Kafka İle Konuşmalar – Hasan Ali Toptaş

Kafka’nın bir öyküsünden söz ettim. ‘“Biz beş arkadaşız, günün birinde bir evden art arda çıktık dışarı’ cümlesiyle başlıyor bu öykü,” dedim heyecanla. Sonra, sanki öykü anlatılabilirmiş gibi; “Çıkan kapının yanı başında duruyor ve yan yana diziliyorlar,” diye devam ettim anlatmaya. “Onlar böyle dizilince, insanların dikkati de birdenbire onların üzerine çevriliyor ve bu beş kişi var ya, şimdi bu evden çıktı diyorlar.

Gurbet kelimesini eskiden daha sık kullanırdık. İçimizi titreten bu kelimenin, farklı bir ağırlığı vardı hayatımızda; uzaklar onun içinde birikir, tehlikeler onun içinde bekler, umutlar onun içinde yeşerirdi. Hayat bir şekilde gurbetle anlam kazanırdı bir bakıma; aşklar, dostluklar ve insanlar bir şekilde gurbetle sınanır, gurbetle olgunlaşırdı. Bir şehirden bir şehre gidenler de gittikleri yerin adını söyleme gereği duymaz, bunun yerine, gurbete çıkıyoruz, derlerdi. Böyle söyleyince, ruhları da gittikleri şehre göre değil, gurbet diye adlandırılan, içi çeşitli ihtimallerle dolu uçsuz bucaksız bir genişliğe göre pozisyon alırdı sanki. Velhasıl, gurbet kelimesi, acıların, kayıpların, hastalıkların, ölümlerin, ayrılıkların, aşkların ve hasretlerin birçoğunu içinde taşıyan alabildiğine geniş bir kelimeydi. Gurbet şarkılarımız vardı bu yüzden, gurbet türkülerimiz, gurbet mektuplarımız, Gurbet Kuşları’mız ve Gurbet Hikâyeleri’miz vardı.

Ben daha el kadar çocukken, dillerden düşmeyen bu gurbetin neresi olduğunu bir türlü anlayamamıştım da, bir keresinde anneme sormuştum. O da, “Ah Hasan’ım ah, beşik ardı gurbet,” demişti.

Teknolojik gelişmeler mesafeleri silip süpürdükçe, gurbet de tıpkı mektup, firak ve hicran kelimeleri gibi yavaş yavaş kullanımdan düşüyor sanki. Artık kimse gurbete çıkmıyor, onun yerine A şehrinden kalkıp B şehrine gidiyor.

Romanlarımı okuduktan sonra bana, “Haşan Ali sen sürekli kasaba olmaya çalışıyorsun ama, senden ne köy olur ne kasaba!” diye takılan (belki de gerçeğin ta kendisini ifade eden) çok sevdiğim bir arkadaşımla, geçenlerde biz de öyle yaptık; bir akşam saatinde A (Ankara’dan) şehrinden kalkıp onun daha önce yaşadığı B şehrine (Bursa 8. Edebiyat Günleri’ne) gittik. Oldukça yorucu geçen altı saatlik bir gece yolculuğunun ardından, bindiğimiz otobüs götürdü, şehir diye yeşil bir karanlığın avuçlarına bıraktı bizi. Biz de, sabah uyanır uyanmaz caddelere fırladık tabii ve can çekişen tarih! dokuların arasından geçip ince bir kederle yürümeye başladık. Arkadaşım, yeşilin bütün tonlarını bağrında toplayan bu masal şehrinde birkaç yıl yaşadığı için, biz yürürken sık sık onun hatıraları depreşiyordu tabii. Depreşince de, ister istemez elini uzatarak, işte şurada işkembeci vardı, şurası oteldi, orası simit fırınıydı diye bana bazı yerleri gösteriyordu. Ben de, geçmişi görebilecekmişim gibi, bir o yana bakıyordum bir bu yana.

Caddelerde bir hayli yürüyüp onun vaktiyle karşıt görüşlü gençler tarafından bıçaklandığı kaldırımı da gördükten sonra, sonunda büyüleyici bir mekâna oturduk. Su gürültülerinin arasından gülümseyen yeşil bir uçurumun başına mı, başımızı döndüren kocaman bir kanyonun tepesine mi, yoksa bir dere irisinin yanı başına mı oturduk bilemiyorum. Sorsam, arkadaşım da bilemezdi herhalde. O anda, tamamen geçmişin derinliklerindeydi çünkü ve ben masada arkadaşımla değil de, ona benzeyen onun heyecanıyla oturuyor gibiydim.

Çaylar tazelenince, birazcık kendine geldi arkadaşım.

Ne de olsa, hatıraları iki çay bardağı uzakta kalmıştı.

O böyle içindeki geçmişin içinden çıkıp gelince, masaya yeniden oturmuş gibi olduk tabii ve derhal havadan sudan söz etmeye başladık. Söylemeye ne hacet, bizim havamız suyumuz elbette edebiyattan başka bir şey değil. Sonra, söz nerelerden zıplayıp geçti, hangi zikzakları çizdi ve nasıl döndü dolaştı bilemiyorum ama, bir şekilde benim hala oğlum Kafka’ya geldi. Biz Kafka’yı konuşmaya başlayınca, benim kanyona benzettiğim o dere irisinin dibinden akan sular ânında durdu tabii. Onlar durunca, nereden aklıma geldiyse, ben de arkadaşıma, adını hatırlayamamakla birlikte, Kafka’nın bir öyküsünden söz ettim. ‘“Biz beş arkadaşız, günün birinde bir evden art arda çıktık dışarı’ cümlesiyle başlıyor bu öykü,” dedim heyecanla. Sonra, sanki öykü anlatılabilirmiş gibi; “Çıkan kapının yanı başında duruyor ve yan yana diziliyorlar,” diye devam ettim anlatmaya. “Onlar böyle dizilince, insanların dikkati de birdenbire onların üzerine çevriliyor ve bu beş kişi var ya, şimdi bu evden çıktı diyorlar. Bu sözü işittikten sonra da, bu beş kişi bir arada yaşamaya başlıyor. Bir akıncısı daha var ki…”

Kalk şu kitabı bulalım, dedi arkadaşım.

Kırkını aşmış iki adam, hesabı ödeyip sanki Kafka’yı ilk kez tanıyacakmışız gibi tuhaf bir heyecanla yollara düştük hemen, caddedeki karmaşanın içinden yürüdük, bir pasaja girdik, orada el yordamıyla bir kitapçı bulduk ve Kafka’nın kitaplarını önümüze yığarak, adını bilmediğimiz öyküyü fellik fellik aramaya başladık. Malum, Borges’inkiler gibi, Kafka’nın kitapları da karmakarışıktır bizde. Gidip kitapçıdan öykülerini satın alırsınız, içinden kütüphanenizde duran Günlükler’in bir bölümü çıkar. Onlar çıkmasa bile, daha önce edindiğiniz öykü kitabındaki öykülerin birkaçı her nedense yeni aldığınız kitapta da vardır. Ya da, yıllar önce bir kitapta toplanan üç öykü, daha sonra birbirinden ayrılıp üç farklı kitaba dağılmıştır. Bu durum, kitaplar başka başka yayınevleri tarafından yayımlandığı için mi böyledir, yoksa Kafka’nın ruhuna ve bakış açısına uygun olsun diye bile isteye planlanmakta mıdır bilmiyorum. Bildiğim şu ki, herhalde Kafka’nm ruhu uzaklardan bakıp bu duruma hafifçe gülümsüyordur. Neyse, kitapları karıştıra karıştıra, sonunda bulduk tabii; benim sözünü ettiğim o müthiş öykü, Cem Yayınları tarafından yayımlanan Bir Savaşın Tasvirindeymiş. Adı da, “Bir Arada”. [Öküyü oku]

Kafka aklıma takıldı ya, Ankara’ya dönüp birkaç gün sonra eve gelince, kütüphanemde duran başka bir kitaba uzandı benim elim. Çeşitli zamanlarda birkaç kez okuduğum, Gustav Janouch’un Kafka ile Konuşmalar’ına. Janouch, Kafka’nın mesai arkadaşlarından birinin oğlu. Elektrik faturasındaki artıştan yola çıkarak babası bir gün onun gizli gizli şiir yazdığını fark ediyor ve gel bakalım, diyerek işyerine götürüp Kafka’yla tanıştırıyor. Üç dört yıl, zaman zaman Kafka’nın çalıştığı İşçi Kaza Sigortası Kurumu’nda oturarak, zaman zaman Prag sokaklarında tenha iki gölge halinde yürüyerek, edebiyat, sinema, tiyatro, resim, savaş, aile ve daha akla gelebilecek birçok konu hakkında konuşuyorlar. Kitap da, Janouch tarafından not edilen bu konuşmalardan oluşuyor. Gerçi, kitabı benden önce okuyan kişi, “Sanat, oldum olası bütün kişiliği ilgilendiren bir iştir, bunun için de, temel bakımından trajiktir”, “Kansız masal olmaz, her masal kanın ve korkunun derinliklerinden doğar”, “Yalan, gerçeğin bizi ezebileceği korkusunun dile gelmesidir çoğu kez”, “Asker tümenlerinin işini bankalar görüyor”, ya da “Asıl gerçek, oldum olası gerçekdışıdır,” gibi birçok cümlenin altını çizmiş. Kitaptaki konuşmaların arasında, Janouch tarafından küçük fırça darbeleriyle çizilen bir Kafka portresi de var. Ruhunu kelimelere teslim eden bir yazarın, günlük hayatın içine dağılmış, irili ufaklı kımıltıları; masada oturuşu, bir kitabı eline alışı, yüz çizgilerindeki dalgalanmalar, irkilmeler, gülümsemeler… Kitabı ne zaman elime alsam, Kafka’yla Janouch değil de ben konuşuyorum sanki. Bu da bana, yaşadığımız şu saçma sapan olayların ortasında, oldukça iyi geliyor.

Bilgi Yayınevi tarafından Mayıs 1966’da (yayınevinin yayımladığı 19. kitap – çeviri; A.Turan Oflazoğlu) yayımlanan bu 111 sayfalık kitabı, belki yirmi yıl önce ben Ankara’daki bir sahaftan satın almıştım. Demek ki, yayımlanışının üzerinden tamı tamına otuz altı yıl geçmiş. Ben yirmi yıl önce tozlu bir sahafta bulabildiğime göre, herhalde birçok insanda yoktur şimdi.

Birçok insanın da, kitabın varlığından haberi yoktur.

Yeniden yayımlansa, sanıyorum birçok kişinin başucu kitabı olur. Hele de, genç yazarların… Hatta, ben de alırım, her defasında elimdeki kitabı karıştırırken hapşırıp durmamak için.

Hasan Ali Toptaş
Harfler Ve Notalar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz