“Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur” Aydının Rolü – Jean Paul Sartre

Bu tümleyici iki çelişki rahatsız edicidir ama, ortaya çıkmamasından daha az ciddidir. Gerçekten de sömürülen sınıfların bir ideolojiye değil, toplum üzerine edinilecek pratik bir doğruluğa (hakikate) gereksinimleri vardır. Yani, kendilerinin yalnızca söylensel (mitik) bir tasarımını yapmışlardır da, dünyayı değiştirmek için onu tanımak gereksinimini duymaktadırlar. Bu onların hem konumlanmak istedikleri (çünkü bir sınıfın bilgisi tüm öteki sınıfların bilgisi ile onların güç ilişkilerini içerir), hem de kendi organik ereklerini, onların bu ereklere ulaşmalarına olanak verecek olan praxis’i keşfetmek istedikleri anlamına gelmektedir. Kısacası, pratik doğruluklarına sahiplenmeleri gerekmektedir;
Bu da onların kendilerini hem tarihsel tikellikleri içinde (iki sanayi devriminin onları yaptığı biçimiyle, sınıf anılarıyla, yani geçmişteki yapılardan maddesel olarak kalan şeyle: Saint Nazaire işçileri, proletaryanın eski biçiminin varolan tanıklarıdır), hem de evrenselleşme savaşımları içinde (yani sömürüye, baskıya, yabancılaşmaya, eşitsizliklere, işçilerin kara kurban edilmesine karşı çıkarak) kavramak istemeleri demektir. Bu iki gereğin birbiriyle diyalektik ilişkisi, sınıf bilinci diye adlandırılan şeydir. Oysa aydın, halka bu düzeyde hizmet edebilir. Tabii kendisi de, «ayrıcalıksız» sınıflar da konumlandığına göre, artık evrensel bilgi teknisyeni olarak değil. Ama tam tamına tekil evrensel olarak; çünkü aydınların bilinçlenmesi, onların sınıf partikülarizmleri ile evrensellik görevlerinin açığa çıkmasıdır: Demek oluyor ki bu bilinçlenme, sözkonusu bu tikelden yola çıkarak, tikelliklerinin aşılmasından tikelin evrenselleşmesine doğru aydına muhalefet eden şeydir. Beri yandan, işçi sınıfları dünyayı, birdenbire evrensele yerleşerek değil de, oldukları durumdan yola çıkarak değiştirmek istediklerinden, aydının evrenselleşmeye doğru gösterdiği çaba ile işçi sınıflarının devinimi arasında bir koşutluk vardır. Bu anlamda, aydın, kökende hiçbir zaman sözkonusu sınıflar içinde konumlandırılamasa da, aydının konumlandırılmış varlığının bilincine varması, yani orta sınıfların bir üyesi olduğunu duyması iyi birşeydir. Bu nedenle de durumunu yadsıması değil, bu durumdan edindiği deneyimi işçi sınıflarını konumlandırmak için kullanması sözkonusudur; ayrıca sahip olduğu evrensellik teknikleri ona bu aynı sınıfların evrenselleşme çabalarını aydınlatma olanağını da verecektir. Bu düzeyde aydını üreten çelişki ona, proletaryanın tarihsel özgürlüğünü evrensel yöntemlerle ele alma (tarihsel yöntemler, yapıların çözümlenmesi, diyalektik) ve evrenselleşme çabasını tikelliği içinde kavrama (özgül bir tarihten kaynaklanması ve devrimi cisimleştirmeyi istediği ölçüde onu koruması anlamında) olanağını sağlıyacaktır. Kurucu çelişkisinin bilincine varma olarak tanımlanan aydın, diyalektik yöntemi uygulayarak, tikeli evrensel gerekler aracılığıyla kavrayarak ve evrenseli evrenselliğe doğru giden bir tekillik devinimine indirgeyerek proletaryanın bilinçlenmesine yardım edebilir.

Bununla birlikte, aydının sınıf tikelliği, onun kuramcı çabasını durmadan çarpıtabilir. Nitekim, aydının, durmadan yeniden doğan, kökensel durumu ve formasyonuyla yeni biçimler altında sürekli olarak yemden canlandırılan ideoloji’ye karşı savaşması gerektiği de bir gerçektir. Bu nedenle, eşzamanlı olarak kullanmak zorunda olduğu iki aracı vardır: 1) Sürekli bir özeleştiri, Pratik bilgi uzmanı olarak y=f(x) formülüyle deneyimlediği evrenseli, evrensele doğru tikelleşen toplumsal bir grubun tekil çabasıyla karıştırmamak gerekir. Evrenselin bekçisi olduğunu ileri sürerse, dosdoğru tikele indirgenir, yani kendisini evrensel sınıf sayan burjuvazinin eski yanılsamasına düşmüş olur. Tüm bağlarını koparmış bir küçük burjuva olduğunun ve kendisinden durmadan sınıfının düşüncelerini oluşturması istendiğinin sürekli bilincinde olmalıdır. Evrenselciliğin (şimdiden hesabı görülmüş olarak düşünülen ve bu niteliğiyle evrenselliğe giden çabanın çeşitli tikelliklerini dışta bırakan evrenselciliğin), ırkçılığın, ulusçuluğun, emperyalizmin vb.’nin hiçbir zaman koruması altında olmadığını bilmelidir. (Bizde buna «saygılı sol» deniliyor; paylaşmadığım bilse de sağın değerlerine saygı duyan bir sol; Cezayir Savaşı sırasında «solumuz» buydu bizim). Aydın tüm bu tutumları suçladığı anda, bu tutumlar sözkonusu suçlamanın içine sızabilirler. Amerikalı zenciler ırkçılığa cephe alan aydın Beyazların sözde koruyuculuğunu dehşetle suçladıklarında yerden göğe kadar haklıydılar. Demek oluyor ki aydın.«Ben artık küçük burjuva değilim, evrenselin içinde özgürce hareket ediyorum» diyerek işçilerin saflarına katılacak değildir. Tam tersine, şöyle düşünecektir aydın: Ben bir küçük burjuvayım; kendi çelişkimi çözümlemek için işçi ve köylü sınıflarının saflarına katılmışsam da, bir küçük burjuva olmaktan çıkmış değilim; ancak kendimi eleştirmekle ve kendimi durmadan köktencileştirmeme, küçük burjuva alışkanlıklarına benden başka hiç kimseyi ilgilendirmeyecek olan alışkanlıkların adım adım karşı çıkabilirim. 2) Ayrıcalıksız sınıfların somut ve koşulsuz olarak eylemde biraraya gelmesi.Gerçekte, kuram, praxis’in bir anından başka birşey değildir: Olanakların değerlendirilmesi anıdır bu. Böylelikle, kuramın praxis’i aydınlattığı doğruysa, kuramın praxis’ce tikelleştirilmiş olan bütünsel girişimce koşullandığı da doğrudur; çünkü kuram kendisi için konulmadan önce her zaman tikel bir eylemin içinde organik olarak doğmaktadır. Bu nedenle aydın için, eylemi, ona başlamadan önce yargılamak, ona söz geçirmek ya da anlarını komuta altına almak sözkonusu değildir. Tam tersine, eylemi yürüyüş halinde, asal güç düzeyinde kavramak (hayatı felce uğratan ya da aygıtlarca başlatılan bir grev), ona entegre olmak, ona fiziksel olarak katılmak, ona kendini bırakıp, onun tarafından taşınmak sözkonusudur. Aydın ancak bu durumda, yani eylemin zorunlu olduğu bilincine vardıkça, eylemin doğasını açığa çıkarabilir, onun anlam ve olanaklarını aydınlatabilir. Ortak praxis, aydını, proletaryanın genel devinimine entegre ettiği ölçüde, aydın kendi iç çelişkileri içinde (eylem kökeninde tikel, ereğinde evrenselleştiricidir), proletaryanın tikelliğini ve evrenselleştirici tutkularını hem kendine çok yakın (aydın aynı ereklere sahiptir, aynı risklere girer) hem de kendine uzak yabancı bir güç olarak kavrayabilir. Gerçekte bu güç, hem bir veri, hem de erişilmez kalarak, onu olduğu şeyden bir hayli uzağa taşımıştır: bir proletaryanın evrensel özelliklerini ve gereklerini kavrayıp saptamak için de elverişli koşullardır bunlar. Evrensel uzmanı halkın evrenselleşme hareketine, hiçbir zaman sindirilip eritilmemiş kişi olarak, hatta şiddet eylemiyle dışlanmış kişi olarak, eski durumuna dönmesi olanaksız parçalanmış bir bilinç olarak hizmet edecektir: Hiçbir zaman ne tümüyle içerde (demek ki sınıf yapılarına çok fazla yakınlığıyla kaybolmuş olarak), ne de tümüyle dışarda olacaktır (çünkü durum ne olursa olsun, eylemde bulunmaya başlar başlamaz, uzman, yönetici sınıfların ve kendi sınıfının gözünde haindir; çünkü onların kendisine sağladığı teknik bilgiyi yine onlara karşı kullanmaktadır). Ayrıcalıklı sınıflarca kovulan, ayrıcalıksız sınıfların gözünde ise şüpheli bir kişi olan aydın (onlara sunduğu kültürden dolayı) çalışmasına başlıyabilir. Peki gerçekte nedir bu çalışma? Sanıyorum ki bu çalışmayı aşağıdaki gibi betimleyebiliriz:

Halkçı sınıflarda ideolojinin sürekli olarak yeniden doğuşuna karşı savaşmak. Yani içte olduğu gibi dışta da, sınıfların kendi üzerlerine ve iktidarları üzerlerine edindikleri her türlü ideolojik tasarımı ortadan kaldırmak («olumlu kahraman», «kişilik kültü», «proletaryanın yüceltilmesi» gibi işçi sınıfının kendi ürünü izlenimini veren şeyler, gerçekte, burjuva ideolojisinden ödünç alınmıştır; bu nitelikleriyle de ortadan kaldırılmaları gerekir);

Egemen sınıfın verdiği bilgi sermaye’sini halkçı kültürü yükseltmek için kullanmak yani evrensel bir kültürün temellerini atmak;

Gerektiğinde ve güncel konjonktürde .ayrıcalıksız sınıflar içinde pratik bilgi teknisyenleri oluşturmak bu sınıflar kendi kendilerine bilgi teknisyenlerini oluşturamazlar ve onları işçi sınıfının organik aydınları ya da en azından bu aydınlara en çok yaklaşan teknisyenler yapmak ki gerçekte bunları yaratmak olanaksızdır;

Yürütülen savaşımda herkes için erişilecek gerçek bir erek görerek, yani insanın geleceğini görerek, kendi ereğini geri çekmek (bilginin evrenselliği, düşünce özgürlüğü, doğruluk);

Dolaysız amaçların ötesindeki uzak amaçları, yani işçi sınıflarının tarihsel ereği olarak evrenselleşmeyi göstererek, akış halindeki eylemi köktencileştirmek;

Her türlü iktidara karşı kitle partileriyle ve işçi sınıfının aygıtıyla dile gelen siyasal iktidar da içinde olmak üzere kitlelerin ardında koştukları tarihsel ereklerin bekçisi olmak; gerçekte erek, araçların birliği olarak tanımlandığına göre, aydının bu araçları ardında koşulan ereği değiştirenler dışında araçlar etkili oldukları sürece tüm araçlar iyidir ilkesine bağlı kalarak incelemesi gerekir.

6. paragraf ortaya yeni bir güçlük çıkarmaktadır: Aydın halkçı devinimin hizmetine girdiğine göre, kitlelerin örgütlenmesini zayıflatmamak için disiplini gözetmek zorundadır; ama aydın araçların erekle olan pratik bağıntısını da aydınlatmak zorunda olduğundan, erekteki temel anlamlamasını (signification) korumak için kendi eleştirisini getirmekten de hiçbir zaman geri kalmamalıdır. Şu var ki, bu çelişkinin bizi uğraştırması gerekmez: Bu onun, çarpışan aydının işidir; aydın az ya da çok mutlulukla, gerilim içinde yaşayacaktır. Bu konuda söyliyebileceğimiz tek şey, partilerde ya da halkçı örgütlerde siyasal iktidara bağlanmış aydınların bulunması zorunluluğudur; bu maksimum bir disiplin ve minimum bir olası eleştiri anlamına gelir; ayrıca parti dışında aydınların olması da zorunludur, devinimlere bireysel olarak ama dışardan bağlanmış aydınlar olacaklardır bunlar; bu ise minimum disiplin ve olası maksimum eleştiri anlamına gelir. Bu iki öbek arasında (eyyamcılar ile goşistler arasında diyelim) bir tutumdan ötekine giden bir aydınlar bataklığı bulunmaktadır; bir yanda disipline edilmiş parti dışılar, öte yanda ise eleştirilerini keskinleştirip her an Parti’den çıkacak olanlar. Bunlar aracılığıyla, sınıf çatışmalarının yerine bir çeşit ozmos konulmakta, Partiye girilmekte ve Parti’den çıkılmaktadır. Hiç bir önemi yok: Eğer çatışmalar zayıflarsa, sürekli çelişkiler ve uyuşmazlıklar aydınların oluşturduğu bu toplumsal bütünün ayrılmaz bir parçası olurlar öyle ki, bunların arasına çok sayıda sahte aydın, intelligentsia’nın sorunlarını anlayacak durumda olan polisler sızmıştır.Uyuşmazlıkları intelligentsia’ nın iç statüsü yapan bu muhalefetler kaynaşmasına, ancak evrenselleştirici çaba çağına değil de evrensel çağma inananlar şaşırabilir. Şurası kesin ki, düşünce çelişkilerle ilerlemektedir. Bu görüş ayrılıklarının aydınları derinden bölecek ölçüde şiddetlenebileceğinin (bir başarısızlıktan sonra, bir geri çekilme sırasında, XX. Kongre’den ya da Sovyetlerin Budapeşte’ye müdahalesinden sonra, Çin-Sovyet uyuşmazlıkları karşısında) ve bu durumda da eylem ve düşünceyi (ve gerçekte halkçı devinimi de) zayıflatmak riskine girilebileceğinin vurgulanması gerekir. Bu nedenle aydınların, aralarında çatışkılı bir birliği temellendirmeleri, sürdürüp korumaları ve yeniden temellendirmeye girişmeleri zorunludur; yani aydınların, çelişkilerin birer zorunluluk olduğunu, karşıtların bireştirici (unitaire) aşılışının her zaman olası olduğunu belirtmesi ve bu nedenle de insanın bir başkasına inatla kendi görüş açısını benimsetmesinin değil, tersine, derinlikli bir kavrayışla, iki savdan birinin ya da ötekinin aşılmasındaki olasılık koşullarını yaratmasının sözkonusu olacağı diyalektik bir uyuşmayı temellendirmesi gerekmektedir. .

Görüldüğü gibi araştırmamızın ilkeleri doğrultusunda ilerliyoruz. Biliyoruz ki aydın, pratik bilginin bir öznesidir ve aydının asal çelişkisi (meslek evrenselliği, sınıf tikelliği) onu ayrıcalıksız sınıfların evrenselleşme devinimine katılmaya itmektedir; çünkü ayrıcalıksız sınıflar da temelde aydınla aynı ereğe sahiptirler; oysa aydın, karşıt durumda, egemen sınıfın gözünde, kendisinin olmayan, dolayısıyla değerlendirme hakkına sahip olmadığı tikel bir ereğe erişmek için bir araç derekesine düşürülebilir.

Kaldı ki, böyle tanımlandığında bile, aydın hiç kimse tarafından görevlendirilmiş olmamaktadır: İşçi sınıflarının gözünde şüpheli, egemen sınıflar için hain olan aydın, sınıfından tümüyle kopmamakla birlikte, onu yadsıyarak, çelişkilerini değişmiş ve derinleşmiş olarak, gerçekte, halkçı partilerin içinde yeniden bulmaktadır; eğer sözkonusu bu partilere girecek olsa, kendini partiyle hem dayanışık, hem de ondan dışlanmış hissetmektedir; çünkü partide siyasal iktidarla gizli bir çatışma içinde bulunduğu için, hiçbir zaman sindirilmemekte, her yerde özümlenmez olarak kalmaktadır: Kendi sınıfı onu artık gözden çıkarmakta, ama başka hiçbir sınıf da ona kucak açmamaktadır. Bu durumda, aydının işlev’inden nasıl söz edebiliriz?: Daha çok, aydının fazladan bir adam, orta sınıfların başarısız bir ürünü, kusurları dolayısıyla ayrıcalıksız sınıfların kıyısında yaşayan ve onlara hiçbir zaman katılamayan biri olduğunu söyleyemez miyiz? Bugün birçok sınıftan gelen çoğu kişi, aydının varolmayan görevleri kendine malettiğini düşünmektedir.

Bir anlamda doğrudur bu. Ve aydın da bunu pekala bilmektedir. Aydın hiç kimseden «işlev» ini temellendirmesini isteyemez: Bu işlev toplumlarımızın bir yan ürünüdür; bu üründeki doğruluk ile inancın, bilgi ile ideolojinin, özgür düşünce ile yetke ilkesinin çelişkisi yönelimsel (intentionelle) bir praxis’in ürünü değil, ondaki iç bir tepkinin, yani bir kişinin bireşimsel birliğinde bulunan bağdaşmaz yapıların birbirleriyle ilişkisinin ürünüdür.

Ne var ki duruma daha yakından bakılacak olursa, aydının çelişkilerinin, her birimizin, tüm toplumun çelişkileri olduğu görülür. Erekler herkesten çalınmaktadır; herkes kendisinden kaçan ve temelde insan dışı olan ereklerin aracı durumundadır; herkes nesnel düşünce ile ideoloji arasında parçalanmıştır. Genelde bu çelişkiler yaşanmışlık düzeyinde kalmakta ve kendilerini ya birincil önemdeki gereksinimlerin doyumsuzluğu ile, ya da nedenleri aranmayan sıkıntılarla (sözgelimi orta sınıfların maaşlılar kesiminde) açığa vurmaktadır. Sözkonusu durumdan ötürü acı duyulmadığı anlamına gelmez bu; tersine insan bu durumdan ötürü ölebilir ya da delirebilir: Sağın (exact) tekniklerin varolmaması dolayısıyla eksikliği duyulan şey, düşünümsel (reflexive) bir bilinçlenmedir. Ve her bir kişi bu bilinçlenmeyi bilmese de, insanı bir canavar ve köle yapan bu yabanıl toplumu yeniden ele alma olanağı veren bu bilinçlenmeyi hedef almaktadır. Aydın kendi çelişkisiyle işlevi olan çelişkisiyle kendisi için ve dolayısıyla da herkes için bu bilinçlenmeyi gerçekleştirmeye itilmektedir. Bu anlamda, herkesin gözünde şüphelidir, çünkü başlangıçta gücül olarak muhalif, dolayısıyla haindir; ama başka bir anlamda, bu bilinçlenmeyi herkes için yapmaktadır. Şu noktada görüş birliğine varalım ki, ondan sonra herkes bunu yeniden yapabilir. Elbet, aydın konumlandığı ve tarihsel olduğu ölçüde, gerçekleştirmeye giriştiği örtü kaldırma eylemi yeniden doğan önyargılarla, gerçekleşen evrenselliğin akış halindeki evrensellikle karışmasıyla, durmadan sınırlanmaktadır; bunlara şunu da ekleyelim; bu eylem aydının tarihsel bilisizliğiyle de sınırlanmaktadır, (araştırma aygıtlarının yetersizliği). Ne var ki, a) Aydın, toplumu gelecekteki tarihçinin gözünde olacağı biçimiyle değil, toplumu kendi için olacağı biçimiyle dile getirmektedir; bilisizlik derecesi ise toplumu yapılandıran minimum bilisizliği temsil etmektedir; b) Aydın, sonuç olarak, yanılmaz biri değildir, tam tersine sık sık yanılır; ama onun yanılgıları kaçınılmaz olduğu ölçüde, tarihsel bir durumda, ayrıcalıksız sınıfların özü kalan minimum yanılgı katsayısını temsil etmektedir.

Aydının kendindeki ve kendi dışındaki çelişkilerine karşı verdiği savaşım boyunca, tarihsel toplum, hala kararsız bir görüş açısı edinmekte, dış etmenlerce koşullanmış olarak kendi üzerine kafa yormaktadır. Kendini pratik olarak düşünmeye, yani yapılarını ve ereklerini belirlemeye, kısacası, bilgi tekniklerinden türetip aydınlığa kavuşturduğu yöntemlerden yola çıkarak evrenselleşmeye girişmektedir. Belli bir tarzda, kendini temel ereklerin bekçisi yapmaktadır (insanın özgürlüğüne kavuşması, evrenselleşmesi, dolayısıyla insanileşmesi). Ama şu noktada anlaşalım: Pratik bilgi teknisyeni, toplumun bağrında, üstyapıların alt kademedeki memuru olarak belli bir iktidara sahiptir: Bu teknisyenden doğan aydın ise, eğer Parti yönetimine bağlanırsa, sözkonusu iktidardan yoksun kalmaktadır. Çünkü bu bağ ona başka bir düzeyde, üstyapıların alt kademedeki memuru özelliğini vermektedir; aydın bu özelliği disiplin gereği bir yandan benimserken, bir yandan da ona durmadan muhalefet etmeli ve seçilen araçların organik ereklerle ilişkisini ortaya koymaktan bir an geri kalmamalıdır. Bu niteliğiyle, görevi tanıklıktan şehitliğe gitmektedir: İktidar, ne olursa olsun, aydınlan kendi propagandası için kullanmak istemekte, ama aydınlara güvenememekte ve tasfiye işlemlerine her zaman onlarla başlamaktadır. Hiç önemi yok: Aydın yazabildiği ve konuşabildiği’ sürece, egemen sınıfın hegemonyasına ve halkçı aygıtın eyyamcılığına karşı, halkçı sınıfların savunucusu olarak kalmaktadır.

Bir toplum büyük bir sarsıntıdan ötürü (yitirilen savaş, galip düşmanın işgali) ideolojisini ve değerler dizgesini yitirdi mi, çoğu kez hiç de sonuçlarını düşünmeden, aydınlarını, tasfiye ve yeniden örgütleme işleriyle görevlendirmekle karşı karşıya kalmaktadır. Ve tabii aydınlar da, gerçekte kendilerinden istenildiği gibi, geçersizleşmiş bir ideolojiyi en az bunun kadar tikel olan ve aynı toplumu yeniden örgütlemeye olanak veren başka bir ideolojiyle değiştiriyor değillerdir: Aydınlar, her türlü ideolojiyi ortadan kaldırmaya ve işçi sınıflarının tarihsel ereklerini belirlemeye girişmektedirler. Nitekim1950’ye doğru, Japonyada olduğu gibi egemen sınıf iktidarı yeniden ele geçirdiğinde, toplum, aydınları, ödevlerini yapmamakla, yani eski ideolojiyi yeni koşullara uyarlamak için birtakım üstünkörü düzeltimler yapmamakla (yani pratik bilgi teknisyeni fikrine uygun davranmamakla) suçlamıştır. Bu aynı anda, olabilir ki, işçi sınıfları (ister yaşam düzeyleri yüksek olsun, ister egemen ideoloji güçlü kalsın, ister işçi sınıfları egemen ideolojiyi başarısızlıklarından sorumlu tutsunlar, isterse bir duraklamaya gereksinimleri olsun) aydınların geçmişteki eylemlerini suçlayabilir ve onları yalnızlığa terkedebilirler. Ne var ki bu yalnızlık aydının çelişkisinden doğduğuna göre, onun nasibidir. Üstelik aydın, bir türlü organik aydın olarak varolamadığı sömürülen sınıflarla bir ortakyaşarlık ilişkisi kurduğunda, kendi sınıfından çıkamadığı gibi, bir başarısızlık anında, aydın statüsünden sahte aydın statüsüne geçmedikçe, yalana dayanan, anlamsız bir yadsımayla bu sınıfı terkedemez de. Gerçekte, aydın, sömürülen sınıflarla birlikte çalıştığında, bu belirgin birliktelik onun haklı olduğu anlamına gelmemektedir; içine kapandığı anlarda ise yüz yüze olduğu yapayalnızlık onun haksız olması demek değildir. Bir başka deyişle söylersek, durumun sayıyla hiçbir ilintisi yoktur. Aydının görevi, çelişkisini herkes için yaşamak ve bu çelişkiyi herkes için köktencilikle (yani doğruluk tekniklerinin yanılsamalara ve yalanlara uygulanmasıyla) aşmaktır. Aydın, sözkonusu çelişkisiyle, demokrasinin bekçisi olmaktadır: Aydın, burjuva «demokrasisi» nin haklarının soyut karakterine muhalefet etmektedir ama, bu haklan ortadan kaldırmak için değil, tüm demokrasi içinde özgürlüğün işlevsel doğruluğunu koruyarak, bu hakları toplumcu demokrasinin somut haklarıyla bütünlemek için muhalefet etmektedir.


Jean Paul Sartre ve Aydın Tavrı

Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülemesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre’ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavir sergileyebilmiştir.
Bu bakımdan Sartre için, “çağının tanığı ve vicdanı” diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre’ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergiledigi aktif aydın tavrıdır da. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.
Sartre’ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır.
Bu anlamda Sartre’ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sartre’ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski’nin sözünü onaylar niteliktedir; “Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur“. Bu söz Sartre’ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda Aydının tavrının da iyi bir açıklanması gibidir.

1 Yorum

  1. Ya Bildiğimiz Hissettiğimiz,Bir Adım ötede Gerçek olduğunu Bildiğin, Bir yandan Gerçeğinin Korkusunu Taşımak..
    Kalp duvarlarınız İnceyse, duyarsınız Gerçeği.. Dile getirmeyi Korkularla Ama Bir yanınızın Onunla olduğu…
    Düşüncelerinizin Çığlığında,Kalbinizin ışığındada gerçeği taşımak…

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz