Masalların Gerçekliği ve Karıncalaşan Ağustos Böcekleri

Masallar, çocukluğumuzdan beri bizleri hayat karşısında şekillendirmiştir. Fransızcada “fabl” olarak tanımlanan bu sözlü halk edebiyatı türü, bizim dilimize Arapçanın “mesel” kelimesinden gelmiştir. Mesel kelimesi: örnek, benzer; kendinden çok altındaki anlam kastedilen manalı, dokunaklı söz; terbiye ve ahlak için yararlı hikayedir. Bu kelimeden türeyen “mesela” ve “mesele” sözcüklerini de düşündüğümüzde ciddi bir derinlik karşımıza çıkmaktadır. Mesel kelimesinin içerdiği anlamların her biri bizi ister istemez, gerek çok tanrılı dönemlere ait, gerek ise tek tanrılı dönemlere ait öğretilerin oluşumundaki mantığa götürmektedir. Mesela, Uzakdoğu öğretilerindeki “sutra” kelimesi de aynı anlama gelmektedir.

Mesellerin ortaya çıkışı doğrudan doğruya hayatın içinden ve yaşanan olaylardan şekillenmiştir. Yaşanan olayların yarattığı meselelere getirilen çözümler, zaman içinde sözlü halk edebiyatı türüne dönüşmüştür. Bu tarz anlatım kutsal kitaplara kadar yansımıştır. Temelde meseller, toplumsal yaşayışı düzenlemede, bireyin yaşam koşullarını bütüne uygulayabilmesi için ona yol gösteren nitelikler taşır. Yani öğreticidir. Ancak, hayatın akışı içinde karşılaşılan meselelere yeni çözümler için sürekli değişim ve dönüşümün kıskacından da kurtulamazlar.

Bütün dinlerin ve felsefi öğretilerin toplumlarla ilişki kurmasına yarar sağlayan bu tür, binlerce yıllık sözlü anlatımları içeren sanat dallarına da yansımıştır. Sadece avını avlamak için, eğlenmek için ya da duygulanımlarını ifade etmek için dans eden ve şarkı söyleyen insanın, zamanla müziğine ve dansına meselleri dahil edişi, bireyin toplumsal yaşayışa katılımını hızlandırmıştır. İnsanileşme sürecini hızlandıran bu gelişme, dikkat edecek olursak, toplumların çöküş içine girdiği dönemlerde mesel mantığının kovulmasıyla sonuçlanır. Bu çöküş, yeniden sanatta salt eğlenceye dönük bir yöneliş alır.

Binlerce yıllık birikimi günümüze kadar getiren meseller, çok ciddi bilimsel veriler taşımaktadırlar. Hatta bilimin katettiği yolları topluma ifade edebilme özelliğini de göstermiştir bu tarz. Yüzyıllar boyu halkların eğlencesi haline gelmiş olan sanatın, saygın bir yere sahip olabilmesinde mesellerin önemli bir payı vardır. Ünlü tiyatro ustası Bertolt Brecht tüm kuramını mesel mantığı içinde oluşturmuştur. Çin’in felsefi öğretilerini inceleyen Brecht, dayanmak istediği ahlak felsefesini ve toplumsal değerler dizgesini, Mohizm’den esinlenerek ortaya çıkarmıştır. Hatta Mohizm akımının kurucusu olan Me – Ti’nin (diğer isimleriyle Mo – Tse ya da Mo – Di) bıraktığı birikimden esinlenerek yorumladığı eseri “Me – Ti’nin Özdeyişler” adlı eseri tam anlamıyla bir meseller örneğidir. Tümüyle uygulamaya yönelik olan Me – Ti’nin felsefesinin, dogmatizmden uzak oluşu Brecht’i fazlasıyla etkilemiştir. Çünkü bu felsefe, toplumsal pratiğin içinden çıkan gerçekliklerdir. Bu gerçekliklerden edinilen deneyim, sonuçlara, yani hakikate ulaşma çabasında tümüyle diyalektik yönteme dayanır.

Biraz önce sonuçlardan sözettik; aslında sonuçlar, mesellerdir, yani meseleler ve meselalardır. Böylelikle yeni hareket noktalarını oluştururlar. Brecht’in kendi kaleminden bir örnek verelim:

“KAFA İŞÇİLERİ ÜZERİNE
Kafa işçileri, kafalarının çalışmasıyla karınlarını doyurmaya bakarlar. Zamanımızda ise çoğunluk için zararlı şeyler düşündüklerinde, kafalarıyla daha iyi beslenebiliyorlar. Bundan ötürü Me-ti, onlar için şöyle der: Çabaları karşısında kaygı duyuyorum.

AKILLI KAFALARIN APTALCA KULLANILMASI
Yazar Fe-hu-wang, Me-ti’ye şöyle dedi: Kafalarıyla çalışanlar, sizin savaşımınıza uzak duruyorlar. En akıllı kafalar görüşlerinizi yanlış diye nitelendiriyorlar. Me-ti, şöyle karşılık verdi: Akıllı kafalar, gerek iktidardakiler, gerekse o kafaların sahipleri tarafından çok aptalca ve sürekli olması düşünülemeyecek savları ve kurumları desteklemeleri amacıyla kiralanır. En akıllı kafalar, gerçeğin bilinebilmesi için değil, gerçekten uzak olandan nasıl yararlar sağlanabileceğinin anlaşılması için çaba harcarlar. İstedikleri, kafalarından değil, midelerinden alkış toplamaktır.

KAFA İŞÇİLERİNİN DÜŞMANLIĞI (ANTİTEZ OLARAK)
Kafa işçileri neden köklü değişimlerden yana değildir? diye sordu Fe-hu-wang. Me-ti, şöyle dedi: Çünkü onlar köklü değişimleri kafalarının bakış açısından değil, mideleri açısından görüyorlar. Onlardan erzak depolarımızı ve bilgi dağarcığımızı doldurmalarını istediğimiz takdirde, başlıca uğraşları olan midelerini doldurmaktan geri kalabileceklerinden korkuyorlar. Birinin zorunlu olarak ötekini önlediğini düşünüyorlar. Yokluğa yol açan bir sistem içerisinde yaşıyorlar, kendileri yokluk yaratıp, bir yandan da ondan korkuyorlar. İyi yaşayabilenlerin sayılarının az olduğunu görüyorlar, ama bu iyi yaşam biçiminin ancak şimdiki kötü sistem içerisinde, çoğunluğun kötü yaşamasından ileri gelebildiğini bilmiyorlar. Bu sisteme doğal ve kaçınılmaz bir sistem gözüyle bakıyorlar. Şöyle diyorlar: Çiçek, şimdi olduğundan başkaca türlü açabilir mi? Çiçek açmanın ardından yemişin, çiçek açma kadar doğal olan bir başka olgunun geldiğini ise unutuyorlar.”(1)

Brecht’in tiyatro kuramı da bu temel üzerinden şekillenir. Meseller mantığı, Brecht’in tiyatrosunda epizodlara dönüşür. Tiyatro metnindeki sonuçlar birbirileriyle ilişkili bir toplama yönelir. Ancak bu toplam kesinlikle bir kıstas değildir. Bu yöntemin en önemli yanlarından biri ise göstermeci niteliğidir. Dinsel törenlerden günümüze kadar gelen göstermecilik, Brecht’in tiyatrosunda, tekrardan karşımıza psikolojik-olan, bilinçaltı ve metafizik-olanla değil; akılsal-olan, bilinçli-olan ve tarihsel-olanla çıkar. Akıl, bilinç ve tarihselleştirme, kesinlikle didaktiklik algılamasını çağrıştırmamalıdır. Meselin tiyatroya soktuğu akıl, bilinç ve tarihselleştirme, eğlenceyi dışlamaz. Tam tersine eğlence kavramını bütün bunların bir toplamı olarak tarif eder. Eğlence kavramını yeni bir temele oturturken, aslında, diyalektik hazzın insan üzerindeki etkilerinden sözetmektedir. Diyalektik haz yüce ya da alçak diye bir ayrımla da ele alınmamalıdır. Diyalektik hazzın güçlü veya zayıf olabileceğinden sözeden bir ayrım mümkündür. Ancak bu kuram, uygulamada istisnalar hariç hep zayıf bir haz olarak karşımıza çıkmıştır. Bilimin moda olduğu dönemlerde, didaktik bir uygulamayla soğuk, itici ve sıkıcı örneklemeler karşımıza çıkarken; bilimin yükselen değer olmadığı, çöküş (dekadans) dönemlerinde ise -günümüzde olduğu gibi- , göstermecilik ve eğlencenin uğruna ya karikatürün tiyatrolaşmasıyla ya da tiyatronun karikatürleşmesiyle sonuçlanmıştır.

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi masal kelimesi, meselden gelmiştir. Ama, meselden gelen masal kelimesi çok farklı anlamları ifade etmektedir. Genellikle olağanüstü kahramanlara ve maceralara yer verilen, konusu hayali, kulaktan kulağa anlatılarak geçen halk hikayesi olarak tanımlanan masal; öğüt verici bir ahlak dersi çıkarılan ve alegorik oluşuyla da ele alınmalıdır. Halkımız arasında ise masalın algılanışı ise şöyledir: masal gibi olmayacak şekilde; boş, yalan sözlerle karşısındakini oyalamaya veya kandırmaya çalışmak. Tabiatüstü güçlere yer veren veya gerçekçi, destansı veya alaylı bir anlatım diline sahip olan masalın, çağdaş sanata da yansıması olmuştur. Çağdaş sanat içinde tabiatüstü grotesk anlatımlarla çok ciddi meseleleri bile ele almaya yardımcı olmuştur. Çağdaş sanatta kullanılan bu formun en cazip yönü tabiatüstü bir anlatıma izin vermesidir. Mesela Voltaire, masalı felsefi propagandaya uyarlamıştır. Vurguladığımız bu noktaya verebileceğimiz en çarpıcı örnek ise; Kafka’nın “Dönüşüm” adlı romanındaki Gregor Samsa’nın bir sabah kalktığında kendini hamam böceği olarak bulmasıdır.

Masal türünün yaratıcısının kesin olarak bilinememesine rağmen, yazılı tarihin bize gösterdiklerinden anladığımız kadarıyla, belki de kendi doğrudan doğruya hiç bir şey yazmamış olduğu halde VI. yy.da yaşamış olan Aisopos’un bir sürü hayvan masalı elden dolaşmıştır. M. Ö. 300 yılında Phaleron’lu Demetrios’un ilk olarak yayınladığı bu masalları, denildiğine göre Sokrates vakit öldürmek için hapishanede manzum olarak düzenlemeye çalışmıştır. Bugün elimizde Aisopos’a mal edilen 358 mensur masal vardır. M. S. II. yy.ın sonlarına doğru Babrias bu masalları şiir şekline sokmuştur. Ortaçağ’da İgnatius Magister’in rubaileriyle tanınan bu zarif ve duru eserin bir kısmı 1843’te Aynaroz’da bulunmuştur.

Masalı ayrı bir tür olarak ele alan Augentius’un azatlı kölesi Thaedrus’un yazdıkları çok dikkat çekicidir. Arsopos’u taklit ederek iambos mısralarıyla yazdığı beş kitap tutarındaki masalları, üslubun arılığı ve kesinliği, tonunun değişikliğiyle bir ahlakçıdan çok titiz bir aydının eserlerini yansıtmaktadır. Madem titizlik vurgusu yapmışken ve masalların biçimdeki grotesk anlatımlarının dışında içerdikleri kabalaştırmalara değinelim biraz. Bizim ülkemizde masal dendiği zaman ilk akla gelenler La Fontain’in derlemeleridir. Aisopos’dan itibaren biriken masalları derleyen La Fontain, üç kitaptan oluşan tam oniki masal derlemesi yapmıştır. Bu derlemelerden ilki “Ağustos Böceği ile Karınca” adlı masaldır. Bu masalda ağustos böceğinin aylaklığı vurgulanırken, karıncanın çalışkanlığı öne çıkarılır. Çocuklara karınca idealinin önemi anlatılmak istenir. Nazım Hikmet’in bir çok masalda ortaya konulan kabalaştırmalara değinerek yazdığı kısa mesellerinden ve özellikle de “Ağustos Böceği ile Karınca” masalına ilişkin olanından bir örnek verelim:

“Ağustos böceği artisttir (sanatçıdır). Bütün bir yaz, sıcak sarı kırları, ılık yıldızlı geceleri sevinçli türküsüyle doldurur. Kırlarda çalışanlar, yıldızların altında yorgunluk çıkaranlar onun aydınlık sesinden tad duyarlar.

Ağustos böceği artisttir. Şarkısını söylemek için soluk tüketir; yüreciğini parça parça, ışıklı damlalar gibi ses biçimine sokarak havalara dağıtır. Yorulur. Didinir. Yalnız kendisi için değil, bütün bir kendini dinleyenler için. O, bu işe, başkaları için türkü söylemeğe öyle alışmıştır ki, kendini düşünmez. Bütün bir yaz, kendi özel yaşamını bir kerecik olsun aklına getirmez.

Kara kış gelmiştir. Ağustos böceği aç. Ağustos böceği donuyor soğuktan. Gider, karıncanın kapısını çalar.

Karınca, bütün bir yaz yalnız kendini, yalnız özünü düşünerek kışlık yiyeceğini düzmüş, ambarlarını doldurmuştur. Şimdi buğday çuvalları arasında, burnu kaf dağında oturmaktadır. Bütün bir yaz, taneleri birbiri peşinden kendi evine sürüklerken, ağustos böceğinin, türkülerinden hız aldığını, o türkülerle yazın güzelliğini bir parçacık olsun anlıyabildiğini çoktan unutmuştur. Şimdi, kapısını çalan ağustos böceğini, üstüne üstlük, kendi aklınca bir de alay ederek kovar.

Ben bu masaldaki karıncadan tiksinirim, iğrenirim. Ağustos böceğine gelince; ona bütün bir yaz kendini, özünü düşünmeden, türkü çağırdığı için değil; hayır, bu onun en güzel, en kahraman yanıdır; hayır, ben ağustos böceğine, gidip karıncanın kapısını çalacak kadar budalalaştığı, en sonunda yüreğinin gücünü böylece kaybettiği için kızarım.”(2)

La Fontain’in derlediği masaldaki temel ahlaka ve verdiği öğüte farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor Nazım usta. “Ağustos Böceği ile Karınca” karşıtlığını kesin çizgilerle veren masalda, sanki günümüzün sanayileşmiş toplumlarındaki insanın ücretli kölelik düzeninde varolabilme koşulları vurgulanmak istenmektedir. Ağustos böceğinin durumunu hiçe sayan masalın bu tezine karşılık olarak, Nazım ustanın itirazı, günümüzde sanatın endüstrileşmiş ve pazarın mitleşmiş kurallarından habersiz olarak ortaya konmuştur. Günümüzde eğlence sektörünün gizli kodları, karıncalaşan ağustos böcekleridir. İhtiyaç olmaksızın salt eğlenceye yönelik üretimler, zanaat olmaktan da çıkmıştır. Çünkü, sanayileşme zaten manifaktürü ortadan kaldırmıştır. İhtiyaç fazlası üretim ve ihtiyaç fazlası tüketimle somutlanan pazar mantığı, karınca ve ağustos böceği masalındaki meselin koşullarını tersine çevirmiştir. Karıncalar, bir ambar dolusu yiyecek ve lüks içinde oturan ağustos böceklerinin kapılarını çalma aşamasına gelmiştir. Bugün ülkemizde yapılan sözde “Star” yarışmalarına girebilmek için oluşturulan kuyruklar adeta ucuz ekmek kuyruklarına girmiş karıncalar düzenini andırmaktadır. Beyaz yakalı, mavi yakalı ve hatta köylülerimizin durumu malumdur. Malumdur, ki o sözünü ettiğimiz kuyruklarda onlara fazlasıyla rastlayabilirsiniz.

Görüldüğü gibi, akış içinde elde patlayan bombalara benzeyen kıstasların anti-tezleri tarih tarafından masalları bile masal olmaktan çıkarıyor. Masalları masal olmaktan çıkaran ve bir depresyona götüren karıncalaşma travmasının en belirgin örneği Kafka’nın Gregor Samsa karakteridir. “Kafka’nın “Dönüşüm”ünde, Gregor Samsa, bir sabah uyandığında kendini kocaman bir böceğe dönüşmüş olarak bulur. Geçirdiği dönüşüme kendisinin ve çevresinin tepkilerini görürüz. Gregor Samsa, kendisini ailesine adamıştır… ücretlidir… Her sabah erkenden kalkar ve kalkabilmek için başucunda çalar saat bulundurur.

Kafka’nın bu sunuşunu, kaba gülünçlüklerle, tuhaf ve olmayacak şakalaşmalardan yararlanan, karşıt görüntüleri, bağdaşmaz durumları şaşırtıcı biçimde birleştiren, söylemek istediğini akla karşı, akla aykırı yadırgatmalarla verdiği yolundaki yorumların doğruluk payı vardır. Ancak, Kafka’nın arka planında; çok kolay para kazanan ve bir bakışıyla etrafındakileri titreten babasına, en ufak bir yabancılık duymadan tektip elbiseleriyle okullarına koşan çocuklara, babasının karşısında sürekli ezik yaşayan ve buna katlanan annesine, bütün gün ağır koşullar altında çalıştıktan sonra evlerine memnun dönen insanlara, çok kolay sevip ayrılan kadın ve erkeklere, kollarını bacaklarını makinelere kaptıran, ama bu durumlarını olağan gören emekçilere, tekelciliği, tekelciliğin tükettiği libarel döneme, polis örgütü olarak ezen komplocular güruhuna, erk söylemiyle gelişen açık gasplara, tutuklamaların baskın, mahkemelerin bir şiddet eylemi olmasına, sanayileşmeye ve emperyalist paylaşım savaşlarına dair görüntüler vardır.”(3)

Ağustos Böceği mi, karınca mı? Buyurun tarafınızı belirleyin. Ancak diyalektiğin yasaları buna izin vermiyor değil mi? Ağustos böceği ile karıncanın sentezini önersem, deminden beri anlatmaya çalıştığım anti-tezi yadsımış olacağım. Zaten tarihin akışı bir sel felaketi gibi ezmiş geçmiş bu gerçekliği. Artık kır hayatının masalları, günümüzde bizlere mesel bile olamıyorlar. Üretim-tüketim modeline sıkıştırılmış hayatlarımız, pazarın yarattığı mitlerin kutsallığına tapınmayı öneren çok tanrılı bir düzeni andırıyor.

Şimdi eminim soruyorsunuzdur: “peki biz çocuklarımıza hangi masalları anlatacağız”. Özlediğiniz dünyayı, hayalgücünüzü kullanarak kurgulayıp anlatabilirsiniz. Anlatmak istediğiniz meseli, “mesela” diyerek kurgulamak çok da zor olmasa gerek. Ama eski kıstaslarla donatılmış bir masallar manzumesini çocuğunuz yutmayacaktır. “Bana masal okumayın” derse hiç de şaşırmayın. Ancak, sakın ha, masalınızda Avrupa Birliği’ne girmiş Türkiye’nin kurtarılmışlığı tezi olmasın. Bunu çocuk gerçekten yutmaz. Avrupa’da zaten bu sinema teknolojisinin bir ürünü olarak, raflarda korku filmleri bölümünde satılmaktadır. Ve herkes korkmak için gidip satın almaktadır. Özlediğiniz dünyayı anlatırken çocuğunuzu şaşırtın ama, kesinlikle korkutmayın!

Mesele Gregor Samsa; Mesela Ağustos Böceği -Yiğit Tuncay
NOTLAR
(1) Bertolt Brecht Me – Ti’nin Özdeyişler Kitabı, Alan Yay., Aralık – 1982.
(2) Nazım Hikmet, Yel Üfürdü Su Götürdü – Yazılar, Hazırlayan: Asım Bezirci, Cem Yayınevi, 1976, İst.
(3) Yiğit Tuncay, “Düş Görenlerin Gerçekliği”, bknz: http://www.halksahnesi.org/yazilar/dus/dus.htm

2 Yorumlar

  1. Masallar ile ilgili yazı internet dışında bir yerde yayınlandı mı? masalların tarihi ile ilgili bölümler için kaynakça gösterebilir misiniz?

    cvp:
    Bilmiyoruz. Masalların tarihi ile ilgili bölümler için kaynakça gösteremeyiz:) Ancak yazarın kendisine ulaşıp bu konuda yardım talep edebilirsiniz.

  2. bu siteyi çok begendim acaba üye olabilirmiyim

    Cvp:
    Teşekkürler
    evet sol üst taraftan mail adresinizi girerek üye ol butonuna basarak üye olabilirsiniz

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz