Leyla Erbil: Tezer Özlü’nün bana son sözü, “Üzülme!” oldu

Tezer’le asıl dostluğumuz o, Erden Kıral’la evlendikten sonra, genç bir kadın olduğunda derinleşti. Kızı Deniz’in doğumundan (1973) sonra, bizim de Arnavutköy’e taşınmamızla her an birbirimizi görme fırsatı doğdu.

Dostluğumuza, Hastalığa ve Ölüm Meleğine Dair

Tezer’i tanıdığımda, o henüz kırmızı ekose etekli on üç, on dört yaşlarında bir çocuk. Ablası Sezer (Duru) ile birlikte, ağabeyleri kırk yıllık dostum Demir Özlü’nün yanı sıra Asmalımescit’teki Nil Lokantası’na, Beyoğlu Balık Pazarı meyhanelerine, Baylan Pasta-hanesi’ne, arada bir de Teşvikiye’deki bizim eve uğradıkları oluyor. O yaşlarda Kafka’yı, Dostoyevski’yi, Alman yazınını bilmenin coşkusuyla boğuşup duruyorlar bizlerle.

Ama, Tezer’le asıl dostluğumuz o, Erden Kıral’la evlendikten sonra, genç bir kadın olduğunda derinleşti. Kızı Deniz’in doğumundan (1973) sonra, bizim de Arnavutköy’e taşınmamızla her an birbirimizi görme fırsatı doğdu.

Daha önceleri Teşvikiye’deki evin odalarını o geldikçe dolduran çocuksu kahkahaları artık birlikte atılan protestolara dönüşmüştü. Sanırım bu yolla ailenin, Türkiye’nin, sanatın sorunlarını, yüklerini hafifletmeye çalışıyorduk.

Tezer, 1973’ten 1985’e hasta olduğunu öğrenene kadarki süreyi şok-suz, hastanesiz, hastalıksız yaşadı. En çok birlikte olduğumuz o sürede, kitaplarında da anlattığı biçimde korku ve kaygılarını durdurabilmiş, “çılgınlığı” yenebilmişti. Ancak sürekli baş, diş ağrıları, bel ağrıları çekerdi. 1985’te kanser olduğunu öğrendiğinde yakasına yapışmış olan eski depresyona, gayya kuyusuna indi yeniden.

Söylediğim gibi, benim hâlâ sevgili bir dostum, Tezer’den kalma bir emanet gibi baktığım Erden Kıral’dan boşanarak Zürih’e, bir vakitler benim de kısa bir süre kaldığım mahalleye çok yakın olan bildik bir sokağa, Lindenbach Str.’ye yerleşmişti.

1985 Temmuzu’nda bir gün telefonda ağlıyordu. “Göğsüm koca bir karpuz gibi şişti Leylâ; buranın doktorları, bu kasaplar hemen kesmek istiyorlar beni. İrinler akıyor göğsümden, yaralar bereler içindeyim!..”

O’na Fatoş Erbil’in (kızımın) yakın arkadaşı olan, dostumuz, sevgili Norbert Avetyan’ın adresini ilettim hemen. Norbert, Paris’te bir hastanede (Clinique D’Alleray) bu işin uzmanıydı ve, “Sakın ameliyat olmasın teyzeciğim, gelsin bana” diyordu. Gitti. Doktorunu da çok sevdi. Birlikte Mozart “Requiem” dinliyorlardı. Sezer’le Zürih’ten Paris’e iki sefer gittiler. Şişler indi, yaralar kapandı. Norbert, “Beş kez ke-moterapi olmadan asla hiçbir şeyin belli olamayacağında, ameliyat olmaması gerektiğinde”, ısrar ediyordu. Ama sonunda Zürih ekolü kazandı. Paris’te yapılan o iki kemoterapiden ve görece iyileşmeden sonra ameliyat oldu.

Ameliyatından üç dört gün önce geldim Zürih’e. Paris’ten İstanbul’a dönüyordum. Paris’ten bindiğim Zürih treni hayatında ilk kez beş saat gecikmeyle girdi perona…

Tezer, Sezer, Hans Peter gara gelmiş beklemiş dönmüştüler. O arada bir gar içi silindiri Tezer’e çarpmış, yere düşürmüş, sürüklemişti onu. Tezer paniğe kapılmıştı korkudan. Ben geceyarısı evlerine girdiğimde yatıyordu. Kırmızı sabahlığıyla çıktı geldi odasından. Ağlamaklı, çocuksu bir sesle nasıl düştüğünü anlatıyor moraran bacaklarını gösteriyordu. İçim parçalanmıştı. Yatıştırmaya çalıştım onu. Tüm aksiliklerin de nasıl bizi bulduğunu; onun kıçını, Arnavutköy’deki gezici zerzevatçının eşeğinin nasıl ısırdığını, benim nasıl eğri büğrü taşlara saplanan topuğum yüzünden neredeyse otobüse çiğneneceğimi… Gülüyor muyduk, ağlıyor muyduk bilmem?..

Ertesi sabah daha sakin konuşmaya çalıştık. Bir hemşire gelip, şifalı otlarla masajını yapıyordu. Evin her yanı dökülen saçlarıyla desenlen-mişti. Sarı, kumral, meçli saçlarını kendi rengine bırakmıştı artık. Sürekli doğaya, doğal yaşama dönmemiz gerektiğinden söz açtı.

Televizyondan nefret ediyordu. Teknolojinin bir iblis olduğunu anlamıştı.

Hemşire gittikten sonra yatak odasına çağırdı beni. Hasta göğsünü gösterdi. “Geçmiş Tezerciğim!” dedim. “Geçti!” dedi. Göz göze gelmemeye çalışarak sustuk bir süre, sonra birbirimize sarılarak ağladık. O güne değin birbirimize hiç yalan söylememiştik. Odasından çıktık, koridordan geçerken, vestiyerde duraladım. Paris’te son gün gözüme çarpan ve onun için aldığım ama bir türlü dilim varıp söyleyemediğim narçiçeği-al kaşkola uzandı, “Bunu bana getirmiştin değil mi? Ne güzel? Yaşam dolu!” dedi, boynuna sardı.

Ertesi gün ameliyat oldu Tezer. Sevgili Sezercik sıraya dizdi bizi: “Önce ben; sonra Hans Peter; sonra sen!” dedi. Öyle yaptık. Narkozdan çıkmış bekliyordu Tezer, beyaz, bol hastane örtüleri arasında tülden bir mermere işlenmişçesine dingin mi dingindi. Yatağının başucundaki duvarda yüzlerce kanat gölgesi çırpınıp duruyordu.

O, orada öylece, Albert Dürer’in çizebileceği bir portre gibi; St. Thecla, St. Dorothea, St. Lucia gibi adı bilinen bilinmeyen tüm mar-tirler gibi, ama dinsel olmayan bir hüzünle dupdurgun, ıssızca bekliyordu.

Nutkum tutulmuştu. Bana son sözü, “Üzülme!” oldu.

Tezer Özlü, (Sümer, Kıral, Marti) böylece bir şimşek hızıyla çaktı geçti dünyamızdan. Güzel duygularla, kimsenin bozamadığı düşüncelerle donanmış yaşamından ve yazılarından değerli bir sarmal bırakarak.

Leylâ Erbil
5 Kasım 1994
Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz