İnsanın mutlu olması konusunda ailenin etkisi- Bertrand Russell

Geçmişten günümüze kadar sürüp gelmiş kurumlar içerisinde, aile kadar bozulmuş ve yoldan çıkmış olanı yoktur. Anne-babaların çocuklara, çocukların anne-babalara sevgisi, mutluluğun en büyük kaynaklarından birisi olabilir; ama bugün gerçek şudur ki, anne-babalar ile çocuklar arasındaki ilişkiler, on vakadan dokuzunda her iki taraf için, yüz vakadan 99’u taraflardan birisi için mutsuzluk kaynağıdır.

Ailenin normalde karşılayabileceği bu temel gereksinimi karşılayamaması, çağımızdaki yaygın hoşnutsuzluğun en temel nedenlerinden birisidir. Büyükler, çocukları ile mutlu ilişkiler kurmak ya da onlara mutlu bir yaşam hazırlamak istiyorlarsa, annelik ve babalık konusunu iyiden iyiye incelemeli, sonra da akıllıca davranmalıdırlar. Aile konusu bu kitaba sığmayacak kadar geniştir; biz burada, bu konuyu kendi konumuzla, yani mutluluğun sağlanması ile ilgisi yönünden ele alacağız. Hatta bu yönden ele alırken de ancak kişinin, toplumsal yapıyı değiştirmeden, aileyi az çok düzeltme olanakları dışına taşmayacağız.

Tabii bu çok dar bir sınırlandırmadır, çünkü günümüzdeki aile mutsuzluğunun nedenleri psikolojik, ekonomik, sosyal, eğitimsel ve politik olmak üzere çok değişiktir. Toplumun varlıklı katlarındaki kadınların annelik yükünü eski çağlara göre daha ağır hissetmesinin iki nedeni vardır ve ikisi de birbirine bağlıdır. Birisi, bekâr kadınlara çalışma alanlarının açılması, diğeri, hizmetçiliğin ortadan kalkma durumuna gelmiş olmasıdır. Eskiden kadınlar, evde kalmış kızların katlanmaları gereken çekilmez koşullar yüzünden evliliğe can atarlardı. Evlenmemiş bir kız, ekonomik bakımdan, önce babasına, daha sonra da asık suratlı erkek kardeşlerine bağlı olarak evde yaşamak zorundaydı. Günlerini dolduracak bir uğraşısı, aile yuvasının duvarları dışında kendisini oyalamak için özgürlüğü yoktu.

Cinsel serüvenler için ne fırsatı, ne de eğilimi vardı; çünkü evlilik dışı kadın erkek ilişkileri çok kötü olarak değerlendirilirdi. Bütün korunmalarına karşın bir düzenbazın tuzağına düşmüş de iffetini yitirmişse, durumu son derece acıklı olurdu. Bu durum The Vicar ofWakefîeld’de gerçeğe uygun bir biçimde şöyle belirtilmiştir:
Herkesten ayıbını saklamak,
Pişmanlıklarını sayıp dökmek bir bir Ve suçunu örtmek için tek çıkar yol,
Sevdiğinin göğsünü gözyaşlanyla ıslatarak ölmektir.
modern dünyanın evde kalmış kızı, bu gibi durumlarda ölümü gerekli bulmamaktadır. İyi bir eğitim görmüşse, kendisini rahatça geçindirecek bir iş bulmakta güçlük çekmez. Şu halde anne-babasının dediğinden dışarı çıkmamak zorunda değildir. Anne-babalar, kızları üzerindeki ekonomik egemenliklerini yitireli beri, onlara ahlak konularında kanşmakta daha çekimser davranır olmuşlardır; azarlamaya boyun eğmeyecek birisini azarlamakta pek yarar yoktur. Bugün, zekâ ve çekicilik bakımından ortanın altında olmayan, annelik özleminden kendini uzak tutabilen, meslek sahibi, bekâr genç kadınların tatlı bir yaşam sürmesi mümkündür. Ama anne olma isteği üstün gelirse, evlenmek zorunda kalır ve hemen hemen kesin olarak işini yitirir. Alıştığı rahatlığın çok altına düşer, çünkü çoğunlukla kocasının kazana kendisinin çalışırken aldığından fazla değildir; hem de bu para yalnız kendisi değil, tüm ailenin geçimi için kullanılacaktır. Özgürlüğün tadına vardıktan sonra her gereksinimi için başkasının eline bakmak zorunluluğu kişiye ağır gelir. Bütün bu nedenlerden dolayı, bu tür kadınlar anne olmakta acele etmezler.

Ne olursa olsun, deyip evlenen bir kadın ise, eski kuşakların pek karşılaşmadıkları yeni ve üzücü bir sorunla yani iyi bir yardımcı bulma güçlüğüyle karşılaşır. Bunun sonucu olarak da yeteneklerinin ve görmüş olduğu eğitimin çok altında bulunan bin türlü önemsiz iş yüzünden eve çakılır kalır; bunları kendisi yapmasa bile, gevşek hizmetçileri dürtükleyip azarlamaktan sinir sahibi olur. Eğer kendisi çocuk bakımı ve koruması üzerine bilgi sahibi ise ve özel eğitimli yüksek ücretli bir dadı tutamamışsa, çocukları sütanrıelerine ya da hizmetçilere bırakmanın en küçük temizlik ve sağlık kuralları bakımından bile büyük tehlikeleri göze almak demek olduğunu görecektir. Böyle birçok ayrıntıyla uğraşmak zorunda’ kalan kadıncağız, eğer çekidhğinin ve zekâsının dörtte üçünü yitirmezse, talihlidir. Ev kadınları sırf bu gibi gerekli işleri yapmaları nedeniyle kocalarının gözünde bıktıncı, çocuklarının gözünde ise baş belası durumuna düşerler. Akşamüzeri kocası eve döndüğü zaman, ona gün boyunca karşılaştığı güçlükleri anlatan kadın can sıkıcı, anlatmayan ise dalgın sayılır. Çocuklarıyla ilgili duruma gelince; onları dünyaya getirmek ve büyütmek için bulunduğu özveriler zihninde öyle canlı bir biçimde yer etmiştir ki, onlardan normalin üstünde şeyler bekler; bu arada ayrıntılarla uğraşmaktan sinirli ve dar düşünceli birisi olmuştur. Kadının katlanmak zorunda kaldığı haksızlıkların en öldürücüsü de budur: O, aile içindeki görevlerini yerine getirdiği için çocuklarının ve eşinin sevgisini yitirmiştir; oysa bunları ihmal edip de neşesini ve kendi bakımını sürdürseydi, belki hâlâ sevilmekte olurdu.1
Bütün bu dertler paraya dayaıur; aynı derecede önemli başka bir sorun daha vardır ki, onun nedeni de ekonomiktir. Büyük kentlere göç nedeniyle ortaya çıkan mesken sıkıntısını anlatmak istiyorum. Ortaçağda kentler, bugünün köyleri gibi bağlık, bahçelikti. Çocuklar bile hâlâ şu eski türküyü söylemezler mi?
Saint Paul avlusunda bir avlu
Dalları elma dolu
Elma devşirmeye koşar
Londralı çocuklar
Hepsinin elinde değnek var
Sonra kaçarlar çitlerden geçerek
Taa Londra köprüsüne varıncaya dek.

Bugün St. Paul avlusu yok; St. Paul ile Londra köprüsü arasında bulunan çitlerle çevrili bahçelerin hangi tarihte binalarla dolduğunu da anımsamıyorum. Londra kentinin erkek çocukları, yüzyıllardan beri bu türküde anlatıldığı türden bir eğlenceyi bilmezler, ama yakın zamanlara kadar nüfusun çoğu köylerde yaşardı. O çağlarda şehirler küçüktü, şehir dışına çıkmak kolaydı, evler arasında bahçeler bulunurdu. Oysa bugün Ingiltere’de kentli sayısı, köylü sayısının çok üstündedir. Amerika’da bu sayı üstünlüğü henüz azdır, ama hızla artmaktadır. Londra ve New York gibi kentler öylesine büyüktür ki, şehir dışına çıkmak çok zaman alır. Kentte yaşayanlar bir apartman dairesiyle yetinmek zorundadır. Küçük çocukları varsa, bir dairede yaşamak güçtür. Çocukların oynaması için yer olmadığı gibi, anne-babanın da onların gürültüsünden kaçacağı bir yer yoktur. Bu yüzden meslek adamları gün geçtikçe daha çok kent dolaylarında oturma eğilimi göstermektedirler. Bu, hiç kuşkusuz çocuklar bakımından iyidir, ama adamın daha çok yorulmasına neden olmakta ve aile içindeki rolünü büyük ölçüde azaltmaktadır.

Bu büyük ekonomik sorunlar, ele aldığımız sorunun, yani mutluluğa ulaşabilmek için şimdi şurada ne yapılabilir sorusunun dışında kaldığından, burada ele almak niyetinde değilim. Günümüzde anne-babalarla çocuklar arasındaki ilişkilerde görülen psikolojik güçlükleri ele alırsak sorunumuza daha çok yaklaşmış oluruz. Bunlar aslında demokrasiden kaynaklanan güçlüklerin bir bölümüdür. Eskiden beyler ve köleler vardı. Yapılacak işlere bey karar verirdi ve köleler, beylerin mutluluğuna hizmet ettikleri için saygı görürlerdi. Köleler, belki beylerinden nefret ederlerdi, ama bu nefret, demokratik görüşün bizi inandırmak istediği derecede yaygın değildi. Zaten köleler nefret etse bile, beyler bunun farkına varmazdı ve böylece hiç olmazsa beyler mutlu olurdu. Demokratik görüşün herkesçe benimsenmesi sonucunda bu durum değişti: Önceden boyun eğen köleler, boyun eğmez oldular; önceden beylik haklarından kuşku duymayan beyler, kuşkulanır ve duraksar oldular. Anlaşmazlıklar baş gösterdi; bu da her iki tarafın mutsuzluğuna yol açtı. Bütün bunları demokrasiyi kötülemek için ileri sürmüyorum, zaten söz konusu olan, yalnızca önemli değişme dönemlerinde kaçınılmaz olan güçlüklerdir. Ama değişme döneminin içinde bulunduğumuza göre, bu güçlüklerin dünyayı tedirgin ettiğini görmezlikten gelmenin de bir yaran yoktur.

Anne-babalar ile çocukların ilişkilerinde görülen değişiklik, demokrasinin yayılmakta olduğunun bir göstergesidir. Anne-babalar, çocukları üzerindeki haklarından artık emin değildirler; çocuklar, anne-babalarına artık saygı duymamaktadır. Önceden hiç duraksamadan gösterilen itaat, şimdi eski moda sayılmaktadır ve doğrusu da budur. Psikanaliz, kültürlü anne-babalar arasında, çocuklara bilmeden zarar verme korkusunu yaygınlaştırmıştu. Çocuklarını öperlerse Oidipus Kompleksi oluşabilir; öpmezlerse kıskançlık öfkesine neden olabilirler. Her şeyi emirle yaptırırlarsa çocuklarında suçluluk duygusu oluşabilir; emretmezlerse çocuklar onların iyi saymadığı alışkanlıklar edinebilir. Çocuk parmağını emerse, bundan korkunç sonuçlar çıkarırlar; ama parmak emmeyi bıraktırmak için ne yapılması gerektiğini bilmezler. Eskiden çocukları üzerinde tam bir egemenliğe sahip olan anne-babalar, bugün çekingen, endişeli ve vicdani olarak kuşkuludur. Bekâr kadınların özgürlükleri göz önüne getirilecek olursa, bugünün annesi, anneliğe karar verirken, eskiye göre çok büyük özverileri göze almış olduğu halde, anneliğin eski yalın zevki kalmamıştır. Bu koşullarda, düşünceli anneler çocuklarından pek az şey istemekte, düşüncesizler ise gerektiğinden de çok şey beklemektedir. Düşünceli anneler, doğal sevgilerini zorla sınırlandırmakta ve çekingenleşmektedirler; düşüncesizler ise, feda etmek zorunda kaldıkları zevklerin karşılığını çocuklarından almaya çalışmaktadırlar. Çocuğun sevgi gereksinimi, bu iki durumdan birincisinde karşılanmaz, diğerinde ise fazla tahrik olur. Bu durumların ikisinde de normal bir ailenin verebileceği doğal mutluluk yoktur.

Bütün bu güçlükler karşısında doğumların azalmakta olmasına şaşılabilir mi? Genel nüfus içinde doğum oranındaki düşüş, nüfusun yakında eksilmeye başlayacağını gösteren noktaya dayanmıştır; varlıklı ailelerde ise, bu nokta yalnız bir ülkede değil, yüksek uygarlık düzeyine ulaşmış ülkelerin hepsinde çoktan geçilmiştir. Elimizde varlıklılar arasındaki doğum oranını gösteren çok sayıda istatistik yoksa da, Jean Ayling’in yukarıda adı geçen kitabından iki gerçek burada tekrarlanabilir. 1919-1922 yıllarında Stockholm’deki meslek sahibi kadınların çocuk doğurma oram, genel nüfus içindeki doğum oranının üçte biri kadardı; aynca ABD’de Wellesley Koleji’ni 1896-1913 yıllarında bitirmiş dört bin genç kadından üç bin çocuk doğmuştur; oysa, nüfus eksilmesini önleyebilmek için, hiçbiri genç yaşta ölmemek koşuluyla, sekiz bin çocuğun doğması gerekirdi. Bu durum hiç kuşkusuz beyaz ırkın yarattığı uygarlığın göze çarpıcı bir özelliğidir; kadınlar da, erkekler de, bu uygarlığı benimsedikleri ölçüde kısırlaşmaktadır. En uygarlar en fazla kısır olanlardır; en az uygar olanlar ise en verimlidir; bu ikisi arasında ise diğer dereceler yer almıştır. Günümüzde Batılı ulusların en akıllı sınıfları giderek yok olmaktadır. Daha az uygar Ülkelerden gelen göçmenler hesaba katılmazsa, birkaç yıl içinde Batılı uluslarda nüfus sayısı azalacaktır. Göçmenler de yeni yurtlarındaki uygarlığı benimser benimsemez, eskisine göre kısırlaşacaklardır. Bu özellikteki bir uygarlığın dengesiz olacağı besbellidir; yitirdiği kadarını yerine koyması sağlanmadıkça er geç ortadan kalkacak ve yerini anne-babalığa yeterince önem veren başka bir uygarlığa bırakacaktır.

Batı ülkelerinin hepsinde resmi ahlakçılar bu sorunun, teşvik ederek ve duyguları kamçılayarak çözülebileceğini belirtmektedirler. Bir yandan evli çiftlerin çok çocuk yapmalarını, çocukların sağlıklarını ve mutluluklarını düşünmemelerini söylerler. Diğer yandan din adamları anneliğin kutsal hazlarından söz açar, hastalıklı ve yoksulluktan kavrulmuş çok çocuklu ailelerin de mutlu olabileceği inancını yaymaya çalışırlar. Devlet de bu düşüncelere katılır, çünkü onun da yeterince topçu eri bulabilmesi gerekmektedir; eğer bütün o karışık mekanizmalı öldürücü silahlar, yeter sayıda askere alınacak insan yoksa öldürücülük görevlerini nasıl yerine getirebilirler? Garip ama gerçektir ki, başkaları için bunları gerekli ve doğru bulan anne-babalar, kendileri söz konusu olunca kulaklarını tıkarlar. Din adamları da, yurtseverler de yanlış psikolojiye sahipler. Dinciler cehennem ateşi ile göz korkutabildikleri derecede başan sağlayabilir, ama bugün bu gözdağını ciddiye alanlar azınlıktadır. Oysa bunun dışında hiçbir gözdağı, böylesine kişisel bir işte herhangi bir etki sağlayamaz. Devlete gelince, onun savları da fazla serttir. Hiç kimse başkalarının topçu eri olmak üzere çocuk yetiştirmesine bir şey demez, ama kendi çocuklarının böyle bir işte kullanılması olasılığını da pek çekici bulmaz. Onun için devletin bütün yapabileceği, halkın bilgisizliğini devam ettirmektir ki bu da, istatistiklere göre çok geri kalmış Batı ülkeleri dışında başarı sağlayamamaktadır. Toplumsal görevler şimdikinden çok daha belirgin olsa bile, pek az kadın ya da erkek toplumsal görev duygusu ile çocuk yapar. Onlar ya çocukların mutluluğu artırdığına inandıkları ya da hamile kalmaktan kaçınmayı bilmedikleri için çocuk yaparlar. Bu sonuncu neden hâlâ büyük bir rol oynamakta ise de gittikçe gücünü yitirmektedir; doğum kontrolüne karşı devletlerin de, kiliselerin de elinden bir şey gelmez. Beyaz ırkın devam etmesi için anne-babalığın eskisi gibi anne ve babalara mutluluk sağlar hale getirilmesi gerekir.

Mutlu Olma Sanatı
Yazar: Bertrand Russell
Çevirmen: Yunus Sağlamtürk, Yayınevi : Say Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz