Nietzsche: “Değerlerin yeniden değerlendirilmesiyiz, doğru olmayana karşı bir zafer ilanıyız”

Nietzsche«Doğa» kavramı «tanrı»nın karşıt kavramı olarak ayarlanınca, «doğal» sözcüğü «günahkâr» anlamına gelmek zorundaydı, —bütün bu uydurmalar dünyası, köklerini, doğal olana (—gerçekliğe!—) karşı bir nefrette buluyordu, gerçek karşısında derin bir hoşnutsuzluğun dilegelişiydi… Bu da herşeyi açıklıyor. Gerçeklikten yalanlar yoluyla kaçıp kurtulmak için nedenleri olan kim? Gerçeklikten acı çeken. Ama gerçeklikten acı çekmek demek, kendisi bir bahtsız gerçeklik olmak demektir…
Nahoş duyguların hoş duygulara ağır basmasıydı, bu uydurma ahlakın ve dinin nedeni: bu ağır basma ise, decadence’in formülünü sağlar…

Bir – iki şüpheciyi, felsefe tarihinin dürüst tipini bir yana ayırıyorum: geri kalanların, düşünsel dürüstlüğün daha ilk gereklerinden bile haberleri yoktur. Topu, hanımcıklar gibi davranırlar, bütün bu büyük gayretkeşler ve hilkat garibeleri —«güzel duygular»ı kanıtlama sayarlar, «dolu yüreği» tanrılığın körüğü sayarlar, kanmayı da doğruluğun ölçütü. En sonunda da Kant, olanca «Alman» masumluğuyla, bu yozlaşma biçimini, bu düşünsel vicdan eksikliğini, «pratik akıl» kavramı altında bilimselleştirmeğe çalıştı: akla boşverilen durumlar için bir akıl icadetti, yani, ahlakın dilegeldiği, «…malısın»lı yüce talebin dilegeldiği zamanlar için. Neredeyse bütün halklarda, filozofun rahip tipinin gelişmiş bir biçiminden başka birşey olmadığını savlarsak, rahipten kalan bu miras, bu kendi kendine kalpazanlık, şaşırtıcı olmaktan çıkar. Kişinin kutsal ödevleri varsa, örneğin, insanları iyileştirmek, kurtarmak, felaha erdirmek gibi; kişi tanrılığı yüreğinde taşıyorsa, ötelerin buyruğuna ağız görevi görüyorsa, böyle bir görevlenmeyle her türlü anlaşılabilirlik değerlendirmesinin dışındadır zaten, —hatta azizlenmiştir bile bu görevlenmeyle, hatta daha yüksek bir derecelenmeye ait bir tiptir!… Bir rahibe bilimden ne ki! O böyle şeylerin çok üstündedir! —Ve şimdiye dek de egemen olmuştur rahip! «Doğru» -«doğru olmayan» kavramlarını o belirlemiştir …

13.

Küçümsemeyelim bunu: biz bile, biz özgür tinliler bile «değerlerin yeniden değerlendirilmesi »yiz, bütün eski «doğru» – «doğru olmayan» kavramlarına karşı cisim bulmuş bir savaş ilanıyız, zafer ilanıyız. En değerli bakışlar en geç bulunur; en değerli bakışlar ise yöntemlerdir. Şimdiki bilimselliğimizin bütün yöntemleri, bütün varsayımları binyıllar boyu en derin horgörüyle karşılandı: kişi onlar yüzünden «doğru-dürüst» insanların çevresinden dışarı atıldı, —«tanrı düşmanı» sayıldı, hakikat horgörücüsü, «ecinni çarpmış» sayıldı. Bilimsel kişilik, şandala’ydı… İnsanlığın bütün pathos’u karşıydı bize —neyin doğru olması gerektiği konusundaki kavramı, neyin doğruluğun hizmetinde olması gerektiği konusundaki kavramı: her «…malısın», şimdiye dek bize karşı yöneltilmişti… Bizim ereklerimiz, bizim etkinliklerimiz, bizim sessiz; dikkatli; kuşkulu tarzımız —hepsi tamamiyle düşkün, horgörülesi göründü insanlığa, —sonunda da, bir ölçüde haklı olarak sorulabilir, acaba aslında bir estetik beğeni değil miydi, insanlığı bunca zaman körlük içinde tutan: doğruluktan pitoresk bir etki beklediler; aynı şekilde de bilenden, bilginden, duyular üzerinde güçlü bir etkilemede bulunmasını Bizim alçakgönüllülüğümüzdü onların beğenisine en çok aykırı düşen… Ah, nasıl da ele verirler kendilerini, tanrının bu baba-hindileri. —

14.

Akıllandık artık. Her bakımdan daha alçakgönüllü olduk, insanı artık «tin»den, «Tanrısallık»tan türetmiyoruz. Onu, geri, hayvanların arasındaki yerine koyduk. En güçlü hayvandır o bizim için, çünkü en kurnazıdır: bunun bir sonucudur tinselliği. Öte yandan, burada da dilegelmek isteyen bir kendini-beğenmişlikten koruyoruz kendimizi: sanki insan, hayvanların gelişmesinin büyük art niyetiymiş gibi. Hiç de yaratının tacı değildir o; her varlık, onun yanında, eşit bir yetkinlik basamağında durur… Bunu savlamakla da çok şey savlamış oluyoruz . insan, göreceli olarak, en bozuk yapılı hayvan, en hastalıklı hayvandır, içgüdülerinden en tehlikeli biçimde uzaklaşmış olan hayvan —tabiî, bütün bunlarla, aynı zamanda hayvanların en ilginci — Hayvanlarla ilgili, ilk kez Descartes, saygıdeğer bir cesaretle, hayvanı makina olarak anlamayı göze almıştı: bizim bütün fizyolojimiz bu önermenin kanıtlanmasına yöneliktir. Hem mantık açısından da insanı bir yana ayırmıyoruz, Descartes’ın bile daha yaptığı gibi: bugün insanla ilgili kavranan ne varsa, onun makina olarak kavrandığı kadarıyla geçerlidir. Eskiden insana, daha yüksek bir derecelenmenin çeyizi diye «özgür istem» verildi: bugün biz ondan istemini bile, bundan artık bir yeti anlaşılmaması gerektiği anlamında, geri aldık. Eski «istem» sözcüğü yalnızca bir sonuç durumunu imgelemeğe yarar, kısmen çelişen, kısmen uyuşan bir sürü uyarıyı zorunlukla izleyen bir çeşit tekil tepkiyi: —istem «işle»miyor artık, «devindirmiyor artık… Eskiden, insanın bilincinde, «tin»de, onun yüksek kökeninin, tanrısallığın kanıtı görüldü; insanı yetkinleştirmek için, ona, kaplumbağa gibi, duyularını içine çekmek, yeryüzüyle alışverişini kesmek, ölümlü beden örtüsünü bir yana atmak salık verildi: böylece geriye onun asıl önemli olan yanı, «saf tin» kalacaktı. Bu noktada da aklımız başımıza geldi: bilinçlenme, «tin», bizim için, organizmanın göreceli bir yetkinsizliğidir, bir deneme, tadına bakma,yanılma, bir sürü sinir kuvvetinin gereksizce harcandığı bir çabalamadır, —birşeyin yalnızca bilinçlendirilmekle yetkin hale getirileceğini yadsıyoruz «Saf tin», safi aptallıktır: sinir sistemini ve duyuları; «ölümlü beden»i hesap dışı bırakmak; yanlış hesap yapmaktır —başka birşey değil!…

15.

Ne ahlak, ne din, Hristiyanlık içindeki biçimleriyle, gerçekliğin herhangi bir noktasıyla ilintilidir. Bir sürü hayali neden («tanrı», «ruh», «ben», «tin», «özgür istem» —ya da «özgür olmayan istem»); bir sürü hayali etki («günah», «kurtuluş», «takdir», «ödek», «günahların bağışlanması»). Hayali varlıklar («tanrı», «tinler», «ruhlar») arasında bir alışveriş; hayali bir doğabilim (antroposentrik; doğal neden kavramının tam eksikliği); hayali bir psikoloji (bir sürü kendini yanlış anlama, bazı genel hoş ya da nahoş duyguların, örneğin nervus sympathicus durumlarının, dinsel – ahlaksal sapkınlıklarının simge diliyle yorumlanması, —«pişmanlık», «vicdan sızlaması», «şeytanın ayartısı», «tanrının yaklaşması»); hayali bir ereksellik («tanrının melekûtû», «kıyamet», «ebedi hayat»). —Bu saf uydurmalar dünyası ile düşler dünyası arasında da, birincisinin aleyhine, dağlar kadar fark vardır; düşler dünyası, gerçekliği tersinden de olsa yansıtır, oysa bu kurgular dünyası gerçekliği sahteleştirir, değersizleştirir, değiller. «Doğa» kavramı «tanrı»nın karşıt kavramı olarak ayarlanınca, «doğal» sözcüğü «günahkâr» anlamına gelmek zorundaydı, —bütün bu uydurmalar dünyası, köklerini, doğal olana (—gerçekliğe!—) karşı bir nefrette buluyordu, gerçek karşısında derin bir hoşnutsuzluğun dilegelişiydi… Bu da herşeyi açıklıyor. Gerçeklikten yalanlar yoluyla kaçıp kurtulmak için nedenleri olan kim? Gerçeklikten acı çeken. Ama gerçeklikten acı çekmek demek, kendisi bir bahtsız gerçeklik olmak demektir… Nahoş duyguların hoş duygulara ağır basmasıydı, bu uydurma ahlakın ve. dinin nedeni: bu ağır basma ise, decadence’in formülünü sağlar…

16.

Aynı sonuca, Hristiyan tanrı kavramının bir eleştirisi de ulaştırır. —Kendine olan inancını sürdüren bir halk, kendi öz tanrısına da sahiptir. Onda, kendisini üstte, tutan koşulları, kendi erdemlerini yüceltir,—kendinden duyduğu hoşnutluğu, güçlülük duygusunu, bunlar için müteşekkir olabileceği bir varlığa yansıtır. Zengin olan, vermek, dağıtmak ister; gururlu bir halk, kurban vermek için bir tanrıya gereksinim duyar… Din, bu koşullar altında, bir şükran biçimidir. Kişi kendisi için müteşekkirdir: bunun için bir tanrıya gereksinim duyar. —Böyle bir tanrı, yarar da zarar da verebilmeli, dost da düşman da olabilmelidir, —kişi ona iyilikte de. kötülükte de tapınır Bir tanrıyı yalnızca iyinin tanrısı olma durumuna sokan doğaya aykırı iğdişlenmişlik, burada her türlü çekiciliğini yitirirdi. Kişinin iyi olan tanrı kadar kötü olanına da gereksinimi vardır :kişi kendi varoluşunu yalnızca hoşgörüye, insancıllığa borçlu değildir ki… öfkeyi, öcü, kıskançlığı, alayı, kurnazlığı, şiddeti tanımayan bir tanrı, neye yarardı ki? Daha zafer kazanmanın ve yıkımın gerektirdiği çabalamanın baştan çıkarıcı zorluğunu bile tanımayan bir tanrı? Kişi böyle bir tanrıyı anlamazdı bile : ona niye sahip olsundu ki?—Ama tabiî: bir halk batmaktayken; geleceğe olan inancının, özgürlük umudunun hepten yitmekte olduğunu duyarken; boyuneğmek, en yararlı şey olarak, boyuneğmişin erdemleri, ayakta durmasının koşulları olarak, bilincine yerleşmekteyken, Q zaman tanrısının da değişmesi zorunludur. Şimdi bir ödlek haline gelir o da, ürkek, alçakgönüllü olur, «ruh barışı» salık verir, nefretten; uzaklaşma, hoşgörü, dostu da düşmanı da «sevme» çağrısında bulunur. Sürekli ahlaksallık dağıtmaya başlar, her özel erdemin inine girer sürüne sürüne, herkesin tanrısı haline gelir, kişiye özel hale gelir,kozmopolit olur… Eskiden bir halkı, bir halkın güçlülüğünü, bir halkın ruhunda saldırgan ve güce susamış ne varsa, onları temsil ediyordu : şimdi ise, iyi bir tanrıdan başka birşey değil… Gerçekten de, tanrıların başka seçenekleri yok: ya güç istemidirler —öyle oldukları sürece de halk tanrıları olurlar — ya da gücün güçsüzlüğüdürler —o zaman da, zorunlu olarak, iyi hale. gelirler…

Deccal
Friedrich Nietzsche

<<ÖNCESİ |  SONRASI>>

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz