Nietzsche: Ah, nasıl da mutlu oluyoruz biz bilenler, bir süre susmayı becerdiğimizde!..

Neyse ki çok geçmeden teolojik önyargıları ahlaksal önyargılardan ayırmayı öğrendim ve kötünün kaynağını dünyanın öte tarafında aramaktan vazgeçtim.

Ahlaka, dünya üzerinde şimdiye dek ahlak adına alkış tutulmuş her şeye ilişkin olması nedeniyle itiraf etmekten çekindiğim, sırf bana özgü bir endişeyle –bu endişe yaşamımda öylesine erken, davetsiz ve önüne geçilemez bir biçimde çevremle, yaşımla, örneklerimle, kökenlerimle öylesine bir zıtlık içinde baş gösterdi ki, onu “a priori”m diye adlandırsam yeridir– çok geçmeden merakım ve şüphem, iyi ve kötü’müzün kaynağının aslında neresi olduğu sorusunda durmak zorunda kalmıştı. Kötünün kaynağı sorunu gerçekten de daha on üç yaşımdayken kafamı kurcalamaya başladı: “yüreğin, yarı çocuk oyunları ve yarı Tanrı arasında bölündüğü” bir yaştayken, ilk çocukça yazınsal girişimimin, ilk felsefi yazı denememin konusu oydu –sorunun o zaman vardığım “çözüm”üne gelince, o şerefi, olması gerektiği gibi, Tanrı’ya bahşetmiş ve onu kötü’nün babası tayin etmiştim. Böyle mi buyurmuştu “a priori”m? O ahlaki olmayan, en azından ahlakçı olmayan yeni “a priori” ve bu “a priori”den seslenen, aradan geçen zaman içinde gitgide daha fazla kulak verdiğim ve yalnız kulak vermekle de kalmadığım ah! o tümüyle Kant karşıtı, gizemli “koşulsuz buyruk”… Neyse ki çok geçmeden teolojik önyargıları ahlaksal önyargılardan ayırmayı öğrendim ve kötünün kaynağını dünyanın öte tarafında aramaktan vazgeçtim. Biraz tarih ve filoloji öğrenimi ve tüm psikolojik sorunlar karşısında doğuştan gelme titiz bir duyarlılık, sorunumu kısa sürede bir başka soruna dönüştürdü: insanoğlu hangi koşullar altında yaratmıştı bu iyi ve kötü değer yargılarını? Ve bu değer yargılarının kendilerinin değeri neydi? İnsanoğlunun gelişmesini şimdiye dek engellemişler miydi, yoksa desteklemişler miydi? Bir yaşam bunalımının, yaşamın yoksullaşmasının, yozlaşmasının belirtisi miydi bunlar? Yoksa tam tersine, yaşamın varsıllığını, gücünü, istencini, gözü pekliğini, umudunu, geleceğini mi açığa vuruyorlardı? Bunun üzerine birtakım yanıtlar buldum, dönemleri, halkları, kişilerin toplumsal mevkilerini bir bir ayırdım, sorunumu ayrıntılandırdım, yanıtlar yeni sorular, araştırmalar, tahminler, olasılıklar doğurdu: ta ki sonunda, kimsenin tahmin bile edemeyeceği, bana ait bir diyar, bana ait bir toprak, gizli tutulmuş, büyüyen ve yeşeren bir dünya, adeta saklı bahçeler bulana dek… Ah, nasıl da mutlu oluyoruz biz bilenler, gereği kadar uzun bir süre susmayı becerdiğimizde!..

***

Ahlakın kökenine ilişkin hipotezlerimi yayınlamama ilk olarak, soy- kütük hipotezlerinin İngilizlere özgü ters ve sapkın bir türünü ilk kez açık seçik gözümün önüne seren, beni, tümüyle bana aykırı ve zıt oluşu ile cezbetmiş, açık seçik, temiz pak, zeki ve bilgiç bir kitapçık sebep oldu. Kitabın adı Ahlaki Duyguların Kökeni’ydi; yazarı Dr. Paul Ree, yayımlanış tarihi ise 1877. Şimdiye kadar belki de hiç böyle her bir cümlesine, her bir vargısına hayır dediğim, ama buna rağmen bıkmadan ve sabırsızlanmadan okuduğum başka bir kitap olmamıştır. Daha önce sözünü etmiş olduğum ve o zamanlar üzerinde çalıştığım yapıtta, bu kitaptaki cümlelere yeri geldiğinde ve yersiz, göndermelerde bulundum; onları çürütmek için değil –ne işim var benim çürütmelerle!– daha ziyade, yapıcı bir akla yakıştığı gibi, olası olmayanın yerine daha olası olanı, kimi zaman da bir yanılgının yerine bir başkasını koymak için. Dediğim gibi o sıralar, buradaki incelemelerin konusunu oluşturan o köken hipotezlerini ilk kez gün ışığına çıkarmıştım; ama en az kendimden gizlemek isteyeceğim şekilde acemice, özgür olmaktan henüz uzak, bu kendine özgü şeyler için kendine özgü bir söylemden henüz yoksun, birtakım geri dönüşler ve yalpalamalarla.

Friedrich Nietzsche
Ahlakın Soykütüğü

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz