Franz Kafka: Fabrikanın avlusundan sessizce geçen çocuk “Baba,” diyor, “Çorbanı getirdim”

Her insan kendi içinde bir oda taşır. Bu gerçek, işitme duyusuyla bile kanıtlanabilir. Diyelim gecenin bir vakti, dört bir yan sessizliğe bürünmüşken, biri hızlı adımlarla yürümektedir; kulak kabartan bir başkası, örneğin duvara iyice tutturulmamış bir aynanın takırdadığını işitebilir.
İçe çökük göğsü, dışa çıkık omuzları, sarkık kolları, zorlukla kımıldatabildiği ayakları, belli bir noktaya takılmış bakışlarıyla oracıkta öylece dikiliyor. Bir ateşçi kömürü kürekliyor ve ocağın alev fışkıran ağzından içeri boşaltıyor. Fabrikanın avlusundan kimseye görünmeden sessizce geçen çocuk önlüğünü çekiştiriyor. “Baba,” diyor, “Çorbanı getirdim.”

Burası, aşağıdaki kışsı topraktan daha mı sıcak? Çevremde her şey beyazlık içinde yükseliyor, siyah olan tek şey benim kömür kovam. Önceleri yükseklerdeydim, şimdiyse en dipte, beni çepeçevre saran tepelere başımı kaldırıp bakarken boynum yerinden çıkacak neredeyse. Beyaz, buz tutmuş zemin, artık ortalarda olmayan patencilerin izleriyle yer yer parçalanmış. Ayaklanırım bir santimden daha fazla içine gömülmediği kalın kar tabakasında, küçük kutup köpeklerinin bıraktığı izleri takip ediyorum. Biniciliğim bütün anlamını yitirdi. İniyorum ve kömür kovamı omzuma alıyorum.

Beethoven kitabı için candan teşekkürler. Schopenhauer’e bugün başlıyorum. Ne müthiş bir başarı bu kitap: O çok zarif eliniz, hakikati derinden kavrama gücünüz, şairane yaradılışınızın derinlerinde yanan disiplinli ve güçlü ateş ve akıl almaz engin bilginizle böyle birçok anıt dikeceğinizi imanla ümit ediyorum -anlatılmaz bir mutluluk olurdu bu benim için.

Yaşlı, şişman, hafif çarpıntıdan çekerek, öğle yemeğinin ardından divanda uzanmış yatıyor, bir ayağım döşemede, bir tarih kitabı okuyordum. Hizmetçim içeri girdi, iki parmağı sıkıca büzümüş dudaklarının üstünde, bir ziyaretçim olduğunu söyledi. “Kimmiş o?” diye sordum, ikindi kahvemin getirilmesini beklediğim bir sırada, bir ziyaretçiyle ilgilenmek zorunda kalmaktan canım sıkılmıştı. “Bir Çinli,” dedi hizmetçim, sarsıla sarsıla kapıya doğru döndü, kapının dışında bekleyen ziyaretçi duymasın diye kahkahalarına engel olmaya çalışıyordu.

“Bir Çinli mi? Beni mi görmeye gelmiş? Çinli giysileri de giyinmiş mi bari?” Hizmetçi, hâlâ gülmesini tutmaya çalışarak, başıyla onayladı. “Ona adımı söyle, görmek istediği kişinin gerçekten ben olup olmadığını sor, kapı komşularım bile tanımazken, beni Çin’de tanıyan nerden çıkacak?” Parmaklarının ucuna basarak bana doğru yürüdü ve fısıldadı: “Elinde sadece bir kartvizit var, üzerindeki yazıda tarafınızdan kabul edilmesini rica ediyor. Tek kelime Almanca konuşamıyor, anlamadığım bir dilde konuşuyor. Kartvizitini elinden almaya korktum.”
“Bırak içeri girsin!” diye bağırdım, kalp rahatsızlığımın sık sık yol açtığı sinirlilik haliyle kitabı yere fırlattım, hizmetçinin iş bilmezliğine lanet okudum. Ayağa kalktım, bu alçak tavanlı odada herhangi bir ziyaretçiyi hiç kuşkusuz korkutacak devcileyin gövdemle gerinerek kapıya yürüdüm. Ve gerçekten de, beni görür görmez Çinli o anda dışarı çıkmaya yeltendi. Ama ben kolumu koridora uzattığım gibi onu ipek kemerinden yakalayarak gerisin geri odanın içine çektim. Anlaşılan bilgin bir kişiydi, ufak tefek, çelimsiz, bağa gözlüklü, fırça gibi dikleşmiş seyrek keçisakallıydı. Sevimli adam, başını bir yana eğmiş, yan yumuk gözleriyle gülümsüyordu.

Avukat Dr. Bucephalus bir sabah daha yataktan kalkmamışken kâhya kadını çağırttı ve dedi ki: “Erkek kardeşim Bucephalus’un Trollhatta şirketine karşı açtığı davanın büyük duruşması bugün başlıyor. Davayı ben üzerime aldım, dava en azından birkaç gün süreceğinden, daha da ötesi, davaya gerçek anlamda ara verilmeyeceğinden, önümüzdeki birkaç gün hiç eve gelemeyeceğim. Dava biter bitmez, ya da biteceğine dair bir belirti ortaya çıkar çıkmaz, sana telefon ederim. Şu anda ne bundan daha fazla bir şey söyleyebilirim, ne de en ufak bir soruyu cevaplayabilirim, çünkü kuşkusuz sesimin bütün gücünü korumam gerekiyor. Bu nedenle, kahvaltı olarak bana iki çiğ yumurta, bal ve çay getirir misiniz?” Ve eli gözlerinin üstünde yavaşça yatağına gömülerek sessizliğe büründü.

Efendisinin varlığından her an ödü kopan geveze kâhya kadın çok şaşırmıştı. Böylesine sıra dışı bir talimat çok ani gelmişti. Daha bir gece önce efendisi onunla konuşmuştu, ama bu yeni durumla ilgili herhangi bir ipucu vermemişti. Hiç kuşkusuz duruşma tarihi geceleyin belirlenmiş olamazdı. Duruşmalar hiç ara verilmeden günlerce sürer miydi? Ve efendisi, daha önce hiç ona söylemezken, neden davanın taraflarının isminden ona söz etmişti? Aynca kendi halinde küçük bir manav olan Adolph Bucephalus’un, ki efendisiyle aralan uzun zamandır açıktı, ne türden böyle büyük bir davası olabilirdi? Ve şu anda yatakta bitkin bir halde yatan, sabahın ilk ışıklan kendisini yanıltmıyorsa, elini çökmüşe benzeyen yüzünde tutan efendisinin bu görünüşünün, kendini bekleyen tasarlanması güç çabalarla bağdaşır bir yanı var mıydı? Üstüne üstlük enerjisini yeniden toplayabilmek için her günkü gibi biraz şarap ve jambon değil, sadece çay ve yumurta getirmesini istemişti. Bu düşüncelerle kâhya kadın mutfağa gitti, kısa bir süre pencerenin kenarında en sevdiği yerde, çiçeklerin ve kanaryanın yanında oturdu, avlunun öte tarafına, parmaklıklı bir pencerenin gerisinde, yan çıplak birbirleriyle boğuşan iki çocuğa baktı, sonra dönüp gülümseyerek çayı koydu, kilerden iki yumurta alıp geldi, hepsini bir tepsiye yerleştirdi, korumacı bir içgüdüyle yanına bir şişe şarap almayı da unutmadan, elinde tepsiyle yatak odasına gitti.

Odada kimseler yoktu. Ama efendisi gitmiş olamazdı. Bir dakika içinde giyinmiş olamazdı herhalde. Ama iç çamaşırları ve giysileri de ortalıkta görünmüyordu. Tanrı aşkına, efendisine neler oluyordu böyle! Doğruca hole geçti. Palto, şapka, baston da ortalıkta yoktu. Pencereye! Tanrı aşkına, işte efendisi bahçe kapısından dışarı çıkıyordu, şapkası ensesine kaymış, paltosunun önü açık, evrak çantasını sıkıca tutmuş, bastonu paltosunun ceplerinden birine asılmış. Paris’te Torcadero’yu bilir misiniz? Fotoğraflarından büyüklüğünü asla hayal edemeyeceğiniz bu binada, tam da şu anda önemli bir davanın büyük duruşması yapılıyor. Bu korkunç kışta böylesine bir binanın nasıl ısıtıldığını merak edebilirsiniz. Isıtılmıyor. Böyle bir durumda ısıtılma işi, hayatını sevimli, küçük bir taşra kasabasında tüketen insanların aklına gelebilir hemen. Torcadero ısıtılmıyor, ama bu, davanın görülmesini engellemiyor; bilakis, bu soğuğun ortasında, dört bir yandan içeri sızan ayazda, yargılama aynı hızda görülmeye devam ediyor. Dün bir baygınlık nöbeti geçirdim. Kız, komşu evde oturuyor; akşamlan sık sık eğilmiş, alçak giriş kapısından geçip gözden kaybolurken görürdüm onu. Uzun sarkan elbisesi içinde, geniş kenarlı şapkasında tüyler olan boylu boslu bir hanım. Hışırdayan etekliğiyle, son nefesini vermekte olan bir hastaya yetişmekte geç kalmış bir doktor gibi, telaşla odamın kapısından içeri girdi.

“Anton!” diye bağırdı, heyecanla, kof ama kendinden emin bir sesle. “Geldim, buradayım!”
Gösterdiğim koltuğa bıraktı kendini. “Çok yüksekte oturuyorsun, çok yüksekte oturuyorsun,” dedi, inleyerek.
Koltuğuma gömülmüş, başımla onayladım. Odama çıkan sayısız basamak, birbiri ardı sıra, yorulmak bilmez küçük dalgalar gibi, gözümün önünde hop hop zıplıyordu. “Burası neden bu kadar soğuk?” diye sordu, uzun, eski püskü eldivenlerini çıkarıp masanın üstüne fırlattı, başım eğip gözlerini kırpıştırarak beni süzdü. Kendimi basamakta sıçrama egzersizleri yapan bir serçe gibi hissediyordum, o da benim yumuşak, yumaksız gri tüylerimi kabartıyordu.
“Bana olan sevginden dolayı kendini üzmene bütün kalbimle üzülüyorum. Avluda durup başını kaldırıp da pencereme baktığında, gerçekten de büyük bir üzüntüyle endişeden süzülmüş yüzüne baktım sık sık. Aslına bakarsan, sana karşı olumsuz hisler beslemiyorum; kalbimi henüz kazanamamışsan bile, yine de bu şansın var.”

Doğru izi sonsuza dek yitirdiklerine yönelik insanların içine sürüklenebilecekleri o derin inanç, böyle bir şeyin onlarda yol açacağı derin umursamazlık.
Bir Yanılgı. Yukarıda uzun koridorda açtığım kapı benim odamın kapısı değildi. “Yanılmışım,” dedim ve yeniden dışarı çıkmak istedim. O sırada odanın gerçek sahibini gördüm, sakalsız, bıyıksız, sıska biri, sımsıkı yumulmuş dudaklarıyla, sadece bir gaz lambasının bulunduğu küçük bir masanın başında oturuyordu. Evimizde, bu koskoca kenar mahalle evinde, yıkılmak nedir bilmeyen ortaçağ harabeleriyle iç içe geçmiş bu fabrika kira evinde, bugün, bu sisli ve buz gibi kış sabahında aşağıdaki bildiri dağıtıldı. Bütün kiracı arkadaşlarıma:
Beş tane oyuncak tüfeğim var. Gardırobumda asılılar, her biri bir askıda. Birincisi benim, diğerlerini bana ismini bildirmek isteyen herkes alabilir. Eğer isteyenlerin sayısı dördü geçerse, öbürleri kendi tüfeklerini yanlarında getirip gardırobumda saklayacak. Çünkü birlik ve beraberlik kurulmalı; birlik ve beraberlik olmaksızın hiçbir yere varamayız. Aklıma gelmişken, söyleyeyim, bendeki tüfeklerin tüfek denecek yanlan kalmamış, mekanizmaları bozuk, tıpalan kopmuş, sadece horozlan çalışıyor. Yani, söylenmesi gerekirse, bu tip tüfeklerden daha fazla edinmek zor olmayacak. Ama başlangıçta tüfeksiz insanları da kabul etmeye hazırım. Bir tehlike anında biz tüfekli olanlar silahsız olanların çevresini sarabiliriz. Bütün koşullar benzer olduğuna göre, niçin Amerikalı ilk çiftçilerin Kızılderililere karşı uyguladıkları taktik burada da başarılı olmasın? Hatta hiç tüfeksiz de yapılabilir, hatta beş tüfek kesinlikle gerekli bile değil, sadece orada olmalarından dolayı kullanılmaları da gerekebilir. Eğer diğer dört kişi onları taşımak istemezse, taşımaları gerekmez. O zaman sadece ben, lideriniz olarak, bir tane taşırım. Ama bir liderimiz olmasa daha iyi, o zaman ben de tüfeğimi kırıp atarım ya da kenara kaldırırım. Bu ilk bildiriydi. Evimizde oturan hiç kimsenin bildiri okumaya ne zamanı ne de isteği vardı, bırakın üzerlerinde düşünmeyi. Uzun süre geçmeden, küçük kâğıt parçalan, tavan arasından başlayan, koridorlarda beslenen, merdivenlerden aşağı akan ve orada kabarıp taşarak yukarılara çıkmaya uğraşan pislik seliyle birleşen pislik selinde yüzecekti. Ama bir hafta sonra ikinci bildiri geldi. Kiracı arkadaşlarıma: Şimdiye kadar kimse gelip bana başvurmadı. Ekmeğimi kazandığım zamanların dışında hep evdeydim, dışarı çıktığımda ise odamın kapısını hep açık bıraktım, masamın üzerine boş bir kâğıt koydum, isteyen gelip ismini yazabilirdi. Ama hiç kimse yapmadı bunu.

Akşamlan makine fabrikasından eve döndüğüm, ya da gece vardiyasından sonra sabahlan eve geldiğim zaman, kemiklerimin ağrımasıyla geçmiş ya da gelecek bütün günahlarımın kefaretini ödeyebileceğimi düşünürüm bazen. Bu iş için yeterince güçlü değilim, uzun süredir biliyorum bunu, ama değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorum. Evimizde, bu koskoca kenar mahalle evinde, ortaçağ harabeleriyle iç içe geçmiş bu fabrika kira evinde, benimle aynı katta, bir hükümet yazıcısı bir işçi ailesiyle birlikte oturuyor. Ona devlet memuru diyorlar, ama o, yerde bir ot şiltesinin üzerinde, tanımadığı bir kan kocayla onların altı çocuğu arasında gecelerini geçiren küçük bir yazıcıdan başka bir şey olamaz. Eğer küçük bir yazıcıysa, neden beni ilgilendiriyor? Kent tarafından kusulan sefaletin toplanıp biriktiği bu evde bile, hiç kuşkusuz yüzden fazla kişi var ki…

Benimle aynı katta, çoğunlukla tamir işleri yapan küçük bir terzi oturuyor. Çok dikkat etmeme karşın, elbiselerim çok çabuk eskiyor ve geçenlerde paltomu yine terziye götürmek zorunda kaldım. Güzel, sıcak bir yaz akşamıydı. Adamın kendisi, kansı ve altı çocuğu, aynı zamanda mutfak olarak kullandıkları tek bir odada yaşıyordu. Bir de vergi dairesinde yazıcı olan bir kiracısı vardı. Böylesine bir nüfus kalabalığı yeterince berbat olan bizim bina için bile alışılmışın ötesindeydi. Ama nihayet herkes dilediğini yapmakta özgür; böylesine bir tutumluluk için terzinin hiç kuşkusuz karşı çıkılamayacak iyi nedenleri vardır ve dışarıdan birinin de bu nedenleri tartışmak aklına gelmiyor.

Şubat 1917
Bugün Hermann ve Dorothea’yı okudum, Richter’in Anıfar’ından3 birkaç pasaja göz attım, resimlerini gözden geçirdim, aynca Hauptmann’m Griseida’sından bir sahne okudum. Sonraki bir saat boyunca başka bir adama dönüştüm. Evet, tüm çıkış yollan her zamanki gibi yine pusluydu, ama pus içindeki görüntülerde bir değişiklik vardı şimdi. Bugün ilk kez giyindiğim ağır botların (bunlar aslında askerlik görevi düşünülerek alınmıştı) içindeki adam başka bir insandı.
Bay Krummolz’un kiracısıyım, odayı vergi dairesinden bir yazıcıyla paylaşıyorum. Bunun dışında, odada, Krummolz’un aynı yatakta yatan biri altı yaşında, diğeri yedi yaşında iki kızı da var. Odaya ilk taşındığı günden bu yana -ben kendim yıllardır Krummolz’un kiracısıyım- yazıcıya karşı ilkin belirsiz olan bir kuşku duydum. Ortadan daha kısa boylu bir adam, sıska, büyük olasılıkla ciğerleri de iyi değil, üstünden sarkan gri elbiseleri var, hangi yaşta olduğunu anlayamayacağımız kırış kırış bir yüz, kulakların üstüne taranmış oldukça uzun, kırlaşmış kumral saçlar, burnun ucuna doğru kaymış gözlükler ve yine kırlaşmaya başlamış küçük bir keçi sakal.
O sırada hiç de neşeli bir hayatım yoktu, Kongo’nun içlerinde bir demiryolu yapımında çalışıyordum.
Genellikle, tahtadan derme çatma kulübemin çatılı verandasında otururdum.
Kulübemin ön kısmında, bir duvar yerine, olağanüstü güzel örülmüş bir cibinlik geriliydi, bir us-tabaşından, demiryolumuzun topraklarından geçeceği bir kabile şefinden almıştım. Kendir bir cibinlik; Avrupa’nın herhangi bir yerinde dokunabilecek benzerlerinden çok daha sağlam, çok daha güzeldi. Göğsümü kabartan bir şey, bu yüzden bana imrenen çoktu. Bu cibinlik olmasaydı, geceleri, şimdi olduğu gibi ışığı yakıp huzur içinde oturamaz, eski bir Avrupa gazetesini elime alıp, bir yandan okuyup bir yandan fosur fosur pipomu tüttüremezdim.
Bende -başka kim yeteneklerinden böyle açık açık söz edebilir?- şanslı, yorulmak nedir bilmez, eski bir olta balıkçısının bileği var. Örneğin, balığa çıkmadan önce evde otururum ve yakından bakarak, sağ elimi bir bu yana, bir öte yana çeviririm. Bu hareket, bileğimin görünüşü ve hissi, çıkacağım balık avının sonucunu çoğunlukla ayrıntılarına dek bana bildirir. Çevik bileğimde yatan peygambersi sezgi gücü; dinlendiğim zamanlar gücünü yeniden toplaması için bileğimi altın bir kelepçeyle sanp sarmalarım. Avlanacağım yerdeki suyu ve belli saatlere özgü belli akıntıları görürüm; ırmağın belli bir kesiti gözümün önünde belirir; sayılarını ve türlerini kesinlikle bildiğim balıklar, on, yirmi, hatta yüz ayrı köşeden söz konusu ırmak kesitine doğru yola koyulurlar; şimdi oltayı nasıl kullanacağımı bilirim; bazıları hiç zarar görmeden başlarını sudan çıkarırlar, işte o zaman oltayı önlerinde ileri geri oynatırım, o anda oltaya takılırlar; bu kader anının kısalığı evde, masanın başında bile beni büyüler; diğer bazıları karınlarına varıncaya dek sudan dışarı fırlarlar, şimdi elimi çabuk tutma zamanıdır, bazılarını hâlâ yakalayabilirim, öbürleri yine suyun tehlikeli yüzünden kuyrukları üzerinde kayıyorlar, bir süre için benden kurtuluyorlar, ama sadece bu kez, gerçek bir oltacının elinden hiçbir balık kurtulamaz çünkü.

Franz Kafka
Birinci Defter
Mavi Oktav Defteri

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz