiyoruz ki, hiç sonuna varamayacakmışız gibi geliyor bize. Işığın ve karanlığın akışına göre, güneş ve ay birbiri ardından çıkıp iniyor. Denizde günler, mutluluk gibi hep birbirine benzeyen…

Stevenson’ın söz ettiği şu unutuşa başkaldıran, anıya başkaldıran yaşam… Şafak. Yengeç burcunu dikey olarak kesiyoruz, sular inleyip çırpınıyor. Çelik pullarla dolu, çalkantılı bir deniz üzerine gün doğuyor. Gök, sanki güneş bulutların derinliğinde, gökkubbesinin bir başından bir başına sıvılaşmışçasına, ölü ama katlanılmaz ölçüde parlak, sisten ve sıcaktan ak. Çürümüş bir deniz üzerinde hasta gök. Saat ilerledikçe, kurşun rengi havada sıcak artıyor. Gün boyunca, truva bodosloması uçan balık bulutlarını, bu küçük demir kuşları, dalga çalılıklarının dışına uğratıyor.

Öğleden sonra, kentlere doğru giden bir şilebe rastlıyoruz. Düdüklerimizin üç tarihöncesi hayvan çığlığıyla selamlaşması, denizde yitip başka insanların varlığıyla uyanmış yolcuların işaretleri, iki gemi arasında yavaş yavaş büyüyen uzaklık, en sonunda güvenilmez sular üzerinde ayrılış, derken yürek daralıyor. Yalnızlığı ve denizi seven ve sevmekten de hiç vazgeçmeyecek olan bu tahtalara yapışmış, akıntıya kapılmış adalar, ardında uçsuz bucaksız okyanusların yelesi üzerine atılmış inatçı çılgınlar!

Atlas Okyanusu’nun tam ortasında, bir kutuptan ötekine dursuz duraksız esmekte olan yabanıl yeller altında eğiliyoruz. Kopardığımız her çığlık yitip gidiyor, sınırsız uzamlara doğru havalanıyor. Ama bu çığlık, gün gün ardından yellerce taşınacak, en sonunda karanın yassılmış uçlarından birine yanaşacak ve donmuş duvarlar üzerinde uzun uzun çınlayacak, ta ki bir yerlerde, kardan kabuğu içinde yitip gitmiş bir adam onu duyuncaya ve hoşnut kalıp gülümseyinceye dek.

Saat iki güneşinin altında yarı uyur yarı uyanıktım; korkunç bir gürültü beni uyandırdı. Güneşi denizin dibinde gördüm, çalkantılı gökte dalgalar egemendi. Birden, deniz yanıyor, güneş, buz gibi, yavaş yavaş gırtlağıma akıyordu. Çevremde, tayfalar gülüyor, ağlıyorlardı. Birbirlerini seviyorlardı ama bağışlayamıyorlardı. O gün, dünyayı nasılsa öyle tanıdım, iyiliğinin aynı zamanda zarar verici, kıyalarının kurtarıcı olduğunu benimsemeye karar verdim. O gün, birinin hiçbir zaman söylenmemesi gereken iki gerçek bulunduğunu anladım.

Tuhaf mı tuhaf, biraz kırpılmış Güney Yarımküre ayı, bize birkaç gece eşlik ediyor, sonra gökten hızla suya kayıyor, o da kendisini yutuyor. Güneyhaçı, seyrek yıldızlar, gözenekli hava kalıyor. Aynı anda, yel tümüyle kesiliyor. Gök kımıltısız yelken direklerimizin yukarısında kayıyor, yalpalanıyor. Motor durmuş, yelkenler bozulmuş, su dostça böğürlerimizi döverken, sıcak gecede ıslık çalıyoruz. Hiçbir buyruk yok, makineler susuyor. Neden sürdürmeli gerçekten ve neden geri dönmeli? Her isteğimiz yerine gelmiş, dilsiz bir çılgınlık, yenilmez bir biçimde, bizi uyutuyor. Böylece bir gün gelir, her şeyi yerine getirir; o zaman akıntıya bırakmalıyız kendimizi, gücü tükeninceye dek yüzmüş olanlar gibi. Neyi yerine getirmeli? Başından beri, kendime bile açamıyorum bunu. Ey acı yatak, prens yatağı, taç suların dibinde!

Sabah, pervanemiz usul usul ılık suyu köpürtüyor. Yeniden hızlanıyoruz. Öğleye doğru, uzak kıtalardan gelmiş bir geyik sürüsü çıkıyor karşımıza, bizi geçiyor ve düzenli bir biçimde kuzeye doğru yüzüyor; arkalarından renk renk kuşlar geliyor, zaman zaman, boynuzlarına konup soluklanıyorlar. Bu uğultulu orman yavaş yavaş çevrende siliniyor. Az sonra, deniz görülmedik sarı çiçeklerle kaplanıyor. Akşama doğru, uzun saatler boyunca, görünmez bir şarkı önümüzden gidiyor. Uyuyorum, içli dışlı.

Tüm yelkenler belirgin bir melteme açılmış, duru ve kaslı bir deniz üzerinde kayıp gidiyoruz. Hızın doruğunda, dümen iskele tarafına çevriliyor. Günün sonuna doğruysa, hızımızı daha da artırarak, sancak tarafına yatıyoruz; öyle ki yelkenimiz suyu sıyırıyor; olanca hızımızla bir Güney kıtası boyunca ilerliyoruz, bir zamanlar, bir uçağın yabanıl tabutunda, kör uçuşla, üzerinden uçtuğum için tanıyorum onu. Tembel bir kral gibi kayıp gidiyordu o zaman; denizi bekliyor, hiçbir zaman ulaşamıyordum. Canavar uluyor, Peru guanolarını kaldırıyor, Büyük Okyanus plajlarının yukarılarına atılıyor, Andların ak ve kırık kaburgalarının, sonra sinek sürüleriyle kaplı, uçsuz bucaksız Arjantin ovasının üstünden uçuyor, bir kanat vuruşuyla süte batmış Uruguay çayırlarını Venezuela’nın kara ırmaklarıyla birleştiriyor, yere iniyor, gene uluyor, yutulacak yeni boş uzamlar karşısında istekle titriyor, tüm bunlarla birlikte de ilerlememeye, en azından bunu çarpıntılı, inatçı bir ağırlık, şaşkın, değişmez, zehirlenmiş bir güçle yapmaya hiç ara vermiyordu. O zaman maden hücremde ölüyor, kıyalar, taşkın şenlikler düşlüyordum. Uzam yoksa, suçsuzluk da, özgürlük de yoktur! Soluk alamayan için hapishane ölüm ya da çılgınlıktır; öldürmekten ve sahip olmaktan başka ne yapılabilir burada? Bugün, tersine, gırtlağıma dek soluklarla doluyum, tüm kanatlarımız mavi havada şaklıyor, hızdan haykıracağım, açıölçerlerimizi ve pusulalarımızı suya atıyoruz.

Zorlu yelin altında, yelkenlerimiz birer demir. Kıyı gözlerimizin önünden hızla akıyor, kökleri zümrüt denizkulaklarına dalan görkemli hindistancevizi ormanları, durgun körfezler, kırmızı yelkenlerle ay kumları. Büyük yapılar beliriyor birden; hizmet avlusunda başlayan girilmemiş ormanın ilerlemesi sonucu şimdiden çatlamışlar; şurada burada sarı bir altınkökü ya da dalları mor bir ağaç bir pencereyi deliyor; Rio en sonunda arkamızda yıkılıyor ve yeni yıkıntılarını bitkiler örtecek, burada Tijuca maymunları kahkahalar koparacak. Biraz daha hızlı, dalgaların kum demetleri gibi fışkırdığı büyük plajlar boyunca, biraz daha hızlı, Uruguay’ın koyunları denize giriyor ve birden sararıveriyor. Sonra, Arjantin kıyısında, kocaman ateşler, düzenli aralıklarla, gökyüzüne doğru ağır ağır kızaran yarım öküzler yükseltiyor. Karanlıkta, Tierre del Fuego’nun buzları teknemizi saatlerce dövüyor, gemi ancak yavaşlıyor ve çark ediyor. Sabahleyin, yeşilli beyazlı soğuk köpüğü, binlerce kilometrelik Şili kıyısınca kaynayan Büyük Okyanus’un tek dalgası, bizi ağır ağır kaldırıyor ve karaya oturma tehlikesi baş gösteriyor. Dümen kırıp tehlikeyi atlatıyor, Kerguelen’i geçiyoruz. Tatsız tuzsuz akşamda ilk Malezya kayıkları bize doğru ilerliyor. Çocukluğumda okuduğum bir kitabın eşsiz çocukları, “Denize! Denize!” diye haykırıyorlardı. Bu kitabın her şeyini unuttum, yalnız bu haykırış kaldı belleğimde. “Denize!” ve Hint Okyanusu’ndan Kızıldeniz bulvarına dek, sessiz gecelerde, çölün önce yanıp sonra donan taşlarının birer birer çatladığı işitilen Kızıldeniz bulvarına dek, bu haykırışların sustuğu eski denize geliyoruz.

En sonunda, bir sabah, şaşırtıcı bir sessizlikle dolu, kımıltısız yelkenlerle donanmış bir körfezde konaklıyoruz. Birkaç deniz kuşu, tek başlarına, gökte kamış parçalarını birbirlerinden kapıyorlar; gün boyunca suya giriyor, sonra kumlar üstünde kuruyoruz. Akşam olunca, yeşerip gerileyen bir gökyüzü altında, deniz daha da yatışıyor, oysa öylesine durgundu ki. Kısacık dalgalar ılık kıyıya bir köpük buğusu üflüyor. Deniz kuşları görünmez oldu. Yalnız bir uzam kalıyor, kımıltısız yolcuya sunulmuş.

Yumuşacıklığı uzayan kimi geceler, evet, onların bizden sonra da karaya ve denize geleceklerini bilmek ölmeyi kolaylaştırır. Her zaman sürülmüş, her zaman el değmemiş, büyük deniz, geceyle dinim! Bizi yıkar, verimsiz izlerinde doyurur, bizi kurtarır ve ayakta tutar. Her dalgada, bir vaat, hep aynı. Dalga ne söyler? Yerimi kimseler bilmeden, soğuk dağlar arasında, yakınlarımca yadsınmış, gücümün sonuna gelmiş durumda ölmem gerekseydi, deniz, son anda, hücremi doldurur, beni kendi kendimin üstünde tutar, kinsiz ölmeme yardım ederdi.

Gece yarısı, kıyıda yalnız başımayım. Biraz daha bekleyip gideceğim. Göğün kendisi de kazaya uğramış, tüm yıldızlarıyla birlikte, şu saatte, tüm dünyada, ateşler içinde, limanların karanlık sularını aydınlatan şu şilepler gibi. Uzam ve sessizlik yüreğin üstüne tüm ağırlığıyla çöküyor. Birden bastıran bir aşk, bir büyük yapıt, belirleyici bir edim, dönüştüren bir düşünce, kimi anlarda aynı katlanılmaz sıkıntıyı verir, karşı konulmaz bir çekimle birlikte. Güzelim var olma bunalımı, adını bilmediğimiz bir tehlikenin çok hoş yakınlığı, yaşamak, o zaman, kendi yıkımımıza koşmak mıdır? Yeniden, durup dinlenmeden, yıkımımıza koşalım. Hep açık denizde, tehlike içinde, krallara yaraşır bir mutluluğun göbeğinde yaşıyormuşum gibi gelmiştir bana.

(1953) Albert Camus Kaynak: Yaz Fransızca Aslından Çeviren: Tahsin Yücel, Can yayınları

AMİN MAALOUF: HER TÜRLÜ KATILIĞA VE GERİLEMEYE KAPI HER ZAMAN AÇIK, ENDİŞE VERİCİ ÖĞRETİLER YAYGINLAŞIYOR

Dinlerin halklar üstündeki etkisine çok fazla önem verildiğine, buna karşılık, halkların dinler üstündeki etkisine yeterince önem verilmediğine inanıyorum ben.

Papalık konusundaki bir başka çelişki de, son derece muhafazakâr olan bu kurumun, ilerlemenin muhafazasına da olanak sağlamasıdır. Sıradan gelebilecek bir örnekle bunu açıklayayım: Çocukluğumda, Katolik bir kadın, başını ve omuzlarını örtmeden ayine gidemezdi; hiçbir inanan da -ister hizmetçi, isterse kraliçe olsun- rahiplerin büyük çaba göstererek ve kimi zaman da mizah yoluyla uygulanmasını sağladıkları bu kuralı çiğneyemezdi. Mizah yoluyla derken, cemaatinden bir kadına yönelip ona bir elma veren papazı düşünüyorum örneğin; genç kadın bu işe şaşırdığında, papaz Havva’nın ancak elmayı ısırdıktan sonra çıplak olduğunu anladığını söylemiş kendisine.

Kadıncağız elbette çıplak değildi, sadece uzun saçlarını açık bırakmıştı, ama giyim yasası çiğnenemezdi. Bu durum Vatikan’ın, 1960’lı yılların başında, artık kadınların başörtüsü takmadan kiliseye gidebileceklerine karar vermesine dek sürdü. Sanırım bazı kişiler bu değişikliğe bozulmuş, hatta çok öfkelenmiştir, sonuçta kökeni ta Aziz Pavlus’a dayanan çok eski bir geleneğe aykırı düşüyordu bu karar; Aziz Pavlus, Korinthoslulara Birinci Mektup’ta “Erkek başını örtmemeli; o, Tanrı’nın benzeri ve yüceliğidir. Kadın da erkeğin yüceliğidir. Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı. Bu nedenle ve melekler uğruna kadının başı üzerinde yetkisi olmalıdır” dememiş miydi? Öte yandan, gün geçtikçe, bir başka zamana ait olan bu sözler, toplum nezdinde geçerliliğini yitirmiş, Katolik kadınları başlarını örtmeye kimse zorlamaz olmuştu ve bu ilerlemenin bir daha tartışma konusu yapılmayacağı da akla yatkın geliyor.

Lafı buraya getirmek istediğim için yineliyorum: Papalar on dokuz yüzyıl boyunca giyim yasasındaki her türlü esnekliğe karşı çıkmışlardı kuşkusuz; ama bu düzenlemeye artık gerek olmadığı kanısına varmalarının ardından, önünde sonunda düşünce tarzlarının evrimini göz önünde bulundurmalarının ardından, bir şekilde, bu değişimi fiilen geri döndürülemez kılarak “geçerli” hale getirdiler.

Batı tarihinde, Kilise kurumu genelde bu tarzda hareket etti; Avrupa uygarlığının maddi ve manevi ilerlemesini bir yandan sınırlandırmaya çalışarak o ilerlemeye katkıda bulundu. Söz konusu olan, ister bilim ister ekonomi ister siyaset isterse başta cinsellik olmak üzere toplumsal davranışlar olsun, papalık hep aynı yolu izledi. Başlangıçta, sertçe itiraz etti, frenledi, verip veriştirdi, tehditler savurdu, suçladı, yasakladı. Sonra, zaman geçtikçe, genellikle de çok uzun bir sürenin ardından, düşüncesinden vazgeçti, olayı yeniden inceledi, yumuşadı. Ardından da, birtakım çekincelerini korusa da, toplumların yargısına uydu. O andan sonra da geriye dönülmesini isteyen fanatiklere bir daha hoşgörü gösterilmedi.

Katolik Kilisesi, yüzyıllar boyunca, Dünya’nın yuvarlak olduğuna ve Güneş’in çevresinde döndüğüne inanmayı reddetmişti; türlerin kökeni konusunda da, başlarda Darwin’i ve evrimciliği suçlamıştı; bugünse, piskoposlarından biri, Arabistan’daki bazı ulemanın ya da Amerika’daki Kitabı Mukaddes vaizlerinin hâlâ yaptığı gibi, kutsal metinleri sözcüğü sözcüğüne bağlı kalarak yorumlamaya kalksa, buna çok öfkelenir.

Müslümanlık geleneğinde, tıpkı Protestanlık geleneğinde de olduğu gibi, dinsel merkezi bir yetkeye karşı sergilenen güvensizlik kesinkes meşru ve esinlenişi açısından da son derece demokratiktir; ama bunun ikincil, uğursuz bir etkisi olmuştur; o katlanılmaz merkezi yetke olmaksızın, hiçbir ilerleme geri döndürülemez biçimde insanlar arasında kendine yer edinemez.

İnananlar on yıllar boyunca inançlarını en yüce gönüllü, en aydınlık, en hoşgörülü şekilde yaşadıklarında bile “yeniden eskiye dönme” tehlikesinden ve günün birinde gelip bütün elde edilen değerleri ortadan silip süpürecek ateşli bir yorumdan kurtulmuş sayılmazlar asla. Burada da söz konusu olan ister bilim ister ekonomi ister siyaset isterse toplumsal davranışlar olsun, iyi niyetli bir fetvanın daha dün izin verdiği şeyi, yarın hırçın bir fetva sert biçimde yasaklayabilir. Aynı aykırılıklar yasak olan ile olmayan, dine aykırı olan ile olmayan konularında sürekli yinelenip duruyor; bir üst yetkenin yokluğunda, hiçbir ilerleme sonsuza dek “geçerli” olmuyor ve yüzyıllar boyunca dile getirilen hiçbir düşünce, kesin olarak geçersiz damgası yemiyor. İleriye doğru atılan her adımı bir geri adım izliyor, o kadar ki, neresinin ilerisi, neresinin gerisi olduğu bile artık bilinmez hale geliyor. Her türlü olur olmaz vaade, her türlü katılığa, her türlü gerilemeye kapı her zaman açık.

Aynı şekilde, bir zamanlar öğrencilerine akılcı bir eğitim veren bazı Amerikan okullarının, birden, yeni kuşaklara evrenin bundan altı bin yıl önce -MÖ 4004’te, tam olarak 22 Ekim’de, akşam saat sekizde- yaratıldığını ve yüz binlerce yıl öncesine ait gibi duran kemik kalıntılarının bulunmasının nedeninin de, aslında Tanrı’nın onları mucizevi biçimde yaşlandırıp inancımızın ne kadar sağlam olduğunu sınamak için oraya koyması olduğunu öğrettiğini okuyunca, yine bu gerileme sözcüğü geliyor dilimin ucuna.

Daha genel anlamda, neşeyle dünyanın sonunun geldiğini haber veren ve hatta bunu hızlandırmak için çalışan, tuhaf, endişe verici öğretiler yaygınlaşıyor. Kuşkusuz, yoldan çıkmış bu eğilimler, Hıristiyanlığın yalnızca küçük bir bölümünü, kırk elli milyon kişiyi etkiliyor; ama ABD’de bulunduğu, sürekli olarak iktidar koridorlarını arşınladığı ve hatta kimi zaman tek süper gücün tutumunda belirleyici olabildiği göz önüne alınınca, bu azınlığın etkisi yadsınamaz.

Benim olarak nitelediğim iki “uygarlığın” karşılaştırmalı evriminde, “örgütsel”, kültürel, ulusal ya da daha genel olarak tarihsel etkenlerin etkisini ve bütünüyle öğretilere ilişkin farklılıkların ne kadar az etkili olduğunu yansıtacak daha binbir türlü şey, binbir türlü önemli örnek var.

Dinlerin halklar üstündeki etkisine çok fazla önem verildiğine, buna karşılık, halkların dinler üstündeki etkisine yeterince önem verilmediğine inanıyorum ben. Dördüncü yüzyılda, Roma İmparatorluğu Hıristiyanlaştığında, Hıristiyanlık da Romalılaşmıştı, hem de nasıl. Öncelikle bu tarihsel durum, egemen bir papalığın ortaya çıkışını açıklıyor. Daha geniş bir perspektifte, Hıristiyanlık, Avrupa’nın şu an olduğu şeye dönüşmesine katkıda bulunduysa, Avrupa da aynı şekilde Hıristiyanlığın şu an olduğu şeye dönüşmesine katkıda bulundu. Batı uygarlığının iki temel direği olan Roma hukuku ve Atina demokrasisi de Hıristiyanlık öncesi döneme aittir.

İslamiyet konusunda da aynı şekilde dindışı öğretilere ilişkin buna benzer gözlemler yapılabilir. Komünizm, Rusya ya da Çin tarihine etki ettiyse, bu iki ülke de komünizmin tarihinde belirleyici rol oynamıştır; komünizm, Almanya’da ya da İngiltere’de üstün gelseydi çok farklı bir yazgıya sahip olurdu. Kutsal ya da dindışı temel metinler çelişik yorumlara açıktır. Deng Xiaoping’in, özelleştirmelerin Marx’ın düşüncelerinin doğrultusunda gerçekleştirildiğini ve ekonomik reformunun başarılarının, sosyalizmin kapitalizmden üstün olduğunu ortaya koyduğunu söylemesi insanı güldürebilir. Ama aslında bu yorum diğerlerinden daha gülünç değildir; hatta Das Kapital’in yazarının düşlerine, Stalin’in, Kim İlsung’un, Pol Pot’un ya da Mao Zedong’un çılgınlıklarından daha yakındır.

Öyle ya da böyle, gözlerimizin önünde gerçekleşen Çin deneyimine bakıldığında, dünya tarihinde kapitalizmin kazandığı en şaşırtıcı başarılardan birinin, bir komünist parti yönetiminde ortaya çıkacağını kimse yadsıyamaz. Öğretilerin esnetilebilirliğinin ve insanların bu öğretileri işlerine geldiği gibi yorumlamaktaki sonsuz becerisinin güçlü bir kanıtı değil mi bu?

İslam âlemine dönecek olursak, din adına hareket ettiğini söyleyen kişilerin siyasal tutumlarını anlamak ve bunları değiştirmek yönünde adım atmak istenirse, bu durumun neden olduğu sorun ve bunun çözümü kutsal metinlerde aranmamalıdır. İşin kolayına kaçıp çeşitli Müslüman toplumlarında olup biten şeyleri “Müslümanlığa özgü” şeyler olarak açıklamak, beylik sözlerle yetinmek demektir, cahilliğe ve acizliğe mahkûm olmak demektir.

Bugünün gerçekliklerini anlamak isteyenler için, dinlerin, etnik grupların, kültürlerin kendine özgülüğü, yararlı olmakla birlikte kullanımı güç bir kavramdır. Yadsındığında, ince ayrımlar kavranılmaz olur; aşırı önemsendiğindeyse işin özü kavranılamaz.

Günümüzde, bu, aynı zamanda ikircil bir kavramdır. Apatheid kesin olarak Siyahilerin “kendine özgülüklerine saygı” ilkesi üstüne kurulmamış mıydı? Her halk, Avrupa ya da Afrika kökenli olmasına göre, kendi kültürünün ona “çizdiği” yolu izlemek durumunda görülüyordu; bazılarının modernliğe doğru ilerlemesi gerekirken, başkaları atalarından kalma geleneklere saplanıp kalmak zorundaydılar.

Güney Afrika örneği çarpıtılmış ve geride kalmış bir örnek olarak görülebilir. Ne yazık ki, öyle değil. Apartheid ruhuna bugünün dünyasında her yerde rastlanıyor ve bu ruh yaygınlaşmayı sürdürüyor. Kimi zaman kasıtlı olarak, kimi zaman da, bunun tersine, dünyanın en iyi niyetleriyle.

Size, bu yüzyılın başında, Amsterdam’da meydana gelen bir olayı anlatayım. Cezayir kökenli genç bir kadın gönlünde yatan bir tasarıyı gerçekleştirebilmek için belediyeye gitmiş: Mahallesindeki göçmen kadınlar, kendi aralarında buluşabilsinler, aile içi mikrokozmostan biraz olsun çıkabilsinler, hamamda yorgunluk atsınlar ve özgürce sorunlarından söz etsinler diye bir tür kulüp kurmak istiyormuş. Bir yetkili kendisini kabul etmiş, dinlemiş, notlar almış ve belediyenin kendisine yardım edip edemeyeceğini öğrenmek üzere birkaç hafta sonra yine gelmesini istemiş. Genç kadın çıkmış, işin olacağına inanıyormuş. Belirlenen tarihte yeniden belediyeye gittiğinde, bir de ne duysun, ne yazık ki, tasarı gerçekleştirilemezmiş. “Mahallenizdeki imamla görüştük, bunun iyi bir fikir olmadığını söyledi. Üzgünüz! “

Bu sözleri söyleyen memurun, ağzından çıkanları ayrımcılık olarak değerlendirmediğine inanıyorum, hatta tersine bu tavrın son derece saygılı olduğunu düşünüyordu büyük olasılıkla. Bir etnik topluluğun ihtiyacına göre yapılması gerekene karar verirken, “dini lider”in fikrine göre hareket etmek yerinde bir davranış değil mi? Safça bir soru akla geliyor o zaman: Genç bir AvrupalI kadın bir tasarı öne sürmüş olsaydı, bu konudaki karar bağlı bulunduğu ruhani çevrenin Katolik ya da Protestan papazına mı bırakılırdı? Kesinkes hayır. Peki niye, diye sorulabilir aynı saflıkla. Alınacak yanıtlar da ister istemez anlaşılmaz olacaktır. Burada, asıl sorun, söylenmeyendedir, açıkça ifade edilmeyendedir ve etnik önyargıdadır. Özetle, bu şekilde hareket edilmiştir, çünkü “o insanlar” “bizim” gibi değildir. Öteki’ne karşı gösterilen bu “saygı”nın bir tür küçümseme olduğunu ve bir tiksinmeyi yansıttığını anlamamak için her türlü duyarlılıktan yoksun olmak gerekir. Her şekilde, “saygı duyulan” insanlar bunu böyle görüyorlar.

Öteki’ni dinsel ya da etnik özelliklerine göre değerlendirmeye yönelik bu eğilim, başka yerlerden gelmiş insanları geleneksel aidiyetlerine iten bu düşünce alışkanlığı, kişileri ten renginden, aidiyetinden, şivesinden ya da adından bağımsız olarak görmeyi engelleyen bu düşünsel zayıflık, çok eski zamanlardan beri insan toplumlarını etkilemiştir. Ama bugünün “küresel köy”ünde böylesi bir tutum artık hoşgörülemez, çünkü her ülkede, her kentte birlikte yaşama olasılığını tehlikeye düşürür ve bütün insanlık için onulmaz bölünmeler, şiddetle dolu bir gelecek hazırlar.

Ne yapmak gerekirdi, diye sorulacaktır bana. Farkları görmüyormuş gibi mi yapmalıydı? Sanki bütün insanlar aynı renkteymiş, aynı kültüre ve aynı inançlara sahipmiş gibi mi davranmalıydı?

Yerinde sorular bunlar, bir süre durup düşünülmeyi hak ediyor. Herkesin, kendisini aidiyetlerinin bayrağını açıp dalgalandırmak ve bu şekilde muhataplarının bayrağını pekâlâ gördüğünü belli etmek zorunda hissettiği bir dönem yaşıyoruz. Bunun bir kurtuluş mu, yoksa kendini kaybetme mi; çağdaş bir nezaket mi, yoksa bir hoyratlık mı olduğunu bilmiyorum. Kuşkusuz, koşullara ve tarzlara bağlı bir şey söz konusu. Ortada bir ikilem olduğu gerçek. Ten renkleri, cinsiyetler, aksanlar, adların ses düzeni arasında bir fark yokmuş gibi davranmak, kimi zaman çok eskilerden beri var olan adaletsizlikleri gizlemekle ve sürdürmekle eşdeğerdir. Bunun tersine, ayırt edici özelliklerin kasıtlı olarak ve açıkça göz önünde bulundurulması da insanların aidiyetleri içine gömülmelerini ve karşılıklı “klan”ları içine hapsedilmelerine neden olur.

Bilgelik bence daha etkili, daha incelikli ve daha emek isteyen bir yaklaşımda yatmaktadır. Olması gereken, bir HollandalI ile bir Cezayirli arasında -aynı örnek içinde kalmak amacıyla onları seçtim- var olabilecek farklılıkları görmezden gelmek değildir; bu farklılıkları kabul edip, bir yandan da ne bütün HollandalIların ne de bütün Cezayirlilerin aynı olduğunu göz önünde bulundurarak onları aşmak gerekir; bir HollandalI inançlı ya da agnostik, bilgili ya da dar kafalı, sağcı ya da solcu, kültürlü ya da kültürsüz, çalışkan ya da tembel, namuslu ya da serseri, hırçın ya da neşeli, eli açık ya da cimri olabilir, keza bir Cezayirli de.

Bedensel ya da kültürel farklılıklar yokmuş gibi davranmak saçma bir tutumdur; ama daha ileriye doğru, birey olarak kişinin kendisine yönelmektense, göz önündeki farklılıklarla yetinilirse, işin özü anlaşılamaz.

Bir kadına ya da bir erkeğe saygı duymak demek, onunla her hakka sahip bir insan gibi, özgür ve yetişkin bir insan gibi konuşmak demektir, yoksa onu, toprağa ait bir serf gibi, içinde yaşadığı topluluğa ait olan, bağımlı bir varlık olarak görmek değil.

Cezayirli göçmene saygı duymak demek, bir tasarı hazırlamış ve onu yetkililere sunma cesaretini göstermiş biri olarak ona saygı göstermek demektir. Yoksa onu tutup dini liderinin sultası altına sokmak değil.

Amsterdam’da meydana gelen bir olayı bile bile örnek verdim. Avrupa’nın, 17. yüzyıldan başlayarak, dinsel hoşgörüye doğru ağır ilerleyişinde öncü bir rol üstlenmiş bir kenttir Amsterdam. Öte yandan, belediye çalışanının mahalle imamına danışırken, kentte her zaman egemen olmuş açılım ruhu doğrultusunda hareket ettiğini düşündüğüne de eminim.

Çünkü dört yüzyıl önce hoşgörü bu şekilde işliyordu. Dinsel azınlıklar özgürce ibadet edebiliyor; içlerinden biri uygunsuz bir davranışta bulunduğunda, kendi topluluğunun liderleri tarafından sertçe uyarılıyordu. Örneğin Spinoza 1656’da dindaşları tarafından bu şekilde aforoz edilmişti, çünkü varsayılan tanrıtanımazlığı Hıristiyan hemşerileriyle olan ilişkilerini tehlikeye düşürüyordu. Felsefecinin öz babası da dahil olmak üzere, birçok Yahudi’nin, İber Yarımadasından kovulduktan sonra görece yakın bir tarihte Amsterdam’a gelmesi ve o dönem için alışılmadık biçimde gönül yüceliği sergileyen ev sahiplerine karşı uygunsuz davranışlarda bulunulmasından korktukları göz önüne alındığında, daha da hassaslaşan bir sorundu bu.

Kaldı ki, bugünün gerçeklikleri çok farklı ve son derece karmaşık, tutumlarsa aynı değil. Dünya çapındaki cemaatçi bir gelişimin tehdidi altındaki zamanımızda, kadınlar ile erkeklerin dinsel topluluklarına “zincirlenmesi” sorunları çözeceğine daha da ciddileştiriyor. Buna karşın, Avrupa’daki birçok ülkenin göçmenlerin dinsel bir temel üstünde örgütlenmelerini teşvik ederek ve cemaatçi muhatapların ortaya çıkmasını sağlayarak yaptığı sadece bu.

Batı, dünyanın geri kalanıyla olan ilişkilerinde sık sık bu hataya düştü. Yüzyıllar boyunca, kendi yurttaşlarına uyguladığı ve büyüklüğünün kaynağı olan ilkeleri, yazgılarını elinde tuttuğu halklar başta olmak üzere, öteki halklara uygulayamadı. Örneğin, sömürge dönemi Fransası, Cezayir’deki eyaletlerinde yaşayanların bütün haklara sahip olmasını engellemek için, onları “Müslüman Fransızlar” statüsüne aldı; laik bir cumhuriyet için oldukça akıldışı bir adlandırmaydı bu.

Amin Maalouf Çivisi Çıkmış Dünya Uygarlıklarımız Tükendiğinde Çeviren: Orçun Türkay, YKY  

KUŞ ÖLÜR SEN UÇUŞU HATIRLA… – FURUĞ FERRUHZAD

KUŞ ÖLÜR SEN UÇUŞU HATIRLA

Ben maviye inanırdım Boynumdaki yorgun damarların mavisine Beyaz dalgaları omuzlayan deniz mavisine Denizin bittiği yerde başlayan göğün mavisine inanırdım Bi de ensemde ki dövmeye inanırdım Kuş Ölür Sen Uçuşu Hatırla


Kim vurduya gitti aşkımız faili meçhul değilse nefsi müdafaadır… Ellerimizdeki kelepçenin anahtarı sende Kavgamızın tek seyircisi bu şehir Tutunduğumuz tek dal içimizdeki isyandır Söyle sevgilim sen söyle Akan kanımızın hesabını kime soracağız? Kim toplayacak gözyaşlarımızı Kim koyacak sevgiyi içimize Gittik gittik gittik Acılara gittik Keşkelere gittik Ben sana sen bana gittik

Sonra öğrendik ki dünya yuvarlak,kaldık Sen bağıra bağıra ağlardın ben susardım Sen duvarları yumruklardın duvarlarında ellerinin izleri kan içinde Ben içime içime oyardım kendimi Sen çimenlere yatıp uyuyakalırdın Ben banklara tünemiş uykusuz Sen ot içerdin duman kusardın geceye Ben tek sigaralık ciğerimle öksürüklerde Sen aşka inanmazdın sen inanmazdın Ben maviye inanırdım Boynumdaki yorgun damarların mavisine Beyaz dalgaları omuzlayan deniz mavisine Denizin bittiği yerde başlayan göğün mavisine inanırdım Bi de ensemde ki dövmeye inanırdım Kuş Ölür Sen Uçuşu Hatırla


Furuh Ferruhzad

KAFKA’NIN YAZMAYA BAŞLAYIP BİTTİREMEDİĞİ İLK ROMANINDAN BİR BÖLÜM

Amerika, Franz Kafka’nın yazmaya başladığı ilk romandır. Fakat yazar, 1911 yılının sonundan 1914 yılına kadar aralıklarla üzerinde çalıştığı ve Der Verschollene (Kayıp Kişi) başlığını vermeyi düşündüğü romanını tamamlayamadı. Yalnızca “Ateşçi” başlıklı bölümü 1913 yılında ayrı bir öykü olarak yayınlayabildi. Franz Kafka’nın ölümünden sonra ise Max Brod 1927 yılında bu roman fragmanını Amerika başlığıyla yayınladı.

Ramses’e giden yol

Karl kısa bir yürüyüşten sonra geldiği ve aslında New York demiryolu idaresinin küçük bir son durağı olan, bu yüzden de gecelemek için pek kullanılmayan küçük otelde, yatacak en ucuz yeri istedi, çünkü tutumlu davranmaya hemen başlaması gerektiğini düşünüyordu. İsteğine uyan otelci tarafından bir işaretle, oranın bir çalışanıymış gibi, merdivenden yukarı gönderildi; orada, saçı darmadağınık, yaşlı bir oda hizmetçisi, uykusunun bölünmesine sinirlenmiş halde, onu karşıladı ve neredeyse ona kulak vermeden, sessiz yürümesi konusunda defalarca uyararak onu bir odaya soktu, “Şişşt!” diye fısıldadıktan sonra da kapıyı kapadı.

Karl önce, perdeler indirilmiş mi, yoksa odada hiç pencere yok mu, tam anlayamadı, içerisi o derece karanlıktı; sonunda küçük, perdeyle örtülü bir vasistas fark etti, önündeki bezi çekince içeriye biraz ışık girdi. Odada iki yatak vardı; ama ikisi de doluydu. Karl, derin uykuda olan iki genç adam gördü. Pek güvenilir görünmüyorlardı; bunun başlıca nedeni, anlaşılır bir gerekçe olmadan giyinik yatıyor olmalarıydı; hatta bir tanesi çizmelerini bile çıkarmamıştı.

Karl vasistasın önünü açtığı anda, uyuyanlardan biri kollarını ve bacaklarını biraz yukarı kaldırdı, bu da öyle bir görüntü yarattı ki, Karl bütün kaygılarına karşın kendi kendine güldü.

Çok geçmeden, başka bir uyuma olanağı, kanepe ya da divan bulunmaması bir yana, zaten uyuyamayacağını anladı, çünkü daha yeni kavuştuğu bavulunu ve üzerinde taşıdığı parayı tehlikeye atamazdı. Ama çekip gitmek de istemiyordu, çünkü oda hizmetçisinin ve otelcinin önünden geçip binadan hemen ayrılmaya cesaret edemiyordu. Sonuçta, burası anayoldan daha güvensiz değildi belki de. Bütün odada, yarı aydınlıkta seçilebildiği kadarıyla, tek bir yolcu eşyasının görülmeyişi dikkat çekiciydi elbette. Ama belki de ve büyük olasılıkla iki genç adam otel çalışanlarıydı, müşteriler yüzünden kısa süre sonra kalkmaları gerekiyordu ve bu nedenle giyinik uyuyorlardı. O zaman onlarla birlikte uyumak kuşkusuz pek saygın bir durum değildi; ama bir o kadar da tehlikesizdi. Bununla beraber, tüm kuşkularından kurtuluncaya dek kesinlikle yatıp uyuyamazdı.

Yatağın altında bir mum ve küçük kibritler duruyordu, Karl usul adımlarla gidip aldı bunları. Işık yakmaya çekinmiyordu, çünkü oda otelcinin onayıyla diğer ikisine olduğu kadar ona da aitti, üstelik onlar yarı gece bir güzel uyku çekmiş ve yatakları sahiplenerek Karl’a karşı rakipsiz bir avantaj elde etmişlerdi. Öte yandan, odada dolanırken ve gürültü ederken onları uyandırmamak için elinden geldiği kadar dikkat ediyordu tabii.

Önce bavulunu gözden geçirip eşyalarını şöyle bir kontrol etmek istedi, belli belirsiz anımsayabiliyordu onları ve en değerlilerinin kaybolmuş olduğundan emindi. Çünkü Schubal’ın eli bir şeye uzanırsa o şeyi hasara uğramadan geri alma umudu pek yoktur. Kuşkusuz dayıdan yüklü bir bahşiş beklemiş olabilirdi, öte yandan eksik eşyalar çıkması durumunda, bavula asıl göz kulak olan Herr Butterbaum’a suçu atıp kendini temize çıkarmış olabilirdi.

Bavulu açınca karşılaştığı ilk görüntü Karl’ı dehşete düşürdü. Gemi yolculuğu sırasında, bavulu düzenlemek ve sonra yeni baştan düzenlemek için kaç saat harcamıştı, şimdiyse her şey karmakarışık halde bavulun içine tıkılmış duruyordu, öyle ki, kilidi açarken kapak kendiliğinden yukarı fırladı.

Ama çok geçmeden Karl, karışıklığın yalnızca yolculuk sırasında giymiş olduğu ve tabii bavul için hesaba katılmamış olan takım elbisesinin sonradan bavula konulmasından kaynaklandığını sevinçle fark etti. En ufak bir eksik yoktu. Ceketinin gizli cebinde yalnızca pasaport değil, evden aldığı para da duruyordu, dolayısıyla Karl üzerindekini de buna ekleyince, o an için bol bol parası oldu. Yolda gelirken giymiş olduğu iç çamaşırlarını da, temiz yıkanmış ve ütülenmiş halde buldu. Hemen saati ve parayı da denenip onaylanmış gizli cebe koydu. Can sıkıcı tek şey, aynen duran Verona salamının kokusunun tüm eşyalara sinmiş olmasıydı. Bunu giderecek bir çare bulunmazsa Karl’ın aylarca bu kokuyla sarmalanmış halde dolaşması olasılığı vardı.

En altta duran bazı nesneleri karıştırırken –ki bunlar bir cep İncili, mektup kâğıdı ve annesiyle babasının fotoğraflarıydı– başındaki kasket bavulun içine düştü. Eski ortamında hemen tanıdı onu, kendi kasketiydi, annesinin vermiş olduğu seyahat kasketi. Ama tedbirli davranıp bu kasketi gemide takmamıştı, çünkü Amerika’da genelde şapka yerine kasket takıldığını biliyordu, bu yüzden kendininkini daha varmadan eskitmek istememişti. Oysa Herr Green, Karl’la dalga geçmek için kasketi kullanmıştı. Acaba dayı bunu da mı görev olarak vermişti ona? Kasıtlı olmayan, öfkeli bir hareketle bavulun kapağını sıkıca tuttu, kapak gürültüyle kapandı.

Artık çok geçti, uyuyan iki adam uyanmıştı. Önce biri gerinip esnedi, diğeri hemen onu izledi. Bu sırada, bavulun içindeki neredeyse her şey masaya boşaltılmıştı; bunlar hırsızsa yaklaşıp istediklerini seçip almaları yeterliydi. Karl, yalnızca bu olasılığın önüne geçmek için değil, konuyu hemen aydınlığa kavuşturmak için de, elinde mumla yatakların yanına gitti ve ne sebeple orada bulunduğunu açıkladı. Bu açıklamayı hiç beklememiş gibiydiler, çünkü konuşamayacak kadar uykulu halde, hiçbir şaşkınlık göstermeden ona bakıyorlardı. İkisi de çok gençti; ama ağır iş ya da yokluk yüzünden zamanından önce yüzlerinden kemikler fırlamıştı, çenelerinin çevresinden dağınık sakallar sarkıyordu, epeydir kesilmemiş saçları karmakarışık duruyordu başlarında, gözlerini parmak boğumlarıyla uykulu uykulu ovuşturup bastırıyorlardı.

Onların bir anlık zayıflığından yararlanmak isteyen Karl şöyle dedi: “Adım Karl Roßmann, Alman’ım. Ortak bir odamız olduğuna göre, siz de bana adınızı ve uyruğunuzu söyleyin lütfen. Hemen şunu belirteyim ki, bir yatak istemeye hakkım yok, çünkü çok geç geldim ve uyumak niyetinde değilim. Ayrıca, güzel elbiseme bakıp aldanmayın, çulsuzun tekiyim.”

İki adamdan ufak tefek olanı –çizmelerini çıkarmamış olandı bu– bunların onu hiç ilgilendirmediğini ve şimdi bu tür konuşmaların zamanı olmadığını kolları, bacakları ve mimikleriyle belli etti, yatağa uzanıp hemen uyudu; esmer tenli bir adam olan öbürü de yeniden uzandı; ama uykuya dalmadan önce elini uyuşuk uyuşuk uzatarak şöyle dedi: “Onun adı Robinson, İrlandalı, benim adımsa Delamarche, Fransız’ım ve sessiz olmanızı rica ediyorum.” Bunu söyler söylemez, bütün nefesini harcayarak Karl’ın mumunu söndürdü ve tekrar yastığa yığıldı.

“Bu tehlike şimdilik savuşturuldu demektir,” dedi Karl kendi kendine ve masaya geri döndü. Adamların uykulu hali bahane değilse her şey yolundaydı. Yalnız, birinin İrlandalı olması tatsız bir durumdu. Karl, Amerika’da İrlandalılardan sakınmak gerektiğini bir keresinde evde hangi kitapta okuduğunu pek anımsayamıyordu. Dayının yanında kaldığı süre boyunca, İrlandalıların tehlikeli olup olmadığını etraflıca sorup soruşturmak için en iyi fırsatı yakalamıştı elbette; ama kendisine hep iyi bakıldığını düşündüğünden, bu fırsatı hiç değerlendirmemişti. Şimdiyse en azından, yeniden yakmış olduğu mumla, bu İrlandalıyı daha yakından incelemek istiyordu; onun Fransız’dan daha çekilir göründüğünü fark etti. Hatta, Karl’ın uzaktan, parmak uçlarında durarak çıkarabildiği kadarıyla, yanakları tombulcaydı ve uykusunda tatlı tatlı gülümsüyordu.

Her şeye karşın uyumamaya kesin kararlı olan Karl, odanın tek sandalyesine oturdu, bavulu boşaltmayı şimdilik erteledi, çünkü bunu bütün gece yapabilirdi, İncil’in sayfalarını bir şey okumadan karıştırdı. Sonra annesiyle babasının fotoğrafını eline aldı; ufak tefek babası dimdik duruyor, annesiyse onun önündeki koltukta, biraz gömülmüş halde oturuyordu. Babası bir elini koltuğun sırt yerine, diğerini yumruk yapıp resimli bir kitabın üstüne koymuştu; kitap onun yanındaki ince bacaklı bir komodinin üstünde, açılmış halde duruyordu. Karl’ın anne babasıyla birlikte yer aldığı başka bir fotoğraf da vardı. Annesiyle babası gözlerini onun üzerine dikmiş, o ise fotoğrafçının isteğine uyarak cihaza bakmak zorunda kalmıştı. Ama yolculuğa çıkarken bu fotoğrafı yanına almamıştı.

Önünde duranı daha yakından inceledi ve değişik yönlerden babasının bakışını yakalamaya çalıştı. Ama mumu çeşitli şekillerde konumlandırarak görünümü değiştirse de babası, ete kemiğe bürünmek istemiyordu; yatay, gür bıyığı hiç de gerçeğine benzemiyordu; iyi bir çekim değildi. Oysa annesi daha iyi çıkmıştı, biri onun canını yakmış da gülümsemek için kendini zorluyormuş gibi ağzını büzmüştü. Bu, resme bakan herkesin dikkatini çekermiş gibi geldi Karl’a, öyle ki, bir an sonra bu izlenimin belirginliği fazla güçlü ve neredeyse saçma geldi ona. Bir resimden, resimdeki kişinin gizli bir duygusuyla ilgili bu kadar çürütülmez bir kanıya nasıl varılabilirdi! Kısa bir süre resimden başka tarafa baktı. Bakışlarını tekrar ona çevirince annesinin eli çarptı gözüne; en önde koltuğun kolçağından sarkıyordu, öpülecek kadar yakındı. Anne babasına yazmak iyi olmaz mıydı, diye düşündü; zaten ikisi de (hele babası en son Hamburg’da çok sert bir dille) gerçekten istemişti bunu ondan. Annesi korkunç bir akşam pencerenin önünde Amerika yolculuğunu haber verdiğinde, asla mektup yazmamaya geri dönülmez biçimde yemin etmişti etmesine; ama deneyimsiz bir gencin ettiği böyle bir yemin buradaki yeni koşullarda kaç yazardı! O zamanlar, Amerika’da iki ay kaldıktan sonra Amerikan ordusunda general olacağına da yemin etse olurdu; gerçekteyse New York dışında bir otelde; tavan arasında bir odada iki serseriyle beraberdi, ayrıca burada gerçekten yerini bulmuş olduğunu da itiraf etmeliydi. Oğullarından haber almayı hâlâ isteyip istemedikleri anlaşılabilirmiş gibi, annesiyle babasının yüzlerini gülümseyerek inceledi.

Böyle bakarken çok yorgun olduğunu ve geceyi pek uyanık geçiremeyeceğini anlaması uzun sürmedi. Resim ellerinin arasından düştü, sonra yüzünü resme koydu, resmin soğukluğu yanağına iyi geldi ve hoş bir duyguyla uykuya daldı.

Koltuk altı gıdıklanarak erkenden uyandırıldı. Bu sırnaşıklığa cüret eden, Fransız’dı. Ama İrlandalı da Karl’ın masasının önünde duruyordu ve ikisi de, Karl’ın gece onlara göstermiş olduğu kadar ilgiyle süzüyordu onu. Onların kalkmasının kendisini uyandırmamış olmasına şaşırmadı Karl; kesinlikle kötü niyetle hareket etmeyerek son derece usulca odada dolanmış olmalıydılar, çünkü Karl derin uyumuştu; ayrıca giyinmek ve belli ki yıkanmak da onlara çok iş çıkarmamıştı.

Artık birbirlerini doğru düzgün ve belirli bir resmiyetle selamladılar; Karl ikisinin de makine tesviyecisi olduğunu öğrendi, New York’ta uzun zaman iş bulamamış ve bundan dolayı epey perişan olmuşlardı. Robinson bunu kanıtlamak için ceketini açtı, içinde gömlek olmadığı görülebiliyordu; arkadan cekete tutturulmuş gevşek yakadan da anlaşılabilirdi bu, New York’tan yürüyerek iki gün uzaklıktaki Butterford Kasabası’na gitme niyetindeydiler, sözde orada iş olanakları vardı. Karl’ın onlarla birlikte gelmesinde sakınca yoktu, üstelik birincisi, zaman zaman onun bavulunu taşımaya, ikincisi de, eğer kendileri iş bulacak olurlarsa ona bir çıraklık işi sağlamaya söz verdiler; ki bu, genel olarak yapacak iş varsa kolay olurdu. Karl kabul eder etmez, güzel elbiseyi çıkartmasını dostça öğütlediler, çünkü yapacağı her iş başvurusunda engelleyici olacaktı. Tam da bu binada elbiseden kurtulmak için iyi bir fırsat vardı, çünkü oda hizmetçisi elbise alıp satıyordu. Elbise açısından henüz tam karar vermemiş olan Karl’ın onu çıkarmasına yardım ettiler ve elbiseyi alıp götürdüler. Tek başına kalan ve biraz uyku mahmuru olan Karl eski yolculuk elbisesini yavaş yavaş giyerken elbiseyi satmış olduğu için kendi kendini azarladı; belki bir çıraklık işine başvururken zararı dokunabilirdi; ama daha iyi bir pozisyon için yarardan başka şey sağlamazdı. İki adamı geri çağırmak için kapıyı açtı ama o anda onlarla çarpıştı; yarım doları satış geliri olarak masaya koydular; ama bu sırada yüzleri öyle neşeliydi ki, satıştan kendilerine bir kazanç, hem de can sıkacak kadar büyük bir kazanç elde etmediklerine insanın kendini inandırması olanaksızdı.

Diğer yandan, bu konuda konuşacak zaman yoktu, çünkü oda hizmetçisi, tıpkı gece olduğu gibi uykulu halde, içeri girdi ve üçünü de koridora çıkardı; odanın yeni konuklar için hazırlanacağı açıklamasında bulundu. Böyle bir şey söz konusu değildi tabii, yalnızca kötülüğünden böyle yapıyordu. Tam da bavulunu düzeltmek istemiş olan Karl, kadının onun eşyalarını iki eliyle yakaladığı gibi vargücüyle bavula fırlatışını izlemek zorunda kaldı; sanki eşyalar birtakım hayvanlardı da, yere yatmanın onlara öğretilmesi gerekiyordu. Gerçi iki tesviyeci onu etkisiz hale getirmeye çalıştı, eteğini çekiştirdiler, sırtına vurdular; ama niyetleri Karl’a yardım etmek idiyse, hiç işe yaramamıştı. Kadın, bavulun kapağını kapayıp sapını Karl’ın eline tutuşturdu, tesviyecilerden silkinip kurtuldu ve söz dinlemezlerse kahve içemeyecekleri tehdidiyle üçünü birden odadan kovdu. Kadın, Karl’ın başından beri tesviyecilerle beraber olmadığını tamamen unutmuş olmalıydı, çünkü onlara tek bir çeteymişler gibi davranıyordu. Doğru ya, tesviyeciler Karl’ın elbisesini ona satmış ve böylece arada bir bağlantı olduğunu belli etmişlerdi.

Koridorda uzun süre bir aşağı bir yukarı gidip gelmek zorunda kaldılar, özellikle de Karl’ın koluna girmiş olan Fransız, durmadan küfrediyor, karşısına çıkacak olursa otelciyi bir yumrukta yere sereceği tehdidini savuruyordu, sıkılmış yumruklarını öfkeli öfkeli birbirine sürtmesi de buna bir hazırlık gibi görünüyordu. Sonunda masum bir küçük oğlan geldi, Fransız’a kahve demliğini vermek için uzanması gerekti. Yazık ki yalnızca bir demlik vardı ortada; oğlana, fincan da istenildiği bir türlü anlatılamıyordu. Dolayısıyla her seferinde yalnızca biri içebildi ve diğer ikisi onun karşısında durup bekledi. Karl’ın içinden içmek gelmiyordu; ama diğerlerini kırmak istemiyordu ve böylece, sırası geldiğinden, ibriği dudaklarına götürüp hiçbir şey yapmadan durdu.

İrlandalı veda niyetine demliği taş karoların üzerine fırlattı. Kimseye görünmeden binadan ayrıldılar ve yoğun, sarımsı sabah sisine daldılar. Genelde ses çıkarmadan yan yana yolun kenarından yürüdüler, Karl bavulunu taşımak zorunda kaldı, diğerleri herhalde ancak ricası üzerine onu bu yükten kurtaracaktı. Ara sıra sisin içinden bir otomobil fırlıyordu ve üçü de başını çoğunlukla devasa olan bu araçlara çeviriyordu; modelleri öyle dikkat çekiciydi; ama görünmeleri öyle kısa sürüyordu ki, insan içeride birilerinin oturup oturmadığını anlamaya bile zaman bulamıyordu. Daha sonra, New York’a gıda maddeleri taşıyan taşıt konvoyları başladı; tüm caddenin enini kaplayan beş sıra halinde öyle kesintisiz geçiyorlardı ki, kimse karşıdan karşıya geçemezdi. Zaman zaman cadde genişleyip bir meydana dönüşüyordu, ortasındaki kule gibi yükseltinin üzerinde bir polis, her şeyi tepeden görebilmek ve küçük bir değnekle hem ana caddedeki hem de yan sokaklardan buraya akan trafiği düzenleyebilmek için bir ileri bir geri gidip geliyordu. Trafik bir sonraki meydana ve bir sonraki polise kadar denetimsiz kalıyor; ama suskun ve dikkatli faytoncular ve şoförler tarafından gönüllü olarak yeterli bir düzende tutuluyordu. Karl en çok ortalıktaki genel sessizliğe şaşırdı. Kasaplık hayvanların kayıtsız katliamı olmasa belki de nalların takırtısından ve tekerleklerin uğultusundan başka bir şey duyulmayacaktı. Bu arada sürüş hızı hep aynı değildi elbette. Bazı meydanlarda, yanlardan gelen büyük kalabalıktan dolayı büyük yön değişiklikleri yapılması gerekiyor, bütün şeritler tıkanıp adım adım ilerliyordu; ama sonra kısa bir süre için hepsinin şimşek hızıyla geçip gittiği de oluyor, derken tek bir frene bağlıymışçasına yeniden yavaşlıyordu. Bu sırada caddeden en ufak bir toz kalkmıyor, hepsi tertemiz bir havada hareket ediyordu. Yaya yoktu, burada Karl’ın yurdunda olduğu gibi kente doğru yürüyen pazarcı kadınlar bulunmuyordu; ama arada sırada beliren büyük, römorkun üzerinde, sırtlarında sepetlerle dikilen yirmi kadar kadın, yani belki de pazarcı kadınlar, trafiğe yukarıdan bakmak ve daha hızlı gitme umudu beslemek için boyunlarını uzatıyorlardı. Derken üzerinde, ellerini ceplerine sokmuş adamların gezindiği benzer otomobiller görülüyordu. Üzerlerinde çeşitli yazılar olan bu otomobillerin birinde, Karl hafif bir çığlık atarak şunu okudu: “Jakob Nakliyat’a liman işçileri alınacaktır.” Araç son derece yavaş ilerliyordu, basamakta duran ufak tefek, kambur, hareketli bir adam, yürüyen üçlüyü otomobile davet etti. Karl tesviyecilerin arkasına saklandı, araçta dayısı bulunabilir ve onu görebilirdi sanki. İkisinin de daveti geri çevirmesine sevindi; ama bunu yaparken yüzlerinde beliren kibirli ifadeden de bir ölçüde alındı. Dayısının hizmetine girmeyecek kadar iyi olduklarını da kesinlikle sanmamalıydılar. Bunu onlara, elbette açıkça olmasa da, hemen hissettirdi. Bunun üzerine Delamarche, anlamadığı konulara bir zahmet karışmamasını rica etti ondan; insanları bu şekilde işe almak utanç verici bir düzenbazlıkmış, Jakob firması da bütün Birleşik Devletler’de kötü ün yapmışmış. Karl yanıt vermedi; ama o andan itibaren İrlandalıya daha çok yanaştı, biraz bavulunu taşımasını da rica etti ondan; o da, Karl ricasını birkaç kez tekrarladıktan sonra, bunu yaptı. Ancak durmaksızın bavulun ağırlığından yakındı; sonunda tek niyetinin, bavulu Verona salamının ağırlığından kurtarmak olduğu anlaşıldı; herhalde daha oteldeyken göz koymuştu ona. Karl, salamı bavuldan çıkarmak zorunda kaldı, Fransız onu önüne çekti, hançere benzeyen bıçağıyla kesip neredeyse tek başına yiyip bitirdi. Robinson’a ancak ara sıra bir dilim düştü, bavulu anayolda bırakmak istemiyorsa yeniden taşımak zorunda olan Karl’a ise kendi payını önceden almışçasına, hiçbir şey düşmedi. Küçük bir parça için yalvarmak çok bayağı göründü ona ama içinde öfke kabardı.

Sis tamamen ortadan kalkmıştı, uzakta yüksek bir sıradağ ışıldıyor, dalgalı sırtıyla daha uzaktaki güneşin buğusuna doğru uzanıyordu. Yolun kenarında iyi işlenmemiş tarlalar vardı, dumandan kararmış halde açık arazide duran büyük fabrikaları çevreliyorlardı. Rastgele serpiştirilmiş tek tük kiralık apartmanlarda birçok pencere çeşit çeşit hareket ve aydınlatmayla titreşiyordu, küçük ve derme çatma balkonların hepsinde kadınlarla çocuklar türlü işlerle uğraşırken çevrelerinde ipe asılmış ya da bir kenara konulmuş bezler de çamaşırlar onları bir saklayıp bir gösterecek biçimde sabah rüzgârında dalgalanıyor ve şişip kabarıyordu. Bakışlar evlerden uzağa kayarsa yükseklerde tarlakuşlarının, aşağıda, yoldan geçenlerin başlarının hemen üzerinde ise kırlangıçların uçtuğu görülüyordu.

Birçok şey Karl’a yurdunu anımsatıyordu ve New York’tan ayrılıp ülkenin içlerine gitmekle iyi yapıp yapmadığını bilmiyordu. New York’ta deniz ve her zaman yurda dönüş olanağı vardı. Böylece durdu ve kendisine eşlik eden iki adama, yine New York’ta kalmak istediğini söyledi. Delamarche onu öylesine ileriye doğru itmeye kalkınca da, buna izin vermedi ve kendisi hakkında karar vermeye hakkı olduğunu söyledi. Ancak İrlandalı araya girip de Butterford’un New York’tan çok daha güzel olduğunu açıklayınca ve ikisi de çok rica edince yeniden yürümeye devam etti. Yurda dönüş olanağının kolay bulunmayacağı bir yere gelmenin kendisi için belki daha iyi olacağını kendi kendine söylemiş olmasaydı, yine de gitmezdi. Yararsız düşünceler onu engellemeyeceğinden, orada mutlaka daha iyi çalışacak ve ilerleyecekti.

Artık diğer ikisini çekiştiren oydu; adamlar onun heyecanına o kadar sevindiler ki, kendilerinden rica edilmesine fırsat bırakmadan bavulu sırayla taşıdılar ve Karl onların böyle sevinmesine yol açacak ne yapmış olduğunu bir türlü anlayamadı. Yokuş yukarı bir yere geldiler; arada sırada durduklarında, geriye bakıp New York’un ve limanın panoramasının gittikçe yayılarak ortaya çıktığını görebiliyorlardı. New York’u Boston’a bağlayan köprü, Hudson üzerinde zarifçe asılıydı ve insan gözlerini kısınca köprü titreşiyordu. Üzerinde hiç trafik yok gibiydi, altında da hareketsiz, dümdüz su şeridi uzanıyordu. İki dev kentteki her şey boş ve işe yaramaz bir düzenlemenin eseri gibiydi. Evler arasında büyük küçük ayrımı pek yoktu. Caddelerin görülmez derinliğinde muhtemelen yaşam kendince sürüp gidiyor; ama caddelerin üzerinde hafif buğudan başka bir şey görülmüyordu; gerçi buğu hareket etmiyordu; ama zahmetsizce kovulabilir gibi görünüyordu. Dünyanın en büyük limanına bile sessizlik çökmüştü; insan ancak arada sırada, herhalde yakından görülen eski bir manzaranın etkisinde kalarak, kısa bir mesafe ilerleyen bir gemi gördüğünü sanıyordu. Ama onu da uzun süre izleyemiyordu, gemi gözden kayboluyor ve bir daha da ortaya çıkmıyordu.

Ama Delamarche ve Robinson belli ki çok daha fazlasını görüyorlardı; sağı solu gösteriyor ve adlarını söyledikleri meydanlarla bahçelerin üzerine ellerini uzatarak onları kubbe gibi örtüyorlardı. Karl’ın iki aydan fazladır New York’ta olup da bir caddeden başka bir şey görmemiş olmasını akılları almıyordu. Butterford’da yeterince para kazanırlarsa onunla birlikte New York’a dönmeye ve görülmeye değer her şeyi, özellikle de insanın keyif sarhoşu olana kadar eğlendiği yerleri ona göstermeye söz verdiler. Ve Robinson bunun üzerine avaz avaz şarkı söylemeye başladı, Delamarche el çırparak ona eşlik etti; Karl bunun yurdundan bir operet melodisi olduğunu fark etti, buradaki İngilizce sözler evdekinden çok daha hoşuna gitti. Böylece, hepsinin katıldığı bir açık hava gösterisi ortaya çıktı; ancak, sözde bu melodiyle eğlenen kentin bundan hiç haberi yok gibiydi.

Bir keresinde Karl, Jakob Nakliyat’ın nerede olduğunu sordu; Delamarche ve Robinson’ın uzanmış işaretparmaklarının belki aynı, belki kilometrelerce uzak noktalara yöneldiğini gördü hemen, yürümeye devam ettikleri sırada Karl, yeterince kazanıp New York’a en erken ne zaman geri dönebileceklerini sordu. Delamarche bunun pekâlâ bir ayda olabileceğini, çünkü Butterford’da işçi açığı olduğunu ve yüksek ücretler verildiğini söyledi. Elbette paralarını ortak bir kasaya koyacaklardı, böylece kazanç bakımından aralarında olabilecek farkları arkadaşça eşitleyeceklerdi. Çırak olarak elbette usta işçilerden daha az kazanacağı halde, ortak kasa Karl’ın hoşuna gitmedi. Üstelik Robinson, Butterford’da iş bulamazlarsa yürümeye devam etmeleri gerekeceğinden söz etti; ya tarım işçileri olarak başlarını sokacak bir yer bulacaklardı ya da belki California’ya gidip altın arayacaklardı, ki bu, Robinson’un ayrıntılı olarak anlattıklarına bakılırsa onun en sevdiği plandı.

“Madem altın arama işine gireceksiniz, neden tesviyeci oldunuz ki?” diye sordu Karl; böyle uzun, güvensiz yolculukların gerekliliğini duymak hoşuna gitmiyordu.

“Neden mi tesviyeci oldum?” dedi Robinson. “Annemin oğlu açlıktan ölsün, diye değil herhalde. Altın arama işinde iyi para var.”

“Bir zamanlar vardı,” dedi Delamarche.

“Hâlâ var,” dedi Robinson ve bundan zengin olmuş birçok tanıdığından söz etti; hâlâ oradalardı, elbette parmaklarını bile kıpırdatmıyorlardı artık; ama eski dost oldukları için onun ve gayet tabii arkadaşlarının da zengin olmasına yardım ederlerdi.

“Butterford’da mutlaka iş buluruz,” dedi Delamarche ve Karl’ın düşüncesini dile getirmiş oldu; ama güvenilir bir ifade tarzı değildi bu.

Gün boyu yalnızca bir kez, bir lokantada durdular ve önünde açık havada, Karl’a demir gibi görünen bir masada neredeyse çiğ et yediler; çatal bıçakla kesilemiyor, ancak parçalanabiliyordu. Ekmekler silindir biçimindeydi ve her ekmeğe uzun bir bıçak saplanmıştı. Bu yemeğin yanında siyah bir sıvı ikram edildi, insanın boğazını yakıyordu. Ama tadı Delamarche ve Robinson’ın hoşuna gitti, çeşitli dileklerinin gerçekleşmesi şerefine sık sık kadeh kaldırıp tokuşturdular. Bu sırada kadehlerini havada kısa bir süre yan yana tutuyorlardı. Yan masada kireç lekeli gömlekleriyle işçiler oturuyor, hepsi de aynı sıvıyı içiyordu. Konvoylar halinde yoldan geçen otomobiller, masaların üzerine toz bulutları savuruyordu. Büyük gazete sayfaları elden ele geziyor, heyecanla inşaat işçilerinin grevinden konuşuluyor, sık sık Mack adı geçiyordu. Karl onun kim olduğunu sordu; kendisinin tanıdığı Mack’in babası ve New York’un en büyük inşaat müteahhidi olduğunu öğrendi. Grev ona milyonlara mal oluyor ve belki de mesleki konumunu tehlikeye atıyordu. Karl, hiçbir şeyden haberi olmayan bu kötücül insanların ettikleri tek söze bile inanmıyordu.

Ayrıca, hesabın nasıl ödeneceğinin çok şüpheli oluşu yüzünden yemek Karl’a zehir oldu. Doğal olarak herkesin kendi payına düşeni ödemesi gerekirdi; ama hem Delamarche hem de Robinson son geceleme için bütün paralarını harcamış olduklarını tesadüfen fark etmişlerdi. Hiçbirinin üzerinde saat, yüzük ya da satılabilecek başka bir şey görülmüyordu. Karl da giysisinin satışından biraz para kazanmış olduklarını yüzlerine vuramazdı, hakaret ve sonsuza dek veda demek olurdu bu. Ama şaşırtıcı olan, ne Delamarche ne de Robinson’ın ödemeyi dert etmesiydi, gururla ve ağır ağır yürüyerek masalar arasında gidip gelen garson kızla olabildiğince sık temas kurmayı deneyecek kadar keyifleri yerindeydi. Kızın saçı yanlarından biraz gevşekçe alnına ve yanaklarına dökülüyor, o da ellerini altından geçirip saçını boyuna arkaya atıyordu. Sonunda, belki de ondan ilk dostça söz beklenirken masaya yaklaştı, iki elini masaya koydu ve, “Kim ödüyor?” diye sordu. Hiçbir el, Karl’ı gösteren Delamarche ve Robinson’ın elleri kadar çabuk havaya savrulmamıştır. Karl buna irkilmedi, çünkü önceden tahmin etmişti; kendisinin de fayda umduğu arkadaşlarının ufak tefek birkaç şeyin parasını ona ödetmelerinde de bir kötülük görmedi; gerçi bu konuyu son âna bırakmadan etraflıca konuşmuş olsalardı daha yerinde olurdu. Parayı gizli cebinden çıkarmak zorunda oluşu sıkıntı verici bir durumdu. İlk baştaki niyeti, parayı en acil durum için saklamak ve şimdilik kendini arkadaşlarıyla bir ölçüde aynı düzeye getirmekti. Bu parayla ve her şeyden önce ona sahip olduğunu saklamakla arkadaşlarına karşı sağladığı avantaj, onların çocukluklarından beri Amerika’da olmaları, para kazanmak için yeterince bilgi ve deneyime sahip olmaları ve sonuç olarak şimdikinden daha iyi yaşam koşullarına alışkın olmamalarıyla haydi haydi dengeleniyordu. Karl’ın parasıyla ilgili şimdiye kadarki niyetlerinin aslında bu ödemeden etkilenmesi gerekmiyordu, çünkü sonuçta bir çeyrek dolardan yoksun kalabilirdi, dolayısıyla bir çeyrek doları masaya koyabilir ve üzerinde bir tek bu paranın bulunduğunu, Butterford’a yapılacak ortak yolculuk için onu feda etmeye hazır olduğunu açıklayabilirdi. Yayan yolculuk için böyle bir miktar rahat rahat yeterdi. Ama yeterince bozuk parası olup olmadığını bilmiyordu, üstelik bu para da katlanmış kâğıt paralar gibi gizli cebin derinliklerinde bir yerdeydi; onun içinde bir şey bulmanın en iyi yolu da, içindekilerin hepsini masaya dökmekti. Ayrıca arkadaşlarının bu gizli cebi öğrenmeleri son derece gereksizdi. Neyse ki arkadaşları, Karl’ın ödeme için parayı nasıl denkleştireceğinden çok, garson kızla ilgileniyor gibiydiler hâlâ. Delamarche, hesabı çıkarmasını isteyerek garson kızı kendisiyle Robinson’ın arasına çekti; kız ikisinin sırnaşıklıklarını savuşturabilmek için bir birinin, bir öbürünün yüzüne elini koyup itiyordu. Bu arada Karl, gösterdiği çabadan kan ter içinde, masanın altında bir eliyle gizli cepten tek tek yakalayıp çıkardığı paraları öbür eliyle topluyordu. Sonunda, Amerikan parasını henüz tam olarak tanımamasına karşın, en azından bozuklukların sayısına bakarak, yeterli bir toplama ulaştığına inanıp onları masaya koydu. Paranın şıkırtısı şakalaşmaları hemen kesti. Neredeyse bir dolar olduğunun ortaya çıkması Karl’ı kızdırdı ve genel bir şaşkınlık yarattı. Gerçi kimse Butterford’a rahat bir tren yolculuğu yapmaya yetecek paradan neden daha önce söz etmediğini sormadı; ama Karl’ın yine de eli ayağı dolaştı. Yemeğin parası ödendikten sonra, parayı yavaşça yeniden cebe indiriyordu ki, Delamarche elinden bir bozukluk kaptı, garson kıza bahşiş olarak verecekti; kıza sarılıp onu kendine bastırırken öbür yandan parayı ona uzattı.

Tekrar yürümeye başladıklarında, adamlar parayla ilgili bir şey söylemedikleri için Karl onlara müteşekkirdi; hatta bir süre, onlara tüm servetini itiraf etmeyi bile düşündü; ama uygun bir fırsat çıkmadığından bundan vazgeçti. Akşama doğru daha kırsal, verimli bir yöreye geldiler. Her tarafta, ilk yeşillikleri içinde yumuşak tepeleri kaplayan bölünmemiş tarlalar görülüyor, zengin çiftlik evleri yolu çevreliyordu; bahçelerin altın yaldızlı parmaklıkları arasından saatlerce yürüdüler, durgun akan aynı ırmaktan defalarca geçtiler ve yüksekte titreşen viyadüklerden gümbür gümbür geçen trenleri tepelerinde birçok kez duydular.

Güneş uzaktaki ormanların düz kenarında batmak üzereyken biraz soluklanmak için kendilerini yüksekçe bir yerdeki küçük bir ağaçlığın ortasında çimenlerin içine attılar. Delamarche ve Robinson oracığa uzanıp gerindiler. Karl dimdik oturup birkaç metre aşağıda uzanan yola baktı; yoldan sürekli, bütün gün olduğu gibi, birbirine sürtünürcesine otomobiller geçiyordu, sanki bir uçtan sürekli belirli bir sayıda gönderiliyor ve öbür uçta aynı sayıda bekleniyorlardı. Karl, sabahın erken saatlerinden beri bütün gün boyunca hiçbir otomobilin durduğunu, hiçbir yolcunun indiğini görmemişti.

Robinson geceyi orada geçirmeyi önerdi, çünkü hepsi yeterince yorulmuştu, çünkü sabah erkenden yola çıkabilirdi ve çünkü sonuçta tamamen karanlık çökmeden önce, geceleyecek daha ucuz ve daha uygun bir yer bulamayacaklardı. Delamarche kabul etti, ancak Karl, hepsinin bir otelde gecelemesine bile yetecek parası olduğunu söylemekle yükümlü olduğunu düşündü. Delamarche, paraya daha sonra ihtiyaçları olacağını, onu iyi saklamasını söyledi. Delamarche, Karl’ın parası üzerine hesap yapıldığını en ufak bir şekilde gizlemiyordu. İlk önerisi kabul edildiğinden, Robinson açıklamalarını sürdürdü: Yarına güç toplamak için, yatmadan önce adam gibi yemek yemeleri gerekiyordu; içlerinden biri çok yakında, anayol kenarındaki otele gidip hepsine yemek getirmeliydi. En gençleri olarak, başka kimse de gönüllü olmadığından, Karl bu işi üstlenmekten çekinmedi ve domuz pastırması, ekmek ve bira siparişi aldıktan sonra otele doğru yürüdü.

Yakında büyük bir kent olsa gerekti, çünkü otelin Karl’ın adım attığı ilk salonu gürültücü bir kalabalık tarafından doldurulmuştu, uzunlamasına bir duvar ve yanlamasına iki duvar boyunca uzanan büfede de beyaz önlüklü bir sürü garson durmadan koşturuyor, yine de sabırsız müşterileri memnun edemiyordu, çünkü çeşitli yerlerden sürekli söylenmeler ve masaya inen yumruklar duyuluyordu. Karl’a kimse dikkat etmedi; salonda servis de yapılmıyordu, üç masa komşusunun arasında kaybolan minicik masalarda oturan müşteriler istedikleri her şeyi büfeden alıyorlardı. Her masada, içinde zeytinyağı, sirke ya da buna benzer bir şey olan büyük birer şişe duruyor, büfeden alınan her yemeğe, yenmeden önce, bu şişenin içindekinden dökülüyordu. Karl eğer öncelikle büfeye gitmek isterse –ki özellikle siparişinin büyüklüğü düşünülürse muhtemelen zorluklar ilk orada başlayacaktı– bir sürü küçük masanın arasından sıkışarak geçmesi gerekiyordu, bu da elbette ne kadar dikkat edilse de müşterileri kabaca rahatsız etmeden yapılamazdı; oysa müşteriler her şeye duygusuz gibi göz yumuyorlardı, hatta bir keresinde Karl, aynı şekilde bir müşteri tarafından, küçük bir masaya doğru itilip onu neredeyse devirdiğinde bile. Gerçi özür diledi; ama belli ki anlaşılmadı, üstelik kendisine söylenenlerden de en ufak bir şey anlamadı.

Büfede zar zor küçücük boş bir yer buldu, yanındakilerin dayalı duran dirsekleri yüzünden uzun bir süre bir şey göremedi. Zaten, dirsekleri dayamak ve yumruğu şakağa bastırmak burada âdetti galiba. Karl, Latince profesörü Dr. Krumpal’ın tam da bu duruştan nasıl nefret ettiğini düşünmeden edemedi: Gizlice ve beklenmedik bir şekilde yaklaşır, birdenbire ortaya çıkan bir cetveli kullanarak alaycı bir hamleyle dirsekleri masalardan ittirirdi.

Karl büfeye iyice yapışmıştı, çünkü orada durur durmaz arkasına bir masa konulmuştu, onun başına çöken müşterilerden biri de, konuşurken birazcık arkaya kaykılsa büyük şapkasıyla Karl’ın sırtına sürtünüyordu. Hem yanındaki iki kaba saba adam, karınlarını doyurup çekip gitmiş olsalar bile, garsondan bir şey alabilme umudu çok azdı. Birkaç kez Karl, masanın üzerinden uzanıp bir garsonu önlüğünden yakalamış; ama adam her seferinde yüzünü buruşturarak elinden kurtulmuştu. Hiçbiri durdurulamıyordu, oradan oraya gidiyorlardı. En azından Karl’ın yakınında yiyecek ve içecek uygun bir şey olsa alıp fiyatını sorar, parayı yanına bırakır ve sevinçle çekip giderdi. Ama tam da onun önünde, siyah pullarının kenarı altın sarısı parlayan ringa türü balıklarla dolu tabaklar vardı yalnızca. Bunlar çok pahalı olabilirdi ve muhtemelen kimseyi doyurmazdı. Ayrıca küçük rom fıçıları da elinin altındaydı; ama arkadaşlarına rom götürmek istemiyordu, zaten her fırsatta en yüksek alkollü içkilere sarılıyor gibiydiler ve bu konuda bir de kendisi onları desteklemek istemiyordu.

Yani Karl’ın başka bir yer arayış çabalarına başından başlamak dışında yapacak bir şeyi kalmadı. Ama zaman da çok ilerlemişti. Salonun diğer ucunda bulunan ve dikkatli bakılınca akrebi ve yelkovanı, dumanın arasından ancak fark edilebilen saat dokuzu geçiyordu. Ama büfenin başka yerlerinde kalabalık, daha önceki biraz kuytu yerden daha büyüktü. Ayrıca vakit ilerledikçe salon daha çok doluyordu. Ana kapıdan sürekli yeni müşteriler, “Merhaba,” diye seslenerek giriyordu. Bazı yerlerde müşteriler kendi başlarına büfedekileri kaldırıyor ve tezgâhın üzerine oturup birbirlerinin şerefine içiyorlardı; bunlar en iyi yerlerdi, bütün salon tepeden görülüyordu.

Gerçi Karl, itiş kakışta ilerlemeye devam etti, ama aslında bir şeye ulaşma umudu artık yoktu. Buradaki koşulları bilmeyen biri olarak yemek temini işini üzerine aldığı için kendine sövüp saydı. Arkadaşları haklı olarak onu paylayacak ve hatta sırf para harcamamak için yanında bir şey getirmediğini düşüneceklerdi. Oysa şu anda, her taraftaki masalarda sıcak et yemeklerinin güzel, sarı patateslerle yenildiği bir yerde duruyordu; insanların bunları nasıl ele geçirdiklerini bir türlü anlayamıyordu.

Derken birkaç adım önünde, gülerek bir müşteriyle konuşan, belli ki otel personelinden yaşlıca bir kadın gördü. Kadın konuşurken bir firketeyle durmadan saç tuvaletini kurcalıyordu. Karl hemen siparişini bu kadına iletmeye karar verdi, çünkü salondaki tek kadın olarak genel gürültü ve koşuşturmanın dışında bir anlam taşıyordu kendisi için; basit bir neden de, kadının erişebilecek tek otel görevlisi olmasıydı, Karl’ın ona yönelteceği ilk sözde, işlerinin başına koşup gitmemesi koşuluyla kuşkusuz. Ama tam tersi oldu. Karl daha ona bir şey söylememiş, yalnızca biraz göz hapsine almıştı ki, konuşmanın ortasında insanın gözü bazen nasıl başka tarafa kayarsa o da Karl’a baktı ve konuşmasını keserek, dostça ve çok düzgün bir İngilizceyle, bir şey mi istediğini sordu.

“Aynen öyle,” dedi Karl, “burada hiçbir şey alamıyorum.”

“Öyleyse gelin benimle, küçükbey,” dedi kadın, burada inanılmaz bir nezaket gibi görünen bir hareketle şapkasını çıkaran tanıdığıyla vedalaştı, Karl’ı elinden tuttu, büfeye gitti, bir müşteriyi kenara itti, tezgâhtaki kapak biçimli kapıyı açtı; yorulmak nedir bilmeden koşuşturan garsonlardan sakınılması gereken, tezgâhın ardındaki koridordan geçti, duvardaki gizli bir kapıyı açtı ve kendilerini büyük, serin, kilerde buldular. “Demek ki işleyişi bilmek lazım,” dedi Karl kendi kendine.

“Evet, ne istiyorsunuz bakalım?” diye sordu kadın ve hizmete hazır bir halde ona doğru eğildi. Çok şişmandı, gövdesi sallanıyordu; ama yüzünün, elbette gövdesine oranla, neredeyse narin bir yapısı vardı. Karl burada raflara ve masalara özenle yerleştirilmiş bir sürü yiyeceği görünce, siparişi yerine çabucak, daha lezzetli bir akşam yemeği uyduracak oldu neredeyse hem de bu nüfuzlu kadının kendisine indirim yapmasını bekleyebilirdi; ama aklına uygun bir şey gelmediğinden, sonuçta yine yalnızca domuz pastırması, ekmek ve birayı saydı.

“Başka bir şey yok mu?” diye sordu kadın.

“Hayır, teşekkürler,” dedi Karl, “ama üç kişilik olsun.”

Kadının diğer ikisini sorması üzerine Karl birkaç kısa cümleyle arkadaşlarından söz etti, biraz sorguya çekilmek onu sevindirdi.

“Ama bu mahkûmlara göre bir yemek,” dedi kadın ve belli ki Karl’ın bir şeyler daha istemesini bekledi. Karl ise kadının ona yiyecekleri hediye edeceğinden ve para almak istemeyeceğinden korkuyor, bu yüzden de susuyordu. “Hemen hallederiz,” dedi kadın, şişmanlığına göre hayret edilecek bir çeviklikle bir masaya gitti, üstü et dolu domuz pastırmasından ince uzun, testere gibi bir bıçakla büyük bir parça kesti, raftan bir somun ekmek, yerden üç şişe bira aldı ve hepsini hafif bir hasır sepete koyup sepeti Karl’a uzattı. Bu arada, onu neden buraya sürüklediğini açıkladı: Yiyecekler dışarıda, büfede, dumanın ve bir sürü buharın içinde –hızla tüketilmelerine karşın– hep tazeliğini yitiriyordu. Ama dışarıdaki insanlara her şey yeterince güzel geliyordu. Karl hiçbir şey söylemedi, çünkü kendisini diğerlerinden ayrı bir yere koyan bu tutumu hak edecek ne yaptığını bilmiyordu. Arkadaşlarını düşündü; Amerika’yı ne kadar iyi bilseler de, bu kilere kadar giremez ve büfedeki bayatlamış yiyeceklerle yetinmek zorunda kalırlardı belki. Burada salonun gürültüsü duyulmuyordu, bu mahzeni yeterince serin tutmak için duvarlar çok kalın olmalıydı. Karl hasır sepeti kısa bir süre elinde tuttu, ama ödemeyi düşünmedi ve kıpırdamadı. Ancak kadın dışarıdaki masalarda duranlara benzeyen bir şişeyi de sepete eklemeye kalkınca Karl irkilerek teşekkür etti.

“Daha yolunuz var mı?” diye sordu kadın.

“Butterford’a kadar,” diye yanıt verdi Karl.

“Orası çok uzakta,” dedi kadın.

“Yolculuğumuz bir gün daha sürecek,” dedi Karl.

“Daha uzağa gitmeyecek misiniz?” diye sordu kadın.

“Yo hayır,” dedi Karl.

Kadın masalardaki birkaç şeyi düzeltti, bir garson içeriye girdi, bir şey arayarak çevresine bakındı, sonra kadın tarafından, biraz maydanoz serpilmiş koca bir yığın sardalyanın bulunduğu büyük bir tabağa yönlendirildi ve ellerini yukarıya kaldırarak bu tabağı salona taşıdı.

“Neden açık havada geceyi geçirmek istiyorsunuz ki?” diye sordu kadın. “Burada yeterince yerimiz var. Otelimizde kalın.”

Bu öneri Karl’a çok cazip geldi, özellikle de önceki geceyi çok kötü geçirmiş olduğu için.

“Bavulum dışarıda,” dedi duraksayarak ve başı dik.

“Getirin o zaman,” dedi kadın, “engel değil ki bu.”

“Ama arkadaşlarım!” dedi Karl ve onların kuşkusuz bir engel olduklarını hemen fark etti.

“Onlar da burada geceleyebilirler elbette,” dedi kadın. “Gelin haydi! Bu kadar nazlanmayın.”

“Arkadaşlarım terbiyeli insanlar,” dedi Karl, “ama temiz değiller.”

“Salondaki pisliği görmediniz mi?” diye sordu kadın ve yüzünü buruşturdu. “Bize gerçekten en kötüsü gelebilir. Bu durumda hemen üç yatak hazırlatacağım. Ancak tavan arasında, çünkü otel tamamen dolu, ben de tavan arasına yerleştim; ama açık havadan daha iyi olduğu kesin.”

“Arkadaşlarımı getiremem,” dedi Karl. İkisinin bu seçkin otelin koridorlarında nasıl gürültü edeceklerini gözünde canlandırdı; Robinson her şeyi pisletir, Delamarche ise kuşkusuz bu kadına bile asılırdı..

Franz Kafka Kaynak: Amerika

JULIA SCHÜLER & EVİN KÜÇÜKALİ’NİN TÜRKÇE, KÜRTÇE VE ALMANCA CANLI PERFORMANS KAYITLARI

Julia Schüler & Evin Küçükali Mikail Aslan’ın daha önce seslendirdiği Dilbera Dersimi, Aşık Veysel’in Kara Toprak, Kâzım Koyuncu’nun Ben Sadece, Aynur Doğan’ın Dar Hejîrokê’yi farklı şekilde seslendirerek ve saz ile icra edilmesi bile oldukça zor olan Ali Ekber Çiçek’in Haydar Haydar adlı eserini gitar ile çalmaları ile dikkat çekiyorlar. Grubun “Katiju” adanda yayınlanmış bir albümü bulunuyor.

 

“SEN BENİM LANETLENMİŞ KUTSANMAMSIN…” – CARL GUSTAV JUNG

SONUNDA KOKLAYA KOKLAYA BİR ŞEYİ BULUP ÇIKARABİLEN BİR KÖPEĞE BENZERİM Yaşamım boyunca sık sık bilmemin olanaksız olduğu bir şeyi ansızın bilmişimdir. Bu bilgiler bana sanki kendi düşüncemmişçesine gelir. Anneme de böyle olurdu. Ne söylediğinin bilincinde olmazdı. Sanki mutlak yetkisi olan bir ses tıpatıp gerçeğe uyan şeyleri ona söyletirdi.

Okul yılları Annem iyi bir anneydi. Bir hayvanda olabilecek içgüdüsel bir sıcaklığı, dostluğu ve uyumluluğu vardı. Her şeyi can kulağıyla dinlemeye hazır, konuşmayı seven şişman bir kadındı. Konuşması kuş cıvıltısını andırırdı. Zevkliydi ve yüzeysel değildi. Edebiyatta yeteneği de vardı ama bu yetenek hiçbir zaman su yüzüne çıkmadı ve her zaman, iyi yürekli, konuksever ve çok iyi bir mizah yeteneği olan şişman ve yaşlı bir kadın görüntüsünün altında gizli kaldı. Bir insanın sahip olması gerektiği varsayılan tüm geleneksel düşünceler onda da vardı ama ara sıra bilinçdışı kişiliği ansızın ortaya çıkar, hiç umulmayan bir güçlülük sergilerdi. Kuşkusuz, hiç ödün vermeyen, karanlık ve dayatıcı bir kişilikti bu. İki ayrı kişiliği olduğuna kuşkum yoktu; bunlardan biri zararsız ve insancıldı, öbürüyse ürkütücü. Bu “öteki” kişiliği arada sırada su yüzüne çıkardı ama her çıkışı beklenmedik bir anda olur ve insanı korkuturdu. Böyle anlarda, kendi kendine konuşur izlenimi verirdi ama aslında bana hitap eder ve genelde söyledikleri öylesine içime işlerdi ki ağzımı açamazdım.

Anımsadığım kadarıyla, böyle bir durum ilk kez, ben altı yaşındayken oldu. O sırada komşularımız, üç çocukları olan varlıklı insanlardı. En büyük çocukları benim yaşımda bir oğlandı. İki de kızları vardı. Kentliydiler. Özellikle pazar günleri, çocuklara, bana çok gülünç gelen rugan ayakkabılar, kısa beyaz eldivenler ve dantel külotlar giydirirlerdi. Çocuklar hafta içinde bile her zaman ayna gibi parlar, saçlarının bir teli bile oynamazdı. Çok da kibardılar. Pantolonları yıpranmış, ayakkabıları delik, elleri kirli, kaba saba çocuğa yaklaşmamaya da özen gösterirlerdi. Annemin beni sürekli onlarla karşılaştırması ve bitip tükenmeyen öğütleri beni canımdan bezdirmişti. “Şu çocuklara bak!” derdi, “ne kadar da iyi yetişmişler. Çok da kibarlar. Sen adam olmazsın.” Bu tür sözler utanmama neden oluyordu. Bu nedenle, çocuklardan birine bir gözdağı vermeye karar verdim. Yaptım da. Annesi küplere bindi ve koşup anneme şiddete yönelik davranışımı onaylamadığını duygusal sözcükler kullanarak anlattı. Annem de, arada gözyaşlarına boğularak bana, o güne dek ondan duyduğum en uzun diskuru çekti. Oysa ben, suçluluk duymak bir yana, hayatımdan çok memnundum çünkü bana o yabancılara köyümüze ait olmadıklarını herhangi bir biçimde anımsatmışım gibi geliyordu. Annemin bu denli sinirlenmesinden etkilendiğim için eski piyanomuzun arkasında duran masama gidip tahta bloklarımla oynamaya koyuldum. Odada bir süre çıt çıkmadı. Annem her zaman oturduğu pencerenin kenarındaki yerine gitmiş, örgü örmeye başlamıştı. Sonra bir şeyler mırıldandığını duydum. Ara sıra kulağıma çalınan sözcüklerden, olayı düşündüğünü anladım ama şimdi farklı bir değerlendirme yapıyordu. Ansızın yüksek sesle, “Kuşkusuz, o bir batında doğanları baştan beri sahiplenmenin bir yararı yok,” dedi. Süslü püslü şebeklerden söz ettiğini hemen anladım. En sevdiği kardeşi avcıydı, köpek besler ve her zaman, köpek yetiştirmekten, piç köpeklerden, safkan köpeklerden ve bir batında doğan köpek yavrularından söz ederdi. Annemin de, o iğrenç çocukları beş para etmez köpek yavruları olarak gördüğünü ve bu nedenle beni azarlamasının çok ciddiye alınmaması gerektiğini anladım ama o yaşta bile, sessiz kalıp, zafer kazanmışçasına ortaya atılıp, “Gördün mü? Sen de benim gibi düşünüyormuşsun,” dememem gerektiğini anlayabiliyordum. Böyle bir şey yapsam, hemen, “Terbiyesiz çocuk! Nasıl olur da anneni numara yapmakla suçlarsın!” diye beni yadsıyacağını da. Bundan, şimdi anımsayamadığım böyle başka olayların da olmuş olabileceği sonucunu çıkarıyorum.

Bu olayı anlatmamın nedeni, giderek artan dinle ilgili kuşkularımın yanı sıra, annemin ikili kişiliğine ışık tutan başka bir olayın daha olması. Bir gün sofrada bazı ilahilerin çok sıkıcı olduğu ve bazı değişikliklerin yapılmasının iyi olacağı konuşuluyordu. O sırada annem, “Ah, canımın içi, sen benim lanetlenmiş kutsanmamsın,” diye mırıldandı. Her zaman yaptığım gibi duymazlıktan geldim ama zafer kazanmışçasına sevinçle bağırmamak için kendimi zor tuttum.

Annemin iki kişiliği arasında çok büyük farklar vardı. Bu nedenle, çocukken düşlerimde onunla uğraşırdım. Gündüzleri sevecen bir anneydi, geceleriyse ürkütücü. Öyle olduğunda, ayı ininde yaşayan, hem bir rahibe hem de garip bir hayvan olan bir kâhini anımsatırdı. Çok eskilere dönük ve acımasız; doğa ve gerçek kadar acımasız. Öyle anlarda benim “doğal zihin” dediğim olguyu yaşardı.

Kendimde de, bu arkaik yapıdan izler buluyorum. Üstelik her zaman hoş bir şey olmasa da bunun bir parçası olarak insanları ve her şeyi oldukları gibi görme yeteneğim var. Görmek istemediğim zamanlar aydınlığı örtüp kendimi sonsuza dek aldatabilirim ama gene de işin gerçek yüzünü her zaman bilerek. Bir süre aldatılabilen ama sonunda koklaya koklaya bir şeyi bulup çıkarabilen bir köpeğe benzerim. Bu “gerçeği görebilme” yeteneği içgüdüsel ya da başkalarıyla participation mystique denen birleşmenin sonucudur. Bireysel olmayan bir algılamayla gören “gözlerin arkasındaki gözler”dir bunlar sanki.

Bunu çok sonraları, bana garip şeyler olmaya başladığında anladım. Örneğin, bir kez tanımadığım bir adamın yaşamöyküsünü anlattım. Karımın bir arkadaşının düğünündeydik. Ne gelini ne de ailesinden kimseyi tanıyordum. Yemekte, bana avukat diye tanıştırılan uzun sakallı hoş bir bey vardı. Suçlu psikolojisiyle ilgili hararetli bir konuşmaya dalmıştık. Bir sorusunu daha iyi yanıtlayabilmek için tüm ayrıntılarını kattığım bir öykü uydurdum. Öyküyü anlatırken, adamın yüzündeki ifadenin değiştiğini ve masaya sessizlik çöktüğünü fark ettim ve ne yapacağımı bilemediğim için sustum. Neyse ki, sıra tatlıya gelmiş olduğu için kısa bir süre sonra masadan kalkıp otelin lobisine gidebildim ve orada, bir köşeye çekilip olanları düşünmeye çalıştım. O sırada, konuklardan biri yanıma geldi ve, “Böyle bir patavatsızlığı nasıl yaparsın!” diye beni kınadı. “Patavatsızlık mı?” diye sordum. “Evet, o anlattığın neydi öyle?” dedi. “Tümünü uydurdum,” dedim.

Karşımda oturan adamın öyküsünü tüm ayrıntısına dek anlattığımı öğrendiğimde hem çok şaşırdım hem de dehşete düştüm. O anda anlattıklarımın tek bir sözcüğünü bile anımsayamıyordum. Bugüne dek de, bir daha anımsayamadım. Heinrich Zschokke, Eine Selbstschau’da buna benzer bir olay anlatır: Bir handa hırsızlık olayını içsel gözüyle gördüğü için kimsenin tanımadığı bir gencin hırsız olduğunu anlamış.

Yaşamım boyunca sık sık bilmemin olanaksız olduğu bir şeyi ansızın bilmişimdir. Bu bilgiler bana sanki kendi düşüncemmişçesine gelir. Anneme de böyle olurdu. Ne söylediğinin bilincinde olmazdı. Sanki mutlak yetkisi olan bir ses tıpatıp gerçeğe uyan şeyleri ona söyletirdi.

Annem yaşıma göre zihinsel açıdan çok ileri olduğumu düşündüğü için benimle her zaman bir yetişkinle konuşur gibi konuşurdu. Beni sırdaşı gördüğü ve babama söyleyemediği sorunlarını bana anlattığı belliydi. Beni çok kaygılandıran, babamla ilgili bir konuyu bana açtığında on bir yaşındaydım. Uzun bir süre ne yapacağımı bilemedim. Sonunda, çok etkin bir insan olduğunu duyduğum babamın arkadaşlarından birine danışmaya karar verdim. Anneme haber vermeden bir gün okul çıkışı kente inip adamın evine gittim. Kapıyı açan hizmetçi evde olmadığını söyledi. Canım çok sıkıldı ama çaresiz eve döndüm. Neyse ki, evde değilmiş çünkü bir süre sonra annem o konuya bir kez daha değindi, ama çok daha değişik ve ılımlı bir yaklaşımla. Böylece, konu önemini yitirmiş oldu. Bu beni çok etkiledi. “Amma da aptalmışsın! Aptalca ciddiyetin yüzünden neredeyse bir felakete neden oluyordun,” diye düşündüm. O günden sonra, annemin söylediği her şeyin ancak yarısını ciddiye almaya karar verdim. Bu da düşündüklerimi ona açmamı engelledi.

Oysa arada sırada ikinci kişiliği ansızın ortaya çıktığında söyledikleri öylesine doğru ve isabetli oluyordu ki çok sarsılıyordum. Annem o durumunu sürdürebilseydi olağanüstü bir sırdaş edinebilirdim.

Babamla durum farklıydı. Dinle ilgili açmazlarımı ona anlatıp önerilerini almak isterdim ama bulunduğu mevkiye saygısından, bana vermek zorunda kalacağı yanıtları zaten bildiğimi düşünüyordum. Varsayımlarım da kısa bir süre sonra doğrulandı. Hıristiyanlığa kabul edilme törenim için sahip olmam gerekli bilgileri bana babam veriyordu ve sıkıntıdan patlıyordum. Bir gün, Hz. İsa’yla ilgili verilen duygu yüklü, sıkıcı ve genelde çok da anlaşılamayan bilgilerin arasında işe yarar bir şeyler bulur muyum diye İlmihal’i karıştırırken, “Tanrı, İsa ve Kutsal Ruh” üçlemesinden söz edilen yeri buldum. O bölüm ilgimi çekti çünkü aynı zamanda üçlü olan bir bütünden söz ediliyordu. Çelişkinin yarattığı sorun ilgimi öylesine artırdı ki bu sorunsala geleceğimiz ânı iple çeker oldum. Oysa sırası geldiğinde babam, “Burasını atlıyoruz çünkü bundan hiçbir şey anlamıyorum,” dedi. Babamın dürüstlüğüne hayran kaldım ama büyük bir düş kırıklığını da önleyemedim. “Bak işte! Bu konuda hiçbir şey bilmiyorlar, sorgulamak zahmetine de girmiyorlar. Bu durumda onlara gizimi nasıl açarım?” diye düşündüm.

Düşünmeye yatkın birkaç okul arkadaşımı yokladım ama boşuna. Yanıt alamadığım gibi beni uyaran bir tepkisizlikle de karşılaştım.

Çok sıkılmama karşın, babamın tutumuna benzer bir tutumla, anlamadan inanmaya çaba göstererek son umudum olan Hıristiyanlığa kabul edilme törenine hazırlanmayı sürdürdüm. Bu tören benim gözümde bundan, yani, 1890-30=1860 yıl önce ölen Hz. İsa’yı anma amacıyla yenen bir yemekten öte bir şey değildi. “Alın, bunu yiyin! Bu benim bedenimdir,” gibi sözler etmişti. Demek ki, törensel ekmeği onun aslında insan etinden oluşan bedeni niyetine yiyecek, aslında kan olan şarabı da içecektik. Bunun onu kendimizin bir parçasına dönüştürmek anlamına geldiğini anlayabiliyordum ama bu bana öylesine olanakdışı geliyordu ki! Gene de, babamın çok değer verdiği törende çok büyük bir gizem olduğundan ve benim de ancak törene katılmakla bu gizemin bir parçası olabileceğimden kuşku duymuyordum.

Geleneğe göre, kilisenin bakımıyla ilgilenen komisyonun bir üyesi manevi babam oldu. Sessiz, yaşlı bir adamdı. Sevimliydi de. Tekerlek yapardı. Sık sık atölyesine gider, becerisini büyük bir hayranlıkla izlerdim. Redingot ve silindir şapka giymiş olduğu için görünümü çok ciddileşmiş olarak geldi ve beni kiliseye götürdü. Babam her zamanki rahip giysisi içinde mihrabın arkasında durmuş, dualar okuyordu. Mihrabın üzerini kaplayan örtünün üzerine küçük ekmek parçacıklarıyla dolu tepsiler konmuştu. Ekmeklerin, genelde yavan ve iyi kabarmamış ekmek yaptığı bilinen fırınımızdan geldiğini görebiliyordum. Kurşun ve kalay alaşımından yapılma bir sürahiden, gene bu alaşımdan yapılma bir çanağa şarap döküldü. Babam bir parça ekmek yedi, hangi meyhaneden alındığını bildiğim şaraptan bir yudum içti ve çanağı yaşlılardan birine verdi. Hepsi donuk ve ciddi duruyordu. Bana çok da ilgili görünmediler. Heyecan içinde onları izliyordum ama yaşlıların içinden sıra dışı bir şeyler geçtiğini ne görebildim ne de varsayabildim. Vaftiz ve cenaze törenleri gibi kilisede olan olaylardan daha değişik bir yönü yoktu bu törenin. Gördüğüm, orada geleneklere uygun bir törenin doğru bir biçimde uygulanmasıydı. Babam da, en çok her şeyin kurala uygun olmasını önemsiyor gibi geldi bana. Uygun sözcüklerin vurgulanarak söylenmesi ya da okunması da kuralın bir parçasıydı. Diğer anma törenlerinde her zaman vurgulanmasına karşın, bu törende İsa öleli 1860 yıl olduğu üzerinde durulmadı. Ne hüzün ne de sevinç vardı törende. Anılan kişinin olağanüstü önemi düşünüldüğünde, bu kutlama çok yavan kalıyordu. Hele dinle ilgisi olmayan kutlamalarla karşılaştırılacak hiçbir yönü yoktu.

Derken sıra bana geldi. Ekmek yedim. Tahmin ettiğim gibi çok tatsızdı. Şaraptan bir yudum içtim. Sulu ve biraz da ekşiydi. En iyi cinsten olmadığına kuşku yoktu. Sonunda, sıra en son duaya geldi. İnsanlar hüzünlenmiş mi, yoksa sevinmiş mi olduklarını belli etmeden dışarı çıktılar. Yalnızca yüzlerinde, “İyi, bu da oldu bitti işte” der gibi bir ifade vardı. Babamla eve yürüdük. O zamanla bir redingota dönüşeceğini çok iyi bildiğim siyah yeni bir takım elbise ve yeni bir fötr şapka giymiştim. Ceketin arkasında iki küçük kuyruk, kuyrukların arasında da ergin bir erkek olmanın bir simgesi olduğunu düşündüğüm mendilimi koyabileceğim gizli bir cep vardı. Sosyal açıdan yükseldiğimi ve açıkça söylenmese de erkekler topluluğuna kabul edildiğimi varsayıyordum. O günkü pazar yemeği de her zamankinden daha iyiydi, yeni giysilerimi sırtımdan çıkarmadan akşama kadar dolaşma iznim de vardı. Bunlara karşın, içim boştu ve ne düşünmem gerektiğini bilemiyordum.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra, aslında hiçbir şey olmadığını anlayabildim. Dinsel katılımın son noktasına ulaşmış ve ne olduklarını tam bilmediğim bir şeylerin olacağını sanmıştım. Oysa hiçbir şey olmamıştı. Tanrı’nın bana ateşten ya da dünya dışı ışıktan oluşan duyulmamış şeyler yapabileceğini biliyordum ama o törende tanrısal hiçbir şey yoktu; en azından benim açımdan. Onunla ilgili sözler söylenmişti ama sözde kalmıştı. Başkalarının arasında, Tanrı’nın özünü oluşturduğunu varsaydığım ne o büyük umarsızlığı ve o coşkulu sevinci ne de insanı saran inayeti yaşamış, bütünleşmiş bir topluluk olduğunu gösteren en ufak bir belirti bile görememiştim. Ama kiminle? İsa’yla mı? İyi de o 1860 yıl önce ölen bir insandı yalnızca. Bir insan neden onunla bütünleşsin ki? Ona Tanrı’nın oğlu deniyordu. Demek ki, Yunan kahramanları gibi bir yarı tanrıydı. O sıradan bir insan, onunla nasıl bütünleşebilirdi ki? Buna Hıristiyan dini deniyordu ama benim yaşadıklarımdaki Tanrı’yla bunun hiçbir ilgisi yoktu. Öte yandan, insan İsa’nın Tanrı’yla bir bağlantısı olmuştu. Tanrı’nın iyi ve sevecen bir baba olduğunu öğrettikten sonra Getsemani’de çarmıha gerilirken acı çektiğine göre, o da Tanrı’nın ürkünçlüğünü görmüş olmalıydı. Bunu anlayabiliyordum ama tatsız ekmek ve ekşi şarapla yapılan bu acınası tören de neyin nesiydi? Giderek bu dine kabul edilme töreninin benim için felaket bir deneyim olduğunu düşünmeye başladım. Boş gelmişti; daha da kötüsü tam bir kayıp olmuştu. Bir kez daha böyle bir törene katılamayacağımı anlamıştım. “Dine benzer bir yanı yok bunun,” diye düşündüm. “Tanrı yok orada. Kilise benim gideceğim bir yer değil. Orada yaşam yok, ölüm var.”

Babam için yüreğim sızlıyordu. Birdenbire mesleğindeki ve yaşamındaki dramı anlamıştım. Varlığını kabul edemediği bir ölümle savaşıyordu. Onunla benim aramda bir uçurum açılmıştı; kapanması da olanaksızdı çünkü sonsuza dek sürecekti bu. Verici bir insan olan ve birçok şeyi benim kararıma bırakıp beni hiçbir şey yapmaya zorlamayan sevgili babamı ilahî bir inayetin varlığını kavrayabilmek için gerekli olan umarsızlığa ve başkaldırıya itmem olanaksızdı. Bunu ancak Tanrı yapabilirdi. Bunu yapmaya hakkım yoktu çünkü bu insanca olmazdı. “Tanrı insan değildir,” diye düşünüyordum. “Büyüklüğü insan olmamasında yatar. Aynı anda hem iyi hem de ürkünçtür ve bu nedenle herkes doğal olarak bu büyük tehlikeden kendini korumaya çalışır. İnsanlar yalnızca onun sevgisine ve iyiliğine sığınırlar çünkü onun akıl çelici ve yok edici yönüne kurban düşeceklerinden korkarlar. Bunu İsa da fark ettiği için, bizi özenmekten koru, demiştir.” Anladığım kadarıyla, Kilise’yle ve insanlarla olan bağım kopmuştu. Bana yaşamımın en büyük yenilgisine uğramışım gibi geliyordu. Evrenle olan tek anlamlı ilişkimi oluşturduğunu düşündüğüm dinsel görüş paramparça olmuştu. Artık genel inanca katılamazdım. Kendimi ifade edebilme olasılığım olmayan bir durumla karşı karşıya, kimselere açamayacağım gizimle de baş başa kalmıştım. Ürkünçtü bu; daha da kötüsü, şeytanca bir alaydı; bayağı ve gülünçtü.

Düşünmeye koyuldum: Tanrı’yı nasıl algılamak gerekliydi? Ne Tanrı kavramını ve katedrali ne de üç yaşında gördüğüm düşü ben uydurmuştum. İkisi de, benimkinden daha güçlü bir iradenin yaptırımlarıydı. Bundan doğa mı sorumluydu? Oysa doğa, Yaratıcı’nın iradesinin sonucundan başka bir şey değildi. Şeytan’ı suçlamanın da bir anlamı yoktu, çünkü o da Tanrı tarafından yaratılmıştı. Yalnızca Tanrı gerçekti; yok edici bir ateş ama aynı zamanda, tanımlanamaz bir inayetti o.

Dine kabul edilme töreninin başarısızlığına ne demeli? Bu benim mi suçumdu? Ona çok ciddi hazırlanmış, aydınlacağımı ve inayete mazhar olacağımı sanmıştım. Oysa hiçbir şey olmamıştı. Orada Tanrı yoktu. Üstelik de Tanrı uğruna babamın ve de herkesin inancından kopmuştum. Onlar Hıristiyanlığı temsil ettikleri sürece ben dışta kalacak biriydim. Bu düşünce beni, üniversiteye başlayana dek yaşamımı karartacak denli üzdü.

Carl Gustav Jung Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi) Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları

KAN GRUPLARININ AKTARIMI: ANNE VE BABA RH+ POZİTİF İKEN ÇOCUK RH- NEGATİF OLABİLİR Mİ?

Kan grupları anne ve babadan çocuklarına Mendel kanunlarına göre genetik olarak aktarılır. Buna göre anneden 1 ve babadan 1 gen çocuğa aktarılır. Bu Mendel çaprazlaması ile açıklanabilir: yandaki tabloda A pozitif bir anne ile B pozitif bir babanın çocuklarında görülebilecek kan grupları verilmiştir. AB, A, B ve O kan grubundan çocuklar dünyaya gelebilir.

Eğer anne veya baba AA ise buna homozigot (anneden ve babadan gelen genlerin aynı karakterde olması) denir. AO gibi bir gen dağılıma ise heterozigot (anneden ve babadan gelen genlerin farklı karakterde olması) denir. Homozigot anne ve homozigot bir babanın çocukları aynı kan grubundan olacaktır. Yan yana gelen iki gen için baskınlık (dominantlık) veya çekiniklik (resesiflik) söz konusudur. Baskın gen çekinik genin özelliklerini baskılar ve onun özelliklerini örter. A B O sisteminde A ve B baskın O ise çekiniktir. Dolayısıyla kişi AO ise O çekinik kalır ve kişi A grubu olarak belirlenir. O grubunun özellikleri ancak OO durumunda ortaya çıkar.

Genotip: Kişinin taşıdığı gen yapısını ifade eder. A grubu bir insanın genotipi AA veya AO dır. Fenotip: Kişinin baskın genler dolayısı ile ortaya çıkan görünümü ifade eder. Genotipi AO olan bir bireyin fenotipi A’ dır. Bir kişinin kan grubundan bahsederken onun fenotipinden bahsediliyor demektir. Rh sisteminde de Mendel genetiği kuralları geçerlidir. Dolayısıyla Anne ve baba Rh pozitif olsalar bile çocukları Rh negatif olabilir.

Mendel çaprazlamasında; Çiftlerden birinin AB grubunda olduğu durumlarda çocukların 0 kan grubunda olma ihtimali yoktur. Çiftlerden birinin 0 grubunda olduğu durumlarda çocukların AB kan grubunda olma ihtimali yoktur. AB grubu bir çiftin çocukları, ya A grubu ya da B grubu doğar. Bu çiftin çocuklarının AB ya da 0 kan grubu olma ihtimalleri yoktur. Her ikisi de 0 grubunda olan bir çiftin çocukları da 0 kan grubuna sahip olur. Her ikisi de AB grubunda olan bir çiftin çocukları ya A, ya B ya da AB kan grubuna sahip olur. Biri A, diğeri B grubunda olan bir çiftin çocukları A, B, AB ya da 0 kan grubunda olabilir. O grubu ile AB grubu bir çiftin çocukları her zaman ya A grubu ya da B grubu doğar. Bu çiftin AB ya da 0 grubu çocukları olamaz.

Yukarıdaki bu kalıtım şekillerinin gerçekleşmesi anne, baba ve bebeğin kan gruplarının doğru olarak belirlenmesine bağlıdır. Klinik uygulamalarda kan grubunun yanlış belirlenmesine ve anne ve babanın kafasında soru işaretleri doğmasına ender olarak rastlanabilmektedir. Adli tıpta babalık tayini için tek başına kan gruplarına güvenilmez. Bu durumlarda çok daha ileri incelemeler mevcuttur.

KAN UYUŞMAZLIĞI NEDİR?

Kan uyuşmazlığı anne kanında çocuğun kan grubuna karşı gelişen antikorların çocukta hastalık yapmasıdır. Gerek AB0 gerekse Rh sisteminde anne ile çocuk arasında kan uyuşmazlığı görülebilir. AB0 uyuşmazlığı Rh uyuşmazlığına göre daha sık görülmesine rağmen daha iyi seyreder, sarılık daha ender görülür, çocukta kalıcı hastalık yapma riski daha azdır, nadiren bebeğin kanının değişmesi gerekir. Rh uyuşmazlığı ise daha nadir görülür ancak kötü seyirlidir; sıklıkla sarılık yapar, çoğunlukla bebeğin kanının değişmesi gerekir, iyi tedavi edilemezse kalıcı arazlara yol açar veya ölümle sonuçlanabilir. Rh negatif annenin Rh pozitif çocuğu olursa uyuşmazlık söz konusudur. Rh negatif bir annenin Rh pozitif bir çocuğu olması için baba Rh pozitif olmalıdır. Ancak şu da bilinmelidir ki Rh pozitif bir baba ile Rh negatif bir anneden Rh negatif bir çocuk da doğabilir. Böyle bir durumda uyuşmazlık yoktur. Diğer taraftan annenin Rh pozitif çocuğun Rh negatif olduğu durumda da uyuşmazlık söz konusu değildir. Annenin Rh negatif babanın Rh pozitif olduğu durumlarda gebeliğin dikkatli takibi ile her hangi bir risk olmaksızın sağlıklı bebekler doğar. Gebelik takibinde annenin kanında normalde olmaması gereken anti-Rh (anti-D) araştırılır, bu teste indirek coombs testi denilir. Doğum sonrası bebekte anneden geçen antikorların aranmasına ise direk coombs testi denilir. Tedavide amaç annenin Rh antikorları oluşturmasını engellemektir. Bunun sağlamak için kan grubu Rh negatif ve eşi Rh pozitif olan gebelere 28. haftada anti-D (Rhogam) iğnesi yapılır. Doğumdan sonra bebeğin kan grubu pozitif ise ilk 72 saat içinde yeniden anti-D yapılmalıdır. Düşük, dış gebelik, kürtaj gibi durumlarda da müdahaleyi takiben anti-D yapılır. Sonuç olarak kan uyuşmazlığı şüphesi olan çiftlerin (Rh negatif anne ve Rh pozitif baba) çocuk sahibi olma konusunda endişeye kapılmamaları gerekir; itinalı gebelik takibi ve gerekli tedavi ile normal sağlıklı bebekleri olmaması için hiçbir neden yoktur.

Kan Gruplarının Keşfi:

Kan transfüzyonlarının, kan grupları hakkında hiçbir bilgi olmadığı halde önceleri başarıyla sürdürülmesi dikkat çekicidir. Landois 1875’de köpek kanının başka bir cinsin kanı ile karıştırıldığında 2 dk. içerisinde hemen daima lizise (hücre parçalanması) neden olduğunu bildirmiştir. Bu çalışmadan haberdar olan Karl Landsteiner 22 kişide yaptığı çalışmada eritrosit ve serum arasındaki reaksiyonları tarif ederek 1901’de sonuçlarını yayınlamıştır. Landsteiner önceleri A, B, C olmak üzere üç kan grubu tanımladı. Sonraki yıl öğrencileri olan DeCastello ve Sturli 155 kişiyi kapsayan daha geniş bir çalışma ile kan grup sistemini A, B, O, AB olarak tanımladılar (1902). (19. yy’ın ikinci yarısında Alman bir doktorun şu sözleri şaşırtıcı değildi. Koyun kanı nakletmek için üç tane koyuna ihtiyaç vardır; ilki kanı alınan, ikincisi kanın nakledilmesine müsaade eden, üçüncüsü ise nakli gerçekleştiren olarak). 1922’de Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden Landsteiner 1930 yılında Nobel Tıp Ödülü’ne layık görülmüştür.

Diğer kan grup sistemleri tanımlanmadan neredeyse yarım yüzyıllık bir zaman geçmiş ve 1939’da Phillip Levine tarafından sunulan bir olgu ile Rhesus (Rh faktörünün bulunduğu maymunun adı) faktörünün varlığına dikkat çekilmiştir. Sonraki birkaç yıl içerisinde yapılan benzer çalışmalarla yeni antijen sistemleri tanımlanmıştır.

Kan Grupları :

Alyuvarlarda (eritrositlerde) bulunan antijen çeşidine göre kan grupları belirlenir. A, B, AB, O olmak üzere 4 ana kan grubu vardır.

A grubu; eritrosit yüzeyinde A antijenini, plazmada B antikorunu taşır. B grubu; eritrosit yüzeyinde B antijenini, plazmada A antikorunu taşır. AB grubu; eritrosit yüzeyinde hem A hem B antijenini taşır. Plazmada antikor taşımaz. O grubu; eritrosit yüzeyinde antijen taşımaz, ancak plazmada hem A hem B antikorunu taşır.

Bu antijenlerin yanı sıra Rh(D) faktörü denilen özel bir antijen daha vardır. Rh faktörünün varlığında Rh pozitif (+), Rh faktörünün yokluğunda Rh negatif (-) olarak tanımlanır.

AB kan grubu; genel alıcı olarak bilinir. Ancak taşıdığı antijenlere, diğer kan gruplarında antikor mevcut olduğu için pratikte uygulanmaz.

O kan grubu; genel verici olarak bilinir. Diğer kan gruplarında bulunan antijenlere karşı taşıdığı antikorlar sebebiyle pratikte uygulanmaz.

Ancak nadir durumlarda O kan grubu alyuvarlar (eritrositler) genel verici olarak kullanılabilir. Yine aynı şekilde AB grubu plazma (içinde alyuvarların(eritrosit) olmaması koşuluyla) genel verici olarak plazma da kullanılabilir. ,

Temelde kullanılan kan nakil yöntemi alıcı ve verici kan gruplarının aynı olmasıdır. Kan gruplarının aynı olmasına rağmen; kan nakli öncesinde çapraz karşılaştırma (cross matching) adı verilen bir test yapılarak, uygunluğuna karar verilir.

KAN GRUPLARI

İnsan kan grupları arasındaki farklılık 1900’lerin başlarında ABO sisteminin bulunması ile anlaşılmıştır. 1940’ların başlarında ise Rh faktörü bulunmuştur.

ABO sisteminde kan gruplarının farklılığını sağlayan 2 antijen vardır; bunlar eritrositlerin yüzeyinde bulunur ve A, B harfleri ile gösterilirler. Eritrositlerin yüzeyinde ya ayrı ayrı A, B yada birlikte (AB) bulunurlar veya eritrositlerin yüzeyinde hiç antijen bulunmaz buna 0 denilir.

Eritrosit hücrelerinin yüzeyindeki antijenlere karşı oluşmuş antikorlar kanda ve dokularda bulunmaktadır.

Antikor ve antijen karşı karşıya gelirlerse birbirlerine bağlanırlar ve küçük çökelmeler oluşur. Bu olaya aglütinasyon denilir. Örneğin eritrositlerinde A antijeni taşıyan birinin kanında anti-B antikoru vardır; bu kişiye anti-A antikoru verilirse bu antikor A antijeni ile birleşerek kümeleşmeye yol açar. Aynı şekilde kan grubu AB olan birinin eritrositlerinde A ve B antijeni vardır; bu kişinin kanında ise antikor yoktur.

Bu prensiplerden yararlanılarak kan grubu tespiti yapılmaktadır. Eritrositlerinde antijen olmayan birinin kanı anti-A ve anti-B antikorları içeren test serumları ile karıştırıldığında hiçbir çökelme olmaz; bu kişinin kan grubu 0’dır. Aynı şekilde eritrositlerinde B antijeni olan birinin kanı anti-A serumu ile karıştırıldığında çökelme olmazken anti-B serumu ile karıştırıldığında çökme oluşur; bu kişinin kan grubu da B’dir. Bu çökelmeler sayesinde kan grubu tespit edilmiş olunur.

AB0 dan Başka Kan Grup Sistemi Var mı?

Eritrositlerin yüzeyinde 300 den fazla antijen saptanmıştır. 21 farklı kan grubu sistemi vardır. Bunlar içinde pratikte kullanılan iki sistem vardır ABO ve Rh sistemi.

Rh sistemi nedir?

Eritrositlerin yüzeyinde yer alan bir diğer antijen grubudur. Bu grupta C, D, E, c, e olmak üzere 5 antijen vardır. D antijeni en fazla bağışıklık uyandırandır. Toplumun %85’i D + dir, yani Rh + dir. %15 ise bu antijeni taşımaz yani Rh negatiftir.

Lütfen soru sormadan önce aşağıda cevaplanmış  yorumları okuyunuz.   

BEKLEYİŞ UNUTUŞ: “ÖYLE BİR ŞEY YAP Kİ SENİNLE KONUŞABİLEYİM…”- MAURICE BLANCHOT

 Bir şey beklendiğinde artık daha az bekliyorduk!

Burada, ve belki kendisine de hitap eden bu cümlede durmak zorunda kaldı. Bu notları neredeyse onu dinleyerek kaleme almıştı. Yazarken hala onun sesini duyuyordu. Notları ona gösterdi. Kadın okumak istememişti. Sadece birkaç pasajı okudu, çünkü kendisinden nazikçe rica etmişti. “Konuşan kim?” diye soruyordu kadın. “O halde konuşan kim?” Yerine oturtmakta zorlandığı bir aksilik olduğu hissine kapılmıştı. “Size doğru gözükmeyeni silin:’ Fakat hiçbir şeyi silemezdi de. Kadın tüm kağıtları kederli bir şekilde fırlattı. Ona her konuda inanacağını söylemiş olmasına rağmen, mevcut hakikatin de etkisiyle, ona yeterince inanmadığı duygusuna kapılmıştı. “Ve şimdi artık sahip olmadığım ve sizin hiç sahip bile olmadığınız bir şeyi benden koparıp aldınız:’ Kadının daha bir isteyerek kabul edebileceği, aklındakilerden o kadar da uzak olmayan kelimeler yok muydu? Fakat her şey gözlerinin önünde olup bitiyordu: olayların aydınlığa kavuştuğu ve bugüne kadar sıkı sıkıya bağlı olduğu merkezi kaybetmişti. Kadın, belki bir şeyleri koruyabilmek için, belki de ilk kelimelerin her şeyi söylüyor olmasından dolayı kendisine en sadık görünenin ilk paragraf ve belki biraz da ikinci paragraf olduğunu söylüyor, özellikle de sonunda.

Buradan yeniden yola çıkmaya karar verdi. Kadını çok da fazla tanımıyordu. Fakat adam kendisini varlıklara yakın hissetmek için aşina olma ihtiyacı hissetmiyordu. Onları böylesine yakın bir ilişkiye sokan şey, ona tam da bu odayı veren tesadüf müydü? Bu süre içinde başkaları da burada ikamet etmişti fakat kadın yine de onlardan kaçındığını söylüyordu. Odası, biraz daha uzakta, evin kıvrılmaya başladığı koridorun sonundaydı. Geniş halkonda uzandığında onu görebiliyordu ve varışından kısa bir süre sonra kendisini fark etmesini sağlayacak işaretler yapmıştı. İnançsızlığı konusunda kendisine sitem ederken kadının haklı olup olmadığını düşünüyordu. Ona inanıyordu, sözlerinden en ufak bir kuşkusu yoktu. Onu görmek, işitmek, hiç eksik olmasını istemediği bir hissiyatla, kendisini ona yaklaştırıyordu. O halde tersliğin kaynağı neydi? Söylediğini neden böylesine kederli bir şekilde reddediyordu? Kendi kendisini mi reddediyordu? Belki de bir yerde hata yaptığını düşündü.

Fazla hoyratça sorgulamıştı. Ona sorular sorduğunu hatırlamıyordu ama bu onu haklı çıkarmıyordu; kendi sessizliğiyle, beklentisiyle, kadına vermiş olduğu işaretlerle onu daha da sıkıştıran bir tarzda sorulara maruz bırakmıştı. Onu hakikati fazlasıyla açık bir biçimde söylemeye itmişti; doğrudan, yatıştırılmış, dönüşü olmayan bir hakikatti bu. Fakat kadın neden onunla konuşmuştu? Eğer bunu sorgulamaya başlarsa devam edemeyecekti. Fakat bu, aynı zamanda son derece belirleyiciydi. Doğru nedeni bulamadığı sürece, şimdi duymuş olduğundan şüphe etmediği şeyleri kadının ona gerçekten söylediğinden asla emin olamayacaktı -bu inancı onun mevcudiyetine, kelimelerin fısıltısına borçluydu: sözler havada uçuşmaya devam ediyordu. Fakat ya daha sonra? Daha sonrasını dert etmemeliydi, başka bir zaman için herhangi bir güvence aramıyordu. Kadını özgür bırakacaktı. Belki de onu başka sırları ifşa etmeye zorlamak istemiyordu, belki de tam tersine gizli arzusu onu bu eğilimde tutmaktı. Bu, çekici gelmekle beraber, aynı zamanda onda bir huzursuzluğa da sebep oluyordu.

Kendisinin art düşünceleri olduğunu keşfetti. Bu art düşünceler, kendisi farkında olmadan, onca eminlikle yazmış olduklarını saptırmamış mıydı? Hayır, diyordu kendine. Kadının onca umutsuzlukla onun karşısına koyduğu bu inkarı düşünürken bulanık bir umutsuzluk duyuyordu. Sadık olmak, işte kendisinden istenilen buydu: kendisine has kıvrımlarla kadının gözden kaybalacağı ve kendisini tek başına bırakacağı yere kadar ona eşlik edecek biraz soğuk bu eli tutmak. Fakat bu elin kime ait olduğunu soruşturmamak onun için oldukça zordu. Her zaman böyle olmuştu. Kat edilecek olanı değil de kendisine uzanmış olan bu eli düşünüyordu. Hata, hiç kuşkusuz buradaydı. Kağıtları bir araya getirirken -ki kadın şimdi onu meraklı gözlerle izliyordu- bu başarısızlıkla ona bağlanmış olduğunu hissetmekten kendini alamadı. Tam olarak neden olduğunu anlayamıyordu. Sanki kadına boşluğun içinden dokunmuş, onu bir an için görmüştü. Ne zaman? Az önce. Onun kim olduğunu görmüştü. Bu, kendisini cesaretlendirrnek şöyle dursun, her şeye son noktayı koyuyordu. “Peki öyle olsun’ diye söylendi, “eğer istemiyorsan vazgeçiyorum: Vazgeçiyordu fakat, doğrusu, bunu ne ona ne de sırrına doğrudan hitap eden içten sözlerle yapıyordu. Kendisine daha tanıdık gelen, bildiği ve onu sanki neşeli bir özgürlük içinde yaşatmış olan başka bir şeyi hedeflemişti.

Belki de bunun kadının sesi olduğunun farkına varmıştı şaşkınlıkla. Kendisine emanet edilen işte bu sesti. Ne şaşırtıcı bir düşünce! Kağıtları yeniden eline aldı ve yazdı: “Sana emanet edilen sestir, kadının söylediği değil. Kadının söylediklerini, senin derlediğin ve haklarını vermek için kaydetliğin sırları, ne kadar çekici olurlarsa olsunlar, nazik bir şekilde en başta onları içinden çıkardığın sessizliğe doğru taşımalısın.” Kadın ona şu an ne yazdığım sordu. Fakat bu kadının duymaması gereken, birlikte işitmemeleri gereken bir şeydi. Adam ona kaçamak bir bakış fırlattı. Kadın belki konuşuyordu ama ifadesinde söylediklerine dair en ufak bir teveccüh, konuşmaya en ufak bir rıza yoktu; sadece, güç bela hayatta olduğu izlenimi veren bir teyit, belli belirsiz bir acı mevcuttu. Kadına şunu söyleme hakkına sahip olmayı isterdi: “Seni duymamı istiyorsan konuşmayı bırak:’ Fakat kadın, hiçbir şey söylemezken bile susamazdı artık. Belki de kadının her şeyi unuttuğunun iyice farkına varmıştı. Bundan rahatsızlık duymuyordu. Onun, bildiklerini hatırlamaktan ziyade unutarak zapt etmek arzusunda olup olmadığını soruyordu kendine. Fakat unutuş… O halde kendisinin de unutuşa düşmesi gerekiyordu. “Neden beni böyle dinliyorsunuz? Hatta konuşurken bile neden dinlemeye devam ediyorsunuz? Neden, sonrasında söylemek zorunda olduğum bu söze beni itiyorsunuz? Ve hiç cevap vermiyorsunuz; kendiniz hakkında hiçbir şey söylemiyorsunuz. Fakat ben de ağzımı açmayacağım, haberiniz olsun. Söylediklerimin hiçbir önemi yok: Kadının istediği, hiç şüphesiz, adamın, kendisinin söylediklerini tekrar etmesi, sadece tekrar etmesiydi. Fakat hiçbir zaman benim sözlerimde kendisininkileri tanıyamıyordu. Farkında olmadan bir şeyleri mi değiştiriyordum acaba? Ondan bana gelirken sözlerde bir şeyler değişiyor muydu? Kendi kendisi için alçak sesle, onun için daha alçak sesle. Duyulmadan evvel tekrar edilmesi gereken söz, takip ettiği izsiz mırıltı, bir yok-yerde başıboş gezinen, her yerde-ikamet eden, akışa bırakmanın zorunluluğu. Her defasında, hiç konuşmadan yeniden burada olmak isteyen hep bu eski söz. Her ne kadar bu olanlar karşısında hakikat kelimesini kullanamasa da bu bir kurmaca değildi. Başına bir şey gelmişti ve ne bunun doğru olduğunu ne de karşıtını söyleyebiliyordu. Daha sonra, olayın özgüllüğünün bu ne doğru ne de yanlış oluşta olduğunu düşündü. Zavallı oda, sende hiç ikamet edildi mi? Ne kadar da soğuk burası, ne kadar da az yaşıyorum burada. Sadece ikametirnin tüm izlerini silmek için kalmıyor muyum burada? Yeniden, yeniden, yürüyerek ve her daim yerleşik olarak, bir başka ülke, başka şehirler, başka yollar, aynı diyar.

Sıklıkla onun konuştuğu hissine kapılıyordu fakat kadın henüz konuşmuyordu. Bu yüzden adam bekliyordu. Bekleyişin büyük hareketli çemberindeydi, kadınla birlikte kapatılmış halde. “Öyle bir şey yap ki seninle konuşabileyim:’ – “Evet ama bunun için ne yapmam gerektiği konusunda bir fikriniz var mı?” – “Duyduğunuza ikna edin beni:’ – “O halde başla, konuş benimle:’ – “Eğer beni duymuyorsanız nasıl başiayabilirim konuşmaya? – “Bilmiyorum. Seni duyduğumu sanıyorum:’ – “Senli benli konuşmanın sebebi ne? Hiç kimseye senli benli hitap etmezsiniz:’ – “İşte sana hitap ettiğimin kanıtı:’ – “Sizden konuşmanızı değil duymanızı, sadece duymanızı rica ediyorum:’ – “Seni duymamı mı, yoksa genel olarak duymamı mı?”- “Hayır, beni değil, anladınız işte. Duymak, sadece duymak:’ – “Öyleyse konuştuğunda konuşan sen olmayacaksın:’ O halde ikili sözü işittirmek için hep tek bir dilde. Kadının onunla giriştiği bir çeşit mücadeleydi, ondan bir cevap beklediği ve kendi gerekçesini sunduğu sessiz bir münakaşa. Yine de adam daha ilk günden beri, henüz tam olarak ilk gün olmayan ve kadının, şaşırmış ve neredeyse öfkelenmiş halde, adamdan onu haklı çıkararak kendisini haklı çıkarmasını bekleyerek, ona orada olmaktan dolayı öylesine rahatsız göründüğü o günden beri, onu uyarmamış mıydı? Gençliğe has bir kuvvetle o zaman cevap vermekte hiç tereddüt etmemişti. O zamanlar, henüz her şeyin mümkünmüş gibi göründüğü ve adamın, asıl ayrıntıyı her daim hakim bir doğrulukla rastgele kaydederek ve geri kalanı için hiç hata yapmayan hafızasına güvenerek, ihtiyatı elden bıraktığı parlak bir dönemdi. Onunla beraber bu odada bulunmasına rağmen adamın bu odanın son derece ayrıntılı bir tasvirini yapmasını beldemişti sanki. Belki gerçekten de burada olduğundan kesinlikle emin olmak için. Belki de bu tasvirin, başkası tarafından işgal edilen aynı odayı ortaya çıkartacağını hissettiği için. Beklenenin, uzun zamandır sadece beldeyişi sürdürmeye hizmet ettiği, bekleyiş in bu uç noktasında, belki son, belki de sonsuz anında: insan hala aramızdadır. Bilineni hiçe saymaya çalışmak, sadece bu. Omuzlarındaki neyin yüküydü? Kendisindeki hangi eksiklik üzerine çöküyordu?

Adam, odaya amaçsızca değil de ilgiyle bakmaya çalıştı bu kez: bir otel odasıydı. Dar ve uzun i belki de anormal bir biçimde uzun. Kadının, ona olayların nasıl gerçekleştiğini söylemeye çalışmadığını -belki de bunu ayrıca söylüyordu- fakat dondurucu bir acıyla, sanki kendisine emanet edilmiş kimi kelimeleri e mücadele ettiğini ve gelecek ile, ya da henüz geçmemiş olsa da halihazırda mevcut, halihazırda geçmiş olan bir şey ile ilişkisini sürdürmeye çalıştığını fark ettiğinde ilk defa korkuyu hissetmişti. Adam önce hiçbir şey bil em eyecek (ve bilmeyi ne kadar arzulamış olduğunu görecekti), sonra ne zaman bitirmekte olduğunun hiçbir zaman farkına varamayacak Nasıl bir varoluş ortaya çıkaracak; ciddi, uçan, bağlanmanın olmadığı, hiçbir bakış açısına sahip olmayan bir varoluş… kadınla ilişkisine gelince, sürekli bir aldatmaca. Odanın özelliği boşluğu. Adam odaya girdiğinde farkına varmıyor; her zaman ikamet ettiği, sevdiği gibi ortalama bir otel odası. Fakat tasvir etmeye kalktığında bomboş ve kullanmaya çalıştığı kelimeler sadece bu boşluğu sarmalıyor. Buna rağmen kadın, adam odayı tasvir etmeye çalışırken büyük bir ilgiyle onu izliyor: burada yatak, şurada bir masa, olduğunuz yerde de bir koltuk. Kadın, sürekli olarak önünde olan fakat bir türlü gerçek kılamadığı hakikate ulaşmak için kullanabileceği bir gücü olduğunu düşünüyordu, en azından adama öyle geliyordu; fakat anlaşılmaz bir umursamazlıkla, bu güçle bir şeyler yapmayı reddediyordu. “Neden yapabileceğiniz şeyleri yapmıyorsunuz?” – “Fakat ne yapabilirim ki?” – “Yaptığınızdan fazlasını:’ – “Evet, hiç şüphesiz fazlasını; biraz daha fazlasını, diye ekledi adam neşeyle. Sizi tanıdığımdan beri sıklıkla aynı izlenime kapılıyorum:’ – “Dürüst olun: neden sahip olduğunuzu bildiğiniz bu gücü kullanmıyorsunuz?” – “Nasıl bir güç bu? Bana bunu neden söylüyorsunuz?” Fakat kadın telaşsız inatçılığıyla devam diyordu: “Size ait olan bu gücü kabullenin:’ – “Bilmiyorum ve bana ait değil’: – “Bu gücün sizin bir parçanız olduğunun kanıtı bu işte:

Bu sınırsız boşlukta sesler yankılanıyor, seslerin boşluğu ve bu boş mekanın boşluğu.  Kelimeler, kadında ifade bulmasına yardım ettikleri hatırayı tahrip ediyorlardı. Hafızasında yeniden hatırianabilir olanlar sadece acılar. Onu iyice duyma arzusu, uzunca bir süredir yerini, söylediği her şeyin kayıtsız zeminini oluşturacağı bir sessizlik ihtiyacına bırakmıştı. Fakat sadece duymak besleyebilirdi bu sessizliği. Her ikisi de dilde fakirliğin peşindeydiler. Bu konuda hemfikirdiler. Kadın için her zaman fazlasıyla kelime vardı ve hep bir kelime fazlaydı; üstelik bunlar fazlasıyla zengin ve her daim aşırılık ile söze dahil olan kelimelerdi. Kadın, görünüşte pek bilge olmasa da her zaman soyut, hiçbir şey çağrıştırmayan kelimeleri tercih eder gibiydi. Kadın, ve onunla birlikte adam da, bu hikayenin içinde, hikayenin de cezbetmeye katkı sağladığı bir şeyden korunmak için kendisine bir sığınak yaratmaya çalışmıyor muydu? Adamın buna inandığı anlar ve onun buna inanmasını sağlayan cümleler vardı. Belki de kadın ona bu hikayeyi önererek, aynı zamanda onu indirgerneye çalıştığı, ondaki kendini ifade etme istencini yok etmeyi istiyordu sadece. Geriye dönmemeli.

Beklemek, bekleyişi, en için ve en dışın kesiştiği dairelerde kendi üstüne dolanmış, sıkışmış, yansız bir edim haline getiren şeye dikkat kesilmek, bekleyiş halindeki ve ta beklenmedik olana kadar geri döndürülebilecek olan dağınık bir dikkat. Bekleyiş, herhangi bir şey beklemeyi reddeden bekleyiş, adımların kıvrımlarını açarak gözler önüne serdiği sakin uzam. Adam, aşırı dikkat gerektiren edirolerde gizlenmiş ve dağılmış bir şekilde erişiirneye müsait temel bir dikkatsizliğin hizmetinde olduğu hissine kapılıyordu. Bekleyen, fakat bekleyişe müsaade etmeyecek olana bağımlı halde bekleyen bir bekleyiş. Kadın için beklemek, öyle görünüyor ki, sonunu getirmek zorunda olacağı ve neticesi de bir hedefe doğru adım adım ilerlemek olan bir hikayeye kendini teslim etmekti. Dikkat, adamın, kendisi olmaksızın kısır bir edim haline geleceğini hissettiği başlangıçtaki dikkatsiziikten sökülüp alınan bu aniatı tarafından sınanmalı sanki. Beklemek, neyi beklemeliydi? Eğer adam bunu ona sorsaydı, kadın şaşıracaktı, zira onun için bu yeterli bir kelimeydi. Bir şey beklendiğinde artık daha az bekliyorduk. İhtiyatın ve sessiz bekleyişin onun üzerinde kurduğu olağanüstü baskı. Uzunca bir süredir, önlerine koydukları amaçlara ulaşmayı beklemiyorlardı. Kadının kendisine bundan söz etmeye devam edip etmediğini bile bilmiyordu artık. Kaçamak bir şekilde bakıyordu kadına. Kadın belki konuşuyordu ama yüzünde söylediklerine dair en ufak bir iyi niyet ifadesi yoktu…

Maurice Blanchot Kaynak: Bekleyiş Unutuş Fransızcadan Çeviren: Ender Keskin, MonoKL

YAKASINDA KIZIL KARANFİL TAŞIYAN FRANZ KAFKA’NIN SOSYALİZM İLE İLGİSİ – MİCHAEL LÖWY

“KROPOTKİN’İ UNUTMAMALI!”-KAFKA VE LİBERTER SOSYALİZM

Kafka’nın eserini, hangisi olursa olsun, herhangi bir politik doktrine indirgeyemeyeceğimiz aşikârdır. Kafka söylem üretmez, kişiler ve durumlar yaratır ve eserinde duygular, tavırlar, bir Stimmung ifade eder. Edebiyatın sembolik dünyası ideolojilerin söylemsel dünyasına indirgenemez; edebi eser, felsefi ya da politik doktrinler gibi soyut kavramsal sistem değil, kişilerin ve şeylerin somut hayali evreni’dir.

Bununla birlikte, bu durum, bir yandan Kafka’nın anti-otoriter ruhu, liberter duyarlılığı, sosyalist sempatileri ile diğer yandan bellibaşlı yazıları arasındaki geçitleri, köprüleri, yeraltı bağlarını keşfedip araştırmayı engellemez. Bunlar, Kafka’nın iç manzarası olarak adlandırabileceğimiz şeye erişmenin ayrıcalıklı yollarıdır.

Kafka’nın sosyalist eğilimleri çok erken kendini göstermiştir. Gençlik arkadaşı ve liseden dostu Hugo Bergmann’a göre genç Kafka görüşlerini sergilemek için ceketinin yaka deliğinde kızıl bir karanfil taşıyordu. Okuldaki son yıllarında (1900-1901) dostlukları biraz soğumuştu, çünkü “onun sosyalizmi de benim Siyonizmim çok güçlüydü.” Bu anlaşmazlıklar Germen milliyetçiliği karşısında aynı şekilde tepki göstermelerini engellemez. Her ikisinin de dahil olduğu Prag’daki Alman Öğrenciler Birliği’nin bir toplantısında, tören sırasında Wacht am Rhein okunurken iki arkadaş ayağa kalmazlar ve bu tavır derhal kapı dışarı edilmelerine yol açar…

Söz konusu edilen hangi sosyalizmdir? Genç Kafka’nın Çek ya da Avusturya sosyal-demokrasisiyle bağlarını ortaya koyan hiçbir tanık yoktur. Savaş sonrası yıllarda yeni Çekoslovak Cumhuriyeti’ndeki komünist partiyle de bağı yoktur –bu partinin kurucularından biri olan Stanislav K. Neumann’ın yazarı tanımasına ve Ateşçi’yi 1920 yılında bir Çek edebiyat dergisinde yayımlamış olmasına rağmen durum budur. Velhasıl, Bergmann’ın sözünü ettiği Kafka’nın sosyalizme bağlılığı Ekim 1917’den çok öncedir.

Kafka’nın Rus devrimine ilgi göstermiş olduğu doğrudur: Eylül 1920’de Milena’ya yazdığı bir mektupta, Bolşevizm üzerine bir makaleye referansta bulunarak, bu yazının “bedenim, sinirlerim, kanım” üzerinde güçlü bir etkisi olduğunu belirtir. Milena’ya mektupların yeni baskısını hazırlayanlara göre bu, 25 Ağustos 1920’de Prager Tagblatt’ta çıkan Bertrand Russell’in “Bolşevik Rusya Üzerine” başlıklı bir makalesidir. Ama Kafka, bana çok önemli gelen şu ifadeyi de eklemektedir: “Doğrusu, onu tam olarak oradaki haliyle almadım, kendi orkestram için onu transpoze etmeye başladım.” Genel olarak Kafka’nın “etkilenme”lerine uygulanabilir bir saptamadır bu: Asla pasif bir alımlama söz konusu değildir, her zaman için seçmeli bir yeniden-özümseme, kendine özgü bir “müzikleştirme” söz konusudur. Kafka’nın tavrını daha iyi anlayabilmek için Bertrand Rusel’in makalesinin içeriğine bakalım. Bu metin –Temmuz-Ağustos 1920’de Londra’da The Nation adlı süreli yayında çıkan beş makalelik bir dizinin ilkidir– Sovyet iktidarının hakkaniyetli bir bilançosunu çıkarmaya çalışırken, hem Bolşeviklerin fedakârlıklarını vurgulamakta –onları, “demokrasi ve dinsel iman bileşimleri”yle ve “sarsılmaz politik–ahlaki hedefleri”yle Cromwell’in püritenleriyle karşılaştırmaktadır– hem de diktatörlük eğilimlerini ve hoşgörüsüzlüklerini belirtmektedir. Kafka Milena’ya mektubunda makalenin sonunu ortadan kaldırdığını, çünkü bunların doğrulanmamış suçlamalar olduğunu belirtiyordu. Nelerdir bunlar? Russell, makalenin son paragrafında, Asya Rusya’sının yeniden fethi sırasında Bolşeviklerin emperyalist eğilimleri olarak adlandırdığı şeyi eleştirir ve bir süre sonra Bolşeviklerin iktidarının “herhangi bir Asya hükümetine” benzeyeceğini öngörür. Kafka’ya konu dışı gelen burasıdır: Bunlar “bu bütünün içinde yerini bulamamış” suçlamalardır.

Kafka’nın bakış açısı, birkaç hafta sonra Milena’ya yazdığı bir başka mektupta belirginleşir: “Bolşevizm üzerine saptamamı anlayıp anlamadığını bilmiyorum. Yazarın bolşevizme yönelttiği eleştiri, bence orada en fazla övgüye değer yana yöneliktir (höchste auf Erden mögliche Lob).” Kafka Betrand Russell’in hangi eleştirisine gönderme yapmaktadır? Kaldırılan paragraftakine değil, çünkü Milena o paragrafı okumamıştır; makaledeki daha genel bir argümana gönderme yapmaktadır. İngiliz filozof Rus komünistlerine birçok eleştiride bulunmaktadır, ama ona en tehlikeli gelen şey, devrimi dünya çapında yayma projeleri, fanatik enternasyonalizmleridir: “Gerçek komünist tamamen enternasyonaldir. Örneğin Lenin, […] Rusya’nın çıkarlarıyla diğer ülkelerinkinden daha fazla ilgileniyor değildir; Rusya, bu dönemde, toplumsal bir devrimin öncüsüdür ve böylelikle, dünya için bir değeri vardır, ama Lenin eğer şu alternatifle karşı karşıya kalırsa, devrimdense Rusya’yı feda etmeye hazırdır.” Başka deyişle, Kafka’ya Rus devrimcilerinde övgüye değer gibi gelen şey, özellikle Russell’in onları eleştirdiği şeydir, yani kökten enternasyonalizme bağlılıklarıdır. Kafka’nın bu “kozmopolit sosyalist” duyarlılığının bazı tanıklarca da doğrulandığını göreceğiz.

Gustav Janouch, 1920 yılındaki bir sohbet sırasında şu yorumun Kafka’ya ait olduğunu ileri sürer: “İnsanlar Rusya’da kusursuzca adil bir dünya inşa etmeye çalışıyorlar. Dinsel bir hikâye bu.” Kafka Bolşevizmi bir tür din olarak görüyordu ve Rusya’ya karşı ambargo ya da müdahaleler ona göre “gezegen üzerinde ortaya çıkacak geniş ve acımasız din savaşları”nın habercisiydi. Bu yorumlar Sovyet deneyimine karşı –eleştirel– bir ilginin kanıtıdır, ama, belgelerin bugünkü durumunda, yazarın komünist hareketle herhangi bir ilişkisini ileri süren bir şey yoktur. Çek komünistlerinin herhangi bir toplantısında ona rastlamış hiçbir tanık yoktur ve kişisel yazılarında –mektuplar, günlük– bu politik akımın temsilcisi yazarların adı hiç anılmamıştır.

Buna karşılık, çağdaşı olan birçok tanık Çek liberter sosyalistlerine olan sempatisine ve onların bazı faaliyetlerine katılımına göndermede bulunmaktadır. Dolayısıyla, genç Kafka’nın (Bergmann’a göre) “çok güçlü” sosyalizminin ne tür bir sosyalizm olduğunu anlamak istiyorsak, araştırmaları bu yöne çevirmek gerekir. 1930’lu yılların başında, Stefan Rott (1931) romanını kaleme almak için yaptığı araştırmalar sırasında Max Brod, Çek anarşist hareketinin kurucularından biri olan Michal Kacha’nın bilgilerine ulaştı. Bu bilgilerde, Kafka’nın liberter, anti-militarist ve ruhban-karşıtı bir örgüt olan ve Stanislas K. Neumann, Michal Mares, Jaroslav Hasek, Frana Sramek gibi birçok Çek yazarının gidip geldiği Klub Mladych’in (“Gençler Kulübü”) toplantılarında bulunduğu belirtiliyordu. “Başka taraftan da doğrulanmış” (ne yazık ki bu diğer kaynak belirtilmemiştir) bu bilgileri romanına dahil eden Brod, Kafka’nın “kulübün toplantılarına genellikle sessizce gelip katıldığı”nı yazıyordu. “Kacha onu sempatik buluyor ve ‘Klidas’ diyordu ona. Bu kelimeyi ‘suskun’ diye çevirebiliriz, daha doğrusu, Çek argosuna uygun olarak, ‘sessizlik abidesi’ diyebiliriz.” Max Brod bu tanıklığın doğruluğunu asla tartışma konusu etmemiştir ve Kafka biyografisinde bunu yeniden aktaracaktır.

İkinci tanık anarşist yazar Michal Mares’tir, Kafka’yı sokakta tanımıştır. Onun belgesinin biraz farklı iki versiyonu vardır: Birincisi 1946 yılında bir Çek dergisinde yayımlandığında hiç dikkat çekmedi. Daha ayrıntılı ve muhtemelen daha belirgin olan ikincisi ise Klaus Wagenbach’ın Kafka’nın gençliği üzerine önemli kitabına (Almanya’da 1958’de çıktı) ek olarak yayımlandı. Wagenbach’ın eseri, yazarın Prag’daki liberter çevrelerle ilişkilerini aydınlatan ilk eserdir. Mares’e göre Kafka, onun davetine uyarak, Ekim 1909’da İspanyol liberter eğitimci Francisco Ferrer’in idamına karşı bir gösteriye katılmıştı. 1910-1912 yıllarında ise Gençler kulübü’nün, Vilem Körber Birliği’nin (ruhban-karşıtı ve antimilitarist) ve Çek anarşist hareketin düzenlediği serbest aşk üzerine, Paris Komünü üzerine, barış üzerine ya da Parisli militan Liabeuf’ün idamına karşı konferanslara katılmış olmalıdır. Bu toplantılar vesilesiyle eski okul arkadaşı Rudolf Illowy’yle ve Stanislas K. Neumann, Frana Sramek, Karel Toman ya da Jaroslav Hasek gibi yazar ve şairlerle karşılaşmış olmalıdır. Hatta, arkadaşını hapisten kurtarmak için birkaç kez beş kuronluk kefalet bile ödemiş olmalıdır. Mares de Kacha gibi Kafka’nın sessizliği üzerinde durur: “Tanıdığım kadarıyla Kafka bu anarşist örgütlerden hiçbirine mensup değildi, ama onlara karşı toplumsal sorunlara duyarlı ve açık bir insanın güçlü sempatisini hissediyordu. Bununla birlikte, bu toplantılara duyduğu ilgiye rağmen (sürekli geldiği dikkate alındığında) asla tartışmalarda söz almıyordu.” Bu ilgi Kafka’nın okumalarında da kendini göstermiş olmalıdır: Kropotkin’in Bir İsyancının Sözleri (Mares’in hediyesi), Reclus kardeşlerin, Bakunin’in ve Jean Grave’ın yazıları.

Mares’in anılarının bir başka versiyonu daha vardır. Yayımlanmamış olan bu versiyonu daha önceki ikisinden birkaç ayrıntı hariç pek farklı değildir. Burada şu saptama görülür: “Mother Earth’ın yayıncısı Emma Goldmann’ın, bu cömert ve cesur kadının herkesin önünde soyulup katrana bulandığını ve bir tüy yığını içinde yuvarlandığını öğrendiğinde Kafka’nın Amerikan gençliğine duyduğu öfkeyi hatırlıyorum.” Mares’in iki farklı olayı iç içe soktuğu kesindir: Birincisi, 1909 tarihlisi, Emma Goldmann’ın Michigan’daki Ann Arbor Üniversitesi’nde verdiği bir konferans sırasında genç öğrenciler tarafından alaya alınmasıdır (yine de konuşmayı başarmıştır). İkincisi, 1911 tarihlisi, dostu Ben Breitman’ın San Diego’da uyanık bir çete tarafından kaçırılışıdır; onu ciddi biçimde dövmüşler, soymuşlar, katran ve tüye bulamışlardı. Kafka’nın Emma Goldmann’a ilgisi o dönemde ilk romanını yazmak için Amerika üzerine belge toplamasıyla açıklanamaz yalnızca; aynı zamanda engellerle karşılaşmaktan çekinmeyen cesur ve boyun eğmez kadınlara olan sempatisiyle, onların cazibesiyle de açıklanır. Bu isyankâr kadın figürlerine referanslara mektuplarında ve yazılarında sıklıkla rastlayacağız. Bu kadınların arketip modeli kuşkusuz ki kız kardeşi Ottla’ydı. Onun baba otoritesine direnişine hayrandı.

Üçüncü belge, Gustav Janouch’un Kafka’yla Konuşmalar’ıdır. Bu konuşmaların ilk baskısı 1951 yılında, büyük ölçüde genişletilmiş ikincisi ise 1968’de yayımlanır. Praglı yazarla yaşamının son yıllarında (1920 sonrası) yapılan söyleşilere gönderme yapan bu tanıklık, Kafka’nın liberterlere sempatisini koruduğunu ortaya koymaktadır. Çek anarşistlerini yalnızca “çok nazik ve çok eğlenceli” insanlar olarak nitelemekle kalmaz –“öyle nazik ve sevimliler ki söylediklerine inanmamak olamaz.”–, bu söyleşiler sırasında ifade ettiği politik ve toplumsal fikirler de liberter akımın damgasını güçlü biçimde taşır. Örneğin kapitalizmi hiyerarşik bir tahakküm sistemi olarak görüşü ve sistemin otoriter karakteri üzerinde ısrarla duruşu anarşizme yakındır. George Grosz’un sermayeyi yoksulların parası üzerine oturmuş şişko bir adam olarak temsil eden bir karikatürü vesilesiyle Janouch’la bir tartışma sırasında bunu açıklar. Kafka’ya göre bu resim “hem yanlış hem doğrudur. Yalnızca bir yönde doğrudur. […] Silindir şapkalı şişko adam ezdiği yoksulların sırtında yaşamaktadır, bu doğrudur. Ama şişko adamın kapitalizm olduğu tam olarak doğru değildir. Şişko adam, belirli bir sistem çerçevesinde yoksula egemendir, ama sistemin kendisi değildir. Bu sistemin efendisi bile değildir. Tersine, o da zincirler taşımaktadır, onlar bu çizimde gösterilmemiştir. […] Kapitalizm […] yukardan aşağıya ve aşağıdan yukarıya giden […] bir bağımlılık sistemidir. Her şey birbirine bağlıdır, her şey zincirlidir. Kapitalizm dünyanın ve ruhun bir halidir.”

Aynı şekilde, örgütlü işçi hareketi karşısındaki kuşkucu tavrı da politik parti ve kurumlar karşısındaki liberter güvensizliğinden esinleniyor gözükmektedir: Bir sokak gösterisinde yürüyen işçilerin ardında, “kâtipler, bürokratlar, profesyonel politikacılar, yani iktidara yükseltmeye hazırlandıkları bütün modern sultanlar ilerliyor… Devrim buhar olup gidiyor, geriye yalnızca yeni bir bürokrasiden oluşan çamur kalıyor. İşkence çeken insanlığın zincirleri bakanlık kâğıtlarından. Bunu derken hangi devrimi düşünmektedir? 1917 Ekim Devrimi’ni mi, yoksa 1918-1919’daki Almanya ve Avusturya devrimlerini mi? Bunu bilmek imkânsız. Her koşulda, kâğıttan zincirler üzerine son cümle yalnızca devrimlerin trajik yazgısını değil, tüm tezahürleriyle bürokrasiyi de içeriyor.

Janouch, notlarının eksiksiz versiyonunun baskısı olduğu ileri sürülen, savaştan sonra kaybolan ve çok sonra tekrar bulunan ikinci baskısında (1968) Kafka’yla şu konuşmayı aktarır:

“Ravachol’un yaşamını incelediniz mi?

–Evet! Yalnızca Ravachol’unkini değil, birçok başka anarşistin yaşamını da inceledim. Godwin’in, Proudhon’un, Stirner’in, Bakunin’in, Kropotkin’in, Tucker ve Tolstoy’un biyografi ve fikirlerine gömüldüm; farklı gruplarla birlikte oldum, toplantılara katıldım, kısacası bu işe çok zaman ve para yatırdım. 1910 yılında Çek anarşistlerinin Karolinental’da ‘Zum Kanonenkreuz’ denen bir tavernadaki toplantılarına katıldım. ‘Gençler Kulübü’ denen anarşist kulüp burada toplanıyordu… Max Brod bu toplantılarda bana defalarca eşlik etti, aslında pek hoşuna gitmiyordu. […] Benim için çok ciddi bir iş söz konusuydu. Ravachol’un izi üzerindeydim. Bu izler sonra beni Erich Mühsam’ın, Arthur Holitscher’in ve Viyanalı anarşist Rudolf Grossmann’ın izlerine götürdü… Hepsi de insanların mutluluğunu Tanrı Lütfu olmadan gerçekleştirmeye çalışıyordu. Onları anlıyordum. Bununla birlikte […] onlarla dirsek teması içinde yürümeye uzun süre devam edemezdim.” Ancak yorumcuların genel kanısına göre bu ikinci versiyon ilkinden daha az güvenilirdir; özellikle de kökeninin belirsizliği dolayısıyla (kaybolan ve yeniden bulunan notlar). Ayrıca, bu bölümde belirgin bir hata vardır: Max Brod, kendisinin açıkça belirttiği gibi, anarşist kulüpteki toplantılarda dostuna eşlik etmediği gibi, Praglı liberterlerin faaliyetlerine Kafka’nın katıldığından da habersizdi.

Bu çeşitli tanıklıklara göre Kafka 1912’den sonra anarşist toplantılara katılmaya son vermişti. Hangi gerekçeyle? Gustav Janouch, 1965’te yayımlanan “Kafka ve Dünyası” üzerine bir kitapta, “Franz Kafka’nın anarşistlere olan ilgisi 1910 ve 1911 yıllarında Çek anti-militaristlerine karşı yürütülen davaların etkisi altında sönmüş olmalıdır” şeklindeki “tamamen yanlış” bakış açısına karşı çıkar. Böyle bir yorumun, Kafka’nın kişiliğini ve “insan varlığına yönelik bütünsel angajmanını” asla anlamamış ve tanımamış kişiler tarafından ileri sürülebileceğini ısrarla belirtir. Ona göre, yazarın bu toplantılara gitmekten vazgeçmesinin nedeni, Vohryzek denen birinin liberter çevreler üzerinde uyguladığı diktatörce iktidardır; daha sonra (1918’de imparatorluk arşivleri açıldıktan sonra) onun bir polis ajanı olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca şunu da ekler: Praglı anarşistlerin amatörlüğünden hayal kırıklığına uğramış olsa da, Kafka bu kulüplerin çoğu üyesiyle köprüleri atmamıştır, çünkü “hayata bir anlam vermek için tamamen yetersiz araçlarla yürüttükleri mücadelelerine hayranlık” duyuyordu. Daha önce andığımız Janouch’un metinleri için olduğu gibi, gerçek anılar ile sonradan yapılan eklemeleri hesaba katmak güçtür.

Bilinen bu üç tanıklığa, tüm biyografi yazarlarının ve yorumcuların açıkça gözardı ettiği bir dördüncüsü de eklenebilir. Bu, Leopold B. Kreitner’in (1892-1969), “Genç Bir Adam Olarak Kafka’nın Portresi” adı altında bir Kuzey Amerika dergisinde yayımlanan makalesidir. Kafka’nın okuduğu lisenin eski öğrencisi olan ve 1912-1914 yıllarında ona sık sık rastlayan Kreitner’e göre Praglı yazar, “üniversitedeki bu son yıllarında ve önem taşıyan sonraki dönemde, politik ve felsefi planda bir tür sosyalist kozmopolitizme doğru dönmüş ve her türlü milliyetçiliği reddetmiştir.” Kreitner, Jaroslav Hasek ve Karel Toman’dan (anarşist şair) Kafka’nın Gençler Kulübü toplantılarına “sık sık katıldığı”nı öğrenmiş olduğunu hatırlıyor. Küçük bir otel olan U Brejsku’da toplanan Çek şair ve yazar grubudur bunlar ve “edebiyat, sanat, felsefe üzerine ateşli tartışmalar sürdürüyor ve büyük ölçüde anarşizan görüşler ifade ediyorlardı.”

Kafka’nın Praglı liberter sosyalist çevrelerle bağlarını az çok ayrıntılı olarak anlatanlar demek ki dört tanıktır (bunlara, Kacha’nın savlarını Brod’a onaylayan meçhul kişiyi de eklemek gerekir).

Bu tanıklıklardan bazılarının yanlışlar ve çarpıtmalar içermesi de muhtemeldir. Klaus Wagenbach da, Mares hakkında, “bazı ayrıntılar belki yanlıştır” ya da en azından “abartılıdır” diye kabul eder. Ve, Max Brod’a göre Mares, Kafka’yı tanımış birçok başka tanık gibi, özellikle yazarla olan dostça bağlarının önemini “abartma eğilimindedir.” Janouch’a gelince, anılarının ilk versiyonu “Kafka’nın konuşma üslubunun belirgin özelliklerini taşıdığı” için “sahicilik ve güvenilirlik” izlenimi verse de, ikinci versiyon daha az güvenilir gelir. Ama bu belgelerin çelişkilerini ya da abartılarını saptamak başka bir iştir; Kafka ile Çek anarşistleri arasındaki bağlara dair bilgileri de “saf efsane” diye niteleyerek külliyen reddetmek başka bir iştir. Aralarında Eduard Goldstücker, Hartmut Binder, Ritchie Robertson ve Ernst Pawel’in de yer aldığı bazı uzmanların tavrı böyledir. Bunlardan ilki komünist bir Çek eleştirmendir ve diğer üçü Kafka’nın, değerleri inkâr edilemeyecek biyografi yazarlarıdır. Kafka’nın yaşamındaki anarşist dönemi ortadan kaldırma teşebbüsleri, açıkça politik içerimleri olduğu ölçüde, ayrıntılı olarak tartışmayı hak eder.

1960’lı yıllar boyunca Kafka’yı Çekoslovakya’da “yeniden saygın kılma” çabalarıyla tanınan Eduard Goldstücker’e göre, Wagenbach’ın yeniden yayımladığı Mares’in anıları “kurgu alanına aittir.” Onun temel argümanı, devrimcilerin, anarko-komünistlerin kendi toplantılarına “tanımadıklarını birini”, üstelik de sürekli susan birini kabul etmelerinin akla yatkın olmadığıdır. Oysa, Goldstücker’in unutmuş gözüktüğü şey, Kafka’nın “tanınmayan biri” olmadığı, tam tersine, bu toplantıların önde gelen iki düzenleyicisi tarafından şahsen tanındığıdır: Michal Kacha ve Michal Mares (keza, liseden eski arkadaşı olan Rudolf Illowy gibi diğer katılımcılar da onu tanımaktadır). Bununla birlikte –öncekiyle az çok çelişik bir şekilde– Goldstücker sonunda Kafka’nın anarşist faaliyetlere katıldığını kabul eder, yalnızca bu katılımın Mares’in öne sürdüğü gibi yıllarca olmadığını “birkaç toplantı”yla sınırlı kaldığını ileri sürer. Oysa, Mares de yalnızca beş toplantıdan söz etmektedir, dolayısıyla Goldstücker’in onun tanıklığını niçin bu kadar kesin olarak reddettiği anlaşılmamaktadır…

Kafka’nın ayrıntılı ve çok fazla bilgi dolu bir biyografisinin yazarı olan Hartmut Binder, Kafka ile Praglı anarşist çevreler arasındaki bağların “hayalgücünün alanına” ait bir “efsane” olduğu tezini en enerjik biçimde ileri süren kişidir. Klaus Wagenbach “kendi ideolojisine sevimli gelen” ama “yeterince güvenilir olmayan, hatta kasıtlı olarak hile katılmış” kaynaklar (Kacha, Mares ve Janouch) kullanmakla suçlanır.

Böyle bir akıl yürütme, “pek güvenilmez” olarak kabul edilen bu üç tanıklığın Kafka ile liberterler arasındaki bağların savlanmasında niçin çakıştığını açıklamadığı gibi, Kafka’nın Siyonist, komünist ya da sosyal-demokrat toplantılara tekrar tekrar katılımı üzerine “kurgusal” tanıklıkların niçin bulunmadığını da açıklamamaktadır. Gerçekten de, –bir anarşist konspirasyon hayal etmek dışında– “hile”lerin niçin yalnızca bu belirgin yönde gittiklerini anlamak güçtür. Eleştiri konusu olan bilinen üç tanıklıktan başka, bir dördüncüsünü de eklemek gerekir. Bu, Binder’in (ve diğer itirazcıların) bilmiyor gözüktüğü Leopold Kreitner’in tanıklığıdır.

Ama, Wagenbach’a karşı mücadelesi “ideolojik” motivasyondan yoksun olmayan Binder’in argümanlarını daha yakından inceleyelim. Ona göre, “Brod’un, bu sözümona faaliyetleri Kafka’nın ölümünden yıllar sonra, bu anarşist hareketin eski bir üyesi olan Michal Kacha’dan öğrenmiş olması […] bu bilginin güvenilirliğine karşı bir kanıttır. O dönemde Kafka’yla birlikte iki tatil yolculuğuna çıkmış olan ve her gün ona rastlayan Brod’un […] en iyi dostunun anarşist harekete ilgisini bilmiyor olması neredeyse hayal bile edilemez bir durumdur.” Olabilir, ama eğer bu gerçekten “neredeyse hayal bile edilemez” ise (yine de “neredeyse”nin bir kuşku payı içerdiğini saptayabiliriz), bu durumda, birinci dereceden ilgili kişinin, yani Max Brod’un bu bilgiyi tamamen güvenilir kabul etmesi –çünkü hem Stefan Rott adlı romanında hem de dostunun biyografisinde kullanmıştır– nasıl olabilmektedir? Binder’in bir diğer argümanı da daha ikna edici değildir: “Sigara dumanları içindeki bir birahanede, yasal çerçevenin dışında hareket eden bir grubun politik tartışmalarını dinlemek […] Kafka’nın kişiliği açısından hayal edilebilir bir durum değildir.” Yine de bu durumda, dostunun kişiliğini az da olsa bilen Max Brod’un gözünde tuhaf bir yan yoktur… Gerçekten de Kafka’nın eserindeki hiçbir şey onun yasallığa karşı bunca boş inançlı bir saygısı olduğunu düşündürtmemektedir. Michal Mares’in tanıklığından kesin olarak kurtulmaya çalışmak için Binder Kafka’nın Milena’ya bir mektubuna ısrarla gönderme yapar. Burada Mares “sokakta tanışılmış biri” olarak anılmaktadır. Binder şu akıl yürütmede bulunur: “Kafka, Mares’le ilişkisinin yalnızca bir Gassenbekantschaft (sokak tanışı) ilişkisi olduğunu özellikle vurgular. Bu, Kafka’nın herhangi bir anarşist toplantıya hiç katılmadığının en net işaretidir.” En azından şu söylenebilir ki, öncül ile sonuç arasındaki bağ belirgin değildir! Kafka’nın Milena’ya mektubundan çıkartılabilecek olan şey, Mares’in, 1946 tarihli tanıklığında, Kafka ile kendisi arasındaki dostluk bağlarını muhtemelen abartmış olduğudur, ancak dönemsel ilişkileri ile Kafka’nın aralarında genç Mares’in de bulunduğu anarşistlerin toplantılarına katılımı arasında hiçbir çelişki yoktur. İlişkileri sokakta karşılaşmayla sınırlı olsa bile (Kafka’nın evi Mares’in çalıştığı yerin yakınındaydı), bu durum, Mares’in ona bildiriler, toplantı ve gösteri davetiyeleri vermesini, bazı faaliyetlerde Kafka’nın da bulunduğunu saptamasını, hatta bir fırsatta ona Kropotkin’in kitabının bir nüshasını hediye etmesini asla engellemezdi. Kafka Milena’ya yazdığı bu mektupta Mares’in sinir bozucu tavrından şikayet eder, ama aynı zamanda Mares’in vermiş olduğu şiir seçkisine de –Policejni stara (“Polis Müfrezesi”)– “çok iyi” diye göndermede bulunur.

Mares’in elinde, Kafka’yla bağlarının maddi kanıtı olarak, yazarın gönderdiği 9 Aralık 1910 tarihli bir kartpostal bulunmaktadır. Dostundan birçok mektup aldığını ama bunların o dönemde evinde yapılan çok sayıda arama sırasında kaybolduğunu ileri sürmektedir –ama bu doğrulanması olanaksız bir savdır. Binder bu belgenin varlığını kaydeder, ama, kartın (Michal’a değil) “Josef Mares”e gönderilmiş olmasından yola çıkarak, burada tanığın “kurguları”nın yeni bir kanıtına sahip olduğunu düşünür: Mares’i tanıdıktan ve onun yanında Klub Mladych’deki birçok geceye katıldıktan bir yıl sonra Kafka’nın “onun önadını bile bilmemesi” tamamen inanılmazdır. Oysa, bu argüman çok basit bir nedenle geçersizdir: Kafka ile Milena arasındaki yazışmaların Alman editörlerine göre Mares’in asıl önadı Michal değil… Josef’tir.

Janouch’un tanıklıklarına gelince, Binder onun anılarının 1968 versiyonunu tam bir uydurma diye reddeder, ama 1951 versiyonunda anarşistlere yapılan referans ona göre “gerçek bir anıya dayanıyor” olabilir. Yine de bunu, şair Michal Mares’i “sokak tanışı” olarak sunan Milena’ya mektubun belirtilen bölümüyle birlikte tutarak, önemsizleştirmeye çabalar. Oysa, Janouch’un aktardığı söyleşide, sokakta rastlanılan bir kişi değil, “gayet kibar ve gayet sevimli”, çoğul olarak “anarşistler” söz konusu edilmektedir. Dolayısıyla Kafka’nın tanıştığı tek liberter militanın Mares olmadığını varsayabiliriz.

Genel olarak Hartmut Binder’in bu konuda sürdürdüğü tartışma, Kafka imgesini Praglı liberterlerin düzenlediği toplantılara katılımının –tutucu bir politik bakış açısı nezdinde– oluşturacağı kara lekeden kurtarmak için sistematik ve kasıtlı bir saldırının can sıkıcı izlenimini vermektedir.

Birkaç yıl sonra, başka açılardan ilgiye tamamen değer bir biyografide, Ernst Pawel aşağı yukarı Binder’le aynı tezleri savunur: Kafka’nın kişiliğine bağlı “büyük mitlerden biri”, yani “Klub Mladych Çek anarşist grubu içinde konspiratör bir Kafka efsanesi” “gömülmekte”dir. Bu efsane “1946’da yayımlanan biraz hayal mahsulü anılarında Kafka’yı anarşist toplantı ve gösterilere katılan bir dost ve arkadaş olarak tarif eden eski anarşist Michal Mares’in anı zenginliği” sayesindedir. “Gustave Janouch’un sonradan şişireceği” Mares’in hikâyesi “Kafka’yı genç bir konspiratör olarak ve Çek kurtuluş hareketinin bir yol arkadaşı olarak bize sunan birçok Kafka biyografisinde yer alır. Bu hikâye, Kafka’nın hayatına, dostlarına ve karakterine dair bildiğimiz her şey tarafından yalanlanmaktadır. Konspiratör olarak pek inandırıcı değilken, bağlılığını her gün gördüğü yakın dostlarından nasıl gizleyebilir, hatta gizlemek istemiş olabilir ki?”

“Efsane” söz konusu kaynakların hiçbirine dayanmadığından yalanlaması daha kolaydır: ne Kacha (Pawel’in adını anmadığı), ne Mares, ne Janouch –hele ki Wagenbach– Kafka’nın “anarşist grup içindeki bir konspiratör” olduğunu asla ileri sürmüş değillerdir. Mares özellikle Kafka’nın hiçbir örgütün üyesi olmadığı üzerinde ısrarla durur. Ayrıca, “konspirasyon” değil, çoğu da halka açık olan toplantılara katılım söz konusudur. “Yakın dostlardan gizleme”ye –yani Max Brod’dan– gelince bu saptamanın boşunalığını daha önce gösterdim.

Ernst Pawel kendi tezinden yana ek bir argüman getirir: “Neredeyse memur statüsünde birinin” polis muhbirlerinin dikkatinden kaçmış olması “düşünülemez.” Oysa, Prag polis dosyalarında “Kafka’ya dair en ufak bir ima yoktur.” Gözlem ilginçtir, ama polis arşivlerinde bir adın yokluğu, katılmamış olmanın yeterli bir kanıtını tek başına oluşturmaz. Ayrıca, polisin çeşitli liberter kulüplerin düzenlediği halka açık toplantılara katılan herkesin adını bilmesi az ihtimaldir: sessizce dinleyenlerden ziyade, “elebaşı”larla, bu cemiyetlerin yöneticileriyle ilgileniyordu…

Bununla birlikte Pawel, yumuşatılmış bir versiyonla, bu tanıkların ileri sürdüğü olguların geçerliliğini kabul etme özelliğiyle Binder’den ayrılır: “Hakikat daha basittir. Kafka Mares’i elbette tanıyordu […] ve kuşkusuz ki halka açık toplantı ve gösterilere ilgili bir gözlemci olarak katılmıştı. Onun sosyalist eğilimlerine Bergman ve Brod tanıktır. […] Sonraki yıllarda, Kropotkin ile Alexandre Herzen’in felsefi ve şiddet-karşıtı anarşizmiyle de ilgilenmiş gözükmektedir.” Wagenbach’ın çıkardığı sonuçlardan pek uzakta değiliz…

Şimdi de Praglı Yahudi yazarın yaşamı ve eseri üzerine kayda değer bir denemenin yazarı olan Ritchie Robertson’un bakış açısını inceleyelim. Ona göre, Kacha ile Mares’in sağladığı bilgiler “kuşkuyla ele alınmalıdır.” Onun bu konudaki bellibaşlı argümanları Goldstücker’den ve Binder’den ödünç alınmadır: Gizlice yaşayan bir grup nasıl olur da suskun duran bir ziyaretçiyi içine kabul eder? Üstelik, “hakkında pek az bilgi sahibi oldukları bu kişi bir casus olabilirdi.” Brod’un dostunun toplantılara katılımı hakkında hiçbir şey bilmemesi nasıl mümkün olabilir? Kafka’nın bir Gassenbekanntschaft’ı [sokak tanışı] olduğu dikkate alındığında, Mares’in tanıklığına nasıl bir değer atfedilebilir? Kısacası, “bütün bu nedenlerle, Kafka’nın anarşist mitinglerde bulunması bir efsane olabilir.” Çok tutarlı olmadıklarını yukarda göstermiş olduğum bu itirazlar üzerinde tekrar durmaya gerek yoktur.

Robertson’un kitabında tamamen yeni ve ilginç olan şey, Kafka’nın politik fikirlerine alternatif bir yorum sunma teşebbüsüdür: ne sosyalist ne anarşist, romantik olan bu fikirler, ona göre ne solcu ne sağcı olan anti-kapitalist bir romantizmden kaynaklanır. Oysa romantik anti-kapitalizm tutucu ve devrimci bazı düşünce biçimlerinin ortak dölyatağı olmakla birlikte –ve bu anlamda sol ile sağ arasındaki geleneksel bölünmeyi fiilen aşar– romantik yazarların bu dünya görüşünün kutuplarından birinde –gerici romantizm ya da devrimci romantizm– açıkça yer aldıkları da gerçektir.

Aslında anarşizm, liberter sosyalizm ve anarko-sendikalizm, “solcu romantik anti-kapitalizm”in paradigmatik bir örneğidir. Sonuç olarak, Kafka’nın düşüncesini romantik olarak nitelemek –ki bana tamamen akla yatkın gelmektedir– bu düşüncenin “solcu” ve liberter eğilimli bir romantik sosyalizmden esinlenmiş olabileceğini asla dışlamaz. Bütün romantiklerde olduğu gibi, Kafka’nın modern uygarlık eleştirisi de, onun gözünde Doğu Avrupa’daki Yahudi cemaatlerinin Yiddiş kültürünün temsil ettiği geçmişe özlemin izini taşır. Modern uygarlık tarihinin daha fazla aydınlığa, özgürlüğe ve refaha doğru kesintisiz ve geri dönüşsüz bir yürüyüşün tarihi olduğunu ileri süren kaygısız kanaat ve ilerleme ideolojisi karşısındaki kuşkuyu onlarla birlikte paylaşır. Aforizmalarından birinde şu özlü yargı görülür: “İlerlemeye inanmak, bir ilerlemenin daha önce vuku bulduğuna inanmak demek değildir. Bu bir inanç (Glauben) olamaz.” Bununla birlikte bu kanaat, gerici romantiklerde olduğu gibi, geçmişe dönük önermelere götürmez. Bir başka aforizmada, daha ziyade devrimci çözümler çıkartır: “Önce olmuş her şeyi boş olarak gösteren devrimci tinsel hareketler haklıdır, çünkü henüz hiçbir şey olmuş değildir.”

Anılan dört tanığın ileri sürdüğü Kafka’nın anarşist fikirlere ilgisi hipotezi, Kafka’nın şahsi yazılarındaki sayısız referansla onaylandığından güvenilirdir. Örneğin Kasım 1917’de Max Brod’a bir mektubunda, Freudcu anarşist Otto Gross’un önerdiği bir dergi projesine (Güç İstencine Karşı Mücadele Sayfaları) duyduğu coşkuyu ifade eder. Özellikle günlüğünde şu kesin buyruk görülür: “Kropotkin’i unutma!”

Bu ünlemin neye göndermede bulunduğunu bilmek elbette imkânsızdır, ancak en azından söz konusu Kropotkin eserinin hangisi olduğunu saptayabiliriz. Çok muhtemeldir ki –Günlük editörlerinin fikri bu yöndedir– Bir Devrimcinin Anıları’nın (1887) Almanca baskısıdır bu. Brod’a göre Kafka’nın gözde kitaplarından biri buydu. Devrimci ve anarko-komünist olmuş bu Rus prensin hayatıyla niçin bu denli ilgilenmektedir Kafka? “Her türlü yönetimin ortadan kaldırılması”nı düşleyen liberter bir düşünürün göçebe ve kozmopolit yaşamının heyecan verici serüvenleri, mücadeleleri, hapis ve firarları bir yana, kendi sınıfıyla bağlarını kopararak kendi kaderini ezilenlerin kaderiyle birleştirmeyi bilmiş bir insanın cesareti ve kararlılığı bir yana, bu anılarda Kafka’yı özellikle cezbeden ne olabilir? Kafka’nın kişisel kaygılarından yola çıkarak bilinenlerin ışığında bir hipotezde bulunma riskini göze alacağım: Kropotkin’in kitabının güçlü temalarından biri, köleliğin savunucusu olan “babaların despotizmi”ne karşı oğulların mücadelesidir. Genç prensin kendisi de baba otoritarizminden çekmiştir, aile reisinin kabalığına ve kaprislerine maruz kalan hizmetçi ve serflere sempati duymaktadır. Dolayısıyla o –Kafka’nın Babaya Mektup’undan bir ifadeyi alıntılarsak– “serflerin tarafı”nı tutar ve görkemli bir şekilde yemin eder: “Ben onun gibi olmayacağım!”

Kropotkin’e göre, hali vakti yerinde sınıflardan gençlerin –baba despotizminden ve “kadınların ve çocukların ikiyüzlü itaatinden” oluşan– “ev içi köleliğe” isyanı, onları mevcut durumu eleştirmeye ve “nihilist” olmaya, yani çar otokrasisinin ve köleliğin yeminli düşmanı olmaya yöneltti. Aşağı yukarı bütün zengin ailelerde, diye yazar, “babalar ile kendi yaşamlarına kendi ideallerine uygun olarak sahip çıkma haklarını savunan evlatları arasında”  amansız bir mücadele vardı. Bence, Birinci Enternasyonal’de federalistler ile merkeziyetçiler arasındaki mücadelelerin ayrıntılarından ya da Jura saatçilerinin sendikal faaliyetlerinden ziyade, “ev içi sulta”ya karşı başkaldırı ile devlete karşı isyan arasındaki bu sıkı bağ Praglı yazarı ilgilendirmiş olmalıdır.

Aynı laytmotif, Brod’a göre, Kafka’nın gözde kitaplarından bir diğerinde de bulunur: Günlük’te defalarca anılan Alexandre Herzen’in Anılar’ı. On dokuzuncu yüzyılın bu büyük Rus düşünürü –Isaiah Berlin’in tanımıyla– yarı-anarşist sosyalist olarak kabul edilir. Özellikle gençliğinde Proudhon ile Bakunin’e yakındır. Anılarında Bakunin’e hayranlık dolu bir bölüm ayırmıştır. Burada da, asi oğlun baba tiranlığıyla çatışmasının önemi çarpıcıdır. Herzen’in anılarındaki ilgili bölümler, neredeyse kelimesi kelimesine, Babaya Mektup’un bazı bölümlerini hatırlatmaktadır: “Alay, ironi ve derin bir küçümseme, soğuk ve iğneleyici –işte, babamın bize [oğullarına] ve hizmetçilere karşı kullanarak bir sanatçı gibi yararlandığı silahlar. […] Ben tutuklanana dek babama yabancıydım ve ona karşı küçük bir savaş yürüterek hizmetçi ve hizmetkârlara yanaştım.” Kelimenin tam anlamıyla bir anarşist olmayan Herzen, “rasyonel bilinç ile ahlaki bağımsızlık bir devlet yaşamıyla uyumlu olabilir” mi sorusunun peşindeydi.

Kafka’nın dikkatini çekmiş olan bir diğer liberter yazar Alman Yahudi sosyalisti Arthur Holitscher’di (1869-1941). Bugün ve Yarın Amerika (1912) adlı eseri Kafka’nın Amerika’sının (ya da Kayıp’ın) bellibaşlı kaynaklarından biriydi. Kuzey Amerika yolculuğunun izlenimlerini kaleme alan yazar Industrial Workers of the World’deki (IWW) anarko-sendikalistlere, William Haywood ve Emma Goldmann’a sempatisini gizlemez. Bunların kavgacılığını ve radikalizmini parlamenter “uzlaşma değirmeni”nin (Kompromissmuhle) dolambaçları içinde kaybolmuş sosyal-demokrat yöneticilerin “akademik sosyalizmi”nin tutarsızlığıyla karşılaştırır. Holitscher otobiyografisini 1924 yılında Bir İsyancının Yaşam Tarihi adı altında yayımlayacaktır. Kafka ise, mektuplarından anlaşıldığı üzere, Mart 1924’te bunu okuyacaktır. Bu eserde Holitscher, edebi faaliyetine karşı çıkan burjuva ana babasına karşı isyanını, önce sosyalizme, ardından anarşizme (Ravachol, Reclus, Jean Grave, Kropotkin) olan ilgisini açıklar.

Kafka’nın ilgisi yalnızca liberter yazarların otobiyografilerine yönelik değildi elbette. Başka yollarla da ilgileniyordu. Özellikle yaşamlarını kadın özgürleşme mücadelesine adamış sosyalist kadınların anıları. Örneğin Lily Braun –onun üzerinde tekrar duracağım– ve Malwida von Meysebug. Garibaldi ile Mazzini’nin dostu olan, Alexandre Herzen’in çocuklarının mürebbiyesi, sosyalizme yakın bu devrimci demokrat, Londra’ya iltica etmiş olan 1848’in bu eski isyancısı, “kişisel inançlarının peşinden gidebilmek” ve kadın hakları mücadelesini sürdürebilmek için “aile otoritesinden kurtulma”ya yaşamının erken dönemlerinde karar vermişti.

Kafka’nın liberter okumalarının bu kısa hatırlatmasını Günlük’ünde iki kez anılan bir yazardan söz ederek bitirelim: Prag’taki anarşist çevrelerin aktif katılımcısı Çek şair ve yazar Frana Sramek. Kafka’nın kütüphanesinde Flammen (“Alevler”) kitabının bir kopyası bulunur. Sramek’in liberter ve antimilitarist esinli bu hikâyeler derlemesi Çekçeden Almancaya dostu Otto Pick tarafından tercüme edilmiş ve Hermann Bahr tarafından sunulmuştur. Bahr, yazarı bir devrimci sendikalist ve Georges Sorel’in öğrencisi olarak sunar.

“Kropotkin’i unutma”yan Kafka 1913’ten itibaren Praglı anarşistlerin faaliyetlerine katılmaya son verdi ama sempatisini koruyordu (en azından Janouch’un notlarında bu ileri sürülmektedir). Kafka’nın dikkati giderek daha çok Yahudiliğe ve –belli ölçüler içinde– Siyonizme yönelecektir. Onu Siyonizme çeken öğelerden biri, Filistin’de Yahudi öncülerin (halutzim) kurduğu kırsal toplulukların toplumsal deneyimidir: Kibbutzculuk. Felix Weltsch’nin aktardığı Dora Dymant’a göre, “her fırsat bulduğunda, karşılaştığı insanlara Filistin konusunda sorular soruyordu. Özellikle öncü hareketiyle –halutz– ilgiliydi.” Janouch şu itirafı Kafka’ya atfeder: “Tarım işçisi ya da zanaatkâr olarak Filistin’e gitmeyi hayal ediyorum.” Bu ilginin ille de önceki yakınlıklarıyla çelişik olması gerekmez, çünkü kibbutzim hareketinin büyük bölümü –yüzyıl başından Marksist anlayışların daha etkili olduğu 1920’li yıların ortasına dek– Kropotkin, Gustav Landauer ve Martin Buber’in liberter fikirlerinden etkilenmişti. Liberter tarihçi Jean-Marc Izrine’e göre, “yirminci yüzyıl başında hümanist tezler ve Piyotr Kropotkin’in anarko-komünist doktrini kibbutzim hareketinin öncülerini cezbetmişti. İlk kvutzot’lar bunları uygulamaya geçirdiler. […] Bakunin ve Kropotkin’e referans yapan anti-otoriter eğilimli bu hareket, kibbutzim’in özyönetimci yapılanmasını etkiledi.”

Kibbutz’a olan bu ilgi, Kafka’nın, şiddetli bireyciliğine rağmen, kolektivist deneylere hiç de düşman olmadığını göstermektedir. Asetik kolektivizmi (“ekmek, su, hurma”), “emekçiler konseyi” tarafından idare ediliyor olması ve her türlü özel mülkiyetin kökten yokluğu ile Filistin’deki Yahudi komünleri modeline oldukça yakın gözüken “Mülksüz Emekçiler Topluluğu” (1918) başlıklı tuhaf belge için de bu durum geçerlidir. Birçok gözlemci bu projede hem Kafka’nın Siyonist dostlarının dergisi olan Selbstwehr’in geliştirdiği “Yahudi tarım emekçisi” idealinin, hem de Tolstoy’dan Kropotkin’e dek uzanan anarşistlerin mülkiyet-karşıtı kolektivizminin varlığını saptamıştır. Hartmut Binder, Kafka’nın ütopik projesi ile el emeği yoluyla Yahudilerin kefaret ödemesinin yandaşı olan Siyonist yönetici A. D. Gordon’un fikirleri arasındaki yakınlığa dikkat çeker. Hatta, aktardığı kimi tanıklıklara göre, Kafka Gordon’a 1920 yılında Prag’daki Hapoel Hatzair sosyalist Siyonist hareket kongresinde rastlamış olmalıdır (Martin Buber de bu kongreye katılmıştı. Kongre sırasında, önceki yıl katledilmiş olan Gustav Landauer’in anısından büyük bir heyecanla söz etmiştir). Bununla birlikte, bence Binder, Kafka’nın projesinin sosyalist kapsamını inkâr etmeye çalışırken, onu yalnızca “Yahudi milliyetçiliğinden esinli profesyonel bir dönüşüm”ün ifadesi olarak sunarken yanılmaktadır. Şu kadarını hatırlayalım ki, ulusal ya da dini kimliği olmayan bir kolektivitenin kuruluşunu öneren bu belgede “Yahudi” sözcüğü yer almamaktadır. Aslında, bu “mülksüz işçi topluluğu” projesinin, muhtemelen buna esin kaynağı olmuş olan Yahudi bağlamını aşan evrenselci bir kapsamı vardır. Hatta André Breton bile hayran kalmıştır. Breton, 1948 yılında, Devrimci Demokratik Toplantı’da (RDR) yaptığı bir konuşmada bu projeyi entelektüel faaliyetler alanında izlenmesi gereken bir örnek olarak sunuyordu. Bununla birlikte, yeni bir topluma dair ütopik bir proje söz konusu değildir –devlet de sermaye de henüz mevcuttur–, mevcut toplumun bağrında kolektivist bir toplumsal deneydir bu.

Böylece Kafka’nın liberter fikirlere ilgisinin işaretlerini ararken, onun yazıları üzerinde Praglı anarşistlerin –ya da Kropotkin’in– sözde “etkisi”ni kanıtlama çabası içinde asla değilim. Tam tersine, kendi deneyimlerinden ve anti-otoriter duyarlılığından yola çıkarak, birkaç yıl boyunca bu çevrelerle ilişkide olmayı (ve bazı metinlerini okumayı) seçen Kafka’nın kendisidir. Gerçekten de, liberter sempatilerini edebi eserinde ifade etmeyi istemiş olduğuna inanmak son derece yanlış olur. Liberter sempatileri ile edebi eseri arasında bir tür “aile havası” varsa eğer, bunun nedeni, her ikisinin de temel bir şeye, varoluşsal bir tutuma, bir Sitz im Leben’e, karakterinin temel bir özelliğine göndermede bulunuyor olmasıdır. Bu özelliği, 19 Ekim 1916’da nişanlısı Felice Baueber’e yazdığı bir mektupta belli bir sarsılmaz sertlikle, acımasız bir samimiyetle bizzat kendisi tanımlamıştır: “… Genellikle bağımsızlığını yitirmiş biri olan ben, özerkliğe, bağımsızlığa, her yöndeki özgürlüğe sonsuz bir açlık duymaktayım […]. Bizzat kendimin yaratmadığı her bağ, benliğimin parçalarına karşı olsa, değersizdir, yürümemi engeller, bu bağlardan nefret ederim ya da nefret etmeye çok yakın bir his içindeyimdir.” Her yönde sonsuz bir özgürlük açlığı: Kafka’nın yaşamını olduğu kadar eserini de –özelikle 1912’de başlayan dönemi– kat eden ve bunların trajik tamamlanmamışlığına rağmen olağanüstü bir tutarlılık gösteren ipucu bundan daha iyi tarif edilemez.

Bu liberter ethos Kafka’nın bellibaşlı edebi metinlerinin merkezinde bulunan farklı durumlarda ifade edilir, ama öncelikle özgürlüksüzlüğün takınaklı ve kaygı verici yüzünün –otorite– temsil edildiği radikal biçimde eleştirel tarzla da ifade edilir. André Breton’un Kafka konusunda gayet iyi ifade ettiği gibi, “düşünen kimseye dışsal bir hükümran ilke getirilmesine karşı bu kadar iyi hiçbir eser mücadele etmemektedir.”

Bununla birlikte, liberter ütopya hiçbir yerde onun roman ve hikâyelerinde olduğu kadar ortaya çıkmamıştır: Liberter ütopya negatif olarak mevcuttur; özgürlükten tamamen yoksun, her şeye kadir bir “aygıt”ın saçma ve keyfi mantığına tabi bir dünyanın eleştirisidir. Franz Baumer’in gözlemlediği gibi, “Kafka’nın kişilerini harekete geçiren özgürlük iradesi, düşüncesinin ve eserinin devrimci özelliğidir; daima mutlak bir özgürlük söz konusudur.”  Bir kez daha belirtelim, söz konusu olan şey herhangi bir politik doktrin değildir, bir ruh hali ve bir eleştirel duyarlılıktır –bunun da bellibaşlı silahı ironi ve mizahtır, André Breton’a göre “tinin yüksek bir isyanı” olan bu kara mizahtır.

Böyle bir “eleştirel” yorum, elbette ki, en zamandışı hali içinde, “insanlık durumu” karşısındaki tevekkülü Kafka’nın romanlarının konusu yapan çok sayıda metafizik okumayla belirgin bir çelişki içindedir. Theodor Adorno, gayet çarpıcı bir ifadeyle, bu tür argümanlarla hesaplaşmak istemişti: “Onun eserinin üslubu aşırı solun üslubudur; onu ebedi insana indirgemek, ona konformist biçimde ihanet etmek olur.” Bu polemik saptama bir yorumu hak eder. Adorno bir mesaj, doktrin ya da tezden değil, terimin müzikal anlamında bir üsluptan söz etmektedir. Adorno’nun Kafka’nın liberter sempatileri üzerine tanıklıkları biliyor olması az ihtimaldir. Demek ki, edebi metinlerin içkin bir okuması yoluyla bu sonuca varmıştır. Onun savından –Kafka’nın eserinin “aşırı sol” (Adorno’nun çok ender kullandığı bir terim) üslubu– birçok sonuç çıkarılabilir. Öncelikle bu, eserin sorunsalının metafizik değil tarihsel olduğu anlamına gelir: Modern (burjuva) toplum. Sonra, bu toplum ya da uygarlığın Kafka tarafından radikal biçimde eleştirilerek “cehennemi” olarak sunulduğu; son olarak da, bu radikal eleştirinin mevcut toplum düzenin ilgası ve bunun yerine özgür bir insanlığın konması (“kefaret”) perspektifi içinde yer aldığı anlamına gelir.

Kısacası, Kafka’nın Praglı anarşist çevrelerle temaslarını bir yana bıraksak da, metinlerin dikkatli ve “duyarlı” bir okunmasıyla eserinin yıkıcı ve liberter boyutunu gayet iyi kavrayabiliriz. Biyografik belgeler, edebi yazıların “iç” analizinin ortaya koyduğu şeyi onaylamaktadır.

Franz Kafka – Michael Löwy Boyun Eğmeyen Hayalperest Fransızcadan Çeviri: Iflık Ergüden

AMİN MAALOUF: HER İNSANIN İÇİNDE IŞIK VE BUNUNLA SAVAŞAN BİR KARANLIK VARDIR

Her türlü hoşgörünün, anlayışlı davranışın, sevecenliğin kuşku ile karşılandığı, her soylu hareketin kibir olarak aşağılanmak istendiği bir anlayıştı topluluğun anlayışı.

Bütün o Beyaz-Giysililer’in kendisini kaçırmaya geldikleri gün, Mani hiç kuşkusuz debelenmiştir. Onu üç kere suya daldırıp giysilerini parçaladıklarında da, hiç kuşkusuz çığlıklar atmıştır. Ancak küçük de olsa, kurallara uyması, beyaz giysi giymesi, oradaki yiyecekleri yemesi, onlar gibi davranması, ibadetlerini taklit etmesi gerekiyordu. Annesini bir daha görmeyecekti. Yıllar boyu, ondan söz edildiğini bile duymayacaktı. Babasının kendisiyle birlikte yaşadığı söylenebilir miydi? Bir aradaydılar, hurma bahçesindeki bütün “biraderlerin” bir arada oluşları gibi, ama Mani hiç kimsenin oğlu değildi, o yalnızca topluluğun oğlu idi. Yalnızca Sittay’a “baba” diyebilirdi, yalnızca Sittay’ın sözünü dinlerdi, Pattig’in ona “baba” dediği ve sözünü dinlediği gibi.

Söz dinlemek, eğilmek, diz çökmek, çocuk başka türlüsünü yapamazdı. Gene de, daha hapsedildiğinin ilk gününden itibaren içinde bir şey isyan etti. Ruhunun bir parçacığının karşı koyması gibi…

Sofuların tekdüze dünyasında, yalnızlıktan başka sığınak var mıdır? Mani pek çabuk, yalnızlığa hükmetmeyi, onu geliştirmeyi, herkese karşı yalnızlığını savunmayı öğrendi. Topluluktan uzak, kendisine bir soluklanma alanı yarattı. Hiçbir büyüğün giremeyeceği bir çocuk cenneti! Fırsat buldukça buraya sığınıyordu. Burası, Dicle’nin kıvrılarak geçtiği, ayakta ya da yan yatmış palmiyelerden bir çitin ardındaydı. Palmiyelerin üzerinden atlamak göze alındığında, gölgelik bir yere varılıyordu.

Ama buradaki gölge, ışığı kovmaz, aksine emer, süzer, imbikten geçirir ve ondan yararlanmasını bilenlere yansıtırdı. İşte Mani, burada oturur, burada uzanır, ağlar, sevinir, ya da düş kurardı. Genellikle kendi başına yüksek sesle konuşurdu. Kendini ele verme korkusu duymadan…

Ne var ki, bunlar ender anlardı. Hurma bahçesinde asla boş vakit bulunmazdı, iki dua ile iki angarya arasında yaşanırdı orada. Mani durmadan, Beyaz-Giysililer’in ruhsuz kalabalığına katılmak için sığınağından ayrılmak zorunda kalırdı.

Birbirlerini “birader” diye çağıran bu adamlardan hiçbiri dostu olmamıştı. Çocuğun korkuyla açılmış gözlerinde, sekiz yıl boyunca bunlar, iç karartıcı giysiler giymiş sert sözlü gardiyanlar olmuşlardı. Mani, Sittay’ın büyüklü küçüklü cezalarını tatmış olduğu gibi onlar için ibadet ediyordu: Zorunlu oruçlar, kamçılanmalar, ağır fıçıların taşınması, bitmez tükenmez pişmanlık duaları.

Bazen ceza, pek görülmedik türden bir ceza olurdu. O zaman, “biraderler”in gülmesine ya da gülümsemesine yol açardı: Tıpkı küfür ettiği için, yaşlı Simeon’u bir palmiye ağacının tepesine çıkartıp, Sittay söyleyene kadar oradan indirmemek gibi! Ama bu mizahi cezanın en büyük kurbanı Tyr’li Malchos oldu. “Birader”lerin en göbeklisi ve Mani’den sonra en genciydi. Topluluğa Mani’den sonra gelmişti. Görünürde zengin bir tacir olan babası, üç yıl önce hurma bahçesine aniden gelmişti ama aslında neden geldiği bilinmekteydi. O zamanki söylentilere göre, parasını batırmış, ailesini ve malını mülkünü yitirmiş ve alacaklıları peşine düştüğünden saklanmak ve kendini unutturmak için buraya sığınmıştı. Birkaç ay sonra da boğularak ölmüştü, yaşama zevkini kaybetmiş olmalıydı. Malchos, tıpkı Mani gibi, artık hiç kimsenin oğlu değildi. Aradaki fark, Mani’nin Mardinu’yu çok küçükken terk etmiş ve Mariam ile Utakim arasındaki mutlu çocukluk günlerini belleğinin bir yanına yerleştirdiğinden bu yana aradan çok zaman geçmiş olmasıydı. En güzel kokuların, en güzel lezzetlerin anısı, en değerli varlık tarafından teslim edilmişliğin, bırakılmışlığın, terk edilmişliğin en azından iyi korunmamışlığın giderilmez acısına gömülmüştü. O günden beri var olan tek şey, bu insanı saran günlük kara alınyazısı, hurma bahçesinden gökyüzüne yükselen ve üstünde hiçbir şeyin yeşermeye cesaret edemediği kalın duvardı.

Oysa Malchos, daha geniş bir dünyada, özlemini çektiği ve alışkanlıklarını sürdürdüğü bir çocukluk yaşamıştı. Bunu anlamak için Malchos’un gülüşünü duymak yeterliydi. Beyaz-Giysililer’de gülme, boğazın temizlenmesiyle başlar, hıçkırığımsı bir sırıtışa dönüşür, onur kırıcı bir sözle son bulur. Malchos’un gülmesi böyle değildi. Işıldar, gürler, kabarırdı. Kimse karşılık vermezse, kendi soluğu ile güçlenir ve tam bastırıldığı sanılan anda, özellikle toplu ibadet anlarında, doruk noktasına çıkardı. Genç Tyr’linin bu farklı davranışları, bu farklı davranışlarından ötürü aldığı cezalar, kaçtığı zaman aldıklarından daha hafif olamazdı. Birkaç saat için kaçsa bile, Sittay onu, yasak yiyecekler yemekle suçlardı. Pek de haksız olmasa gerekti. Malchos’un tüm o avurdu çökmüşler yanında göbekli ve şiş yanaklı hali, ötekilerin yaptığı perhize onun pek uymadığını gösteriyordu.

Tıpkı o ikinci yemek saatinde, alacakaranlıkta, bütün “biraderler”in yemekhanede buluştukları ve üç uzun paralel masanın çevresini doldurdukları, Sittay’ın ortadaki masanın başında, Malchos’un da öteki ucunda durduğu gün olduğu gibi.

Önce dua ile başlamışlardı. Bunun, gelişigüzel bir mırıldanma olduğunu sanmak, hurma bahçesindeki âdetleri bilmemek demektir. Sittay, her zamanki Şükür Duası’nı ettikten sonra, bitmez tükenmez bir vaaza girişti. Biraderlerin hepsi ayaktaydı, başları eğik, yemeğe saldırmak için vaazın bitmesini bekliyorlardı. Ama efendileri hiç acele etmiyordu. Açlık bir düşmandır diyordu, erdemli insan, onu tatmin edecek yerde, tenin isteklerini bastırdığı gibi onu da bastırabilmelidir. İştahların kabardığı saatte en sevdiği konu buydu: Beden bir katırdır, binicisi akıldır derdi; hayvanı doyurmak için ara sıra durmak gerekir ama, durulacak yeri, zamanı seçmek hayvana ait değildir, hayvanın isteklerine uyan biniciye lanet olsun! Beyaz-Giysililer’in sofraları kıt kanaat, zeytin, salatalık, badem, şalgam, birkaç meyve, ekmek ve sudan ibaret olurdu. Gene de altmış çift göz, bu mütevazı sofraya takılmıştı. Son öğünleri, sabah duasından sonra olmuştu ve ardından, tarlalarda yorucu bir gün geçirmişlerdi. Gene de sabırlı olmak, tefekküre dalmak, nefsini köreltmek gerekliydi, çünkü açlıklarına, açlık duygusunu duymak gibi bir utanç ekleniyor ve her lokma için önceden pişmanlık çekmek gerekiyordu.

Malchos daha fazla dayanamamıştı, en yakındaki sepete elini uzattı, ama öne eğik kafaları ve gözleri kontrol etmeyi de unutmadı. Sarı, taze, sulu bir hurmayı alıp, yeni baştan sofuca bir ifade takınmadan, ağzına atıverdi.

Yavaşça, ses çıkartmadan, çenesi her çiğneyişinde göğsüne değecek kadar boynu içeri çekik olarak birkaç saniye bekledi. Meyvenin suyu, dişlerini usulca geçirdiğinde, diline geldi, ağzına doldu ve zevkle boğazından içeri aktı.

“Baba” söylevini bitirdiğinde ve “biraderler”, engelleyemedikleri bir hızla yiyeceklere atıldıklarında, Malchos hurmanın tadını çıkarmaya devam ediyordu. Çevresi gürültüye boğulunca kendini koyverdi ve gizlenmek gereğini duymadan çiğnemeye devam etti, ancak diğerlerinden bir saniye sonra yerine oturduğunda suçlayıcı gözler ona dikilmişti. Bunlar, Sittay’ın öz yeğeni Gara’nın gözleriydi. Malchos ona sevimli sevimli gülümsedi ama görevinden başka hiçbir şeye bağlı olmayan adam, yanındakinin kulağına eğildi ve suçu haber verdi; çocuğa aynı bakışı fırlatan öteki de olayı kendi yanındakine aktardı ve masanın başından sonuna bir jurnalcilik zinciri oluştu.

Sıra Pattig’e geldi, ihbarı ciddiyetle dinledi, çocuğun affedilmez suçunu, kaşlarını çatarak kınadı, ama yanındakinin kulağına eğileceği sırada duraksar gibi oldu. Pattig, Parth soylularının törelerine göre yetiştirilmişti, nasıl olurdu da jurnalciliğin en bayağısını yapardı? Gene de, Sittay, kökenini çok eleştirdiği, gururlu çıkışlarını, bazı işlere gösterdiği ilgisizliği yüzüne vurduğu için, başkalarından farklı davranmamaya özen gösteriyordu. Her türlü hoşgörünün, anlayışlı davranışın, sevecenliğin kuşku ile karşılandığı, her soylu hareketin kibir olarak aşağılanmak istendiği bir anlayıştı topluluğun anlayışı.

Yeryüzünün en iyi nedenleri uğruna en kötü yollardan giden, hiç düzelmeyecek olan Pattig! Sittay’ın karşısında herkesten çok titrer, diz çöker, dövünür, aşağılanırdı; oysa güzel bir hayat sürmek için, oğlunu elinden tuttuğu gibi bu hurma bahçesinden çıkıp gitmesi yeterliydi. Ama bunu düşünmüyordu bile. Sekiz yıl boyunca Mani’ye aralarındaki kan bağını açıklamaktan korkmuş, uzaktan, oğlanın sinirine dokunan garip işaretlerde bulunmakla yetinmişti. Oysa Pattig alçak biri değildi, ya da öyleyse bu tuhaf bir alçaklıktı: Hayatını vermeye hazır ama ruhunu vermeye değil! Bütün aşağılıklarının özünde işte bu dinsel ödleklik vardı.

Malchos’un aşırdığı hurma olayı Sittay’a ulaştığında, Sittay ciddi, canı sıkkın, resmî bir biçimde ayağa kalktı. — Aramızdan hangimiz yemeği, pislikle yemek ister? Yeryüzünün pisliğinden arınmak için bu kutsanmış beldeye gelmedik mi? Ama aramızdan tek bir kişi günaha girerse, yeryüzünün pislikleri bedenine ve ruhuna egemen olursa, hepimiz kirlenmiş olacağımızdan, bütün çabamız, bütün sungularımız bir işe yaramayacaktır. Ardından sıra cezaya geldi: — Malchos! Eline bir tas alıp biraderlerin önünden geçeceksin, her biri, yediği hurmanın çekirdeğini tasa atacak. Tek yiyeceğin, bu çekirdekler olacak. Sonra gelip tasın boşaldığını göstereceksin. Seni günaha iten hurma olduğuna göre, tatlı tadının ötesindeki sert, kemiksi, kaskatı yönünü görmüş olacaksın. Cezanın ardından alaylı bir uğultu yükseldi ama çabuk susturuldu. Ağız tadının yasaklarına kafa yoran bu toplulukta, yemek yerken sıkı bir töreye uyulurdu. Burası, Nabu’nun, Dionysos’un ya da Mithra’nın, yeryüzünün tüm lezzetlerini şamatayla tattıkları yerlerden uzaktı. Yemekhane, her zevkin – günah olduğu için- yasaklanıp yerini yokluğa terk ettiği kasvetli bir yerdi. Biraderlerden biri, bir kutsal kitap okurken, diğerleri, yüksek sıralarda oturdukları için boyunlarını sofraya bir kuğu gibi eğiyor ve baş parmakları ile işaret parmakları arasında tuttukları her lokmayı ağızlarına atmadan önce: “Mârâme barekh!”, “Tanrım, kutsa!” diyorlardı. Malchos, mırıltılar arasından geçti ve çanağına, biraderlerden her biri tek bir söz söylemeden, ama kınadıkları yüzlerinden okunacak bir eda ile hurma çekirdeğini “ihsan etti”.

Bu erdemli kişilerden biri, koyduğu çekirdeğin fazla ufak olmasının telaşıyla hemen bir ikincisini ekleyiverdi ve infaz savcılığı görevini yerine getirmenin mutluluğunu duydu. Farklı davranan sadece Mani oldu. Kendi çekirdeğini koyarken elini çanağa daldırdı, bir avuç çekirdeği alıp usulca cebine soktu ve teselli eder gibi gülümsedi. Malchos duyduğu minneti belirtmemeye çalışarak yerine geçmiş, münasebetsiz yemeğini yemeye koyulmuştu. Ancak, toplulukta bir dostu olduğunu bilmesi yüreğini ferahlatmıştı. Artık çekirdekler gözünde, hurmanın tadına ve kokusuna bürünmüş çıtır çıtır şeylerdi. Biraderlerin bir kısmı, Malchos’un rahat, ders almamış, hatta keyifli halini görünce, içinde şeytan olduğuna iyice hükmetti.

O günden sonra Malchos, genç velinimetine, minnetten öte bir tapınma duygusuyla bağlandı. Onu her yerde izleyeceğine, herkese karşı koruyacağına, onun yerine bin türlü cezayı çekeceğine, bitmez tükenmez oruçları tutacağına kendi kendine söz verdi. Gizlenen birkaç hurma çekirdeği için, belli belirsiz bir suç ortaklığı için, hayatta en değerli şeylerini Mani ile paylaşmaya hazırdı.

Olayın ertesi günü, topluluk Kutsal Ev’de sabah duası için toplanmış, Malchos ise heyecanla yetişmeye çalışmaktaydı. Bir kez daha, bitmez tükenmez duayı, kekeleye kekeleye okuyacağını biliyordu ama varsın okusundu, bugün arkadaşı orada olacaktı ve buz gibi salonda, aynı duayı edecekler, aynı hareketieri yapacaklardı. Çıkışta yan yana yürüdükleri için Tyr’li diğer biraderlerden uzaklaşır uzaklaşmaz ciddi ciddi sordu: — Sana sırrımı açacak olursam, bana ihanet etmeyeceğine söz verir misin? Mani’nin canı sıkıldı. Malchos’un bir arkadaş aradığını kolayca anlamış olsa da, kendisi o havada değildi. Beyaz-Giysililer arasında geçirdiği bunca yıl boyunca kendisine bir yalnızlık âlemi kurmuştu, kendisini bir tulum gibi saran o her şeyden daha değerli bir yalnızlık! Onu paylaşmak, onu yitirmek olurdu. Her firsatta sığınağına gitmeye bakıyordu, tek başına, kendinden başka hiç kimse olmaksızın! Kulaklarını ne diye bir insan vızıltısı ile doldursundu? Sittay’ın ve öteki “biraderlerin”, “vur abalıya” yaptıkları çocuğu kırmamak için gülümsedi. Ama cevap vereceği yerde adımlarını sıklaştırdı. Oysa Tyr’li, ona askıntı olmuş peşini bırakmıyordu. Önünden, ardından dolanıp duruyordu: — Beni ihbar etmeyeceğine söz ver. Bu kez Mani omuzlarını silkti, umursamaz bir biçimde: — Seni ihbar etmek mi? Şimdiye kadar kimseyi ihbar ettim mi? diye sordu. Tatmin olmuş görünen Malchos, söze başlamadan derin bir nefes aldı ve hızla, tek bir söz edercesine; — Bir kadın tanıyorum, dedi. Sonra ağzı bir karış açık arkadaşından gelecek soru yağmurunu beklemeye başladı. Ama hiç! Mani’de ne bir şaşkınlık sıçrayışı, ne de bir söz! Malchos kızacak, küsecek miydi? Tam tersi. Arkadaşının soğukkanlılığını şaşkınlığın doruk noktası olarak yorumladı. Hayretten, hayranlıktan afallamış olduğunu sandı. Devam etti: — Bu uğursuz hurmalıkta daha fazla kalacak değilim. On beş yaşıma basar basmaz gideceğim. Kız da benimle gelecek. Gidip Ktesiphon’da yaşayacağız. Tyr’li ya da Parth’lı tüccarların yanında satıcılık yaparım. Mısır’a, Hindistan’a, Ermenistan’a giden kervanlara eşlik ederim. Onun, bir Yunan heykeli kadar güzel, altın ve mücevherlerle işlemeli uzun elbisesi ve yanında beyaz ve zenci on iki kölesi ile Ktesiphon’daki sarayının merdivenlerinden indiğini şimdiden görür gibiyim. Sessizliğini bozan Mani, bir an için arkadaşının oyununa katıldı, sadece işin içine biraz kuşku katmış olmak için sordu: — Ktesiphon’daki tüccarlardan birinin yanında satıcılık yaparken, nasıl oldu da bir saray yaptırabildin? — Uzun süre satıcı olarak kalacak değilim ki… Antakya’da, Palmyra’da, Petra’da, Deb’de, Bengazi’deki acentelerle kendi işimi çabuk kurarım. O zaman kendime hem Ktesiphon’da, hem de Tyr’de bir saray yaptırırım. İstersem bir de üçüncüsünü Med Dağları’na oturtur ve hanımımı, sıcaklardan ya da salgın hastalıklardan her kaçmak istediğinde, oraya gönderirim. Gün geçmiyordu ki Malchos, “hanım”dan en hoş ve aynı zamanda en abartılı biçimde söz etmesin! Mani onun hakkında, adı ve yaşı hakkında soru sormasa bile, artık aynı ilgisizliği göstermiyor, Malchos’u dikkatle dinliyor, heyecanlarını paylaşıyordu. Tyr’li gevezelikleri sırasında hayal dünyasında gezmeye çıktığında onunla birlikte gezmeye çıkıyordu. Mani’nin de “hanım”ı düşündüğü oluyordu, yalnız kaldığında neye benzediğini ve Malchos’un onu hangi ağacın altında tanıdığını merak ediyordu. Her ikisi de, topluluktaki öteki biraderler gibi, ürünlerini satmak üzere komşu köye giderlerdi. Çoğu asma-kabağına benzeyen, zembilli, sepedi kadınları görebilecekleri tek yer burasıydı. Onlar da Beyaz-Giysililer’e, bu erkek olmayan erkeklere, her yıl bereketli topraklarından kazandıkları altınlardan, kadınları ve çocukları yararlandırmayan bu avurdu çökmüş cılızlara, en pis ahlaksızlıkları, en açıklanmayacak işleri yaptıkları söylenen bu istenmeyen ve herkesten kaçan güruha, küçümseyen bakışlar fırlatırlardı. Aslında bazıları, Mani’yi malının önünde çömelmiş, yalnız ve zavallı bir halde gördüklerinde ona acırlar, alnına dokunarak “oğlum” der sonra onun kalan muşmulalarını son bakır pashizleri ile satın alırlardı. “Oğul” dalgın görünmeye çalışır, ama onların sevecenlikleri karşısında içi ısınır, ona gülümseyen çekik gözleri bir süre alıkoymak isterdi. Bazen bu kadınların yanında daha gençleri olurdu. On iki-on üç yaşlarında, yüzleri boyalı, yapmacıklı yürüyüşlü, hem itaatkâr hem isyancı, çocukluktan çıkmakta olan, yazgıları yazılmış, ertesi yıl gebe ve hantal olacak, daha ertesi yıl da annelerinden ayırt edilmeyecek olan kızlardı. Sittay, “biraderler”i özellikle bunlara karşı uyarırdı: “Ellerine dokunarak hiçbir şey almayınız, oturmuş olabilecekleri yerlere oturmayınız ve özellikle onları seyretmeye kalkışmayınız. Sadece bir hasat mevsimi süresince güzeldirler, toplandıklarında solarlar.” Malchos’un “hanım”ı bunlardan biri miydi? Bir gün, iki delikanlı, köyün sınırında, bir angaryadan dönerlerken, Mani’nin kulağını bir taş sıyırarak geçti. Mani sıçradı ama bağıran Malchos oldu, yumurta büyüklüğünde bir taş alarak, elini kalkan gibi tutarak tetikte bekledi: — Erkeksen ortaya çık! Yanıt yerine bir çocuk ıslığı duyuldu. Bir şeftali ağacının arasından sallanan küçük bir el görüldü, içi rahatlayan Malchos, taşı omuzunun gerisinden fırlattı ve bir küfür savurdu. Mani hayretle sordu: — Kim olduğunu biliyor musun? Başka yerde olmayı yeğlediği belli olan Malchos: — Belki, dedi. — Kim? — Bir kız. Kız karşılarına çıktığında, Mani, dizlerinde çürük izleri olduğunu, örgülü saçlarını bir başlığın altına topladığını ve mücevher olarak da kiraz saplarından bir kolye taktığını gördü. Çakıl taşlarını atmadığı öteki elinde bir şeftali vardı; topluluğun bağından yeni aşırdığı ve bütün dişlerini daldırdığı bir şeftali. Çenesini silmek için, gömleğinin ucunu kaldırdı. Küçücük bir kızdı. — Umarım yaralanmadın! dedi. Malchos seslendi: — Kan akmadı ama gözümü çıkartabilirdin. — Adın ne? diye sordu kız. — Mani! diye atıldı Malchos. — Sözünü ettiğin ayrılmaz arkadaşın mı? Bunu söylerken Mani’ye yaklaşmış, inceliyordu. — Çok okuduğunu, yazısının güzel olduğunu, üç kaşlı ve topal olduğunu söylemiştin. Dilsiz olduğunu söylemeyi unutmuşsun. Mani ciddiyetle yürümeye devam etti. Malchos seslendi, kız arkasından koştu: — Adım Kloe. Malchos ile sık sık oynarız. Sen de gelebilirsin. Mani yoluna devam etti, Kloe omuz silkti. Malchos bir süre arkada kaldı sonra arkadaşına yetişmek için koştu. — Bacağın hakkında ona bir şey söylememeliydim. Özür dilerim. Senden o kadar çok söz ettim ki, seni geçerken görürse, tanımasını istedim. — Bunun için özür dilemene gerek yok, sakatlığımı gizlemeyi hiç düşünmedim. Mani, kızgın olmaktan çok eğlenmiş görünüyordu. Sonunda konuştu: — Demek onca sözünü ettiğin “hanım” bu! Bana bu denli iyi tanımlamış olman, geçerken benim de onu tanımam için olsa gerek! Demek Yunan heykeline benzeyen bu? Malchos böbürlendi: — Bu! — Gerçi heykel var, heykelcik var… Bunu söylerken alaylarını hafifletmiş olmak için Mani kolunu arkadaşının omuzuna attı. Tyr’li yüreklendi: — Senden bazı şeyleri sakladığımı kabul ediyorum ama sana hiç yalan söylemedim. Şu erik ağacının üstünde çiçek açmış bir tomurcuk görüp “işte erik” desem, yalan mı söylemiş olurum? Hiç de değil, sadece gerçeği bir mevsim önce söylemiş olurum.

Amin Maalouf Işık Bahçeleri Fransızcadan Çeviren: Esin Talu Çelikkan, Telos Yayıncılık

ALFRED ADLER: İYİ BİR EVLİLİK BİZDEN SONRAKİ KUŞAĞI DOĞRU DÜRÜST YETİŞTİRMEDE EN İYİ YOLDUR

YAŞAMIN ANLAM VE AMACI: SEVGİ VE EVLİLİK

Anne ve babanın evlilik yaşamında doğru dürüst bir birliktelikten söz açılamaması durumunda sık karşılaşıldığı gibi, bazen oğlanın anneyle, kızın babayla ilişkisi sorunlu bir niteliğe bürünür, bunun sonucu olarak oğlan annesine, kız da babasına karşıt tiplere eğilim gösterir. Örneğin, annenin baskı altında tutup kendisine sürekli kusurlar bulduğu bir oğlan zayıf biriyse ve baskı altına alınmaktan korkuyorsa, belki ileride tahakküm hırsına sahip değilmiş gibi görünen kadınları cinsellik bakımından çekici bulacaktır. Böyle bir oğlan kolaylıkla hatalı seçimler yapabilir. Belki kendisine, tahakküm altına alabileceği bir eş arayacaktır. Oysa ancak eşit haklara sahip eşler arasında mutlu bir evlilikten söz açılabilir. Bazen oğlan, gücünü kanıtlamak isteyerek güçlü bir eş arar kendine, bunu da ya güç denilen şeye aşırı değer verdiği için ya da güçlü bir kadının kendi gücünü provoke edeceğini düşündüğü için yapar. Annesiyle çok kötü bir ilişki içinde yaşayan oğlan, ileride sevgi ve evlilik yaşamına doğru dürüst hazırlanamaz, hatta karşı cinsten olanların bedensel çekiciliği karşısında pek duyarlılık gösteremez. Bu duyarsızlık çeşitli derecelerde açığa vurabilir kendini; en ileri derecede oğlan, karşı cinsten olanları tamamen dışlar ve soluğu eşcinsellikte alır.

Anne ve babanın evlilik yaşamının uyumlu olması, çocukların ileride kendilerini bekleyen sevgi ve evlilik yaşamına her zaman daha iyi hazırlanmasını sağlar. Hayatta dikiş tutturamayanlardan çoğunluğunun kırık dökük ya da mutsuz bir evliliğin yaşandığı ailelerden gelmesine şaşmamak gerekir. Anne ve babanın kendileri kusursuz bir topluluk oluşturmayı beceremiyorsa, çocuklarını ileride eşleriyle el ele verip mutlu bir evlilik yaşamı sürdürecek gibi eğitemezler. Bir insanın evlilik yaşamına ne ölçüde elverişli sayılacağını saptayabilmemizin en iyi yolu, doğru dürüst bir aile yaşamına alışık olup olmadığını öğrenmek, anne ve babasına, erkek ve kız kardeşlerine karşı davranışını gözlemlemektir. Genç insanın sevgi ve evliliğe hazırlığını nasıl ve nereden edindiği alabildiğine önemlidir. Ne var ki bu konuda bir karara varırken ihtiyatı elden bırakmamalıyız. Genç insanın sevgi ve evlilik konusundaki tutumunu çevrenin değil, çevreyi değerlendiriş biçiminin belirlediğini biliyoruz. Bu değerlendiriş biçimi kimi durumlarda yarar sağlayabilir. Oğlan kendi evlerindeki aile hayatına ilişkin çok olumsuz yaşantıları içinde taşıyan biridir belki. Ancak, bu olumsuz yaşantılar da daha düzenli bir aile yaşamına kavuşması için kendisini uyarabilir. Belki olumsuz yaşantıların etkisiyle ilerideki evlilik yaşamına iyi bir şekilde hazırlanmaya çaba harcar. Çocukluğunda mutsuz bir aile yaşamına tanık olduğu için bir insanı asla yargılayamayız ya da dışlayamayız.

Her zaman yalnızca kendi çıkarını gözetmesi, insanın sevgi ve evlilik yaşamına en kötü şekilde hazırlanmasına yol açar. Hep kendi çıkarı peşinde koşacak şekilde eğitilen bir çocuk, ileride sürekli olarak hayattan ne gibi zevkler, ne gibi hazlar sağlayabileceğini düşünecektir. Eşinden her zaman kendisini özgür bırakmasını isteyecek, kendi yaşamını kolaylaştırmasını bekleyecek ama kendisi eşinin yaşamını kolaylaştırmayı ve zenginleştirmeyi asla aklına getirmeyecektir. Bu da hiç olumlu bir tutum değildir, sen öl, ben yaşayayım demeye benzer. Bir suç değil ama düpedüz yanlış bir davranıştır. Dolayısıyla, ilerideki sevgi yaşamına hazırlanabilmek için kolaylıklar peşinde koşmaktan, sorumluluğun karşı tarafın üzerine yıkılmasını sağlayacak fırsatlar aramaktan vazgeçmek gerekir. Birtakım çekinceler ve kuşkular içermesi durumunda, birbirini seven eşler arasındaki hayat arkadaşlığı asla süreklilik taşımaz. Evlilik yaşamındaki işbirliği, verilecek kararın bütün bir gelecek için geçerlilik taşımasını ister. Ancak sağlam ve değişmez kararlar üzerine kurulan evliliklerdir ki bizim için gerçek sevgi ve gerçek evliliğe örnek birleşmeleri oluşturur. Bize göre bu kararlar arasında çocuk sahibi olma, onları eğitip toplumsal işbirliğine hazırlama ve elden geldiğince iyi insanlar, insan toplumunun ötekilerle eşit haklara sahip ve toplumsal bilinçle davranan üyeleri yapma kararlılığı da yer almaktadır. İyi bir evlilik bizden sonraki kuşağı doğru dürüst yetiştirmede en iyi yoldur. Evli çiftlerin bunu asla akıllarından çıkarmaması gerekir. Evlilik gerçekten bir ödevdir, kendine özgü kuralları ve yasaları vardır; bunlardan bir bölümünü seçip alarak ötekileri dışarıda bırakamayız, böyle davrandık mı dünyanın ezeli ve ebedi yasasını, toplumsal işbirliği yasasını çiğnemiş oluruz.

Evlilikteki yükümlülüğümüzü, diyelim beş yılla sınırlandırır ya da evliliğe belli bir süreyi kapsayan bir deneme gözüyle bakarsak, saygının gerektireceği gerçek ve içten özveriyi asla gösteremeyiz. Böyle bir kaçış yoluna düşüncelerinde yer veren erkek ve kadınlar, kendilerini bekleyen ödev için tüm güçlerini toparlayamaz. Ciddi ve önemli yaşamsal ödevlerin hiçbirinde böyle bir “açık kapı”ya yer yoktur. Sevgimiz için bir süre belirleyemeyiz. Bu yoldan evliliği sözde kolaylaştırmak isteyen iyi niyetli ve iyi yürekli bütün insanlar yanlış yoldadır. Bu insanların evlilik yaşamını kolaylaştırmaya yönelik önerileri, evlenen çiftin iyi niyetini felce uğratıp zayıflatır, evli çiftin yükümlülüklerinden kaçınmasına ve evlilik sorumluluğunu üstlendiklerinde göstermeye karar verdikleri çaba ve zahmeti önemsememelerine yol açar. Toplum yaşamımızda iyi niyetlerine karşın sevgi ve evlilik sorunlarını gereği gibi çözmekten pek çok insanı alıkoyan çok sayıda güçlüğün varlığını bilmiyor değilim. Ama gözden çıkarılacak bir şey varsa bence sevgi ve evlilik değil daha çok toplum yaşamımızda karşılaşılan güçlüklerdir. Bir sevgi beraberliğini sürdürecek kişilerin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini biliyoruz: sadakat, dürüstlük ve güvenilirlik, çekincelerden ve bencillikten uzak davranmak. Günlük çalışmalarda ahde vefasızlığın her şey demek olduğuna inanan bir insanın, evlilik yaşamına gereği gibi hazırlanamayacağı doğaldır. Taraflardan her ikisinin de kendi özgürlüklerine eskisi gibi sahip olmak istemeleri durumunda gerçek bir arkadaşlığın bile sürdürülebilmesinden söz açılamaz. Böyle bir arkadaşlığa gerçek arkadaşlık denemez. Bir arkadaşlık ilişkisinde eskisi gibi her bakımdan özgür olmaktan çıkar, özgürlüğümüzü işbirliğiyle sınırlarız.

Evliliğin başarısını ya da insanlığın esenliğini göz önünde tutmayan kişisel bir anlaşmanın her iki taraf için nasıl zararlı sonuçlar doğurduğunu izin verirseniz bir örnekle açıklamak isterim. Anımsadığıma göre dul bir kadınla dul bir erkek evlenmişti. İkisi de yetenekli, ayrıca kültürlü kimselerdi ve yeni evliliklerinin ilk evliliklerinden daha iyi olacağını ummaktaydılar. Ne var ki ilk evliliklerinin neden yürümediğini bilmiyorlardı, toplumsallık duygusu konusundaki yetersizliklerinin farkında değillerdi, öyleyken kendilerine yeni bir yol arıyorlardı. Her ikisi de serbest düşünceli kimselerdi, günün birinde sıkıcı bulmayacakları dertsiz tasasız ve rahat bir evlilik peşindeydiler. Dolayısıyla, her bakımdan tamamen özgür davranabilecekleri konusunda anlaştılar; diledikleri her şeyi yapabilecekler ama birbirlerine bütün olup bitecekleri anlatacak kadar da birbirlerine güven besleyeceklerdi. Bu noktada adam görüldüğü kadarıyla kadından daha cesur davranmıştı. Ne zaman eve gelse, o gün yaşadığı bütün iç açıcı olayları karısına bir bir anlatıyordu. Karısı görünürde bundan pek hoşlanıyor, kocasının başarılarıyla gururlanıyordu. Kadın da sürekli olarak bir flört ya da aşk ilişkisi kurmak istiyordu; ama bu yönde ilk adımı atmaya zaman kalmadan bir meydan korkusuna yakalanmıştı. Tek başına evden dışarı çıkamıyordu; nevroz kendisini eve hapsetmişti; ayağını daha kapıdan dışarı atar atmaz öyle bir paniğe kapılıyordu ki çaresiz dönüp eve girmek zorunda kalıyordu. Meydan korkusu kadının aldığı karara karşı koruyucu bir duvar işlevi görmekte, geri planda daha başka nedenler de bunda rol oynamaktaydı. Tek başına sokağa çıkacak gücü gösteremeyişi, sonunda kocasını onun yanı başından ayrılmamak durumunda bırakmıştı. Evlilik mantığının iki tarafın anlaşmasını nasıl delip geçtiğini görüyorsunuz. Karısının yanında kalması gereken adam serbest düşünmeyi sürdüremiyordu artık. Kadın da tek başına sokağa çıkmaktan korktuğu için kendi özgürlüğünden yararlanamaz durumdaydı. Bu kadının iyileşebilmesi, evlilik konusunda yeni ve daha sağlıklı bir görüş sahibi olmasına, adamın da evliliğe toplumsal bir ödev gözüyle bakmasına bağlıydı.

Evliliğin hemen başında yapılan daha başka hatalar da vardır. Evde el bebek gül bebek yetiştirilmiş bir çocuk, ilerideki evlilik yaşamında sıklıkla kendini ihmal edilmiş hisseder. Toplum içindeki yaşama uyum sağlamasını öğrenmemiştir. Dolayısıyla, şımarık büyütülmüş bir çocuk evlilik yaşamında astığı astık, kestiği kestik bir despot olup çıkabilir; karşı taraf ise kendini bir kurban, bir tutsak gibi hissedip savunmaya geçer. Nazlı yetiştirilmiş iki çocuğun ileride evlendiklerinde nelerle karşılaşacağını izlemek ilginçtir. Taraflardan her biri ötekinden ilgi ve iltifat bekler ama hiçbiri de beklediği şeye kavuşamaz. Bundan sonraki ilk adım da bir kaçış yolu aramak olacaktır; derken taraflardan biri bir başkasıyla flörte koyulur, bu yoldan daha çok ilgi ve iltifat göreceğini umar. Bazı insanlar bir tek kişiye âşık olma yeteneğini gösteremez, iki kişiye birden âşık olmadan duramaz, bu şekilde kendilerini özgür hissederler; sevdiklerinin birini bırakıp ötekine koşar, gerçek sevginin tüm sorumluluğunu asla üstlenemezler. İki sevgili demek bir bakıma hiçbir sevgili demektir.

Bazı insanlar da vardır, kafalarından romantik, mükemmel ve erişilmez bir sevgi yaratıp koyarlar ortaya; kendi duyguları içinde mest olur, gerçek bir sevgiliye uyum sağlayamazlar. Romantik sevgiden bir başkasına bağlanma olanaklarını tümüyle bir kenara itmede de yararlanılabilir, çünkü böyle bir sevgiye karşılık kimse nasıl olsa çıkmayacaktır. Pek çok erkek, özellikle pek çok kadın hatalı gelişimlerinden ötürü oynamaları gereken cinsellik rolünden hoşnutsuzluk duymaya ve bu rolü yadsımaya alışmıştır. Doğal işlevleri engellenmiştir, tedavi görmeden bedensel bakımdan başarılı bir evliliği yürütemezler. Ben, buna uygarlığımızda erkeklere aşırı değer verilmesinin yol açtığı “erkeksi protesto” adını verdim.

Cinsellik rolleri konusunda gereği gibi aydınlatılamayan çocuklar, kendilerini kolaylıkla bir güvensizlik duygusuna kaptırabilir. Erkek rolüne üstün bir rol olarak bakıldığı sürece, ister oğlan ister kız olsun, bu rolü gıpta edilmeye değer görmesi doğaldır. Oğlanlar kendilerinde bu rolün gereğini yerine getirme gücünün varlığından kuşku duyar, erkek olmanın önemini abartır ve bu yolda bir denemeden kendilerini uzak tutmaya bakarlar. Cinsellik rolünden duyulan bu hoşnutsuzluk uygarlığımızda pek yaygındır. Kadınlardaki cinsel soğuklukta (frijit) ve erkeklerdeki ruhsal nedenlere dayanan iktidarsızlıkta (impotens) bu hoşnutsuzluğun etkin olduğunu görürüz. Böylesi durumlarda sevgi ve evliliğe karşı tamamen haklı bir nefret duygusuyla karşılaşılacak, kadın ve erkeklerin birbirine eşdeğer olduğu duygusu gerçekten yüreklerde yaşanmadıkça, söz konusu başarısızlıkların önü alınamayacaktır. İnsanlığın neredeyse yarısının kendisi için toplumda belirlenmiş konumdan hoşnutsuzluk duyması için ortada haklı nedenlerin varlığı, evliliğin başarısını aksatan büyük bir engel oluşturacaktır. Bu engeli ortadan kaldırmada tek çare, kız ve erkek çocukların eşitlik ilkesi dikkate alınarak eğitilmesidir; çocukların ileride oynayacakları rol konusunda belirsizlik içinde bırakılmaları asla doğru değildir.

Öyle inanıyorum ki sevgi ve evlilik konusunda içten bir özveri için en iyi güvence, eşlerin evlilikten önce cinsel ilişkide bulunmamış olmalarıdır. Benim gözlemlediğim kadarıyla, erkeklerin çoğunluğu evlenecekleri kadınların evlilikten önce kendileriyle birlikte olmaya yanaşmalarını içten içe hoş karşılamamakta, bazen bunu bir hafiflik belirtisi sayıp yakışıksız bir davranış olarak görmektedir. Kaldı ki uygarlığımızın bugünkü durumunda evlilikten önce cinsel ilişkide bulunmaları kızlar için ağır bir yük oluşturur. Beri yandan, evliliğin ileriye yönelik bir güven duygusundan değil korkudan gerçekleştirilmesi büyük bir hatadır. Güven duygusunun işbirliğinin bir yönü olduğunu, eşlerini korku yoluyla seçen erkek ve kadınların gerçek bir evliliği amaçlamadıklarını bilmekteyiz. Evlenecekleri eşleri, içkiye düşkün kişiler, kültürel ve sosyal konum bakımından kendilerinden çok aşağı düzeydeki kimseler arasından seçen kadın ve erkekler için de aynı şey söylenebilir. Bu gibileri sevgi ve evlilikten korkan, eşlerine tepeden bakacak bir konum yaratmaya çalışan insanlardır.

Toplumsallık duygusunu geliştirmenin yollarından biri arkadaşlıktır. Arkadaşlık ilişkisinde bir başkasının gözleriyle bakmasını, bir başkasının kulaklarıyla duymasını, her zamankinden değişik bir yürekle hissetmesini öğreniriz. Doğru dürüst eğitilmeyen, her zaman gözetim ve denetim altında büyüyen çocuklar kendilerini bir başkasının yerine koyma, bir başkasıyla paylaşma yeteneğine sahip olamazlar. Kendilerine dünyanın en önemli varlıkları gözüyle bakar, kendi esenliklerini güvence altına almaktan başka bir düşünceye kafalarında yer vermezler. Dostluk ve arkadaşlık evliliğe hazırlayıcı bir rol oynar. İşbirliği duygusunu geliştirmeye elverişli oyunlar da bu bakımdan yarar sağlayabilir; ne var ki çocukların oynadığı oyunlar pek sık olarak rekabet duygusunun gelişmesine ve sivrilme isteğine hizmet eder. İki çocuğun bir arada çalışacağı, bir arada belli bir konu üzerine eğilebileceği, bir arada ders çalışabileceği koşulların yaratılması hayli yarar sağlayacaktır. Kanımca dansın bu bakımdan taşıdığı önemi de küçümsememeliyiz. Dans (çoğunlukla) iki kişinin ortak bir ödevi birlikte çözümleyemeye çalıştığı bir etkinliktir, bu bakımdan çocukların dans etmeyi öğrenmesini olumlu bulmaktayım. Ancak benim kastettiğim dans, ortak bir ödevin üstesinden gelmeye çalışmaktan çok gösterişe yer veren bugünkü dans değildir. Çocuklar için hafif ve özellikle toplu olarak yapılacak danslar kotarmamız, onların gelişimine hayli katkıda bulunacaktır.

Evliliğe hazırlanmada göz önünde tutulacak bir diğer nokta iş güç sorunudur. Bu sorunun çözümü günümüzde sevgi ve evlilik sorunundan önce gelmektedir. Taraflardan birinin ya da her ikisinin, ailenin geçimini sağlayacak bir meslek sahibi olması gerekir; dolayısıyla, evliliğe iyi bir hazırlık, meslek konusundaki doğru dürüst bir hazırlığı da içerir.

Karşı cinsiyet mensuplarına yaklaşım tarzından, söz konusu kişinin ne ölçüde güven ve işbirliği yeteneğine sahip olduğunu görebiliriz. Bir sevgi ilişkisine giren insanın kendine özgü bir yaklaşım biçimi, kendine özgü bir yöntemi, kendi yaşam üslubuna uygun düşen bir tutumu vardır. Sevgisini kanıtlayacak söz ve davranışlardaki canlılığa bakarak, böyle birinin insanlığın geleceği için çalışmaya “evet” diyen, ileriye güvenle bakan ve işbirliğine hazır biri mi yoksa yalnızca kendisini düşünen, toplum önüne çıkmaktan ürküp çekinen ve “Başkaları üzerinde nasıl bir izlenim bırakıyorum? Başkaları hakkımda neler düşünecektir?” sorularıyla kendi kendisini yiyip bitiren biri mi olduğunu anlarız hemen. Bir kadının gönlünü kazanmak isteyen bir erkek, ağır ve ihtiyatlı ya da atak ve aceleci davranabilir; her iki durumda da sevgi belirtilerinin canlılığı amaç ve yaşam üslubuna uygunluk gösterir, bu üslubun dışavurumlarından sadece birini oluşturur. Bir kadına kur yaparken sergilediği davranıştan, bir erkeğin evliliğe hazırlık derecesini kesinlikle saptayamayız çünkü burada izlediği amaç doğrudan doğruya göz önündedir oysa başka zaman tamamen kararsız davranabilir. Öyleyken kur yapışındaki tavrına bakarak yine de kişiliği hakkında belli bir fikir edinebiliriz. Gelenek ve göreneklerimiz (ve yalnızca bunlar) genel olarak önce erkeğin kadına ilgisini belli etmesini, ilk yaklaşımın erkekten gelmesini ister. Uygarlığımızın durumundan kaynaklanan bu beklenti varolduğu sürece, bir oğlanın erkeklerden beklenen bu tutuma hazırlanması, ilk adımı kendisinin atması, bu konuda duraksamaması ve kaçamak yollar aramaya kalkmaması zorunludur. Ne var ki böyle bir tutuma hazırlanmaları oğlanların kendilerini toplumsal yaşamın bir parçası gibi hissetmelerini, bu yaşamın avantaj ve dezavantajlarını benimsemelerini gerektirir. Kadınlar ve kızlar da kur olayında aynı şekilde rol oynar, onlar da tümüyle eli boş durmazlar; ama uygarlığımızda egemen gelenek ve görenekler uyarınca kendilerini erkeklerden daha çekimser davranmaya yükümlü hissederler; kadın ve kızların kur yapması daha çok giyinişlerinde, bakışlarında, konuşma ve dinleyişlerinde açığa vurur kendini. Dolayısıyla, erkeklerin kur yapışını daha dolaysız, daha yalın ve yüzeysel, kadınlarınkini ise daha derin ve daha dolaylı bir davranış biçimi olarak nitelendirebiliriz. Şimdi bir adım daha ileri giderek diyebiliriz ki evlilikte seçilecek eşe karşı cinsel bir eğilimin varlığı zorunludur ancak bu eğilimin tamamen insani bir dostluk ilişkisi kurma isteği kılığında kendini açığa vurması gerekir. Her iki taraf birbiri için bir değer ifade ediyorsa, cinsel çekiciliğin kaybolacağı tehlikesinden asla söz açılamaz. Bunun kaybolması her zaman paylaşma duygusunun yetersizliğinden kaynaklanır; böyle bir durum, bize söz konusu insanın aynı dostluk ve yardımseverlik duygusuyla karşı tarafa kucak açmadığını, karşı tarafın yaşamını zenginleştirmeye önem vermediğini gösterir. Bazen insanlar dostluğun kalıp yalnızca cinsel çekiciliğin kaybolduğunu düşünür. Bu asla doğru değildir; bazen dudaklar yalan söyleyebilir ya da yüz ifadeleri durumu anlatmaya yanaşmaz ama bedensel işlevler her zaman doğruyu dile getirir. İşlevlerde bir aksama varsa bundan çıkacak sonuç her iki taraf arasında artık gerçek bir anlaşmadan söz açılamayacağıdır. Birbirlerine karşı davranışlarında paylaşma duygusu diye bir şeyden eser kalmamıştır çünkü en azından içlerinden biri sevgi ve evliliğin yükünü bundan böyle taşımak istemeyip bir çıkış yolu aramakta, kaçmak için bir fırsat kollamaktadır.

Bir başka nokta da insanlardaki cinsel içgüdünün diğer varlıklardakinden farklılık göstermesidir. İnsandaki cinsel içgüdü sürekliliği içerir. Bu da yine insanlığın esenliğini ve kalıcılığını güvence altına almaya yönelik bir önlemdir; böyle bir önlem sayesinde insan ürer, sayıca artar, sayısal üstünlüğü esenlik ve kalıcılığı için bir garanti oluşturur. Söz konusu kalıcılığı sağlamak için diğer varlıklarda yaşam daha başka önlemlere başvurmuştur; örneğin pek çok yaratıkta dişiler hayli büyük sayıda yumurta yumurtlar ama bunların bazıları olgunlaşmadan kalır ya da yok edilir. İnsanda ise soyun devamı çocuk sahibi olmakla sağlanır. Dolayısıyla, sevgi ve evlilik sorununda insanlığın esenliğini özellikle kendilerine dert edinenler belki de öteki insanlardan daha fazla çocuk sahibi olacak, bilerek ya da bilmeyerek diğer insanların esenliğini pek düşünmeyenler ise çocuk yapma yükümlülüğünden kaçmaya bakacaktır. Hep başkalarından istekte bulunan, hep başkalarından bir şey bekleyen bu insanlar çocuk sahibi olmayı da akıllarından geçirmeyecektir. Yalnızca kendilerini düşünecek, çocuklara isteklerini yerine getirmekten kendilerini alıkoyan bir baş belası, bir eziyet, bir yük gözüyle bakacaklardır. Bu yüzden diyebiliriz ki sevgi ve evlilik sorununun eksiksiz çözümü için çocuk sahibi olmaya karar vermek zorunludur. İyi işleyen bir evlilik insanlığın gelecekteki kuşaklarının yetiştirilebilmesini sağlayacak en iyi yoldur. Evlilik yaşamında bunun asla gözden uzak tutulmaması gerekir.

Bizim pratikteki toplumsal yaşamımızda sevgi ve evlilik sorununun çözümü, monogami yani tek evliliktir. Bir başkasına yürekten bir özveriyle, güçlü bir paylaşma duygusuyla yaklaşımı gerektiren bir ilişkiyi üstlenecek kişinin, bu ilişkinin temellerini sarsmaya ve bir kaçış yolu aramaya hakkı yoktur. Böyle bir ilişkinin parçalanıp dağılabileceğini biliyoruz. Ne yazık ki her zaman bunun önüne geçmek elimizde değildir; ama bunu önlemenin en kolay yolu sevgi ve evliliği, insanlığın önümüze çıkardığı ve bizden çözmemizi beklediği bir ödev olarak görmektir. Bunu böyle bilirsek, ödevi yerine getirmek için her çareye başvururuz. Her iki tarafın bütün güçlerini seferber etmemesi genel olarak evliliğin dağılmasına yol açar; bütün güçleriyle evliliğe sahip çıkmayan eşler hep birbirlerinden bir şey bekleyecektir. Bu şekilde davrandıkları için de çözmeleri gereken ödevin üstesinden gelemeyecekleri açıktır. Öte yandan, evliliğe, yaşanan bir olayın sonucu gözüyle bakmak da yanlıştır. İki insanın birbirleriyle ilişkilerinde saklı yatan olanaklar ancak evlenmeleri durumunda açığa vurur kendini; iki insan ancak evlilik sırasında yaşamın gerçek ödevleriyle yüz yüze gelir, ancak o zaman insanlığın mutluluğuna yaratıcı bir etkinlikle katkıda bulunma fırsatını ele geçirir. Evliliğin bir son, kesin bir amaç, düğünün ise bir “mutlu son” olduğu görüşünün uygarlığımızda gereğinden fazla vurgulandığına tanık olmaktayız. Örneğin bunu bir erkekle kadının evlenmesiyle son bulan binlerce romanda görürüz, oysa söz konusu iki insan gerçekte ortak yaşamlarının başında bulunmaktadır. Durum çoğu zaman öyle anlatılır ki sanki evliliğin kendisi bütün sorunları memnunluk verecek şekilde çözüp çıkarmıştır aradan. Bir diğer önemli nokta da sevginin tek başına her şeyi yerli yerine oturtamayacağıdır. Sevginin binbir türü vardır; evlilik ödevlerinin üstesinden gelebilmenin en iyi yolu bir mesleğe, paylaşma duygusuna ve toplumsal bilince sahip olmaktır.

Sevgi ve evlilik ilişkisi asla doğaüstü nitelik taşımaz. Her insanın evliliğe karşı tutumu, kendi yaşam üslubunun bir dışavurumudur; ancak insanı tümüyle anladığımız zamandır ki bu dışavurumu da anlayabiliriz. İnsanın tüm eğilim ve amaçlarına uygun düşer bu dışavurum. Dolayısıyla, pek çok insanın evlilik yaşamında sürekli olarak birtakım kolaylıklar ve kaçış yolları aramalarının nedenini saptamamız zor değildir. Hangi insanların evlilikte böyle bir tutum sergilediğini kesinlikle söyleyebiliriz; çocukluktaki şımarıklıklarını ileride de sürdürmek isteyen kimselerdir bunlar. Yaşam üslupları ilk dört ya da beş yaşlarında belli bir şekil kazanan bu büyümüş şımarık çocuklar, toplum yaşamımız için pek tehlikeli bir tip oluşturlar. Dünyaya ilişkin görüşlerini, “Dilediğim her şeye sahip olabilir miyim?” şeklinde özetleyebiliriz. Diledikleri her şeye sahip olamadıklarında yaşamı anlamsız bulurlar. Karamsarlığa kapılır, içlerine bir “ölme arzusu” girip yuvalanır. Kendilerini hasta ve nevrozlu bir hale sokar, hatalı yaşam üsluplarından bir felsefe oluşturmaya çalışırlar. Hatalı isteklerinin son derece önemli ve eşsiz bir değer taşıdığı duygusunu içlerinde yaşatırlar. Evrenin kendilerine karşı haince tutumu nedeniyle içgüdü ve duygularını baskılamak zorunda kaldıklarına inanırlar. Böyle bir davranışa daha önceden hazırlanmışlardır. Bir zaman rahat bir yaşam sürmüş, istedikleri her şey buyur edilip kendilerine verilmiştir. Belki içlerinden bazısı, yeterince uzun bir süre bağırdıkları, yeterince seslerini yükselterek istekte bulundukları ve başkalarıyla işbirliğine yanaşmadıkları zaman yine eskisi gibi bütün dileklerinin yerine getirileceğine inanır. Yaşamın tümünü kendilerine asla dert etmez, yalnızca kişisel sorunlarıyla ilgilenirler. Bu yüzden de insanlığın yararına hiçbir şey yapmak istemez, kendi rahatlarını sağlamaya, ellerindeki hiçbir şeyi elden çıkarmamaya çalışırlar. Dolayısıyla bir deneme gözüyle bakarlar evliliğe, bazı çekincelerle evlilik yaşamına adım atarlar; arkadaşlık evliliklerinin ve kolay boşanmaların peşindedirler. Daha evliliğin başında karşı taraftan özgürlük ister, sadakatsizlikte bulunma hakkını ele geçirmeye çalışırlar. Ne var ki bir insan bir diğerinden gerçekten hoşlanıyorsa, bu ilişkinin zorunlu kıldığı özelliklere sahip olması gerekir; eşine sadakatten ayrılmamalı, eşi için iyi bir dost, sorumluluk bilincine sahip ve güvenilecek biri olması gerekir. Kanımca böyle bir sevgi ya da evlilik yaşamı kurmanın üstesinden gelemeyen bir kişi, yaşamının en azından bu noktasında sağlıklı bir seyir izlemediğini itiraf etmelidir.

Çocukların esenliğinin sağlanması da evlilik yaşamında çözümlenmesi gereken ödevlerden biridir. Evlilik benim savunduğum temel ilkelerden bir tanesine bile yan çizilerek kurulmuşsa, çocukların eğitimi büyük güçlükler doğuracaktır. Anne ve baba birbiriyle kavga edip durur, evliliğe bir oyun gözüyle bakar, karşılaştıkları sorunların çözülemeyeceğine, aralarındaki ilişkinin başarılı şekilde sürdürülemeyeceğine inanırlarsa, çocukların toplumsallık yeteneğiyle donatılmış kişiler gibi eğitilmesi için ortadaki koşullar hiç de elverişli sayılamaz.

Belki bazı insanların bir arada yaşamalarını gerektiren kimi nedenler vardır, belki tek başına yaşamalarının kendileri için daha iyi olacağı durumlar bulunmaktadır. Kim ortada böyle bir durumun doğruluğuna karar verecektir? Kendileri de evliliğin bir ödev sayılacağını bilmeyen, yalnız kendilerini düşünen insanlara mı bu iş havale edilecektir? Bu kişiler boşanmaya da evlilik gibi bakacaklardır: “Kendime bu boşanmadan ne çıkar sağlayabilirim? Bunlar besbelli bir karar verme gücüne gerçekten sahip kişiler değillerdir. Sıklıkla tanık olduğumuz gibi, bazı insanlar sürekli boşanmakta, sürekli yeniden evlenmekte ama her seferinde aynı hatayı işlemektedir. Böyle olunca kim verecektir kararı? Evlilik sorunlarında evli bir çiftin boşanmasının gerekip gerekmediğine bir psikoterapistin karar vermesi gerektiğini düşünebiliriz belki. Amerika’da durum nasıldır bilmiyorum; ama benim gördüğüm kadarıyla Avrupa’da psikoterapistler vakaların çoğunluğunda evli çiftin kişisel mutluluklarını verecekleri kararda baz alırlar, danışmanlıkta bulundukları çiftlere, kendilerine bir sevgili ya da bir âşık bulmalarını tavsiye ederler ve söz konusu vakaların çözüme kavuşturulması için bunun en iyi yol olduğu görüşünü savunurlar. Ama zamanla onların söz konusu düşüncelerini değiştirip bu tür tavsiyelere başvurmaktan vazgeçeceklerinden eminim. Söz konusu çözüm önerisinde bulunabilmelerinin nedeni, sorunu tüm yönleriyle açık seçik görememeleri, yeryüzündeki yaşamımızın öbür ödevleriyle evlilik arasındaki ilişkiyi kavrayamamalarıdır. Özellikle bu ilişkiyi göz önünde tutmalarını kendilerine salık vermek isterim.

İnsanların evliliğe kişisel sorunlarının çözümü gözüyle bakmalarında da yine benzeri bir hata söz konusudur. Bu noktada da Amerika’daki duruma ilişkin olarak yine bir şey söyleyemeyeceğim; ama Avrupa’daki psikoterapistlerin nevroz belirtileri gösteren oğlan ve kızlara, kendilerine bir sevgili bulmalarını sıklıkla tavsiye ettiklerini bilmekteyim. Genel olarak erişkinlere de aynı şeyi tavsiye etmekte, karşı cinsten olanlarla cinsel ilişki kurmalarını söylemektedirler. Bu da sevgi ve evliliği her derde deva bir ilaç yapma anlamına gelmekte, söz konusu tavsiyeye uyan hastalar sonunda kesinlikle hüsrana uğramaktadır. Sevgi ve evlilik sorununun sağlıklı şekilde çözümü, bütün kişiliğin ortaya koyacağı en yüce eserdir. Hiçbir sorun yoktur ki mutlulukla, anlamlı ve verimli bir yaşamla evlilik kadar sıkı şekilde iç içe girmiş olmasın. Sorunu çocuk oyuncağıymış gibi ele almamız, sevgi ve evliliğe suçluluğu, alkolizmi ve nevrozu tedavi edecek bir ilaç gözüyle bakmamız olanaksızdır. Bir nevrozlu ancak tedavi gördükten sonra sevgi ve evlilik için elverişli bir konuma gelir; sevgi ve evliliğe gerektiği gibi yaklaşım yeteneğine sahip olmadan bu işe kalkışmakla, yeni tehlikelerin içine sürüklenecek, yeni bir felaketle karşı karşıya kalıp kendini kurtaramayacaktır. Sevgi, fazlasıyla yüce bir ödevdir; ödevin çözümü bizden o kadar büyük bir güçle ve yaratıcılıkla işe sarılmamızı ister ki söz konusu kişilerin üzerine böyle ek bir yük yüklememiz doğru sayılamaz.

Bir evliliğin kurulmasında gözetilebilecek daha başka uygun olmayan amaçlar da vardır. Bazı insanlar ekonomik bakımdan durumlarını güvence altına almak için evlenir. Acıdıkları için ya da kendilerine hizmet edecek birini gereksindikleri için evlenenler vardır. Gerçek evlilikte böylesi soytarılıklara yer yoktur. Hatta ben kendi sorunlarını daha da büyütmek için evlenen kimseler biliyorum. Diyelim ki genç biri gireceği bir sınav ya da ileride çalışacağı meslek konusunda sıkıntı içindedir, çok büyük bir olasılıkla istenen başarıyı elde edemeyeceğini düşünür, başarısızlığa uğradığı zaman bunu bağışlatacak bir neden ele geçirmek ister, bunun için de bir evliliğin ek yükünü sırtlanır.

Kanımca ödevi küçümsememeli ya da hafife almamalı, onu tutup daha yüksek bir düzeye çıkarmalıdır. Evliliği kolaylaştırmaya yönelik olarak yapıldığını işittiğim bütün önerilerin zararını sonunda kadınlar çekmektedir. Uygarlığımızda zaten erkeklerin kadınlardan daha rahat bir yaşam sürdüğüne kuşku yoktur. Bu da bizim düşünce ve yaşam biçimimizdeki bir hatadan başka şey değildir. Bu hata kişisel bir başkaldırıyla giderilemez. Özellikle evlilikte kişisel bir başkaldırı, karşı tarafın toplumsal ilişkisini ve sevecenliğini baltalamaktan başka işe yaramayacaktır. Uygarlığımızın bu konudaki tutumunun tümüyle gözden geçirilmesi ve en ince ayrıntılarına kadar yeniden üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. Kadın öğrencilerimden biri olan Detroit’teki Profesör Rasey’in yaptığı bir anketin sonucuna göre, kızlardan %42’si oğlan olarak dünyaya gelmelerinin kendilerini daha çok memnun edeceğini belirtmiş, böylelikle cinsiyetlerinin kendilerini düş kırıklığına uğrattığını açığa vurmuşlardır. İnsanlığın yarısı düş kırıklığı ve yılgınlık içinde yaşar, konumlarından memnunluk duymaz da öbür yarının daha büyük bir özgürlüğe sahip olmasına başkaldırırsa, sevgi ve evlilik sorunları nasıl kolay çözümlenebilir? Kadınlar kendilerine hep küçümsemeyle davranılmasını bekleyerek, erkekler için cinsel objelerden başka bir şey olmadıklarına ya da erkeklerin sadakatsizliğinin ve çok kadınla düşüp kalkmalarının doğal karşılanması gerektiğine inandıkları sürece, söz konusu sorunları çözümlemek kolay olabilir mi?

Şimdiye kadar söylediklerimizden basit, akla yakın ve yararlı bir sonuç çıkarmak istesek diyebiliriz ki insanlar doğuştan ne birden çok kadınla düşüp kalkmaya ne de tek evliliğe eğilim gösterir. Bizim başkalarıyla birlikte bu gezegen üzerinde yaşamamız, kadın ve erkek diye iki cinsiyete ayrılmamız, ayrıca koşulların önümüze çıkardığı üç yaşamsal sorunu memnunluk verecek şekilde çözmek zorunda olmamız, insanın sevgi ve evlilikteki en zengin ve en yüce gelişiminin en çok tek eşlilikle sağlanabileceğini anlamamızı kolaylaştırmaktadır.

Alfred Adler Yaşamın Anlam ve Amacı Almancadan Çeviren: Kâmuran Şipal, Say Yayınları

“MÜSLÜMAN TOLSTOY” İDDİASINA MALZEME YAPILAN MEKTUP

Tolstoy’un Müslüman olduğu iddiası 1909’da, bir Müslümanla evli olan ve oğulları Müslümanlığa geçmek için izin isteyince Tolstoy’a akıl danışan Yelena Yefi-movna Vekilova’nın gönderdiği mektuba verdiği cevaba ve iki anekdota* dayandırılıyor. Türkiye’de söz konusu mektup Karakutu Yayınları tarafından yanlış çevrilerek ve sansürlenerek Tolstoy’un övdüğü şey, yerdiği  şeymiş gibi gösterilerek yayımlanmış ancak bununla beraber yazar; “Muhammedîliğin “kilise Hristiyanlığı”na göre karşılaştırılamayacak ölçüde üstün durduğuna hiç kuşkum yok” demiştir. 

Çeviri: Mazlum Beyhan

Tolstoy’un Cevabı: 

13-16 Mart 1909,

Yasnaya Polyana Yelena Yefimovna, Oğullarınızın, Tatar halkının aydınlanmasına katkıda bulunma arzularını onaylamamam mümkün değil. Bu iş için Muhammed dinine geçmelerinin ne denli gerekli olduğu üzerine ise herhangi bir değerlendirmede bulunmayacağım. Size genel olarak söyleyeceğim şey şudur: insanın hangi dini benimsediği konusunda hangi makam olursa olsun resmî bir açıklamada bulunmasını gereksiz sayarım. Bu nedenle de Ortodoksluğa yeğ tutarak Muhammed dinine geçmek istiyorlarsa, oğullarınızın bu konuda, yani bir dini bırakıp bir başka dine geçmeleri konusunda, kimseye herhangi bir açıklamada bulunmaları gerekmez. Bilmiyorum, belki de böyle bir zorunluluk vardır, ama ben bu konuda bir değerlendirmede bulunamam; bu nedenle de oğullarınız hükümet organlarına bir açıklamada bulunup bulunmamaya kendileri karar verecekler. Muhammed dininin Hristiyanlığa yeğlenmesi ve özellikle de oğullarınızın öne sürdükleri gerekçelerin soyluluğuna ilişkin olaraksa, bu (dinden dine) geçişi tüm kalbimle onayladığımı söyleyebilirim. Hristiyan ideallerini ve gerçek anlamıyla Hristiyan öğretisini her şeyden üstün tutan benim gibi birinin söylemesi çok tuhaf görünse de, harici biçim bakımından Muhammedîliğin kilise Hristiyanlığına göre karşılaştırılamayacak ölçüde üstün durduğuna hiç kuşkum yok. Bir insandan kilise Hristiyanlığı ve Muhammedîlik arasında bir tercihte bulunması istense, her aklı başında insanın, bir Tanrı ve onun yegane peygamberi şeklinde tek bir dogması olan Muhammedîliği; üçleme, günah çıkarma, Tanrı’nın annesi, ermişler, onların tasvirleri ve karmaşık tapınma ritüelleriyle anlaşılmaz, içinden çıkılmaz bir ilahiyatı olan kilise Hristiyanlığına yeğleyeceği konusunda hiç kuşku yok.

Müslümanlığın, kilise Hristiyanlığına girmiş ve öğretinin özünü gölgelemiş pek çok batıl inançtan ari olmasını da bir yana bırakalım, bu dinin Hristiyanlıktan 600 yıl sonra ortaya çıkması –yalnızca bu neden bile– tercihin böyle olacağına hiç kuşku bırakmıyor.

Dünyada her şey gelişir, mükemmelleşir; tek tek her insan nasıl gelişip mükemmelleşiyorsa, tüm insanlık ve insanların hayatının temelini oluşturan din bilinci de öyle gelişip mükemmelleşir. Ve dinin mükemmelleşmesi demek, onun yalınlaşması, daha açık, anlaşılır olması ve kendisini örten, gizleyen her şeyden kurtulması demektir. Dinî hakikati, üzerini örten şeylerden özgürleştirip açığa çıkaranlar, en eski çağlardan bu yana, hepsi de büyük dinlere kuruculuk yapmış, büyük düşünürler olmuştur. Bildiğimiz bütün dinler içinde, böylesi yeni ve yüce bir din anlayışına ilk Hindistan’ın Veda kitaplarında, daha sonra Musa, Buda, Konfiçyüs, Lao -Tzu, ̇İsa ve Muhammed öğretilerinde rastlıyoruz. Dini o eski kaba çerçevesinden çıkarıp daha yalın, daha derin ve daha akla uygun bir çerçeveye oturtan bütün bu din uluları, yeni din kurucuları kuşkusuz yüce insanlardı, ama insandı tümü de, o bakımdan da hakikati, geçmişin bulandırmalarından arındırıp bütün açıklığı, derinliği ve tertemizliğiyle dile getiremediler. Bu insanların hiç yanılmamış olduklarını, söyledikleri her şeyin saf gerçeği dile getirdiğini kabul etsek bile, onların öğrencileri –ki onlardan çok daha alt düzeyde kişilerdi– hakikati bütün derinliğiyle kavrayamamış oldukları için doğaldır ki, o dinî hakikati süslemek, onu herkes için bir zorunluluk  haline getirmek amacıyla, ona özellikle de mucizelerle ilgili pek çok gereksiz ̧sey katmışlar, böylelikle de geniş halk kesimlerinin o dinî hakikati olanca derinliği, önemi ve anlamıyla kavrayabilmesine engel olmuşlardır. Hakikati bu türden tahrifata uğrattıklarını dinler ne kadar çok itiraf etmişlerse, din ulularının bulup ortaya çıkardıkları hakikat de o kadar çok gölgeler içinde kalmıştır.20O bakımdan, gerçeğin mucizeler ve her türden batıl inanışla gizlenişine, en eski dinlerde, Brahmanizmde, ondan biraz daha az Yahudilikte, ondan da biraz daha az Buda, Konfiçyüs, Tao inanışlarında ve bunlardan daha az Hristiyanlıkta ve nihayet en az, büyük dinlerin en sonuncusu olan Muhammed inancında tanık oluruz.

Bu açıdan bakıldığında, Muhammed dini en elverişli durumdadır. Yani kendisine sonradan ve haricen kondurulan gayri tabii her ̧şeyi silkeleyip atsa ve temeline, Muhammed’in dinî, ahlaki umdelerini yerleştirse, doğaldır ki, bütün büyük dinlerin, özellikle de o ulu gerçeği kabul eden Hristiyanlık öğretisinin ana damarlarıyla buluşup, kaynaşır.

Size böyle uzun uzun yazmamın nedeni, düşüncelerimi oğullarınıza iletmeniz ve bu düşüncelerimin o güzel niyetlerini hayata geçirmelerinde kendilerine yardımcı olmasıdır. Dinlerin, özlerini oluşturan yüce hakikatleri bulandıran karartılardan temizlenmelerine yardım etmek, bir insanın hayatta seçebileceği en hayırlı işlerden biridir. Oğullarınız böylesi bir etkinliği yaşamlarının amacı olarak görseler, dolu dolu ve pek hayırlı bir hayat sürmüş olurlardı. Muhammed dininde tam da bu söylediğim amacı, yani dinin yüce hakikatlerini, onları gizleyen bulandırmalardan ve batıl inanışlardan temizlemeyi kendine hedef bilen iki öğretinin var olduğunu bilmem, siz ve oğullarınız da biliyor musunuz?  Bu çabalarından dolayı her iki öğreti de tenkil ve tepelemeye uğramıştır ve halen de bu iş sürmektedir.  Bu öğretilerden ilki, İran da doğup daha sonra Türkiye de yayılan ve burada da doğduğu yerde olduğu gibi kovuşturulup tepelenen  ve şu anda Akka da Bahaullah’ın oğlu çevresinde toparlanmaya çalışan Bahailik hareketidir. Bahailik öğretisi, Tanrı ya tapınmayla ilgili olarak hiçbir dışsal, biçimsel ritüeli kabul etmemekte; bütün insanları kardeş bilmekte, tüm insanlık için ortak tek bir sevgi dinini savunmaktadır.  İkinci öğreti Kazan da doğmuştur. Bunlar kendilerini Tanrı’nın Alayları ya da kurucularının adından hareketle Vaysovcular diye adlandırıyorlar. Bunlar da dinin özünü sevgide görüyor, bu nedenle de sevgiye aykırı olan her şeyden, örneğin kötülük için, askerlik için kullanılan vergi vermek gibi şeylere katılmaktan kaçınıyorlar. Bu tarikat halen kovuşturulmaktadır ve geçtiğimiz günlerde de yöneticileri yakalanıp hapse atılmıştır. Şu öğütlerim herhangi bir şekilde bir işe yararlarsa ve siz ya da oğullarınız alacağınız kararlara ya da girişeceğiniz sonraki eylemlere ilişkin bana bilgi iletirseniz çok mutlu olurum.

Lev Tolstoy

Sansürlenen Tolstoy (Tolstoy’un Din Eleştirisi ve Türkiye’de Karanlığın Gücü) Yazar: Acar Burak Bengi |Rusça belgeleri çev. Mazlum Beyhan


*Bunları da daha sonra yayınlayacağız.
TOLSTOY VE MISIR MÜFTÜSÜ ABDUH MEKTUPLARI: DOĞRU OLAN SADECE TEK BİR DİN VARDIR!
DOSTOYEVSKİ’NİN KARAMAZOV KARDEŞLER KİTABININ TÜRKÇE ÇEVİRİLERİNDE SANSÜRLENEN BÖLÜM

YAŞAR KEMAL: KÜRTLERİN BİZDEN İSTEDİĞİ “BİR ÇAKIL TAŞI, BİR AVUÇ TOPRAK” DEĞİL, DİLLERİ VE KÜLTÜRLERİ

Türkiyenin Üstündeki Kara Gökyüzü

Türkiyeye ırkçılık 1900’lerde girdi. Bu ırkçılığın ideolojisini de yaratan bir Kürttü: Ziya Gökalp. Bu Ziya Gökalpın yarattığı ya da Almanlardan, Fransızlardan öğrendiği ırkçılık, Kürt ırkçılığı değil, Türk ırkçılığıydı. Türkiyede bu Türk ırkçılığı, bugüne kadar, bütün dünyanın insanileşmesine, demokratikleşmesine karşın azıttıkça azıttı. 1940’larda ırkçılık sancağımızdı. Her ırkın üstünde Türk ırkı, dergilerin kapağında, devletin bütün kademelerinde, yönetimindeydi. Bu 1900’lerde başlayan ırkçı yönetim, doğası gereği dünyanın en korkunç baskı rejimlerinden birini yarattı. Daha da bu baskı düzeni, bütün azgınlığı, zulmü, işkencesi, sömürüsü, kendi insanını, daha da çok çalışan insanını aşağılamasıyla, kan içindeki elleriyle dünyanın ortasında dimdik duruyor. Bu ırkçı baskı düzeninin işlediği korkunç suçlar, insan tarihinin en kara lekesi olarak kalacaktır. Bir tek örnek vereceğim ki, insanlığın parmağı ağzında kalacak. Cumhuriyet kurulduğundan 1946 yılına kadar Türkiyede jandarma, polis dayağı yememiş hiçbir köylü yoktur. Bu bir sav değil, bütün Türk ulusunun yaşadığı bir gerçektir. İşkence, bu baskı düzeninin işi olmuştur. İşkenceden geçirilmiş, işkencede can vermiş binlerce insanın öyküsü anlatılabilir. Anadoludaki başkaldırmalarda da toplukıyımlar gırla gitmiştir.

Cumhuriyetin tarihinde inanılmaz kara yerler vardır. Ve uygar dünyada Türkiye halklarının karanlığı, zulümler altında insanlığından çıkarılması daha da sürüyor. Uygar ülkelerin hiçbirinde yetmiş yıl sürmüş hiçbir baskı düzeni yoktur. İspanyadaki Franko faşizmi bile, onun ölümüyle bitmiştir. Türkiyede, demokrat kisvesi, perdesi altında, önünde arkasında daha bütün haşmetiyle, soykırımı, işkencesi, köy yakmaları, orman yakmaları, sürgünleriyle sürüyor. Ve bu ülkenin yöneticileri 1789 Fransız Devrimi Bildirgesinin adını belki duymuşlardır. Magna Carta belki kulaklarına çalınmıştır. Ama bu yöneticiler Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesine imza atmışlardır. Sonra Avrupa Konseyi, sonra da AGIK, sonra da Helsinki… Bugünlerde Türkiyede tarihin en büyük trajedilerinden biri yaşanıyor. Kimse de çıkıp bir iki ikircikli sesten başka, ey arkadaş, ey Türkiye yönetimi, sen ne yapıyorsun, ortalığı kırıp geçiriyorsun, bütün attığın imzaların, verdiğin sözlerin üstünden, geçtiğin yerde ot bitirmeyecek topraklar bırakarak, “binmişsin bir alamete, gidiyorsun kıyamete” demiyor. Bunun sonu neye varacak, demiyor. Bunlar, tarihin büyük suçluları Batılılardır. Demokrasiyi, bütün dünya güzelliklerini kendileri için istiyorlar. Ben, onlar ne yaparlarsa yapsınlar bize ne, diyemiyorum. Birkaç yerde söyledim ya, yine de yazmakta fayda var. Bir İnsan Hakları toplantısında bir Avrupa Konseyi üyesi milletvekiliyle tanışmıştım Pariste. O zaman askeriye günleriydi. Kenan Evren, geçtiği yerlerde ot bitirmiyordu. On binlerce kişi gözaltına alınıyor, işkence görüyor, sakatlanıyor, öldürüyordu. On yedi yaşında çocuklar asılıyor, asmaların sonu gelmiyordu. Kürt dilini yasaklayan yasa çıkarılmış, askeriye Kürtlerin üstünden, bir ölüm rüzgarı olmuş, esiyordu. Avrupa Konseyi üyesi milletvekili de bunların hepsini biliyordu. Bu konuları konuşurken üye arkadaş, “Biz size çok iyilik yaptık” dedi. “Ne yaptınız?” diye sordum. “Biz,” dedi, “sizi o kadar düşündük ki, Türkiyeyi Avrupa Konseyinden atmadık.” Ben buna çok şaşırdım, şaşkınlığım yüzümden belli olmuş ki, adam, “Memnun olmadınız mı?” diye sordu. “Biz Türkiyeyi Avrupa Konseyinden atsaydık onlar daha çok işkence ederler, daha çok insan asarlar, binlerce kişiyi de hapsederlerdi.” Arkadaşa sordum: “Siz Türkiyeyi Avrupa Konseyinden bizim yüzümüzden atmazken, bize, siz bu işe razı mısınız, diye sordunuz mu?” Adam, bu sözlerime daha da çok şaşırdı, sustu. Ben de dedim ki: “Bakın sayın milletvekili, siz demokratik ilkelerinizden bizim işkencemiz uğruna, hapisliğimiz, ölümümüz uğruna vazgeçmeseydiniz Türkiye halklarına, insanlığa daha büyük yardım ederdiniz.”

Ve işte şimdi dünya, Türkiye halklarına gereken yardımı etmiyor:

1- Türkiye yönetimleri, balığı tutmak için suyu kurutmak, bir de topyekün savaş kararını aldı. Su nasıl kurutulup, balık nasıl tutulacaktı, bunu tez bir zamanda gördük, öğrendik. Bütün dünya da gördü öğrendi. Yalnız Türk asıllı halkın bundan pek haberi olmadı. Çünkü gazetelerin, suyun kurumasını yazması yasak edilmişti. Ya da, sansürsüz basınımız, hamiyeti vatan uğruna, çok milliyetçi olarak, dünyanın olup bitenleri duymayacağını, bilmeyeceğini, görmeyeceğini sanarak su haberlerini yazmıyorlardı. Su öylesine korkunç bir biçimde kurutuluyordu ki, suyun dumanı göğün yedi kat üstüne kadar ağıyordu. Ama bizim basınımız için dünyayı kandırmak, halkımızı kandırmak, daha doğrusu kandırdığını sanmak, onlar için en büyük yurtseverlik, ulusalcılıktı. İnsanlık suçu işlediklerinin farkında bile değillerdi. Gözleri kanlanmış, ağızları köpürmüş, bağırıyorlardı hep bir ağızdan: “Bir çakıl taşı, bir avuç toprak vermeyiz de vermeyiz.” “Amanallah!” sesleri ayyuka çıkıyordu.

“Eeeeeeey, sevgili büyük yurtsever arkadaşlar, kimse bizden ne bir tek çakıl taşı, ne bir avuç toprak istemiyor. Kürt yurttaşlarımız dillerini istiyorlar, öldürülmekte olan dillerini, kültürlerini istiyorlar. Bunları onlar istemeseler de, insan olarak yönetimlerin vermeleri zorunludur. Ama haklarına kavuşabilmek için Kürt kardeşlerimiz şimdi savaştalar. O Kürt kardeşlerimiz ki, tasada ve hem de sevinçte, hep birlikte olduk. Kurtuluş Savaşında omuz omuza birlikte çarpıştık. Bu devleti birlikte kurduk. Adam, kardeşinin dilini keser mi!” Bağırtıları dünyayı öylesine dolduruyordu ki, ne söylesen duymuyorlardı. Suyu kurutmak da kurutmak. Çakıl taşı da çakıl taşı… Bir delilik humması, bir kan tutması, bir çılgınlık… Sonunda bütün insan değerlerinin dışına düşmek, insanoğlunun yüzüne bakamayacak bir duruma inmek. Bir bağırtı daha, bunu daha alçak sesle bağırıyorlar ya, yine de başka kimseyi dinlemek istemiyorlar: Yağma mı var, biz bütün İnsan Haklarını Kürtlere bağışlayalım, İnsan Hakları babalarının mallarıymış gibi, onlar da gitsinler bağımsız oluversinler. Eeeeey, arkadaş, senin imza attığın bildirgelerden hiçbirisinde ben halkıma İnsan Haklarını verirsem, onlar “bağımsızlıklarını” isterler mi? Böyle bir şerh koydun mu? O imza ettiğin bildirgelerdeki, her ulus, her etnik topluluk, kendi kaderini kendi tayin eder, sözleri yazılı değil miydi?

2- Su kurutulmaya başladı. İki bine yakın köyün evleri yakıldı. Evlerin içinde insanlarla birlikte birçok hayvan da yakıldı. Bunu, bizim çok ulusalcı gazetelerimizden başka bütün dünya basını da yazdı. Bizim devekuşlarının başları hala kuma gömülü. Ülkede kan gövdeyi götürüyor, bizim şanlı medyamız başını nasıl kumdan çıkarsın.

Doğu Anadolunun her yerinden iki buçuk milyon insan Türkiyenin başka yerlerine sürüldü. Bu iki buçuk milyon insan dünyanın en korkunç yoksulluğu, açlığı içinde, büyük şehirlerin varoşlarında evsiz barksız, aç susuz, aşağılanarak sürünüyor, hastalıklardan birer ikişer ölüyorlar. Bu kış da toplu ölümler olacağı besbelli. Şimdiden Türkiyenin kimi bölgelerinde kolera salgını var. İki buçuk milyon, köyler yakıldıkça, daha çoğalıyor. Yakında üç, dört milyonu da bulabilir. Bu aç, devletin gadrine uğramış insancıklara Kızılay, Kızılhaç bile yardım etmiyor, edemiyor.

3- Suyun kuruması Türkiyeye, insanlığa çoğa mal oldu. Daha da olacağa benziyor. Şimdiye kadar 1700’den daha çok insanın faili meçhul cinayete kurban gittiği yazılıyor, söyleniyor, biliniyor. Batının kimi aydın topluluklarında yeni bir soykırım tartışılmaya başlandı. “Bir ulusun, bir etniğin yüzlerce, dahası da binlerce seçkin kişisini öldürmek de soykırımdır” deniyor. Artık Türkiyenin soykırım suçu da işlediği yazılıyor. Bir de bütün bu İnsan Hakları suçlarının tartışılışından başka, bir de Türkiye yöneticileri için İnsan Hakları Mahkemesi kurulacağı konuşuluyor. Bir de Türkiyeye ekonomik boykot uygulanması… Güzelliklerden güzellik beğen Türkiye için!

4- İşin en korkuncu, topyekun savaş, birkaç balığı tutmak için suyu kurutmak ne zor, ne insanlık dışı işmiş meğer. Doğu Anadolunun aşağı yukarı bütün ormanlarını yaktılar; içlerinde gerilla saklanıyormuş diye. Zaten bütün Türkiyenin ormanları uzun yıllardır yanıyor. Türkiyede orman denecek orman kalmadı ya, olanı da balıkları yakalamak için elimizle yakıyoruz … Geçenlerde Gaziantepin valisi, on bir gerillanın öldüğü İslahiye ilçesinin ormanlarına gidiyor. Orada gazetelere konuşuyor. Ne yapalım, diyor, ormanı yaktıksa. Ormanı yaktık ya, içinde de on bir gerilla yaktık. Büyük utkularla, başı altın taçlarla donatılmış büyük komutan. Yaktın ya ormanları, vatan sana minnettardır. Ormanlarla, faili meçhul soykırımlarıyla, iki buçuk milyon sürgün, köyleri yakılmış, yerlerinden yurtlarından edilip, sersefil, aç çıplak yollara dökülmüş insanlarla birlikte Türkiye de toptan yakılıyor, kimsenin kılı kıpırdamıyor. Herkesin, her yaratığın kendince bir yurdu var; insanların da üstüne titrediği… Yalnız kurdun mekanı olmazmış; insanlık böyle diyor. Aman, dikkat edelim, insanlığın kurdu düzeyine düşmeyelim! Düşmek üzereyiz!

5- Türkiye yöneticileri işi o kadar azıttılar ki, kurulduğundan bu yana düşünce suçu en ağır suçlardan biri sayıldı ve insanlar bu yüzden hapislerde süründü, öldürüldü, sürüldü.

Bu kadar korkunç suçlar karşısında, düşünce suçu da suç mudur, diyenler çıkacak. Bugün iki yüzden fazla düşünce suçundan ceza giymiş kişi yatıyor hapishanelerde. Yüzlercesi de yargılanıyor. Bu düşünce suçlularının içinde üniversite öğretim üyeleri, gazeteciler, yazarlar, sendika liderleri var. Bu mahpuslar içinde bir tanesi var ki, evlere şenlik değil, Türkiyeye şenlik değil, trajedilere şenlik: İsmail Beşikçi, şimdi içeride yatıyor, daha beş ömür de yaşasa içeride kalacak. Bir de ona o kadar para cezası yüklemişler ki, babası Karun olsa bu parayı yine ödeyemez. Ya hapishanelerdeki insanlık dışı koşullar. Bir ülkeyi utancından, bir dünyayı utancından yere geçirecek kadar korkunçtur. Ben hep söyledim: Birinci Dünya Savaşından sonraki insan, önceki insan değildir, diye. Duyarsız olmuş, kanı, işkenceyi, zulmü, açlıktan ölenleri göre göre her şeyi kanıksamış. İkinci Dünya Savaşından sonraki insan da önceki insan değildir. O daha çok çürümüştür. Hele soğuk savaş, insanlığın belini kırmış, kanını kurutmuştur. Yoksa insan soyu Ruandaya, Somaliye, Bosna-Herseke, Doğu Anadoluya nasıl dayanırdı.

Türkiyenin başındaki bela, insanlığın başındaki belalardan kat kat daha beter. Irkçı, baskıcı yönetim yetmezmiş gibi, yetmiş yılda üç askeri darbe oldu. Ve tüy dikti. Her darbe biraz daha yozlaştırdı, biraz daha yıktı Türkiyenin halklarını. Kökünden çürüttü. Kültürüyle, insanlığıyla, diliyle çürütüyor ha çürütüyor. Doğu Anadoludaki insanlık dışı savaşın hiç mi hiç bir sebebi yok. Yineliyorum:

Kürtler, İnsan Haklarından başka hiçbir şey istemiyorlar. Türk halkına verildiği kadar dilini kullanma, kimliğine kavuşma, kültürünü geliştirme hakkı istiyorlar. Sanki bütün bu haklar, Türk halkına verilmiş gibi, diyeceksiniz. Bu böyle giderse çok az bir süre sonra Türk halkından da dalga dalga gelen dirençlerle karşı karşıya geleceğiz. Bu yetmiş yıl bütün Anadoludaki halkların üstünden silindir gibi geçmiş, geçtiği yerlerde de ot bitirmemiştir. Şimdilik biz, bütün Anadolu halklarının bütün insanca haklarına kavuşmaları dileğinde bulunabiliriz ancak. Öyle zalim bir ejderha, Anadolu halkının ümüğüne, Batılı ortaklarıyla birlikte, soluk aldırmamacasına sarılmış ki, kurtuluş ancak dişle tırnakla gerçekleşebilecek.

Bütün şu yukarda saydıklarım bir şeyin yüzünden, Anadolu halklarının özgürlüğünün gasbedilmesi yüzündendir. Anadoluluların sömürülmesi, aşağılanması, aç bırakılması için baskıcı yönetim her şeyi yapmıştır. Şu yetmiş yıldır bu yönetimin elinden Anadoluluların çekmediği kalmamıştır. Bunca yele karşı bu kadar dayanabildiyse, bu Anadolu toprağının büyük kültür toprağı olması yüzündendir. Bu kadar zulüm, yoksulluk, bir halkı insanlığından çıkarır, çürütür.

Şu dünya, batmış dillerin, kültürlerin mezarlığıdır. Daha adını sanını duymadığımız ne kültürler gelip geçmiştir bu dünyadan. Anadolu kültürleri bir kültürler mozayiği olduğu için çağımız kültürlerine kaynaklık etmiştir. Türk halkının dilinden başka diller, başka kültürler yasak edilip öldürülmeye kalkılmasaydı, dünya kültürüne Anadolunun yine büyük katkıları olurdu. Biz de yeryüzünde böyle bir ulus olarak kalmazdık; yarı aç yarı tok, yaratıcı gücünü yitirmekte olan bir ülke olarak…

On yıldır süren kanlı savaş, Türkiyeye çoğa mal oldu, daha da olacak. Biliyor musunuz, kuşaklarımız, insanlık ne kadar yozlaşırsa yozlaşsın, bu on yılda yapılanları unutmayacaktır. Bu savaşın yüzlerce romanı yazılacak, yüzlerce filmi yapılacaktır. Bu savaşın ağıtları, türküleri daha şimdiden ortalığı sarmaya başladı. İnsanlık bağışlamıyor; ne kadar bağışlıyor gözükse de… Almanyayı ele alalım, Hitler ve Hitlerciler tarihin en büyük suçlarını işlediler. İnsanlık daha o yüzden vicdanını arıtamadı, belini doğrultamadı, hastalandı. İnsanlık eski insanlık değil. Salt İkinci Dünya Savaşından dolayı insanlığın yaratıcılık gücü yara aldı. Almanya, öldürülen milyonlarca Hitler’e karşı koyan işçi, kitabı yakılan yazarlar, sanatçılar, bilginler olmasaydı, insanlığın lanetinden kurtulamazdı. Bugün Alman halkı biraz rahatsa, azıcık insanlığın yüzüne bakabiliyorsa Hitler’e canları pahasına karşı koymuş işçileri, aydınları, bilginleri, sanatçıları yüzündendir. Hitler’e karşı savaşan Thomas Mann, Heinrich Mann, Stefan Zweig, Brecht, Erich Maria Remarque v.b. olmasaydı, bugün Almanlar böyle başları dik insanlık içinde dolaşamazlardı. Yine de derinlerde, yüreklerinin bir köşesinde bir utanç duygusunu taşımamalarının olanağı yok.

Yine söylüyorum. Bin kez daha söyleyeceğim. Ömrüm oldukça da söyleyeceğim: Türk-Kürt savaşının hiçbir anlamı yok. Sebebi de yok. Bu savaşın bir tek sebebi var, o da insanlığın kanseri olan ırkçılık. Yoksa yıllarca sağcı, ırkçı dergiler kapaklarını, gazeteler sayfalarını, “Her ırkın üstünde Türk ırkı” sözleriyle süsleyebilirler miydi? Her ırkın üstünde Türk ırkı sözlerinin kardeşi de, “Ne mutlu Türküm diyene” sözleridir. Ben ilk olarak 1951 yılında gittim Doğu Anadoluya, dağa taşa, önlerine hangi yamaç çıkarsa, koskocaman harflerle, üç beş, on kilometreden gözükür, “Ne mutlu Türküm diyene” yazmışlardı. Ağrı Dağının yamaçlarını bir iyice döşemişlerdi. Bütün Ağrı Dağı ne mutlu Türküm olmuştu. Bir de, her gün sabilere ilkokulda “Türküm, doğruyum, çalışkanım” dedirtiyorlardı her sabah… Şimdi bütün bunlarla, bu söylediklerim devede kulak bile kalmaz. Ya Altaydan atıp da Alp Dağlarının karnını delip geçen oklarımız. Allah hiç kimsenin başına böyle bir belayı vermesin! Ya!..

İşte bu zihniyet ki, Türkiyeyi bugün içinden çıkılmaz bu hale getirdi. Ülkemizin elini kana buladı. Dünya karşısında bizi onursuz kıldı. Bizim onurumuzu kurtaracak Alman işçileri gibi bilinçli işçilerimiz de yok. Bizim, bu başımızdaki demokrasi adı altındaki zulüm, işkence, insanlığı aşağılayan düzene karşı savaşacak Thomas Mann’ımız da yok. Bizim bir Freud’umuz, bir Frank’ımız, Dr. Nissen’imiz, Einstein’ımız da yok. Bizim insanlık karşısında onurumuzu, kültürümüzü kurtaracak hiçbir şeyimiz, yok demeye dilim varmıyor ya, yok.

Üç bin yıldır, kesintisiz “Nevruz” bayramını kutlayan Kürtler, şimdi de kutluyor, diye seksen kişiyi çoluk çocuk, genç kız, hasta sakat, yaşlı demeden öldürenleri, ona izin veren ülke insanlarını dünya kıyamete kadar bağışlar mı sanıyoruz? Bizden sonra gelecek Anadolulu kuşaklar bizim bu barbarlığımızı bağışlayacak mı?

Daha neler oluyor Türkiyede, daha neler! İki buçuk milyon kişinin sürgününden sonra bir de Doğu Anadoluya yiyecek ambargosu kondu. Karakoldan ihtiyaç belgesi almayanlara yiyecek yok. Çünkü köylüler, yiyeceklerinin bir kısmını gerillalara veriyorlarmış. Koruculuğu değil de sürgünü kabul eden köylülerin ekinleri, fıstık ağaçları, meyve ağaçları ormanlarıyla birlikte yakılıyor, hayvanları öldürülüyor. Köyler niçin yakılıp yıkılıyor, gerilla barınmasın, yiyecekleri yemesin, diye. İstanbula kadar kulağımıza gelenlere göre, gerillalar da devletin büyük yardımcıları “korucu”lardan gideriyorlarmış gereksinmelerini. Birkaç gün önce gazeteler yazdı, gerillalar korucuların yedi yüz koyununu alıp götürmüşler. Doğu Anadoluda maaşlı elli bin korucu var. Bütün Doğu Anadolu bunların kölesi, bunların uşağı. Doğu Anadoluda devlet de bunlar, her şey de bunlar. Bunlar asar keser, kırar döker, yakar öldürür. Hiçbir insan kuralı, hiçbir yasa tanımazlar.

Doğu Anadolunun yakılmış, yıkılmış nüfusu 25 binken 5 bine indirilmiş bir kasabasına askerler, korucular, Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanını bile sokmuyorlar. Haydi Başbakan kadındır diye erkekliklerine yediremeyip sokmuyorlar, diyelim, erkek bakanları niçin sokmuyorlar? İster soksunlar, ister sokmasınlar, Doğu Anadolunun sahibi belli. Şimdilik Doğu Anadolunun sahibi ne Kürtler, ne de Türkiye Cumhuriyeti. Doğuda Türkiye Cumhuriyetinin gölgesi olsa, bu kırım, yağma, yakma olur mu? Koca bir il; Şırnak, ilçeler: Cizre, Nusaybin, Lice böylesine top ateşine tutulup cehenneme çevrilir mi? Türkiye Cumhuriyeti askerleri Bosnaya yürüyen Sırplar değil ya.

Daha neler oluyor Türkiyede, daha neler! “Köylerimizi askerler yaktı” diyen Ovacık ilçesi köy muhtarlarının birkaç gün sonra köylerinin yakınlarındaki yanmış ormanlarda ölüleri bulundu. “Köyleri askerler yakıyor” diyen Bakan Köylüoğlu, bu sözlerinden birkaç gün sonra döndü:

“Köyleri hiç asker yakar mı, köyleri PKK yakıyor” dedi. Bütün bunları da, nasıl olduysa, “ülkemizin özgür gazeteleri” yazabildi.

Daha neler oluyor Türkiyede, daha neler! Vallahi billahi bunu da gazeteler yazdı. Hangi dağda kurt öldü, diye küçük dilimi yuttum. Bakın, Vanın bir ilçesinde, bir sabah kalkmışlar bakmışlar ki, kasaba kırmızı çarpı işaretleriyle donatılmış. Bunu nasıl yazmasın gazetelerimiz; SS’ler de tıpkısını yapmıştı.

Bir de dağlarda çoban kalmadı. Büyük çobanları öldürdüler. Çocuktur, dokunmazlar, diye bu sefer çocukları çobanlığa gönderiyor nasılsa köylerinde kalanlar; küçücük çobanların ölü bedenlerini birkaç gün sonra dağlardan topluyorlar.

Daha neler oluyor Türkiyede, aman Allah kahretsin, insan insanlığından utanıyor. Bunu da yazayım da… Bir sabah bir gazeteci arkadaşım telefon etti. Ben roman yazdığım sürece hiçbir işe karışmam, telefona da çıkmam. Arkadaşımın adını duyunca telefona gittim. Arkadaşım, uzun yıllar birlikte gazetecilik yapmıştık, “Aman abi, neler oluyor neler” dedi. “Neler oluyor?” diye sordum. “Abi,” dedi, “Özgür Gündem gazetesinin bütün çalışanlarını polisler aldılar götürdüler.” Hemen Özgür Gündeme gittim. Baktım yöreyi polis almış. Gazeteye girmek istedim. Polisler içeriye sokmadılar. Gazetede, gazeteyi çıkaracak kimse kalmamıştı. Yüz yirmi, tam yüz yirmi çalışanın hepsini almış götürmüşler, deliğe tıkmışlardı polislerimiz. Zavallı, kahve ocağındaki çaycıyı bile götürmüşlerdi. Yaz olsaydı, gazetedeki sinekleri götürmek emrini de alırlardı herhalde.

Yeter artık, Türkiye Cumhuriyetinin tarihi marifetini, insanların yüzlerini kızartacak icraatlarını, ülkemiz insanlarını insanlık karşısında kıyamete kadar rezil edecek korucularını, kendi kendini, arkadaşlarını ihbar edeni ödüllendiren yüzkarası yasalarını; daha fazla söylemeye dilim varmıyor, yüreğim de bu korkunç işlere dayanmıyor, yeter artık. İnsanlık karşısında ülkemiz insanlığını bu kadar küçülten, onursuz kılan bu yönetime karşı bir şeyler yapmak için hiçbirimizin elinden hiçbir şey gelmiyor. Çünkü bugün Türkiyede zulme karşı savaşım vermek her babayiğidin harcı değil. İsmail Beşikçi gibi üç, beş, on ömür boyu hapislik var. İşkence var. Aç bırakılmak var. Türkiye Cumhuriyetinin, muhaliflerini “Zilli Kurt” yapmak büyük geleneğidir. Bir de, bir de, bir de bugünkü devlete karşı çıkmak kelle pahasınadır. Türk-Kürt savaşına karşı çıkmanın pahası ağırdır. Yaaaa, pahası çok ağırdır. Bunu her gün yaşıyoruz. Pısmayalım da ne yapalım? İnsan dünyaya bir kez gelir! Öyle değil mi?

12 Eylül darbesi yalnız aydınları sindirmedi. Yalnız yüz binleri hapislere doldurup işkence etmedi. Bütün ülkeyi sindirdi, yozlaştırdı, insanlığından uzaklaştırdı. Sayın muhbir vatandaşı, her biri kanlı kurt ağızlı itirafçıları yaratan darbeciler, evrensel insan ahlakını sıfırlamışlardır ülkemizde. Bir ülke evrensel ahlakının dumura uğramasından dolayı her zaman insanlık içinde komaya girmiş hastadır.

Askeri darbe başkanı Evren Paşa, “Asmayalım da hapislerde mi besleyelim” demiş, hukuk mukuk, ne varsa ayaklarının altına almış, dünyanın ortasına bir zulüm, acımazlık, kan içici bir vampir heykeli gibi dikilmiştir. Onun silahların, süngülerin gölgesinde çıkardığı anayasa, ki onun Anayasasını ulusun % 90 çoğunluğu onaylamıştır. İşte tam on iki yıldır Türkiye bu Anayasanın doğrultusunda yönetiliyor. Önüme gelen hukukçuya, ülkemin profesörüne, avukatına, savcısına, yargıcına sordum, böyle bir Anayasa uygar dünyanın, demokratik bir düzenle yönetilen herhangi bir ülkesinde olabilir mi, diye. Yalnız Türkiyeden değil, dünyadan birçok uzman hukukçuya da sordum. Özellikle yabancılar Türkiyenin böyle bir Anayasayla yönetildiğini benden duyunca, Türkiyenin Avrupa Konseyi üyesi olup olmadığını sordular. Düpedüz alay ediyorlardı. Gülünç hale düşmek işkence görmekten daha kötüdür. Hele bütün insanlığın önünde gülünç hale düşmek, hele demokrasi sözcüğünü bile bütün insanlık önünde rezil kepaze etmek bir yönetim için bağışlanmaz suçtur. Hele gelecek kuşaklarınca o ülkenin… Evet, Türkiyenin parlamentosu var, milletvekillerini kedi yavrusu gibi Meclisin kapısında boyunlarından tutup hapse götürseler bile. Anayasa Mahkemesi bile var. O Anayasa Mahkemesi ki Askeriye Anayasasına göre yasaların uygulanmasına ya da uygulanmamasına karar veren. Anayasayı ilga, iptal ve iğfal eden, bundan dolayı da ödüllendiren, bu ülkeyi kuran, hem de bütün parasını Türk Dil Kurumuna, Türk Tarih Kurumuna bırakan yasaları ortadan kaldırarak 17 yaşında bir çocuğu ipe çeken Kenan Evreni bütün bu eylemlerinden ötürü cumhurbaşkanı seçen belki de dünyada tek ülke Türkiyedir. Bağışlayın, Asyanın kimi geri kalmış ülkelerini bilmiyorum. Afrikadaki kabilelerden öyle çok haberim yok. Belki oralardan bir Kenan Evren Paşa çıkabilir.

Birtakım insanlarımızın ödleri kopuyor, yine askerler darbe yapacaklar, diye. Darbe yapsalar da, yapmasalar da ne değişiyor ki… Belki bir tek şey değişiyor, yürürlükteki Anayasayı ilga ve iptal ediyorlar, o kadar. Yeni bir darbenin, şimdi yürürlükte olan Kenan Paşa Anayasasını ilga ve iptal edeceğini hiç sanmıyorum. Hiç kimse üzülmesin; darbe olmayacak. Hiç kimse korkmasın; benden yürek garantisi onlara. Çünkü hiç gereği yok darbenin. Niçin yapsınlar. Ne işlerine yarayacak; salt yük altına, sorumluluk altına girecekler. Ya Cumhurbaşkanlığı, o da olmasın canım.

Kimi dostlarım, gazeteci eski arkadaşlarım, sevgi duyduğum, hiçbir yerde burnumun kanamasını istemeyen arkadaşlarım, benim için kaygılanıyorlar. Bir de, kimileri, sen taraf tutuyorsun, diyorlar.

Benim taraf tutmam kadar doğal ne var ki…

Kendimi bildim bileli Türkiyenin halklarının yanındayım.

Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim.

Alevi kökenli bir aileden değilim. Tarihimizde en çok zulüm görenler, aşağılananlar Alevilerdir. Alevilerle de birlik oldum.

Yezidi dininden de değilim. Yezidiler Ortadoğuda 52 kez soykırıma uğramışlar, her soykırım sonu da, kalanlar, Sincar Dağlarına sığınmışlar, çoğalınca da Laliş Koyağına geri inmişler. Benim kitaplarımda bu soykırımları da epeyce yer tutar.

Türkçenin, yazdığım dilin de yanındayım. Türkçenin daha zenginleşmesi, güzelleşmesi için elimden geleni de, gelmeyeni de yapmak zorunda olduğumu duyumsuyorum. Kenan Paşaya en büyük kızgınlığım da Türk Dil Kurumunu kapatmasıdır.

Elbette yan tutuyorum. Benim için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir. Bütün kültürler tarih boyunca birbirlerini beslemişler, aşılamışlar, böylece dünyamız zenginleşmiş, güzelleşmiş. Bir kültürün dünyadan yok olması, bir rengin, ayrı bir ışığın, ayrı bir kaynağın dünyadan yok olmasıdır. Ben kültürümün yanında olduğum kadar, bu bin çiçekli kültür bahçesinin her çiçeğinin de yanındayım. Anadolu dünyayı güzel kültür çiçekleriyle, güzel ışıklarla doldurmuş bir çiçekler mozaiği olmuştur her zaman. Bugün de öyle olsun istiyorum. Toprağımızın kültürü üstüne titremeliyiz. Bugünkü mozaik yine dünyaya güzel ışıklar salarak, dünyamızı güzel çiçeklerle zenginleştirebilir. İşte ben bundan yanayım. Anlayan anlar, anlamayanlara da Allah selamet versin. Sonunda utku insanlığındır: İnsanın büyük macerasına karşı çıkanlar da insanlığın kahrı gazabına uğrayacaklardır.

Bir ülke insanları insanca yaşamayı, mutluluğu, güzelliği seçecekse, bu önce Evrensel İnsan Haklarından, sonra da evrensel, sınırsız düşünce özgürlüğünden geçer. Buna karşı çıkmış ülkelerin insanları da 21. yüzyıla onurunu yitirmiş, insanlığın yüzüne bakamayacak durumlara düşmüş insanlar olarak girerler.

Ülkemizin onurunu, ekmeğini, toprağının kültür zenginliğini kurtarmak elimizde. Ya gerçek bir demokrasi ya da … hiç!

Düşünce Özgürlüğü ve Türkiye, Can Yayınları, 1995

Yaşar Kemal Binbir Çiçekli Bahçe Yazılar – Konuşmalar, YKY

FOUCAULT: KRALLIĞA EN LAYIK OLAN İNSAN KENDİSİNİN KRALI OLANDIR!

0

Cinsellik, burjuvaziyi diğer her şeyden çok daha fazla kaygılandırmış ve meşgul etmiş olan, bakım istemiş ve elde etmiş olan, bir korku, merak, tat alma ve ateş karışımıyla bizzat burjuvazi tarafından geliştirilen bir öğedir. [Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi]

Foucault’yu Unutmak

Arzunun başkalarında sahip olduğu anlama Foucault’daki iktidar sözcüğü sahiptir. İktidar hep var olmuştur ve bir tür ağ’a benzemektedir. Sökülüp atılması olanaksız bir köktür. İktidar sonsuza dek sürüp gidecek bir bağlantı, bir ilişki biçimidir. İşte bu yüzden Foucault’nun arzuya ihtiyacı yoktur. Arzunun yerini başka bir şey almıştır (buna karşılık “schizo” ve libido kuramlarında –her yanı sarmış olan benzer bir içkinlik, benzer bir olumlu tavır, benzer koşullanmaların oluşturmuş olduğu bir ortamda- arzu ya da ona benzeyen herhangi bir şeyin çarpıtılmış bir iktidar biçimi anlamına gelip gelmediklerini sorgulamak gerekmektedir. Belki de bir kuramdan diğerine sonu gelmeyen bir spekülasyon oyunu içinde arzuyla, iktidarın sürekli olarak yer değiştirip değiştirmedikleri sorusunu sormak daha iyi olacaktır).

“Düzenlenme biçimleri” (bu onların sevdiği bir terimdir) açısından ele alındıklarında hiç kuşkusuz bunları eşsüremli (synchrone), eşsüreli (isochrone) ikiz ya da tıpkısının aynısı, aynı yolu izleyen kuramlar olarak nitelendirebilmek mümkündür – zaten bu yüzden kolayca yer değiştirilebilmektedirler (bakınız Deleuze’ün Critique Dergisi, Aralık 1975’te Foucault üzerine yazmış olduğu yazı). İşte bu yüzden tüm alt- ürünlerin üretimine geçebilmektedirler –bu alt-ürünler: “iktidarın verdiği haz”, “kapital arzusu”, vs. –ki bunlar bir önceki kuşağın üretmiş oldukları alt-ürünlere denk düşen karşılıklardır -“devrim arzusu”, “iktidarda olmanın verdiği haz”, vs. – çünkü o Reich’çı ve Freudo-Marksist günlerde arzu ve iktidar birbirlerine karşıt göstergelerdi. Günümüzdeyse mikro (iktidar) arzusuyla, (arzunun) mikro-politikası, libidonun derinlikleri üzerine oluşturulmuş kombinezonların içinde kesinlikle birbirlerine karışmaktadırlar. Minyatürleştirme işlemine başvurduğunuzda bu karışma kendiliğinden gerçekleşmektedir. Foucault’nun oluşturduğu sarmalda:

İktidar/bilgi/haz vardır (çünkü iktidar/bilgi/arzu demekten çekinmektedir. Oysa söz konusu olan şey doğrudan arzuyla, arzu kuramının bizzat kendisidir). Bu moleküler örgü, gelecekte kendisiyle karşılaşacağı apaçık bir şekilde belli olan bu histeriyi bütün ayrıntılarıyla sunmaktadır. Foucault da bu örgünün bir parçasıdır. Çünkü o da aynen arzununkine benzeyen bir iktidar düzenlemesinin yerli yerine oturtulmasına katkıda bulunacaktır. Tıpkı Deleuze’ün geleceğin iktidar düzenlerine ait bir arzu kavramını yerli yerine oturtmuş olması gibi. Oysa böyle bir suç ortaklığı kendisinden kuşku duyulmasına neden olabilecek kadar güzel bir suç ortaklığıdır. Ne ki bu suç ortaklığı nişanlı bir çiftin masum suç ortaklığına benzemektedir. İktidar arzuya yanaşıyorsa ya da arzu iktidara yanaşıyorsa, bu durumda, ikisini birden defterden silmekte yarar var. Baskı altında tutma (refoulement) varsayımına radikal bir şekilde karşı çıkmaya evet ama bunun basit bir tanımlama üzerine oturtulmaması koşuluyla.

Oysa Foucault’nun reddettiği tanım işte bu sonuncusudur yani bütün enerjilerin maddi üretime doğru yönlendirilebilmesi için baskı altına alınması gereken bir cinsellikten söz etmektedir. Bu noktadan hareketle proletaryanın baskı altına alınması gereken ilk sınıf olacağını söylemek çok kolay bir çözüm yoludur –oysa tarih, baskı denilen şeyin önce ayrıcalıklı sınıflar üzerinde denenmiş olduğunu göstermektedir.

Sonuç: baskı altında tutma varsayımı ayakta duramamaktadır. Çünkü ilginç olan diğer varsayımdır. Bu varsayım, bu arada cinselliğin kapsadığı tüm alanları da içine alarak, baskı altında tutma olayını manifaktür aşamasından çok daha eski tarihlere götüren bir varsayımdır. Üretim güçlerinin, enerjilerin ve cinsellik üzerine konuşmanın özgürleştirilmesi. Giderek güçlenen ve farklılaşan bir toplumsallaştırma konusunda verilen benzer bir mücadeleyle, ulaşılan benzer bir sonuç. Bu varsayım en uç noktasına kadar götürüldüğündeyse, bu baskı altında tutmanın asla, cinselliğin herhangi bir şeyin yararına baskı altına alınmış biçimi olmadığını; buna karşın cinselliğin üzerine yıkılan bir baskı altında tutma olayının varlığına tanık olunduğunu söylemek daha doğru olacaktır –söylevlerin, bedenlerin, enerjilerin, kurumların cinsellik aracılığıyla “özgür cinsel söylev” adına bir çember içine alınması. Sonuç olarak baskı altında tutulan cinsellik, cinsellik aracılığıyla bir baskı altında tutmayı gizlemekten başka bir işe yaramamaktadır. Çalışmadan cinselliğe giden bir yolu izleyen üretim kademeleri bu işi ancak bir yön değişikliği sayesinde gerçekleştirebilmişlerdir. Politik ekonomiden, libidinal ekonomiye giden yol (1968’e ait en son bulgu) bu yönlendirme sonucunda vahşi ve arkaik bir toplumsallaştırma modelinden (çalışma düzeni), daha ayrıntılı, daha esnek ve aynı zamanda daha “psişik” ve bedenle daha yakından ilgilenen (cinsel ve libidinal) bir toplumsallaştırma modeline doğru olmuştur. Emek gücüne içgüdüsel bir biçim ve renk kazandırmayla, bir temsil etme (o ünlü “ideoloji”) sisteminden, duygular üzerinde oynayan bir modele doğru kaydırma eylemi –cinsellik burada kategorik bir toplumsal zorunluğun bir tür çarpıtılmış biçimi gibi bir şeydir. Bir söylevden diğerine atladığınız zaman (çünkü söz konusu olan şey gerçekten de bir söylevdir) sözcüğün kesin anlamında aşırı üretici olma ültimatomuyla karşılaşıyorsunuz. Oysa “üretimin” (production) ilk anlamı maddi bir edimle ilgili olanı değil görünür kılma, ortaya çıkarma, belli bir sürecin sonunda ortaya çıkma yani: producere (belgeleme)dir. Her nedense cinsellik de bir belge üretilir gibi üretilmektedir. Cinsellik bir oyuncunun sahnede görünmesine (yani bir düşünce ürünü olan bir oyunun belgelenmesine –çn) (produire sur scéne) benzer bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Üretmek ise bir başka alana yani sırla, ayartma gibi alanlara ait olanın zorla somutlaştırılması (maddi bir görünüm kazanması)dır. Çünkü ayartma her zaman ve her yerde production (üretim) denilen şeye karşı çıkmıştır. İster bir nesne, ister bir sayı, isterse bir kavram rolünü oynasın amacı apaçık bir şekilde üretimin tam tersini gerçekleştirmek olan ayartma somut ve görünür nesneler evrenine ait bir şeylerin eriyip gitmesine neden olmaktadır. Pornografinin içinde yer alan cinselliğin sahip olduğu anlam ya da daha genelinde bizim kültürümüzün pornografinin doğal bir önkoşulu gibi algılanmasını amaçladığı “müstehcenliğin” gerçeklik, görünürlük ya da etkinlik katsayısının ister üretilmiş isterse apaçık bir şekilde görünüyor olması ya da her şeyin güç ilişkileri, kavram sistemleri ve sayısal üretim tahminleriyle açıklanıyor olması ya da yine her şeyin daha önceden söylenmiş, tasarruf edilmiş, tasnif edilmiş ve kayda geçirilmiş olması gibi, sonuç olarak bizim kültürümüzün de bir “üretim” canavarlığı, bir gösterme ve gösteri kültürü olduğu söylenebilir (Foucault’da işte bu biçimlerden sadece biri olan “itiraf”ın çözümlemesini çok güzel bir şekilde yapmaktadır). Bu kültürde ayartma diye bir şey yoktur –(ne de porno’da) çünkü porno cinsel ilişkiye ait olan eylemlerin bir anlığına üretilmesinden, zevkin vahşi bir şekilde güncelleştirilmesinden başka bir şey olmadığı gibi, kesinlikle cinselliğin gerçekliğinden başka bir şeyi amaçlamayan bakışların dikkatle izledikleri bu çıplak bedenlerde ayartmanın zerresiyle bile karşılaşılmamaktadır -nesneler, makinalar, cinsel ilişkiler ya da gayri safi milli hasıla gibi somut bir şekilde ortaya çıkartılabilen ya da sayısal hale gelebilen bir olaylar silsilesi içinde tüm güçlerin (gerçeklik) saydamlık ilkesi tarafından yönlendirildiği bir üretim evreninde ayartma diye bir şey yoktur. Çok zorlandığı zaman pornografi, cinselliğin paradoksallaştığı bir sınır çizgisine yani gerçeğe uygunluk katsayısının çok abartıldığı, manyakça bir gerçeklik saplantısının bulunduğu bir şeye dönüşmektedir –hem etimolojik anlamda hem de sahip olduğu tim diğer anlamlarda “müstehcen” işte budur. Oysa bizzat cinselliğin kendisi bir zorlama sonucunda ortaya çıkmamış mıdır? Zaten cinselliğin ortaya çıkışı Batı gerçekçiliğine uygun bir olgu değil midir? Cinsellik her şeyi bir araç ve bir kuruma dönüştüren bizim kültürümüze özgü bir saplantı değil midir?

Diğer kültürlerde dini, ekonomik, politik, hukuki hatta toplumsal ve diğer sınıflandırılmış (gruplandırılmış) fantazmagorileri birbirlerinden ayırmaya çalışmak saçma bir şeydir çünkü onlarda böyle bir sınıflandırma (ya da gruplandırma) yoktur. Üstelik bütün bu kavramlar onların bakış açısından birer zührevi hastalık gibidirler. Biz ise onları daha iyi “anlayabilmek” adına bu zührevi hastalıkları onlara da bulaştırmaya çalışıyoruz. İşte bu yüzden cinselliği tüm diğer alanların kendisine indirgenebileceği ancak kendisinin indirgenebilmesi mümkün olmayan bir veri ya da bir özerkleştirme örneği olarak sunmaya kalkışmak saçma bir girişimdir. Cinsel Aklın bir eleştirisi ya da Nietzsche’nin dile getirmiş olduğu şekliyle, Ahlak’ın soy ağacına benzer bir Cinsel Aklın soy ağacı gibi bir şeyin çıkartılması gerekmektedir –çünkü bizim yeni ahlak anlayışımız budur. Ölüm konusunda da yineleyebilmek mümkün: “Cinsellik, bilincin kısa bir süre önce edinmiş olduğu bir alışkanlıktır”. Cinsel ilişkinin kendi başına bir anlama sahip olmadığı, cinselliğin özgürleştirilmesi gereken bir enerji, bir zorla boşalma ya da her ne pahasına olursa olsun bir üretim, bedenle ilgili olarak yapılan bir sağlık muhasebesinin aşırı ciddiye alınmış bir biçimi gibi algılanmadığı diğer kültürleri ya hiç anlamıyoruz ya da onlarla çok az uyuşabiliyoruz. Bu kültürlerde ayartma ve duygusallık hala uzun bir süreç olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Bu kültürlerde cinsellik diğerleri gibi bir hizmet, uzun süren bir armağanlar ve karşı- armağanlar (şeklinde cereyan eden bir) yöntem(i)dir. Bu kültürlerde aşk eylemi kendisinden kaçınılması olanaksız bir ritüele göre karşılıklı olarak (birlikte) söylenen bir şarkının olası bir nihai sonucudur. Bütün bunların bizim için artık bir anlamı kalmamıştır –bizim için cinsellik kesinlikle bir arzunun, zevke dönüştürülmesi olayıdır- gerisi bizim için “hikâye”den ibarettir. Kendisi de enerji yüklü olan bir tözün somutlaşmasından başka bir şey olmayan orgastik (orgazm özellikleri taşıyan) işlev konusunda olağanüstü bir görüş birliği sağlanmıştır. Bizim kültürümüz bir erken boşalma kültürüdür. Büyük ölçüde “ritüelleşmiş” bir süreç olan ayartmanın, giderek her türlü ayartma biçiminin doğallaştırılmış bir cinsellik zorunluğuyla, bir arzunun bir anlığına zorunlu olarak gerçekleştirilme eylemi karşısında her geçen gün giderek gerilediği görülmektedir. Çekim (cazibe) merkezimiz gerçekten de bilinçaltı ve libidinal ekonomiden yana kaymış durumda. Böyle bir ekonomideyse, içgüdüsel duyguların yanı sıra salt ve yalın bir mekanikleşmeyle birlikte, özellikle bir baskı altında tutma ve özgürleştirilme düşüncesine mahkûm edilerek temelinden doğallaştırılmış bir arzudan başka bir şeye yaşam hakkı tanınmamaktadır. Bundan böyle artık: “Sahip olduğun ruhu kurtarmaya bak” değil “Cinsel bir organa sahip olduğuna göre bundan iyi yararlanmaya bak” “Bir bedene sahipsin, onu zevk alma amacıyla kullanmayı öğren” “Bir libidon olduğuna göre, bu enerjiyi nasıl harcayacağını öğrenmen gerekiyor”, vs., vs. diyeceğiz. Bu hızlandırılmış dolanım düzeninde, rahat rahat harcanabilecek kadar bol miktarda ruhsal, cinsel ve bedensel’e sahip olma zorunluğu gerçekte ticari değeri belirleyen zorunluğun tam bir karşılığıdır. Yerinde duramayan kıpır kıpır bir kapitali kendine çekebilen bir merkez ya da sabit bir noktanın bulunmaması; yatırım ve yeniden yatırım zincirlerinin dur durak bilmemelerine ve sonuç olarak değerin ışınlarını aralıksız olarak dört bir yana yaymalarına neden olmaktadır –günümüzde değer işte bu şekilde bir kapitale dönüşmektedir. Bu kapitalin biçimidir. Cinselliğe gelince, cinselliğin gündemini belirleyen şey ya da cinsellik modeli denilen şey kapital düzeyinde karşılaşılan biçimin beden düzeyinde ortaya çıkan görünümüdür. Zaten kendisine hiç durmadan gönderme yapılan şu beden cinsel ve üretici modelden başkasına sahip değildir. Aynı anda hem iş gücüne ait enerji yüklü bir varlık olarak bedeni, hem de günümüzde kendisine bir arzuyla, bir bilinçaltının yüklenmiş olduğu, psişik enerjiyle, içgüdülere ait bir sığınak olmanın yanı sıra; ilkel süreçlerin yiyip bitirdiği şu içgüdülerin yönlendirdiği bir varlık olarak bedeni yaratan kapital –önce ilkel bir süreç olarak varlığını sürdüren sonra da bir anti-corps (beden düşmanın)a dönüşmüş olan beden sahip olduğumuz son devrimci gönderenler sistemidir. Baskı altında tutuldukları bir sırada aynı anda ortaya çıkmış olan kapitalle, cinselliğin birbirlerinin karşıtı kavramlar gibi algılanmalarının nedeniyse yine baskı altında tutulmuş olmalarıdır.

Enerjileri denetim altında bulunan üretici bedenlere karşılık; bedenlerin gizemi içinde daha önceden özgür bırakılmış bir “libidinal” enerjiyi yeniden keşfetmek. Bedenle ilgili fantazmatik ve içgüdüsel bir hakikatin arzudan kaynaklandığını yeniden keşfetmek. Oysa bütün bunlar kapitalin ruhsal metaforunu keşfetmekten başka bir anlama sahip olamaz. Kapitalin psişik metaforu ve politik ekonomiye ait bir çöp yığınından ibaret olan arzuyla, bilinçaltı arasında hiçbir fark yoktur. Cinsellik hukuku ise özel mülkiyetin inanılmaz bir uzantısı olarak herkese bir kapital (kendisininkini –çn) yönetme sorumluluğunu yükleyebilmek için ideal bir araçtır. Bireysel özgürlük adına bu herkesin kendi kendisinden sorumlu olduğu psişik, libidinal, cinsel ve bilinçsiz bir kapitaldir. (Kendisine rağmen) Foucault’nun bize iletmiş olduğu mesaj işte budur.

Jean Baudrillard Foucault’yu Unutmak Çeviren: Oğuz Adanır

SARTRE: HAKİKATİ HER ZAMAN ARAMAK ZORUNDAYIZ ÇÜNKÜ HAKİKAT SONSUZDUR

0

Jean-Paul Sartre: Bildiğim şeylerden söz ediyorum. Her zaman söylenmemiş olan, ve de söylenmiş olmak istemeyen, ama bilinmiş olmak, benim tarafımdan bilinmiş olmak isteyen bir tür küçük dilim vardır. Her şeyi söylemek olanaksızdır, biliyorsunuz. Ama düşünüyorum da, daha sonra, yani ölümümden sonra, ve belki sizinkinden de sonra, insanlar kendi kendilerinden giderek daha fazla söz edecekler ve bu da büyük bir değişime yol açacak. Bu değişimin, esasen, gerçek bir devrime bağlı olduğunu düşünüyorum.

Gerçek bir toplumsal uzlaşmanın yerleşebilmesi için, bir insanın komşusu için tümüyle varolması, onun da o insan için aynı şekilde tümüyle varolması gerekiyor. Bu, bugün için gerçekleşebilir görünmüyor, ama insanlar arasındaki ekonomik, kültürel, duygusal ilişkilerdeki değişim, öncelikle de maddi yetersizliklerin ortadan kaldırılmasıyla, tamamlandığında gerçekleşecektir; o yetersizliklerse, Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde (Critique de la raisorı dialedi-que) gösterdiğim gibi, bana göre insanlar arasındaki geçmiş ve güncel bütün çelişkilerin temelidir.

Hiç şüphesiz benim düşünemeyeceğim, hiç kimsenin düşünemeyeceği yeni çelişkiler olacaktır, ama bunlar her bireyin, kendisini bütünüyle veren herhangi bir kişiye kendini bütünüyle vereceği bir toplumsallık formuna engel olamayacaktır. Böylesi bir toplum, ancak dünya ölçeğinde kurulabilir elbette, zira dünyanın bir tek yöresinde bile eşitsizlikler ve ayrıcalıklar yaşamayı sürdürse, bu eşitsizliklerin getireceği çatışmalar yemden ve azar azar bütün bir toplumsal bünyeyi yeni baştan kaplayacaktır.

Michel Contat: Yazı gizden ve çelişkilerden doğmuyor mu? Bir uzlaşım toplumunda, belki de varlık nedeni kalmayacak…

J-P.S.: Yazı elbette gizden doğar, ama şunu unutmayalım ki ya bu gizi saklamayı ve yalan söylemeyi hedefler -o zaman, ilginç olmaktan çıkar-, veya bu giz üzerine bir bakış vermeyi, hatta başkalarına göre ne olunduğuna tanıklık ederek bu gizi tüketmeyi denemeyi hedefler -ve bu durumda da, dilediğim o şeffaflık doğrultusunda ilerler.

M.C.: 1971lerde, bana bir kez şöyle demiştiniz: “Nihayet, hakikati söylemenin vakti geldi.” Şunu da eklemiştiniz: “Ama onu ancak anlatı türünden bir yapıtta söyleyebilirim.” Neden böyle?

J-P.S.: O sıralar, önceleri otobiyografimin devamı olacak olan ve sonradan rafa kaldırdığım, bir tür politik vasiyet içinde söylemeyi düşündüğüm her şeyi dolaylı yoldan iletmek istediğim bir öykü yazmayı tasarlıyordum. Anlatı öğesi çok zayıf kalacaktı; öyle bir kahraman yaratacaktım ki okur, “Burada söz konusu olan adam Sartre’dır” diyebilecekti.

Bu, okur açısından, kahramanla yazarın rastlaşmasının sağlanması gerekecekti anlamına değil, kahramanı anlamanın en iyi yolu orada benden ona geçen şeyi aramak olacaktı anlamına geliyor. Yazmak istemiş olduğum şey buydu: anlatı olmayan bir anlatı. Bu sadece bugün yazmak nedir, onu gösteriyor. Birbirimizi az tanıyoruz, ve henüz kendimizi sonuna kadar veremiyoruz. Yazının hakikisi; “Kalemi elime alıyorum, adım Sartre, işte düşündüklerim” diyebilmem olurdu.

M.C.: Bir hakikat onu dile getirenden bağımsız olarak sözcelendirilemez mi?

J-P.S.: Bunun o zaman ilginç bir yanı kalmaz. Bu, bireyi ve kişiyi içinde yaşadığımız dünyadan çıkarmak ve nesnel hakikatlere yapışıp kalmak demektir. Kendi hakikatini düşünmeksizin de nesnel hakikatlere ulaşılabilir. Ama, eğer hem içinde bulunulan nesnellikten, hem de bu nesnelliğin gerisindeki ve insanda nesnelliğiyle aynı düzeyde bir parça olan öznellikten konuşmak söz konusuysa, işte o zaman, “Ben, Sartre” diye yazmak gerekir. Ve bu da, birbirimizi yeterince tanımadığımız için halihazırda mümkün olmadığından, anlatı yoluyla yapılacak dönüş, o nesnellik-öznellik tümlüğü-ne daha iyi yaklaşmaya imkân verir.

M.C.: O zaman kendi hakikatinize, Sözcükler/ yazmaktan çok Rojuentin veya Mathieu aracılığıyla daha bir yaklaştığınızı mı söyleyeceksiniz?

J-P.S.: Muhtemelen, ya da aslında diyeyim, Sözcüklerin Bulantı veya Özgürlüğün Yolları’ndan daha hakiki olmadığını düşünüyorum. Orada anlattığım olaylar hakiki olmadığından değil, ama Sözcükler de bir tür romandır, inandığım, ama her şeye rağmen bir roman olarak kalan bir roman…

M.C.: En sonunda hakikati söyleme vaktinin geldiğini söylediğinizde, bugüne kadar yalnızca yalan söylemiş olduğunuz da anlaşılabilirdi.

J-P.S.: Hayır, yalan söylemek değil, ama ancak yarı yarıya hakikat, dörtte bir hakikat olanı söylemek… Örneğin, hayatımın cinsel ve erotik ilişkilerini betimlemedim. Esasen bunu yapmak için birtakım nedenler de görmüyorum, meğer ki herkesin kartlarını açarak oynayacağı bir başka toplumda yaşamayalım.

M.C.: Ancak bizzat siz, kendiniz hakkında her şeyi bildiğinizden emin misiniz? Herhangi bir psikanaliz girişiminiz oldu mu?

J-P.S.: Evet, ama asla kendi kendime anlayamayacağım şeyleri açığa çıkarmak için değil. Bir ilk şeklini 1954’e doğru yazmış olduğum ve sonra 1963’e doğru yeniden ele aldığım Sözcükler’in başına yeniden oturduğum sırada, kendimi daha iyi anlamaktan çok psikanalitik yönteme karşı duyduğum entelektüel merak nedeniyle, bir psikanalist dosttan, Pontalis’ten, benimle bir analize girişmek isteyip istemeyeceğini sordum. O da, yirmi yıldır süregelen ilişkilerimiz ortada olduğuna göre, bunun kendisi için olanaksız olduğunu söyledi haklı olarak. Bu esasen benim için bir parça uçuk bir fikirdi, bir daha da üstünde durmadım.

M.C.: Aslında romanlarınız okundukça cinselliği nasıl yaşamış olduğunuz konusunda pek çok şey çıkarmak mümkün.

J-P.S.: Evet, hatta felsefe kitaplarımdan bile, Ancak bu, cinsel hayatımın bir anını gösterir. Ve bu da, oralarda beni sahiden de bulabilecek kadar yeterince ayrıntıyla ve karmaşıklık içinde değil. Diyeceksiniz ki, o zaman bundan söz etmek niye? Sizi şöyle yanıtlayacağım; çünkü yazar, bana göre, bütünüyle kendi kendisinden konuşurken bütünüyle dünyadan konuşmak zorundadır.

Yazarın işlevi, her şeyden söz etmektir, yani nesnellik olarak dünyadan, ve aynı zamanda da ona karşı duran, onunla çelişki halinde olan öznellikten. Sonuna kadar açmak suretiyle, bu tümlüğün farkında olmak zorundadır yazar. İşte bu yüzden kendisinden söz etmeye mecburdur, ve, bundan ötürü, her zaman bunu yapmıştır, şu ya da bu ölçüde iyi, şu ya da bu ölçüde eksiksiz, ama her zaman.

M.C.: O zaman yazının özgünlüğü nerede kalıyor? Bu tümlükten söz etmek, konuşarak da yapılabilirmiş gibi görünüyor, öyle değil mi?

J-P.S.: İlkesel olarak mümkündür, ama aslında sözlü dilde hiçbir zaman yazıda olduğunca fazla şey söylenmez. İnsanlar sözlü dili kullanmaya alışık değiller. Halen olabilecek en derin konuşmalar, entelektüellerin kendi aralarındaki konuşmalar. Bu, onların entelektüel olmayanlara göre hakikatin ister istemez daha yakınında olmalarından değil; ancak bugünkü durumda, onlar, kendi kendilerini ve başkalarını anlamada belli bir noktaya erişmelerine imkân veren ve entelektüel olmayan insanların doğallıkla erişemedikleri bilgilere, bir düşünce tarzına -örneğin psikanalitik, sosyolojik- sahipler. Karşılıklı konuşma genellikle o şekilde cereyan eder ki herkes her şeyi söylemiş olduğunu ve ötekinin de her şeyi söylediğini düşünür, halbuki, hakikatte, gerçek sorunlar söylenmiş olan şeyin ötesinde başlamaktadır.

M.C.: Sonuç olarak, artık söylenme vakti gelmiş olan o hakikatten söz ettiğinizde, sessizce geçiştirdiğiniz değil, ama daha önce anlamamış olduğunuz birtakım şeylerin mi dile getirilmeleri söz konusuydu.

J-P.S.: Özellikle kendimi belli bir konum içine yerleştirmem söz konusuydu; zorunlu olarak, henüz tanımadığım belli bir hakikat türünün bana kendini göstereceği bir konumun içine… Hakiki bir uyduru ya da uydurulmuş bir hakikat- aracılığıyla hayatımın eylemlerini, düşüncelerini; sözde çelişkilerine ve sınırlarına iyice bakarak ve birtakım sınırları olduğu gerçekten doğru muydu, şu veya bu düşünceler aslında çelişkili olmadıkları halde beni çelişkiliymişler gibi düşünmeye mi zorladılar, belli bir anda yapmış olduğum şu eylem doğru yorumlanmış mıydı görebilmek için, hepsinden bir bütün çıkarmayı denemek üzere yeniden ele almak söz konusuydu…

M.C.: Ve aynı zamanda, belki de kendi sisteminizden kurtulmak için?

J-P.S.: Gerçekten de, sistemim her şeyi açıklayamayabileceği ölçüde, benim onun dışında konumlanmam gerekiyordu. Ve bu sistemi yapan ben olduğuma göre, yeniden içine düşmem çok muhtemeldi; dolayısıyla, bu, hakikatin, benim için, bu sistemin dışında tasarlanmasının mümkün olmadığını kanıtlamış olacaktı. Ama bu aynı zamanda bu sistemin, derindeki hakikate ulaşmasa bile, belli bir düzeye kadar geçerliğini koruduğu anlamına da gelebilirdi.

Hakikati her zaman aramak zorunda kalacağız, çünkü hakikat sonsuzdur. Ama bu, hakikatler elde edemeyiz demek değildir. Ve düşünüyorum da eğer benim hakikatimi açıklayacak olan o öyküde girişmek istediğim şeyi yapabilmiş olsaydım, talihin de yardımıyla, birtakım hakikatler, üstelik, yalnız bana ilişkin değil, beni içeren çağ hakkında da hakikatler elde etmiş olacaktım. Ancak bütün hakikati elde etmiş olmayacaktım. Yalnızca, hakikatin erişilebilir olduğunu göstermiş olacaktım -her ne kadar, bugün, hiç kimsenin ona erişmeye gücü yetmese de.

M.C.: Eğer şimdi yazabilseydiniz, bu işle mi uğraşırdınız?

J-P.S.: Evet, ve bir bakıma hep bununla uğraştım.

M.C.: Bununla birlikte, Simone de Beauvoir’ın anılarından, yaklaşık olarak 1957’den itibaren aşın bir ivedilik duygusuyla çalıştığınızı biliyoruz. Simone de Beauvoir, sizin “saate karşı, ölüme karşı yorucu bir koşturmaca ” sürdürdüğünüzü söyler. Bana öyle geliyor ki, eğer böylesi bir ivediliği orıca güçlü bir şekilde duyuyor idiyseniz, bunun nedeni mutlaka söylenmiş olması gereken bir şeyi yalnızca sizin söyleyebileceğinizi dü-şünmenizdi. Bu doğru mu?

J-P.S.: Bir bakıma, evet. Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni o dönemden başlayarak yazdım, ve beni bütünüyle tutan, bütün zamanımı alan da o oldu. Günde on saat, Koridran tabletleri çiğneyerek -en sonunda, günde yirmi tane alıyordum- çalışıyordum ve gerçekten de bu kitabı bitirmem gerektiği duygusunu taşıyordum. Amfeta-minler bana olağan ritmimin en az üç katı bir düşünme ve yazma hızı veriyordu, ve ben de hızla yol almak istiyordum.

Bu; Budapeşte olaylarından sonra komünistlerle bağlarımı kopardığım dönemdi. Kopuş her yönde değildi, ama aradaki bağ kesilmişti. 1968’den önce, komünist hareket, sanki bütün solu temsil ediyor gibiydi, öyle ki, Parti ile ilişkileri kopartmak bir tür sürgün ortamı yaratıyordu. Bu solla bağlar kesildikte, ya sosyalistlerin saflarına katılanların yaptığı gibi sağa kayılıyordu, ya da bir tür bekleyiş içinde kalınıyordu, ve o zaman da yapılacak tek şey olarak, komünistlerin düşünülmesini reddettikleri şeyi sonuna kadar düşünmeye çalışmak kalıyordu geriye.

Diyalektik Aklın Eleştirisini yazmak, komünist partisinin düşünce üzerinde uyguladığı etkinin dışında, benim için bir bakıma kendi düşüncemle hesaplaşmam anlamını taşıdı. Eleştiri, marksist bir yapıt olmakla beraber, komünistlere karşı yazılmış bir kitaptır. Gerçek marksizmin, komünistler tarafından tümüyle çarpıtılmış, yozlaştırılmış olduğunu düşünüyordum. İçinde bulunduğumuz anda ise artık bu şekilde düşünmüyorum.

M.C.: Bu konuya geleceğiz. Bu ivedilik duygusu aynı zamanda ilerleyen yaşın verdiği işaretlerden de gelmiyor muydu? Moskova’da, ilk sağlık sorunuyla karşılaşmıştınız.

J-P.S.: O, sürmenajm ve beni yormuş üstelik pek hoş da geçmemiş olan SSCB’deki bu ilk gezinin yol açtığı geçici bir rahatsızlık gibi yorumladığım oldukça zararsız bir arıza, bir yüksek tansiyon kriziydi. Bir şeylerin değişmekte olduğu gibi bir duyguya kapılmadım. Bu duygu bana daha sonra, de Gaulle iktidarı aldığında geldi. Altona Mahpuslarim yazıyordum, ve bir gün, 1958 kışında, eni konu kuşkulanmaya başladım.

Simone Berriau’nun evindeki o günü anımsıyorum: bir kadeh viski içiyordum, bardağı bir sehpanın üzerine bırakmak istedim ve, doğal bir şekilde yan tarafa, boşluğa bıraktım; bu bir sakarlık değildi, bir denge bozukluğuydu. Simone Berriau bunu hemen far-ketti ve bana, “Vakit geçirmeden bir doktora görünün, bu iş çok kötüye gidiyor” dedi. Ve gerçekten de, birkaç gün sonra, yine Mah-puslar’ı yazmaktayken olan oldu, yazmaktan çok birtakım karalamalar yapıyordum: anlamsız, piyesle hiçbir ilişkisi olmayan ve Simone de Beauvoir’ı dehşete düşüren tümceler yazıyordum.

M.C.: O an siz de korktunuz mu?

J-P.S.: Hayır, ama perişan bir halde olduğumu gördüm. Hiçbir zaman korku duymadım. Ama kendimi durdurdum: iki ay boyunca, sanırım hiçbir şey yapmadım. Ve sonra, yeniden çalışmaya koyuldum. Ancak bu da Mahpuslar’ı bir yıl geciktirdi.

M.C.: Bana öyle geliyor ki, o dönemde, okurlarınıza ve kendi kendinize karşı hissettiğiniz sorumluluk duygusu, Sözcüklerde anlattığınız o “derinizin altına diktikleri emirler” çok güçlüydii: sonuç olarak söz konusu olan yazmak ya da pisi pisine ölüp gitmekti. Ne zamandan itibaren dinlenmeye başladınız, eğer böyle bir şey olduysa hayatınızda?

J-P.S.: Şu son yıllarda, Flauberfi bıraktığımdan beri. Bu kitap için de, Koridran alarak deliler gibi çalıştım. Fasılalarla onbeş yıldan beri üzerinde çalışıyordum. Başka şeyler yazıyordum. Sonra yeniden Flaubert’e dönüyordum. Bununla beraber, onu bitiremeyeceğim. Ama çok da fazla üzülmüyorum, zira sanırım söyleyeceklerimin önemli kısmını, ilk üç ciltte söyledim. Benim yazdığım üç ciltten yola çıkarak, bir başkası da yazabilir dördüncü cildi.

Yine de bu bitmemiş Flaubert bir vicdan azabı gibi duruyor üstümde. Her neyse, “vicdan azabı” belki biraz fazla kaçtı; sonuçta, elimde olmayan nedenlerle bırakmak zorunda kaldım onu. Bitirmeyi istiyordum. Ve aynı zamanda da, o dördüncü cilt hem benim için en zor olandı, hem de en az ilgimi çekendi: Maâame Bovary’rim üslubunun incelenmesi… Ancak, söylediğim gibi, yapıtın tümü belirsiz bile kalsa, önemli olan yapıldı.

ÇÜNKÜ BÜTÜN YAPITLAR TAMAMLANMAMIŞTIR!

M.C.: Bu yapıtınızın bütünü için de geçerli mi? Bu yapıtın başlıca vasıflarından birinin tamamlanmamışlığı olduğu bile söylenebilir, neredeyse.. Acaba bu sizi…

J-P.S.: Beni rahatsız etmiyor mu? diyeceksiniz; hiç değil. Çünkü bütün yapıtlar tamamlanmamıştır: yazınsal veya felsefece bir yapıt kuran insanların hiçbiri onu bitirmezler. Ne yaparsınız, beri yanda da zaman var!

M.C.: Siz bugün zaman tarafından kovalanıyormuş gibi hissetmiyor musunuz kendinizi?

J-P.S.: Hayır, çünkü söyleyeceğim her şeyi söylemiş olduğuma karar verdim -üstüne basa basa, karar verdim diyorum. Bu karar hâlâ söyleyecek olduğum şeyleri kesmemi, ve de söylemememi de içerir, çünkü asıl önemli olanın yazdıklarım olduğunu düşünüyorum. Gerisi, diyorum, zahmete değmez, bunlar tıpkı şu veya bu konuda bir roman yazmayı kurup sonra bu düşünceyi terketmek gibisinden çekimlerdir.

Aslında, bu da tam olarak doğru değil: kendimi önünde yıllar ve sağlığı yerinde olan bir adamın içinde bulunduğu gerçek zorunluluk durumuna koysaydım, tamamlamadığımı, söylemek istediğim şeylerin hepsini söylemediğimi, bunun çok uzağında olduğumu söylerdim. Ama bunu söylemek istemiyorum kendime. Eğer on yıl daha yaşayacaksam, bu çok iyi, bu hiç de fena değil.

Sartre Sartre’ı Anlatıyor Filozofun 70 Yaşındaki Otoportresi Çeviren: Turhan Ilgaz – Yapı Kredi Yayınları

KÜÇÜK İSKENDER: BİRLİKTE ÇEKTİRİLMİŞ ESKİ FOTOĞRAFLAR, YALNIZCA ANI DEĞİLDİR!

Birlikte çektirilmiş eski fotoğraflar, yalnızca anı değildir. O insanlarla beraber olmuşluğunuzun da kanıtıdır aslında. Hatta inanmazsınız kimi, dersiniz ki, o ve ben! İşte bakın, şu şu tarihte, şu şu yerde yanyanaymışız; kollarımızı birbirimizin omzuna atıp gülümsemişiz de. Gülümsemek de ne demek, kahkahalara gömüldü gömüleceğiz sanki birazdan. Çok da mutlu görünüyoruz ! Oysa onu uzun zamandır görmüyor ve özlemiyorsunuzdur şimdi. Ya da etrafında dolaşmanız, kesinlikle yasaktır. Size küstür. Sizinle sonsuza dek konuşmayacaktır. Bu bir kainat yasası olmuştur. Sizin için hiçbir şeyi göze almayacak kadar uzak bir yakınlıktadır artık.
Birilerinin binlerine yazdığı mektuplar, yalnızca anı değildir. O insanlarla beraber olmuşluğunuzun da kanıtıdır aslında. Sevgi sözcükleri (çıldırtan), yeminler (ölümüne), ilk sende tattım’lar (ikna edici), sen diğerlerinden farklısın’lar (ödüllendirici), hepsi hepsi!. Güzelce yerleştirildikleri yerlerden çıkartılıp önünüze sürülürler. Bu sürüş, ivmesizdir. Bu sürüş, ahlaklı teklifler besler. O, nerdedir? Kimin nesi, kimin fesidir ? İçinizdeki cam, tuzla buz olur. Kayıp düşmemek için o tuzu, o buza döküp yürümeye kalkışırsınız. Aşağısı yokuştur. Yukarısı yokuştur. Durup kardan adam olursunuz. Burnu simgeleyen havucu başka tarafınıza takarlar. Sizin için hiçbir şeyi göze alamayacak kadar uzak bir yakınlıktadır artık. Bu sizin en Marlyn Monroe tarafınızı incitir. Su, sizi korkutur olur. Gök, sizi ürpertir. Aniden uçan kuş, yüreğinizi sıkıştırır. Biriyle birlikte gidilmiş mekanlar, yalnızca anı değildir. Oradaki görüntü, bir zamanların kaydını silip yenileyememiştir. Orada, o zamanlarda konuşulanlar, yaşanılanlar dirilir, dirilir ve perdenize bütün canlılığıyla yansır. Kalkıp gitseniz, gittiğiniz yer! ah o yerde de küçük sırlar, küçük aşklar, küçük temaslar ve yorgunluklar vardır. Ölseniz, ölüp gömüleceğiniz mezarlıkta bile tanıdık birkaç kişi yatmaktadır. Rahatsızsınızdır. Yeryüzü sizin rahatınızı bozmaktadır. Geçen yıl bu zamanlar, gelecek ay şu gün gibi koordinatlar yüzünden asla yalnız değilsinizdir! Her noktada telefon numaraları, notlar, doğum günü tarihleri, kartvizitler, davetiyeler kurulup bacak bacak üstüne atmıştır. Sosyalleşme, bir vazifedir! Bir tür zorunluluk halidir adeta. İnkar etseniz de, rahatsızsınızdır. Yeryüzü, sizin rahatınızı bozmaktadır!
Küçük İskender Güzel Annemin Hayal Gücü