Münevver’den Nâzım’a 100’ncü Mektup: Bunları anlatmak doğru değil üzüleceksin, biliyorum

Canım, işte yüzüncü mektubum. Yüz tane mektup. Bir senenin -tam bir senenin- içinde, bir seneyi devirmek gibi bir şey! Yüzüncü mektubumun çok neşeli olmasını isterdim, halbuki galiba pek neşeli olmayacak, bu gün hiç iyi değilim. Bir az yürüdüm, dolaştım, çok dokundu anlaşılan, eve dönünce uzanmağa mecbur oldum, bu mektubu da uzandığım yerde yazıyorum. Renan’da kalemimle oynamış olacak, çok kötü yazıyor, Allah sana kolaylık versin, zaten okunaklı olmayan yazımı nasıl okuyacaksın?

Evden çıkmayı kafama koydum, ev yıkılacak gibi, biliyorsun, dedim ya, içimde bu korku başladı, sonra evin içinde artık barınmamıza imkân yok, aksi gibi havalar hala soğuk gidiyor, her hafta otuz liralık odun almaya mecburum, başa çıkılır gibi değil. Yanlız evden çıkmaya karar vermek başka, münasip bir apartman bulmak başka.

Kaç gündür arıyorum, apartman var, ama dehşetli pahalı. Dün bir tane bulmuştu, hem ucuz sayılır, 180 lira, hem de şirin, çarşıya pazara pek yakın değildi, Acıbadem taraflarında, ama etrafı açıklık, yeşillik olduğu için, meğer iki üç gün evvel tutulmuş, tepemden vuruldum. Pazartesiye yine aramaya başlayacağım, Ayşe’ye gideceğim, bir iki gece orada kalacağım. Zaten ümidim kırıldı biraz, ev bulmak çok zor. İki üç oda, rahat bir mutfak, bir banyo istiyorum, öylesi çok ama pahalı. Ben de artık bu evde oturmaktan öyle bıktım ki, daha bir ay aramak icap edecekse deli olurum. Oda sıcak, ama şimdi sofaya çıkarken arkama battaniyemi aldım, öyle dolaştım, kömürlüğün kapısı sökük, penceresi kırık, sandık odasının kapısı kapanmıyor, bütün camları, çerçeveleri kırık, öyle bir sefalet ki sorma! Bunları anlatmak doğru değil, üzüleceksin, biliyorum ama o kadar sinirliyim ki bu ev derdini sana açmak ihtiyacındayım, kusura bakma. Zaten bir an evvel bir ev bulmak bu sefaletten kurtulmak lâzım. Ama bu yorgunluğumla ev aramak çok zor geliyor. Uykusuzluk yine başladı, dörtten, üçten evvel uyuduğum yok, ilaç aldım mı bir sefer bir iki saat uyuduktan sonra sabaha karşı uyanıyorum, daha kötü oluyor. Tabiî, bu da beni çok yoruyor. Bu son günlerde de boyuna misafirliğe gittim, boyuna misafir geldi, ondan da yoruldum, galiba, bu hafta Ayşeye gittim iki kere, Müzehherlere gittim, terziye indim, ev aradım, dün Semiha geldi, tam o sırada biraz yatıp uyumağa niyetlenmiştim, ne ise, o gitti, yine uzandım, bu sefer Kemal geldi, bu gün yine öğle oldu İstanbul’dan çok yorgun dönmüştüm, Mehmed’e boyalı kalemle bir albüm getirdim, oğlan resimle meşgul iken uzandım, bu sefer Hüsam geldi, şimdi de saat on, ama artık uyku filan kalmaz bu saatte, yine sabahı boylayacağız galiba. Zaten aksi gibi gündüzleri uykum var, o zaman da hiç uyku uyumanın imkânı kalmıyor. Ne ise, bırakalım bu uyku lafını senden Moskova’dan iki mektup aldım, birinden çok güzel bir resmin çıktı, telefonda, Mehmed’in resmi de karşında. Bayıldım, Memo da pek memnun oldu, yanlız bak ne dedi? “Senin resmin yok, bak” oğlan böyle şeylere çok dikkat ediyor. Seni çok iyi gördüm, sıhhatin da görünüşün gibi olsa, mektuplarında ağrı, sancı, spazm kelimelerini görmüyor muyum yüreğime bir şeyler oluyor canım. Kendine iyi bak, canım, kendini yorma, çok çalışıyorsun. Senin için o kadarı fazla. Halk türküleri ne güzel şey, şimdi radyoda Paraguay halk türkülerini veriyorlar, ne acı, ne ümit dolu türküler, lisanı İspanyolca, evet, Portekizce değil, Brezilyada Portekizce konuşulur, değil mi? Bayıldım şu Paraguay türkülerine. Sen son mektuplarımı aldın mı? Yani Viyanaya gönderdiklerimi? İyi ki son zamanlarda resim göndermedim, kaybolsaydı çok üzülürdüm.

Aman, ne üşüyorum, canım, bahar hiç gelmeyecek mi, üşümekten ne kadar bıktım, bir de yaz diye bir mevsim var, inanamıyorum, bana bir hal geldi, etrafımda herkes bu halime kızıyor. Ama öyle ne yapalım, çok ihtiyarladığımı hissediyorum, ve söylüyorum, söyledikçe de herkesten konferans dinliyorum. Sıhhatimden başka bu halimden şikayetçiyim, neşesiz, yorgun, berbat bir şey oldum. Ne ise Fransızca gazeteler aldım, okudum, Çehov’un “Ağustos- böceği’ni film yapmışlar, Pariste oynuyor şimdi, bütün gazeteler dehşetle methediyor. Bu akşam da bir havadis verdiler radyoda, irene Joliot Curie ölmüş, tanıdığım imiş gibi üzüldüm, daha gençti, lösemiden ölmüş, sebep de radyom araştırmaları dediler. Kaç sene evvel daha pek gençtim, “Marie Curie” kitabını okumuştum, o kitap aklıma geldi, bir de Ludwigin bir kitabında Madam Küriden bahseder, iki Yunan heykeli gibi iki genç kız, genç kız da değil ya, iki kız çocuğundan bahseder. Çocuklardan biri İrene Curie. O çocuğun bu gün lösemiden ölmüş olması bana çok dokundu, müemmet bir şahsiyet, bir ilim adamı değil yanlız ölen, o küçük çocuk. Ne tuhaf, irene Joliot Curie için ağladım bu akşam, asabım büsbütün bozuldu. Çok, ama çok acıdım. Kendisine öleceği zaman, Türkiye’de hiç tanımadığı bir kadının ağlayacağını deselerdi, şaşardı halbuki. Kocasını düşündüm, adresini bilmem. Bu akşam, gazetelerden birinde Fransız yazarı Paul Liautaud hakkında uzun bir yazı okudum, o da yeni öldü, çok yaşlı idi. Üstelik de egoist, sinik, kalpsiz, cenabet bir herifti. Ama o yazıda nedense bana bir şey dokundu, herif her şeyle alay etmiş ömrü boyunca, hiç bir şeye inanmamış, kedilerinden, köpeklerinden başka hiç bir şeyi, hiç kimseyi sevmemiş, yani dedim ya en ufak sevimli tarafı yok, fakat ölmeden bir kaç gün evvel bir mülakat vermiş, bütün alaylarına rağmen korkunç bir müthiş bir ölüm korkusu seziliyor, resmi de var, büyük annemizi erkek yap, tepesine bir takke koy, işte Leautaud, zayıf, iskelet gibi bir ihtiyar, büyük anneme benzediği için belki acıdım. Dehşetli bir yalnızlık içinde bir ihtiyar sıska, insanın acıması geliyor değil mi? Elbet, aynı acıma değil, irene Curie’nin ölümüne acırken çocuklarını, kocasını düşünüyor insan, ama daha çok dünyaya acıyor, büyük bir insan öldü diye. Halbuki Leautaud’nun kendisine, yalnızlığına, bedbahtlığına acıdım. Sana bir müjdem var. Tembel oğlun okumayı öğreniyor, bir haftadır uğraşıyorum, ama iyi netice verdi. Epey söktü, kerata. Bak, neleri okuyor, sana kitabındaki öğrendiği kelimeleri yazayım: oku, okul, koş, okula koş, tut, yat, top, al, at, bu, kitap, kalem, topu al, topu tut, çanta; fena değil, değil mi? Oğlan derse pek bayılmıyor, ama her gün onu zorla oturtup okutuyorum, bazan ensesine bir tokat yediği de oluyor, doğrusu, ama okuduğunu duymak nasıl bir zevk, sana anlatamam! Okumayı adamakıllı sökünce Vâla amcası ona bir hediye alacak, oğlan lastikten büyük bir ördek istedi, denizde üzerine binip oynayacakmış. Müzehher bir yelkenli, dedesi de muazzam bir itfaiye arabası alacak. Aklı eriyor, keratanın, ama harflere harf diye bakmıyor bir takım şeylere benzeyen desenler diye bakıyor, dikkati da dağılıyor, mesela L borulu bir soba imiş, S şişko, ufacık kuyruklu bir tavşan, A bir evmiş, T bir keser, B göbekli bir adam, daha neler var, unuttum, ama o öyle şeyler söyledikçe hem sinirleniyorum, hem de kendimi tutamıyorum, gülüyorum. Çok şirin bir çocuk, tembel olacak diye ödüm kopuyor, hep ona iş yaptırtmak istiyorum, ama beş yaşında bir erkek çocuğunun yapacağı işler de pek mahdut, ne ise, bu okuma imdadıma yetişti, öğrenecek artık, belli, fakat uğraşmam lâzım, benim gibi kendi kendine okumayı öğrenmeye hiç niyeti yok. Bu sabah uyanınca ilk lâfı: “İnsan hasta olunca ders yapmaz, değil mi?” demek oldu. Ben de boş bulundum, evet, dedim. Bunun üzerine yüzü güldü, “nezlem var” dedi, bu gece hiç iyi “nesef alamadım.” (nefes diyemez, nesef der) Baktım, hakikaten biraz nezle. Bu sefer “yataktan kalkmak yok, akşama kadar yat, hastasın madem.” İnad etti, sesini çıkarmadı, yattı. Ama yine akşam üstü ders yaptık, çok kızdı, ama “ders yaptı” ^Ders yapmak da onun tabiri.) Mektubum uzadıkça uzamış, farkında değilim. Sen bana çabuk yaz canım. Kendine iyi bak. Beni unutma. Sık sık mektub yaz. Bu günlerde ev bulsam ne kadar sevineceğim. Sana hemen yeni adresimi bildiririm. Ama sen yine şimdilik buraya, yani eve yaz. Taşınsam bile gelip buraya bakarım, mektub gelip gelmediğini anlarım. Zaten, adres değişince postaya, yani postahaneye haber vermek kâfi, galiba. Güzel geceler, bir tanem. Seni kucaklar, gözlerinden hasretle öperim, canım. Beni unutma. Çabuk yaz.

Karın Münevver


Münevver Andaç ( Nazım Hikmet’in eşi, çevirmen )
Hukuk Fakültesi mezunu Münevver Andaç, Elektrik İdaresi Genel Müdürlük (İETT)kaleminde memur olarak çalışır. İşe başladığında bekar olan Münevver 12 Kasım 1940’ta 100 lira aylıkla alır. Paşakapısı Cezaevi`nde yatan Nazım`ı daha sık ziyaret etmek için İETT`den 11 Kasım 1941’de ayrılır.
Nazım Hikmet`in dayısının kızı olan Münevver Andaç, kocasından ayrılarak 1950 senesinde  şairin dördüncü eşi olur.
Fransızca ve İngilizce bilen Andaç Göztepe Kız Ortaokulu Fransızca yardımcı öğretmenliği yapar. 1951`de oğulları Memet dünyaya gelir. Nazım`ın ülkeyi terk etmesinden sonra oğlunu da yanına alarak Fransa`ya yerleşir.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz