Oymalı Sandıkta Vurulan Çocuk – Oya Baydar | Kötü şeyler hep başkalarının başına mı gelir?

Yumuşak basamaklı kaldırımların ufak tefek taşlarının üstünden atlaya atlaya kaleye tırmanır yokuş. İki yakalı çarşının bittiği yerde, hani suyu akmayan çeşme vardır ya, tam orada, gecekondu mahallelerine doğru üç koldan uzanır. Turistik kilimlerin renklerinin yoksul gelinlerin çeyiz düşlerine karıştığı dükkanlarda, pembe atlas yorganlar, dumanı gelmeyen süslü nargilelerle, tespihlerle, tavlalarla iç içe…
Oymalı tahta sandıkların kapağını açtın mı, hafif bir çürük elma ve tahta kepeği kokusu. Masal kuşlarıyla güvercinlerin, lalelerle şakayıkların, asma yapraklarıyla salkımların ve büklümlerin iç içe geçtiği, köknar ve ceviz dünyası.

Bir kuş uçtu uçacak sandığın kapağından. Sarmaşık güllerinin arasından fırlayıp kondu konacak avucumuza. “Kötü şeyler hep başkalarının başına gelir.” Nargilelerin, kilimlerin, boyalı beşiklerin ve güllü sandıkların arasından, geçmiş on beş yılın ardından sarı badanalı köhne evlerin numaralarını okuya okuya tırmanıyoruz yokuşu. Elinde büyük bir ebe hanım çantası. Yüzün solgun mu solgun.

-Bir gün mutlaka bir tahta sandık almalıyım.
-Kötü şeyler hep başkalarının başına gelir sanırız degil mi?
-Bir saatte biter her şey. Sonra hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi. Biliyor musun, param olunca mutlaka bir oymalı sandık alacağım buradan. Şu güvercinli olanı.
-Sen daha önce hiç?..
-İki kez. İlkinde çok korktum. Bütün kadınlar korkar. Her şey çabucak olup bitti. Müthiş bir ferahlama duydum ardından. Ürperiyorum. Ankara’da, mayıs günleri bazan böyle ılık ve nemli olur. Sağanak boşandı boşanacak. Ferahlama duymuş muydum gerçekten? Kötü bir yalan mı yoksa bu da?
-Darbe olmasaydı… Yani demek istiyorum ki, tutuklanma korkusu falan olmasaydı da aldıracak mıydın?
-Bilmiyorum. Evet… Hayır… Bilmiyorum.

Şu sarı badanalı ev olmalı. Tahta sandıklar kuşlarıyla, çiçekleriyle, elma, reçine, naftalin kokularıyla aşağıda kaldı. Zümrütüanka kuşları tutsak oldukları tahtalardan kopup uçamadılar. Güvercinler fıskiyelere kavuşamadı. Sarmaşıklar, güller, laleler delemedi tahtaları.

Belki bu gece, belki yarın, şafaktan önceki koyu karanlıkta gelecekler. Haki elbiseleri, haki yüzleri, haki cipleri, tomsonlarıyla… Ayak sesleri kuşkulu uykuları hançerleyecek. Uzun uzun çalınan kapılar, dipçik sesleri, silah şakırtıları… Işıksız pencerelerden perde arkalarından bakan, sürgülü kapılara kulaklarını dayayan komşuların yarattığı bencil yalnızlık. İnsanın kendisiyle, inançlarıyla, namusuyla, tüm hayatıyla hesaplaşma anı. Kitaplar, çekmecelerdeki kağıtlar, halıların altı, çöp tenekelerinin içi. Hiçbir şey aranmadan, hiçbir şey bulunmadan didik didik edilen evler, hayatlar, anılar; kıskançlıkla kendinize sakladığınız, yalnız sizin olmasını istediğiniz her şey. Eski bir aşk mektubu, bir kuru yaprak, üzerine gelişigüzel notlar alınmış bir kağıt parçası, kapıcının getirdiği alışveriş pusulası, not defteriniz, birkaç hatıra fotoğrafı.

Sizin olan, saklı, güzel, sıcak olan ne varsa hepsi, şimdi vatan hainleri yakalamaya çıkmış şu insanların hazinesidir artık. İnsan sıcaklığı, sevgi, duygu, inanç, umut, delil dosyalarının soğuk karanlığının malıdır çoktan. Özenle toplanıp büyütülmüş anılar, dostluklar, sevgiler, yazılar, kitaplar, sevdiğiniz, inandığınız her şey sorgu ve işkence odalarının soğuk karanlığında çıkar karşınıza. “Çocuk doğamaz, çocuk doğmamalı, çocuk karışmamalı bu insansızlığa, bu cinayetlere!

1971 Mayısı bitti bitecek. Kırk ikindiler başladı başlayacak. Yaz yaklaşıyor demektir.

-Hadi bas zile.
-Sen bas.
-En zor olan bu mu?

Sarı badanalı evin ağır ağır açılan kapısı, ağırlaşan bir hüzünle tırmandığımız tahta merdivenler. “Biz buraya bir çocuk öldürmeye mi gelmiştik, yoksa bir çocuk kaçırmaya mı işkence odalarından, silahların gölgesinden, geceyarısı korkularından?”

Gazetelerin akşam baskılarında yeni tutuklama haberleri: “Yazıyor! On kişinin daha tutuklandığını yazıyor; “İşçilerin grevi bıraktığını yazıyor!” Yüzün alabildiğine solgun. Avucumda sıktığım elin buz gibi. Bebeğini aldıran bütün kadınların yalnızlığıyla yalnızsın. Biraz ileride, şurada, Sıhhiye dolmuşları. Bir gün oymalı sandığı alabilirsin, şuradan dolmuşa yükleyiveririm.

“Yazıyor, yazıyor, yeni tutuklamaları yazıyor!”
-İyi ki aldırdık çocuğu.
Ölü bir kuş, sandığın oymalarından yere düşüyor. Eğilip avucuma alıyorum.
Buz gibi.

20 Ağustos 1980

Ne süslü nargileler, ne kilimler, ne de oymalı sandıkların kuşları… Hiçbir şey değişmemiş burada. Ne ikide birde ayağımıza takılan ufak taşlar, ne suyu akmayan çeşme, ne de dolmuşlar…

Zaman tırmanamamış kaleye tırmanan yokuşu. Yaşamımızın, anılarımızın, ölülerimizin üzerinden geçmiş de, bu yokuştan geçememiş on yıl. Tahta sandıkların oymalarına, kilimlerin atkılarına, tespih tanelerine sıkışıp kalmış. Boyalı beşiklere uzanıp derin bir uykuya dalmış burada zaman. On yıl önce, şu sarı boyalı evdeki kasap doktorun leğenine bıraktığımız çocuk nasıl yaşlanmadıysa, nasıl değişmediyse ve nasıl varolmadıysa, tıpkı öyle…

Bir çocuk, bunca ızır zıvırın masal dünyasına dalıp gitmiş turistleri çekiştiriyor. On yaşında kadar olmalı. Yoksa burada, kaleye tırmanan bu yokuşta, zaman bu çocuk mu? Şu zümrütüanka kuşlu, üzüm salkımlı oymalı sandığa artık hiç ilgi duymamak mı zaman? On yıl önce istediğimiz, sevdiğimiz her şeye yabancılaşmak mı? On yıl önce korktuğumuz şeylerden korkmamak mı? Gazetelerin değişen başlıkları ve gazeteci çocukların değişmeyen bağırışları mı burada zaman? “Dün de yedi kişinin vurulduğunu yazıyor. Anarşiyi yazıyor. Teröristleri yazıyor.!”

Koşarak iniyor yokuşu. Taa kalenin oradan kopup gelen bir korku gibi… Ardından kovalayanları görmüyorum. Sonradan öğrendim üç el ateş edildiğini. Sadece sol yanımda boğuk bir gürültü duydum ben. Kaleden koşarak inen korku şimdi tam önümde, kuşlu üzümlü sandığın yanında uzanmış yatıyor.

On yıl önce burada, bu yokuşta bıraktığımız, şu yerde yatan genç ölü olmasın! Hani kanları oymalı kuşun kanadına bulaşmış olan. Kanları üzüm salkımlarının arasından, 1 Mayıs’larda göğsüne iliştirdiği kızıl karanfillerin saplarından süzülen…

Dükkanların önünde bir sessiz telaş, cankurtaran çığlıkları, polis düdükleri. İlk korku geçince canlanan kalabalık. Kuşlu sandıkla genç ölünün çevresinde daralan çember. “On yıl önce bu çocuk burada yatmıyordu. On yıl önce doğmamış bir çocuğu öldürmeye gidiyorduk biz. Oymalı sandıklara kan bulaşmamıştı daha…”

İki saat sonra doktordon çıktığımızda yüzün sapsarıydı, elin soğuktu.

“İyi ki aldırdın çocuğu.”

Şimdi şurada, dükkanla kaldırımın arasında, oymalı sandığın hemen önünde yatıyor çocuk. Eli kaldırımın kenarından aşağıya sarkıyor.

“İyi ki doğurmamışsın çocuğu. Nasıl olsa böyle ölecek olduktan sonra…”

Oymalı sandık -en güzeli, en özenlisi- orada tam önümde, ölünün hemen yanında. Üstelik kuş kanat çırpa çırpa neredeyse kopacak tahtalardan. Şu bir türlü yağamayan yağmuru yağdırmak için bulutları gagasıyla delmeye fırlayacak. Üstelik tahta karanfiller kan rengiyle kızarmış. Üstelik tam istediğim boyda, tam istediğim gibi çürük elma kokulu…

“Yazıyor, dün yine yedi kişinin öldürüldüğünü yazıyor. Anarşistleri yazıyor.”

Keşke doğursaydın çocuğu. Bunca genç ölüye inat, hayatı sona erdirenlere inat, şu yokuştan geçmeyen zamana inat, korkulu, acılı olacağını şimdiden sezdiğimiz geleceğimize inat, keşke doğursaydın çocuğu!

Temmuz 1984, Marburg

Basamak basamak kaldırımlara yayılmış cafeler arasından, ufak tefek taşları zorlaya zorlaya, Ortaçağ sokaklarına sarıla sarıla Marburg Kalesine tırmanır yokuş. Ne tahta oymalı sandıklar, ne nargileler, ne kilimler, ne bağırarak gazete satan küçük çocuklar, ne yerde yatan ölü, ne korku. Zengin vitrinli mağazalar, dünyanın dört bir yanından gelmiş tüm zenginlikler, antikacılar, donuk bir mutluluk, miskin bir güvenlik duygusu onun yerine.

Şu küçücük meydandan daha önce de geçtik miydi seninle? Suyu akmayan, taşı kırık çeşme değil bu. Ortasında göğe uçmaya hazırlanan bronz melekle, dört bir yanından bol bol akan sularla bizim çeşmelerimize benzemeyen bir çeşme. Yine de aynı yeri, aynı anı, aynı şeyi bir başka hayatta yaşamışlık duygusu…

-Yokuşa dayanamıyorum artık.

Rengin uçuk, göğsün inip kalkıyor. Biz böyle bir yokuşu, bir başka yerde, bir başka zaman, hiç nefeslenmeden…

-On beş yıl önce miydi?
-On dört.
-Yaşlanmışız.

Yokuşlar, kaleler, kentler, çeşmeler yaşlanmış. Oymalı tahta sandıklar, oymalardaki kuşlar, karanfiller yaşlanmış. Şu gotik binalar, şu Ortaçağ çarşıları, şu çarmıha gerili İsa yaşlanmış. Yaşlanmayan, bir sarı badanalı evde doktor leğenine bıraktığımız cenin, hayır çocuk, bir de oymalı sandıkta vurulan… Şurada uzanmış yatıyor işte. Hong-Kong malı ucuz elbiselerin altında. Yüzü biraz daha sarı, teni biraz daha açık renk. “Eli kaldırımın kenarından sarkıyordu. Buz gibiydi.”

-Bunlar Punk’lar. Yeni Hipi’ler yani.

Sana anlatabilmek isterdim: Ben o yokuşa on yıl sonra bir kez daha uğradım. Kaleye tırmanan yokuşa, kürtaj olduğun, hayır, çocuğu bıraktığımız evin oraya… Bir genci öldürdüler o gün. İşte tıpkı böyle yatıyordu o da. Bu yaşlardaydı tam. Nedense anlatamıyorum. Eline uzanıyorum. Elin soğuk. O gün de böyle soğuktu.

-Yarın mı dönüyorsun Türkiye’ye?

Sessiz bir “Evet.”

Yokuşun sonundayız. Önümüzde yemyeşil parkıyla Marburg Kalesi. Yarın gideceksin. Geceyarıları yumruklanan kapılar, cip kornaları, hapisanelerin nizamiye kapılarında görüş günleri kaynaşması. “Yazıyor, yazıyor, üç idam kararı daha yazıyor. Yurt dışındaki vatan hainlerini yazıyor.”

Bütün yokuşlar, kalelere, saraylara, şatolara mı açılır?

“Kötü şeyler hep başkalarının başına mı gelir?”

-Keşke doğursaydım diye düşündüğüm oldu sonradan. Hele kendimi çok yalnız hissettiğim zamanlar. Hele sen de gittikten sonra.

-Yine de, gerçekçi olunursa, “İyi ki doğurmadın,” demek gerek.

“Gerçekçi olunursa!” Peki Almanya’nın ortasındaki bu yokuşun, bu kalenin, şurada yere sere serpe uzanmış Punk’ın şu süslü, oymalı, boyalı Ortaçağ evinin, şu Hong-Kong mallarının, şu acılı yüzlü İsa’ların ve yarın gerçeğe dönecek olan senin, bugün burada şu kale duvarlarının dibinde oluşumuzun ve içimizde taşıdığımız bunca ölünün, bunca acının gerçekle ne ilgisi var!

Gerçek oradaydı. On beş yıl önceki o yokuştaydı. Gelecekten korkulduğu için öldürülen, geleceğe güvensizliğimizin kurbanı olan doğmamış çocuktaydı gerçek. Gerçek orada, kalenin dibindeki yoksul gecekondularda, kaleye tırmanan yokuşun gürültücü kalabalığında, işkence odalarının soğuk boşluğunda, tutukevlerinin duvarlarının arkasında, fabrikaların paydos saatlerinde kalan öfkelerde;
yeni yeni filizlenen grevlerdeydi.

-Gerçekçi olunursa, dönmem iyi.

Küçük bir çocuk Marburg Kalesinin parkında ağır, yeşil bir sessizliğin ortasında topa vura vura koşuyor. Topun üstünde kırmızı çiçek ve sarı ördek resimleri… Kırmızı çiçekler oymalı tahta sandıkların karanfillerine karışıyor. Sarı ördekler masal kuşlarına dönüşüyor. Bütün sürgün kentlerinin bütün kalelerine tırmanan yokuşlar Samanpazarı’nda toplanıyor, Ankara Kalesine yürüyor, büyük bir gümbürtüyle, bembeyaz bir zaman çığı gibi düşüyor üstümüze.

-Bugüne kadar sormamıştım hiç. Çocuk kimdendi?
-Doğmadıktan sonra ne önemi var.

Yüzünde ufacık, gülümsemeyle esef arası bir bulutçuk: Tahta sandıkların ince oymalarındaki savruk bir bıçak izi gibi, Ankara’nın kırkikindilerini haber veren güleç yüzlü bulutlar gibi…

Oya Baydar
“Elveda Alyoşa” kitabından…

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz