Kişilik ve Karakter Etiği – Stephen R. Covey

Algılama konusundaki araştırmalarıma ek olarak, 1776’dan bu yana ABD’de yayımlanan başarıyla ilgili yayınları da derinlemesine inceliyordum. Kendini geliştirme, popüler psikoloji ve kendi kendine yardım gibi konular hakkında kelimenin tam anlamıyla yüzlerce kitap, makale ve denemeyi okuyor, ya da tarıyordum.

Çalışmalarım beni başarı hakkında 200 yıl boyunca yazılmış metinler aracılığıyla gerilere götürürken, yayınların içeriğinde şaşırtıcı bir kalıbın ortaya çıktığını fark ettim. Kendi acımızın yanı sıra, yıllardır birlikte çalıştığım pek çok insanın yaşantısında ve ilişkilerinde gördüğüm benzer acılar nedeniyle, son elli yıl içinde yazılmış olan başarıyla ilgili kitaplardan çoğunun yüzeysel kaldığına gitgide daha çok inanmaya başladım. Bunlar toplumsal imaj bilinci, teknikler ve anlık çözümlerle; yani, toplumsal yara bantları ve aspirinlerle doluydu. Hepsi de ağır sorunlara uygulanıyor, hatta bazen onları geçici olarak giderir gibi görünüyordu. Ancak bu çareler altta yatan kronik sorunları çözmüyor, iltihaplanıp yeniden ortaya çıkmalarına neden oluyordu.

Buna karşılık, ilk 150 yıllık süreç içinde çıkan hemen hemen tüm kitaplar, başarının temeli olarak Karakter Etiği diye tanımlayabileceğimiz; dürüstlük, alçakgönüllülük, sadakat, ölçülülük, cesaret, adalet, sabır, çalışkanlık, yalınlık, erdem ve Herkese İyilik Et şeklindeki Altın Kural üzerinde duruyordu. Benjamin Franklin’in otobiyografisi bu tür edebiyata iyi bir örnek oluşturur. Temelde, bir insanın belirli ilkeleri ve alışkanlıkları kendi mizacıyla bütünleştirme çabasının öyküsüdür.

Karakter Etiği, etkili yaşamın temel ilkeleri olduğunu ve insanların, hakiki başarı ile kalıcı mutluluğu ancak bu temel ilkeleri öğrenip temel karakterleriyle bütünleştirerek yaşayabileceklerini öğretiyordu.
Fakat Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra başarıya ilişkin temel görüş, Karakter Etiği’nden Kişilik Etiği diye tanımlayabileceğimiz şeye doğru kaydı. Başarı daha çok, kişiliğin, toplumsal imajın, tutum ve davranışların, insanlar arası etkileşim süreçlerini kolaylaştıran beceri ve tekniklerin yarattığı bir şey olarak görülmeye başladı. Kişilik Etiği, temelde iki yoldan gelişiyordu: Bunlardan biri, insanlar ve halkla ilişkilerle ilgili teknikler; diğeri ise olumlu zihinsel tutumdu. Bu felsefenin bir bölümü, esinleyici ve bazen geçerli olan “Erişeceğiniz yüksekliği tavrınız belirler”, “Gülümsemek kaş çatmaktan daha fazla dost kazandırır”, “İnsan düşlediği ve inandığı her şeyi gerçekleştirebilir” gibi özdeyişlerle ifade ediliyordu.

Kişilik yaklaşımının diğer yönlerinin yönlendirici, hatta aldatıcı olduğu anlaşılıyordu. İnsanları, kendilerini başkalarına sevdirmek için bazı tekniklerden yararlanmaya, ya da istediklerini elde edebilmek için diğerlerinin uğraşlarıyla gerçekten ilgileniyormuş gibi görünmeye, ya da “güçlü görünme”yi benimsemeye, ya da yaşam boyunca başkalarını sindirmeye teşvik ediyordu.

Bu kitaplardan bazıları karakteri, başarının bir öğesi olarak gösteriyor, ama bir temel ve katalizör olduğunu kabul etmek yerine, onu bölümlere ayırıyordu. Karakter Etiği’ne yapılan atıflar çoğu zaman lafta kalıyordu. Daha çok, çabuk etkileme teknikleri, güç stratejileri, iletişim becerileri ve olumlu tutumlar üzerinde duruluyordu.
Bu Kişilik Etiği’nin, Sandra’yla benim oğlumuzda kullanmaya kalkıştığımız çözümlerin bilinçaltındaki kaynağı olduğunu kavramaya başladım. Kişilik Etiği ile Karakter Etiği arasındaki farkları daha derinlemesine düşündüğümde, Sandra’yla birlikte çocuklarımızın iyi davranışlarından toplum içinde yarar sağladığımızı anladım; bize göre bu çocuğumuz istenilen nitelikte değildi. Kendimizle ilgili imajımız ve iyi, sevgi dolu bir anne-baba olarak rolümüz, oğlumuzla ilgili imajımızdan daha köklüydü ve belki onu etkiliyordu da.

Sorunu görme ve onu çözme tarzımızın altında, oğlumuzun iyiliği için duyduğumuz kaygının ötesinde pek çok şey saklıydı.
Sandra’yla konuşurken, kendi karakterimizin, dürtülerimizin ve oğlumuzla ilgili algılarımızın güçlü etkisini üzülerek fark ettik. Onu başkalarıyla karşılaştırma dürtümüzün derin değerlerimizle uyumsuz olduğunu anladık. Bu, koşullu bir sevgiye yol açabilir ve sonunda oğlumuzun özdeğerinin azalmasına yol açabilirdi. Bu nedenle çabalarımızı tekniklerimize değil, kendimize, en derin dürtülerimize ve oğlumuzla ilgili algılarımıza yöneltmeye karar verdik. Çocuğumuzu değiştirmeye çalışmak yerine bir kenara çekilmeye, kendimizi ondan ayrı tutmaya çalıştık. Oğlumuzun kimliğini, bireyselliğini, ayrılığını ve değerini anlamak için çaba harcadık.

Derin düşünce, inançlarımız sayesinde oğlumuzu kendine özgü özellikler çerçevesinde görmeye başladık. Kendi temposu ve hızıyla hayata geçireceği, içindeki geniş çaplı potansiyeli gördük.
Gevşemeye ve onun yolundan çekilip kendi kişiliğinin ortaya çıkmasına izin vermeye karar verdik. Doğal rolümüzün oğlumuzu takdir etmek, ona değer vermek ve ondan hoşlanmak olduğunu gördük.
Ayrıca kendi dürtülerimiz üzerinde bilinçli bir biçimde çalıştık ve içimizde güvenlik kaynakları oluşturduk. Böylece kendi değer duygularımız, çocuğumuzun “kabul edilebilir” davranışlarına bağlı olmaktan kurtuldu.
Oğlumuzla ilgili eski algılarımızı bir yana bırakıp değere dayanan dürtüler geliştirirken, ortaya yeni duygular çıkmaya başladı. Oğlumuzu başkalarıyla karşılaştırmak ya da yargılamak yerine, ondan hoşlandığımızı gördük. Oğlumuzu tıpatıp kendimize benzetmekten ya da onu toplumsal beklentilere göre ölçmekten vazgeçtik. Onu kabul edilebilir bir toplumsal kalıba sokmak için nazikçe, olumlu bir biçimde yönlendirmeye çalışmıyorduk artık. Temelde yeterlikli ve yaşamla başa çıkabilecek bir insan olduğunu anladığımız için, onu başkalarının alaylarına karşı korumayı da bıraktık.
Çocuğumuz bu korumayla yetiştirilmişti. Bu nedenle başlangıçta biraz acı çekti. Bunu dile getirdiğinde, kabullendik, ama eskisi gibi de davranmadık. Dile getirilmeyen mesajımız şuydu: “Seni korumamıza gerek yok. Temelde iyisin.”
Haftalar ve aylar geçtikçe oğlumuz yavaş yavaş kendine güven duymaya ve kendisini kanıtlamaya başladı. Kendi tempo ve hızına göre gelişti. Standart toplumsal ölçütlere göre –akademik, sosyal ve sportif açılardan– hızla, doğal gelişim süreci olarak tanımlanan şeyin çok ötesinde bir hızla, göze çarpar hale geldi. Yıllar geçtikçe birkaç öğrenci derneğine başkan seçildi. Dört dörtlük bir sporcu oldu ve eve “Pek iyi”lerle dolu karneler getirmeye başladı. Her çeşit insanla ürkütmeden ilişki kurmasını sağlayan çekici ve samimi bir kişilik geliştirdi.

Sandra ve ben, oğlumuzun “toplumsal açıdan etkileyici” başarılarının, toplumsal ödüllere bir karşılıktan çok, kendisiyle ilgili duygularının beklenmedik bir ifadesi olduğuna inanıyoruz. Bu bizim için şaşırtıcı bir deneyim oldu. Öteki çocuklarımıza davranışlarımız ve diğer mevcut roller bakımından da eğitici bir deneyimdi. Böylece başarının “Kişilik Etiği”yle “Karakter Etiği” arasındaki yaşamsal farkı çok kişisel bir düzeyde öğrenmiş olduk.

Stephen R. Covey
Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz