Noam Chomsky: “Totaliter devlette cop neyse demokraside de propaganda odur”

Propagandanın Erken Dönem Tarihi
Devlet propagandası, eğitimli sınıflar tarafından desteklendiği ve herhangi bir dönekliğe izin verilmediği takdirde, büyük bir etki yaratabilir. Hitler ve daha birçoğundan alınan bu ders, günümüze dek izlenmiştir.

Propagandanın Olağanüstü Başarıları

Modern devletin ilk propaganda operasyonuyla başlayalım. Woodrow Wilson hükümeti zamanıydı. Woodrow Wilson, Birinci Dünya Savaşı’nın tam ortasında, 1916 yılında “Peace Without Victory” (Zafersiz Barış) sloganıyla başkan seçilmişti. Son derece pasifist olan halk, bir Avrupa savaşına dahil olmak için hiçbir neden göremiyordu. Aslında savaşa çoktan imza atan Wilson yönetimi, bu konuda bir şeyler yapmak zorundaydı. Hükümetin “Creel Komisyonu” adıyla kurduğu bir propaganda komisyonu, altı ay içinde etkisini göstererek o barışçıl halkı, histerik bir savaş çığırtkanı haline dönüştürdü ve Alman olan her şeyi yakıp yıkmak, tüm Almanları lime lime etmek, savaşa gidip dünyayı kurtarmak isteyen insanlar yaratmayı başardı. Bu esaslı bir başarıydı ve ardı sıra gelen başarılara da önayak oldu. Tam bu sıralarda ve savaşın hemen ardından, aynı yöntemler histerik Kızıl Korkusu’nu kışkırtmak için kullanıldığında ise sendikal birliklerin tahribi ve siyasi düşünce ile basın özgürlüğü gibi tehlikeli sorunların saf dışı bırakılmasında oldukça büyük başarı sağlanmıştı. Bu işi organize eden ve işin başını çeken o çok büyük güç, aslında medyadan ve iş dünyasındaki büyük şirketlerden gelen yoğun destekti ve tam anlamıyla bir başarıydı. Wilson’ın savaşına etkin bir şekilde ve hevesle katılanların arasında, John Dewey çevresinden olan ve şovenist fanatizmin ortaya çıkmasını sağlama yoluyla “gönülsüz” halkı dehşete düşürerek nasıl savaşa sürüklediklerini, o döneme ait kişisel yazılarında gururla anlatıp bundan “toplumun daha zeki insanları” oldukları sonucunu çıkartan ilerici aydınlar da vardı. Saldırı yöntemlerinin kullanım alanı oldukça genişti. Örneğin, Alman askerlerinin zulmü, kolları koparılmış Belçikalı bebekler ve hâlâ tarih kitaplarında okuduğumuz türlü türlü vahşet üretimi… Bunların çoğu, o dönemin gizli müzakerelerinde “dünyanın düşüncesini yönetme”yi vaat eden İngiliz Propaganda Bakanlığı tarafından icat edildi. Ancak bundan da önemlisi, o zamanlar barış yanlısı ülkeyi bir savaş zamanı histeriğine dönüştürüp yoldan çıkartan propagandayı yaygınlaştırabilecek daha zeki Amerikan toplumu bireylerinin düşüncesini kontrol etmek istemeleriydi. İşe yaradı; hem de çok. Ve bir ders verdi: Devlet propagandası, eğitimli sınıflar tarafından desteklendiği ve herhangi bir dönekliğe izin verilmediği takdirde, büyük bir etki yaratabilir. Hitler ve daha birçoğundan alınan bu ders, günümüze dek izlenmiştir.

SEYİRCİ DEMOKRASİSİ
Bu başarılardan etkilenen bir diğer grup ise liberal demokrat kuramcıları ve medyanın önde gelen şahsiyetlerini kapsıyordu. Örneğin, liberal demokrasinin önde gelen kuramcısı ve iç/dış politika eleştirmeni olan, Amerikalı gazetecilerin duayeni Walter Lippmann bunlardan biriydi. Yazılarına bir göz atarsanız “Liberal Demokrat Düşüncenin ilerlemeci Kuramı” gibi altbaşlıklara rastlarsınız. Lippmann, bu propaganda komisyonlarına dahil edilenlerden biriydi ve bu komisyonların başarılarının farkındaydı. “Demokrasi sanatında devrim” olarak tanımladığı şeyin “rıza üretimi” için, yani propagandanın yeni yöntemlerini uygulayarak halkın istemediği bir şeyi halka kabul ettirmek için kullanılabileceğini savunuyordu. Bunun sadece iyi bir fikir değil aynı zamanda da bir gereklilik olduğunu düşünüyordu. Gereklilikti; çünkü “kamuoyunun ortak çıkarları tamamen bir kenara attığını” ve bunun, ancak sorun çözme yetisine sahip “sağduyulu insanlardan” oluşan “seçilmişler sınıfı” tarafından anlaşılıp yürütülebildiğini öne sürüyordu. Bu teori, hepimizi ilgilendiren ortak çıkarları ancak Deweyite’lerin bahsettiği küçük elit, entelektüel bir topluluğun anlayabileceğini ve yine bu çıkarların “halkı bir kenara attığını” iddia ediyor. Bu görüş yüzyıllar öncesine dayanır. Bu aynı zamanda tipik bir Leninist görüştür. Aslında bu, devrimci aydınlardan oluşan öncü bir grubun devlet gücünü ele geçirmelerini, halk devrimlerini devleti ele geçirecek bir güç olarak kullanmalarını, sonra da kendileri için bir gelecek tasarlayamayacak kadar aciz ve ahmak olan aptal kitleleri yönetmelerini öngören Leninist görüşle çok yakın izler taşır. Liberal demokrat kuram ile Marksizm-Leninizm, genel ideolojik varsayımları açısından birbirine çok yakındır. Sanırım bu, insanların yıllar içinde herhangi bir değişim duygusuna kapılmadan bir durumdan diğerine böylesine kolay sapmasının nedenlerinden biridir. Gücün nerede olduğunu tayin etme sorunudur bu yalnızca. Belki de bir halk devrimi olacak ve bu bizi iktidara dahil edecektir, ya da belki bu hiç olmayacak; ancak her durumda da bizler sadece gerçek gücü elinde tutan insanlar için çalışıyor olacağız; iş dünyası için. Fakat yine aynı şeyi yapacağız: Ahmak kitleleri kendileri için akıl edemedikleri bir dünyaya taşıyacağız. Lippmann bunu, epeyce genişletilmiş bir ilerlemeci demokrasi kuramıyla destekledi. Doğru şekilde işleyen bir demokraside birbirinden farklı sınıflar olduğunu iddia etti. ilk olarak, kamuyu ilgilendiren konularda aktif rol alması gereken yurttaşların sınıfı gelir. Seçilmişler sınıfı işte budur. Politik, ekonomik ve ideolojik sistemlerdeki işleri yürüten, icra eden, kararlar alan ve analiz yapan insanlardan oluşur. Bu, nüfusun küçük bir yüzdesini kapsar. Elbette, tüm bu fikirleri öne sürenler bahsedilen küçük grubun bir parçasıdır ve sürekli ötekilerle ilgili olarak ne yapılması gerektiğini konuşurlar. Küçük grubun dışında kalan ötekilerse Lippmann’ın “şaşkın sürü” olarak tanımladığı büyük çoğunluktan oluşur. Kendimizi “kükreyen ve düzene karşı gelen şaşkın sürüden” korumalıyız. O halde demokrasinin iki “işlevi” var: Sağduyulu insanlardan oluşan seçilmişler sınıfı, düşünmek, planlamak anlamına gelen idari işleri yürütür ve ortak çıkarları anlarlar. Sonra şaşkın sürü gelir, onların da demokraside bir işlevi vardır. Onların işlevi, Lippmann’a göre, aktif katılımcı değil “seyirci” olmaktır. Ancak bundan başka işlevleri de vardır, çünkü bu bir demokrasidir. Arada sırada nüfuzlarını, seçilmişler sınıfının bu ya da şu üyesine ödünç vermelerine izin verilir. Diğer bir deyişle, “Sizin liderimiz olmanızı istiyoruz” ya da “Sizin liderimiz olmanızı istiyoruz” demelerine izin verilmiştir. Bunun nedeni, devletin totaliter değil, demokratik olmasıdır. Bunun adı seçimdir. Ancak nüfuzlarını herhangi bir seçilmişler sınıfı üyesine ödünç verdikleri anda, tekrar geldikleri yere dönerek katılımcı değil seyirci olmaya devam etmeleri beklenir onlardan. Bu, doğru bir şekilde işleyen demokrasilerde böyledir. Bunun arkasında bir mantık vardır. Hatta bir çeşit zorlayıcı ahlaki ilkesi bile vardır. Zorlayıcı ahlaki ilke, halkın büyük çoğunluğunun bir şeyleri kavrayamayacak kadar aptal olmasıdır. Eğer kendilerini ilgilendiren konuların yönetiminde söz sahibi olmaya kalkarlarsa, sorun çıkarırlar. Bu nedenle, böyle bir şeye izin vermek uygunsuz ve ahlaksızca olacaktır. Şaşkın sürüyü evcilleştirmemiz gerekir, ki galeyana gelip de her şeyi ezip geçerek, yok etmesinler. Üç yaşındaki çocuğun karşıdan karşıya yalnız geçmesine izin vermenin çok yanlış olacağını söyleyen mantığın aynısı neredeyse. Üç yaşındaki çocuğa böylesi bir özgürlük tanımazsınız çünkü, üç yaşındaki çocuk bu özgürlükle başa çıkmayı bilmez. Aynı şekilde, şaşkın sürüye aktif katılımcı olma hakkı da tanımazsınız. Onlar sadece sorun çıkarırlar. Öyleyse, şaşkın sürüyü evcilleştirmek için bir şeye ihtiyacımız var ve bu şey de demokrasi sanatındaki yeni devrim: Rızanın üretimi. Medya, okullar ve popüler kültür bölünmeli. Siyasi sınıf ve karar verenler için uygun inançları aşılamakla yükümlü olmalarının yanı sıra, boş görülebilir bir gerçeklik duygusu da sağlamalıdırlar. Dikkat ederseniz burada, tanımlanmamış bir terim söz konusu. Tanımlanmamış bu terimin -sorumluluk sahibi insanlar bunu kendilerinden saklamak zorunda olsalar bile- bu duruma nasıl geldikleri ve karar verme yetkisini nereden aldıkları sorusunu cevaplaması gerekiyor. Bunu yapmanın yolu, tabii ki, gerçek güce sahip olan insanlara hizmet etmekten geçiyor. Oldukça dar bir grup olan gerçek güce sahip insanlar, toplumun da sahibidir. Eğer seçilmiş sınıf gelip de “ben sizin çıkarlarınız için hizmete hazırım” derse, o zaman yöneten grubun bir parçası haline gelirler. Ancak bunu gizli tutmalısınız. Bunun anlamı, bu özel sektörün çıkarlarına hizmet edecek içselleştirilmiş inanç ve doktrinlerinin olduğudur. Eğer bu beceriye sahip olamazlarsa, seçilmiş sınıfın bir parçası olamazlar. Özel sektörün ve bunu temsil eden devlet-şirket bağının değerlerini ve çıkarlarını içselleştirmiş olmaları gerekir. Eğer bunu başarabilirlerse, o zaman seçilmiş sınıfın bir parçası olabilirler. Şaşkın sürünün geri kalan kısmının ise sadece oyalanması gerekir. Dikkati başka şeylere çekilmeli ve beladan uzak tutulmalıdır. Arada sırada, aralarından seçecekleri gerçek liderlerden birine nüfuz sağlamak dışında çoğunlukla seyirci kalmaları sağlanmalıdır. Bu bakış açısı, başka pek çok kişi tarafından geliştirilmiştir. Aslında, oldukça da gelenekseldir. Örneğin, George Kennan’ın ve Kennedy aydınlarının gurusu, önde gelen bir ilahiyatçı ve dış siyaset eleştirmeni olan, bazen de “kadrolu ilahiyatçı” diye adlandırılan Reinhold Niebuhr, aklın, sınırları çok daraltılmış bir yeti olduğunu ileri sürer. Ancak çok az sayıda insan ona sahiptir. Çoğu insan duygu ve dürtüleriyle hareket eder. Akla sahip olanlarımız, saf budalaları az çok yola sokabilmek için “gerekli yanılsamalar” ve duygusal yoğunluklu “basitleştirmeler” yaratmalıdır. Bu, çağdaş siyaset biliminin temel parçası haline geldi. 1920’lerde ve 30’ların başlarında, modern iletişim biliminin kurucusu ve önde gelen Amerikalı siyaset bilimcilerden biri olan Harold Lass-well, “insanın kişisel çıkarları için en iyi yargıcın yine kendisi olduğunu söyleyen demokratik dogmatizme” teslim olmamalıyız diyordu. Çünkü, onlar böyle değildir. Toplum çıkarlarının en iyi yargıcı bizleriz. Bu yüzden, sıradan ahlaki değerlere göre de onların, kendi yanlış kararlarına dayanarak harekete geçmelerine fırsat tanımamalıyız. Günümüzde, totaliter ya da askeri rejim olarak tanımlanan yönetimlerde bu oldukça basittir. Kafalarının üstünde bir copu hazır bekletirsiniz ve yoldan çıktıkları takdirde onu kafalarında parçalarsınız. Ama toplum, daha özgür ve demokratik bir hale dönüşmüşse bu gücü kaybedersiniz. Bu nedenle artık propaganda tekniklerine yönelmek zorundasınız. Mantık çok açık. Totaliter devlette cop neyse demokraside de propaganda odur. Bu bilgecedir ve iyidir; çünkü yine, şaşkın sürü ortak çıkarları bir kenara atar. Onları anlayamazlar.

HALKLA İLİŞKİLER
Halkla ilişkiler endüstrisine Birleşik Devletler öncülük etmiştir. Liderlerinin tanımladığı gibi bu endüstrinin amacı “halkın aklını denetlemek”ti. Creel Komisyonu’nun “Kızıl Korku”yu yaratma başarılarından ve bunun sonuçlarından çok şey öğrendiler. Halkla ilişkiler endüstrisi o günlerde çok büyük bir yayılma dönemine girdi. Bir süre için, 1920’lerde halkın iş dünyasının kurallarına neredeyse tamamen boyun eğmesini sağladı. Bu, o kadar radikal bir gelişmeydi ki 1930lara gelindiğinde parlamento komiteleri tarafından incelemeye alındı. Bu konudaki bilgilerimizin çoğu buradan gelir. Halkla ilişkiler dev bir endüstridir. Şu an için yılda yaklaşık bir milyar dolar harcanıyor. En başından beri hedefi halkın aklını denetlemekti. 1930’larda, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşananlara benzer büyük sorunlar yeniden baş gösterdi. Esaslı bir işçi örgütlenmesi ve çok büyük bir ekonomik bunalım söz konusuydu. Gerçek şu ki, işçiler ilk yasal zaferleri olan örgütlenme hakkını 1935 yılında Wagner Yasası’yla kazanmışlardı. Bu, iki ciddi soruna neden oldu. ilk olarak, demokrasi yanlış işliyordu. Şaşkın sürü, gerçekten yasal zaferler elde ediyordu fakat demokrasinin böyle işlemesi değildi beklenen. Diğer bir sorun ise, insanların örgütlenmesinin mümkün hale gelişiydi. Oysa insanların ayrıştırılması, ayrımlandırılması ve yalnız olması gerekiyordu. Örgütlenmemeliydiler; çünkü böylece olaylara seyirci olmanın ötesinde bir konuma gelebilirlerdi. Kısıtlı olanaklara sahip pek çok insanın, siyaset arenasına girmek için, bir araya gelmesi durumunda aktif katılımcı olma olasılıkları doğardı. Bu gerçekten çok ürkütücü, işverenler tarafından, bunun, işçilerin son yasal zaferi ve halk örgütlenmesindeki demokratik sapmanın sonunun başlangıcı olduğuna herkesin emin olması için büyük bir karşılık verildi. İşe yaradı. Bu işçilerin son yasal zaferiydi. Bu noktadan sonra -İkinci Dünya Savaşı sırasında sendikalı insan sayısı bir süre için yükselse de bu sayı savaştan sonra düşmeye başladı- sendika yoluyla hareket etme gücü gittikçe azaldı. Bu rastlantı değildi. Şimdi, tonlarca para ve enerji harcayarak bütün bu sorunlarla halkla ilişkiler endüstrisi, Ulusal Üreticiler Birliği ya da İşadamları Birliği gibi diğer organizasyonlar yoluyla nasıl başa çıkacaklarını düşünen iş âleminden söz ediyoruz. Bu demokratik sapmalara karşı koyacak bir yol bulmak için derhal işe koyuldular.

Noam Chomsky
Kaynak: Medya Denetimi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz