Lev Nikolayeviç Tolstoy’dan bir öykü Efendi ile Uşağı

1870’lerde bir kış mevsimi geçti anlatacağımız bu olay. Aziz Nikolay Yortusu’nun ertesi günüydü. Yortu köyün kilisesinde topluca kutlanmıştı, ama ikinci sınıf tüccar Vasili Andreyiç Brehunov kiliseyi bir türlü bırakıp işlerinin başına dönemedi. Kilise yönetim başkanı olan tüccar, yortuyu daha sonra bir de evinde kutlayarak akraba ve tanıdıklarını ağırlamak zorundaydı. Ancak evinden son konuklar gider gitmez yol hazırlığına koyuldu.
Komşu köyden bir toprak ağasının bir süre önce fiyatını kararlaştırdıkları korusunu almaya gidecekti. Kentli tüccarlar bu yağlı parçayı elinden kapmadan bitirmeliydi işini. Vasili Andreyiç koruya yedi bin ruble verdi diye toprak ağası fiyatı 10 bine yükseltmişti. Aslına bakılırsa yedi bin ruble korunun değerinin yarısıydı. Belki Vasili Andreyiç fiyatı on binden aşağı düşürebilirdi; çünkü koru, onun bulunduğu bucağın sınırları içindeydi ve ilçenin tüccarlarıyla aralarında varılan anlaşmaya göre, bir tüccar bir başkasının bucağında satılan malın fiyatını artıramazdı. Ne var ki, il merkezindeki kereste tüccarları göz dikmişti Goryaçkino köyü korusuna. Vasili Andreyiç onlardan önce davranıp toprak ağasıyla pazarlığı sonuca bağlamalıydı.
İşte bu yüzden kutlamaların sona ermesiyle birlikte Vasili Andreyiç sandıktaki yedi yüz rublesini çıkardı, avans olarak vereceği üç bini fazlasıyla tamamlamak için buna kilisenin iki bin beş yüz rublesini ekledi. Özenle saydığı para destelerini cüzdanlarına yerleştirdikten sonra yol hazırlığına başladı.
Kızağı koşma işi Nikita’ya kalmıştı, çünkü Vasili Andreyiç’in o gün sarhoş olmayan tek uşağıydı. Onun sarhoş olmayışının nedeniyse, Büyük Perhiz’den bir gün önce gömleğini, çakşırını, meşin çizmesini satarak iyice kafayı çekmesi ve sonra bir daha içki içmeye tövbe etmesiydi. İki aydır ağzına içkinin damlasını koymamıştı zavallıcık. Votkanın su gibi aktığı Aziz Nikolay yortusunun ilk iki gününde bile…
Nikita yakın bir köyden, yaşamını daha çok şunun bunun yanında uşaklık yaparak geçirdiği için evsiz-barksız sayılan, elli yaşlarında bir köylüydü. Çalışkanlığı, işe yatkınlığı, güçlü kuvvetli oluşu, en çok da uysallığı yüzünden aranan bir işçiydi. Gelgelelim, yılda birkaç kez zil zurna kafayı çekerek nesi var, nesi yok sattığı için hiçbir yerde dikiş tutturamamıştı. Daha da kötüsü, azgın, çekilmez bir adam olurdu içtiği zamanlar. Vasili Andreyiç, onu evinden birkaç kez kovduğu halde, dürüstlüğü, evdeki hayvanlara özenle bakması, en çok da az ücretle çalışmasından ötürü yeniden yanına almıştı. Nikita’ya yılda, böyle bir ırgatın gerçek değeri olan seksen ruble değil, ancak yarısını öderdi. onu da hesap-kitap tutmadan, bölük pörçük, daha çok dükk‰nından pahalı pahalı mal vererek…
Oysa Nikita, Marfa adında, becerikli bir kadınla evliydi. Güzelliğini geçmiş yıllarda bırakan Marfa, delikanlı yaşında bir oğlu ve iki küçük kızıyla evini çekip çeviriyordu. Kocasını eve almayışına gelince… Birinci neden, yirmi yıldır başka köyden bir fıçıcı ustasıyla yaşaması; ikincisiyse ayıkken Nikita’yı parmağında oynattığı halde, sarhoşluğunda ondan şeytandan korkar gibi korkmasıydı. Bir keresinde evde iyice kafayı çeken Nikita, ayık olduğu zamanki uysallığının acısını çıkarmak istediğinden midir nedir, baltayı kaptığı gibi karısının çeyiz sandığına saldırmış; ne kadar cicili bicili giysisi, çamaşırı varsa hepsini dilim dilim doğramıştı.
Nikita’nın ırgatlık ücreti karısına ödendiği halde onun buna hiç sesi çıkmazdı. İşte, yortudan iki gün önce Marfa gene Vasili Andreyiç’in dükk‰nına gelmiş, hepsi topu topu üç ruble tutan buğday unu, çay, şeker, küçük bir şişe votka ve beş ruble para almıştı. Vasili Andreyiç’ten en azından yirmi ruble daha alacakları olduğu halde, onun tüccara teşekkür edişini bir görmeliydiniz…
– Ben sana “Karının her gelişinde şu kadar vereceğim” diye bir şey söyledim mi? derdi Vasili Andreyiç, Nikita’ya. Bizde öyle “Sonra gel, al! Deftere yazdım! Sana şu kadar ceza kestim!” gibi şeyler yok. İstediği zaman gelip alsın. Biz dürüst adamız, kimsenin hakkını yemeyiz, bunu böyle bil! Sen bana hizmet ettiğin sürece ben de seni bırakmam, aslanım.
Bunları söylerken Vasili Andreyiç, Nikita’ya babalık ettiğine iyice inanmış olmalıydı. Neden derseniz; Nikita gibi, tüccar Vasili Andreyiç’in verdiği parayla geçinen insanlar, saygılı davranışlarıyla, onun kendilerini aldattığını düşünmek şöyle dursun, nerdeyse onun yardımıyla ayakta durdukları inancını pekiştiriyorlardı adamda.
Nikita da ona;
– Dediklerinizi anlıyorum, Vasili Andreyiç, karşılığını verirdi. Herhalde size karşı hizmette kusur etmiyorum. Ancak öz babamın işine böyle canla başla koşardım.
Oysa Vasili Andreyiç’in onu aldattığını adı gibi bilirdi. Ama ne yapsın zavallı, tüccarla hesabını açık açık yapamayacak olduktan sonra verileni almaktan başka çıkar yol var mıydı?
İşte böyle, Nikita, efendisinden kızağın koşulması buyruğunu alır almaz, her zamanki canıtezliğiyle samanlığın yolunu tuttu. Ne kadar da istekli koşuyordu işe! Kurşun gibi ağır, püsküllü koşum başlığını asılı durduğu yerden aldı, kantarmanın çıngıraklarını şıngırdatarak ahırın kapalı kapısına doğru yürüdü. Kızağa koşulacak at ayrı olarak bekliyordu burada. Sarı benekli, dolgun sağrılı, sülün gibi at selam verircesine hafifçe kişnedi onu görünce. Bu orta boylu, koyu doru tayın tek başına orada duruşu Nikita’ya pek dokundu.
– Ne o, canın mı sıkıldı? dedi. Seni kerata, dışarı çıksan da doya doya koştursan, öyle değil mi? Ama önce seni bir suvaralım bakalım…
Nikita, dilini anlayan bir yaratıkla konuşurcasına konuşuyordu erkek tayla. Atın eyer vurula vurula ortası çukurlaşmış belinden, gürbüz omuzlarından tozu toprağı, gocuğunun eteğiyle şöyle bir silkeledi. Sonra başlığı hayvanın kafasına geçirip kulaklarını, perçemini kayıştan kurtardı; yularını eline alarak atı sulamaya götürdü.
Ahırdaki diz boyu gübreden çıkar çıkmaz doru tay keyfe geldi, peşinden kuyuya doğru koşturan Nikita’ya vurmak istercesine, arka ayaklarıyla birkaç kez çifte attı.
– Seni gidi seni, diye söylendi Nikita.
Tekmelerinin kirli gocuğunun eteklerine değmesinden öteye bir şey yapamayacağını bildiği için, Nikita doru tayın bu oyunundan pek hoşlanırdı.
Buz gibi sudan kana kana içen at derin bir soluk aldı, kıllı dudaklarından yalağa duru damlalar düşerken düşünceli düşünceli durdu, sonra gürültüyle pofurdadı.
– Tamam mı? dedi, Nikita. Daha fazla içmeyeceksen biz de bilelim. Ama sonra gene istemek yok ha!..
Bunları ciddi ciddi söylerken doru tayın kendisini anlamasını istiyor gibiydi. Sonra kişnemesiyle avluyu çınlatan, durmadan çifte atan hayvanı çeke çeke ambara doğru götürdü.
Avluda ondan başka ırgat yoktu. Yalnızca aşçı kadının kocası gelmişti bayramlaşmaya. Nikita onu görünce;
– Hey, iki gözüm, dedi. Git de tüccar efendiye sor bakalım, büyük kızağı mı istiyor, yoksa ufağını mı?
Aşçının kocası yüksek taş temel üzerine yapılmış, sac damlı eve girdi; az sonra dışarı çıkarak Nikita’ya küçük kızağı koşmasını söyledi. Nikita bu sırada atın boynuna hamutu geçirmiş, kabara döşemeli eyeri vurmuş; bir elinde cicili bicili boyunduruğu, öteki elinde de tayın yularını tutarak kızakların bulunduğu ambara doğru yürüyordu.
– İyi, ufağı olsun bakalım, dedi; akıllı hayvanı kızağın okları arasına yanaştırdı.
Doru tay ısıracakmış gibi numaralar yaparken aşçının kocasıyla birlikte onu küçük kızağa koşmaya başladılar.
Dizginlerin takılmasından başka iş kalmayınca, Nikita, aşçının kocasını biraz saman ve kızak yaygısını getirmesi için ambara gönderdi.
Nikita adamın getirdiği taze yulaf samanını kızağın dibine döşerken at sinirli sinirli kıpırdandı.
– Dur, sinirlenme bakayım, dedi Nikita. Şu samanı döşeyelim önce, üstüne de yaygıyı serdik mi bu iş tamam. Rahat rahat otursun bizim bey.
Dediği gibi yaptı, kızağın oturma yerine çepeçevre yaygıyı örttü.
Sonra aşçının kocasına döndü:
– Sağ ol, aslanım. İkimiz bir olunca çabucak bitirdik.
Ucu tokalı kayış dizginleri elinde topladı, kızağın sürücü yerine çömeldi, yürümek için can atan doru tayı donmuş gübreler üstünden avlu kapısına doğru sürdü.
O sırada siyah gocuklu, yedi yaşlarında bir oğlan çocuğu; başında kışlık şapkası, ayaklarında yeni keçe çizmeleriyle evden dışarı fırladı.
– Amca! Amca! Nikita amca. Beni de al! diye bağırıyordu gocuğunun önünü düğmeleyerek.
Kızağı durduran Nikita;
– Koş koş, yavrucuğum! diye seslendikten sonra, efendisinin sevinçten zıp zıp zıplayan, cılız mı cılız oğlunu kızağa bindirdi.
Sokağa çıkmışlardı. Öğle üzeri 3 sularıydı. Rüzg‰rlı, berbat bir hava vardı dışarda. Ayaz derseniz, en azından eksi 10 dereceydi. Göğün yarısını koyu bir bulut kaplamıştı. Oysa avlunun içi o kadar sakindi ki! Komşusunun ambarının damından savrulan karlar hamamın köşesinde burgaçlanarak dönüyordu.
Nikita kızağı avludan dışarı yeni çıkarmıştı ki, ağzında sigarasıyla Vasili Andreyiç evin kapısında belirdi. Koyun derisinden kürkünü belinden kayışla sımsıkı bağlamıştı, meşinle kaplattığı keçe çizmelerinin (*) altında, çiğnenmiş karla örtülü sahanlığın döşeme tahtaları gıcır gıcır ediyordu. Vasili Andreyiç sigaradan bir soluk daha çektikten sonra izmariti yere atıp üstüne bastı; dışarda onu bekleyen kızağa şöyle bir baktıktan sonra, kürkünün yün kaplamalı yakası soluğundan nemlenmesin diye, tıraşlı kırmızı yanaklarından iki yana indirdi, ağzından buğular çıkara çıkara avlu kapısına doğru yürüdü.
O sırada kızakta oğlunu gördü. Büyük bir sevinçle;
– Vay, yaramaz! dedi. Hemen buraya da mı yetiştin?
Konuklarıyla birlikte içtiği votka kanını kızıştırmıştı. Hele yortuda yaşadığı olaylarla başardığı işler tüccarı bugün pek gururlandırıyordu. “Varisim” diye düşündüğü oğlunu görmek ayrıca sevindirmişti onu. Gözlerini kısıp uzun dişlerini göstere göstere güldü çocuğa bakarken.
Omuzlarını, başını sarıp sarmaladığı yün atkısının altından yalnızca gözleri gözüken, Vasili Andreyiç’in solgun yüzlü, sıska, gebe karısı, tüccarı uğurlamak için sahanlığa çıkmıştı. Kocası yürüyünce arkasından şöyle seslendi:
– Nikita’yı da al diyorum sana!
Adam karısının sesinden pek hoşlanmıyor olacak ki, karşılık vermedi, kaşlarını öfkeyle çattı, yere tükürdü.
– Parayla çıkıyorsun yola, dedi kadın aynı acıklı sesle. Sonra baksana şu havaya! Fırtına kopacak nerdeyse.
Vasili Andreyiç,bir müşteriyle konuşurken yaptığı gibi, dudaklarını sıkıp sözcüklerin üstüne basarak;
– Yoksa yolu bilmiyorum da yanıma kılavuz mu alacağım? dedi.
Kadın atkısının ucunu omzuna attı.
– Yalvarırım, ne olur! Tanrı aşkına al Nikita’yı da yanına!
– Kene gibi yapıştın sen de… Alıp da ne yapayım şu garibanı?
Nikita konuşulanları işitmişti.
– Ben gelmeye hazırım, diye bağırdı.
Sonra neşeyle, efendisinin hanımına seslendi:
– Ama ahırdaki atları yemlemeyi unutmasınlar.
Kadın;
– Ben bakarım o işe. Semyon’a söylerim, dedi.
– E, gidiyor muyuz, Vasili Andreyiç? diye sordu Nikita, efendisinin buyruğunu bekleyerek.
Adam, uşağının yıllardır giyile giyile etekleri eprimiş, sırtında, koltuk altlarında kocaman delikler açılmış kirli gocuğuna bakarak gülümsedi, göz kırptı.
– Anlaşıldı, kocakarının elinden kurtuluş yok. Madem gelmek istiyorsun, git de sırtına kalınca bir şey giy.
Nikita, avluda duran aşçının kocasına seslendi:
– Gel, koçum, şu atı tutuver biraz.
Küçük oğlan soğuktan kızarmış ellerini ceplerinden çıkardı, buz gibi dizginlere yapıştı.
– Ben tutarım… Ben tutarım…
– Hemen geliyorum, Vasili Andreyiç.
Nikita böyle diyerek ayaklarının uçlarını içeri basa basa uşakların barakasına koştu. Eskidikçe yama vurduğu keçe çizmeleri vardı ayaklarında.
– Arinuşka, anacığım, ocağın üstündeki paltomu ver bana. Efendiyle yola çıkıyorum.
Kendisi de çividen kuşağını aldı.
Öğle uykusundan kalktıktan sonra kocası için semaver yakan aşçı kadın- Nikita’nın telaşı karşısında kımıldandı; yüzünde bir gülümsemeyle ocağın üstünde kuruyan eski püskü, tiftiği çıkmış paltoyu aldı; elleriyle onu düzeltmeye, silkelemeye başladı.
– E, demek kocanla günün tadını çıkaracaksın, ha…
Yüz yüze geldiği aşçı kadına hoş bir şey söylemiş olmak için söylemişti bunu Nikita.
Zaten içeri çekik olan karnını daha da içeri çekerek incecik, partal kuşağını gocuğunun üstünden sımsıkı doladı, ucunu beline soktu.
– Ha şöyle! Şimdi bir daha çıkar mısın bakalım!…
Bunları aşçının karısına söylemekten çok kuşakla konuşur gibi söylemişti.
Kolları serbest olsun diye omuzlarını şöyle bir yukarı aşağı oynattı, gocuğun üstünden paltosunu giydi. Sonra kollarında rahatlık sağlamak için sırtını kamburlaştırıp gerindi; ellerini koltuk altlarına sokarak oradan elliklerini (*) çıkardı.
– Eh, şimdi tamam.
– Hey, Nikita Stepaniç, dedi aşçı kadın. Şu çizmelerini de değiştirseydin ya…
Nikita aklına bir şey gelmiş gibi durdu.
– İyi olur ama gideceğim yer uzak değil, dedi, kızağa doğru seğirti.
Kızağın yanına varmıştı ki, evin hanımı arkasından seslendi:
– Nikita, böyle üşümezsin ya?
– Ne üşümesi, yanıyorum vallahi!..
Kızağın önüne oturduktan sonra ayaklarını samanla örttü, acar ata gerekmeyeceği için kamçıyı yaygının altına soktu.
Üst üste iki kürk giymiş olan Vasili Andreyiç kızağın yarı kapalı arkasını nerdeyse tek başına doldurmuştu. Kızağa oturur oturmaz uşak Nikita dizginleri çekip atı sürdü, ancak kızak yürüdükten sonra sol yana doğru yerleşebildi, bir ayağını uzattı.

Çiğnene çiğnene sertleşmiş köy yolunda, kirişleri karda gıcırdayarak kayan kızak, yiğit ata tüy gibi hafif gelmişti.
Vasili Andreyiç, varisini yanı başında görmekten gizli bir sevinç duyarak;
– Bak şu kerataya! dedi. Nikita, kamçıyı uzat hele. Şimdi gösteririm sana, köpoğlusu, koş bakalım annenin yanına!
Oğlancağız kızaktan aşağı atladı. Doru tay hızını artırarak tırısa kalktı.
Kresti köyündeki altı evden biri de Vasili Andreyiç’indi. Nalbant dükk‰nını geçip köyün dışına çıkınca rüzg‰rın düşündüklerinden de şiddetli olduğunu anladılar. Karların altında yol filan görünmüyordu.
Kızak izlerini hemencecik kar örtüyordu, yolda gittikleriniyse ancak yerin düzgünlüğünden anlıyorlardı. Kar burgaçları dönüyordu dört bir yanda, göğün nerde başlayıp nerde bittiği belli değildi. Yeşilliğiyle göze çarpan Telyatin Ormanı, savrulan karların arasından, arada bir gözüküp kayboluyordu. Soldan esen rüzg‰r, gürbüz tayın yelesini yana yatırmıştı; topuz yapılmış tüylü kuyruğunuysa sağa doğru itip duruyordu. Arkasını rüzg‰ra vererek oturan Nikita’nın geniş yakası adamcağızın yüzüne yapışmıştı.
Vasili Andreyiç atıyla övünerek;
– Hayvan gerçek yürüyüşünü gösteremiyor ki, dedi. Şu tipiye bak. Bir keresinde Paşutino’ya yarım saatte götürmüştü beni.
Yüzüne yapışan yakasından dolayı Nikita, efendisinin söylediklerini işitememişti.
– Bir şey mi dedin? diye sordu.
– Paşutino’ya, diyorum, yarım saatte götürdüydü beni…
– Atın yiğitliğine diyecek yok aslında.
Sonra ikisi de sustular. Ama Vasili Andreyiç’in canı konuşmak istiyordu.
– Hey, Nikita, fıçıcıya içki aldı diye karına ne ceza verdin bakalım?
Vasili Andreyiç bunları kendine güvenli bir sesle söylemişti. Uşağının, kendisi gibi akıllı bir efendiyle konuşmaktan zevk alacağı düşüncesi onda bu güveni uyandırıyordu. Sonra, yaptığı bu hoş (!) şakadan uşağının alınacağı, aklının köşesinden bile geçmemişti.
Fakat Nikata, rüzg‰rdan ötürü efendisinin söylediklerini gene duymadı.
Bunun üzerine Vasili Andreyiç sesini yükseltti, sözcükleri tek tek söyleyerek fıçıcıyla ilgili şakasını yineledi.
– Boş verin siz ona, Vasili Andreyiç. Karımın işlerine aklım ermiyor. Delikanlı oğlumu incitmesin de başka bir şey beklemiyorum ondan…
– Orası öyle, dedi Vasili Andreyiç de.
Sonra başka bir konu açtı.
– E, bahara kendine bir at alıyorsun, değil mi?
Bu konuşma Nikita’nın ilgisini çekmişti. Hemen yakasını yüzünden indirdi, efendisine doğru eğildi.
– Almaz olur muyum? Oğlan büyüdü artık, çifti çubuğu kendisi sürecek. Yeter artık başkasından hayvan kiraladığımız.
Vasili Andreyiç de heyecanlıydı. Aklını başından alan kazanç hırsıyla bu pek sevdiği konuya sımsıkı sarıldı:
– Öyleyse bodur atı satayım size, fazla paranızı da almam.
Nikita, Vasili Andreyiç’in onlara satmak istediği bodur atın taş çatlasa ancak yedi ruble edeceğini, ama onu almaya kalksalar tüccarın en azından 25 ruble isteyeceğini, ondan sonra da ırgat ücreti olarak altı ay tek kuruş koklatmayacağını bildiği için;
– Siz bana ücretimden 15 ruble verin, ben at pazarında bir tane buldururum, dedi.
– Bodur at tam size göre, yalan söylüyorsam gözüm çıksın. Ben vicdanlı bir adamım. Kimsenin hakkı geçsin istemem. Varsın, olacak zarar bana olsun. İşte sana şerefimle söylüyorum. Bodurun üstüne at yoktur.
Vasili Andreyiç alışveriş yaptığı insanlarla konuşurken takındığı göz boyayıcı tavırlarını takınmıştı hemen.
Tüccarın konuşmasında dinlemeye değer başka bir şey kalmadığını gören Nikita;
– Ya, ya, öyle! diyerek yakasını elinden bıraktı.
Serbest kalan yaka hemen kulaklarına, yüzüne yapıştı.
Böylece yarım saat kadar konuşmadan gittiler. Paltosunun yırtık yerlerinden giren rüzg‰r Nikita’nın böğrünü, bir kolunu dondurmaya başlamıştı. Adamcağız büzüşüyor, ağzını kapatan yakanın içinde soluk alıp vermeye çalışıyordu. Ama henüz üşüyor sayılmazdı.
– Karamışevo’dan mı gidiyoruz, yoksa kestirmeden mi? diye bir ara sordu Vasili Andreyiç.
Karamışevo köyünden giderlerse yol biraz uzardı, ama iki kıyısına işaret direkleri dizilmiş düzgün bir yol geçerdi oradan. Kestirmeden giden yolsa bozuktu; üstelik işaret direkleri çoğu yerde konulmamış, konulanlar da karların altında kalmıştı.
Nikita bir süre düşündü.
– Karamışevo yolu uzun, ama düzgündür, dedi.
Vasili Andreyiç kestirmeden gitmek istiyordu.
– Kestirmeden gidersek vadiden geçmemiz gerekiyor, öbür yolda orman var, kuytu olur ama biz gene de kestirmeden gidelim.
– Siz bilirsiniz, diyerek Nikita gene yakasını bıraktı.
Vasili Andreyiç’in istediği gibi yaptı. Yarım kilometre kadar ilerledikten sonra yüksek bir meşe ağacının yanından sola saptı. Dallarında tek tük kuru yaprak kalan ağaç rüzg‰rda sallanıp duruyordu.
Dönemeci kıvrılınca rüzg‰r tam karşılarına geldi. Yukarda habire karlar uçuyordu. Nikita önde uyuklayadursun kızağı oflayıp puflayarak Vasili Andreyiç sürmeye başladı.
Böylece on dakika kadar gittiler. Birden Vasili Andreyiç’in bir şeyler söylediğini duydu Nikita.
– Ne diyorsun? dedi gözlerini açarak.
Efendisinden yanıt alamayınca;
– Bir şey mi söyledin? diye üsteledi.
– Sağır mısın, be adam! “Yolu kaybettik” diyorum sana. Baksana, direk mirek görünmüyor.
– Öyleyse durdur da yolu arayalım.
Nikita hemen kızaktan aşağı sıçradı, kamçıyı samanların arasından alarak sola doğru yürümeye başladı.
O yıl fazla kar yağmamıştı, bu bakımdan çekinmeden yürüdü. Ama gene diz bozu karlara gömüldüğü yerler vardı. Çukurlardan geçerken çizmelerinin içine kar giriyordu.
Ayaklarıyla, kamçısıyla yolu bir hayli aradığı halde eli boş çıkmıştı. Kızağın yanına dönüp geldiği zaman efendisi;
– Ne oldu? diye sordu.
– O yanda yok. Biraz da şu tarafı arayacağım.
– Bak, şurada bir şeyler kararıyor, git de bak bakalım.
Nikita kararan yere doğru yürüdü. Burası kışlık ekin ekilmiş sürülü tarlalardan rüzg‰rın karlar üstüne toprak savurarak koyulaştırdığı yerlerdi. Kırlarda hayli dolaşan Nikita bir süre sonra kızağın yanına döndü. Çizmesindeki, üstündeki başındaki karları silkeledi.
– Sağa gitmemiz gerekiyor, dedi kararlı bir sesle. Yoldan sapmadan önce soldan esen rüzg‰r şimdi tam karşıdan geliyor. Sağ dizgini çek.
Uşağının sözü üzerine Vasili Andreyiç atın yönünü sağa çevirdi. Böylece epeyce gittikleri halde ne yol bulabildiler, ne de iz. Artan rüzg‰rla birlikte kar yağışı da artmıştı.
Nikita bu duruma pek sevinmiş gibi;
– Vasili Andreyiç, anlaşılan biz yolu iyice şaşırdık, dedik.
Sonra karların altından kara kara gözüken patates köklerini gösterdi.
– Bunlar da nesi?
Vasili Andreyiç terden ıslanmış, şişkin karnı inip kalkan yorgun atı durdurdu.
– Ne diyorsun?
– Zaharova köyünün bostanları burası. Gördün mü, ta nereye gelmişiz!..
– Hadi canım sen de!
– Vallahi doğru söylüyorum. Baksana, patates tarlası burası! Kızağımız ikide birde tümseklerden geçiyor. Zaharova bostanları. Kökenleri toplayıp götürmüşler.
– Vay anasını, amma da uzaklaşmışız! E, ne yapacağız şimdi?
– Dümdüz gidersek bir yere çıkarız elbet. Ya Zaharova’ya varırız ya da ağanın çiftliğine.
Andreyiç gene uşağını dinledi, atın dizginlerini ona bıraktı. Böylece hayli gittiler. Kızak bazan kışlık ekinlerin üzerinden, bazan donmuş keseklerden geçiyordu. Arada bir güzün biçilmiş tarlalara dalıyordu. Karın altından çıkmış saplar, rüzg‰rın savurduğu saman öbekleri çıkıyordu karşılarına. Bazan da yerde mi, gökte mi gittikleri belli olmayan, baştan başa karla örtülü yumuşak yerlerden geçiyorlardı.
Hem yukarıdan, hem de aşağıdan savruluyordu kar. İyice yorulan at koşmayı çoktan bırakmıştı. Terden top top olan tüyleri kırağı bağlıyordu.
Doru tayın yürüşü birden değişti. Hayvancağız, bir çukura ya da hendeğe saplanmış olmalıydı. Vasili Andreyiç atı durdurmak istedi. Ama Nikita önledi onu.
– Bırak kendisi çeksin. Başka türlü çıkamayız buradan.
Sonra kızaktan aşağı atladı, çukur yere daldı.
– Hadi, yavrum, davran!
Nikita’nın haylaması üzerine doru tay yekinerek kızağı toprak yığınının üzerine çıkardı. Anlaşılan bir hendeğe düşmüşlerdi.
– Nereye geldik, yahu? diye sordu Vasili Andreyiç.
– Şimdi anlarız. Sen ileri doğru sür hele.
Tüccar ilerde, karların arasından görünen bir karaltıyı işaret etti.
– Burası Goryaçkino köyü ormanı olmasın sakın?
– Yaklaşınca neresi olduğunu anlarız.
Nikita rüzg‰rın uçurduğu uzun kuru yapraklardan karşılarındaki karaltının orman değil, bir köyün söğütlüğü olduğunu anlamıştı. Ama sesini çıkarmadı. Gerçekten de hendeği geçtikten sonra yirmi metre bile gitmemişlerdi ki, önlerinde birtakım ağaçlar belirdi. Rüzg‰rın çıplak dallarda hüzünlü hüzünlü uluması duyuldu. Nikita iyi tahmin etmişti: Dallarında tek tük yapraklar çırpınan yüksek söğüt ağaçlarıydı bunlar, köyün harman yerinin çevresindeki hendeğe dikilmiş söğüt ağaçları.
Rüzg‰rda uğuldayan söğütlere iyice yaklaştıkları sırada doru tay ayaklarını yüksekçe bir yere bastı, ardından arka ayaklarının üstünde yükseldi, sola kıvrıldı, ayakları diz boyu karlara gömülmeden yürümeye başladı. Yola çıkmışlardı.
– Yola geldik, dedi Nikita. Ama neredeyiz, bilemem.
At karla örtülü yolda sağa sola sapmadan yürüyordu. Yüz metre bile gitmemişlerdi ki, tepeleme karla örtülmüş bir ot yığınının çevresindeki düzgün çitler belirdi önlerinde. Yığının üstünde karlar savruluyordu. Çitin bitiminde yol sola kıvrıldı, derken kalın bir kar tabakasına saplandılar.
Karşılarında iki ev görünüyordu şimdi, anlaşılan tipi evlerin arasındaki boşluğa iyice kar yığmıştı. Burayı da geçince bir sokakta buldular kendilerini. En kıyıdaki evin avlusunda ipe çamaşır asılmıştı. Biri beyaz, biri kırmızı iki gömlek, bir etek, bir pantolon, birkaç dolaktan ibaret bu donmuş çamaşırlar rüzg‰rda çırpınıp duruyordu. Kollarını habire sallayan beyaz gömleğin çırpınışı görülmeye değerdi.
– Bunları asan karı ya tembelin biri ya da ölüm döşeğinde kıvranıyordu, dedi Nikita. Baksana yortu gününe kurutup yetiştirememiş çamaşırları.

Sokağın başında rüzg‰rın hızı gene aynıydı, yol kalın karla örtülmüştü. Ama köyün ortasına doğru hava birden durgunlaştı, ılındı. Evlerden birinde bir köpek havlıyordu. Bir başkasının önünde kapıya doğru çabuk çabuk yürüyen bir kadın evinin eşiğine varınca durdu; başının üstünden attığı bir erkek gocuğunun altından, geçenlere dik dik baktı. Genç kızların söylediği şarkılar duyuluyordu evlerden.
Köyün içinde tipi, kar, ayaz azalmış gibi geldi tüccarla uşağına.
– Burası Grişkino, dedi Vasili Andreyiç.
– Evet, tanıdım.
Gerçekten Grişkono’ya gelmişlerdi. Anlaşılan yolu şaşırınca sekiz kilometre kadar başka bir yöne gitmişler, ama gene de gidecekleri yere bir hayli yaklaşmışlardı. Grişkino ile Goryaçkino’nun arası beş kilometre tutardı.
Köyün ortasına varınca yolda yürüyen uzun boylu bir adamla burun buruna geldiler. Adam atın dizginine sarıldı, Vasili Andreyiç’i tanır tanımaz kızağın okuna yapıştı, eliyle tutuna tutuna içinde oturanlara yaklaştı, kendisi de öne oturdu.
Bu adam, Vasili Andreyiç’in yakından tanıdığı, çevrede at hırsızı olarak ün yapmış, İsa adında bir köylüydü.
İsa, ağzından tüccarın yüzüne votka kokusu savura savura;
– Sizi hangi rüzg‰r attı, Vasili Andreyiç? dedi.
– Goryaçkino’ya diye yola çıkmıştık ama yolu şaşırdık.
– Şuna bakın, çok sapmışsınız. Malahovo’dan gitseydiniz ya!
– Biz de biliyoruz ama beceremedik işte.
Vasili Andreyiç böyle diyerek kızağı durdurdu.
İsa atı tepeden tırnağa süzdü, elinin alışık bir hareketiyle hayvanın saçaklı kuyruğundaki gevşek topuzu yukarı doğru iterek sıkılaştırdı.
– E, geceyi burada geçireceksiniz, değil mi?
– Olmaz. Görülecek çok işimiz var.
– Anlaşılıyor. A, bu da kim? Sen misin Nikita Stepaniç?
– Başka kim olacak! Bak, iki gözüm, yolumuzu bir daha şaşırmamak için ne yapalım, söyler misin?
– Korkmayın, şaşırmazsınız. Şimdi buradan geriye dönün. Sokağı dümdüz geçin, sağa sola sapmayın sakın. Ana yola çıkınca sağa dönersiniz.
– Peki, ana yola nereden döneceğiz?
– Sol yanında çalıları göreceksiniz. Çalıların karşısında meşe ağacından kocaman bir işaret direği durur. İşte oradan.
Vasili Andreyiç atın başını geriye çevirdi köyün çıkışına yöneldi, arkalarından İsa’nın:
– Geceyi burada geçirseydiniz iyi olurdu! diye bağırdığını duydular.
Tüccar dizginlerle ata vururken adama yanıt bile vermedi. Önlerinde topu topu beş kilometrelik yol kalmıştı, bunun da iki kilometresi ormandı. Tipi biraz dinmişti, kar da azalmışa benziyordu. Pek zor görünmüyordu yolculuk.
Taze gübrelerin alaz alaz koyulaştırdığı, çiğnenmiş karlı sokaktan geçtiler. Çamaşır asılı evin önüne vardıklarında beyaz gömlek yalnızca bir kolundan kaskatı asılı duruyordu. İç parçalayıcı uğultular çıkaran söğütlerin de yanından geçince kendilerini gene kırların ortasında buldular. Fırtına dinmek şöyle dursun, hızını daha da artırmışa benziyordu. Kardan yol iz belli değildi, ancak işaret direklerine bakarak buluyorlardı gidecekleri yönü. Gelgelelim rüzg‰rın karşıdan esmesi direkleri görmelerini hayli güçleştiriyordu.
Vasili Andreyiç işaret direklerini kaçırmamak için gözlerini kısıyor, başını eğiyor, ama yolu bulmayı daha çok ata bırakıyordu. At da tam güvenilecek hayvandı doğrusu. Ayaklarının altındaki sert yolun dönemeçlerine uyarak bazen sağa, bazen sola kıvrılıyordu. Kar ve tipi şiddetini iyice artırdığı halde kızaktakiler k‰h sağda, k‰h solda işaret direklerini görmeye devam ettiler.
Böyle on dakika kadar ilerlemişlerdi ki, atın hemen önünde, rüzg‰rın uçuşturduğu kar bulutunun ötesinde kımıldanan koyu bir leke gördüler. Onlarla aynı yöne giden bir kızaktı bu. Doru tay yetişince ayakları öndeki kızağın tahtasına çarpmaya başladı.
– Önümüze geçin! diye bağırmaya başladılar öteki kızağın içindekiler.
Vasili Andreyiç yana kırıp öndeki kızağı geçmeye başladı. Kızakta üç erkekle bir de kadın vardı. Yortu ziyaretinden dönüyorlardı anlaşılan. Erkeklerden biri elindeki çırpıyla atın karlanmış sağrısına habire vuruyordu. Önde oturan öteki iki erkek ellerini sallayarak bağırıyorlardı. Kadın kızağın arkasında iyice örtünmüştü, üstüne yağan karların altında kıpırdamadan otururken taşlaşmış gibiydi.
– Kimsiniz siz? diye bağırdı yanlarından geçerken Vasili Andreyiç.
– …lerdeniz! diye seslendiler berikiler.
– Kimlerdensiniz?
– …. deniz…
Adamlardan biri avazı çıktığı kadar bağırdığı halde hiçbir şey anlaşılmıyordu.
Elindeki çırpıyla atı kamçılayan köylünün haykırması duyuluyordu yalnızca:
– Onlardan geri kalma! Hızlı sür!
– Yortudan mı dönüyorsunuz?
– Çek dizginleri Syomka! Geri kalma! Geç şunları!
Kızakların yan kirişleri birbirine sürtündü. Atlar bir an birbirlerine girecekmiş gibi oldular, sonra ayrıldılar. Öteki kızak geri kalmaya başladı.
Geniş karınlı, tepeden tırnağa kara belenmiş uzun tüylü at, sağrısına inen sopalardan kurtulmak için var gücüyle yekiniyor; kısa bacaklarıyla diz boyu karı savurarak boyunduruğun altında başını öne eğerek, ağır ağır oflaya puflaya ilerliyordu. At geride kalırken Nitika zavallı hayvanın kafasını bir an kendi omuz başında gördü. Gencecik bir attı bu. Ama hayvancağızın alt dudağı iyice gerildiği için ağzı balık ağzına benzemiş, burun delikleri genişlemiş, korkudan kulakları arkaya yatmıştı.
– İçki neler yaptırıyor. Hayvanın canını çıkarmışlar. Köylü parçaları, ne olacak! dedi Nikita.
Yorulan beygirin sık sık solumalarını, sarhoş adamların haykırışlarını bir süre daha duydular. Sonra bütün bunlar da kesildi. Rüzg‰rın kulaklarının dibinde ıslık çalmasından, arada bir kızak kirişlerinin tümseklerde çıkardığı gıcırtılardan başka bir ses işitilmiyordu artık.
Köylülerle karşılaşmaktan keyiflenen, yüreklenen Vasili Andreyiç, işaret direklerine fazla aldırmaksızın, yolu bulmayı daha çok ata bırakarak dizginleri hızlı hızlı çekti.
Nikita’ya yapacak bir iş kalmıyordu. O da bu gibi durumlarda başvurduğu işe koyuldu: Uykusuz geçirdiği gecelerin acısını çıkarırrcasına uyuklamaya başladı.
Derken at, ansızın duruverdi. Nikita az kalsın tepe üstü kapaklanıyordu.
– Gene yoldan çıktık sanıyorum, dedi Vasili Andreyiç.
– Nasıl?
– Direkler görünmez oldu. Yitirdik yolumuzu.
– Hemen gidip bakayım…
Nikita böyle diyerek doğruldu, ayak uçlarını içerlek basa basa, karlarda yürüdü gitti.
Bazen görünüp bazen gözden kaybolarak uzun süre dolaştı. En sonunda geriye döndü, kızağa bindi.
– Buralarda yol filan yok. Belki de ilerde bir yerde.
Hava kararmaya yüz tutmuştu. Tipinin şiddeti ne artıyor, ne de azalıyordu.
– Şu köylülerin sesini bir daha duysaydık, dedi Vasili Andreyiç.
– Onlarla bir daha karşılaşmadığımıza göre yoldan bir hayli uzaklaşmışız. Kim bilir, belki adamlar da yitirdiler yollarını.
– Peki, şimdi nereye gideceğiz?
– Atı kendi haline bırak. Bulur yolunu. Dizginleri ver bana.
Vasili Andreyiç sevinerek dizginleri Nikita’ya verdi. Çünkü kalın eldivenler içinde parmakları üşümeye başlamıştı.
– Nikita dizginleri elinde tutarken hayvanı hiç yönlendirmemeye çalışıyordu. Akıllı hayvanın yolu bulup çıkaracağına inancı vardı. Gerçekten de at bazen bir kulağını, bazen ötekini oynattıktan sonra kızağı yola doğru çekmeye başladı.
– Dili olsa konuşacak diye mırıldandı Nikita. Yürü yavrum! Bildiğin gibi git yoluna.
Rüzgar arkadan esiyordu şimdi, keskin ayaz hissedilmez olmuştu.
Atın zekasına şaşarak seviniyordu Nikita.
– Cin gibi hayvan. İnsanlar vardır, kalıplarına bakınca bir şey sanırsın; oysa kafaları çalışmaz. Şu kulaklarını oynatışına bak! Telgrafa ne hacet, bir kilometre uzaktan her şeyi duyar vallahi.
Yarım saat bile geçmeden önlerinde birtakım karaltılar belirdi, sağ yandan işaret direklerini gördüler. Yeniden yola çıkmış olmalıydılar; önlerindeki koyuluk ya bir köydü ya da orman.
– Hey, gene Grişkino’ya gelmişiz! dedi Nikita.
Gerçekten de üstünden karlar savrulan aynı ot yığınını, asıldıkları ipte çırpınıp duran aynı gömlekleri, çamaşırları gördüler. Sonra gene gübreden alaca bulaca koyulaşmış sokağa girdiler; gene hava durgunlaştı, ılındı; gene evlerden konuşmalar, türküler, köpek havlamaları duyulmaya başladı. Hava bir hayli karardığı için kimi evlerin pencerelerinde ışık vardı.
Sokağın ortasında Vasili Andreyiç tuğladan yapılmış bir eve doğru çevirdi kızağı, evin önüne varınca durdular.
Nikita, karların yarı yarıya örttüğü aydınlanmış pencereye yaklaştı, kamçısının sapıyla cama vurdu. Solgun ışıkta karların uçuştuğu görülüyordu.
İçerden biri;
– Kim o? diye seslendi.
– Kresti köyünden Brehunovlar, dedi Nikita. Bir dakika bakıver, iki gözüm.
Pencereden bakan adamın geriye çekilmesinden bir süre sonra sahanlığın iç kapısı açılıp kapandı, ardından dış kapının sürgüsü çekildi. Kapıyı rüzg‰rın itmemesi için eliyle tutan uzun boylu, ak sakallı, yaşlı bir adam göründü önce. Bayramlık beyaz gömleğinin üstünden bir gocuk atıvermişti omuzlarına. Onun arkasında kırmızı mintanlı, meşin çizmeli bir delikanlı belirdi.
– Andreyiç, sen misin? diye sordu yaşlısı.
– Benim ya. Yolumuzu şaşırdık da… Goryaçkino’ya gidelim derken sizin köye gelmişiz… Üstelik bu ikinci geçişimiz.
– Bakın şu işe. Petruşka, hadi, avlu kapısını açıver.
Kırmızı mintanlı genç neşeli bir sesle;
– Hemen, şimdi, diyerek dışarı seğirtti.
– Ama biz geceyi burada geçirecek değiliz, dedi Vasili Andreyiç.
– Gece vakti yola gidilir mi? Kalın burada.
– Çok isterdik ama kalamayız. İşimiz çok.
– Hiç olmazsa bir içeri girin de ısının. Hazır, sıcak çayımız da var.
– Eh, ısınmaya bir diyeceğimiz yok. Az sonra ay çıkacağına göre gece karanlık olmaz…. E, Nikita, girip biraz ısınalım mı?
– İyi olur, efendim.
Soğuktan Nikita’nın eli ayağı donmuştu. Sıcak bir odada kemiklerini ısıtmaktan başka ne isteği olabilirdi.
Vasili Andreyiç ile yaşlı adam eve girdiler. Nikita da Petruşka’nın açtığı avlu kapısından kızağı içeri sokup ahırın sundurması altına çekti. Ahırın tabanı gübreyle doluydu. Tavanın kiriş kütüğüne kocaman bir boyunduruk asılmıştı. Kirişe tüneyen tavuklar, horozlar rahatlarının kaçmasından dolayı durdukları yerde didişmeye, gıdaklamaya başladılar. Koyunlar bir hayli ürkmüş olacaklar ki, tırnakları kaskatı gübre tabakasında tıkırdayarak hepsi bir köşeye sıkıştılar. İçeriye bir yabancının girmesinden ödü patlayan bir köpek olanca hıncıyla, boğulurcasına havlamaya koyuldu.
Oysa Nikita her birine yatıştırıcı sözler söylüyordu. Rahatlarını kaçırdığı için tavuklardan özür diledi. Gelişinden ürktüler diye koyunlara sitem etti. Oysa biraz bekleyip işin sonunu anlasalardı ya… Atı yerine bağlarken köpekle konuştu.
İşini bitirince üstünden başından karları silkti.
– E, oldu işte, şimdi keyfinize bakın.
Köpeğe döndü:
– Sen de amma havlarmışsın! Hadi, kes sesini artık, küçük budala! Boşuna paralıyorsun kendini. Hırsız mı sandın yoksa beni?
Sundurmanın dışında kalan kızağı bir eliyle tuttuğu gibi içeri alan Petruşka;
– Boşuna bunlara evin üç akıllısı dememişler, dedi.
– Anlamadım. Nasıl bir şey o?
– Paulson’un kitabında öyle yazıyor… Eve bir hırsız girecek olsa köpek hemen havlayarak ev sahiplerini uyarır, horoz ötmesiyle sabahları herkesi kaldırır. Ya kedi? Patisiyle yüzünü temizlemesi eve değerli bir konuğun geleceğini gösterir…
Delikanlı bunları söylerken gülümsüyordu. Okuma yazma bildiği için, evlerinde bulunan tek kitabı, Paulson’un kitabını ezbere öğrenmişti. Şimdiki gibi çakırkeyif olduğu zamanlar, konuyla ilgili bulduğu bölümleri söylemeye bayılırdı.
– Doğru, diye onayladı Nikita.
– Çok üşüdün mü, amca?
– Hem de nasıl!
Avludan geçtiler, sahanlıktan içeri girdiler.

Vasili Andreyiç’in kapısını çaldığı ev, köyün en varlıklı ailelerinden birinindi. Bu varlıklı insanlar, beş aileye yetecek topraklarından başka, sağda solda tarla kiralayıp ekerlerdi. Altı at, üç inek, iki düve, yirmi kadar da koyun besliyorlardı evlerinde. Evdeki horanta sayısına gelince, tastamam 22 kişiydiler. Ana babadan başka, hepsi de evlenmiş dört oğul, dört gelin, aralarında yalnızca Petruşka’nın evli bulunduğu altı torun, iki küçük torun (torunun çocuğu), üç de kimsesiz çocuk. Baba ocağını dağıtmamış olan seyrek ailelerden biriydi bu insanlar. Ancak kadınların arasında başlamış olup kısa zamanda ayrılmayla sonuçlanacak gizli bir iç çekişme de sürüp gidiyordu. İki oğul Moskova’da sakalık yapıyorlardı, biri de askerdeydi. Şu an evde, ailenin işlerini yürüten ikinci oğul, bunların karıları, çocukları bulunuyordu. Çocuklarının vaftiz babalarından bir komşu da konuktu onlarda.
Odanın ortasındaki masanın tepesinde abajurlu bir lamba asılıydı. Lambadan masadaki çay bardaklarına, votka dolu şişeye, meze ve yemek tabaklarına, tuğla duvarlara, kutsal köşedeki (*) tasvirlere, bunların iki yanındaki resimlere parlak bir ışık düşüyordu. Vasili Andreyiç masada baş köşeye kuruldu. Sırtındaki kürkü çıkardı, yalnızca kara gocuğuyla kalınca buz tutmuş bıyıklarını emerek, pırtlak atmaca gözleriyle odayı, içerdekileri incelemeye koyuldu. Masada kendisinden başka evde dokunma bezden beyaz bir gömlek giymiş, ak sakallı, dazlak kafalı yaşlı baba; onun yanında, Moskova’dan bayramı geçirmeye gelen ince basma gömlekli büyük oğul; onun yanındaysa ev işlerini yürüten ikinci oğul vardı. Bu ikisi, geniş omuzları, kalın enseleriyle gerçek birer babayiğitti. Kızıl saçlı, zayıf bir adam olan komşuları en uca oturmuştu.
Mezelerden atıştırarak ufak ufak votka demlenen erkekler ocağın köşesinde uğuldayıp duran semaverden konulacak çayı bekliyorlardı. Ocağın üstünde, yerdeki sedirlerde bir sürü çocuk vardı. Beşiğin üzerine abanan genç bir kadın bebeğini emzirmekteydi. Yüzü kırışıklarla kaplı, dudakları bile buruşmuş olan, ailenin yaşlı anası, Vasili Andreyiç’i ağırlamaya çalışıyordu.
Nikita içeri girdiği sırada yaşlı nine kalın camlı bir bardağa doldurduğu votkayı tüccara uzattı.
– Buyur, Vasili Andreyiç, yortuyu bir kere de bizimle kutlamış olursun. Mezelerden de al.
Bunca yorgunluktan, soğuktan sonra votkanın görünüşü, bayıltıcı kokusu Nikita’nın başını döndürmeye yetti. Nikita, kutsal köşede durdu, odada bulunanlara aldırmadan üç kez istavroz çıkardı, tasvirlerin önünde saygıyla eğildi; ev sahibi yaşlı adamdan başlamak üzere masada oturan erkeklere, ocağın yanında dikilen kadınlara “yortunuz kutlu olsun” dedi, yiyeceklere bir kez bile bakmadan, sırtındaki eski püsküleri çıkarmaya koyuldu.
Büyük oğul, Nikita’nın kardan ağarmış yüzüne, kirpiklerine, sakalına bakarak;
– Soğuktan buz tutmuşsun, amca, dedi.
Nikita paltosunu çıkardıktan sonra üstündeki karları bir daha silkti, ocağa yakın bir yere astı, masaya yaklaştı. Ona da bir bardak votka verdiler. Bu hoş kokulu sıvıyı bir yudumda içmekle içmemek arasında azap veren bir duraksama geçirdi. Ama gözleri bir an Vasili Andreyiç’e kayınca ettiği tövbe, içki yüzünden sattığı çizmesi, karısının fıçıcı dostu, bahara bir at almak için söz verdiği oğlu geldi aklına. Derin derin içini çekti, kaşlarını çattı.
– İçmiyorum, teşekkür ederim, dedi.
İkinci pencerenin önündeki iskemleye oturdu. Evin ikinci oğlu merakla sordu:
– Niçin içmiyorsun, amca?
Nikita ellerini salkım salkım buz tutmuş seyrek sakalından, bıyıklarından ayıramıyordu.
– İçmiyorum işte, dedi sıkılgan bir sesle.
Bir bardak votkayı bir dikişte yuvarlayan Vasili Andreyiç tabaktan bir çörek alarak konuşmaya katıldı:
– Ona yaramaz, içmesin daha iyi.
Bunun üzerine nine söze karıştı:
– Öyleyse çay veririz. Çok da üşümüşe benziyor. E, gelinler, semaver hazır değil mi daha?
Gelinlerin en genci, üstü bezle örtülü semaveri iki eliyle tutup kaldırdı. Güçlükle taşıyarak masanın ortasına koydu.
O sırada Vasili Andreyiç yolu yitirişlerini, yanlışlıkla iki kez onların köyüne gelişlerini, yolda sarhoşlarla karşılaşmalarını, kırlarda yol aramalarını anlatıyordu. Ev sahipleri de ona yoldan ayrılmalarının nedenini, sağa sola sapmadan gitmek için neler yapmaları gerektiğini açıkladılar. Yolda rasladıkları köylüleri de tanıyorlardı.
Ev sahiplerinin komşusu:
– Buradan Molçanovka köyüne bir çocuk bile gidebilir, dedi. Yalnız, ana yola nereden döneceğini bilsin yeter. Anlaşılan siz çalılığa varmadan dönmüşsünüz.
Nine bir yandan:
– Bu geceyi burada geçirin de öyle yola çıkın. Gelinler size birer yatak seriverirler, diyordu.
Yaşlı adam da karısını destekliyordu:
– Öyle ya. Sabahleyin kalkınca gündüz gözüyle daha rahat giderdiniz.
Vasili Andreyiç razı olur mu?
– Olmaz. İnsan bazen bir saat geç kalmakla kaçırdığını, bir yılda kazanamaz.
Bunları söylerken kentli tüccarların elinden kapacaklarına inandığı ormanı düşünüyordu.
– E, Nikita, yolcu yolunda gerek, değil mi? dedi uşağına.
Nikita, sakalındaki, bıyığındaki buzların çözülmesi işine fazlaca dalmış gibi ağırdan aldı. Sonra üzgün bir sesle:
– Gene yolumuzu şaşırmaktan korkuyorum, diye mırıldandı.
Üzgün olmasının nedeni içki içmek için hala büyük bir istek duymasıydı. Bu isteği bastıracak tek şey çaydı. Ama onu da vermemişlerdi henüz.
Vasili Andreyiç niyetinden vazgeçecek gibi değildi:
– Şu dönemece bir varsak, ondan ötesi kolay. Yolumuz hep orman.
Nikita’ya sonunda bir bardak çay verdiler.
– Siz bilirsiniz, Vasili Andreyiç, gidelim derseniz gideriz.
– Çayımızı içelim de kalkalım hemen.
Nikita bir şey söylemeden başını salladı. Bardağındaki sıcak çayı tabağına döktü. (*) Elinin çalışmaktan şişen parmaklarını çayın buharına tuttu. Sonra kesme şekerden bir parça ısırdı, ev sahiplerine başıyla selam verdi:
– Sağlığınıza, diyerek sıcacık sıvıyı iştahla içti.
– Birisi bizi dönemece değin geçirse bari, dedi tüccar.
Büyük oğlan onun bu isteğini sevinçle karşıladı:
– Ne olacak, geçiririz. Petruşka şimdi kızağı koşar, sizi götürür oraya dek.
– Hadi koş kızağı, iki gözüm. İkramlarınız için çok teşekkür ederim, dedi tüccar.
Nine, tatlı bir sesle konuğunu yanıtladı:
– A, teşekkür edecek ne yaptık ki? Evimize uğradığınız için asıl biz teşekkür etmeliyiz.
Dedesi Petruşka’ya:
– Petruşka, git de kısrağı kızağa koş, dedi.
Delikanlı yüzünde tatlı bir gülümsemeyle kalktı, duvarda asılı duran şapkasını kaptığı gibi dışarı fırladı.
Petruşka kızağı hazırlayadursun, tüccarın eve gelişiyle yarıda kesilen konuşma gene aynı konuya döndü. Yaşlı baba, aynı zamanda köy muhtarı olan komşusuna, Moskova’daki oğlunun yortu dolayısıyla evdekilere hiçbir şey göndermediği halde karısına Fransız malı bir şal gönderdiğini anlatıyor, dert yanıyordu.
– Gençler gitgide kopuyorlar bizden.
– Kopmak da laf mı? dedi komşusu. Dirlik düzenlik mi kaldı evlerde? Kendilerini her şeye akılları erer sanıyorlar. Bilmiyor musun, Demoçkinlerin oğlan döve döve babasının kolunu kırdı. Herhalde aklının fazlalığından olacak.
Adamların yüzlerine dikkatle bakarak konuşmaları dinleyen Nikita kendisi de bir şeyler söylemek için can atıyordu ama, o sırada çay içme işine fazlaca kapılmış olduğundan, onları destekleme anlamında başını sallamakla yetiniyordu. Verilen her bardaktan sonra biraz daha ısınıyor, bir gevşeme yayılıyordu tüm bedenine.
Konuşma dönüp dolaşıp aynı konuya, baba evinden ayrılmanın zararlarına geliyordu. Genel bir ayrılma, ailenin tümüyle dağılması değildi söz konusu edilen. Onlar kendi evlerinin içindeki bir ayrılmadan, dilini yutmuş gibi somurtup duran ikinci oğulun gerçekleştirmek istediği ayrılmadan söz ediyorlardı. Öte yandan evde herkesi ilgilendiren bu çok duyarlı konuyu yabancıların yanında tartışmak istemedikleri de anlaşılıyordu tavırlarından. Ama yaşlı baba bir ara dayanamadı; gözlerinden yaşlar boşanarak, sağ olduğu sürece oğullarının ayrılmalarına göz yummayacağını söyledi. Çocukların her biri bir yana gidince kurulu düzen diye bir şey kalmazdı.
– Matveyevlere ne oldu, bilmiyor musunuz, dedi muhtar. Ortada ne ev kaldı, ne bark. Dağıldılar gittiler…
Yaşlı baba oğluna döndü:
– Sen de mi aynı şeyi istiyorsun ha? Söyle, hadi!..
Oğlu buna yanıt vermeyince garip bir suskunluk çöktü ortalığa. Bu suskunluğu bozan Petruşka oldu. Biraz önce kızağı koşup geriye dönen delikanlı, yüzüne yayılan bir gülümsemeyle konuşulanları dinliyordu.
– “Paulson’un kitabında ne der? Bir babayla üç oğlu varmış” diye girdi araya. “Adam, kırmaları için onlara bir demet çıta vermiş, hiçbiri kıramamış. Aynı çıtaları teker teker kırıvermişler. İşte bu da böyle… E, kızak hazır.”
Vasili Andreyiç:
– Eh, öyleyse kalkalım artık, dedi. Ortanca oğlanın ayrılmasına gelince, amca sakın razı olma. Bunca malı mülkü sen kazandın, öyleyse bu evde senin sözün geçer. Daha olmazsa düzenin korunması için mahkemeye başvurursun.
Yaşlı adamın sesi çatallaşmıştı göz yaşlarından.
– İşi gücü hır çıkarmak. Evde huzur kalmadı. Evlat değil, baş belası bu oğlan.
Bu arada beşinci çayını bitiren Nikita bardağı baş aşağı çevirmemiş, altıncısını doldururlar umuduyla tabağa yan yatırmıştı. Ama semaverde su tükendiği için onun isteğini yerine getiremediler. Ayrıca Vasili Andreyiç gitmek üzere hazırlanıyordu. Yapılacak bir şey kalmamıştı artık. Nikita ister istemez doğruldu, dişiyle dört bir yanından parçalar kopardığı şeker topağını gerisin geriye kutusuna koydu, terden ıslanmış yüzünü silerek paltosunu giymek için kalktı.
Hazırdı Nikita. Derin derin içini çekti, ev sahiplerine teşekkür edip esenlikler diledi. Aydınlık, sıcacık odadan çıkıp, kapı aralıkları karla sıvanmış, içinde soğuğun, rüzg‰rın kol gezdiği sahanlığa, oradan da karanlık avluya gitmek ölüm geliyordu şimdi ona.
Gocuğunu giymiş olan Petruşka avluda onları bekliyordu. Yüzünde her zamanki gülümsemesiyle Paulson’un kitabından bir şiir okudu:

Koyu bir sis kaplamış gökyüzünü.
Kar burgaçları kıvrılıyor durmadan.
Bazan vahşi hayvanlar gibi uluyor
Bazan ağlıyor çocuk sesiyle… (*)

Nikita kendi kızağının dizginlerini toplarken Petruşka’nın okuduğu şiiri başıyla onayladı.
Elinde fenerle Vasili Andreyiç’i uğurlamaya çıkmıştı yaşlı baba. Ama eşikten dışarıya adımını atar atmaz rüzg‰r feneri söndürüverdi. Anlaşılan, fırtına iyice şiddetlenmişti.
Tüccar, “Şu tipiye bak. Bu havada yola çıkılmaz, ama işten de kalmak istemiyorum. Üstelik hazırlandık artık, bizim için kızak bile koştular. Kısmet olursa varırız gideceğimiz yere…” diye geçirdi içinden.
Ev sahibi yaşlı adam da böyle bir havada konuklarını bırakmaması gerektiğini düşünüyordu. Gelgelelim onları zorla tutamazdı. Kaç kez gitmemelerini söylediği halde sözünü dinletememişti. “Kimbilir, belki adam haklı. Kocadığım için kardan kıştan gözüm korkuyor. Şu konuşmalar bitse de yatsak hemen…”
Petruşka’nın tehlikeye filan aldırdığı yoktu. O yöreyi, yolları avucunun içi gibi bilirdi. Ayrıca, “Kar burgaçları kıvrılıyor durmadan” dizesi olup bitenlere tıpatıp uyduğundan keyfi yerindeydi.
Zavallı Nikita’ya gelince, yıllar var ki, yalnızca başkalarının isteğine göre hareket etmeye alıştığı için, istese de istemese de gitmek zorundaydı. Bu durumda yolcuların önünde hiçbir engel kalmıyordu.

Vasili Andreyiç yaklaştı, karanlıkta çevresini doğru dürüst seçemeden yerine oturdu, dizginleri çekti.
– Öne düş, delikanlı, diye bağırdı Petruşka’ya.
Kızağında dizleri üzerinde bekleyen Petruşka, kısrağı sürdü. Ne zamandır kişneyip duran, tüccarın doru tayı önünde kısrak kokusu alınca ileri fırladı, bir anda avludan sokağa çıktılar.
Köyün ortasından geçiyorlardı şimdi. Donmuş çamaşırların asılı olduğu evin önüne vardılar, çamaşırların tekini bile göremediler. Hepsi yere düşmüştü, anlaşılan. Tepeden tırnağa beyazlara gömülü, üstünde kar bulutları uçuşan ot yığınının önünden geçtiler. Sonra acı acı iniltiler çıkararak dalları sağa soğa savrulan söğüt ağaçlarına vardılar. En sonunda, alttan üstten karların kaynaştığı, azgın bir denizin ortasında buldular kendilerini. Fırtına o denli şiddetliydi ki, kızağa yandan çarptığı zaman hem atı, hem de içindekiler devirecekmiş gibi sarsıyordu.
Petruşka geniş adımlarla tırısa kalkan yiğit atını durmadan haylıyordu. Doru tay kısrağın birkaç adım arkasındaydı.
Böylece on dakika kadar gittiler. Sonra Petruşka başını geriye çevirdi, bir şeyler haykırdı. Ne Vasili Andreyiç, ne de Nikita, onun söylediğinden bir şey anlamadılarsa da dönemece geldiklerini tahmin ettiler. Gerçekten Petruşka kızağıyla sağa döndü, yandan vuran rüzg‰r karşıdan esmeye başladı. Bu sırada kar örtüsünün ilerisinde bir koyuluk belirdi. Dönemeçteki çalılıktı bu.
– Hadi, hoşça kalın.
– Teşekkürler, Petruşka.
Petruşka, son kez;
– “Koyu bir sis kapladı gökyüzünü” diye bağırarak gözden silindi.
– Şu delikanlı şiire amma da meraklı!
Vasili Andreyiç dizginleri sarstı.
– Evet, yiğit oğlan, tam köy delikanlısı!
Nikita iyice büzülüp boynunu içine çektiği için küçük sakalı göğsüne yapışmıştı. Sıcak odada kaldığı sürece ısınan bedeninin sıcaklığını yitirmek korkusuyla sesini bile çıkarmıyordu. Şimdi önünde bütün gördüğü; gide gele çiğnenmiş bir yol gibi duran oklar, doru tayın inip inip kalkan sağrısı, fırtınadan savrularak hep yana yatan topuzlu kuyruğu, biraz ilerde yüksek boyunduruğunun altında sallanan başı ve boynunun bir yanına yapışmış yelesiydi. Arada bir gözüne çarpan işaret direklerinden ötürü doğru yolda gittiklerini düşünüyor, yerinde tasasız oturuyordu.
Dizginleri elinde tutan Vasili Andreyiç yolu bulma işini ata bırakmıştı. Ama köyde dinlendiği halde pek gönüllü yürümüyordu doru tay. Birkaç kez geriye döner gibi yapınca tüccar dizginleri çekti.
Tüccar, direkler geçtikçe içinden sayıyordu: “İşte birinci direk, işte ikincisi, işte üçüncüsü… Eh, ormana geldik artık.” Onun orman sandığı karaltı aslında bir çalı yığınından başkası değildi. Karaltıyı geçip elli metre kadar gittikleri halde ne dördüncü direği görebildi, ne de ormanı. “Orman buralarda bir yerde olmalı” dedi kendi kendine. Votkanın, çayın verdiği yüreklilikle dizginleri çekti, kızağı hızlandırdı. Söz dinleyen yiğit at bazan eşkinle, bazan hafif tırısla nereye çevirirlerse oraya gidiyordu. Oysa doğru yöne sürülmediğinin çok iyi farkındaydı. On dakika daha gittiler; gene ne orman vardı, ne bir şey…
Vasili Andreyiç atı durdurdu.
– Gene yolu şaşırdık.
Nikita tek söz söylemeden kızaktan indi. Tipide bazan bedenine sımsıkı yapışan, bazan de uçup gidecekmiş gibi omuzlarından sıyrılan paltosunun içinde bir o yana, bir bu yana koşarak yolu aramaya koyuldu. Birkaç kez gözde silindiği de oldu. Sonunda kızağa döndü, dizginleri Vasili Andreyiç’in elinden aldı.
Kararlı, sert bir sesle;
– Sağa gitmeniz gerekiyor, dedi.
Atın başını o yöne çevirdi. Dizginleri uşağına bırakan tüccar üşüyen ellerini yenlerinin içine soktu.
– İyi, sağa gitmek gerekiyorsa yol senin.
Nikita sesini çıkarmadı. Ama az sonra ata bağırdı:
– Hadi, koçum, kımıldan biraz!

devamı  yakında>>

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz