Hayvanlardan Tanrılara Sapiens: Lüks Tuzağı – Yuval Noah Harari

Tarihin en kesin yasalarından biri de şudur: Lüksler zamanla ihtiyaç haline gelir ve yeni zorunluluklar ortaya çıkarır. İnsanlar belli bir lükse alıştıklarında bir süre sonra onu kanıksarlar. Onu yaşamlarında hep bulundururlar ve bir süre sonra onsuz yaşayamaz hâle gelirler.

Tarımın yükselişi yüz yıllara ve bin yıllara yayılmış ağır ilerleyen aşamalı bir gelişmeydi. Mantar ve yemiş toplayan, tavşan ve geyik avlayan bir Homo sapiens grubu, birden kalıcı bir yerleşime geçerek tarla sürmek, buğday ekmek ve nehirden su taşımak gibi işlere geçmedi. Bu değişim çeşitli aşamalarla oldu ve her aşama günlük hayatta küçük bir değişim anlamına geliyordu.

Homo sapiens Ortadoğu’ya aşağı yukarı 70 bin yıl önce geldi. Bunu takip eden 50 bin yıl boyunca atalarımız tarım olmadan yaşamlarını sürdürdüler. Bölgenin doğal kaynakları insan nüfusunu beslemeye yetecek kadar çoktu. Bolluk dönemlerinde insanların daha fazla çocuğu oldu, kıtlık dönemlerindeyse daha az. İnsanlar pek çok memeli gibi üremeyi kontrol altında tutan hormonal ve genetik mekanizmalara sahiptir. Bolluk zamanlarında kadınlar ergenliğe daha erken ulaşır ve hamile kalma ihtimalleri biraz daha yüksektir. Kıtlıkta ise ergenlik geç olur ve doğurganlık düşer.

Bu doğal nüfus kontrolü yöntemlerine kültürel mekanizmalarda katkı yapar. Göçebe avcı toplayıcılar için, ağır hareket eden ve çok özen isteyen bebekler ve küçük çocuklar ayak bağıdır. Bu yüzden insanlar çocuklarını üç dört yıl arayla doğurmaya çalışırlardı. Kadınlar bunu, çocuklarını geç bir yaşa kadar ve tam zamanlı emzirerek yapıyorlardı (tam zamanlı emzirme, hamile kalma ihtimalini ciddi oranda düşürür). Diğer yöntemler arasında, kısmi olarak cinsel ilişkiden uzak durma (belki kültürel tabularla da destekleniyordu) ve zaman zaman da çocuk katli vardı.

Bu uzun bin yıllar boyunca insanlar zaman zaman buğday yediler ama bu beslenmelerinin önemsiz bir parçasıydı. Yaklaşık 18 bin yıl önce, son buzul çağı yerini küresel ısınma dönemine bıraktı ve sıcaklıklar artarken yağmur oranı azaldı. Yeni iklim, Ortadoğu buğdayı ve diğer tahıllar için idealdi ve bunlar da çoğalarak yayıldı; sonuç olarak insanlar daha çok buğday yemeye başladılar ve farkında olmadan bitkinin yayılmasına destek oldular. Yabani tohumları elemeden, öğütmeden ve pişirmeden yemek mümkün olmadığından, bu tohumları toplayan insanlar öncelikle bunları işlemek amacıyla geçici kamplarına götürürlerdi. Buğday tohumları küçük ve çok sayıda olduğundan, bazıları kampa getirilirken yerlere düşerdi. Zaman içinde insanların yürüyüş yolları üzerinde ve kamplarının etrafında giderek daha çok buğday büyümeye başladı.

İnsanların sık çalılıkları ve ormanları yakması da buğdaya yaradı. Ateş, ağaçları ve çalıları temizleyerek buğday ve diğer otların günışığını, suyu ve diğer besinleri tek başlarına sömürmesine yardımcı oldu. Buğdayın çok bol bulunduğu yerlerde av hayvanlarıyla diğer besin kaynakları da bol olduğundan, insanlar kademeli olarak göçebe yaşam biçimini bırakıp mevsimsel hatta bazen kalıcı kamplara yerleştiler.

İlk başta, muhtemelen sadece hasat zamanı birkaç haftalığına yerleşiyorlardı. Bir nesil sonra buğdaylar çoğalıp yayıldığında, hasat zamanı beş, altı haftaya uzuyor, nihayetinde kamp normal yerleşik bir köye dönüşüyordu. Bu tür yerleşim birimlerinin varlığına dair kanıtlar tüm Ortadoğu’da, özellikle de Natuf kültürünün MÖ 12.500’le 9500 yılları arasında çok geliştiği Levant bölgesinde keşfedildi. Natuflar pek çok gıdadan beslenen avcı toplayıcılardı, ancak daimi köylerde yaşıyorlardı ve zamanlarının çoğunu yoğun tarım yaparak ve yabani tahılları işleyerek geçiriyorlardı. Taştan evler ve gıda depoları yapar, ayrıca darlık zamanları için tohum saklarlardı. Yabani buğdayı toplamak için tırpan ve öğütmek için havanı icat ettiler.

MÖ 9500’ü izleyen yıllarda Natufların torunları tahıl toplamaya ve işlemeye devam ettiler, ancak bunun yanında tahılı giderek daha gelişmiş yöntemlerle yetiştirmeye başladılar. Yabani tohumları toplarken hasadın bir kısmını gelecek yıl ekmek üzere kenara ayırmaya başladılar. Tohumları gelişigüzel serpmek yerine toprağın içine gömdüklerinde daha iyi sonuç aldıklarını keşfettiler, bu yüzden de çapalama ve sürmeyi icat ettiler. Aşamalı olarak da tarlalardaki otları temizlemek, parazitlere karşı korumak, sulamak ve verimlileştirmek gibi yöntemleri uygulamaya başladılar. Tahıl üretimine daha fazla çaba harcadıkça diğer yaban türlerini avlamaya ve toplamaya daha az enerji harcamaya başladılar. Bu şekilde avcı toplayıcılar çiftçilere dönüştüler.

Yabani buğday toplayan kadını, evcilleştirilmiş buğday yetiştiren kadından ayıran şey tek bir adımda gerçekleşmediğinden, tarım yaşamına kesin dönüşümün tam olarak ne zaman olduğunu bilemiyoruz. Yine de MÖ 8500 civarında, Ortadoğu’nun Jericho gibi kalıcı yerleşimlerle dolu olduğunu ve buralarda yaşayanların tüm zamanlarını birkaç evcilleştirilmiş türü yetiştirmekle geçirdiklerini biliyoruz.

Kalıcı yerleşimlere geçilmesi ve eldeki gıda miktarının artmasıyla nüfus da artmaya başladı. Göçebe yaşamını terk etmek, kadınlara her yıl bir çocuk sahibi olma fırsatı vermişti. Bebekler daha erken yaşta sütten kesiliyor ve yulaf lapasıyla besleniyordu. Tarlalarda çalışacak insana ihtiyaç vardı. Ancak artan nüfus kısa sürede gıda fazlasını tükettikçe daha çok tarlanın ekilmesi gerekti. İnsanlar hastalıklarla dolu yerleşimlerde yaşamaya, çocuklar anne sütünden ziyade tahılla beslenmeye başladıkça, üzerine bir de çocuklar yulaf lapasını giderek artan sayıda kardeşle paylaşmak zorunda kaldıkça, çocuk ölümleri ciddi oranda arttı. Çoğu tarım toplumunda, çocukların en az üçte biri yirmi yaşına gelmeden ölmeye başlamıştı. Buna karşılık, doğumlar yine de ölümlerden fazlaydı ve insanlar çok sayıda çocuk sahibi olmaya devam ettiler.

Zamanla, “buğday işi” giderek daha zor ve çetrefilli hâle geldi. Çocuklar kitleler halinde ölüyor, yetişkinler de kan ter içinde kalarak yaptıkları ekmekleri yiyordu. MÖ 8500’de yaşayan bir Jericholu aynı yerde MÖ 9500 ya da 13.000 yılında yaşayan birinden daha zor bir yaşam sürüyordu. Ancak kimse ne olup bittiğinin farkında değildi. Her nesil bir önceki gibi yaşamaya devam ediyor, sadece arada sırada bazı alanlarda küçük iyileştirmeler yapılıyordu. Çelişkili bir biçimde, yaşamı kolaylaştırmak amacıyla yapılan bir dizi “iyileştirme”, çiftçilerin boynundaki ilmeği daha da sıkılaştırıyordu.

İnsanlar bu kadar hayati öneme sahip bir konuda neden yanlış hesap yapıyorlardı? Tarih boyunca neden hep yanlış hesap yaptılarsa, o yüzden. İnsanlar kararlarının tüm sonuçlarını tahmin edemezler. Ne zaman daha fazla çaba göstermeleri gerekse —örneğin tohumları toprağın yüzüne serpmek yerine toprağı çapalamak gibi— insanlar, “Evet belki daha fazla çalışacağız, ama hasadımız çok daha fazla olacak! Verimsiz geçen yıllarla ilgili endişe duymayacağız. Çocuklarımız aç yatmayacak,” diye düşünüyorlardı. Aslında mantıklıydı. Daha çok çalışırsanız daha iyi bir yaşamınız olur. Onların planı da buydu.

Planın ilk kısmı iyi işledi. İnsanlar gerçekten de daha çok çalışıyordu, ama çocuk sayılarının artacağını öngöremediler. Ürettikleri fazla buğday daha çok çocuk arasında bölüştürülüyordu. Aynı şekilde, ilk insanlar çocukları daha az anne sütü ve daha fazla yulaf lapasıyla beslemenin, onların bağışıklık sistemini zayıflatacağını, kalıcı yerleşimlerin hastalıklar için harika bir üreme alanı olduğunu da anlayamadılar. Kendilerini tek bir besin türüne bağımlı kılarak aslında kuraklığın tehlikelerine daha açık hâle geleceklerini öngöremediler. Keza, ilk çiftçiler, iyi geçen dönemlerde gıda depoları yapmanın hırsızları ve düşmanları teşvik edeceğini, bunlara karşı da savunma duvarları yapmak ve nöbet tutmak gibi şeyler yapmak zorunda kalacaklarını da düşünmemişlerdi.

O hâlde neden planları tutmayınca insanlar çiftçiliği bırakmadılar? Bunun sebebi kısmen, bu küçük değişimlerin birikerek toplumu değiştirmesinin nesiller boyunca sürmesi ve en sonunda kimsenin daha önceden insanların farklı yaşadıklarını hatırlamamasıydı. Kısmen de, nüfus artışının insanların geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırmasıydı. Eğer tarla sürmek bir köyün nüfusunu 100’den 110’a çıkardıysa, hangi 10 kişi diğerlerinin eski güzel yaşamına dönebilmesi için kendini feda edecekti? Geri dönüş mümkün değildi artık. İnsanlar tuzağa düşmüştü.

Daha kolay bir yaşam arayışı pek çok zorluk çıkarmıştı ve bu sonuncusu değildi. Bugün aynı durum bizim için de geçerli. Kim bilir kaç üniversite mezunu genç çok çalışıp iyi paralar kazanacaklarını düşünerek büyük firmalara giriyor ve ancak otuz beş yaşından sonra bu işlerden ayrılarak gerçek istediklerini yapmaya çalışıyor? Öte yandan, bu yaşa gelinceye dek kredi ödemeleri, okul yaşına gelen çocukları, ödemeleri gelen arabaları ve yurtdışında tatiller veya kaliteli şaraplar olmadan yaşamın çok da anlamlı olmadığına dair geliştirdikleri anlayışları oluyor. Ne yapabilirler? Geri dönüp kök bitkilerini mi eşelesinler? Elbette öyle yapmayıp daha da büyük bir çabayla köle gibi çalışıyorlar.

Tarihin en kesin yasalarından biri de şudur: Lüksler zamanla ihtiyaç haline gelir ve yeni zorunluluklar ortaya çıkarır. İnsanlar belli bir lükse alıştıklarında bir süre sonra onu kanıksarlar. Onu yaşamlarında hep bulundururlar ve bir süre sonra onsuz yaşayamaz hâle gelirler. Kendi çağımızdan başka bir örneği ele alalım. Son birkaç on yılda hayatı daha rahatlatacağını varsaydığımız sayısız şey icat ettik: Çamaşır makineleri, elektrikli süpürgeler, bulaşık makineleri, telefonlar, cep telefonları, bilgisayarlar, e-posta vs. Eskiden bir mektup yazıp zarfa koymak, üstüne pul yapıştırıp posta kutusuna atmak insanı epey uğraştıran bir işti, mektuba cevap almak günler veya haftalar, hatta aylar alabiliyordu. Günümüzdeyse bir dakika içinde çabucak bir e-posta yazıp dünyanın öbür ucuna gönderebiliyorum ve eğer gönderdiğim kişi çevrimiçiyse anında cevap alabiliyorum. Böylece mektup yazmanın aldığı tüm zamanı ve çabayı ortadan kaldırmış oldum, peki bugün daha rahat bir hayat mı yaşıyorum?

Maalesef cevap hayır. Klasik posta çağında insanlar yalnızca gerçekten söyleyecekleri önemli bir şey olduğunda mektup yazarlardı. Akıllarına gelen ilk şeyi yazmak yerine ne söylemek istediklerini ve bunu nasıl aktaracaklarını önceden dikkatli bir şekilde düşünürlerdi. Bunun sonucunda da, aynı şekilde düşünülmüş bir cevap almayı beklerlerdi. Zaten çoğu insan ayda birkaç mektuptan fazlasını yazmıyordu ve gelen mektuplara da hemen cevap vermek gibi bir zorunluluk duyulmuyordu. Bense bir gün içinde düzinelerce e-posta alıyorum ve bunların hepsini hızlıca cevaplandırmam gerekiyor. Bu icatları yaparken zaman kazanacağımızı düşünüyorduk, ancak aslında günlerimizi daha endişeli ve kaygılı geçirmemize sebep olacak şekilde hayatın hızını normalin on katına çıkartmış olduk.

Nadiren de olsa eski kafalı birileri, e-posta hesabı açmayı reddedebiliyor, tıpkı binlerce yıl önce bazı insan gruplarının tarıma başlamayı reddederek lüks tuzağından kaçması gibi. Ancak Tarım Devrimi’nin, başlayabilmek için tüm insan gruplarının katılımına ihtiyacı yoktu, biri bile başlasa yeterdi. Ortadoğu’da veya Orta Amerika’da bir grup, yerleşik yaşama geçip toprağı sürmeye başlayınca, tarım artık kaçınılmaz hâle geldi. Tarım, nüfus artışına olanak verdiğinden çiftçiler genellikle avcı toplayıcıları sadece kalabalıklarıyla bile alt edebiliyorlardı. Avcı toplayıcılar ya av sahalarını bırakıp kaçmak ya da kendileri de tarım yapmak zorunda kalıyorlardı. Her iki durumda da eski yaşantılarının sonu gelmişti.

Lüks tuzağı bizim için önemli bir ders içerir. İnsanlığın daha kolay bir hayat arayışı muazzam bir değişim enerjisi ortaya çıkardı, fakat bu değişim dünyayı kimsenin tahmin edemeyeceği biçimlerde dönüştürdü. Kimse Tarım Devrimi’ni veya insanların tahıllara bağımlı hâle gelmesini kurgulamamıştı. Mideyi daha iyi doldurmak ve güvenliği pekiştirmek amacıyla alınmış önemsiz görünen bir dizi karar, eski avcı toplayıcıların yaşamlarına kavurucu güneş altında su kovaları taşımak gibi işleri sokmuştu.

Yazar: Yuval Noah Harari
Hayvanlardan Tanrılara Sapien
(İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi), Çevirmen: Ertuğrul Genç,  Yayınevi : Kolektif Kitap

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz