Kitleselleşen Sıkıntı Psikolojisi: Amerikan Psikiyatrisinin Sanayileşmesi – John Zerzan

John ZerzanStres, yalnızlık, bunalım, sıkıntı; bunların tümü günlük yaşamdaki çılgınlıklardır. Giderek devasa boyutlara ulaşan mutsuzluk, içten içe de olsa beraberinde, her şeyin farklı olabileceği düşüncesini getirmektedir. Teknolojik toplumda, bu yabancılaşma ve bunalım çölünde, herhangi bir sevinç kırıntısı kalmış mıdır? Akıl sağlığı uzmanları, sadece yüzde yirmimizin psiko-patolojik semptımlar sergilemediğini belirtmektedir. Yani, ciddi biçimde sağlıksız bir toplumun kronik ruhsal sefaletiyle belirlenen bir “normallik patolojisi” sergiliyoruz.

Marcuse, uzunca bir zaman önce, 60′lardaki çalkantıların kesilmeyen, ama daha dolaylı ve daha gözden ırak bir doğrultuda seyretmek zorunda kalan değişimlerin hemen arifesinde, One-Dimensional Man (Tek Boyutlu İnsan) adlı eserinde, yontulmuş kişilikler, hoşnutluk ve doygunluk tarafından karakterize edilen bir halk tanımı yapmıştı. Her tarafı kasıp kavuran bugünkü ıstırap dikkate alındığında, kim böyle tanımlanabilir? Aslında çok önceden başlamış olması gereken derin bir tartışma bu.
Bireyselliğin son kalıntılarını da ortadan kaldıran bu erozyon üzerine pek çok teorik çalışma yapıldı; ancak eğer durum gerçekten böyleyse, yani toplum artık tamamen homojenleşmiş ve evcilleşmiş insanlardan oluşuyorsa, nasıl oluyor da hâlâ tahammül kapasitemizi zorlayacak boyutta acılar ve kayıplar yaşanıyor? Artık genelleşmiş olan bu acı, duygusal hastalıklar bağlamında, her şey insanı afallatan bir noktaya doğru gidiyor.

Marx, hatalı bir şekilde, derinleşen maddi bir yoksullaşmanın, bir başkaldırıya ve böylece sermayenin düşüşüne yol açacağını öngörmüştü. Sakın başkaldırıyı yeniden gündeme getiren olgu, giderek artan psikolojik acılar olmasın; hatta direnişin son umudu da bu olmasın?
Kaldı ki, acının “tek başına” hiçbir şeyin güvencesi olmadığı apaçık ortada.
“Arzu devrimi ‘istemiyor’, o kendi gerçekliğinde devrimcidir” diyen Deleuze ve Guattari, daha sonra Anti-Oedipus’ta faşizmi hatırlayarak, insanların kendi çıkarlarına ters olanı arzuladıklarını, aşağılanmaya ve köleleşmeye gösterilen hoşgörünün yaygınlığını koruduğunu fark ediyorlardı.

Kitlesel bir reddediş, gerçekliğin tüm boyutlarına yönelen bir karşı duruşun en azından bazı belirtilerini gösterse de, ruhsal baskının ve kuşatılmışlığın arkasında toplumsal baskıların olduğunu biliyoruz. Toplumsallık bilinci, kişisel olanı göz ardı etmemelidir; zira bu, psikolojinin temel hatasını olduğu gibi tekrar etmek anlamına gelecektir. Eğer bugünkü karabasan içinde her birimizin kendi korkuları ve sınırlamaları varsa, bu durum, bütünün önceliğini ve bu bütünün her birimizdeki uzantısını es geçen bir kurtuluş yolunun olmadığını gösterir.

Arthur Barsky’nin Worried Sick (Kaygılı Hasta, 1988) adlı eseri, bunca tıbbi “ilerlemelere” rağmen, halkın daha önce asla böylesine “yoğun bir tıbbi bakım ihtiyacı” hissetmediği bir Amerika panoraması çiziyor. Aileyi ve kişisel yaşamı kulatan genel kriz, sağlık arayışının, özellikle de duygusal sağlık arayışının, ciddi endüstriyel boyutlara ulaştığını göstermektedir. Kelimenin tam anlamıyla adeta zehir saçan bir iş yaşamı, ailenin çözülüşüyle birleşerek sağlık sanayisi holdinglerini devasa boyutlarda büyütmektedir. Ancak dramatik olan şu ki, tıbbi bakıma geçmişe oranla daha çok ilgi gösteren sıkıntı içindeki bir toplum için mevcut tıbbi bakım modeli, sorunun çözümü değil, bizzat kaynalarından biridir. Thomas Bittker, “Amerikan Psikiyatrisinin Sanayileşmesi”nden bahsederken, Gina Kolata, ilaç artık herhangi bir ticari mal olarak görüldüğünden, doktorlara yönelik güvensizliğin boyutlarını ele almaktadır.
Her şeyi olduğu gibi kabul etme biçimindeki ruhsal bozukluk, yarattığı tahribatı azaltmak üzere, artık tamamen biyokimyasallarla tedavi edilmektedir. Sakinleştiriciler artık dünyanın en çok tavsiye edilen ilaçlarıdır ve anti-depresanlar da satış rekorları kırmaktadır. Geçici bir rahatlamaya – tüm yan etkileri ve bağımlılık yaratan özellikleriyle birlikte – çabucak ulaşılırken, hepimiz gittikçe daha çok çöküyoruz. Durumu idare etmenin güçlüğü, “herkes adeta tükenmiş gibi görünüyor” diyen Trish Hall’ün “Neden Tüm İnsanlar Hiç Zamanlarının Olmadığını Hissediyorlar” adlı makalesinden de anlaşılmaktadır.

Ekim 1989′da yapılan bir anket, stresten kaynaklanan hastalıkların tüm işyerlerindeki başlıca tehlike olmaya başladığını gösteriyor; bundan bir ay sonra ise, Kaliforniya’da yapılan stres kaynaklı hastalık başvurularının 1982 ile 1986 arasında neredeyse beş kat arttığı haber veriliyordu. Daha yakın dönemlere ilişkin rakamlara dayanılarak, çalışanlara yardım programlarındaki yeni vakaların neredeyse üçte ikisinin psikiyatri stres semptomları içerdiği tahmin edilmektedir. Douglas La Bier, Modern Madness (Modern Çılgınlık, 1986) adlı eserinde, “İş nasıl bir şeydir ki günümüzde bu kadar tahribat yaratıyor?” diye soruyordu. Bu sorunun kısmi cevabı, “yarının bürosu” olan Bilgi Çağı’nın, dünün kan ter içindeki atölyesinden daha iyi olmayacağını gözler önüne seren ve giderek artan literatürde bulunmaktadır. Gerçekten de bilgisayarlaşma, eski işyeri denetim tekniklerinin tümünü katbekat aşan neo-Taylorcu bir iş denetimini gündeme getirmektedir. Curt Supplee, Washington Post’ta yayımlanan Ocak 1990 tarihli makalesinde, “teknolojik kırbacın” artık tüm beyaz yakalıları tehdit ettiğini belirttikten sonra şu sonuca varıyor: “Geleceği gördük ve bu bize acı veriyor.” Bundan birkaç ay önce ise, Sue Miller, Baltimore Evening Sun’da yazdığı bir makalede, Amerikan kadınlarının %93 gibi şaşırtıcı bir oranının “hüzün epidemisine yakalandığını” ortaya çıkaran ulusal çapta bir klinik psikoloji çalışmasını işaret ederek, mesleki tükenmişlik tablolarına bir yenisini ekliyordu.

Bu arada, ABD’deki intihar ve cinayet oranları hızla artıyor; halkın yüzde sekseni intiharı en azından aklından geçirdiğini itiraf etmektedir. 13-19 yaş grubundaki genç intiharları son otuz yıl içinde muazzam bir şekilde arttır ve akıl hastanelerine kapatılan aynı yaş grubundaki gençlerin oranı 1970′ten günümüze kadar yüksek boyutlara fırladı. Bu ıstırap pek çok farklı biçimde dışa vurmaktadır: Çocuklardaki aşırı şişmanlık son 15-20 yıl içinde yüzde elliyi aşkın bir artış gösterdi; yüksek okullardaki kadınlar arasında rastlanan yoğun beslenme bozuklukları (bulimia ve anorexia) giderek genelleşiyor; cinsel işlevsizlik yaygınlaşıyor; panikten ve tedirginlikten kaynaklanan saldırı vakaları, bunalımı bile sollayarak, en genel psikolojik hastalığımız olma noktasına ulaşıyor; yalıtılmışlık ve anlamsızlık duygusu, en saçma tarikatları ve televizyondaki İncil vaazlarını bile pek çok kişi için çekici hale getirmeye devam ediyor.
Kültürel semptomlardaki artış ise uçsuz bucaksız bir silsileye dönüşüyor. Genel kaçamak işlevlerine rağmen, çağdaş filmlerin çoğu karamsarlığı yansıtıyor; buna örnek olarak, Robert Philip Kolker’ın A Cinema of Loneliness: Penn, Kubrick, Scorsese, Spielberg, Altman (Bir Yalnızlık Sinemasi: Penn, Kubrick, Scorsese, Spielberg, Altman) adlı eserini gösterebiliriz. Hakeza, yakın dönemlerde yazılan romanların çoğu, toplumdaki yalnızlığı, erdemsizliği ve özellikle de gençlikteki tükenmişliği betimlemekte çok daha cesur davranıyor; örneğin Bret Easton Ellis’in Less Than Zero (Sıfırdan da Az), Fred Pfail’in Good Man 2020 ve Harry Crews’ün The Knock-out Artist (Nakavt Olan Sanatçı) adlı eserleri.

Bu genel yoksullaşma bağlamında, egemen değer ve erdemlerin başına gelenler, “kitle psikolojimizi” ve onun çarpıcı sonuçlarını yerli yerine oturtma bakımından son derece ilgi çekicidir. “Anlık zevklere” yönelik talebin gittikçe daha çok süreklileştiğini, buna bağlı olarak hem soldan hem de sağdan öfkeli fferyatların yükseldiğini ve baskı kurumlarının artan çürümüşlüğünü gösteren pek çok belirti var.
Kişisel iflas ve borç sorununa bir çözüm olarak kredi kartı sahtekârlığı ve özellikle de borçların kasten ertelenmesi, 1988′de bir-buçuk-milyar-dolar seviyesine ulaştı ve 1980 ile 1990 arasında iki katına çıktı. Federal öğrenci borçlarındaki savsaklamalar 1983 ile 1989 arasında neredeyse dörde katlandı.

Kasım 1989′da ABD Donanması’nda eşi görülmemiş bir olay yaşandı; donanma, son üç haftada dikkatsizlik sonucu ölümlere ve yaralanmalara yol açtığı kazalardan dolayı dünya çapındaki tüm operasyonlarını 48 saatliğine ertelemek zorunda kalıyordu. Bu erteleme esnasında yapılan teftişler, uyuşturucu kullanımı, mazeretsiz devamsızlık, vasıfsız personel ve donanmanın harekât kabiliyetini bir bütün olarak tehdit eden diğer sorunlarla ilgili tartışmaları yeniden alevlendirdi.
Bu arada, işyeri hırsızlığı oranları, bugüne kadar görülmemiş boyutlara ulaşmış durumda. Dallas Polis Örgütü, 1989′da, perakende satışlarda verilen fire oranının son beş yıl boyunca yüzde 29 oranında arttığını rapor ederken, kamuoyu araştırmaları yapan London House tarafından yapılan ulusal bir araştırma, fast-food çalışanlarının yüzde 62’sinin kasadan para çaldıklarını itiraf ettiklerini ortaya koyuyordu.

Kasım 1988 seçimleri son kırk yılın seçmen azalması rekorunu kırdı ve 1960′tan bu yana başkanlık seçimlerinin başbelası olan düşük katılım oranı aşağı inmeye devam ediyor. Kolej giriş sınavlarındaki not ortalaması, 70′li yıllar boyunca ve 80′li yılların başında düştü, ardından kısa bir süreliğine toparlandı ve nihayet 1988′de tekrar düşmeye başladı. Arthur Levin, kolej öğrencilerinin 80′li yıllarında başlangıcındaki portresini çizdiği When Dreams and Heroes Died (Düşlerin ve Kahramanların Öldüğü An) adlı eserinde, “genelleşen bir siniklik ve güven eksikliği”nden söz ederken, Robert Nisbetin 80′li yılların sonunda yayımlanan The Present Age: Progress and Anarchy in North America (Bugünkü Çağ: Kuzey Amerika’da İlerleme ve Anarşi) adlı eseri, “başıboş dolaşan” genç kuşağın sistem üzerinde yarattığı feci etkilerden yakınıyordu. George F. Fill ise kendi payına, hükümetin otoritesi de dahil olmak üzere tüm toplumsal düzenlemelerin, “halkın onlara inanma arzusuna” dayandığını hatırlatırken, Harvard’lı ekonomist Harvey Liebenstein, Inside the Firm (Firmanın İçinde) adlı eserinde, şirketlerin, çalışanlarının yapmak istedikleri iş türüne göre hareket etmeleri gerektiğini vurguluyordu.

Okulu yarım bırakma sorununa gösterilen kitlesel ilgiye rağmen, ülke çapında liseler, üniversite birinci sınıfa başlayacak olan öğrencilerin yüzde yetmişini zar zor mezun edebiliyorlar. Michael de Courcy Hinds’in belirttiği gibi, “ABD’li eğitimciler çocukları okulda tutmak için akla gelebilecek her şeyi deniyorlar.” Asıl önemli olgu ise, okuma yazma öğrenmek istemeyen çeşitli yaş gruplarındaki insanların sayısındaki artıştır. David Harman, Illiteracy: A National Dilemma (Okumamışlık: Ulusal Bir İkilem, 1987) adlı eserinde durumun ne kadar şaşırtıcı olduğunu dile getirerek, “görünüşte çok basit olan yetenekleri edinmekten niçin böylesine kaytarıldığını” soruyordu.
Cevap şu olabilir; okumamışlık, tıpkı eğitim gibi, daha ziyade sırf işyerine sağladığı katkıyla değerlendirilmektedir. Giderek yaygınlaşan hoşnutsuzluk çerçevesinde, okur yazarlığın reddedilişi olsa olsa, sistemden kopuştaki yoğunlaşmanın bir diğer belirtisi olabilir. 1988 ortalarında, Hooper tarafından yapılan bir araştırma, işin, yaşamdaki önemli tatminler sıralamasında, on üzerinden sekizinci sırada olduğunu gösteriyordu, ve 1981-83′teki gerilemeden bu yana yıllık üretkenlik artışı, en düşük seviyesine 1989 yılında ulaştı. Uyuşturucu ile mücadele 80′li yıllarda hükümete neredeyse 25 milyar dolara mal olurken, uyuşturucu “salgını”, toplumu en şiddetli şekilde çalışmanın reddi ve yaşamın gözden çıkarılması noktasında tehdit ediyor. Hem bu sorunu ele alacak, hem de bu acı ve sahte değerler manzarasını savunacak herhangi bir “uyuşturucuyla savaş” türü ise yoktur. Kaçış ihtiyacı giderek artmakta ve kendisini ayakta tutan tüm dayanakları çürümüş olan hasta toplumsal düzen yüzüstü kaldığını hissetmektedir.
Ne yazık ki, en büyük “kaçış” esas olarak yine çarpık güncel hizmet etmektedir; Sennet bu kaçışı “psikolojinin burjuva yaşamda giderek artan önemi” olarak adlandırmıştır. Buna, 60′lı yıllardan beri yeni terapi türlerindeki olağanüstü artış da dahildir ve bu olgu psikolojinin hakim bir din olarak yükselmesine dayanmaktadır. Psikolojik bir toplumda birey kendisini bir sorun olarak görür. Toplumsal olanı yadsıdığı için, bu ideoloji eşi görülmemiş bir toplumsal hapsoluş teşkil etmektedir; psikoloji, insanların maruz kaldığı koşullardan bir bütün olarak toplumun da sorumlu olduğunu reddetmektedir.

Bu ideolojinin yarattığı sonuçlara her yerde rastlanabilir. Örneğin, iş stresi içinde boğulan insanlara “derin bir nefes almaları, gülmeleri ve yürüyüşe çıkmaları” türünden tavsiyelerde bulunulması gibi. Veya, çeşitli kullanım malzemelerinin geri dönüşümü sağlama doğrultusunda ahlâki dayatmalarda bulunulması; sanki, kişisel bir tüketim ahlâkı, endüstriyel üretimin yarattığı global eko-krize gerçek bir çözüm oluşturulmuş gibi. Ya da, Kaliforniya Özgüven Artırma Ekibi’nin, bu eyaletteki temel toplumsal çöküşe bir çöözüm olarak özgüven oluşturma girişimleri.

Çağdaş yaşamın merkezine oturan bu bakış açısı, yabancılaşmayı, yalnızlığı, umutuszluğu ve endişeyi meşrulaştırmaktadır, çünkü, sıkıntımızın gerçek boyutlarını görememektedir. Bu yaklaşım ıstırabı özelleştirmekte ve ancak toplumsal olmayan çözümlerin uygulanabilir olduğunu ileri sürmektedir.

Adorno’nun deyişiyle, “içedönüklükten ibaret olan bu sınırsız sahtekârlık” tecrübeyi gizemlileştirip tahakkümü süreklileştirerek, Amerikan yaşamının tüm alanlarına yayılmaktadır.

Tedaviyi eksen alan bir dünya görüşüne gösterilen yaygın bağlılık, ruhsal sağlık adına, ruhsal hastalıklar edindiğimiz ve tedavinin zulmü altına giren bir kültür yaratmaktadır. Davranış uzmanlarının giderek yaygınlaşan etkisiyle birlikte, güçsüzlük ve yabancılaşma da yaygınlaşmaktadır; modern yaşam, artık çeşitli uzmanlıklar ve onların propagandacıları aracılığıyla yorumlanır hale gelmiştir.
Örneğin Gail Sheehy’nin Passages (Pasajlar, 1977) adlı eseri, hayattaki gelişmeleri, herhangi bir toplumsal ve tarihsel çerçeve olmaksızın ele alır ve böylelikle, Gail’in “özgür ve özerk kişiliğe” gösterdiği ilgiyi berbat eder.

Arlie Russel Hochschild’in Managed Heart (Yönetilen Yürek, 1983) adlı eseri, giderek daha fazla hizmet sektörüne dayanan bir ekonomik sistemde “insan duygularının ticarileştirilmesi” üzerinde yoğunlaşır ve sınıflı toplumun mantığı ve bunun yarattığı mutsuzluk karşısında sergilediği cehaletle, totalitenin sorgulanmasını önlemeye çalışır.

Anne Wilson Schaef’in When Society Becomes an Addict (toplum Bir Müptelaya Dönüştüğünde, 1987) adlı eseri ise, taşıdığı başlığa rağmen, sadece kişiler arası ilişkileri ele alarak toplumun varlığının inkârına yönelik tamamen tutarsız bir girişimdir. Üstelik bu kitaplar, kitabevlerini ve süpermarketleri saran “rehber” terapi kitapları silsilesi içinde, gerçeklikten en az kaçanlar arasındadır.

Açıkça görüldüğü gibi, psikolojinin kaynağı ısmen, cemaatin veya dayanışmanın olmayışı ve giderek ivme kazanan toplumsal parçalanmadır. Burada vurgulanan şey, insanın kişiliğinin değiştirilmesi ve bürokratik tüketim kapitalizminin sonuçları ile onun yaşamımız ve bilincimiz için ifade ettiği anlamın ne pahasına olursa olsun kavranmasına engel olunmasıdır. Örneğin, Samuel Klarreich’in Stress Solution (Stresin Çözümü, 1988) adlı eserini ele alalım: “…İşyerinde olup biteni hesaba katmayan çeşitli yaklaşımları benimseyerek, neyin stresli olduğunu ve hayatımızı ne kadar etkileyebileceğini çoğu zaman belirleyebileceğimize inanıyorum.” Böylece, üretkenlik kisvesi altında yurttaş artık, İvan İlliç’in de belirttiği gibi, herkesin terapinin müşterisi olma noktasına doğru gittiği veya en azından onun bakışını kabullenme eğiliminde olduğu bir endüstriyel dünyanın müebbet mahkûmu olarak yetiştirilmektedir.

Psikolojik toplumda, her türlü toplumsal çatışma, bireylere özel bir sorun olarak benimsetilmek üzere, otomatikman ruhsal sorunlar düzeyine çıkarılır. Örneğin eğitim, “hiper devinim” olarak kategorize edilip, ilaçlar ve/veya psikiyatri ideolojisiyle üstesinden gelinmeye çalışılan neredeyse evrensel bir direniş ile karşılaşmaktadır. Çocuğun karşı çıkışını görüp anlamak yerine, kimsenin tedavi tuzağından kurtulmamasını güvence altına almak üzere, çocuğun yaşamı daha çok istila edilmektedir.

 

John Zerzan
Gelecekteki İlkel

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz