“Uçurumları sevenlerin kanatları olmalı!..” Nietzsche’yi anlamanın beş temel güçlüğü

NietzscheNietzsche için her şey biyolojiktir: bilinç, ahlak, değerler, Akıl. Şu ya da bu insan grubunun yaşam ve çoğalma koşulları dışında hiçbir şey var olamaz. Ama bu “biyoloji” derhal “politik” hale gelir; çünkü işaretler, kurumlar, ahlaki ve dini sistemlerle örgütlenmektedir.
Bunu düşünmeye cüret etmiş olduğu için Nietzsche’den nefret edildi; soyarıtımcılığı öncelediği ve demokratik değerlerin ikiyüzlülüğünü eleştirdiği için aşağılandı. Aslında, onu tutarlılığı yüzünden, yani “biyolojik” insanın toplumsal, politik ve ahlaki sonuçlarının tümünü çıkarsaması yüzünden suçladılar.

Nietzsche: Kayıp Bir Kıta – Bernard Edelman

Nietzsche üzerine yazmak, Nietzsche üzerine konuşmak, Nietzsche’yi anlamak, benim için rahatlıkla gerçekleştirilecek amaçlar değildiler. Bu beş temel güçlüğün üstesinden gelmem gerekti.

İlk Güçlük: Nereden Başlamalı?
Nietzsche ilk bakışta “her yerden” başlıyor, her an ve her konuda: dinden, felsefeden, biyolojiden, trajediden, estetikten, psikolojiden, tarihten, bilgiden vs. Daha da kötüsü, “kötü”nün, “ben”in, “bilinç”in soykütüklerini yeniden ele almaya sürekli yeniden başlamayı bırakmıyor. Her şey yeniden başlarken bir “başlangıç”, bir Varlık düşüncesini reddederken bir “kaynak”, oluşu takip ederken bir “çıkış noktası” olabilir mi? Ayrıca, Ebedi Dönüş her şeyi geri getirdiğinden başlangıcın pek de bir önemi olmasa gerek: çemberin her noktasında çemberin tamamı var. Son tahlilde, bir başlangıç noktası ilan etmek anti-Nietzsche’ci bir yaklaşım olarak bile görülebilirdi.
Aslında, bir varsayımda bulunularak bir “kaynak” çoğulluğu tasarlanabilirdi: aralarından hiçbirinin yeterli olmadığına işaret etmek için bir “kaynak” bolluğu bile yaratılabilir ve her şeyin aynı anda kesişmesinin, karışmasının, hiçbir şeyin hiçbir zaman “başlamadığını”, çünkü her şeyin zaten orada olduğunu göstereceği düşünülebilirdi. Anti-metafizikçi olmak aynı zamanda ve her şeyden önce tek Yaratılış’ı, bir Açılış’ı haber veren Hareket’i, nedenselliği ve sonuçsallığı reddetmek demektir. Ama yine de herhangi bir yerden başlansaydı, en kötüsü göze alınırdı: ihanet, karşı anlam ve mistifikasyon. Keyfi bir bölmeyle, kavranılan yalıtmak, başka kavramların soykütükleriyle iç içe geçen çoğul soykütüklerini yanlış anlamak tehlikesi doğardı. Nietzsche’de her şey bir kilim misali birbirini tutuyor; ve temel güçlük şu: “her şey” nasıl “bir yerden” başlanarak söylenecek?
Örneğin, Nietzsche’ci anti-demokratizmi ele alalım. Eğer bu konuda sadece onun eşitlikçiliğe, basının ve kamuoyunun mutlak iktidarına veya parlamentarizmin çöküşüne yönelik eleştirileriyle sınırlı kalırsak, “politika” ile işimiz olduğunu sanırız; eğer demokratizmi sürücül içgüdüden yola çıkarak düşünürsek bir çeşit antropoloji ile hesaplaşmamız gerekir; eğer bu sürücül içgüdüyü “zayıfların” ve “güçlülerin” tarihi açısından ele alırsak Güç istencini düşünmek zorunda kalırız; eğer sırası geldiğinde Güç istencini incelersek bu kez onun “niteliğini” düşünmemiz gerekir, çünkü onu elinde bulunduranlara bağlı olarak Güç istenci etkin ya da geriletici olabilir; ve bu istencin kendisi bizi biyolojik bir varlık olarak insana gönderir, insan bizi yaşam kavramına, bu kavram ise kaosa gönderir vb. Yani sonuçta, bütün soykütükleri -felsefenin, ahlakın ya da dinin…- sessizce ya da değil, aynı yolu izlerler. Öyleyse soru Nietzsche’nin nereden başladığını bilmek değil, bütün soykütüklerinin nereye ulaştığını bilmektir. Ya da, sonuçta aynı şeyi demeye gelen, bütün soykütüklerinin yola çıktıkları yer hangisidir sorusudur. İşte, bu yer, “madde”dir.
Nietzsche’nin ilkin ve öncelikle bir “maddeci” olduğu unutulmuşa benziyor. Onun kültürüne, trajik mizacına, yaşam öyküsüne ya da korkunç sonuna bakarak yanıltıyoruz kendimizi, sanki bir maddeci her zaman kaba, bayağı ve ilkel olmalıymış gibi! Nietzsche bir maddecidir, ve herhalde içlerinde en tutarlısı; fakat yalnızca, onun için madde “ölü”, yansız ya da devinimsiz değildir: bir “güç istenci” ile hareketlenen “güçlerle” dağıtılan enerjidir madde. Başka türlü söylenirse, madde sadece -onsuz varolamayacağı gibi- “niceliksel” değil, aynı zamanda “niteliksel”dir; çoğalmak için mücadele eder, yönetilen ya da yönetendir, “egemenlik merkezlerinden” meydana gelir ve işte bu, başlangıçta, “güç istenci”dir. “Nietzsche’nin sistemi” bir kaos kuramıyla başlar ve bir canlı kuramıyla devam eder.
Aslında, yaşam yalnızca kaosun içinde bir istisna -hiçbir zaman meydana gelmeyebilirdi- değil, fakat aynı zamanda bir “hata”dır. Evrenin içinde güçler, zamanın ve mekânın dışında, en mutlak kayıtsızlık içinde, olabilecek en “insanlıkdışı” biçimde hareket ederlerken, bütün canlı varlıklar varoluşlarının koşullarını sağlama almak, beslenmek, çoğalmak ve en büyük gelişmeyi hedeflemek zorundalar. İşte bu bir “istenç” öngörüyor: bir organizma, evrenin güçlerinin soğukkanlı mücadelesini altüst ederek, yaşamak “istiyor”. Başka türlü söylenirse, “istenç” olarak canlı, oluş olarak kaosu yanlışlıyor. Bütün soru, Güç istencinin canlıda nasıl hareket ettiğini, nasıl “vücutsallaş-tığını”, ya da canlının evrene nasıl katıldığını, onu hangi dönüşümlere tabi kıldığını bilebilmek olacak.
Fakat, eğer bu belirli anlamda canlı, evren karşısında bir hata ise, insan hataların hatasıdır. Doğa amaçsız, ahlaksız, değersiz, kör bir güç istenciyle hareketlenerek -bir protoplazma yaşamını ahlaksallaştırmaz ve mümkün olan en uzun varoluşu hedefler- nasıl gidiyorsa öyle giderken, insanın biyolojik gelişmişliği ona tepkiselliği, bilinci ve “düşünceyi” sağlar. İnsan dünyayı yeniden yaratabilir, onu işaretlerle inşa edebilir ve hatta bir “öteki dünya” yaratarak onu ret bile edebilir. Daha da kötüsü: insan güç istencini içine döndürebilir, olumsuzlayabilir, kendine karşı çevirebilir ve onu hiçlik istencine dönüştürebilir. Ayrıca, insanın enerjisi ikirciklidir: etkin ya da geriletici olabilir ve bu ikirciklilik Nietzsche’ye göre tarihin “motorunu” oluşturur. O halde, “yaşama” olan yakınlık ve uzaklıklarına göre etkin ve geriletici halklar vardır.
Acelecilik etmeyelim: Nietzsche fizikçi olarak “başlar”, biyolog olarak sürdürür ve antropolog olarak bitirir.

İkinci Güçlük: Yineleme
Nietzsche’de aynı kategoriler tekrar tekrar karşımıza çıkar: durmadan yeniden ele alınırlar, yeniden değerlendirilirler, şu ya da bu perspektife yerleştirilirler. Bu, aynı öğelerin her harekette yön ve renk değiştirdikleri bir kaleydoskopu anımsatır. “Ben”, nedensellik, ereklilik; antropolojide, tarihte, ahlakta, biyolojide, psikolojide sürekli yeniden ele alınırlar. Bir tek soykütüğü -mesela İyinin ve Kötününki- din, ceza, hukuk ve bilinçle olan ilişkilerine göre onlarca, yüzlerce soykütüğüne dönüşür. Sonuçta, Nietzsche’nin eserleri görüş açılarının devasa bir birleşimi olarak karşımıza çıkar.
Aslında, Nietzsche bizzat kendi metinlerinde yaşamın tekrarlılığını ve çoğulluğunu yeniden üretir. Her şey belirsiz, şüpheli, rastlantısal ve beklenmedik olduğuna göre, her şey sürekli parçalanıp yeniden oluştuğuna göre, eser birlik içinde olacaktır. Beden gibi, sürekli bir çatışma içinde yaşayacaktır eser: bazı kavramlar belirli bir durumda öne çıkacak, bir başkasında geride kalacaklardır. Ve eserin bu “yaşamı” onun anaforik yapısıyla güçlenecektir: her fragman, metaforik bir biçimde, başka bir içgüdünün gelip yendiği bir “içgüdü” gibi davranacaktır. Aslında, canlı bir eser, bir organizmayı andıran bir eser söz konusudur.
O halde bir kavramı ve onun soykütüğünü “dondurarak” ondan çizgisel, sabit ve kesin bir tarih yaratmak Nietzsche’ye karşı gelmek olurdu. Ondan bir felsefe, metafizik, rahiplik ya da azizlik tarihi çıkarmak, sonuçta, sonsuzluk yaratarak hareketi öldürmek anlamına gelirdi.
Nietzsche’yi “söylemek” için Nietzsche’ci olmak gerekir: Nietzsche’den yana olmak değil – burada sorun kesinlikle bu değil- ama onun biçimiyle onun dünya görüşünün farkına varmak. Bu incelemede, yinelendiği sanılabilecek [düşünceler] bulunacaktır. Bu hem doğru hem de yanlıştır: doğrudur, çünkü aynı kavramlardan tekrar tekrar söz edilecektir; yanlıştır, çünkü bunlardan aynı anda, aynı görüş açısıyla ve aynı biçimde söz edilmeyecektir. Örneğin, Hıristiyanlık, aynı anda zayıfların iktidarı ele geçirmelerinin, hıncın, mutsuz bilincin, Tanrı’nın ölümünün, demokrasinin doğuşunun ve sürücül içgüdünün zaferinin tarihidir: şu ya da bu soykütüğünde -“ben” ya da özgecilik, ya da iyilik- incelendiğinde şu ya da bu biçimi alacaktır.
Nietzsche’ci kronoloji -eğer bu kavram onun için bir anlam ifade ediyordu ise- ne “nedensel” ne de diyalektiktir: her şey aynı zamanda doğar, “ilerleme” yoktur, hiçbir şey asla tamamlanmış değildir.
İşte bu yüzden yinelemekten kaçınmadık.

Üçüncü Güçlük: Nietzsche’de Soyut ve Somut
Güç İstenci, Tanrı’nın ölümü ya da “Üstinsan” üzerine ciltler dolusu yazılabilir -ve yazıldı da-; Nietzsche’nin estetiği, tersine çevrilmiş Platonculuğu, Sokrates, Kant ve Schopenhauer ile olan bağlantıları veya trajik kavrayışı üzerine ciltler dolusu yazılabilir -ve yazıldı da-.
Fakat onun kaos teorisi, içgüdü ya da evrim kavrayışı, çalışma, liberal ekonomi ya da tekno-bilim kavrayışları üzerine çok az yazıldı. Bir bakıma, yalnızca nihilizmin, “ben”in ya da “Diyonisizm”in parçaları korunarak Nietzsche’nin “maddeci” temeli unutuldu -ya da kaldırıldı-. Nietz-sche’nin yazını hiçbir zaman bütünlüğü ve uyumu içerisinde sunulmadı. İlginç bir biçimde, perspektif değişikliklerini anlama zahmetine girmeksizin, onun hoşgörüsüzlükleri ve “çelişkileri” öne çıkarılıyor genellikle.
Bu tür bir muamelenin derhal doğurduğu etki açık: Nietzsche “heyecanla” kazanılacak ya da kaybedilecek bir nesne haline geldi. “Yandaş” ya da “karşı” olunuyor: demokrat ya da gerici; Aydınlanma’dan yana ya da Aydın-lanma’ya karşı; tarihten yana ya da tarihe karşı; kitlelerden yana ya da kitlelere karşı; dayanışmadan yana ya da dayanışmaya karşı. Bu “yana” ya da “karşı” korkunçtur: Aristo’dan, Leibniz’den, Spinoza’dan ya da Hegel’den “yana” ya da onlara “karşı” olunduğu düşünülebilir mi? Kuşkusuz Nietzsche tutkulan kışkırtıyor ve bu daha iyi. Bu onun modernliğini kanıtlıyor. Kendi adıma, ben felsefi mücadeleye, felsefi konumlanışa karşı değilim; ama burada da neden bahsedildiğinin bilinmesi gerekir.
Tuzaklardan kaçınmanın en iyi yolu, Nietzsche’nin somut analizlerinin farkına varmaktır. Onun metinleri; kaos, bilinç işleyişi, Demokrasi ya da bilgelerin kişisel tepkilerine getirdiği düzensiz tanımlarda bile, belirli ve ayrıntılı işaretler ve titiz analizler açısından çok zengindir. Kendimize onun belli bir konuya göre düzenlenmiş aforizmalarını veya aforizma parçalarını birbirlerinin ardına koymak ve bir tutarlılık kurmak zamanını tanıyıp bu sabrı gösterirsek son derece şaşırtıcı bir sonuç elde ederiz: Nietzsche metinleri birdenbire beklenmedik bir somutluk içerisinde var olur hale gelirler. Aşınmış patikaları, ortak alanları, zımbalanmış yargıları terk ederek somut analizlerin yoğunluğuna ulaşırız. Nietzsche bizim modernliğimizin eşi benzeri olmayan bir “araştırmacısı” olarak belirir. Onun ince alayları, “kinikliği”, tahrikleri sadece suyun üstündeki köpükten ibarettir; onun altında, derinlerde, sağlam bir platform ve hatasız bir biçimde yapılanmış temeller vardır. Biz Nietzsche’de, genel olarak, sadece buzdağının görünen kısmını görüyoruz.
Eğer Nietzsche’yi ciddiye alırsak -onun felsefi ukalalıkla bir tuttuğu “ciddiyet”i reddetmesine karşın-, onun varlığının yoğun etkisini hissederiz. Burada yalnızca Nietzsche’nin modem genetiğin temellerini gördüğümüz biyolojik sezgileri ya da nörobiyolojiyi önceleyen bilinç tanımlarından değil, aynı zamanda kitlelerin ortaya çıkışını ve sosyalizmle küreselleşmenin başarısızlıklarını öngören tasvirlerinden söz ediyorum. Benim için şaşırtıcı olan onun bu şekilde varlığı değil -buna benzer daha birçok filozof bulunabilir- ama bu varlığın “nedenleri”. Akılcı biri için Nietzsche’nin Batı’ya dair, Batı’nın kaderine dair tezi, en iyi durumda kehanetten, en kötü durumda ise romantik bir sayıklamadan ileri gelir. “Zayıfların” “güçlüler” üzerinde zafer kazandığını ileri süren fikir ne demektir? “Zayıflar” kimdir, “güçlüler” kim?
Ciddi olarak bu mücadele nasıl Sokrates’ten başlatılarak geçici olarak 20. yüzyılda sonlandırılabilir? Bu “devamlılığın” anlamı nedir? Ebedi Dönüş’ün her şeyi -Sezar’ı Napolyon, Sokrates öncesi Yunan’ı Venedik, Nietzsche’nin kendisini Herakleitos olarak- geri getiren gizemciliğini hesaba katmaksızın! Nietzsche tarafından ele alınan evrensel tarih ciddi bir akıl hastalığı, bir patoloji olarak belirebilir.
Fakat bununla birlikte, az sayıdaki dürüst davrananlar şu ikilimle karşı karşıya bulunuyorlar: Yanlış tezler adına doğru analizler üretilebilir mi? Üretilebilir ise bize bu mantıksal gizemi açıklamak gerekir; aksi takdirde, kabul etmek gerekir ki, eğer Nietzsche “sayıklıyorsa”, bu aynı zamanda bizim sayıklamamızdır da.

Dördüncü Güçlük: Politika
Nietzsche’nin “politika”sı şaşırtıyor, kızdırıyor, gücendiriyor. Seçime göre gerici, totaliter, ırkçı, soyarıtımcı (eugenique), köleci bulunuyor. Onun kitlelere, parlamentarizme, demokratik değerlere -fikir özgürlüğü, basın özgürlüğü-, eşitliğe, dayanışmaya karşı duyduğu aşağılama nasıl haklılaştırıla-bilir? En üstte “bilgelerin” bir çeşit tiranlığının, ya da daha çok yarı-tanrıla-rın oturduğu bir çeşit Olimpos’un olduğu ve en altta, kendilerini bu yeni ilahlara kurban etmekle yükümlü emekçi kitlelerin bulunduğu hiyerarşik ve seçkinci bir toplum nasıl savunulabilir? Kendisinde SS’lerin gölgesini gördüğümüz “süper sarışın hayvan”ın erkeksi çağrışımları hepimizin kulağında. Bu durumda Nietzsche’nin “politikası” kesinlikle kabul edilemez olur ve onun bütün “sistemini” etkilerdi.
Fakat olaylara soğukkanlılıkla, önyargısız bakalım. İlk olarak bir şey çok açık: Nietzsche kanlı bir canavar, aydınlanmış bir diktatör, filozof kılığına bürünmüş bir Hitler değil. O kitleleri yeni bir pleb olarak tasarlamıyor: genel bir zayıflamanın, endüstriyel köleliğin, yaşam ve enerji israfının farkına varıyor ve bunu daha “insani” başka bir mantıkla ikame etmek istiyor. Ama, Kapital’in insanlıkdışı politikasının sürücüllüğün bir sonucu olduğunu düşündüğü için, ona göre bastırılması ya da hiç değilse yeniden yönlendirilmesi gereken şey işte bu sürücüllük.
İkinci bir şey de aynı şekilde açık: Nietzsche bizim anladığımız anlamda “politika” yapmıyor. O filozof değil -olmak da istemiyor-, bir anayasacı hiç değil; ne B. Constant ile, ne Tocqueville ile, ne Saint-Simon ne de Proudhon ile ilgileniyor. O iktidarın düzenlenişinin teknisyeni ya da bir siyasi parti toplumbilimcisi değil. Onun için önemli olan “politikacılar” yalnızca Sezar, Borgia’lar, Napolyon ve hatta Makyavel, yani eylem adamları. Çünkü, aslında, onun için politika şu en önemli soruya cevap vermelidir: İnsanlık nasıl tedavi edilecek? Yeniden nasıl doğru yola, “yaşamın”, cesaretin, yaratımın yoluna koyulacak? Çünkü, Batı’nın sürdürdüğü politika bizi bugün dahi bu hastalığın devamlılığına ve düzenlenmesine sevk ediyor. Kitleler mi? Onlar hiçlik istencinin aracıdır; Demokrasi mi? Hiçliğin politik rejimi; İşçi sınıfı mı? Hiçliğin sınıfı; Çalışma mı? Hiçliğin değeri; Kapitalizm mi? Hiçliğin ekonomisi.
Nietzsche bizler gibi, “iyi demokratlar”, “iyi yurttaşlar”, “iyi işçiler”, “iyi vergi mükellefleri” gibi konuşmuyor; bizim bulunduğumuz yerden değil, fakat ne politik, ne ahlaki, ne devlete dair, ne metafizik ne de akli olan, yeniden başlamak için yıkmaktan ve bozmaktan çekinmeyen aktif bir Güç İsten-ci’nin oluşturduğu bir “başka yerden” konuşuyor. Şu en önemli soru da buradan gelmektedir: kim “iyileştirmek” istiyor, kim “iyileştirebilir”, kim bu “iyileşmeye” tahammül edecek güce sahip?
Kesinlikle kitleler değil, kesinlikle zayıflar ve dışlanmışlar değil. Hiçlik istencini istediler aslında onlar, ondan besleniyorlar, çünkü yaşamlarına gerekli bu istenç. Eğer bu hastalıktan kurtulup iyileşselerdi, bundan ölürlerdi de mutlaka. Onlardan “üstün bir birlik”, “kolektif bir varlık” oluşturdukları yönündeki inancı kaldırın; yalnızlık, adanmışlık, vatan, kamu yararı yanılsamalarını kaldırın onlardan, sürücül içgüdüyü sökün, onları evrenin geçici olduğuna, sonunun olmadığına, karmaşık ve anlaşılmaz bir dünyada yaşadığımıza ikna edin, parçalanırlar. Halkın bireysel özgürlük gücü yok; projesiz, programsız, ortak kadersiz, güvensiz, mutluluk vaatleri olmaksızın yaşaya-njy )r. Bunlar olmadan anarşi, terör ve kendini yokediş içinde soluyor. Afyona ihtiyacı var -dine, paraya, çalışmaya, ulusal gurura-; afyonu kaldırdığınızda o hiçlik içinde çözülecektir; sürünün birliğini kırdığınızda her hayvan kendi köşesinde ölmeye gidecektir.
“İyileştirmek” isteyen, “iyileştirebilen”, kendisini bekleyen tehlikeyi göz ardı etmeyen üstün insandır, “üstinsan”dır. Hiçbir şey yatıştırıcı kesinlikleri, araçların ve amaçların rahat dünyasını, nedenselliğin ve mantığın sakin evrenini terk etmekten daha korkunç değildir; ve bunun karşısında, hiçbir şey “iyiliğin” var olduğuna, “kötülüğü” alt etmek gerektiğine ve insanlığın ahlaki ve maddi gidişatını daha iyi hale getiren “Büyük Adamlar”a minnet duymak gerektiğine inanmaktan daha basit olamaz. Etna’ya dalmak için, doğanın insanlıkdışılığını, ahlakdışılığını, kestirilemezliğini kabul etmek için başka bir ruh yapısına sahip olmak gerekir. Kim kendisini sürekli parçalanmaya, kendisinin dağılma ve yeniden yapılanmasına yem etmeye tahammül edebilir? Kim kendisini kaosun bir yankısı haline getirebilir ve kendi bedeninde ve ruhunda güçlerin oynamasına izin verebilir? Trajik bir kahraman, kendisinin üzerine çıkmış bir insan. Nietzsche’nin “politika”nın karşısına koyduğu şey, kendilerini uzakta, yükseklerde tutan yalnızların kaderidir; varoluşlarının, oluşun işitilmedik, inanılmaz yolunu göstererek insanlığı “kurtardığı” yalnızların kaderi. Sanatçı, filozof veya Buda, İsa, Sezar veya Bonapart: her biri kendi biçiminde büyük ve gözüpekti; ve her biri kendisini Dionysos’a uzanan tehlikeli yola adadı.
Kesin olarak ne istenebilir? Zayıflamış, fakirleşmiş, çalışmanın kölesi olmuş, bayağı ve açgözlü efendilere itaat eden, güçlerini boşa harcayan bir insanlık mı, yoksa “üstün insanlar” yaratan bir insanlık mı? Gezegensel bir sürüye indirgenmiş, aynı saçmalıkları koro halinde “meleyen” bir insanlık mı, yoksa yeniden canlandırıldıklarında kendi büyüklüğünü tanımayı bilecek bir insanlık mı? Nietzsche’nin büyük politik projesi kesinlikle kitleleri baskı altına almak ya da onları sömürmek değil, ama onları kendilerinden daha büyük olanın “hizmetine sokmak”: “yararcı” ziyan, “lüks”, “majestenin fazlalığı”.
Bizler bu terimlerle düşünmeye alışık değiliz tabii. Kültürel olarak, tarihsel olarak, bütünüyle söylersek “kendiliğinden” bir şekilde, kendimizi en fazla sayıdaki [insanın] mutluluğuna adarız; kendimizi insan hakları sunağında kurban etmeye hazırız; halkların özgürleşme hareketlerini savunuruz, insanlığın özgürleşimine, demokratik pedagojiye, bilimsel hümanizme inanırız ve şiddetten, katliamlardan, soykırımlardan ve tekno-bilimsel emperyalizmlerden tiksinme konusunda birbirimizle yarışırız. Yüksek sesle özgürlük, onur ve insanlık istediğimizi haykırırız. İtiraf edelim: bu ne kadar da kolay, ne kadar da rahat, bu nasıl da bize kendimizin iyi bir imajını veriyor! Düşman nasıl da kolayca tarif ediliyor ve nasıl da kolayca yenilirdi eğer.. ., eğer gerçekten onun nerede saklandığını bilseydik, eğer onu saklayan maskeleri tanısaydık!
Ama düşman nerede, düşman kim; kim bayağılığı istiyor, kim paranın zaferini sağlıyor; kim bizim cesaretimizi kırmak, bizi dışlamak, bize parya gibi davranmak için ısrarla, inatla, zahmetle çalışıyor? Duyumu ince olan, kulak kabartma ve sessizlikte durma zahmetine giren biz az sayıdakiler başka bir ses duyacağız, Nietzsche’nin bize yavaşça fısıldayan sesini: korunmaya ihtiyacı olanlar zayıflar değil güçlülerdir. Zayıflar kazandılar çünkü biz kendi çıkarlarımıza karşı onları savunmaktan utanıyoruz ve bu, kendimizi kurban etme pahasına oluyor. Onların şenliklerine, gösterilerine, gülünç ihtiyaçlarına katılmamız gerekli; kurtlarla birlikte ulumalı ya da onların karşısında utançla susmalıyız; bu utanç onların en büyük zaferidir. Zayıflar bizi kendi gücümüzden utanmaya zorladıkları için kazandılar.
Bir kez daha, bunu düşünmeye cesaret ettiği, akıntıya karşı giderek anti-hümanist ve anti-liberal olduğu için Nietzsche’ye minnettar olmak gerekir. Küçük erdemler yüzeyi örtsünler, buna asla bir şey yapılamaz.

Beşinci Güçlük: Politika ve Biyoloji
Son tahlilde, Nietzsche’nin “politika”sı “biyolojik”tir. Zayıfların iktidarı ele alışlarının tarihini bu açıdan yeniden ele alalım. Güçlülere karşı doğrudan savaşamadıkları için başka silahlar bulmak zorunda kaldılar ve mücadelelerini imgelem alanında verdiler. Güçlülerin “gerçek”, acımasız ve ahlaksız dünyasına karşı ters değerleri yücelten bir dünya koydular: acımasızlığa karşı acıma, bencilliğe karşı dayanışma, güce karşı öznellik, şiddete karşı iyilik. Onları içinde bulundukları durumdan yalıtan bir “metafizik”, bir “öte taraf” yarattılar.
Nietzsche açısından gerçeklik ilkesinin bu tersine çevrimi “bilinç” olarak adlandırdığı bir biyolojik temele dayanır. “Bilinç”, dünyayı kendi yansıması olarak değerlendirebilmek gibi duyulmamış bir sonucu üreten bu yüksek düzeyde uzmanlaşmış süreçtir. Bir “organizma”nın ya da bütün canlı varlıkların tersine, insanın çevresini “hayal etme”, onu arzularının desteği haline getirme kapasitesi vardır. O halde insan “bilinci” ikili bir özellik gösterir: bir taraftan onun çevresi üzerinde belirli ve sağlam bir biçimde hareket etmesini ve onu dönüştürmesini sağlarken, diğer yandan da ona “yanlış” olanı “doğru” diye kabul ettirebilir. Başka bir ifadeyle, bilinç, insanın Doğayı insanileştirmesi – ve kendisini onun efendisi haline getirmesini – sağlar; ama aynı zamanda, insanı, insanileştirmeden oluşan bu “hatanın” içine sürükleyebilir.
O halde, zayıflar bu çarpıtıcı bilinç ile kendi yaşamsal çıkarları arasında bir tür anlaşmaya vardılar. Zafere ulaşmak için, tersine çevrilmiş bu dünyaya ve onun değerlerine inanmaları ve “gerçek” dünyayı, “yaşamın” dünyasını aşağılamaları gerekti. Bu hastalığı iyileştirmek için, doğayı insanlıkdışılaştırmak ve insanı yeniden doğallaştırmak gerekirdi.
Aynı şekilde, Nietzsche için her şey biyolojiktir: bilinç, ahlak, değerler, Akıl. Şu ya da bu insan grubunun yaşam ve çoğalma koşulları dışında hiçbir şey var olamaz. Ama bu “biyoloji” derhal “politik” hale gelir; çünkü işaretler, kurumlar, ahlaki ve dini sistemlerle örgütlenmektedir. Bundan böyle maddeci bir politika ortaya çıkmalıdır: o ya çarpıtıcı bir bilincin yanılsamasını uzatacak ve insanlığı nihilizme sürükleyecektir; ya da biyolojik bir gerçekçilik için mücadele edilecek ve kendisini doğal bir hiyerarşi olarak kuracaktır. Nietzsche’nin bütün değerlerin dönüşümünden anladığı işte budur. Kısaca, ya Hıristiyan insan ve onun ardılları -demokrasi, “dayanışma”, sürücüllük, liberalizm- ya da biyolojik insan ve toplumun yeni bir örgütlenmesi.
Bunu düşünmeye cüret etmiş olduğu için Nietzsche’den nefret edildi; soyarıtımcılığı öncelediği ve demokratik değerlerin ikiyüzlülüğünü eleştirdiği için aşağılandı. Aslında, onu tutarlılığı yüzünden, yani “biyolojik” insanın toplumsal, politik ve ahlaki sonuçlarının tümünü çıkarsaması yüzünden suçladılar. Biz diğerlerinin, “iyi demokratların” bu kadar gürültülü ilerlemediği kesin: insan hakları değerlerine uyuyoruz. Fakat, eşitlik adına eşitsizliğe hizmet ediyoruz; insanlığın hizmetindeki bir bilim kisvesi altında örtük bir biçimde soyarıtımcılığa zemin hazırlıyoruz; biyolojiye sınır çizmekle yükümlü bir biyoetik maskesi altında ona bütün yolu açıyoruz. Biz diğerleri, “iyi demokratlar”, doğru bilincin bize sunduğu gibi şekilciyiz.
Kehanette bulunmayalım: hiç kimse geleceğimizi bize önceden söyleyemez. Fakat, ben Nietzsche’nin felsefi cüretini ve aşırılıklarını, konformist sözde düşünürlerin ürkekliğine tercih ediyorum.

Kaynak: Cogito Sayı 25 Kış 2001
Fransızcadan çeviren: Ferhat Taylan

Bernard Edelman, “Nietzsche: Un Continent Perdu” (Nietzsche: Kayıp Bir Kıta), Presses Universitaires de France, 1999, Paris. s. 3-15.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz