“Masumiyetini çoktan yitirmiş bir çağda yaşıyoruz…” Azra ve Şehir – Josef Kılçıksız

Suda bir damla mürekkep gibi dağılıp giden mutluluğun hiçbir yerdeliğiyle, bu şehirde yalan, rafine edilmiş ve tortusuzdur. Şehir ölümcül bir orgi yaşıyor Azra, bu aşk, bu serzeniş, bu tükeniş bozuk sevgilim.

Hayat denen dramanın görkemine yakışan bir sona ulaşıyoruz azra. Gölgelerimiz çoktan terkettiler bizi.
Bu şehirde zararlı hayatlar ve sızmış zamanlar peşindeyim.
Uyuyan geceye perdelerini indirmiş bir sinemanın ışıkları yanıyor aniden. Birbirinden uzaklaşıp kendi yollarına giden iki insanın yitik hayatlarını anlatıyor bu film.
Her film bittiğinde tevekkülle ölüme yatar şehir ve tüm mevzuatıyla, usulca yürürlüğe girer ıssızlık.
Pencerelerinde çiçeksiz saksılarıyla evleri, bu şehri, yapıların sokak dna’sı üstünde kromozomlar gibi dizildiği çürümye başlayan bir organizma olarak düşün.
Rençberin sessiz bilgisiyle katledilmiş çokça atları var bu şehrin, burada ne çok yıldızsız güz geceleri, ne çok holokost ve polonya var Azra, bilir misin?
Tanrıların tepinmesine tanıklık etmiş bir hali var bu kentin. Kentlerin yükseliş ve düşüş hikayelerinde anlatılan kokunç bir sessizlik kaplamış ortalığı. Şehir her defasında, terkedilmiş bir mezbahada, kokuşmuş etlerin arasında uyanmak duygusunu veriyor bana.
Ben bu şehrin dirisinden değil ölüsünden irkiliyorum, Azra, ah ölüm ne kadar da parlak görünüyorsun alacakaranlığında.
Eğer bir gün yolun bu şehre düşerse,
Dostoyevski kahramanlarından verem kapmış olmak pahasına yalnızlığı seçmiş ve başını yerden kaldırmayan o adamla mutlaka konuş, ama onunla konuşmadan önce, büyük dertlerin terbiyesinden geçmiş bir ermişle yüzyüze geldiğini hatırla lütfen.
İnanır mısın, ıssızlık duygusunu başka kimsede görmedim, bu adamda gördüğüm kadar. İnsanın aklıyla ulaşabileceği en yüksek idrak noktasının, kendi acziyeti olduğunu keşfetmiş bir adam bu.
Hayata peşinen atfedilen yüceliğin, onun basit bir misafirlik olduğu gerçeğini gizlediğini idrak etmiş bir adamın varoluş felsefesi, anlatmak istediğim;
Yalnızlığın ayazında gömleğinin açık düğmeleriyle, soğuk ve sıcak arasında bir zıtlığın bir yaşam şekliyle vurgulanmasından çok, yaşamayı ciddiye almamanın, çok gürültülü ve bağrışlı bir akıntıya karşı yüzmenin timsali.
Kaderini seven ve onun ne yana seğirttiğini fark eden ermiş insanın tutumu adeta,
Çünkü o bilmektedir ki, insan kendi zorluğuna, kederine ve kışkaçlarına doğar.
Çünkü o bilmektedir ki, masumiyetini çoktan yitirmiş bir çağda yaşıyoruz azra. Hayatı içeriksiz ve anlamsız bulduğun halde bazen sırf yaşıyormuşsun gibi yapma zorunluluğundan, senin de birisine selam verdiğin, hatta ciddi bir edayla bazı konular üzerinde uzun söylevler çektiğin olmadı mı hiç?
Bir ikna ve gürültü cumhuriyetinde yaşıyoruz, herkes yüksek sesle birbirini bir şeye inandırma ve ikna etme peşinde.
Fakat ayrılık gürültünün olduğu yerde başlar Azra. Görüyorum işte, içinde hâla debelenip durduğumuz, debisi yüksek bir nehir ayırıyor bizi, ama sen yine de kalpten kalbe köprüler kur, zira yakalar birleşmek ister.
Bilirsin belki, pencere bir ayraçtır, kafka’nın dünyasında; o aynı anda hem dış dünyaya girişi yasaklayan bir engel, hem de ileriki zamanda belirsiz bir katılıma dair bir umut ve olasılık olduğu duygusunu uyandıran bir geçit.
Bizi kafkavari pencereler ve dar geçitler ayırıyor; bizi kırağının camı kadar ince bir pencere pervazının dibindeki bu ıssız adamlar ayırmakta. Sahi tanrıların da pencereleri var mıdır, Azra?
Gece çöktü şehrin üzerine, gece her şeyi değiştirip çözer ve yeniden birleştirir, bilirsin. Şimdi siyahtan her renk karanlık, sadece zevahiri kurtarmak için bu yıldızlar. Ayrılık, şairi yalanlamaktır, azra, ayrılık siyah denen renktir ve geceye hakarettir, fazla uzatmak istemem, gerisini biliyorsun zaten.
Bir çok insan kafasında seslerle yaşar, bazen konuşmak yorar insanı, bazen susmakla varılır hayatın sırrına.
Şehrin altında tuhaf bir sukunetle bilgeliğe bürünmüş konuşkan hortlaklar ziyaret ediyor beni her gece.
Herkes bana semtin delisi gözüyle bakıyor. Bana anlamsız sunular getiriyorlar Azra, söyle onlara, artık getirmesinler, buhur kokusundan iğreniyorum artık.
Seni bütün cihandan saklayıp sakınmanın bir korkusu olduğunu bilmeliydim. Sana sensiz bir odanın sahrasını nasıl anlatsam, nasıl anlatsam ki, basınçtan bir elmas yalnızlığına devinen sensiz akşamların boşluğunu.
Gittiğinden beri, ruhuma acı şarkılar söyleten serin esinti bir türlü dinmek bilmiyor Azra, çok üşüyorum.
Her üşüdüğümde resmine bakıyorum ama gözlerinin içine bakmaktan korkuyorum, çünkü aramızda bin ışık yılı ve utançlarımız var.
Tepinen ve kıyametleri koparan hayvanlarla dolu nuh’un teknesinden bir beyaz güvercin gelmişçesine, dün mektubun ulaştı elime. Yüreğiyle konuşup gözleriyle susan, her tavrında vakar ve anlamlı suskular gizlenmiş o adamı unutmadığın için çok teşekkür ederim.
Sözcüklerin, yalnızlığın büyüsünü bozarak içimdeki kızgın demire dokunan su damlacıkları serinliğindeydiler, mektubunu okurken güneş yine alevlendi içimde, beni tekrar hayata bağlamasını umduğum sıcak ileti tam da bu Azra.
“ömrümün geri kalan kısmını seninle geçirmek istiyorum”, diye yazmışsın. Zaman algısı yitmiş bir adam için çok iddialı cümleler bunlar. Zira burada zaman farkına varabildiğim kadar, lakin sen yokken hiç bir şeyin farkına varamıyorum artık. Ejderha şehirde zamanın hukukundan sıyrılmış bir şekilde yaşıyorum, tabii buna yaşamak denirse.
Mektubunu okurken düğüm düğüm ilerledim cümlelerinde, zira ten ve ruh birleşmek ister, iki yarayı da sardı kelimelerin.
“bekle beni”, diyorsun, ama yüzlerimiz ve kalbim, sararmış fotoğraflar kadar kısa ömürlü Azra.
Bir trenin uzun bir geçitten geçip gitmesini beklemek gibi, anın geçmesini bekliyorum, kalbimin ezberlediği bir bekleyiş bu, umarsız ve nedensiz.
Yeşil çiçek zarfı bir bademin dış kabuğu kadar serttir, değil mi, sanki ondaki güç, içimdeki kırmızının yeşil zarfı yırtıp bir başka baharda görünme isteğidir.
Birazdan mektubun da biter, tuzlu bir denizin tatlı sularımı tehdit ederek içime yürümesi gibi, sessizliğin yürür içime. Birden hırçınlaşıyorum, vecd ile Wagner tepiniyor ruhumda.
Birinin solgun bir gülden kaptığı verem, öbürünün hiçlikten aldığı şizofreni ve “sadece ellerimi tut üşüyorum”, diyen o adamın sızısı, aslında aynı keskin kılıcın etrafını yalarken boynumuzda açtığı ince kan yoludur Azra, bizi görünmez iplerle birbirimze bağlayan ortak yazgıdır.
Bilirim, tüm balolar maskelidir, yeni maske ve kostümlerle ayrı ayrı saatlere yol alırken hiç olmadığımız kadar kendimiz ve kendimiz olamadığımız kadar başkası, hayatın panayırına katılıyoruz.
Suda bir damla mürekkep gibi dağılıp giden mutluluğun hiçbir yerdeliğiyle, bu şehirde yalan, rafine edilmiş ve tortusuzdur.
Şehir ölümcül bir orgi yaşıyor Azra, bu aşk, bu serzeniş, bu tükeniş bozuk sevgilim.
Bir gün bir tel kopar bu sahte ahenk kesilir demiştim.
Koyu karanlığın mevsimindeyiz ve orada ruhlarımız çıplak. Buraları her defasında bana dilsiz uzaklığını hatırlatır, çok bahtsız kaldık bu şehirde, çok şiirsiz ve harfsiz.
Biz farklı kökenlerden benzer mahzunluklara mahkum iki insandık Azra, bir ulus-devletin sınırlarına sığmayan.
Zira aşk, kozmopolitan tavrıyla ulus-devlete bir meydan okumadır, ulus-devletler bu nedenle aşk hikâyeleri anlatılmasından hoşlanmazlar, çünkü tüm aşk hikâyeleri bir bakıma onların sınırlarının ihlâline dairdir.
Her neyse, şehir sevmez böyle yakarışları, biliyorum, ama olsun, sarılalım Azra, sarılalım ne olur, ne kadar zamansız o kadar özlem kırmızısı sarılalım, lütfen vazgeçme, dene bağışlamayı, bütün yaptıklarımızı eşitle ve affet, zor olduğunu biliyorum ama bunu yapmalısın.
Zira bunu başarırsan ölümün bana sırlanır…

Josef kılçıksız
istanbul, Eylül 1998

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz