İstanbul’un Halleri: Beni Enayi mi Belledin? – Aziz Nesin

Aziz-NesinGel etme eyleme oğlum, sen bu istanbul sevdasından vazgeç… Her nereye gidersen git, işte benden sana destur. İran’a git, Hint’e, Yemen’e git, Çin’e Maçin’e git, istanbul’a gelince, ııh… Ocağı batsın o istanbul’un, gidilmez o cenabet yere… Sen gel baba sözü dinle yiğidim. Ne? İlle de gideceksin he mi? Çok dizini döveceksin, başını taşlara çalacaksın ya, kaç para eder, iş işten geçecek… Şuna bak hele, istanbul’un taşı toprağı altınmış… Altın değil ya, istanbul’un kaldırımları bütün zümrüt, zebercet bezeli olsa sana bana ne, hey benim avanak oğlum… Ulan sıpa, sen babandan akıllı mısın ki, istanbul’a gidip soyulmayacaksın… Övünmek gibi olmasın, evvel Allah’ın, sonra büyüklerimin hayır duaları sayesinde dünyaya kazık atmış hatırı sayılır ve de parmakla gösterilen eşraftan bir kişiyken ben o istanbul’da boyumun ölçüsünü aldım da, sen daha kıssadan hisse almaz mısın?

Beri bak, dinle biyol babam… Bizim kuşağımız, daha çocukluğumuzdan bu istanbul laflarıyla dolmuş. Rahmetli Bedir amcanın oğlu gitti, “Derimizi yüzmediklerine çok şükür, istanbul ahalisinde insaf, merhamet kalmamış hemşeriler,” diye cıscıbıl döndü. Yiğenlerden Rıfat gitti, gitmesiyle dönüp, “Bu istanbul’da adamın donunu ayağından habersizce çıkarıp da şayak şalvar diye gene kendine satarlar,” diyerek nasıl dolandırıldığını anlattı. Yusuf Çavuş’u dersen, tirenden inip istanbul toprağına ayağını basınca, bir herif peydahlanıp, “Vay yiğenim,” diye boynuna sarılarak, bizim köyden ve de Yusuf Çavuş’un akrabası çıkmış: “Senin adın neydi, dur hele… Ben köyden çıkışın sen daha bebeydin.” diye her lafı, herbir köy haberini Yusuf’un ağzından alıp, akrabayız diye Yusuf Çavuş’u soymuş, bir meteliksiz bırakmış. Sarı Cemil, bunu bildiğinden tirenden istanbul’da iner inmez boynuna sarılıp, “Beni tanımadın mı? Vay yiğenim!” diyen herifi, “Ulan namussuz, Yusuf Çavuş’u da sen böyle soymuşsun, biz dersimizi iyi yerden aldık, savul!” diye eliyle ayağıyla itelemiş, bunun üzerine herif, “Kusura kalma hemşeri, bizi madara ettin, biz de başka kapıdan yolumuza bakalım, gel helallaşalım,” diye muhabbetinden sarılmış bir daha, neredeyse boğacak Cemil’i. Paça kasnak girmişler birbirlerine… Sarı Cemil kurtulup iskeleye gelmiş, vapur bileti alacak, bir de elini atmış ki, kese yok… “Kese gitti, kesem, eyvah kesem… ” diye akşamacak fır fır dönüp oradaki milleti güldürmüş.
Süleyman’ı dersen, otobüse binmiş, kadınlar bunu “ortada sandık” hesabı aralarına alıp sıkıştırmışlar. Süleyman kendini cennet hurileri içinde bilip gevşemiş, gözleri süzülmüş. Biletçi başına dikilip, “Bilet,” deyip de elini cebine atınca bakmış ki cüzdan yok… Kanlardan biri diye elini attığı yerden, “Hööööst,” diye ses gelirmiş. Kan nerde, otobüste karı yok, hep inmişler çoktan… Süleyman karı diye heriflerin bacaklarına yapışırmış…
Hangibirini anlatsam, istanbul’da oyun çok… Gelen anlatıyor, öğreniyoruz, giden başka bir oyuna çarpılıyor. Toprak altından çıkmış antika diye halis demiri yutturma bunlarda, para makinesi icat ettim diye Kara Davut’un bin kaymesini yürütme bunlarda, yolda düşmüş desteyle bulunan paraya ortak çıkıp kesik gazete kâğıdını para diye yutturma bunlarda…
Biz bu hikâyeleri, dersleri dinleye dinleye büyüdük de, nah kafa, ne dersin akıllanmadık. Senin aha şimdi tutturduğun gibi, istanbul’a gideceğim, para kazanacağım, diye tutturdum. Babam ne dese kâr etmedi. O yıl burda davar ucuz, duyduk ki istanbul’da pahalıymış… Köylerden yüz davarla yirmi sığır toparladım, dört çoban, bir de ben… Hayvanlar karadan otlaya otlaya götürülecek de etten düşmeyecek… istanbul’a varışın, bizi hacıağa bellemesinler de dolandırmaya kalkmasınlar diye kasabanın terzisinden yeni urba dikinip giydim, kıravatı da bağladım, fötürü de geçirdim başıma… Sürü karadan gidecek, ben de tirenle… Velakin bizi istanbul’dan iyice ürkütmüşler, gözüm korkmuş; aman ne yandan çarpacaklar, nerden dolandıracaklar diye huylu katır gibi ürkek olmuşum.
Etrafımdakilere, “Aman istanbul sınırına girince haber verin,” diyorum. Bilenler, “İşte istanbul sınırına girdik,” dediler; demeleriyle ben elimi göğsümdeki cüzdanımın üstüne bastırdım. Tirenden iner inmez, bir namussuz bana hızlı bir çarptı, yankesici olduğunu anladım. Elim cüzdanın, cüzdan da kalbimin üstünde. Ben iyice tetikteyim, gözüm fır fır dönüyor. Vapur iskelesine sokulurken biri üstüme abanınca hemen herifin yankesici olduğunu anladım, “Hemşeri uzak dur,” dedim. “Neye?” dedi. “Neye olduğunu ben bilirim, sen hele ırak dur da… ” Vapur bileti alınan yere geldim, delikteki adam, “Onyedibuçuk kuruş,” dedi. “Olacağını söyle de alalım,” dedim. “Pazarlık yok,” dedi. “Bizim istanbul’a ilk gelişimiz değil, sen bizi enayi mi belledin… Hele, olacağını söyle de alalım şunu,” dedim. Arkamda sıradakiler, “Hadi yahu, bilet pazarlığı olur mu?” diye söylendiler. Anladım ki bunlar hep ortak, bizi harazaya getirip kazıklayacaklar. Ulan alçaklar, bize ha?..
Biletçi, “Kaç bilet istiyorsun?” dedi. Hah şöyle yola gel alçak… “Uyarını söylesen toptan alırım ya, şimdilik bir numune alalım,” dedim. Beni itip sıradan attılar. Fırlayıp aradan çıkmasam cüzdanı götürecekler. Bunlar hep kumpanya… Bindim vapura. Biletçi geldi. “Bilet!” dedi. “Verelim, kaç para?” “Seksenbeş.” Gördün mü sen namussuzları… Bunların bir dediği bir dediğini tutmaz… “Efendi, sen bizi enayi belleme… Şimdi on kuruştan verdiler de almadık…” dediysem de, cezadır mezadır diye bizden parayı söktüler. Yahu bunlar eşkıya çetesi… Vapurda bana yan yan bakıyorlar, belli ki, nasıl etsek de şunu dolandırsak diye plan kuruyorlar. O yandan dolanıp geçiyorum, bu yandan başka dolandırıcı… Sonunda biri gözüne kestirip sokuldu, cıgarasını uzatıp, “Ateşin var mı hemşeri?” dedi. Bak sen alçağa… Ben kibrit çakarken, elimi cüzdanın üstünden boşlayacağım da, hop diye koynumdan cüzdanı kapıp gidecek… “Sen her gördüğünü enayi belleme, ateş mateş yok… ” dedim. Vapurdan indim, inmemle elimdeki bavula saldırmazlar mı, hem de dört kişi birden… Yahu, bura dağ başı mı, göz göre göre bavulumu alıp kaçacaklar elimden… “Ulan durun, bırakın… ” Hayır bırakmazlar. Gündüz gözüyle dört kişi birden üstüme saldırdığına bakılırsa, biz istanbul’un göbeğine düştük… Onlar çeker bavulu, ben çekerim… “Bırak da götürelim,” demezler mi? Ulan siz bırakın da ben götüreyim, siz kimin malını nereye götürüyorsunuz, eşkıyalar? Bunlar iskele hamalıymış. “Herkes kendi malının hamalıdır; bırakın bavulumu!” diye bağırdım. Daha çekiyorlar bavulu. Biz çekişirken bavulun sapı kopup yuvarlanmaz mıyım, az daha denize uçacağım…
Seyirttim arkalarından. Zor aldım bavulu ellerinden… Düzüldüm yola. Otelin adresini almışım. Birine otelin yolunu soracağım, ya hırsız uğursuzsa… istanbul’da kime ne sorulur, adamı alır batakhaneye atarlar. Şuna mı sorsam, buna mı sorsam?.. Hiçbirini gözüm tutmuyor. Birine sokuldum, “Sirkeci ne yanda?” dedim. “Şu tramvaya bin, gidersin,” dedi. Dedi ya, inanmalı mı ki? Tramvaya bindim, biletçi geldi. “Kaça bilet?” “Beş kuruş… ” Herife bi güldüm. “Sen bizi yabancı belleme, biz bu istanbul’un kurduyuz. Şunun olacağını söyle de bir bilet kestirelim,” dedim. “Bilet pazarlığı olmaz,” dedi. Hiç olmaz mı?., istanbul’dan gelenler bize dersimizi vermiş… Biletçi taşralı olduğumuzu anladı da… “Biz bunca yıldır istanbul kaldırımı çiğnemekteyiz oğlum,” dedim. Tramvayı durdurup da, “İn öyleyse, biraz daha kaldırım çiğne…” demez mi… istanbul’un insanında insaf mı var hey oğlum. Parayı verdim.
Neyse oteli buldum. Devrisi gün de davarı, sığın celebe satıp ondörtbin kaymeyi cebime yerleştirdim.
Evet, istanbul, soyguncusu, hırsızı, yankesicisi bol dersem, gene az, hepsi böyle… Celepten ondörtbin lirayı alınca, aman, daha buralarda durulmaz, dedim, tiren biletini aldım. Devrisi günü akşamı tirene binip gideceğim. Gece, paraları apışımın altına bağlayıp öyle yattım. Çünkü bu istanbul denilen yerde parayı dolandırıp alamazlarsa, adamın boğazına basıp zorbalıkla alırlar. Biz neler duymuşuz. Sen ne diyorsun, bir gazete alayım, dedim de, bacak kadar çocuk, on kuruştan metelik aşağı inmedi. Vur aşağı tut yukarı, çocukla yedibuçuk kuruşa kesişip; aldım gazeteyi. Bir de ne baksam, bir hafta öncenin gazetesi değil mi? Lokantaya gidip yemek yedin mi, hesap pusulasını bir bir gözden geçireceksin. Otelin lokantasında ilk yemekte baktım, altına bir de garsoniye yazmışlar. Çağırdım garsonu, “Beri bak,” dedim, “bende hödük suratı var mı?” “Yok,” dedi. “Yoksa, burdan şimdi garsoniyeyi çıkar. Ulan biz fasulyeyle pilav, bir de hoşaf yedik, bu garsoniyeyi kim yedi?”
Neyse uzatmayalım, paralar cebimde, Allah’a şükür dolandırılmadan, kazıklanmadan otelden çıktım. Otobüse bindim. Yanıma sokulurlar, iterler, akıllarınca beni çarpacaklar. Bunlar tavşan kokusu almış zağar iti gibi, adamın koynundaki paranın kokusunu alıyorlar ve de bir bakışta cebindeki paranın hesabını biliyorlar. Bir kadın yanıma sokuldu; “Affedersiniz, şuraya nerden gidilir?” diye bir yer sordu. “Git işine!” Yol soracak adam bulamadın mı?.. Tövbe! Sırnaşacak da beni yolacak kahpe… Git!..
Paralar cebimde, iki elim paraların üstünde, oturdum biyere, tireni bekliyordum. Hey’allah, içime bir korku düşmüş ki, hiç sorma… Selametle şu istanbul sınırından dışarı bir ataydım kendimi. Baktım, biri üstüme doğru geliyor. Evet, korktuğum başıma geldi. Adam geldi. “Kayseri’ye tiren kaçta acep hemşerim?” diye sordu. Bak sen namussuza… Ahbaplığı kurup da beni kaz diye yolacak… “Öte var, öte!..” diye bağırdım. “Kayseri…” “Git yahu, git be!” “Tiren kaçta?..” “Git ulan!..”
Herif yalandan bir parlayıp da, “Sen hiç medeniyet görmedin mi, yabani!” diye bana saldırmaz mı!.. Göz göre göre cüzdanı çarpacak… “Puliiiis!..” diye ünnememle zırt diye pulis ortaya çıkmaz mı! Eyvah, bunlar pulislen ortak çalışıyor. Bakalım pulisin pulis olduğu doğru mu? Pulis de pusudaymış ki, fırlayıverdi. Neyse pulisi mulisi zor bela savdım başımdan.

Bir asker geldi yanıma… Hayır, bu istanbul’da askere de güvenilmeyecek… “Merhaba efendi,” dedi. Bu istanbul insanının selamı da alınmayacak. Velakin olmuyor, iki adım beri çekilip, “Merhaba,” dedim. Asker sokuldu, ben geriledim, o sokuldu, ben geriledim. Duvarın dibine geldik, “Size bişey söyleyeceğim,” dedi. Güldüm… Bak namussuza… Ulan sen babanın hayrına mı söyleyeceksin bu sözü… Bizim kaçın kurası olduğumuzu anlasın diye alaylı alaylı gülerek, “Söyle bakalım neymiş?.. ” dedim. “Ben bir albayın yanında emirberim,” dedi. Kim bilir ne maval uyduracak da, cebimizdeki parayı yürütecek… Ben gene alaylı alaylı, “Eeee… ” dedim. “Ne olmuş senin albayına?” “Hiç sorma,” dedi, “Herifin başına olmadık bir iş geldi… ” “Yaa, vah vah,” diyerek bununla alay ettim. “Vah vah ki vah vah… ” dedi. “Albay gibi namuslu bir adam yok ama adamın başına bir bela geldi.” Gördün mü, herif nasıl uyutacak beni, yalanlar kıvıracak… Güldüm, “Çıkar şu baklayı ağzından, ne istiyorsun onu söyle şimdi?” “Hiç sorma, albayı işinden çıkaracaklar, hemi de hapse atacaklar. Adam ar ediyor. İntihar edecek…” Elinde tuttuğu bir kutuyu açtı, kutunun içi kırmızı kadife… Kutudan dizili boncuklar çıkardı. “İşte bu karısının gerdanlığı, bu bileziği, bu küpesi… Halis inci ve yirmidört ayar altın… ” Beni bir gülmedir aldı. Askere, “Hiç çeneni yorma boşuna, kendine başka bir müşteri ara,” dedim. “Alasın diye söylemiyorum,” dedi. “Yazık adama… Karısının boynundan söktü aldı. Koca albay, kendi de satışa çıkaramıyor. Bana verdi ki satayım… Gösterdim kuyumculara, dünya namussuz birader, onbeşbinden fazla veren yok. ölmüş eşek arıyorlar. Yahu, bunları bugün almaya kalksan yüzbin eder su içinde… “

Askere, “Sen şimdi bir enayi arıyorsun ki bunları deh-leyesin, he mi?” dedim. “Yok,” dedi. “Sana al diye söylemiyorum, sende bende o kadar para nerde? Yoruldum da surda dinlenirken, seni bir iyi adam gördüm, anlattım.” Bak, şu cibiliyetsize… “Kuyumcu onbeşbin verdi-ya, on-dörtbini denkleştirdi, üstü çıkışmadı.” Anlat sen külahıma… “Haydi eyvallah… ” “Gülegüle yiğidim… ”
Askerin ardından baktım kaldım; kim bilir hangi garibin canını yakacak… Ben askerin ardından dalmış düşünürken, iki kişi köşeyi canavar gibi dönmesiyle bana çarptı. Elimi cüzdana bastırıp, “Önüne bak,” dedim. Hayırlısıyla şu cenabet yerden bir savuşsam… Bana çarpan adamlardan birinin elinde pangnot destesi… Herif bana soluk soluğa, “Hem-şerim, buralarda bir asker gördün mü?” dedi. Vah yazık, demek asker bunları dolandırdı… “Nasıl askermiş,” dedim. “Elinde bir kutu vardı, kara yağız bi oğlan… Şu yana saptıydı, izini bulamadık. Vah… ” “Çarptı mı sizi yoksa?” “Ne çarpması arkadaş, bizde çarpılacak göz var mı?” “Hiç belli olmaz, bunun burası istanbul, adamı benzetirler de pabucunu da eline verirler.” Para destesini elinde tutan, “Biz kuyumcuyuz yahu,” dedi. “Asker bize gayet kıymetli mücevher getirdi. Albayın karısının dedi ya, Allah bilir çalmıştır. Su içinde yüzbin lira eder mücevherler. Onbeşbin verdik, olmaz, dedi. Biz parayı denkleştiresiye çıktı gitti dükkândan… Bekledik gelir diye, gelmedi de… Vah vah… ”
Herifler nerdeyse ağlayacak… Yahu, insan yetmiş seksenbin lira kazancı yitirir de, ağlamak ne, çıldırır… “Ne kadar ederdi mücevherler?” dedim. “Yüzbine elini öpene ver. Askeri gördün mü, sen onu söyle… Boşa vakit geçirmeyelim.” “Evet, gördüm… ” Gördüm demesem, arkasından gidip bulacaklar askeri… “Ne yana gitti?” “Aha, şu yana döndü, gitti.” Askerin gittiği yanın tersini gösterdim. Bunlar birbirlerine, “Aman koş… ” diye bağırarak seğirttiler. Daha durulur mu, koştum askerin arkasından… Bir de baktım, asker uzaklaşmış, mercimek kadar… Koş ha koş, koş ha koş… “Asker ağaaaa!” diye ardından ünnerim, duymaz… Koşmaktan çatlayacağım. Yetiştim buna, hiç alıcılığımı belli etmeden, “Uğurlar ola,” dedim. “Eyvallah… ” dedi. “Ne yana böyle?” “Demin gittiğim kuyumculara gideceğim, ne yapalım, onbeşbine vereceğim. Albayı kurtarmalı… ” “Arkadaş, sen bu işte ne komisyon alacaksın?” “Töbe de… O nasıl söz… Metelik alacaksam ciğerime yapışsın… Benimkisi bir iyilik, albayın çok ekmeğini yedim ve de iyiliğini gördüm.” Bir düşündüm, bunda iş var. “Arkadaş, şu mücevherleri sat bana… ” “Hayhay… ” “Ne istersin?” “Onbeşbin dedik bir kere… ” Vur aşağı, tut yukarı, pazarlıkta ondörtbinbeşyüze kesiştik, paralan sayıp mücevherleri aldım. İstasyona döndüm ki, biz pazarlığa oturmuşken tiren kaçmış… Varsın kaçsın… Mücevherleri satar, parayı koynuma kor, dönerim memlekete… Paraları tomarla görünce babam şaşıracak… Mücevher kutusunu iman tahtamın üstüne basmışım ki, gayet sıkı, hırsız, yankesici değil, Zaloğlu Rüstem pehlivan gelse, Hamza Peygamber gelse, bedenimden sökemez. Hemen kuyumculara koşturdum. “Bak şuna hemşe-rim.” Kuyumcu baktı, güldü… “Bunlar boncuk… ” “Biz de biliyoruz boncuk, ne eder sen onu söyle… ” “Burada alınıp satılmaz. Cam boncuk, bildiğimiz. Biriki lira eder.”

Bre oğlum, sen bu istanbul adamını nerden bileceksin, bizi dilimizden taşralı bildi de, hazineyi elimizden cam diye alacak.
Oradan öbür kuyumcuya, öbüründen berikine… Yahu bunlar hep birbirinin ağzına mı tükürdü… “Cam boncuk bırıkı lira eder,” deyip ellerinden atıyorlar.
Sen kendine gel ulan oğlum, bir hafta süründüm de sonunda mücevher diye camları aldığımı zor anladım. ‘
Ben benken bu kazığı yersem, ulan seni istanbul’da donsuz gömleksiz komazlar mı?..

Aziz Nesin
İstanbul’un Halleri

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz