Karısı Charles Bukowski’yi anlatıyor: Ölümsüzlüğün fânilerin aptal bir icadı olduğuna inandı

...hiç bir zaman olması gerektiği gibi değil dedi insanlar…
…müziğin sesi sözcüklerin yazılışı…
…hiç bir zaman olması gerektiği gibi değil…dedi…
…bütün bize öğretilenler…
…peşinden koştuğumuz aşklar…
…öldüğümüz bütün ölümler…
…yaşadığımız bütün hayatlar…
…hiç bir zaman olması gerektiği gibi değiller…
…yakın bile değilller…
…birbiri arkasından yaşadığımız bu hayatlar…
…tarih olarak yığılmış…
…türlerin israfı…*

Linda: ‘Tüm yazdıklarına rağmen ahlakçı ve püritendi’

Onun için herkesin kendine has bir tanımlaması var; kimi kızgınlıkla “Ayyaş herifin tekiydi” diyor, kimi biraz da severek “Yaşlı serseri”. Öyle ya da böyle pek çok kişinin hayatında -özellikle de gençlik yıllarında- çok önemli bir yeri olduğu da bir gerçek Charles Bukowski’nin. Çünkü o süslü tanımlamalardan kendini sıyırmış, sokak edebiyatının köküne vurmuş, kimi zaman kendini alkole, kimi zaman kadınlara vermiş, yaşadıklarını da sansürsüz anlatmış bir yazardı. Ve insanlar kendi yaşayamadıklarını okumayı severler… Ne yazık ki artık kendisiyle röportaj yapmanın imkanı yok. Ama eşinin arşivini Huntington kütüphanesi’ne bağışlayan karısı Linda Lee Bukowski, ısrarlarımıza dayanamayarak o gizli kapının anahtarını açtı. Ve sayesinde gerçek hayatına sızabildik. Kimi zaman şaşırttı, kimi zamansa hiç şaşırtmadı. İşte karısının ağzından Charles Bukowski…

Charles Bukowski ile nasıl tanıştınız ve evlenmeye karar verdiniz?
Onunla ilk tanışmam kitaplarını okuyarak oldu. Şahsen tanıştığımda, bir kulüpte şiirlerini okuyordu. Ben de onu dinlemeye gitmiştim. Okuması sona erince onunla tanışmaya karar verdim. Ama etrafında başka insanlar da vardı ve herkes sarhoştu. Tanıştıktan sonra telefon numaramı aldı. İki gün sonra da beni aradı; buluşmaya başladık. Yaşadığım yerde bir restoranım vardı ve beni orada ziyaret etti. Gayet iyi anlaştık, sonra katı biçimde platonik bir ilişkiye başladık. Aslında bunun hakkında yazıldı. Kitap Türkçe’ye çevrildi mi bilmiyorum ama nasıl tanıştığımızı ve her şeyi anlatan kitap “Kadınlar”.
 
Evet, Kadınlar Türkçe olarak da yayınlandı…
Türkçe’de yayınlandı demek; çok iyi. Biliyorsunuz bu kitap, gerçek hikâyenin kendisi.
 
“Kadınlar”daki adınız neydi?
Bunun belli olduğunu düşünüyorum, çünkü “ben” olan kadınla bitiyor. Diğer bütün kadınlardan vazgeçtiği ve beraber olmaya karar verdiğimiz zamandı. “Kadınlar”daki adım Sarah’ydı. Yani kitaptaki son kişi.
 
Evliliğinizi nasıl tarif edebilirsiniz?
Tanıştığımızda hâlâ başka kadınlarla ilişkileri vardı. Sadece diğer bir “başka kadın” olmayı istemedim. Bu nedenle bir arkadaş oldum. O başka kadınlarla farklı deneyimler yaşarken, uzun aylar boyunca arkadaştık. Bir çeşit sırdaştım, özellikle ilişkileriyle ilgili bütün sorunlarını bana anlatıyordu (Gülüyor). Bu uzun zaman böyle devam etti. Sonra bütün kadınları bıraktı, çünkü sadece benimle birlikte olmak istediğine karar verdi. Sekiz yıl birlikte yaşadık, 1985’te evlendik. Bu beraberlik sırasında, ikimiz de sadıktık.
“Nedir ki evlilik? Onaylanmış bir s.kiş, onaylanmış s.kişler ama hiç şaşmaz, sonunda sıkıcı olur, işe dönüşür, ama dünyanın istediği buydu; kapana kısılmış, yapması gereken bir işi olan zavallılar” diye düşünen bir adam, sizce neden sizinle evlendi? Onu nasıl bu kadar etkilediniz?
(Gülerek) Bu çılgın bir soru. Siz böyle bir soruyu nasıl cevaplardınız? Öncelikle, evlilik benim için de, Hank için de çok önemliydi. (Ben ona Hank derdim, takma adı buydu; Charles, Henry ya da başka bir şey falan değil, sadece Hank.) Evlilik yemini çok ciddidir. Birbirinizi kutsal evlilik yeminiyle onurlandırdığınız anlamına gelir. İkimiz de -ister inanın ister inanmayın- bu konuda son derece eski kafalıydık. Ve hayatımız boyunca evliliğin kutsal yeminine saygı duyduk. Burada evlikten “Onaylanmış bir s.kiş, onaylanmış s.kişler ama hiç şaşmaz, vs., vs.” diye bahsettiğini söylüyorsunuz. Bunu tam olarak ne zaman yazdı bilmiyorum, ama biz evlenmeden önce yazdığından eminim. Aslında ne demek istediğini anlıyorum. Bugün insanların evliliğe gerçek anlamda saygı duymadıklarını düşünüyorum. Biz kapana kısılmak, seksi iş gibi görmek, yapmak ya da başka bir şey için evlenmedik. Bu konuda her zaman son derece saygılıydı. Çok çılgın zamanlarımız oldu, (Gülüyor) ama birlikte ayakta durduk. Herkes gibi bağırıp çağırmalarımız oldu, sonra düzeldik ve hayatımızda ilerlemeye devam ettik. Evlilik hiç kimse için kolay bir şey değil. Ve sanırım Hank için evlilikte iyi bir şey olabileceğini anlamak çok zordu. Bunun nedeni anne-babasınki de dahil olmak üzere çevresinde gördüğü bütün evliliklerin mutsuz olmasıydı. O nedenle bu adım onun için çok kocaman, cesur bir adımdı. Ve ona böyle cesur bir karar aldıran da aşktı.
 
Size gerçekten aşık olmuş olmalı. Genelde erkeklerin evlilik kararı almaları zordur. Hele Bukowski gibi özgürlüğüne çok önem veren bir erkek için…
(Gülüyor) Evlenmeden önce birlikte yaşadığımız sekiz yıl boyunca birbirimizi tanıdık, tarzlarımızı anladık. Her zaman kolay olmayacağını, her zaman mutlu olmayacağımızı biliyorduk. Ama ikimiz de bunu yapabileceğimize yeteri kadar inandık ve bunu ciddiye aldık. Biliyorum ki insanlar buna inanmayacaklar. İnsanlar onun sadece o çılgın herif olduğunu düşünüyorlar. Biliyor musunuz o yüzeysel kısmın dışında çok fazla şeyi olan bir adamdı Hank. Parlak, hayatının erken dönemlerinde çok işkence görmüş, bir sürü zorluk yaşamış çok duyarlı, hassas bir insandı. Babası onu çok sömürmüştü, korkunç şeylerin üstesinden gelmek zorunda kalmıştı. İnsanlar onun geçmişini çok merak etmiyorlar, sadece sansasyonel şeyleri duymak istiyorlar. Ama çok derin ve entelektüel bir adamdı Hank. İçinde ve kalbinde dışarıdan görünen çılgın heriften çok daha fazla şeye sahipti.
 
“Aşk bir önyargıdır” diyen adam, size göre kaç kez “önyargılı” olmuştu?
Sanırım 20’li yaşlarının sonunda Jane adında, kendinden oldukça büyük bir kadına çok aşıktı. O da korkunç bir alkolikti, ikisinin de hayatı aynı durumdaydı. Jane hayatını alkolizm yüzünden kaybetti. Sanırım onu daha “genç” bir biçimde sevdi. Nasıl olduğunu bilirsiniz birine güvenirsiniz, daha büyük bir kadında bir çeşit güvenlik bulursunuz, ikisi de ayyaş olsalar bile. O yaşlarda yani kafası çok karışıkken onun için bir çeşit kurtarıcıydı. Biliyor musunuz gerisini ona sormalıydınız… Başka bir şey söyleyemem, bu adil olmaz. Hayatı boyunca birçok kadından etkilendiğine eminim.
 
Her ne kadar kitaplarında son derece sert ve umursamaz bir adam karakteri çizse de, vajinayı “like a flower in the rain” diye tanımlayan birinin, aslında çok romantik olabileceğini düşünüyorum…
Hayır, sadece bir erkekti. Bir erkeğin hayatında yaptığı şeyleri, gayet tipik olarak yapıyordu. Bazı durumlarda çok romantik olduğunu söyleyebilirim; özellikle doğum günlerimde… Her gece ofisine gidip şiirlerini daktilo ederdi. -Geceleri yazardı- Ama doğum günümden önceki gece şiir yazmaz, bütün akşamı benim için doğum günü kartı boyayarak geçirirdi. Çok güzel, komik doğum günü kartları yapardı ve onları boyardı. Ertesi sabah gözlerimi açtığımda yatağın üstünde, onları ıslak halde yanımda bulurdum. Bazı sabahlar, eğer kendimi çok iyi hissetmiyorsam, portakal suyu hazırlardı. Bahçeye çıkıp portakalları toplar, sonra gelip onları benim için sıkardı. Bunun gibi şeyleri sayabilirim… Aslında bunları size anlatmak doğru mu bilmiyorum. (Gülüyor)
 
Evet bütün o imajıyla hiç uyuşmuyor…
İmaj bir şeydir, ama gerçek daha derindir. İnsanların bunu bilmesi gerektiğine inanıyorum. Eğer çalışmalarının dilinize iyi çevirileri varsa, o zaman -umut verici bir biçimde- kitaplarını okuyan insanlar “deli ayyaşın teki”nden çok daha fazla şey olduğunu anlayabilirler.
 
Kitaplarından birinde kendini tanımlarken “… benim hakkımda her şeyi biliyordu. Bütün ahlâksız öykülerime rağmen, o tecavüzcü ruhun altında ahlâkçı birinin yattığını….” diyordu. Size göre gerçekten böyle miydi?
“Tecavüzcü ruh” derken neyi kastettiğini bilmiyorum. Ama bundan önce “altında ahlâkçı biri var” diyor; bu doğru. Çok ahlâklı, çok püriten biriydi. Sadece para kazanmak için erotik erkek dergilerine kısa hikayeler yazmıştı. Bundan da, kendini teşhir eden kadınlardan da hoşlanmıyordu. Pornografiden (kelimenin hangi anlamı olursa olsun) hoşlanmazdı. Sinema filminde bile herhangi bir seks sahnesi –sadece 5 dakika seviştikleri bir sahne olsa bile- seyretmekten hoşlanmazdı. (Gülüyor) Çılgın seks ya da tuhaf seks tarzı şeylerden hoşlanmazdı. Zaten bunun için zamanı da yoktu. Zamanını kitaplarına ayırıyordu. Yazmaya odaklanmıştı. Bu nedenle hayranlık verici bir yazar olduğunu düşünüyorum. Çünkü odak noktası çok kesindi. Bu onun mükemmel bir yazar olmasına yardım etti.
Bir yazısında “Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlâk sevmem” demişti. Onu sistemden bu kadar uzaklaştıran, dışına çıkaran ve asi yapan neydi sizce?
Sanırım bunun nedeni çok korkunç bir çocukluk geçirmesiydi. Babası yalan söyleyen, olmadığı biri gibi davranan, çok katı iş ahlâkına inanan bir kişiydi. Ve bütün bunlar Hank için saçmalıktı. Bunun işe yaramadığını görmüştü. Bu nedenle, insanları tuzağa düşüren sistemden hoşlanmıyordu. Yani insanların kapana kısılıp, tuzağa düştüğü, toplum, kapitalizm ve onları aşağı doğru sürükleyen yönetime ya da başka şeylere köle haline getiren yapıya tamamen karşıydı. Onu sistemden koparan şeyin, başkalarının kurallarına ya da sistemin kurallarına göre yaşamak olduğunu söyleyebilirim. Bunun her zaman iyi bir şey olmadığını biliyoruz. Onun için ahlâk kuralları dokunulmazdı, çok ahlâklıydı, dediğim gibi birçok yönüyle ve inancıyla nerdeyse püritendi. Sahtekârlıktan, sadakatsizlikten hoşlanmazdı. Sahte etik kurallarından da… Çok sadık bir adamdı; arkadaşlarına, karısına, kendi inancına sadıktı. Ve bu bence çok şerefli bir özellikti. İnsanlar onun bu yanını tanımadıkları için hakkında yanlış bir kanı oluşmuş. Onu sadece “Küçük tatlı bir bebek” gibi göstermeye çalışmıyorum. Sert bir hergeleydi, (Gülüyor), bu konuda hiç şüphe yok. Çok çılgın zamanlar geçirdik.
 
“Babası onu çok sömürüyordu” derken neyi kastediyorsunuz? Biraz babasıyla olan ilişkilerinden bahsedebilir misiniz?
“Factotum”da babasının ‘yaşanmasının iyi olduğunu düşündüğü’ hayatı yaşamakla ilgili nasıl hissettiğini anlatıyor. Bilirsiniz okula gidersiniz, iyi bir eğitim alırsınız, sonra işe girersiniz, çalışırsınız, çalışırsınız. Hayat çalışmaktır. Bu bir çeşit iş ahlâkıdır. Ve bu onun için olmayacak bir şeydi, çünkü o sanatçıydı. Dolayısıyla her şeyin tersine gidiyordu. Ayrıca daha 4-5 yaşlarında küçük bir çocukken, neredeyse her gün ustura kayışıyla dayak yiyordu. Kısaca onun babası da bu dünyada pek çok insanın yaptığı gibi, kendi problemlerini çocuğundan çıkartan, hep kaybeden bir babaydı. Dolayısıyla Hank bundan çok etkilenmişti.
 
Onu seven pek çok hayranı Bukowski için “ikili ilişkilerini, cinselliğini yalnızlık gibi yaşayan adam” diyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Onun bunca serseriliğinin altında gerçekte de derin bir yalnızlık mı yatıyordu?
Herkes kendi içinde biraz yalnız değil midir? Biriyle ilişkiye girdiğimiz zaman mutluluk arıyoruz. Yani bizi “tam” yapacak birini… Ancak ruh eşimizi bulmak zordur. Girdiğimiz ilişkilerin birçoğu mutlu sonla tamamlanmaz. Sonunda bir kişi acı çeker. Burada bahsedilen bu olsa gerek. O da ilişkilerinde bizden farklı değil. Gerçek güçlü bir ilişki, herkes için zor. Sanatçılar için daha da zor olduğunu düşünüyorum. Çünkü sanatçılar duygusal. Olaylar karşısında bazen daha dramatik olabiliyorlar.
Bir şiirinde “hani sevgiliniz size / “beni sevdiğini söyle” der de / söyleyemezsiniz ya aynen öyle” demişti. Sizce siz dahil bütün sevdiklerine “gitmeden” önce yeteri kadar sevdiğini söyleyebilmiş miydi?
Bunu ciddi bir biçimde söyleyebilmek onun için gerçekten çok zordu, en azından başlangıçta. Çünkü bazen yalnızca sizinle seks yapmak isteyen insanlar bile “Ooo bebeğim seni seviyorum” der, bu ne anlama gelir? Hank uzun bir süre bunu söylemek için gerçekten çok zorlandı. Ama söyledi. Hem de birçok kez… Ve eminim – farklı bir şekilde de olsa- başka kadınlara da onları sevdiğini söylemiştir. (Gülüyor)
 
Bir eleştirmen Charles Bukowski için “William Burroughs eşcinselliğin erkek kraliçesi ise, Bukowski azgın heteroseksüelliğin gönüllü kölesidir. Burroughs’a karşı duyduğu nefret, aslında ona karşı beslediği gizli hayranlığın farklı bir ifadesi ve tezahürüdür” diyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Kocamın William Burroughs için bir nefreti yoktu. Bunu kesinlikle açıklığa kavuşturmak istiyorum: Kocam “nefret” kelimesine karşıydı. Burroughs’a karşı falan değildi. Sadece yazım şeklini/yazılarını beğenmiyordu. Şu an hayatta olan başka birçok yazarın eserlerini de beğenmiyordu. Çünkü bir şey söylemediklerini düşünüyordu. William Burroughs’un yazdıklarına özellikle dikkat etmiyordu, ya da homoseksüel oluşuyla ilgili değildi, bunun hiç önemi yoktu. Sadece bir kere tanıştılar. Her ikisinin de birbirine söyleyebileceği bir şey yoktu. Ve Hank’in ona kesinlikle “gizli bir hayranlığı” yoktu. Neden olsun ki? Sadece zaman zaman “İnsanlardan nefret etmiyorum, sadece onlardan hoşlanmıyorum” derdi. Yine de Burroughs’un hayatına saygı duyduğunu düşünüyorum. Çünkü ikisi de kendi tarzında yaşadı. Ve kocam kendi tarzında yaşayan insanlara saygı duyardı.
 Bazı okuyucuları onun fakir zamanlarında yazdığı kitapları daha çok seviyor. Hatta “Zengin olduktan sonra yazım stilini kaybetmiştir” diyorlar. Sizce gerçekten böyle bir değişim geçirdi mi?
(Gülüyor) Her şeyden önce zengin olmadı. Sadece kirayı ödeyebilecek ve bir araba alabilecek kadar para kazanmaya başladı. Ama bir milyoner haline gelmedi. İnsanlarda böyle yanlış bir izlenim var, özellikle de Avrupa’daki insanlarda. Yaşadığımız ev, yani benim şu an yaşadığım ev, Los Angeles Limanı’nın yanında, işyeri kalabalığının içinde küçük, minnacık bir ev. Büyük, süslü değil. Bazı insanların “Yazım stilini kaybetti” demeleri çok tuhaf. Çünkü kitapları daha öncekilerden 3-4 katı kadar satmaya başlamıştı. Nihayet anılarının kapanından çıkabilecek ve entelektüel sürecini, yazımını genişletebileceği, biraz daha iyi bir yerde yaşamaya başlayacak kadar yeterli parası oldu. Ve yazımı çok daha fazla takdir edilmeye başlandı. Kitapları üniversitelerde okutuldu, araştırmacılar tarafından daha önce hiç olmadığı bir biçimde kabul edilmeye başlandı. Edebî anlamda yaşı ilerledikçe daha çok gelişti. Bu yüzden insanların Hank’in stilini kaybettiği fikrine nereden kapıldığını bilmiyorum.
 
Aslında bu galiba genelde yazarlar, sanatçılar için çok söylenen bir şey.
Evet “Ruhunu sattı” derler. Bir yazarın ne yapması lâzım o zaman? Yazarsınız ve tek istediğiniz hayatınız boyunca yazı yazmak. Yazdıklarınızdan da para kazanmak… Hank ne derdi biliyor musunuz? “Kıskanıyorlar…” Onun bir karikatür karakteri gibi “Yaşlı, pis herif” imajıyla kalmasını istediler. Ama o hayranlık verici bir insandı.
 
Bukowski’nin en sevilen öykülerinden Kasabanın En Güzel Kızı, Türkiye’de yayın yapan Açık Radyo’da okunmuş ve Radyo Televizyon Üst Kurulu bu radyoya bir ay kapatılma cezası vermişti. Bunu biliyor muydunuz?
Hayır, bilmiyordum (Şaşkınlıkla gülüyor). Bu sadece basit bir öykü. Neden böyle bir şey yapmış olduklarını anlayamıyorum. Bir şekilde sansürlemiş oluyorlar. Demek radyoyu kapattılar haa, bu gerçekten çok korkunç, bunu duyduğuma üzüldüm. Çünkü ifade özgürlüğüne inanıyorum, birine zarar vermedikleri sürece herkes istediği şeyi söyleyebilmeli. Demek bu kitaptaki hikayenin insanlara zarar verebileceğini düşündüler, bu kesinlikle dar kafalılık. Eminim, büyük ihtimalle siz de öyle düşünüyorsunuzdur.
 
Son olarak şunu sormak istiyorum: Charles Bukowski “Bir gün “Bukowski ölmüş” diyecekler ve gerçekten keşfedilip yaldızlanacağım. Ne fayda? Ölümsüzlük fanilerin aptal bir icadıdır” demişti. Kendi istemese de o da ölümsüzlerin arasında yerini aldı. Eğer inanış doğruysa, şimdi gökyüzünden bize bakıp, bu duruma sinirleniyor mudur?
(Gülüyor) “Ölümsüzlüğün fânilerin aptal bir icadı” olduğuna gerçekten inandı, ama yaşlandıkça ölümlülük ve ölümsüzlük hakkında -belki farklı bir inanç sahibi olmadı ama- daha farklı bir hislere sahip oldu. Tam olarak nasıl olduğunu bilmiyorum, ama fark edildiği için kesinle minnettar olduğunu biliyorum, bir insan ve ölümlü olarak. “Kitaplarımı üniversitelerde okutmaya başladıklarında başım belada demektir” derdi. Böyle söylerdi çünkü fazla tehlikesiz olmaktan endişe ediyordu. Ama biliyor musunuz sürekli daha fazla insan onu tanıyor. Eğer biri bunu hak ediyorsa, bu kesinlikle Hank olmalıydı. Çünkü bunu gerçekten ediyordu.
Kaynak: Tempo

*Charles Bukowski’nin “Hiç bir zaman olması gerektiği gibi değil dedi insanlar…” şiirinden

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz