Pablo Neruda: İtalya’da nereye gittiysem polis peşimi bırakmadı

Sürgün yıllarımda bir çok ülkeye gittim, sık sık rota değiştirmek zorunda kaldım. Sonunda o güne dek hiç tanımamış olduğum ve gelir gelmez sevdiğim bir ülkeye ulaştım: İtalya’ya! Bana bu ülkede her şey öylesine olağanüstü geldi ki…

Özellikle de İtalyanların çok yalın günlük yaşamı. Sonra zeytinyağları, ekmekleri ve şarapları. Polisleri bile. Bana hiç kötü davranmadılar, sadece yorulmak bilmeden hiç peşimi bırakmadılar. Her gittiğim yerde bir polisle karşılaştım. Düşümde ve içtiğim çorbada bile!

Yazarlar şiirlerimi okumam için beni davet ettiler. Severek okudum onları her yerde, üniversitelerde, amfi tiyatrolarda, Cevonalı liman işçilerinin karşısında, Floransa’da Palazzo de la Lana’da, Turin’de, Venedik’te…

Ağzına kadar dolu salonlarda büyük zevkle şiirler okudum. Yanımda oturan kişi sonra ayağa kalktı, aynı şiiri mükemmel bir İtalyanca ile tekrarladı. Bu güzel dilin zenginleştirici ışıltısında dizelerimi dinlemek her yerde çok hoşuma gitti. Polis ise bundan hiç hoşlanmadı. İspanyolca okunmasına karışmadılar, fakat şiirlerim İtalyanca okunduğunda yara izleri bırakıyordu! Barışa övgüler yağdırmak çoğu yerde suçtu, şiirlerimdeki sınıf mücadelesi çağrısı da çok tehlikeliydi.

Belediye seçimlerini halkçı partilerin kazanmış olduğu bir çok kentte onur konuğu olarak büyük saygıyla karşılandım. Çoğu kent beni onursal hemşehrisi seçti. Şimdi ben Milano’nun, Floransa’nın ve Cenova’nın onursal hemşehrisiyim! Şiirlerimi okuduğum toplantılar öncesinde veya sonrasında belediye meclisleri beni onurlandırdılar. Belediye saraylarının salonlarında saygıdeğer kişiler, aristokratlar ve piskoposlar bir araya geldiler. Herkes küçük kadehlerde şampanyalar içti. Ben de çok uzaklardaki vatanım adına onlara teşekkür ettim. Herkese sarıldım, herkes de bana sarıldı, öpüştük. Sonra belediye saraylarının merdivenlerini indim. İster güneşte, ister gölgede peşimi bırakmayan polis beni hep dışarda bekledi…

Venedik’e yaptığım ziyaret tam bir film oldu. Kentin tören salonunda her zamanki gibi şiirlerimi okudum. Ardından yine kentin onursal hemşehrisi seçildim. Fakat dışarda bekleyen polisler, Desdamo’nın doğmuş ve acılar çekmiş olduğu bu kenti hemen terk etmemi istediler. Kaldığım otelin kapısında gece gündüz nöbet tuttular.

Eski dostum Vittorio Vidale, “komutan Carlos”, dizelerimi dinlemek için kalktı Trieste’den Venedik’e geldi. Gondollarla kanallarda uzun gezintiler yaparken, kayıp giden kirli gri Venedik saraylarını seyrederken hep benimle oldu. Fakat bizi izleyen polisler gittikçe daha çok rahatsız edici olmaya başladı. Kimi yerde iki metre arkamızdan yürüdüler. Sonunda karar verdik, Venedik’te duvarlar arasında yaşamak istemeyen Kazanova gibi kaçacaktık! Bir gün ben, Vittorio Vidale ve o sıralar kentte bulunan Kostarikalı yazar Joaquín Gutiérrez’le birlikte yolda yürürken aniden koşmaya başladık. Bizi takip eden Venedikli iki polis de hemen peşimize takıldı. Kanala vardığımızda orada durmakta olan komünist belediye başkanının gondoluna atladık. O, kentin motorlu tek gondulu idi. Biz hızla suları yararken ötekiler Afrika ceylanı örneği sağa sola koşuştular ve binecekleri bir şey aradılar. Sonunda da sevgililerin Venedik’in kanallarında gezintiye çıktığı, her tarafı altın yaldızlarla süslü çok romantik siyah bir gondoldan başkasını bulamadılar. Bizi çok uzaktan izlerlerken bir yunus balığının peşinden gitmeye çalışan ördeği andırıyorlardı.

Polislerin beni takibi sonunda Napoli’de doruk noktasına ulaştı. Bir sabah otelime geldiler. Fakat o kadar erken değil, çünkü bu kentte herkes gibi polis de geç işe başlıyordu. Pasaportumda bir çelişkinin tespit edilmiş olduğunu öne sürerek belediyeye gelmemi istediler. Burada bana önce bir fincan espresso sunuldu, ardında da hemen o gün İtalya sınırları dışına çıkmam gerektiği açıklandı.

İtalya’ya olan sevgim bu ülkede kalmak istememe yeterli bir neden değildi.

“Sanırım beni bir başkasıyla karıştırıyorsunuz,” dedim.

“Hayır, böyle bir karıştırma yok. Biz sizi çok takdir ediyoruz, fakat yine de ülkeyi terk etmek zorundasınız.”

Ardından da, dolaylı bir anlatımla da olsa, Şili Büyülelçiliği’nin benim yurt dışına çıkarılmamı talep ettiğini açıkladılar.

Trenim öğleden sonra kalkacaktı. Dostlarım bana veda etmek için istasyonda toplandı. Öpücükler, çiçekler, bağrışmalar, Paolo Ricci, Alicatta’lar ve daha birçok tanıdık yüz. Arrivederci. Adiós. Adiós.

Roma’ya giden trende bana eşlik eden koruyucularım, polisler çok dostça davrandılar. Bavullarımı yerleştirdiler. Yol boyunca okumam için hiç de sağcı olmayan L’Unità ve Paese Sera gazetelerini aldılar. Kendileri ve akrabaları için benden imza rica ettiler. Onlar gibi duygusal polislerle bir daha hiç karşılaşmadım.

“Eccellenza,” dediler, “kusurumuza bakmayın. Bizler zavallı aile babalarıyız. Görevimiz verilen emirleri yerine getirmek. Bu olanlar iğrendirici şeyler…”

Sınıra giden trene binmek için Roma istasyonunda aktarma yapmam gerekti. Kompartıman penceremden baktığımda peronun çok kalabalık olduğunu fark ettim. Bağrışan insanlar itişip, kakıştı. Başlar üzerinden koskocaman çiçek buketleri trene doğru uzandı.

“Pablo! Pablo!”

Kibar koruyucu polislerimin eşliğinde trenin basamaklarından inip, perona ayak bastığım anda büyük bir savaşın ortasında kaldım. Yazarlar, gazeteciler, milletvekilleri… Belki bin kişilik bir insan kalabalığı beni o anda polislerin elinden alıverdi. Fakat aynı anda onlar kollarıma yapışıp, beni dostlarımdan geri aldılar. Bu dramatik saniyelerde bazı ünlü yüzler seçebildim. Alberto Moravia ve onun gibi roman yazarı eşi Elsa Morante’yi gördüm. Ünlü ressam Renato Guttuso’yu, başka edebiyatçıları, başka ressamları da… İsa Eboli’de Durdu’nun ünlü yazarı Carlo Levi bana güllerden oluşan bir buket uzattı. İtişip kakışma sırasında bazı güller yere düştü. Şapkalar uçuştu, şemsiyeler ve yumruklar da! Sonunda polisler yengiyi kabullenmek zorunda kaldı. Dostlarım bana yine el koymuştu! Bu kargaşa arasında narin Elsa Morante’nin elindeki ipek yaz şemsiyesiyle bir polisin başına bir kaç kez vurduğunu gördüm. Yanımdan geçen bagaj arabalarından birini süren iri yarı bir hamal sopasını polislerin sırtına indirmeye başladı. Bu, Roma insanının sempati gösterisiydi. Gösteri kavgaya dönüşmek üzereyken, yanımdaki polisler kulağıma fısıldadılar:

“Bir konuşma yapın dostlarınıza… Onlara yine sakinleşmelerini söyleyin…”

Peronda toplanmış insanlar bağırdı:

“Neruda Roma’da kalmalı! Neruda İtalya’yı terk etmemeli! Şair kalmalı! Şilili kalmalı! Avusturyalı gitsin!”

(İnsanların ‘Avusturyalı’ dediği İtalya başbakanı Gasperi idi).

Yarım saate yakın süren yumruklu kavga dövüşün ardından yüksek yerden bir emir geldi. İtalya’da kalmama izin verildi! Dostlarım bana sarılıp, öptüler. Az sonra istasyonu terk ederken ne yazık ki mücadele sırasında her yana yayılmış güzel çiçeklere basmak zorunda kaldım.

Ertesi sabah parlamento üyesi bir senatörün evinde gözlerimi açtım. Beni bu eve, hükümetin sözüne pek güvenmeyen dostum ressam Renato Guttuso getirmişti. Aynı gün Capri adasından yollanmış olan bir telgraf elime geçti. Telgrafın altında, yakın tanışım ünlü tarihçi Erwin Cerio’nun adı vardı. Rezalet dediği olaylara olan öfkesini belirtiyor, bunun İtalyan gelenek ve kültürüne indirilmiş bir darbe olduğunu yazıyordu. Telgrafın sonunda da beni Capri adasındaki villasına davet ediyordu. Tabii bütün bunlar bana bir düş gibi geldi. Ve kısa süre sonra Matilde Urrutia yanımda Capri’ye vardığımda bu düşümün gerçekleştiğine inandım.

Olağanüstü güzellikteki adaya vardığımızda akşam olmak üzereydi. Alacakaranlıkta kıyının kayalıkları, bembeyaz kuleler gibi yabancı ve suskun yükseliyordu. Neler olacaktı, burada bizleri neler bekliyordu? Küçük bir fayton bizi almak için limanda duruyordu. Az sonra faytonumuz akşamın sessizliğinde terk edilmiş sokakları tırmandı. Beyaz, suskun evler, dimdik, daracık sokaklar… Ve bir süre sonra durduk. Faytoncu bavullarımızı terk edilmişi andıran beyaz bir eve taşıdı.

İçeri girdiğimizde büyük şöminenin yandığını gördük. Şamdanın ışığında uzun boylu, saçlarına ve sakalına ak düşmüş, beyaz giysili bir adamın bizi ayakta beklediğini fark ettik. Don Erwin Cerio! Capri’nin neredeyse yarısı onundu. Tarih yazarıydı ve doğa bilimciydi. Salonun loşluğunda çocuk kitaplarındaki ‘sevgili Tanrı’yı andırıyordu.

Neredeyse doksan yaşındaydı ve adanın en ünlü kişisiydi.

“Bütün ev sizin,” diye konuştu. “Burada hiç kimse sizi rahatsız etmeyecek.”

Ondan sonraki günlerimiz huzur içinde geçti. Çok duyarlı davrandı, bizi ziyarete gelmedi, sadece arada sırada küçük kağıtlara yazdığı, yanına bahçesinden bir yaprak veya çiçek eklediği bazı haberler ve öneriler yolladı. Erwin Cerio bizim için İtalya’nın en cömert ve en büyük yüreği idi.

İlerki yıllarda çalışmalarını ve kitaplarını daha yakından tanıdım. Onlar Axel Munthes’in eserleri kadar ünlü olmasa da, daha gerçekçiydiler. Mükemmel insan, yaşlı Cerio kimi günler şakacı bir çocuk gibi gülümseyerek:

“Tanrı’nın ustalık eseri Capri adasıdır!” derdi.

Matilde ile aşkımız Capri’de güçlendi. Her gün Anacapri’ye uzun yürüyüşler yaptık. Binlerce bahçecikten oluşan küçük adanın doğal bir ışıltısı vardı. Güneşle rüzgârlara esir kayalıklar arasındaki bir avuç kuru toprakta küçücük bitkiler ve çiçekler kocaman, bakımlı bir bahçeye ekilmiş gibi yetişiyordu. Buraya gelmiş bir turist olduğunuzu unutup kayalıkları, küçük üzüm bağları ve kendi halinde, çalışkan insanları tanıyacağınız gerçek Capri çok etkileyici bir büyüye sahip.

Bu adada her şey, doğa ve insan, birbiriyle kaynaşıyor. Faytoncuyla kadın balıkçı kısa sürede sizin dostunuz oluyor. Görünmeyen, fakir Capri ile bütünleşiyor, iyi ve ucuz şarabın nerede yapıldığını, Caprililerin yediği zeytinin nerede satıldığını kısa sürede öğreniyorsunuz.

Belki romanlarda okuduğunuz çirkin şeyler büyük villa duvarlarının ardında olup bitiyor. Ben ise kimi gün adanın yalnızlığının zevkine vararak, kimi gün de temiz yürekli insanlarıyla bir araya gelerek Capri’nin mutluluğunu yaşadım. Unutulmaz günlerdi onlar! Her gün öğleye kadar çalıştım. Öğleden sonra da Matilde yazdıklarımı temize çekti. Yaşamımızda ilk kez burada aynı evde bir arada kaldık. Güzelliği insanı sarhoş eden bu yörede aşkımız büyüdü, güçlendi. Artık birbirimizden ayrı yaşayamazdık.

Kaptanın Dizeleri kitabımın öyküsü

Capri adasında bitirdim, tutku ve acılar dolu bir aşkın kitabını. Kısa süre sonra da takma adla, gizlice Napoli’de basıldı. Kaptanın Dizeleri.

Size bu kitabın öyküsünü anlatmak isterim. Üzerinde çok tartışılmış kitaplarımdan biridir. Uzun süre bir sır olarak kalmıştı, müsveddelerin kapağında adı yazmazdı. Sanki ben onu inkar ediyordum, sanki kitap da babasının kim olduğunu bilmiyordu. Çok doğal bir aşkın çocuğu idi Kaptanın Dizeleri…

Bu kitaptaki şiirlerimin bazılarını Avrupa’daki sürgün yıllarımda gittiğim ülkelerde kaleme almıştım. Evet, kitap olarak gizlice basılması 1952 yılında Napoli’de gerçekleşmişti. Matilde ile aramızdaki aşk, Şili’ye olan özlemim, insanların tutkuları, ilk baskısının ardından yapılan bir çok baskısında da yazarının gerçek adı olmadan çıkan bu kitabın sayfalarını doldurmuştur.

Ressam Paolo Ricci İtalya’daki ilk baskısına çok mükemmel bir kağıt, eski Bodoni harfleri ve eski gravülerden Pompei vazoları motifleri temin etti. Bana bir kardeş gibi davrandı, kitabı yollayacağımız kişilerin listesini yaparken bana yardımcı da oldu. Ve kısa sürede Kaptanın Dizeleri çıktı. İlk baskısı sadece elli adet idi! Bu başarımızı frutti di mare ve Capri yamaçlarının tek oğlu, berrak şarabıyla zengin bir sofrada kutladık. Ve aşkımızı seven dostlarla, coşkuyla!

Beni tanıyan bazı kuşkulu eleştirmenler yazarın adı olmadan yayınlanan kitabın politik nedenlerle böyle çıktığını yazdılar. “Parti kitaba karşı çıktığı için yayınlanmasına izin vermemişti,” dediler. Fakat bu gerçek değildi. Bereket versin üyesi olduğum parti güzel şeylerin dışa vurulmasına hiç karşı çıkmazdı.

Ancak bütün gerçek bambaşkaydı. Kitaptaki şiirlerimin kendisinden ayrılmış olduğum Delia’yı üzmesini istemiyordum. Delia del Carril on sekiz yıl boyunca bana mükemmel bir hayat arkadaşı olmuştu. Bu ince insan sesimin çıkmaya başladığı o yıllarda bana hep eşlik etmişti. Benim için çok ateşli tutkularla dolu bir dönemde yazmış olduğum bu kitaptaki bir çok şiirin onun nazik ruhunu, aşağı yuvarlanan kayalar örneği ezip parçalamasını istemedim. İşte kitabın, yazarın gerçek adı olmadan yayınlanmasının kabul edilmesi gereken tek nedeni buydu, başka hiç bir nedeni yoktu.

Sonra bu kitap kahramanlaştı, yaşamda kendine bir yol açtı. Ben onu sonunda kabullenmek zorunda kaldım. Bu kahraman şimdi yolunda yürüyor, daha doğrusu kitapçılarda ve kütüphanelerde her yerde, Kaptanın Dizeleri kaptanının gerçek adıyla hep ilerliyor.

Pablo Neruda
Yaşadığımı İtiraf Ediyorum [Kaptanın Dizeleri başlıklı bölüm]

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz