Komünizmin Rusya’ya yaptıklarını sorgulayan, Rusya’nın da komünizme yaptıklarını da sorgulamalı

Batı’da çok yaygın olan ve Müslümanlığa bağlı insanların çektiği tüm acıların kaynağını kolayca Müslüman dininde bulan genel düşünceye katılmadığım anlaşılacaktır. Bir inancın, ona bağlı olanların kaderinden ayrı tutulabileceğine de inanmıyorum.

Ama bana öyle geliyor ki, dinlerin halklar üzerindeki etkisi fazlaca abartılırken, tersine halkların dinler üzerine olan etkisi dikkate alınmıyor.

Kaldı ki, bu durum bütün doktrinler için gerçektir. Eğer komünizmin Rusya’ya neler yaptığı konusunu sorgulamak meşruysa, Rusya’nın da komünizme neler yaptığını, komünizmin Rusya ya da Çin yerine Almanya’da, İngiltere’de ya da Fransa’da zafer kazanması halinde, bu doktrinin evriminin, tarihteki yerinin, yeryüzünün farklı bölgelerindeki etkisinin nasıl olacağını sorgulamak da eğitici olur. Kuşkusuz Heidelberg, Leeds ya da Bordeaux doğumlu bir Stalin’in olabileceği hayal edilebilir, ama hiç Stalin olmayabileceği de hayal edilebilir.

Aynı şekilde, Roma’da zafer kazanmasaydı ve bugün Hıristiyan Batı uygarlığının temel direkleri gibi görünen, aslındaysa her ikisi de en parlak çağlarına Hıristiyanlığın doğuşundan çok önce ulaşmış olan Yunan felsefesi ve Roma hukukuyla yoğrulmuş bir bölgede yerleşmemiş olsaydı, Hıristiyanlığın nasıl bir şey olacağı da sorgulanabilirdi.

Bu açık gerçeklikleri hatırlatırken, asla batılı din kardeşlerimin erdemlerini inkar etmeye değil, sadece eğer Hıristiyanlık Avrupa’yı şekillendirmişse, Avrupa’nın da Hıristiyanlığı şekillendirdiğini söylemeye çalışıyorum. Bugün Hıristiyanlık Avrupa toplumları ona ne yapmışsa odur. Bu toplumlar maddi ve entelektüel açıdan dönüşüme uğradılar ve kendileriyle birlikte Hıristiyanlığı da dönüşüme uğrattılar. Katolik Kilisesi kendini kaç kez itilmiş, ihanete uğramış, hırpalanmış hissetti! Kendisine, inanca, ahlak ilkelerine ve ilahi iradeye ters gibi görünen değişimleri geciktirmek için kaç kez direndi! Çoğu zaman kaybetti; bununla birlikte, bilmeden, kazanma yolundaydı. Her gün kendini sorgulamaya zorlanan, her alanı fethederek kutsal kitaplara meydan okur gibi görünen bir bilimle yüzleştirilen, cumhuriyetçi, laik düşüncelerle, demokrasiyle yüzleştirilen, kadın özgürlüğü hareketiyle, evlilik öncesi cinsel ilişkilerin, evlilik dışı doğumların, doğum kontrolünün yasallaşmasıyla yüzleştirilen, bin bir “şeytani yenilikle” yüzleşen Kilise, boyun eğip kabullenmeden önce, uyum sağlamadan önce, işe daima sertleşerek başlamıştı.

Kendine ihanet mi etti? Çoğu zaman buna inanıldı ve yarın da buna inandıracak durumlar ortaya çıkacak. Oysa gerçek şu ki, Batı toplumu bugün yaşadıkları olağanüstü macerada insanlara eşlik edebilecek bir kiliseyi ve dini, binlerce küçük kalem darbesiyle şekillendirdi.

Batı toplumu ihtiyacı olan Kilise’yi ve dini yarattı. “İhtiyaç” sözcüğünü, terimin en eksiksiz anlamında, yani, içine elbette tinsellik ihtiyacını da katarak kullanıyorum. İnananları ve inanmayanlarıyla bütün bir toplum katıldı buna, zihniyetlerin evrimine katkısı olan herkes Hıristiyanlığın evrimine de katkıda bulundu. Madem ki tarih devam ediyor, katkıda bulunmaya da devam edecekler.

Müslüman dünyasında da toplum sürekli olarak kendine benzeyen bir din ortaya çıkartmıştır. Üstelik ne bir çağdan bir çağa, ne de bir ülkeden diğerine asla aynı kalmamış olan bir din. Araplar zafer kazandıkları dönemlerde, dünyanın kendilerine ait olduğu duygusunu yaşadıkları dönemlerde inançlarını bir hoşgörü ve açıklık ruhu içinde yorumlamışlardır. Sözgelimi Yunan, İran ve Hint mirasının dillerine çevrilmesi konusunda geniş çaplı girişimlerde bulundular, bu da bilim ve felsefenin büyük bir gelişme göstermesini sağladı; başlangıçta taklitle, kopya etmekle yetinildi, sonra astronomide, tarımbilimde, kimyada, tıpta, matematikte yeniliklere cesaret edildi. Günlük yaşamda, yemek yeme sanatında, giyim kuşamda, saç biçiminde ya da şarkı söyleme sanatında da; hatta, içlerinde en ünlüsü Ziryab olan moda “guruları” bile çıkmıştı.

Bu kısa bir parantez değildi; VII. Yüzyıl’la XV. Yüzyıl arasında Bağdat’ta, Şam’da, Kahire’de, Kurtuba’da, Tunus’ta büyük bilginler, büyük düşünürler, yetenekli sanatçılar vardı; XVII. Yüzyıl’a, hatta daha ileri dönemlere kadar İsfahan’da, Semerkant’ta, İstanbul’da hâlâ büyük ve güzel eserler vardı. Bu harekete katkıda bulunanlar sadece Araplar değildi. İslamiyet daha ilk adımlarından itibaren hiçbir engelle karşılaşmaksızın İranlılara, Türklere, Hintlilere, Berberilere açılmışlardı; kimilerine göre ihtiyatsızca, çünkü Araplar kendilerini yeniden istila edilmiş buldular ve fethettikleri imparatorluğun içinde iktidar güçlerini hızla kaybettiler. Bu, İslamın bayraktarlığını yaptığı evrenselliğin bedeliydi. Bazen Orta Asya bozkırlarından cengaver bir Türkmen kabilesi kopup geliyordu; Bağdat kapılarına dayanan bu insanlar İslamı kabul ettiklerini ifade eden ayeti okuyorlardı -“Allah’tan başka tanrı yoktur, Muhammet onun elçisidir”-, bir daha hiç kimse bunların Müslüman olup olmadığını tartışma hakkına sahip olamıyordu ve ertesi gün, dönmelerde çoğu zaman görüldüğü üzere imanda aşırılığa bile kaçarak iktidardan pay talep ediyorlardı. Bu tavır, politik istikrar açısından kimi zaman felaketlerle sonuçlandı; ama kültürel yaşam açısından ne büyük bir zenginlikti! İndus kıyılarından Atlas Okyanusu’na kadar Arap uygarlığının bağrında en mükemmel beyinler gelişme zemini buldu. Hem de sadece yeni dinin mensupları arasında değil; çeviri atılımında, Yunancayı mükemmel bilen Hıristiyanlara çok iş düştü; Maimonide’in Yahudi düşüncesinin anıtlarından biri olan Yolunu Kaybedenlere Rehberini Arapça yazmayı seçmesi çok anlamlıdır.

Resmini çizdiğim bu İslamın tek doğru İslam olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Ne de doktrinlerinin, sözgelimi Taliban’ınkinden daha tipik olduğunu. Zaten anlatmak istediğim özel bir İslam değil, ben birkaç satırla, İslamın bin bir görüntüsünün kendini gösterdiği yüzyıllar ve diyarlar üzerinden uçtum. IX. Yüzyıl’da Bağdat hâlâ cıvıl cıvıl yaşam doluydu. X. Yüzyıl’da Bağdat somurtkan, yobaz ve kasvetli bir yer haline gelmişti; Kurtuba ise tam tersine X. Yüzyıl’da en parlak dönemini yaşıyordu; XIII. Yüzyıl’ın başında bağnazlığın kalesi haline geldi; çünkü Katolik birlikleri ilerliyordu, zaten çok geçmeden burayı ele geçirdiler, son savunucuların çatlak seslere tahammülleri yoktu.

Bizimki de dahil her devirde gözlemlenebilecek bir tutum. Müslüman toplumu kendini güvende hissettiği her defasında açık olmayı başarmıştır. Böyle zamanlarda ortaya çıkan İslam görüntüsünün bugünün karikatürleriyle hiçbir benzerliği yoktur. Eski görüntünün İslamın başlangıçtaki esas ruhunu daha iyi yansıttığını söylemeye çalışmıyorum ama sadece, bu dinin de, tıpkı öteki dinler gibi, tıpkı öteki doktrinler gibi her dönemde zamanın ve mekanın damgasını taşıdığını söylemek istiyorum. Kendilerinden emin olan toplumlar yansımalarını güven verici, huzur dolu, açık bir dinde bulurlar; güvensiz toplumlarsa korkak, bağnaz, çatıkkaşlı bir dinde. Dinamik toplumlar, yenilikçi, yaratıcı bir İslamda yansırlar; oldukları yerde kalan toplumlar durağan, en küçük değişime bile isyan eden bir İslamda yansırlar.

Ama “iyi” ve “kötü” din arasındaki sonuçta basite indirgeyici bu karşıtlıklardan biraz uzaklaşıp daha belirgin tanımlara girelim. Toplumların dinler üzerindeki etkisini dile getirirken, sözgelimi, Üçüncü Dünya Müslümanlarının Batı’ya şiddetle hınç duymalarının, sadece kendilerinin Müslüman, Batı’nın Hıristiyan olmasından değil, aynı zamanda onlar yoksul, baskı altında, küçümsenmişken, Batı’nın zengin ve güçlü olmasından ileri geldiğini düşünüyorum. “Aynı zamanda” diye yazdım. Ama içimden “özellikle” diye düşündüm. Çünkü bugünün militan İslamcı hareketlerine bakarken, gerek söylemlerinde gerekse yöntemlerinde altmışlı yıllardaki üçüncü dünyacılığının etkilerini kolayca keşfediyorum; bu arada, İslam tarihini araştırşam da bu hareketlerin açıkça atası olabilecek hiçbir şey bulamıyorum. Bu hareketler Müslümanlık tarihinin saf bir ürünü değil, bizim çağımızın, çağımızın gerginliklerinin, çarpıklıklarının, uygulamalarının, umutsuzluklarının ürünüdür.

Ben burada onların doktrinlerini tartışmıyorum, kendime bu doktrinin İslama uygunluğunu bilip bilmediğim sorusunu sormuyorum, bu çeşit sorgulamalar hakkında ne düşündüğümü daha önce söylemiştim. Ben sadece bu hareketlerin hangi noktalarda çalkantılı çağımızın ürünü olduğunu oldukça açık bir şekilde gördüğümü söylüyorum, nelerde Müslüman tarihinin ürünü olabileceklerini o kadar iyi göremiyorum. Etrafı devrim muhafızlarıyla kuşatılmış, halkından kendi gücüne güvenmesini isteyen, “Büyük Şeytan”ı lanetleyen ve Batı kültürünün bütün izlerini silmeye ant içen Ayetullah Humeyni’ye baktığımda, etrafı kızıl muhafızlarla kuşatılmış, “koca kağıt kaplan”ı lanetleyen ve kapitalist kültürün bütün izlerini silmeyi vaat eden yaşlı Mao Zedong’u düşünmekten kendimi alamıyorum. Elbette ikisinin aynı olduğunu söyleyecek değilim, ama aralarında pek çok benzerlik saptıyorum, oysa İslam tarihinde bana Humeyni’yi hatırlatan hiçbir figür göremiyorum. Ayrıca, çok arıyorum, ama Müslüman dünyasının tarihinde ne bir “İslam Cumhuriyeti”nin kuruluşuyla, ne de “İslam Devrimi”yle ilgili en küçük bir not da göremiyorum…

Burada karşı çıktığım şey, olanları çok daha iyi açıklayan başka başka etkenler işin içindeyken, her Müslüman ülkede -Kuzey’de ve Güney’de, uzak gözlemciler indinde olduğu gibi ateşli yandaşlar arasında da- meydana gelen her olayı “İslam” başlığı altında toplama alışkanlığı. Başlangıcından bu yana İslam tarihi üzerine on koca cilt okuyabilirsiniz, Cezayir de olanlardan hiçbir şey anlayamazsınız. Sömürgecilik ve sömürgeciliğin sona ermesi hakkında otuz sayfa okuyun, çok daha fazlasını anlarsınız.

Amin Maalouf
Ölümcül Kimlikler
(Modernlik: Öteki’nden gelince)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz