Kuşkucu Tomas Metaforu Üzerinden Bertrand Russel Okumaları – Josef Kılçıksız

The Incredulity of Saint Thomas (Caravaggio)*

“İsa çamurdan yaptığı on iki kuşun üstüne balıkçı ağını attı ve şüpheci Tomas’a, İnsanoğlu çamurdan yaratıldı ve sen onun torunlarındansın, ona can veren Tanrı’ydı, artık şüphe etme, ağı kaldır Tomas, çünkü ben Tanrı’nın Oğlu’yum, Tomas ağı kaldırdı ve kuşlar uçtu.” (Yuhanna 20:25)
Mantıksal empirism, “Mantıksal Atomizm”, nükleer silahlanma karşıtlığı, felsefenin popularizasyonu, anti emperyalizm ve ekonomide liberalizmden sosyalizme varan uzun entellektüel yolculukta Russel’ı, çocukluğu ve ilk gençlik yıllarında özkıyım fikrinden matematiğe olan tutkulu öğrenme iştahı alıkoydu.
Onun sosyalizmi ekonomide sosyalist bir modeli öngören ama siyasette çok partili demokratik bir toplum tahayyülü içeren bir toplumculuktu. Alman sosyal demokrasi deneyimi entellektüel hayatında derin izler bıraktı.
Bir agnostik ve sosyal liberal olarak City College of New York’ta okutmanlık yapması, “moral uygunsuzluk” nedeniyle rededildi.
Aritmetiğin temellerini bir avuç mantık aksiyomuna geri çevirme girişimi olarak Principies of Mathematics yapıtını yazdı, ancak bu girişim Russel Paradoksu olarak da bilinen iç çelişkiler nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı.
“Köyün berberi, sadece kendi sakallarını tıraş etmeyen köy erkeklerinin sakallarını tıraş ediyor, acaba o zaman kendi sakalını tıraş etmiş oluyor mu?O da köyün bir erkeği olarak kendi sakalını tıraş ediyorsa, sadece kendi sakalını tıraş etmeyen köy erkeklerini tıraş ettiği için kendi sakalını tıraş etmiş olamaz.” Russel Paradoksu olarak nitelendirilen sav, kabaca yukardaki örnekle açıklanmaya çalışılmıştır.
“Gazeteler bir defasında benim öldüğümü yazmıştı; ama kanıtları yakından inceledikten sonra bu açıklamanın yanlış olduğu sonucuna vardım.” B. Russel
Savaş başlıyor tutunamıyoruz, rüzgar eserse düşebiliriz. Namazlarımızı bile aksatmıyoruz, içimizdeki masum çocuğu öldürmek için! İçimizde yüksek duvarlar var.
Uğrunda savaşmayı ve zulmetmeyi göze aldığımız düşüncelerin aslında uzmanların bile doğru olması için yeterli neden bulmadığı, kuşkuyla karşılanan, değişik koşul ve uzamlar içinde değişik sonuçlar veren, aksinin bile doğru olduğundan emin olmadığımız eksik kuramlar olduğunun ayırdına varırsak yine bu düşünceleri hamasetle savunmaya devam eder miyiz? Korkarım, insanlar bir şeyi “ne kadar az bilirlerse; o şeyi o kadar şiddetle müdafaa ederler.” B. Russel
Az bilmenin bazen bir yazgı ama çoğu zaman bir tercih olduğunu düşünüyorum. İnanın, köktendinciler evrim teorisine karşı geçerli bir savları olduğunu düşünselerdi, onun öğretilmesini yasal yollarla engellemezlerdi.
Çağdaş coğrafyalarda cesetlerini üreten siyaset biliminin ve dinin ikna edici intihar girişimlerinin arka planında bu az bilen insan profilinin yattığını savlamak mümkün. Görünen güneşe şems derken ısrarla inanmayanların, hançer ve kın derken çarçabuk inananmaya teyakkuzlu halleri beni hep düşündürmüştür. Bu insanların batılı dünyadan el çekme ahlakı, acaba savundukları metafizikle uyuşur nitelikte mi? Keşke V.Hugo stilinde bir ahlaksal fanatizmden yana olsalardı.
Peki siyaset ve din nefret ateşini körüklerken o oksijeni nerden bulur?
Sorgulamamaktan, kuşkulanmamaktan olabilir mi? “Akıllılar hep kuşku içindeyken aptallar küstahça kendinden emindir”, der B. Russel. Kanımca insanlar, bulundukları çağda geçerli olan inançların doğruluğundan kuşkulanmadıkları sürece, onlar uğruna zulüm de yaparlar. Hoşgörülü olmak için, teoride olmasa da uygulamada bir ölçüde kuşku gereklidir.
“Nefret eylemlerini, adalete olan aşkımız ve benzeri yüce amaçlar için yaptığımızı ileri sürerek kendimizi kandırırız. Bu gerçeği bizden saklayan perdeyi ancak, büyük ölçüde kuşkuculukla kaldırabiliriz.” B. Russel
Güneşin 4.5 milyar yıldır doğmuş olduğunu farz etsek bile, bu yarın doğacağına bir kanıt değildir. Doğa olaylarının dairesel tekrarı, kendini kanıtlamıyor. Güneşin dünya kurulduğundan beri her gün doğmuş olması, yarın sabah da doğacağı için bir kanıt oluşturmuyor.
Russel, bilime olan inançla dine olan inanç arasında, sorgulanacak obje olarak, bir fark gözetmez. Güneşin yarın doğacağını bilmemek ile güneşin yarın doğacağına inanmamak farkı da bu görüşle ilgilidir.

Gerçek Ve Doğru İlişkisi
Gerçek, doğruluğu anlaşıldığı zaman bir anlam kazanır. Eğer gerçeği bilmiyorsak, inandığımız doğruların yanlış olma olasılığını da dikkate almalıyız; Gerçeği öğrenince, “gerçeği”reddetmemiz, kendi doğrularımızın hayatımızdaki dogmatik önemi ve onlara kayıtsız koşulsuz inanç yüzünden değil midir?
Gerçeği bulmak ve ona hazırlıklı olmanın ilk koşulunun her şeyin sorgulanabilir olduğunu kabul etmekten geçtiğini çoğumuz bilir, ama bir çoğumuz da, bize konfor, güvenlik ve istikrar sunan ideolojik sığınaklarımızdan çıkmak istemeyiz.
Sorgulamanın ilk şartı şüphe etmektir, fakat şüphe edileni de sorgulamak gerekir. İnsanı ad infinitum sorgulamaya kadar sürükleyen bu gerçek, bir çoğumuz için ürkütücü ve sarsıcı bir şeydir.
Bu gerçek bizi, geleneksel insancıllaştırma mitlerinin rahat iç mekanının ılık sıcaklığından sonra, kuşkunun korunaksız, dışardaki serin ayazına bırakıp şaşkına çeviriyor.
Peki doğru olan şey gerçek midir? Bir şeyin doğru olması onu gerçek yapar mı veya gerçek olduğuna inandığımız şeyler doğru mudurlar? Bence asıl sorgulanması gereken şey budur.
Kanımca doğru denen şey, bilgiye ait bir niteleme, gerçek ise bir varlık kategorsidir.
Eğer bir nesne hakkında oluşturduğumuz görüş, nesnenin kendisine uyuyorsa doğrudur. Gerçek ise, söylenen yani o savın konusu olan şeydir. Örneğin; Demokrasi diye bir yönetim biçimi vardır ve bu bir gerçektir ama “Türkiye demokrasiyle yönetilen bir ülkedir” savı, demokratik kurallara ne kadar uyulduğuna bağlı olarak yanlışlığı ya da doğruluğu sınanabilir, kuşkulu bir sav olacaktır.
Kısacası nesnesine uygun bilgiye gerçek, bağlamına uygun bilgiye doğru denir. Doğrunun karşıtı yanlıştır; gerçeğin karşıtı ise yoktur.
Gerçek bir tanedir ve nesneldir, perspektife ve anlayışımıza göre değiştiremeyeceğimiz, evrende kadim bir bilgi olarak, hakikat olarak vardır.
Gerçeğin usumuzdaki tezahürlerine bağlı olarak hepimizin kendi doğruları var.
Doğru ise, insanların geniş bir yelpazeden oluşan yargılarına dayanan ve o gerçeğe bakanların gördüğü şeylerden ancak biridir ve özneldir.
Gerçek olana ulaşmak için “doğruları” (burada kastedilen önyargılar, inançlar, ideolojiler ve şablonlardır) bir kenara bırakmak gerektiğini düşünüyorum. “Asla inançlarım uğruna ölmek istemem zira yanlış olabilirler.” B. Russel
Bir şeyin gerçek olması onu doğru yapar mı? Kayıtsız koşulsuz hayır. Peki sizce dünyadaki en korkunç gerçek ne?
Servetlerinin toplamı 6,48 trilyon dolar olan 1810 kişilik elit, dünya kaynaklarının yüzde altmışa yakınını elinde bulundururken, Afrika’dakilerin 1 doların altındaki gelirleriye aç ve susuz yaşaması doğru bir şey midir? Doğru olmasa bile ne yazık ki gerçektir.
Açlıktan ölmek, hayatta kalmak ve yaşamak arasındaki farkın da içinde bulunduğu -kesişim kümesinin dışında kalan- taralı, gri alanda kaynak ve gelir dağılımı eşitsizliğinin doğurduğu elit bir oligarşi barınıyor.
Bana insanın çekirdekten ”iyi” olduğu söylendi, oysa tüm hayatımı bunu kanıtlayacak bir kanıt arayarak geçiriyorum.
Her gerçek doğru değil. Fakat gerçekleri güçlü insanların oluşturduğu tartışma götürmez bir gerçek. Savaşlar da bunlardan biri, savaşlar günümüzde, ”kimin haklı olduğuna değil, sadece kimin güçsüz olduğuna karar veren” (B. Russel), gerçek olgulardır.
Sürüp gelen bağnazlığın militan fanatizmi karşısında en büyük umut dayanağı, bilgelikle birleşen bilgidir, diye düşünüyorum.
Gerçekler ve doğrular ancak sadece gerçeklerin peşinde olanların dünyayı yönetmesiyle bir olabilir. ”İnsanoğlu, bilgeliği sevenler siyasi gücü ellerine alana kadar veya siyasi gücü ellerinde tutanlar bilgeliği sevene kadar sorunların bittiğini görmeyecektir.”, der Platon.
Gerçek ve doğru ilişkisine bir önerme oluşturması açısından hayatımzı bir anlatı, bir roman olarak farz edersek “bu romanda yazılan hiç bir şey gerçek değil, hepsi doğrudur”, diyebiliriz.

Abartılı Milliyetçilikle Bükülmüş Tarih Bilinci
“İnsanlar bilgisiz doğar, aptal değil, eğitilerek aptal olurlar.” B. Russel
Mürekkeple değil kanla yazılan bir tarih bilincine sahibiz. Tarihteki kahramanlık anlatıları, okullarından geçip tam da devletin istediği bir “vatandaş” kıvamına gelmiş beyinlerde milliyetçi bir heyecan ve olumlu yankılar uyandırıyor. Fakat bu kanonda ne hikmetse hepimiz, güç yönünde daha büyük bir itkiyle fatih bir ırkın torunlarıyız ve ne hikmetse hep kazandığımız kanlı savaşların toplamı olarak muzaffer kahramanlarız. Buna karşılık Russel ilk duyulduğunda kulakta ağrı yapan radikal bir öneride bulunuyor: tarihin düşman ülkenin tarihçileri tarafından yazılmışlardan okutulması önerisi. “Ancak o zaman komşunun öcü ya da düşman olmadığını, tarihte kazanan büyük hükümdarın “savaşlarda galip gelen değil” aksine halkına “en uzun barışı” yaşatan küçük insanlardan olduğunu öğrenebilirdik”, değerlendirmesinde bulunuyor.
Yıkıcı Ve Yapıcı Bir İtki: Can Sıkıntısı
Can sıkıntısının toplumun içgüdülerine öncülük eden sosyal bir işlevi olduğu doğru. Can sıkıntısı, birbirini pek az seven insanoğlunun birbirini aramasına yol açıyor.
Hayat kendi içinde yetkin ve iyi bir şey olsaydı can sıkıntısı diye bir şey olmazdı. Schopenhauer can sıkıntısını insanın kibrine kanıt olarak gösterir. Ona göre sadece var olmak bile bizi doyuma ulaştırmalıydı.
Varoluş ile beraber olduğu her şey arasına giren can sıkıntısı, zamanın adeta donduğu andır; varlık ve zamanın ivmelenemediği zamandır. Heidegger’e göre insan kendisiyle karşılaşmamak için meşguliyet arar. Kendi içerisinde bir umutsuzluk çölü vardır ve burada yalnız kalmamak için dışarısı ile oyalanır. Tüm dünyada neredeyse herkesin belli başlı inançlar edinmesi bu oyalanmaya örnektir.
Birey, uyarıcı veya odak olmazsa: hiçlik, varlığı anlamsızlık ve varoluşsal kaygı ile karşı karşıya bırakır. Pascal sonsuz ve sınırsız bir objenin, yani ancak Tanrı’nın bu sonsuz boşluğu doldurabileceğini düşünür.
Bence can sıkıntısı, yabancılaşmış, sanayinin, sömürünün ve yıkımın bir üyesi olmuş bireyin, şiddet ve yıkıcılığının en büyük kaynağı olması muhtemel edimidir
Evrendeki boşluk oranının %99.9 olduğu iddia ediliyor; evrenin oluşumunun dahi boşlukta bir uğraş bulma hareketi olarak göründüğünü söyleyebilir miyiz? Boşluk ise can sıkıntısının belirdiği yer; can sıkıntısı da varlığın boşlukla donmuş zamanla buluştuğu yerdir.
“Geçmişte yaşam tehlikeli olduğu için ciddiye alınmış, ciddi olduğu için de ilginç olmuştur. Eğer insan doğası değişmezse, tehlike olmayınca hayatın tadı kalmayacak ve biraz heyecan bulmak umuduyla insanlar her türlü aşağılık kötülüklere başvuracaklardır.”, diye buyurur B. Russel.
Kanımca can sıkıntısı ancak avcılık dönemine geri dönülerek giderilebilir. Heyecan arzusunun dorukta olduğu avcılık döneminde adrenalin ihtiyacı, avı kovalamak ve savaşla tatmin edilebiliyordu; öznenin arzu akışkanlığını kesen ahlak kuralları, ceza yasaları ve din yoktu, mesela vahşi adamın eşi yanındayken başka bir kadınla ilişkiye girmesi zina sayılmazdı.
Ancak tarımın bulunmasıyla birlikte hayat, hala avcılık döneminde yaşadığını düşünen, zayıf ve yaralı avın avlanmasında etik bir sorun görmek bir yana onu teşvik eden sosyaldarwinizmi keşfetmiş kapitalistler ve acıma duygusunu savaşılması gereken bir güçsüzlük sayan Nietzsche’ci ahlakın ileri gelenleri dışında, geniş halk yığınları için giderek sıkıcı olmaya başlamıştır. Can sıkıntısıyla başlayıp, mülkiyet, sömürü, devrimler, karşı devrimler, doğanın tahribatı, vahşi ve dizginsiz nufüs artışları vb. ne varan illiyet nedensellik zinciri içinde tarım, önemli bir kırılmayı içinde kristalleştiren bir halkadır.

Tarihte Belalı Uğrakların İzini Neden Sonuç İlişkisinin Ardıllık İlkesi Üzerinden Sürmek
Bir karınca kolonisinin işleyişinde bize zeka gibi görünen olgu aslında, yeterli karmaşıklığa (karınca nüfusunun ulaştığı yoğunluk ve eşik, koku ve salgılar, rüzgar etmeni, vs.) ulaştığında işleyen düzeneğin gizemidir.
“Bize zeka gibi görünen koordinasyon, karınca nüfusunu belli bir eşiğin altına düşürdüğünüzde çöker.”(Richard Dawkins). Acaba dışardan karınca yuvasını gözlemleyen bizlerin bu koordinasyona atfettiği zeka, hangi eşikte ya da eksiltilen karıncaların hangisiyle beraber yok oluyor? Eğer sisteme eşit olarak yayılmış olsaydı zekadaki düşüşün lineer bir degressivite izlemesi gerekmez miydi?
Karınca kolonisi örneği, gezegenimizdeki karmaşıklaşma sürecinin çok daha eski zamanlarda kimyasal reaksiyonlar düzeyinde başladığı, tüm evrenin işleyişinin basit temel taşların ve basit kurallara göre yönetilen ilişkilerin zamanla karmaşıklaşmasından başka bir şey olmadığı argümanını destekleyici bir sav olarak verilmiştir. Koşullar evrenin bir bölgesinde mevcut moleküllerin yeterli karmaşıklığa ulaşmasını sağlamış görünüyor. Darwin’in gezegenimizde gözlemlediği de bu sürecin en karmaşık moleküler yapılar tarafından yaşatılmasından başka bir şey değil. Bir alt süreç olarak bilinç gelişimi denen olay da bundan ibaret.
Fakat tesadüfün güzelliğinin ve muazzamlığının ayırdına varmak için, neden sonuç ilişkileri içinde düşünmeyi bir yana bırakmak gerektiğini düşünüyorum.
Zira neden sonuç ilişkileir içinde düşünmek insanı, antropik prensipte tanrı ya da tanrıların, ya da moleküllerin yeterli karmaşıklığa ulaşmasını sağlayan metafizik ince ayarcıların olması gerektiği yargısına götürür. Buradan hareketle, sebep sonuç zinciri ne kadar uzun olursa olsun bir bilim-din dikotomisine varmak olası değildir, zira bilim fiili gerçeklikle uğraşırken, din insan ahlakıyla ilgili bir mücadele sürdürür.
“Milyonlarca yıl ömrümüz olsaydı bir heykelin bize el sallama olasılığı artardı” Richard Dawkins
Patates kanseri ile sansür ve yayın yasağı arasında bir illiyet-nedensellik bağı bulunduğunu ileri sürer B. Russel.
Halk dilinde patates kanseri olarak da bilinen (hastalık etmeni synchhtrium endobioticum) hastalığın 1846’da İngiltere’de büyük bir kıtlığa yol açtığını tarihçiler yazıyor. Bu kıtlık, ekseriyeti katolik oları İrlanda’lıların Amerika’ya geniş ölçüde göç etmelerine neden olmuş. Boston o vakte kadar puritan Protestanların merkezi bir kent olarak ün salmışken, İrlanda’lıların yığınla göç etmesiyle birlikte Katolikler çoğunluğu teşkil etmişler ve kilisenin hoşuna gitmeyen yayınları yasaklamaya başlamışlar.
“İngiltere eğer Birinci dünya Savaşı’na katılmamaış olsaydı Almanya kazanmış olacak, belki ne Naziler ne de Bolşevikler iktidara gelmeyeceklerdi.”B. Russel
Aynı neden sonuç ilişkisini, olaya müdahil olan parametrelerin tümünün hesaplanamayacağı çekincesiyle kullanarak, sanayi devrimini, kapitalist sömürü ilişkilerini ve hatta Ekim Devrimi’nin izlerini su kaynaklarının dağılımına kadar sürmek mümkün; şöyle ki;
Sanayi devriminin sebebi modern bilim, modern bilimin babası Galileo, Galileo, Copernicus sayesinde var, Copernicus’u var eden Rönesans, Rönesans, İstanbul’un fethi nedeniyle İtalyan kentlerine kaçan bilginler aracılığıyla başlatılmış, İstanbul’un fethi, Türklerin göç etmek zorunda kalmaları yüzünden, Türkler, Orta Asya’daki kuraklık yüzünden göç ettiler.
Aşırı bir savla acaba tarihin belirleyicisi hidrografi’dir, diyebilir miyiz?

Öznenin Arzu Akışkanlığını Kesen Olgular Olarak Din ve Ahlak
Bir dinin ya da inanç öğretisinin tamamen doğurduğu toplumsal sonuçlarına göre değerlendirilmesi gerektiğini düşünürüm. İnsanın tininde saklı haksızlığa isyanı, “köle ahlaklılığı”yla çökertmeyi amaç edinmiş tüm dinlerden haz etmem. Uzun seneler Hiristiyan tanrıları bir yandan tiranların müttefiki ve demokrasi düşmanı tavırlar sergilerken, öte yandan “ayak takımının” ruhunu nedamet ve kurtuluş düşüncesiyle terbiye etmeyi amaçladılar; oysa vahşi bir canavarın terbiye sırasında kaybolan bir görkemi var.
Kuşkusuz yokluğu ispat edilemeyen şeyi var sayamayız, ancak varlığı ispat edilemeyen şeyi yok sayabilmemiz mantıklı bir şey. Gönderdiği kitaplar, peygamberler ve tezahürleri aracılığıyla var olduğunu kanıtlamaya çalışan, ve hamasetle böyle bir iddiası olduğunu öne süren tanrının, varlığını ispat etmek için bize daha fazla kanıt göstermesi gerekmez miydi? Ya da savaşta acı çeken çaresiz bir çocuğu neden sadece uzaktan seyrettiği sorusuna sağlam gerkçelerle yanıt vermesi gerekmez miydi? Kanımca yalnızca günahları olanların tanrıları vardır. Olympos dağının tanrıları bilgeliğe, Hristiyanlığın tanrısı insanı agnostizme götürür.
Etrafındaki varlığı gayesel olarak yorumlayan insan, bütün olarak evrene ve daha da önemlisi kendi varlığına yöneldiğinde; evrenin ve kendisinin gayesini de öğrenmeyi arzu eder. İnsanın içindeki “gaye arzusunun” tatmini onu evrene aşkın olarak evreni ve insanı yaratan bir tanrı olgusuna yönlendirebilir. Gaye arzusunun tatmininin gerçekleşmediği durumlarda ümitsizlikler başgösterir.
“Bilimin bize sunduğu dünya daha da gayesiz, daha da anlamsızdır, bilime göre insanın kökeni, gelişimi, ümitleri ve korkuları, aşkları ve inançları, atomların bir araya gelmesinden başka bir şey değildir. Bu gerçeklerin üzerinde, bu kaçınılamaz ümitsizliğin temelleri üzerinde, bundan böyle bir ruh güvenle ikamet edebilir mi?” B. Russel
Russel ölümden korkuyor musunuz sorusuna: “hiç bitmeyecek rüyasız bir uykuya dalmaktan neden korkayım ki?”, diye yanıt verir. “Ölümden sonra ancak sonsuz bir hiçlik olacağına dair bir tahminde bulunabilirim. Sonuçta, evren ben dünyaya gelmeden on beş milyar yıl önce de vardı ve ben tüm bu zamanı koca bir hiçlik içinde geçirdim.” B. Russel (Why I am not a Christian, 1927)
Kanımca politika, din ve ahlak konularındaki görüşler hemen hemen tümüyle aşırı duygusallık ile bağıntılı olan türdendir.
Geniş kitlelerce benimsenmiş olması, bir fikrin düpedüz saçmalık olmadığının kanıtı olarak gösterilemez.
“Eğer ben dünya ile Mars arasında eliptik bir yörüngede güneşin etrafında dönen çin seramiği bir çaydanlık olduğunu öne sürseydim ve bu çaydanlığın en güçlü teleskoplarımızla bile tespit edilemeyecek denli küçük olduğunu ekleyecek kadar da dikkatli olsaydım, kimse bu görüşümün tersini kanıtlayamazdı. Ama devam edip de bu savımın yanlışlanamaz nitelikte oluşundan dolayı insan aklının ondan kuşku duymasının kabul edilemez bir küstahlık olacağını söyleseydim, herkes haklı olarak saçmaladığımı düşünürdü. Ancak, eğer böyle bir çaydanlığın varlığı eski kitaplarca onaylansaydı, her pazar günü kilisede kutsal gerçeklik olarak öğretilseydi ve okullarda çocukların beynine kazınsaydı, onun varlığından kuşku duymak bir gariplik belirtisi olarak görülür ve o kuşkuyu duyan kişiye yakınçağda bir ruh doktoruyla ya da eski çağlarda bir engizisyon yargıcıyla randevu alınırdı.” (B. Russel)
İnsanlığın iki tür ahlâkı var: biri, sözünü edip uygulamadığımız, diğeri de uygulayıp sözünü etmediğimiz.
İçgüdüsel yapımız iki bölümden oluşur; birisi kendimizin ve çocuklarımızın yaşamını geliştirmeye, diğeri ise rakip gördüğümüz kişilerin yaşamını engellemeye yöneliktir.
Birincisi yaşama aşkını, sevgiyi ve sevginin bir kolu olan sanatı içerir; ikincisi de rekabeti, milliyetçiliği ve savaşı. Geleneksel ahlak birincisini bastırmak, ikincisini yüreklendirmek için her seyi yapar.
“Yüz kişiden doksan dokuzu ahlak kurallarını ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün ışığına çıkmaz. Doksan dokuzuncu kişinin yaptığı ortaya çıktığında, yüz kişi arasında gerçekten masum olan bir kişi yürekten duyduğu nefreti dile getirir; öbür doksan sekizi de, kendilerinden de kuşkulanılabileceği korkusuyla, onun peşinden giderler.” B. Russel (Human Society in ethics and politics, 1954)
Perikles Atinası’nda bedeni ve ruhu eğitilmiş cesur insan profili yerini gelecek kaygılarıyla korkudan titreyen bir ödlekler kliğine bırakmışsa, yurttaşların sosyalliği gözönüne alınarak inşa edilen kamusal alan yerini giderek modern kent insanının yalnızlık hissine tekabül edecek şekilde dikey bir mimariye bırakmışsa bunun nedeni, toplumda giderek artan hipokrizi ve kendi ben’ine yabancılaşmadır.
Şiddetli duygusallık, görüş sahibinin rasyonel kanıtlardan yoksun olduğunun bir göstergesidir. Sevgi bilgeliktir, nefret ise aptalcadır.
Tanrım, sevgili kavminin yürüyüşü, hayatın yanlış uğraklarında kesildi, onlara iyi bir hayatın aşktan esinlenip bilgiyle yönlendirilen olduğunu söyle.

Genel İradenin Yanılmazlığı Ve İktidar İçgüdüsü
Genel iradenin yanılmazlığı iddiasını, halkın hayal gücünü işleten melodramik komplo teorileriyle salınan korkuları, kolay yalanlar tarafından ayakta tutulan namussuzca şeyleri, sanatçı tiranların sert disiplinine sırtını dayamış murid entelektüelleri, “bağnaz aydınlar oligarşisini”, faşizmin soykütüğünün izinin sürülmesi gereken uğraklar olarak görürüm.
“Kendini İngiltere kralı sanan bir deli ile tartışmanın tehlikeli olduğunu herkes bilir ve tek başına olduğu için onun hakkından gelinebilir. Bütün bir ulus bu kuruntuya kapıldığı zaman, savlarına karşı gelindiğinde kapıldıkları öfke tek bir delininkiyle aynıdır ve o ulusun aklını başına getirecek tek şey savaştır.” B. Russel
Russel, Freud’un bilinçaltı ve libido kuramına karşı insan içgüdülerinin dinamiğinin “iktidar içgüdüsü” olduğunu ileri sürmüştür.
Bu iktidar içgüdüsüyle insanlık, “güçlü mevkilerdeki budalaların yönetiminde akıllı kölelerin dahice buluşları ile kendi kendini yok etmek için çabalıyor”, diyerek kötümser bir gelecek öngörüsünde bulunmuş, fakat öte yandan, insanlık tarihinin altın çağlarını belirsiz bir gelecekte yaşayabileceği olasılığını da açık bırakmıştır.
Politikacıların anladığı şekliyle demokrasi bir “yönetme” biçimidir; yani insanlara, kendi istediklerini yaptıkları sanısıyla liderlerin istediklerini yaptırma yöntemi.
Türkiye’deki demokrasinin işleyişinde en önemli aksaklığın, çoğunluğun iyiliksever despotluğuna inanması olduğunu düşünüyorum. Oysa iyiliksever bir adamı despot yaparsanız, zamanla despotluğu kalır, iyilikseverliğiyse çekip gider. Bir inanca, bir ideolojiye bağlı kişiler olağanüstü güçlerle donatılarak onların bu geniş yetkileri iyilikle kullanacakları varsayılıyor. Oysa bana öyle geliyor ki, çok küçük bir azınlık dışında herkes gücü kötüye kullanma eğilimindedir. Halkın bir kişiye bağışladığı güç tutkusu bir korkunun sonucu olabilir mi? Bu nedenle önemli olan gücü olabildiğince dağıtmak ve onu zapt-u rapt altına almak için kontrol mekanizmaları devreye sokmaktır.

Bir İdeoloji Olarak Mutluluk Ve Fethi
Mutlu insan derin bir içtenlikle yaşam ırmağına dalmayı bilen insandır; o güzeli değil, güzelliğin kendisini sever.
“Üç tutku, basit fakat ezici derecede kuvvetle hayatımı ellerinde tutmuş ve mutlu olmamı sağlamıştır; sevgiye olan özlemim, bilgiyi araştırma merakım ve insanlığın çektiği acı için duyduğum tanımlanmayacak kadar büyük merhamet ve duygudaşlık.” B. Russel
“Mutlu bir insan, kendisini evren vatandaşı olarak hisseder, evrensel görünüşün ve hazların bol bol tadını çıkarır. Ölüm düşüncesiyle tedirgin değildir, çünkü kendisini kendinden sonra geleceklerden ayrı saymaz. Mutlu insan dış dünyada yaşar; özgür sevgileri ve geniş ilgileri vardır. Sevilen kişi, seven kişidir. Mutlu yaşamak, büyük ölçüde, iyi ve dürüst yaşamak demektir. Mutlu insan bir dereceye kadar aşkta bencilliği kabul eder; elbette ki sevdiklerimizin mutluluğunu istememiz gerekir; ama kendi mutsuzluğumuzun pahasına değil.” B. Russel (The conquest of happiness, 1930)

Değerlendirmeler
Belirli bir yerçekimi durumunda bütün cisimlerin aynı şekilde davrandıklarını söylenir, oysa yerçekimi denen şey o cismin kütlesinin yanısıra konumlandığı yerle de ilişkili bir şey. Bu yüzden belli bir andaki uzaklık öznel bir kavram ve kozmik bir yasa içinde yer alması düşünülemez. Pekala boşlukta, bir tüy de kurşun parçası kadar hızlı düşer. İki kişinin aynı an olarak düşündüğü bir şey mümkün değildir. Bütün olgulara bu bilimsel kuşkuculuk ve görelilik prensibiyle yaklaşılması gerektiğini düşünüürm.
Çalışmanın abartılmış bir erdem olduğunu idda eden Russel; en az çalışmak kadar, çalışma eylemini dengelediğini düşündüğü “haz alma ve aylaklık eylemlerinin de insanların yararına olduğu düşüncesinin içselleştirilmesi ve insanlar tarafından hakkını vererek yaşanması” gerektiğini savunur.
Russel’a göre hayat, kurban değil suçlu olmak için verilen bir mücadeledir.
Peki ya kurban olmamak için işlenen şuçlarla hem kurban hem suçlu olanlar, sizce neyin kefaretini ödemekteler? Üşüyen kabrin, paslı damarın, pıhtılaşmış kanın, körelmiş vicdan duygusunun mu? Bir uçurumun kenarında bir karanfile tutunanları iteklemek, o ipi çekmek, ayağın altındaki tabureyi tekmelemek için şevkle dolu fanatiklerin hamasetinin mi? Yoksa dünyanın aslında korkunç bir yer olduğu gerçeğiyle yüzleşmek istemeyen romantik naiflerin aymazlığının mı? Duygudaşlığı başkalarının acılarıyla mutsuz olmak uzanımına değin pasif bir duygu olarak algılayan bedbaht hümanistlerin mi? Öldüürlmüş Cumhuriyet şehirlerinde kök salan dargörürlülüğün mü? Pozitif ayrımcılığın giderek ters işleyen diyalektiğinin mi?
Bir kimseye bir görev verilirken, ya da o kişi bir işe alınırken onun cinsel yönelimini, cinsiyetini, siyasal, dinsel ve ahlaki düşünceleriyle etnik kökenini dikkate alma alışkanlığı, hatta aşırı bir savla söylüyorum, ona yukarda belirttiğim gerekçelerle pozitif ayrımcılık uygulamak, insanlara dinsel, siyasal cinsel ve ahlaki fikirlerinden dolayı zulmetmenin çağdaş bir biçimidir.
Evren, nebula isyanları, yıldızların doğumları ve ölümleri, böyle karanlık, böyle zamansız duvarların göründüğü kocaman bir boşluktan başka nedir ki? Evren karanlık ve bensiz ama ben ölünce karanlık olacağım; insanlığın kalabalığından arınmış olarak ne bir parıltı, ne bir sonsuzluk duygusu, sadece bir anlık bir gidip gelme, sonra sonsuz bir sessizlik.
Hiçliğin karanlık pencerelerinden kendi içime, ruhuma döndüğümde karşılaştığım bir gölge ve kendi gölgemle kuşatılmış olarak sisler arasından karşıma çıkan yine o korkunç ben’im. Sisi seviyorum, sisler yarın yine bana alışıldık ben’i getirir nasıl olsa.
Öldükten sonra ışıklar çıkmaya başlar. Ölüler uzun ve kısa ömürleri içinde boşlukta çok değişik, eğriler boyunca hareket etmeye başlarlar, fakat o ışıklara dokunamazlar; onları sadece görürler. Belli ki, artık geometrileri, fizikleri ve metafizikleri ölümlü, sıradan kişilerinkinden farklıdır. Eğer yanınızda sizinle birlikte sıradan ölümlülerden biri varsa, onun konuşmalarını anlaşılmaz bulursunuz, çünkü mistik bir anıklığın ışığı altında sizi onu anlamaktan alıkoyan bir sürü önyargıdan kurtulmuşsunuzdur. Ölümle birlikte bir arınma yaşarsınız; zamanın varlığınıza ve ruhunuza şiddet uygulayan hızlı ve yavaş tüm seyirleri durmuştur. Boşluk duygusunun ilk defa bir özgürlük yanılsaması olduğunun idrakine bile varmazsınız ne yazık ki; neye göre boşluk, neye göre sonsuzluk? Hiçlik tüm bu sorulara yanıt vermek için orada, zamansızlığın içinde asılı olarak durur. Tüm nesnel ve öznel, soyut ve somut ne varsa yüksek bir debinin soğuk füzyonu içinde atomik bir entiteye dönüşür. Kanımca insan, aklını nesnel kanıtların oklarından koruyacak bir zırhın içine yine de sokmamalı, zira dünyanın açık kalplere ve aydın insanlara ihtiyacı var.

Josef Kılçıksız, PhL, University of Tampere/Finland

*The Incredulity of Saint Thomas (Caravaggio): İsa’nın çarmıha gerildikten üç gün sonra dirildiğini duyan Aziz Tomas “O’nun ellerinde çivilerin izini görmedikçe, çivilerin izine parmağımla dokunmadıkça ve elimi böğrüne sokmadıkça inanmam.” der. Bunun üzerine İsa bir kez daha havarilerine görünür ve Tomas’a yaralarına dokunmasını, kuşku duymamasını ve imanlı olmasını söyler. İsa’nın yaralarına dokunduktan sonra Tomas, “Tek Rabbim ve Tanrım sensin” diyerek iman eder. (Yuhanna 20:25)

Kaynakça:
1. Unutulmayanlar, 20. yüzyılın portreleri
2. Praise of Idlenes, (Aylaklığa Övgü), Çeviren Mete Ergin
3. The Problems of Philosophy, Our Knowledge of the External World
4. The Scientific Outlook (Bilimden Beklediğimiz) Türkçeye kazandıran Avni Yakalıoğlu, Varlık Yayınları
5. “The A Priori in Geometry,” Proceedings of the Aristotelian Society, o.s.3, no.2 (1895-6), 97-112
6. Über die Bedeutung des Weberschen Gesetzes. Beiträge zur Psychologie des Vergleichens und Messens. Von A. Meinong. Hamburg und Leipzig: Leopold Voss, 1896. Pp. 164
7. Literature of the Fiscal Controversy (1904)
8. Essai Philosophique sur les Géométries non-Euclidiennes. Par L. J. Delaporte, Docteur en Philosophie de l’Université de Fribourg (Suisse), Licencié ès Sciences Mathématiques. Paris: C. Naud, 1903. Pp. 139.
9. Mysticism and Logic and Other Essays, London: Longmans, Green

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz