Kadın ve erkeklerin davranış şekillerindeki duygusal faklılıklar – Theodor Reik

Bir nesneyi görebilmek için onu belirli bir uzaklıkta tutmanız gerekir. Onu gözlerinize çok yakın tutarsanız doğasını tanıyamazsınız. Öte yandan ondan çok uzakta olduğunuz zaman da onu göremezsiniz.

Psikoloji kadınların ve erkeklerin deneyimlere farklı tepkiler gösterdikleri, aynı durumlarda farklı davrandıkları, duyguları ve düşünceleri yönünden kesin bir farklılık gösterdikleri gerçeğini kabul etmekle birlikte, iki cinse aynı türün temelde benzer şekilleri olarak baktıkça bu farklılıklar gözünüzde azalır. Farklılıklara kuşbakışı baktığınız zaman, artık onlar temel farklılıklar değildir. Sorun böyle ele alındığında, savaş öncesi İngiliz diplomasisinde Hindistan meselesinin güçlüklerinden birini anımsatır; bununla ilgili olarak Lord Halifax şöyle demiştir: “Sorunun güzelliği, ondan uzaklaştıkça daha kolaymışgibi görünmesi.” Ama sorunun yakınına geldikçe, farklılıklar çoğalır. Hindistan sorununun yanıtı, Londra’daki kulübünde Times gazetesinde sorunla ilgili bir makale okuyan beyefendi için oldukça basit görünebilir ama hükümet görevlisi olarak Hindistan’da birkaç yıl yaşadıktan sonra, durum karmaşık ve çapraşık bir hal alır. Psikoloğa, cinsler arasındaki duygusal farklılıklar laboratuvarda küçük, eşiyle tartışırken çok büyük görünür. Günlük yaşamın sorunun kapsamını aydınlatıcı niteliği vardır. Bundan birkaç yıl öncesine kadar bu ülkede İngiltere büyükelçisi olan Lord Halifax’tan yine bir alıntı yapalım: Bir keresinde eşi New York hayvanat bahçesine gitmişve kollarının arasında küçük bir maymunu tuttuğu sırada muhabirler onun fotoğrafını çekmiş. Fotoğraf New York gazetelerinde yayımlandığı zaman Lord Halifax’a Londra’daki insanların fotoğrafı gördüklerinde ne düşünecekleri sorulmuştu. Lord Halifax şöyle yanıtlamıştır: “Kadınlar eşime, erkekler de maymuna imreneceklerdir.” Burada, kesinlikle, cinslerin farklı duygusal tutumlarının bir örneği vardır.
Kutsal Kitap, Adem’in Havva’nın davranışına şaşırdığını açık açık yazmaz ama kutsal metnin satır aralarını okuyabilen herkes bunun böyle olduğunu anlar. Bu hayret, Havva’nın kızlarına şaşırmaya devam eden torunlarında da varlığını sürdürmüştür. Babil’in taşyazıtlarında, Mısır’ın hiyeroglif yazılarında ve eski Yunan’ın parşömenlerindeki kadınların davranışları, üç bin yıl sonra New Yorklu erkeğe nasıl şaşırtıcı geliyorsa o dönemlerde yaşayan erkek atalarımıza da şaşırtıcı geldiğini görürüz. Fark, eski insanların soruna olan ilgilerini ikinci cins, üstün cins, kayıp cins ve benzeri tartışmalardan çok, mitlerle, öykülerle ve atasözleriyle ifade etmişolmalarıdır.
Cinsler arasındaki duygusal farklılıklar o kadar belirgin ve çoktu ki sonunda bilimsel psikoloji bunlarla ilgilenmek zorunda kaldı, ama ne gariptir ki psikoloji farklılıklara ne kadar çok dikkatini verdiyse, bunun psikolojinin sorunu olup olmadığı konusunda da o kadar  çok kuşkuya düşmüştür. Kadın ve erkeklerin davranış şekillerindeki duygusal faklılıklar, cinslerin biyolojik olarak farklı olmasının bir sonucu değil midir? Psikoloğa yabancı bilimlerin alanına geçmemesi söylenmişti. Burada bir “dur” işareti vardı. Psikoloğun çevresi, üzerlerinde “Endokrinoloji” ve “Genetik bilim” yazan levhalarla çevrilmişti ve bu konuların bu bilimlerin alanına ait olduğunu gösteriyordu. Psikolog diğer tarafa döndüğü zaman üstünde “Sosyoloji” ve “Antropoloji” yazan başka levhalar gördü. Çok sayıda bilim insanı cinsler arasında temel ve ayırt edilebilir önemli farklılıklar olduğunu yadsır. Onların anlayışına göre, bizim cinslerin duygusal farklılıkları olarak gördüğümüz şeyler, bireyin içinde doğduğu ve büyüdüğü kültür şekillerinin sonuçlarıdır. Örneğin Margaret Mead, dişi ve erkek özellikleri olarak kabul edilen özelliklerin, kadın ve erkek cinsiyetleriyle bağlantılarının “onların şapkalarından ya da giyim stillerinden” daha fazla kalıtımsal olmadığını ileri sürer. O, “insan doğasının inanılmaz derecede yoğrulabilir” olduğu görüşündedir.
Biz daha çok, insan doğasının biçimlendirilebilirliğinin kısıtlı olduğu ve iki cinsin karakteristik duygusal özelliklerinin her yerde ve çok değişken kültür şekilleri altında kendilerini açığa vurdukları kanısındayız. Doğal olarak, erkeklerin ve kadınların davranışfaklılıklarına dışsal ve kültürel faktörlerin yaptığı etkinin ne denli önemli olduğunu kabul ediyoruz ama bu farklılıkların yalnızca kültürel değişikliklerin bir sonucu olduğundan da kuşku duyuyoruz. Bu kararlı bir biçimde kuşkulu tutum Dr. Mead’in katkısının değerini azaltmaz. Dr. Mead’in gözlemlerinin çok doğru ama yorumlamasının yanlışolması olasıdır. Bilimin yanılmazlığı konusunda Anatole France’a katılıyoruz ama bilim insanları her zaman yanılırlar.
Bir yanda biyolojiyle, diğer yanda sosyoloji ve antropolojiyle kısıtlanan cinslerin duygusal farklılıklarını araştırma alanı, psikologların diğer bilimlerin yargısını kabul etmesinden ötürü daha çok daralır. Son zamanlarda psikolojik literatür kadın ve erkeklerin daktilo kullanmadaki etkinlik farklılıklarıyla ve üçüncü sınıfa giden beşyüz erkek ve kız çocuğun bazı seslere gösterdiği tepki süreleriyle ilgili raporlarla doludur. Dikkatle hazırlanmışdeneyler, 7-17 yaşları arasındaki kızların bir boncuk dizisini ezberden kopya etmekte üstünken, aynı yaştaki erkek çocukların blokları saymakta daha iyi olduklarını kanıtlar. Sanki, erkeklerle kadınların bazı renkleri algılamalarıyla ilgili bir raporun ya da otomobil kullanmada kadın ve erkeklerin karşılaştırıldığı bir testin, cinslerin temel psikolojik farklılıklarını aydınlatması beklenmektedir. Çok sayıda çetele ve istatistiksel veriyle bu gibi araştırmaların bir noktayı kanıtlayacağı kuşkusuzdur ama o noktanın neden kanıtlanması gerektiği tartışılabilir. Karşılaştırmalı mekanik ya da yazınla ilgili testlerin, eğer sonsuza dek sürdürülürlerse, bizi sorunun merkezine götürebileceğine inanıyoruz ama yaşam kısadır ve bu soruna daha iyi bir yaklaşım bulunmalıdır. Buradaki sorun, zihinsel ekonomi ve entelektüel yararlılıktır. “Tutumluluk, Horatio!” demek ister insan psikolog meslektaşlarına.
Freud, tamamlanmamışve İngilizceye çevrilmemişson bildirilerinin birinde, “cinslerin farklı olduğu biyolojik gerçeği (düalite) büyük bir bilmece olarak; bize onu başka bir şeye doğru izleme olanağı tanımayan, bilgimiz dışında bir şey olarak karşımıza çıkar. Psikanaliz bu sorunun aydınlatılmasına bir katkıda bulunmamıştır. Bu sorunun bir bütün olarak biyolojinin alanına girdiği çok açıktır,” der. Onun görüşüne göre, ruhsal yaşamda ancak bu büyük zıtlıkların yansımaları ortaya çıkartılacaktır. Bu satırlar 1938 yılının Ekim ayında yazılmıştı. Aradan geçen on dokuz yılda pek fazla yansımanın ortaya çıkarılmadığını itiraf etmeliyiz.
Soruna yeni bir yaklaşım ararken yeni bir hareket noktası buldum ve yolun nereye çıkacağıyla ilgili, muğlak da olsa bir varsayıma ulaştım. Hareket noktası, önceden tasarlanmışbir fikirdir. Böyle bir itirafın bir kâşifin yüzünü utançtan kızartacağını biliyorum ama bilim insanlarının da bu tür önsezilerinin olduğunu eklememe izin verin. (Böyle olmakla birlikte, arada bir fark vardır. Bilim insanlarının önceden tasarlanmışfikirleri hayal dünyasına kaçışdeğildir. Onlar bilimsel olarak önceden tasarlanmışfikirlerdir ve onlara ancak dikkatli bir çıkarsama ve mantıklı bir incelemenin uzun ve dolambaçlı yoluyla ulaşılabilir.) Bu gibi önseziler, eğer iki gereksinimi karşılıyorlarsa, araştırmada yararlı olabilirler. Onlar üstünde iyice düşünülmüşsavlarla karıştırılmamalı, kanıt olarak değerlendirilmemeli ve öyle kullanılmamalıdırlar. Onlar, özgürce ve açıkça önseziler ya da önyargılar olarak tanımlanmalıdırlar.
Onların farklı cinsel fonksiyonlardan kaynaklandığı dikkate alındığı zaman, önceden tasarlanmışfikrin kadınlar ve erkekler arasındaki psikolojik temel farklılıklar olduğu açıkça gösterilebilir. Başka bir deyişle, cinsellikte kadınların ve erkeklerin farklılığına şablon oluşturucu bir önem yükleriz. Çok basit bir benzetme yapacak olursak, bir erkek ve dişi donanımı arasındaki temel farkın ne olduğunu öğrenmek istediğiniz zaman, onların işlevlerini ve temel amaçlarını karşılaştırırsınız. Bu yolla, kadınların ve erkeklerin davranışbiçimlerindeki farklılığın onların cinselliğinde aranması gerektiğini ileri sürersem, Freud’un kişinin cinselliğinin onun cinsel olmayan yönlerdeki davranışları için de şablon oluşturucu olduğu anlayışını sürdürmüşolurum. Ama aynı zamanda, önceden tasarlanmışikinci bir fikri de açığa vurdum; bu da cinselliğin cinsler için değişik anlamı olduğudur. Bu, cinselliğin onların yaşamında aynı yeri ve özdeşanlamı taşımadığı demektir. Başka bir deyişle, ikisi aynı şeyi yaptığı zaman, bunu birlikte de yapsalar, yapılan şey aynı değildir. Bu anahtarın, birçok odanın kapısını açacağına inanma eğilimindeyim. Kadınların ve erkeklerin cinselliğinde temel duygusal fark olarak saptanabilecek olan, başka davranışalanlarında, artık cinsel niteliği olmayan tutumlarda ve tepkilerde de kendisini gösterecektir.
Burada bu gibi sonuçların çok küçük örneklerini, sorunun ufak tefek yanlarını sunmak istiyorum. Bu örnekler aynı zamanda Freud’un dolaylı olarak sözünü ettiği o düşüncelerin de örnekleridir. Onlar, kadınların ve erkeklerin yalnızca birbirlerine karşı olan davranışlarını değil, onların genel davranışbiçimlerini ve tutumlarını da karşılaştırırlar. Burada yalnızca Batı kültüründeki sıradan kadın ve erkeği ele aldığımı, başka kültürlerle ilgilenmediğimi, olağanüstü ya da patolojik koşullar tarafından belirlenmişbirçok istisnanın bulunduğunu kabul etmeye hazır olduğumu hemen açıklamama izin verin. Kadınlarda ve erkeklerde karşı cinsin gelişmemişdavranışbiçimlerinin tezahürlerinin her zaman bulunduğunu, pek çok üst üste binmenin gerçekleşebildiğini, dolayısıyla kişideki, kadınların ve erkeklerin genel psikolojisindeki bazı baskın karakteristik özelliklerden söz edilebileceğini de ayrıca eklemek isterim. Son zamanlarda daha yaygın bir şekilde tanık olunan, kişinin cinsiyetini, cinsiyetinin ikincil ve üçüncül özelliklerini değiştirmek istediği ve bunda bir ölçüde başarılı olduğu vakalar vardır. Doğa bazı hayvanlara bu tür özellikleri değiştirme olanakları tanımıştır. Bu değişimler bir köpekte gerçekleşmez ama bir tavuk ya da horozda ve başka alt grup hayvanlarda gerçekleşebilir. Kadınlardaki tüm erkeklik ve erkeklerdeki tüm kadınlık özelliklerine karşın, son izlenim, Freud’un tümcesinde ifade edilmişolan değişmez biyolojik gerçektir: “Anatomi bir yazgıdır.”
Bu biyolojik saptamanın duygusal yansımaları olarak, cinslerin ilişkilerinde birçok anlamlı ve zıt özellik görürüz. Kur yapma evresinde bile şimdiye dek psikolojik olarak değerlendirilmemişkarakteristik ayrılmalar görülür. Âşık olmuşgenç bir adam, günü geldiğinde bazen bir kız için şiddetli arzu nöbetlerine tutulabilir. Ama çoğunlukla çok şiddetli olan bu eğilimler zaman zaman gelirler ve hepsi yaygın değildir; zaman içinde bunlar bütün gün sevilen kız düşünüldüğü daha yumuşak bir şekil alır. Adam çoğu zaman, “keşke onunla olsaydım,” diye hisseder ve bu arzu onun çalışmasını engelleyebilir, oysa kız daha çok, “her zaman onun çevresinde olmak istiyorum,” duygusundadır. Cinslerden birinin arzusunun niteliği kısa, güçlü ve şiddetli, ileri doğru atılmalar şeklindedir; kadınınki uzun süreli, yaygın ve kalıcı bir arzudur. Kadın, erkeğin istediklerine ek olarak, aşk nesnesiyle yalnızca uzun saatler geçirmek değil, onunla hep birlikte olmak ister. Kadının fantezisi her yerde, erkek briç oynarken ya da müşterilerle toplantıdayken de onunla birliktedir, oysa erkeğin hayal gücü ancak bazı durumlarda kadının imajını çağırır. Partnerin hayal edilen resmiyle kendi gerçek benliği arasında kaçınılmaz uyuşmazlığın neden olduğu düşkırıklıklarının niteliği bile her iki cinste farklıdır. Erkeğin düşkırıklığı şiddetli ve acı gerçekle karşı karşıya gelme niteliğindedir; kadınınki gerçekleşirken yavaştır ve acı verici şaşkınlığın tüm niteliklerine sahiptir. Geçen gün bir erkek bir kıza şöyle dedi: “Sana âşık olmakla yanılmışım.” Sanki kız erkeğin hayal gücünde kendisiyle ilgili yarattığı ideal imaja ihanet etmişti. Ama kız, duruma şaşırmışbir halde, sevilen erkeğe şu harika sözleri söyledi: “Seninle birlikte olduğum zaman seni çok özlüyorum.” Zamanımızın hangi ozanı duygunun derinliğinden getirilen bunun gibi enfes bir dizeyi yazabilir?
Bana göre, bu karakteristik özellikler kadının ve erkeğin seks yaşamındaki karakteristik tutumları yansıtmaktadır. Bunların zıtlığı cinsel ilişkideki davranışfarklılığına göre biçimlenmiştir: Erkeğin hızla yükselen ve hemen azalan ileri doğru atılma arzuları ve kadının daha yavaşolan heyecanının gittikçe şiddetlenip sonra azalması. Yerelleşmişve yaygın şiddetli arzunun zıtlığı eylem sırasındaki cinsel duyguların zıtlığına tekabül eder. O’Hara’nın romanlarından birinde cinsel ilişki sırasında bir kız erkeğe; “senin çevrende her yerdeyim,” der. Kızın kafasının düşüncelere ve hayallere takılı olması erkeği ve yaşamını sarar ve onun kız hakkındaki düşünceleri daha çok ani ve yoğunlaşmışsaldırılar niteliğindedir.
İki cinsin aşk yaşamlarındaki değişik rolleri yansıtan başka bir zıtlık daha vardır. Birçok kadını tedavi etmişher analist, bunlardan çoğunun âşıklarının ya da kocalarının onları terk edeceği, onlarla birlikte olmayacakları ve belirli bir zaman sonra onları unutacakları yönünde, uzun süreli bilinçli ya da çoğunlukla önbilinçli bir korkunun saldırısına uğradığını bilir. Bu kalıcı düşünceyle kıyaslanabilen bu korkuya erkekler arasında çok az rastlanır. Bu korku çoğunlukla gerçekleşmez mi? Kocalar ya da âşıklar şu ya da bu nedenle ya da herhangi bir nedeni olmadan başka bir kadın için eşlerini terk etmezler mi? Terk edilen eşlerin çoğunluğu parasal yönden tehlikeye düşmez, toplumsal mevkii güçsüzleşmez ve çoğu zaman saygınlığını yitirmez mi? Terk edilen kadın güvensizliğine geri fırlatılmaz ve kadının özgüveni sarsılmaz mı? Tüm bu görüşlerin geçerli bir nedeni vardır ve gerçeklik kadınlara bu korkular ve kuşkular için yeterince neden vermiştir ve bir kuşaktan öbürüne aktarılan kadın geleneği bunları doğrulamıştır. Yine de, yalnızca gerçeklik bu korkunun yoğunluğunu ve evrenselliğini haklı göstermez. Neden erkekler bu korkuyu bu kadar nadiren duyarlar? Neden kadınlar böyle bir düşünce için hiçbir nesnel nedenleri olmasa bile bu korkuyu hissederler? Neden kadınlar bunu çoğunlukla olması kaçınılmaz bir şey, bir alınyazısı olarak kabul ederler? Bu o kadar ileri gitmiştir ki evlenmek üzere olan genç bir kız onu çok seven erkek için şöyle konuşur: “Birkaç mutlu yıldan sonra, eminim o beni bırakacaktır.” Cinslerin tutumundaki bu tür bir zıtlıktan gerçeklik faktörlerini sorumlu tutmak yeterli değildir. “Onları sev ve onları terk et” erkek söyleminin sanki kadınca bir karşılığı, boyuna asılı bir zinciri var gibidir: “Onları sevme çünkü seni terk ederler.” Kur yapmanın başlangıcında kadın kendi sevgisine teslim olmaktan belli bir biçimde kaçınır; bu, artık, bilinçli ve iyi düşünülmüşnedenlerle açıklanamaz ve belirtilen türdeki tehlikenin işaretleri niteliğindedir. Erkek tarafında buna benzer herhangi bir şey yoktur.
Sanırım, iki cinsin bu zıtlığı için bir şablon, cinsel eylemin psikolojisinde vardır. Cinsel arzunun bu denli acele, ısrarlı ve yoğun olduğunu göstermişolan erkek, boşalmadan hemen sonra kadının bedenini terk etmek ister. Kendi arzularına ve erkeğinkilere çok daha yavaşve çekinerek teslim olan kadın erkeğin cinsel organının onda kalması isteğini hisseder. Kadın şimdi erkek için artmışbir sevgi duyar; bu, minnete yakın bir şeydir. Avusturyalı yazar Hugo Salus’un şiir kitabından, bu tipik kadınsı tutuma hayret eden bir adamın tanımlandığı bazı dizeleri hâlâ anımsarım. Balayında olan adam, genç eşinin ona, “aldığım armağandan ötürü sana teşekkür ederim,” demesine şaşırmıştır. Boşalmadan sonra erkeğin kadının bedenini terk etmeme isteği, yeterince karakteristik olarak, cinsel ilişki başarılı olduğu zaman hissedilir; bu, kadın cinsel ve duygusal doyum hissettiği zaman demektir. Bu, genellikle, “gitme,” ya da “benimle kal,” sözcükleriyle ifade edilmiştir.
Cinsler arasında bu denli bir tutum faklılığının nedenleri neler olabilir? Orgazm kadının cinsel gereksinimlerini giderdiğine göre, bu yalnızca cinsel bir duygu olamaz. Kadının durumunda geriye kalan hoşduygunun uzun sürdüğünü, duyguların sürmesiyle onun kutsanmışya da lanetlenmişolduğunu ve erkekten daha acelesiz olarak çok duygusal bir evreden ötekine geçtiğini kabul etsek bile, kadının artmışsevgisi ve şükran duygusu açıklanamaz. Ayrıca, kadının bilinçdışı penis isteğine değinmek de burada ortaya çıkan psikolojik sorunu açıklamaya yeterli değildir. Eğer öyle olsaydı, erkeğin onun içinde kalmasını ancak başarılı bir birleşme ve orgazmdan sonra istemesini nasıl anlayabilirdik? O zaman, kadının penisi içinde hissettiği ve sözün gelişi onun dolaylı sahibi olduğu penis isteği neden her cinsel ilişkide yoktur? Eğer bu istek yalnızca penise imrenmeyle belirlenecekse, o zaman kadın cinsel ilişki istemediği zaman ya da cinsel ilişki sırasında orgazma ulaşmadığında, neden o erkeğin en kısa zamanda bedenini terk etmesini ister? Kadının erkeğin bedenini boşalmadan çok sonra da içinde hissetmeyi istemesiyle, erkeğin cinsel organlarıyla, onlar yalnızca erkeğin bir parçası değil de kendisininmişgibi özdeşleştiği konusunda zihnimizde hiçbir kuşku yoktur. Acaba kadın erkeğin cinsel organlarını yalnızca onunla mı özdeşleştiriyor, yoksa işlemekte olan henüz keşfedilmemişbir dinamik faktör var mıdır?
Nedeni her neyse, bu önemsiz davranışfarklılığında cinslerin duygusal tutumlarında kesin ve sonuca götüren bir ayrılma görüyoruz. Analitik yöntem tarafından bu gibi küçük özellikleri psikolojik olarak çok dikkatle değerlendirmeye alışık olduğumuzdan, büyük önemi olan bir sonuca ulaşıyoruz: Kadınlar ve erkekler için cinsel ilişkinin farklı bir duygusal anlamı vardır. Psikanalitik olarak düşünüldüğü zaman, bu görünüşte önemsiz küçük özelliklerin zıtlığı kadınlar ve erkekler için cinselliğin anlamındaki farklılığı yansıtır. Erkek, boşalmadan sonra, bu denli şiddetle girdiği kadının bedenini terk etmeye can atar. (“Aslan gibi girer, kuzu gibi çıkar.”) Erkeğin dürtüsü doyuma ulaşmışve gerilimi yok olmuştur. Ama kadının orgazma ulaşması ve gerilimin ortadan kaldırılması cinsel sürecin sonunu değil, yalnızca yolculuk sırasındaki bir durağı ifade eder. Bu zıtlıkta sanki hem biyolojik, hem de psikolojik bir farklılık kendisini ortaya çıkarmıştır. Erkek için biyolojik olan, meninin akması, eylemin bitmişolduğunu gösteren gerçek tarafından belirlenmiştir. Oysa kadın için spermlerin kabul edilmesi döllenmenin başlangıcı anlamını taşır. İnsanın dişisi için, bilinçdışı olarak cinsel ilişki, hâlâ biyolojik gizil bir güç olan döllenme demektir; bu, hayvanların evrimsel geçmişinin bir yankısıdır ve aslında cinsel ilişki üreme anlamını taşır. Kadının, erkeğin onun içinde kalmasını hissetmeyi istemesi dikkate alındığı zaman psikolojik farklılık açıklığa kavuşur; bu, başka duyguların yanı sıra, erkek cinsel organının bebekle özdeşleştirildiği duygusal bir ifadedir; sanki erkek oradadır ve onun çocuğu onun devamıdır. Cinsel ilişkiden sonra erkeğe duyulan sevgi ve sevecenlik, bebeğe karşı olan annelik sevgisi, kadın için bilinçli olması gerekmeyen bir beklentinin gerçekleşmesi olarak yavaşyavaşanlaşılır. Eğer, bu şekilde, cinsel ilişki kadın ve erkek için değişik zamanlarda, erkek için boşalmayla ve kadın için erkeğin zamansız ve üzüntüyle hissedilen geri çekilmesiyle (erkek için gürültülü bir biçimde, kadın için bir iniltiyle) bitiyorsa, finalin farklı olması eylemin cinsler için değişik anlamı olduğu söylemine yeterli bir kanıt değil midir? Ve erkeğin ayrılmakta acele etmesiyle, kadının üzüntüsündeki davranışfarklılığında, bu kadar çok sayıdaki kadının, erkeğin onları terk edeceği korkusunu ve onların erkeği kendilerine daha yakından bağlama isteklerini açıklayan, cinslerdeki zıt eğilimlerin biyolojik–psikolojik olarak temsil edildiği bir ifade yok mudur?
Burada, erkeğin iğdişedilme korkusunun bile cinselliğin evriminde biyolojik bir şekli olduğunu eklememe izin veriniz. Cinsel ilişkide, erkek cinsel organının dişide kaldığı ve onun içinde gerçekten kaybolduğu bazı tür hayvanlar vardır. Erkeğin tümünün dişinin bedeni içine kaydığı ve onun içinde kalıcı bir asalak durumuna geldiği başka tür hayvanlar da vardır. Irk evrimi yönünden gerçeklere dayanan bir kaygının son zamanlarda ortaya çıkan bir yansıması olmasına karşın, erkeğin iğdişedilme korkusunda, evrimin o evresinde dişinin bedeninde kalmak belki de bir istek niteliğindedir ve daha sonra bu istek, insan düzeyinde, olumsuz işaretlerle donanmışolarak tersine çevrilmiştir.
Zıt tablolar dizisine, etkileyici güçler olarak, yalnızca biyolojik değil kültürel faktörler şeklinde de ortaya çıkan bazı çizimlerle devam etmek istiyorum. Kültürel şablonumuzda erkeğin bizi daha çok başarıyla, kadının da daha çok kişiliğiyle etkilediğini kabul ederiz. Kadının kişiliğinden güzellik ve cana yakınlığın bir karışımını, yumuşaklığı ve öteki kolaylıkla tanınabilir kişisel nitelikleri kastediyorum. Bu karşılaştırmada bu özelliklerin artısı ve eksisi kesinlikle önemlidir çünkü erkeklerin de cana yakın olabileceklerini ve kadınların birçok önemli işi başarabileceklerini biliyoruz. Ama yine de, temelde, erkek bizi daha çok ne yaptığıyla ve kadın da ne olduğuyla etkiler. Yalnızca cana yakın olan bir erkeğin kadınsı ve görünüşüne aldırışetmeyerek başarılarına önem veren bir kadının erkeksi olduğunu düşünürüz. Eğer bu zıtlığa erkeğin baskın aktif doğası ve kadının daha yaygın olan pasifliği yansımışsa, cinslerin cinsel davranışlarında değişik türde bir yansıma olmaz mı? Hayvanlar âleminde de dişinin erkeği çekişi daha çok pasif, nazik türde, örneğin kokusuyla etkileme yoluyla değil midir? Oysa erkek kur yaparken dans eder, şarkı söyler, armağanlar verir ve kadını akla gelebilecek her şekilde elde etmeye çalışır. Son analizde, huzursuz ve çok hareketli doğasıyla sperma hücresi, burada pasif ve bekleyen yumurta hücresiyle karşılaştırılmıştır. Sanki bireysel kadın ve erkek davranışları, bu ilkel biyolojik zıtlıkların büyütülmüşleridir.
Buraya bir varsayım ya da daha doğrusu, tahmine dayalı bir tür sezgi eklemek istiyorum. Bana göre, erkeğin en ivedi ve görünüşte hemen doyuma kavuşturulması gereken cinsel itkisi, belki de onun daha zayıf biyolojik doğasının bir ifadesi olan yaşam açlığıdır ve bu onun huzursuzluğunu açıklar. Bana öyle geliyor ki, kadının bu kendi kendinden daha hoşnut ve pasif doğasıyla, erkeğin huzursuz ve doyumsuz kişiliğinin zıtlığından uzun ve bazen gözle görülmeyen bir çizgi, artistik ve bilimsel bir dürtüye, serüvenci ve arayışçı bir ruha, kısaca, başarma eğiliminin erkeklerde kadınlardan daha çok olduğu kültürel gerçeğe gider. Erkekler kültür çığırı açanlar, kadınlar onun koruyucularıdır. Bu çizginin öteki yana devamı bireysel deneyimler ve kültürel faktörler tarafından belirlenmiştir ve başka bir zıtlığa neden olmaktadır. Kültür şeklimizde erkek için her cinsel ilişkinin bir seks gücü sınavı olması niteliği vardır. Şimdi biyolojik yönden gereksiz olan bu niteliğin çocuksu deneyimlere, özellikle iğdişedilme korkusuna karşı duygusal tepkilerle kazanıldığı bellidir. Cinsel eylemin bu niteliği, yani onunla bir şeyin kanıtlanması zorunluluğu, cinsel erkeklik gücü sınavı olması niteliği, doğal olarak, iğdişedilme korkusu olmayan kadınlarda yoktur. Eğer onlar için cinsel ilişki (çok küçük bir ölçekte) bir sınav niteliği kazanırsa, bu ancak onların çekiciliklerinin erkekteki cinsel seks gücünü uyandırmaya yeterli olup olmadığı kuşkusundan kaynaklanır. Erkeklik seks gücü sınavının ek niteliğinin, pek çok erkeğin cinsel olmayan yönlerdeki davranışlarında ve tutumlarında şablon oluşturucu bir özelliği olması gerektiği kuşkusuzdur; örneğin, onlar, yeterince erkeksi olduklarını, başarılarında gösterdikleri enerji ve canlılıkta kendisini ifade ettiğini kendilerine kanıtlamak eğilimindedirler. Erkeklik cinsel kudretinin yalnızca yatakta kanıtlanmadığını eklemeliyim.
Bu görüşle birlikte cinslerin duygusal tutumlarını karşılaştırmanın son noktasına geliyorum, neredeyse tümüyle kültürel faktörlerde aranması gerekiyormuşgibi görünen bir farklılık. Meslek yaşamı boyunca kadınları ve erkekleri inceleyen her analist, sosyal dünyamızın her yanına yayılmışve bir tümcede kesin bir psikolojik formülleştirmeyle vermek istediğim su götürmez zıtlığın izlenimini edinecektir. İşte buyurun: Uygarlığımızda erkekler yeterince erkek olmayacaklarından ve kadınlar onlara yalnızca kadın gözüyle bakılabileceğinden korkarlar. Kültürümüzde iki cinsin toplumsal ve ruhsal güvensizliklerini karşılaştıran bu tümce kuramsal ve entelektüel olarak düşünülmüşbir kavram değil, kırk yıldan daha uzun süreli psikanalitik bir gözlemin sonucu, dikkatli bir araştırmanın özetidir. Bu farklılık kadınların ve erkeklerin kendileri ve kendi cinsleri hakkındaki toplumsal değerlendirmelerini yansıtır. Erkeğin erkekliğini (“ne büyük bir çocuğum ben”) kanıtlamak eğilimi, çekirdeğinde erkek çocuk tarafından penise yüksek değer verildiği çocuksu tutumun bir yankısıdır. (Erkek bir hastanın, Fransa’yı ziyaretinden yıllar sonra, Parisli bir kadının onun sertleşmişpenisi için hayranlıkla “heykel gibi güzel” demesi onun belleğinden hiç silinmedi.) Erkek çocuğun iğdiştehdidine şiddetli tepkisi ve bilinçdışı kadınsı pasif eğilimlere karşı aşırı güçlü tepki, çoğu erkeğin yeterince erkeksi görünmeyecekleri korkusundan kaynaklanır. Kadınların penisi olmaması nedeniyle onlara hak ettikleri değeri vermeyen erkeğin aşağılayıcı tutumu, kadınların kendilerini neden kişiler, bireysel kişilikler değil de, onların ancak kadınlar olarak değerlendirilebilecekleri şeklinde hissetmelerini açıklar; kadınlar çoğu zaman kendilerini ilgilendiren bu tutumu bilinçdışı olarak kabul ederler.
Her psikanalist, bilinçdışı olarak kendi erkekliğinden kuşkulanan nevrotik erkeklerin duygusal güçlüklerinin ne kadar çoğunun bu korkular ve güvensizlikler nedeniyle olduğunu ve kendi kadınlıklarını ve kadın rolünü kabul etmek istemeyen kadınların duygularını bilir.
Cinsler arasındaki sosyolojik ve kültürel faktörlerin sonuçları olan duygusal farklılıkların da en derin kökleri biyolojik ayrılmanın içindedir. Cinslerin farklı davranışbiçimlerini anlamanın anahtarı, onların cinsellikleri alanında ve en mahrem durum olan “bir beden bir bedenle karşılaştığı zamanda” aranmalıdır.

Aşk ve Şehvet Üzerine

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz