Lev Tolstoy: İnsanın kabul edebileceği tek yargıç da kendi vicdanıdır…

Tolstoy’un ağırlıklı düşüncesine göre-, devrimcilerin istedikleri gibi, mülkiyet sahiplerinin elinden mülkiyetlerinin zorla alınmasıyla, aşağıdan yukarı doğru değil, fakat varlıklarından kendiliklerinden ödün vermeleriyle, yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilmelidir.

Din Ve Toplum Açısından Bir Düşünür Olarak Tolstoy

İnsanların birlikte yaşamının bir temeli niteliğiyle devlet, “kötü’nün doğrudan kendisi ve yeryüzünde Hıristiyanlığın düşmanı olunca, Tolstoy’a göre bir Hıristiyanın doğal görevi de kendini bu şeytanın taleplerinden ve baştan çıkarma girişimlerinden korumaktır. Özgür bir Hıristiyan, Fransa’yı ya da İngiltere’yi ne kadar umursuyorsa, Rusya’yı da o kadar umursayabilir; özgür bir Hıristiyan, ulusların değil, fakat genel olarak insanlığın bakış açısından düşünebilmelidir. Bu nedenle Tolstoy, Ortodoks Kilisesi’nden ayrıldığı gibi, ruhsal olarak kendini devletten de bağımsız kılar ve şu açıklamayı yapar: “Gerek yazılı açıklamalarımla, gerekse tek bir devlete hizmet ederek devletleri ya da ulusları tanımam, onlar arasındaki çekişmelere katılmam söz konusu olamaz. Gümrükler, vergi toplamalar, patlayıcı madde ve silah üretimi ya da herhangi bir savaş hazırlığı gibi, temelini devletler arasındaki farklarda bulan konularda herhangi bir payımın bulunmasına izin veremem.” “Hıristiyan” olan, devlet kumrularından herhangi bir yarar sağlamaya kalkışmamalı, devletin koruması altında zengin olmamalı ya da yükselmemelidir. Mahkemelere başvurmamalı, endüstri ürünlerinden yararlanmamak, başkasının emeğinin ürünü olan hiçbir şeyi kendi yaşamında değerlendirmemelidir. Mülkiyet edinmemek, elini paraya sürmemeli, trene ya da bisiklete binmemeli, asla seçimlere katılıp resmî görevler üstlenmemelidir. Ne Çar’a ne de başka bir makama sadakat yemini etmelidir; çünkü Tanrı’ya ve onun Incil’de yer alan kelamına uymakla yükümlüdür; kabul edebileceği tek yargıç da kendi vicdanıdır. Tolstoy’un anlayışı doğrultusunda “gerçek Hıristiyan’a -aslında burada “gerçek anarşist” nitelendirmesi de kullanılabilir- düşen, devletin varlığını yadsımak, ahlaklı bir insan olarak bu ahlakdışı kurumlann dışında yaşamaktır. Gerçek Hıristiyanı, devlet düzenini yok sayacak yerde o düzenden nefret eden siyasi devrimciden ayıran tek nokta, bu salt edilgin, salt olumsuz, bütün acıları gönüllü olarak kabullenen tutumdur.

Burada Tolstoy ile Lenin arasındaki ilkesel karşıtlığı gözden kaçırmamak gerekir:Tolstoyizm, var olan toplum düzenini yadsıyışındaki katılık ve kararlılıkla, bu toplum düzenine karşı her türlü güç kullanılarak başkaldırmayı da yadsır, çünkü devrim, kötüye karşı kötüyü -kaba gücü- kullanmak zorundadır. Şeytan’la savaşmak için Şeytan’a başvurulmamalıdır. Tolstoy’un öğretisi, “Kötüye karşı kaba güçle karşı çıkmayın” yolundaki en yüce ve en öz nitelikteki ilkesi gereğince, pasif bireysel direnişi, aktif ve devrimci tutum karşısında izin verilmiş tek savaşma biçimi sayar. “Gerçek Hıristiyan’a düşen, acı çekmek ve devlet eliyle kendisine yapılan her türlü haksızlığa -elbet bu haksızlığı onaylamaksızın- dayanmaktır. Ancak kaba güçle savaşmak için asla kaba güç kullanmak hakkına sahip değildir, çünkü kendisi kaba güce başvuracak olursa, “kötü’nün ilkesini ve kaba gücün geçerliliğini tanımış olur. Tolstoyist devrimci, hiçbir zaman vurmaz, kendisine vurdurtur, dış dünyada herhangi bir iktidar konumuna gelebilmek için çaba harcamaz; buna karşılık iç dünyasındaki kaba güce başvurmama ilkesinden hiçbir kaba gücün zorlamasıyla vazgeçmez. Onun, devleti ele geçirmek yerine, iç dünyasında umursamadığı bir şey niteliğiyle bir yana bırakma “iktidarı” vardır; ayrıca kimse onu, vicdanının sesine aykırı düşerek devletin tebası olmaya zorlayamaz.

Demek ki Tolstoy, her türlü otoriteye karşı kendi dinsel ve Hıristiyan kimliğindeki başkaldırısıyla, profesyonel, aktif sınıf kavgasını birbirinden ayıran çizgiyi çok net bir biçimde çekmektedir. “Devrimcilerle karşılaştığımızda, çoğu kez onlarla kesişme noktalarımızın bulunduğu gibi bir yanılgıya düşeriz. Hem onlar, hem de biz, şöyle bağırırız: Devlet istemiyoruz, mülkiyet istemiyoruz, adaletsizlik istemiyoruz; daha pek çok şeyi birlikte haykırırız. Yine de arada büyük bir ayrım bulunmaktadır: Hıristiyanlar için devlet diye bir şey yoktur; onların istediği ise, devleti yıkmaktır. Hıristiyanlar için mülkiyet yoktur – oysa onlar, mülkiyeti kaldırmak peşindedirler. Hıristiyanlar için bütün insanlar arasında eşitlik vardır -onlar ise eşitsizliği ortadan kaldırmak isterler. Devrimciler, yönetimle dışarıdan savaşırlar; bir Hıristiyan ise asla savaşmaz; onun yaptığı, devletin temellerini içeriden çökertmektir.” Kendi inançları nedeniyle boyun eğmeyi reddeden, boyun eğmektense Sibirya’ya gönderilmeyi, kırbaçlanmayı ve hapse atılmayı yeğleyen binlerce insanın sayısı gittikçe arttığı takdirde bunlar, Tolstoy’un düşüncesine göre, kahramanca pasiflikleri sayesinde devrimcilerin dayanışmacı gücünün elde edebildiğinden çok daha fazlasına erişebileceklerdir. Bu nedenle dinsel devrim, pasif tutumda direnilmesi nedeniyle, zamanla devlet için ayaklanmalardan ve gizli tertiplerden çok daha yıkıcı olacaktır. Dünyanın düzenini değiştirmek için yapılması gereken, insanların değişmesini sağlamaktır. Tolstoy’un düşlediği, silahların değil, ama sarsılmaz ve her türlü acıyı yüklenmeye hazır vicdanın içten gelecek devrimidir; yumrukların değil, ruhların gerçekleştireceği devrimdir.

Tolstoy’un bu “devlet karşıtı öğretisi” -burada Luther’in “Hıristiyan İnsanın Özgürlüğü” başlıklı incelemesini hatırlayabiliriz- kendi başına ele alındığında, son derece yalın ve vurucu gücü yüksek bir öğretidir. Sistemdeki çatlak, Tolstoy’un, bireyin kendi geleceğini kendi belirleme hakkını pozitif bir devlet kuramına dönüştürmeye kalkışmasıyla baş gösterir. Çünkü insan bir hava boşluğunda ve yüzyılının dışında yaşayan bir varlık değildir; milyonlarca bireyin birlikte yaşadığı, uğraşlarla yeteneklerin günlük yaşamda birbirleriyle kesiştiği yerde -“devlet” denen suçlu dışlansa bile- yaşam düzenini sağlayan bir yolun bulunması, böylece de şimdiye kadar “yanlış” olanın karşısına “doğru”nun, kötünün karşısına iyinin çıkarılabilmesi gerekir. Ve bu noktada, toplumsal alanda yapıcılığın eleştiriden ne denli zor olduğu, insanlığın tarihinde belki bininci kez olmak üzere yeniden belirginleşir. Tolstoy’un teşhisten tedaviye geçtiği, var olan toplum düzeninin yadsınması ve lanetlenmesi yerine, gelecekteki daha iyi bir insan toplumuna yönelik önerilerde bulunduğu yerde kavramları bütünüyle bulanır, düşünceleri de karışır. Çünkü Tolstoy, otoriteleri, yasaları ve bu yasaları uygulayan organlarıyla, yerleşik ve kurallara bağlı bir devlet düzeni yerine -bunu, onun gibi, insanları iyi tanıyan, insan ruhunun derinliklerini neredeyse eşsiz bir ustalıkla araştırmış birinden duymak, gerçekten şaşırtıcıdır-, birbiriyle çatışan bütün yararlar arasında bir uyum sağlama aracı olarak salt “sevgiyi”, “kardeşliği”, “inancı”, “Hıristiyan yaşamı”nı önerir. Bugün kültürel bakımdan şımartılmış ve varlıklı sınıflarla yoksul sınıflar arasında uzanan büyük uçurum, Tolstoy’a göre ancak varlıklı sınıfların bütün ayrıcalıklarını gönüllü olarak elden çıkarmalarıyla, yaşamdan artık bugüne kadar olduğu ölçüde şeyler beklememeleriyle aşılabilir. Buna göre zengin servetini, aydın insan kendini beğenmişliğini bırakmalı, sanatçı yapıtlarının yalnızca geniş kitlelerce anlaşılmasını amaçlamalı, herkes kendi emeğiyle yaşamalı ve çalışmasından çok sade bir yaşam için gerekli olandan başkaca hiçbir şey beklememelidir. Toplumsal eşitlik -Tolstoy’un ağırlıklı düşüncesine göre-, devrimcilerin istedikleri gibi, mülkiyet sahiplerinin elinden mülkiyetlerinin zorla alınmasıyla, aşağıdan yukarı doğru değil, fakat varlıklılarını kendiliklerinden ödün vermeleriyle, yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilmelidir. Böyle ilkel ve köylülere özgü yaşam biçimlerine iniş sırasında kültür değerlerimizin çoğunun yitirileceğini Tolstoy da çok iyi bilir; bu nedenle sanat üzerine kaleme aldığı yazısında bu özveriyi bizler için daha kolay kılmak amacıyla, aralarında Shakespeare’in ve Beethoven’in de bulunduğu en büyüklerin edebiyat ve müzik alanındaki edimlerini, bunların halk tarafından yeterince anlaşılamadığı gerekçesiyle değersiz kılmaya çalışmıştır. Tolstoy’a göre dünyada en önemli şey bir ayrımı, zengin ile yoksul arasında var olan, dünyayı zehirleyen o korkunç ayrımı ortadan kaldırmaktır. Çünkü Tolstoy’un düşüncesine göre gereksinimler arasındaki eşitlik ya da daha doğru deyişle, eşit ölçülerde gereksinimlerden yoksunluk aracılığıyla insanlığın birlik ve bütünlüğü bir kez sağlandıktan sonra, kıskançlık ve nefret gibi kötü içgüdüler de saldın hedefi bulamayacaklardır. O zaman özel otoriteler yaratmak ve bunlan ayakta tutabilmek için kaba güce başvurmak gereksizleşecektir. Bütün üst düzenlerle alt düzenler ortadan kaldırıldıktan, insanlar tek bir kardeşlik toplumunu yaratmayı yeniden öğrendikten sonra Tanrı’nın gerçek Cennet’i de başlayacaktır.

Bu tezlerin, toplumsal karşıtlıkların uç noktada olduğu bir ülkedeki çekiciliği ve Tolstoy’un otoritesinin gücü nedeniyle, pek çok insanda Tolstoy’un toplum öğretisini uygulama isteği uyandı. Bazı yerlerde yaşayanlar, bir deney yapmaya karar vererek mülkiyete ve kaba güce dayanmayan koloniler kurdular. Ama bu deneyler ne yazık ki düş kırıklıklarıyla sonuçlandı; Tolstoy ise Tolstoyizmin temel ilkelerini kendi evinde, aile çevresinde bile kabul ettirmeyi başaramadı. Yıllar boyunca özel yaşamını kuramlarına uydurmaya çalıştı; hayvanları öldürmemek için çok sevdiği avdan vazgeçti, trene binmekten olabildiğince kaçındı, yazılarının gelirini ailesine ya da hayır işlerine ayırdı, canlıların zorla öldürülmesine yol açtığından, et yemeyi reddetti. Tarlada çalıştı, sırtında kaba köylü giysileriyle dolaştı ve pabuçlarının topuklarını kendi eliyle çaktı.

Ama bütün bunlara karşın gerçeklerin düşünceleri karşısındaki direncini kıramadı ve -yaşamının en büyük trajedisi olarak- kendisine en yakın insanlar üzerinde, ailesi üzerinde bile bu bakımdan egemenlik kuramadı. Karısı ona yabancılaştı; çocukları babalarının kuramları yüzünden neden seyisler ve köylüler gibi yetiştirilmeleri gerektiğini anlayamadılar; sekreterleri ve çevirmenleri, Tolstoy’un yazıları üzerindeki “mülkiyet” uğruna sarhoş arabacılar gibi birbirleriyle kapıştılar; çevresinde yaşayanların hiçbiri bu muhteşem yabaninin yaşamını gerçek bir Hıristiyan’ın yaşamı saymadı; sonunda Tolstoy, kendi inançlarıyla çevresinin isteksizliği arasındaki karşıtlıktan duyduğu acı nedeniyle kendi evinden kaçtı; yalnızlık içerisinde ve kendi en kutsal amaçlan açısından hayal kınklığına uğramış olarak küçük bir tren istasyonunda, bir yabancının yatağında öldü. Yeryüzü gerçeği ortamındaki her ideal düşünce gibi, Tolstoy’un dünya düzenini bir çırpıda değiştirme girişimi de, inancının katılığı, düşüncelerinin ödünsüzlüğü nedeniyle, başansız kalmaya yargılıydı.

Yine de şu noktayı belirtmek gerekir: Gerçek dünyamızda Tolstoy’un toplumsal ve dinsel düşünce sisteminin, tıpkı Platon’un devlet ütopyası ve Jean-Jacques Rousseau’nun toplum düzeni gibi, gerçekleştirilemez bir sistem olduğunu söylemek, Tolstoy’un arkasından ucuza kaçan bir konuşma olurdu. Ayrıca Tolstoy’un kuramsal yazılarının ancak birkaç yerde edebî eserlerinin parlaklığını ve inandırıcılığını aşabildiğini saptamak da çok kolaydır; bu bağlamdaki ayrımı duyabilmek için, aynı düşüncelere değişik bir üslupla yer verdiği halk masallarından birini ya da ikisini kuramsal yazılarındaki o yüksek perdeden gelen tonla karşılaştırmak yeterlidir. Aralarında en güzellerinin Kutsal Kitap’taki Eyüp ve Rut söylenceleriyle yarışabileceği halk masallarında Tolstoy’un anlatımı özlü, somut ve buluşlardan yana zengindir; felsefesinde ise kolaylıkla dağınıklığa, duygusallığa kayar; üstelik kimi zaman kullandığı diktatörce ton, nahoş da gelir; sanki 1880 yıldan bu yana ilk kez kendisi, yani Lev Tolstoy Incil’i “doğru” okumuştur ve toplumun sorunlarını ondan önce kimse eleştirel biçimde düşünmemiştir. Bu durumda insan, Tolstoy’a Tak çtoje nam delat? ve Tann’mn Egemenliği İçinizdedir gibi dağınık çalışmalardan, verimsiz Kutsal Kitap yorumlarından ayrılıp edebiyat dünyasının yaratıcılığına geri dönmesi için yalvaran Turgenyev’e hak vermektedir; çünkü o dünyada Tolstoy, yalnızca kılı kırk yararcasına düşünenlerden biri değil, fakat halkının, hatta yüzyılının en yüce kişisidir. Yine de dünyanın Tolstoy’un yaşama ilişkin öğretilerine borçlu bulunduğu güçlü, dahası dünya tarihi açısından önemli etkileri küçümsemeye kalkışmak, haksızlık olur; Karl Marx ve Nietzsche de dahil, çağdaşlarından hiçbirinin düşünce alanında verdiği yapıtlardan milyonlarca insanı benzer biçimde bile olsa sarsıcı etkiler doğmadığını söylemek de bir abartı değildir. Elbet bu etkiler, çok değişik yönlerde olmuştur. Tıpkı Cennet’in göbeğinden doğan akarsuların sonradan en ters yönlere akmaları gibi, Tolstoy’un düşünceleri de tuhaf bir biçimde XX. yüzyılın özellikle en düşmanca sayılabilecek düşünce hareketleri açısından verimli olmuştur. Tolstoy’a [kendisi her şeyin sevgiyle çözüme bağlanmasını isterken), düşmanın yok edilmesini ilk talep olarak ileri süren, birey karşısında (Tolstoy’un Şeytan saydığı) devlete akıl almaz bir üstünlük tanıyan, iktidarı odaklaştırmasıyla, tanrıtanımazlığıyla, kolektifleştirmesi ve endüstrileştirmesiyle, kitleleri uyandırma iradesiyle, Tolstoy’un “böyle yaşamanız gerekir’inin tam tersini getiren sistematik Bolşevizm kadar uzak düşebilecek bir şey, herhalde düşünülemezdi. Buna karşın XIX. yüzyılın Rus devrimcilerinin hiçbiri, Lenin’in ve Troçki’nin yolunu, Çar’a ilk kez direnen, Kutsal Sinod kararıyla Kilise’yi terk eden, var olan her otoriteyi yok sayan ve toplumsal dengeyi yeni ve daha iyi bir dünya düzeninin önkoşulu saymış bu soylu karşı devrimci kadar açmamıştır. Tolstoy’un sansürce yasaklanan yapıtları, kopyaları çıkarılarak yüzbinlerce insanın eline ulaşmış, toplumcu devrimcilerin en ateşlilerinin bile henüz liberal nitelikteki düzeltmelerle ve reformlarla yetinmek istedikleri bir dönemde mülkiyetin kaldırılmasına ilişkin talebi, herkesi ortak kılmıştır. Rusya’nın radikalleşmesine hiçbir kitap ve hiç kimse, Tolstoy’un radikal düşünceleri ölçüsünde katkıda bulunmamış, hiç kimse vatandaşlarını hiçbir atılımdan korkmamaları yolunda onun kadar yüreklendirememiştir; içinde barındırdığı bütün çelişkilere karşın, Tolstoy da Kızıl Meydan’a bir heykelinin dikilmesini hak etmiştir. Çünkü Rousseau’nun Fransız Devrimi’nin atası olması gibi, Tolstoy da [büyük bir olasılıkla yine katı bir bireyci olan Rousseau gibi – istemeksizin) Rusya’da gerçekleşen dünya çapındaki devrimin atası olmuştur.

Tuhaf olan şu ki, Tolstoy’un öğretisi başka milyonlarca insanı da daha farklı bir biçimde etkilemiştir. Ruslar, Tolstoy’un öğretisinin radikal yanlarını alırlarken, dünyanın öteki ucunda, Hindistan’da, Hıristiyan olmayan Gandhi, Hıristiyanlığın özünde yatan kaba güç kullanmama ilkesini benimsemekte, ilk pasif direnişçi olarak üç yüz milyon insanı örgütlemektedir. Gandhi, bu savaşta Tolstoy’un onayladığı tek silah olan kansız silahları, endüstriye sırt çevirmeyi, evlerde çalışmayı, gerek iç dünyada, gerekse politika alanında bağımsızlığın, gereksinimlerin en alt düzeye indirilmesi yoluyla kazanılmasını kullanmaktadır. Demek ki -Rusya’daki aktif devrime ve Hindistan’daki pasif devrime katılan- yüz milyonlarca insan, Tolstoy’un, bu gerici devrimcinin ya da başkaldıran gericinin düşüncelerini benimseyip -bu düşüncelerin yaratıcısının suçlayacağı ya da yadsıyacağı bir biçimde olsa da- gerçekleştirmişlerdir.

Kendi içlerinde düşüncelerin herhangi bir yönü yoktur. Düşünceler, ancak zamanın eline düştüklerinde, rüzgârda şişen yelkenler gibi sürüklenirler. Tek başlarına düşünceler, yalnızca hareket yaratan güçlerdir, ama hareketin ve coşkunun hangi hedefe yöneldiğini bilmezler. Tolstoy’un düşüncelerinin ne kadarının tartışılabilir nitelikte olduğu, önemsizdir – ama bu düşünceler dünya tarihini ve onun yaşadığı dönemin tarihini en geniş boyutlarda etkilemiş olduklarından, Tolstoy’un kuramsal yazıları bütün çelişkileriyle birlikte hep zamanımızın en önemli düşünce ve toplum öğeleri olarak kalacaktır; bunlar, günümüzde de bireye hâlâ pek çok şeyler verebilecek niteliktedir. Pasifizm ve insanlar arasında barışçı bir uzlaşma için savaşım verenler, savaşa karşıTolstoy’unkiler kadar etkili ve sistematik silahlar bulmakta güçlük çekeceklerdir. Bugün alışılmış bir olguya, düşüncelerimizin ve çabalarımızın tek geçerli hedefi sayılıp tanrılaştırılan devlete iç dünyasında baş kaldıranlar ve bu put uğruna kendilerini bütünüyle feda etmeyi reddedenler, her türlü vatan bağnazlığına karşı çıkan Tolstoy’da kendilerine büyük bir destek bulacaklardır. Her devlet adamı ve her toplumbilimci, Tolstoy’un çağımıza yönelik temel eleştirisinde kehanet sayılabilecek bilgilere rastlayacaktır; her sanatçı, hepimiz için düşünmek, yeryüzündeki haksızlığa sözleriyle karşı çıkmak uğruna ruhunu acılara sürüklemiş bu dev yazarın çabalarında kendisi için yeni bir güç kaynağı bulacaktır. Olağanüstü bir sanatçıyı ahlak alanında bir örnek, kendi ününün gücüyle saltanat sürecek yerde kendini hümanizmin hizmetkârı kılan gerçek ahlakı bulma yolundaki savaşımında yeryüzündeki bütün otoriterler arasında yalnızca birine, kendi sarsılmaz vicdanına boyun eğen bir insan olarak da görebilmek, insan için her zaman bir büyük coşku kaynağıdır.

<<Öncesi

Stefan Zweig
Yarının Tarihi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz