Oğuz Atay: “Utanç devri, ortaya çıktığı tunç devrinden sonra gelen tarih öncesi bir dönemdir”

Selim, her zaman oyunun kurallarına tam uymaya çalıştığı için, bu üçlü oyunda da üstüne düşeni fazlasıyla yaptı. Genç sevgililer, olur olmaz zamanlarda ayılıp bayıldıklarında ilk yardım ekibi gibi, olay yerine ilk yetişen Selim oldu. Gerekli ilk müdahaleyi hemen yaptı: yakaları gevşetti, pencereleri açtı, itirafları dinledi, buhrandan buhrana sürüklenenlere elini uzattı, özür diledi, acıklı suratlar takındı. Sonunda, meslekte yeni olduğu için, daha fazla duramadı, odadan kaçtı. Bu yüzden kendini suçlayarak, oyunun aslına uygun olmasını sağladı. Bu büyük davranışlar içinde aşkının küçüklüğünden utandı.

Bir mısra takıldı aklına şarkıdan… tunç devri… âşık oldu… utanç devri. Şarkıda daha fazla yazmaya eli varmadı. Bu olayı bana anlatmıştı; aşkından bahsetmeden… üstü kapalı. Ne Zeliha’ya… ne de başka birine… yalnız Metin’e… Bir insana içini açması ne kadar zordu; ne ince hesapları vardı. Selim’e yapılan bir haksızlığı daha ortaya çıkarmış bulunuyorum… sayın yargıçlar. Evet, Metin görevini kötüye kullandığı için mahkemeye verildi. Suçluyorum sayın yargıçlar. Ortada açık bir haksızlık var. Yanlışlıkla sahneye çıkarılan masum bir vatandaşa, oyunun bütün sorumluluğu yüklenmek isteniyor. Şarkılarda, bu suçtan üstü kapalı söz edilmiş olması, bugüne kadar asıl delillerin ortaya çıkmasını önlemiştir.
Suçlu sandalyesinde oturan Metin Kutbay’ı dördüncü şarkının açıklamasında yargılamak imkânı da böylece ortadan kalkmıştı. Fakat, uzun ve sabırlı bir araştırma sonunda, utanç devrinin açıklamasının, bir dalgınlık eseri şarkılara konulmadığını tespit etmiş bulunuyorum. Biraz önce sanık Metin Kutbay’ın savunmasını dinlediniz. Suçlu, kendini temize çıkarmak çabasıyla olayları tahrif etmiş ve meseleyi başka bir yöne sürükleyerek bizleri yanıltmaya çalışmıştır. Ayrıca, tutunamayanlar kanununun on dördüncü maddesine göre, “onlar”a savunma hakkı verilmediği gerekçesine dayanarak sanığın savunmasının nazarı itibara alınmamasını talep ediyorum. Biraz sonra yüksek huzurlarınıza getireceğim açıklamayla gerçek bütün çıplaklığıyla gözlerinizin önüne serilecek ve zavallı müvekkilimin “onlar” tarafından nasıl adım adım ölüme götürüldüğü bir kere daha anlaşılacaktır.

Masanın çekmecelerini karıştırdı; sonra: “Rüstem!” diye bağırdı. Yandaki odadan hemen, zeki bakışlı, on beş yaşlarında bir çocuk fırladı ve yıldırım gibi odaya daldı. Turgut’un karşısına dikildi: “Buyur kumandan!” Turgut, gülümsemesini tutarak: “Aferin Rüstem,” dedi. “Askerde seni muhakkak onbaşı yaparlar.” “Sizin gibi teğmen yapmazlar mı kumandan?” “Çok çalışırsan onu da yaparlar. Düşmana karşı uyanık olanları her şey yaparlar. Yalnız, emre itaat şart. Şimdi, bir düşmanı tepelemek için biraz beyaz kâğıda ihtiyaç var: dosya kâğıdına. Bakkala git, temizlerinden on beş yirmi tane al.” Rüstem, topuklarının çevresinde döndü: “Başüstüne kumandan!” Koşarak çıktı.
Rüstem kâğıtları getirince, Turgut, önce itinayla paketi açtı, sayfaları masanın üstünde düzeltti. “Suratıma bakacağına git bana kahve yap.” Rüstem bir çırpıda kahveyi getirdi. “Şimdi kimseyi içeri bırakma. Savaş hazırlığı yapacağım.
Çok gizli.”
Bu tehlikeli silahı senin için elime alıyorum Selim kardeşim. Tanrı, onu doğru yolda kullanmama yardımcı olsun. İşte sana nesir:

Tunç devri… âşık oldu… utanç devri

Utanç devri, tutunamayanların (disconnectus erectus) ortaya çıktığı tunç devrinden hemen sonra gelen tarih öncesi bir dönemdir. Selim Işık, modası geçmiş bir yaratık olduğu için bu dönemi günümüzde yaşamaya çalışmıştır. Utanç devri bugün bütünüyle yürürlükten kaldırıldığı halde, Selim kararın ilanı tarihinde bir dalgınlık eseri olarak durumdan haberdar olamadığı için, eski kararın gereklerine göre hareket etmiştir. Yaptığım etraflı araştırma sonunda utanç devri olaylarına Metin’in birinci derecede karışmış olduğunu öğrendim. Metin’le yapılan görüşme ve kendisinin yazılı olarak verdiği bilgilerle, durumu aydınlatmayı başardığımı sanıyorum. Tunç devri için konulan yeni kanunların uygulanmasında karşılaşılan güçlükler, bu devrin bilinmeyen bir tarihe ertelenmesiyle sonuçlanınca, utanç devrinin ağır şartlarına boyun eğmekten başka bir çare görülmemişti. Metin’in varlığıyla büsbütün ağırlaşan bu şartların yarattığı ortam, Selim’i kaçınılmaz bir yaşantıya sürükledi.
Yarattığı acıklı ortamın farkında olmayan Metin Kutbay, 1933 yılında Ankara’da dünyaya geldi. Doğduğu günden, liseyi bitirdiği güne kadar aynı sokakta ve aynı evde yaşadı. Çirkin bir bebekti. Tek erkek çocuk olduğu halde, fazla şımartılmadı. Dişleri düzgün değildi. Çenesi büyüktü. Huysuz bir çocuk olduğu için, ona bir keman alarak oyalamak istediler. Müziğe istidatı olmadığı için, bütün gün kemanı gıcırdatır, evde herkesin canını sıkardı. Oysa, Metin, kendinde büyük yetenekler görüyordu. Küçük yaştan, acıklı romanlara, hüzünlü şarkılara karşı bir eğilimi vardı. Akıllı olduğu söylenemezdi. Aptal da değildi. Eğilimlerine uygun her şeyi, iyi kötü ayırt etmeden beğendi. Üçüncü sınıf yerli romanlarla, Balzac ve Stendhal’i aynı zevkle okudu. Klasik müzik eğitimi görürken, Türkçe tangoları aynı heyecanla dinledi. Canı sıkıldığı zaman, başkalarının da canını sıkardı. Hayatın boşluğu, aşkın acıları ve ıstırap konusunda ucuz romanlardan ve tangolardan edindiği beylik düşünceleri vardı. Bu düşünceleri, hiçbir zaman hayatına uygulamadı. Yüksek yakalı gömlekler giyer, ip gibi kravatlar takardı. Orta boyluydu. Uzun boylu ve gösterişli bir insan izlenimi bırakmak için kazık yutmuş gibi yürürdü. Gülerken dişlerini göstermemeye çalışır, konuşurken, daha kısa görünsün diye eliyle çenesinin altını kapardı. Kendini beğeniyordu. Onu beğenmeyenlerin kendisini anlamadığı kanısındaydı. Kendini aldatırdı, başkalarına yalan söylerdi. Yalnız kaldığı zamanlar, bazen kendini kötülerdi: fakat, bunda da başarılı olamazdı.
Selim’le tanıştığı günden başlayarak onu yalanlarla besledi. O güne kadar övünmelerine kimse aldırmadığı için, Selim’in saflığı onu etkiledi ve yalan konusunda kendini aştı. Önce, romantik bir hastalığı olduğunu ve sanat heyecanları duyduğu zaman sık sık bayıldığını ileri sürdü. Ayna karşısında talim ettiği acı gülümsemeleriyle Selim’i büyülemeyi denedi. Selim, tam ona inanmak üzereyken, Türkçe tangolar meselesinde kuşkuya düştü. Bununla birlikte, sonunda, Selim’in romantik bir genç olmadığına ve aşkın ıstıraplarını anlamasının imkânsızlığına karar verildi ve böylece Selim, romantik olmaktan vazgeçti. İlk gençliğinin coşkunluğuyla milliyetçi görünme hevesi, Metin’in Milli Emniyette çalışan ve bu vatanın düşmanlarını izleyen gizli bir polis olmasına yetti. Durumun gizliliği, meselenin fazla kurcalanmasını önlüyordu. Bu sıralarda, Selim de, Metin de birkaç yıldır artık uzun pantalon giyiyorlardı. Selim, bu polislik masalına inanmakta güçlük çekti; fakat, Metin’le ilişkilerini sürdürmek amacıyla, kuşkularını kendine bile itiraf edemedi. Lisenin birinci sınıfında okuyan bir çocuğun eline tabanca vererek Milli Emniyet binası önünde nöbet tutturan bir teşkilatın, gerçeğe ne kadar uyduğunu araştırmadı. Kendisinin de akıl almaz bazı hayalleri vardı. Fakat nedense, Metin gibi, hayallerine bir gerçeklik vererek anlatmayı beceremiyor-du. Nedense buna dili varmıyordu. Beceriksizliğinden utandığı için bu meselenin üstünde fazla durmak istemiyordu. Metin’in uydurma aşk maceralarını da inanarak dinledi. İnsanların yalan söylemesi için bir gerekçe görmediğinden, onlara inanmakta güçlük çekmiyordu. İnsanlara inanmadan, onlarla birlikte olmanın mümkün olmadığını sanıyordu. İnsanlara inanmadığı zaman onlardan kaçıyordu. Söylenenlere inanmadığı zaman, inanır görünmenin, insanlara ihanet etmek olduğunu düşünüyordu ve bu ihanetinin anlaşılmaması için, ortalıkta görünmemeyi tercih ediyordu. İnsanları, Metin gibi, bayağı bulduğu zaman kendinde de aynı bayağılığın bulunduğunu, başka türlü o insanla birlikte olamayacağını hissediyordu. Metin de, yalanlarına bu kadar kolay inanan bir insan olduğu için, Selim’i küçümsüyordu. Selim’in ilerde başkaldırmasını önlemek için, onun kişiliğini göstermek istediği anlarda cesaretini kırarak gelişmesini engelliyordu. Selim, kendisi gibi yalanlar bulup söyleyemiyordu. Bu nedenle Metin, Selim’le birlikte bulunmaktan çok hoşlanmıyordu. Selim, insanın yaratıcı hayal gücünü öldürüyordu. Kambur duruşu, dağınık saçları ve ütüsüz elbisesiyle Selim, insanı can sıkıntısı ve ümitsizliğe sürüklüyordu. İnsan ona bakınca, gerçi bir süre kendinden memnun oluyordu; fakat sonunda canı sıkılıyordu.
Selim de can sıkıcı ve hayal kırıcı görünüşünün, insana yeni heyecanlar ilham etmeyen pısırıklığının farkındaydı. Her gece yatakta bu durumdan kurtulmak için Allah’a yalvarıyordu: omuzları biraz daha genişleyemez miydi? Gittiği partilerde bir kenarda oturup surat asmamak için acaba ona dans öğretilemez miydi? Allah, Selim’e dans öğretmeye pek niyetli görünmüyordu. Her şeye kadir olduğu halde böyle küçük işlerde bile kullarına yardım etmiyordu. Üstelik bu işlere Metin’i memur ediyordu ve Metin de Selim’in beceriksizliğiyle alay ediyordu: Selim’in hiçbir şey öğrenemeyeceğini söyleyerek gülüyordu. Selim ise, kendini Metin’e beğendirmek için çırpınıyordu. Bir yandan da Allah’a başvurmayı ihmal etmiyordu: çok zayıftı, biraz daha kuvvetlenemez miydi? Metin, izci takımında trampet çalıyordu, Selim de trampet bölüğüne alınamaz mıydı? Allah susuyordu.
Selim çalışkandı, Metin tembeldi derslerde. Sonunda, çalışkan olmanın kötü bir şey olduğuna karar verildi. İnsan sonunda kendisini, sınıf birincisi olmak gibi aşağılık bir tutkuya kaptırıyordu. Bir karne, sınıf ikincisi olursa, dünya başına yıkılmış gibi oluyor, günlerce sapsarı bir suratla, kimseyle konuşmadan dolaşıyordu. Üstelik arkadaşları çalışkan olmadığı için, derdini anlayacak, onunla paylaşacak biri bulunmuyordu; yalnız kalıyordu. İnsanla alay ediliyordu. Hayatta başarı kazanan bütün insanların, okul yılları başarısız geçmişti. Çalışkan olmak, ilerisi için kötü bir işaretti. Böyle insanlar para kazanamaz, kadınlarla ilişkide başarıya ulaşamazdı. En kötüsü, hayatın dışında kalırdı. İnsanların ıstıraplarına yabancı olurdu. Hiçbir zaman gerçekleri göremezdi.
Metin’in de inkâr kabul etmez üstünlükleri vardı: bisiklete daha iyi biniyordu, voleybol oynuyordu ve Selim’den daha kuvvetliydi. Herhalde bunlar da yalan değildi. Selim’in alaylarına kızdığı zaman şiddetli yumruklar atıyordu ona. Kızlar üzerinde görünür bir başarısı vardı. Onların yanında, Selim gibi sarsak ve elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen bir durumda kalmıyordu. Aynı kızı sevdikleri zamanda üstünlüğünü açıkça ortaya koymuştu.
Metin, Zeliha adlı bir kızla kısa süren bir ilişki kurmuştu. Fakat sonunda kıza da dayanılmaz üstünlüklerini kabul ettirmeye kalkınca bozuştular. Ne yanından bakılsa, ucuz bir maceraydı. Zeliha liseyi bitiriyordu. Ailesi, aşağı yukarı kiminle evleneceğini kararlaştırmıştı. Zeliha, son defa bir mektepli aşkı yaşamak istiyordu. Metin’den uygununu bulmak zordu. İlişkileri bozulduğu sırada Selim ortaya çıktı. Fakat, Selim’de can sıkıcı özellikler vardı. Tanıştığı kızları adam etmeye kalkıyordu. Onların, kitaplardan ve ondan bundan ödünç aldıkları romantik hayallerini ciddiye almıyordu. Böyle bir insanla ancak evlenilebilirdi. Buysa pratik güçlükler nedeniyle imkânsızdı: Zeliha, Selim’den dört yaş büyüktü ve Selim evlenmeyi düşünmeyecek kadar akılsızdı. Ayrıca, on dört yaşında bir çocukla evlenilmezdi. Bütün romantizmine rağmen Zeliha bunun farkındaydı. Başı daima öne eğik gezen bu çocuğun çekici bir yönü yoktu; üstelik sık sık gülünç durumlara düşüyordu. Böyle çocuklarla genç kızlar ancak alay edebilirdi. Sevgililer, onun saçma davranışlarına karşı, ancak göz göze gelerek gülümseyebilirlerdi. Elbette böyle çocukların bu bakımdan bir yararı vardır: insan kendi romantizmini daha iyi anlar bu kılıksızların yanında. Selim’e de bu görev verildi. Bir oyunun provaları dolayısıyla sürekli olarak birlikte bulunan bu üç kişinin arasında, yalnız Selim’in yaşadığı başka bir oyun daha oynandı. Selim’in Zeliha’yla ilgilenmesi, Metin’i tahrik etti ve kızla ikinci denemeye girişti. Bu aşkın bütün ağırlığını taşımak Selim’e düştü. Bu üçlü oyunda, baştan beceriklilik göstermediği için, en kötü rol ona kalmıştı. Bir yandan Zeliha’ya aşkını anlatamamanın güçlüğünü yaşarken, bir yandan da Metin’in bitmez tükenmez aşk hikâyelerini dinlemek zorundaydı. Rolünü oldukça başarılı oynadığı söylenebilir. Hiç olmazsa kendinden bekleneni veriyordu. Çok istekli oynadığı ileri sürülemezdi; ama Metin ve Zeliha kadar olmasa da, onun da kendine göre sıkıntıları vardı. Yanlış çıkışlar yaptığı oluyordu. Kıskançlık gibi modası geçmiş duygulara kaptırıyordu bazen kendini. Açıklamanın başında da açıkça belirttiğimiz gibi, tarih öncesi bir yaratık olduğu için bu kusurunu hoşgörüyle karşılamak gerekir. Zaten Metin’le Zeliha da ona yapılabilecek en iyi davranışta kusur etmiyorlardı: onu anlayışla karşılıyorlar, huysuzluklarını hoş görüyorlardı. Onlardan daha fazlası beklenemezdi; Selim de beklemiyordu.
Ümitsiz anlarında Selim’in de yanıldığı oluyordu. Yalnız anlayışla karşılanması, bunun dışında bir yaşantıya katılmasına izin verilmemesi onu üzüyordu. Anlıyordu tabii. Ona daha iyi davranılamazdı. Onu beğeniyorlardı, geleceği parlak bir genç olarak görüyorlardı. Yalnız Metin değil, birçok insan, onu hayatın gerçeklerinden koruyordu. Selim’in ilgi duyduğu başka kızlar da vardı. Hepsi Selim’i beğeniyorlardı: onun sözlerini ciddi bir tavırla ve başlarını sallayarak dinliyorlardı. Çok doğru söylüyordu. Ne güzel ifade ediyordu. Ona hak vermemek imkânsızdı. Bu yaşta bir gencin böyle esaslı sözler etmesi ne güzeldi. Böyle ciddi ve ağırbaşlı bir insana ancak hayranlık duyulabilirdi. Başka bir şey duyulamazdı. Bu nedenle bütün kızlar, bu ciddiyet ve ağırbaşlılığa kendilerini layık görmedikleri için, daha hafif genç erkeklerin koluna girerek uzaklaşıyorlardı.
Selim, her zaman oyunun kurallarına tam uymaya çalıştığı için, bu üçlü oyunda da üstüne düşeni fazlasıyla yaptı. Genç sevgililer, olur olmaz zamanlarda ayılıp bayıldıklarında ilk yardım ekibi gibi, olay yerine ilk yetişen Selim oldu. Gerekli ilk müdahaleyi hemen yaptı: yakaları gevşetti, pencereleri açtı, itirafları dinledi, buhrandan buhrana sürüklenenlere elini uzattı, özür diledi, acıklı suratlar takındı. Sonunda, meslekte yeni olduğu için, daha fazla duramadı, odadan kaçtı. Bu yüzden kendini suçlayarak, oyunun aslına uygun olmasını sağladı. Bu büyük davranışlar içinde aşkının küçüklüğünden utandı. Sözünün eri olduğu için utanç devrini sonuna kadar yaşadı.
Metin, bu kadar yalanla uzun süre yaşamadı. Bir gün gerçekten hastalandı ve yatağa düştü. Yalanlar, yavaş yavaş bünyesini çürütmüş: doktor öyle söyledi. Uyuşturucu maddenin miktarı fazla gelmiş; zehir etkisi yapmaya başlamış. Hastalığı sırasında bir süre, kendini gene yalanla avutmaya çalıştı. Durumu gittikçe kötüleşti. Sonunda doktor, yalanı yasak etti. Metin, artık gerçekten öleceğini sanıyordu. İyileşmek için, son bir ümit olarak kendini kötülemeye başvurdu. “Benim yalancı olmama neden göz yumdunuz?” diye bağırıyordu: “İyileşmek istemiyorum. Gene aranıza katılıp domuz gibi ortalığı kokutmak istemiyorum. Bana acımayın; bırakın daha beter olayım da düzelmem için bir fırsat çıksın ortaya. Eskisi gibi kötü olma fırsatını vermeyin bana.”

Hastalığı ilerledikçe yalana nefreti de arttı. “İtiraflarımı yazmalıyım,” diye çırpınıyordu yatağın içinde. “Selim’e yaptığım kötülüklerin tarihini yazmalıyım. Ondan nasıl nefret etmiş olduğumu anlatmalıyım. Ona nasıl işkence ettiğimi söylemeliyim.” Kalem tutacak kadar gücü yoktu. Kelimeleri bulamıyor, bulduğu kelimeleri de yanlış yazıyordu. “Selim’i ben öldürdüm,” diye bütün gün homurdanıyordu. “Kendimdeki büyük bayağılıkları ona da bulaştırdım: zehirledim onu.” Biraz kuvvet kazanınca, “Büyük Suçlular Ansiklopedisi”ni okumaya başladı. L harfine kadar geldi. Kendinden büyük suçlu bulamadı. Sabahtan akşama kadar ağlayarak Selim’den af diliyordu. “Artık inanmayacak bana,” diye inliyordu. “Hep eskisiyle karıştıracak.” Düşünmeye ve gerçeğe duyduğu susuzluğu anlatacak sözler bulmaya çalışıyordu. Düşünmediği için öfkeleniyordu. “Her şey yalan olamaz,” diyordu. “Bazı gerçekler vardır benim de bildiğim: inekler dört ayaklıdır, kuşlar havada uçar, iki kere iki dört eder. Ben de ineğin biriyim ve dört ayak üzerinde yürümeliyim. İki el kere iki ayak dört eder.” Yataktan inip yerde emeklemeye çalışıyordu. Zorla yatağına taşıdılar. “Bırakın beni” diye direniyordu. “Anlamıyorsunuz: gerçeği bulmaya çalışıyorum. Gerçek de benim gibi dört ayaklıdır.”

Tutunamayanlar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz