“Hatırlamak dert yaratmaktır!…” Sait Faik Abasıyanık’ta Bunalım – Doğan Hızlan

“Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor.”

Sait Faik bunalan adamdır. Kendi kadar başkalarının yoksullukları, yoksunları, mutsuzlukları, ezilmeleri, horlanmaları, aşağılanmaları adına acı çekerek bunalan bir adamdır. Bu bunalım kendi yaşamından hikaye kahramanlarının yaşamına kadar uzayan ve birbirine karışan çizgide kendini gösterir. Beyoğlu’nun kirli kalabalığından, arka sokakların karanlığından Burgaz adasının özlemini çeker, Burgaz adasından da kalabalıkların içinde yalnız olmayı özler. Fransa’da Grenoble’dan İstanbul’un özlemini İstanbul’dan oradaki acıları özler. Bu çelişkiler ondaki bunalımın yaratıcısı ve bunalımı doğuran nedenlerdir. Bir başka deyimle bunalım adamın çelişkileridir. Bir yere yerleşememezliği, bir yerde duramaması, suyunu bulamayan balık örneği dolaşmasıdır.

Genel geçer, büyük topluluk için yürürlükte olan ahlak kuralları da onun için sevgisiz, acımasızdır. Dıştan görünenlerle yürütülür. Ama onun bir yerde ülküsü, bir yerde gerçekçi, insancı diyeceğimiz ahlakı da ters düşer. Sıkılır bu yüzden de.
İnsanın tedirginliklerinde, insanlararası ilişkilerinde seksin de bir yeri yok mu? Var. Bu Sait Faik’te alabildiğine temiz hayvansal duygulardan alabildiğine arınmış bir tutkudur. Bir yerde bilinen anlamda seks değildir bu. Özlemlerin dünyasında yer alan bir yaratıktır.
Biz Sait Faik’te bunalımın kaynaklarını, onda bunalım ya da daha yaygın bir deyimle tedirginlik yaratan nedenleri olayları, gün ışığına çıkarmağa çabalayalım. İlk kitabına ilk  adımımızı atıp onunla beraber Burgaz adasından İtalyan mahallesine Karaköy’e Nisuaz pastanelerine kadar sıkıntısını anlamağa, ortay koymağa çalışalım.

Ekonomik koşullar altında ezilen insanlardan yanadır. Onların durumu tedirgin eder onu. Rüyasında makineler, elektrik pilleri, ampuller gören Ali annesini uyandırmağa kıyamaz. İşte bütün dünyası çalıştığı makinelerden ibaret bir Ali’ye sevgiyle acır. Gerçeği de, rüyası da odur. Onun anlattığı mahalleler, çalışanların ama ekmeklerini günügününe soluğu soluğuna kazanan insanların onun deyimiyle «mesutları çok az bir mahallenin insanlarıdır. Bu insanların küçük mutluluğu karanlık denizlerde yanıp sönen balıkçı lambaları gibidir. Özledikleri dünya kendi koşulları, kendi gereçleriyle çizdikleri bir dünyadır. Ali çok sevdiği semaveri nasıl betimler, tasvir eder: «İçinde ne ıstırap, ne grev, ne kaza olan bir fabrika.» Ne de patronu olan.
İnsanın insana yaptığını kimse yapmaz. Sonra değineceğimiz köpeğiyle yaşayan ve yalnız onunla konuşan adama şu insanlar neden hayret ederler öyleyse. Hayret etmeye ne hakları var. Şu Trifon’un oyuncak Stelyanos Hrisopulos gemisini taşlayıp batıranlar bir umudu bitirmenin sadizmini tadıyorlar.

Uyarsızlıklar, intibaksızlıklar insanı değil bunaltmak, çıldırtır. Sait Faik’in de tedirginliklerinin başlıca nedeni, bunalımların kaynağı olan o uyarsızlıklar, intibaksızlıklar. Meserret Oteli hikayesindeki kadın öylesine bir duyguyla allak bullaktır. Soğan kayığındaki çocuk da öyle değil mi?. Yoksulların ve yoksunların dostudur. Onlarda arılığın, güzelliğin simgesidir. Ama aydınlar, o okumuşlar okuduklarıyla başkalarını ezmeye yeltenenler… Onu bjr hikayesinde şöyle tanımlar Sait Faik: «Gözleri özlenen ve alışılan çirkinliği, entellektüel siması.»
Büyük şehirde küçülmüş, ondan küçük insanlar diye tanımladığımız bu hikaye kahramanları, dünyanın gerçek sahipleri onda iç dünyalarıyla, açıkçası bunalan yanlarıyla varolurlar, acılarıyla hikayeye girerler. Babasının ikinci evinde ona karanfil veren çocuğu unutamaz. Yavuklusuna bir ipekli mendil verebilmek için fabrikaya mendil hırsızlığına giren çocuk, o ağacın altından düşüp de elinde mendil can veren güzelim göğsü fındık kokan Bursa çocuğu. Bir mendil alamayacak parasızların insanı içini burkan bunalımı.
Aslında insanın insana reva gördüğü bu davranışların altında iki büyük neden yatar, ondaki bunalımın kocaman iki nedenidir insanın hainliği ve ekonomik koşulların zorlaması. O bohçası bulunmayan zavallı evlatlık evin beyinin şımarıklığı.

«Birden bütün neşemin bir camın kırılışı kadar ses ve şıngırtı çıkararak düşüp kırıldığını gördüm.» Evet. Sait Faik’ in anahtar sayılabilecek ruh izlenimi. İnsanı sevmeyi arzu eder karşısına ya bir küfeci çocuğu çıkar, ya bir dondurmacı çırağı, ya kestaneci dostu. Çünkü üçü de bir mücadelenin insanların ezilmesine başkaldırarak gelip tırnaklarıyla yeryüzüne tutunanlardır. Denizde geçimlerini varolmalarını balığa bağlayanlar ve karada pamuk ipliğiyle yaşayanlar. Her zaman yerin altlarından kayan insanları, onların bunalımlarını yaşar. Bütün ilkler onda bunalım yaratır. Uzun yolculuğa ilk çıkış, balığa ilk çıkış, insanlarla ilk karşılaşış. Hep uyarsızlıklar, tedirginlikler, bunalımlar ocağı.

Küçük insanların başkaldırma duygularına eğilir. Birikiminin insan yaradılışındaki onulmaz ve durdurulmaz tepkileridir. Bir garsonun kahve sahibi olması dileği. Mutlu kılacaktır kendini, şu kalabalığın içinde yalnız yüzde beş kişinin alnının teriyle çalıştığını düşünerek mesut…
Sait Faik’te ve kahramanlarında bu nefretleri sevgiye dönüştüren, bunalımları mutluluklara çeviren büyülü bir sözdür: Alnının teriyle çalışmak, haram yiyenlere karşı onun tadını çıkarabilmek.
Adsız sansız insanları adlı sanlı yapar. Asıl insanların tanınması gereken insanların bunlar olduğunu söyler. Toplumun size sunduğu ‘kişilerin adını silmek, onların üstüne bunları yazmak için çırpınır durur. Adeta sahte değerlerin kendinde yarattığı bunalımın bir sonucudur bu. Barba Antimos’u, Mercan Usta’yı över, doğruluğun insancıllığın simgesi olarak koyar ortaya.
O güzelim Birtakım İnsanlar hikayesinde büyük şehirin dağdağasında, gürültüsünde eriyip gidecek birtakım insanların destanını yazar. İnsanın insana bu kadar ilgisizliği ne gariptir.
Sait Faik dünyası bu bunalımı ömür boyu konuk etmiştir kendinde. Evet başkalarına benzemeyen ama birbirlerine benzeyen, yoksul, kış günü paltosuz, sırtlarında pamuklu bir takım insanlar.
Bunalımlar, onda sevgileri özlemleri bir anda nefrete dönüştürebilir. Sıcak yatağını özleyen Sait Faik birdenbire yattığı için mesut olmaz. Çünkü sabahçı kahvelerini arayan adamlara takılıp mutluluğu gitmiştir, mutluğunu onlar alıp götürmüşlerdir artık.

Benimle beraber seyahatten dönenler… Bir bölüm hikayelerine bu başlığı koymuş gerçekten orada bitmez tükenmez bir nostaljisi var. «Daüssıla»nın bunalımını her şeyde yaşıyor.
Unutamayan adamdır Sait Faik. Gide’nin bir kahramanının dediği gibi hatırlamak dert yaratmaktır. Onun için de elerdi bitmez onun. Ne diyor bir hikayesinde: «İnsanda en büyük intibalar, en büyük hadiseler iz ve hatırasını bırakmalıdır.» Anılar dünyasıyla gerçekler dünyasının içiçeliği, karmaşıklığı, rüya ile yaşanılanın sarmaş dolaştığı Sait Faik’in bunalımlı dünyasının bir kesidi.

O, bir hikayesinde dediği gibi, «Mesut olmak için yaratılmışlardan değildir.» Seyahatten onunla beraber tedirginlik gelmiştir. Nereye gitse bu keder bırakmaz. Lucretius’un dediği gibi, «ve keder atımızın terkisine biner gelir.» Dolaşan Sait Faik de böyledir. Değişmelere girişir gene bunalımdır sonu: «Fakat her değiştirişin sonundaki bu melale, hüzne ıstıraba tahammül edilir mi?»
Mutlu görünümler onda hemen karşıt duygusu çağrıştırır mutsuzluğu hep görünen parlaklıkların altında bir kurdun kemirdiği tahtayı bulma korkusuyla, ama da bunu yenemeyeıek aşı boyasını kazır ve bulur. İşte o dıştan ocağı tüten evlerin içi. «Her barınacak, her çorbası tüten, her sobası yanan evde bir kaderin, bir bilinmez yaranın korkusunu gördüm.»

Evet insan sevgisini tapınılacak bir kavram kadar yüceleştirmiş Sait Faik ama gerçeklere inildikçe insandan nefret başlıyor: Böyleyse bu yoksulluklar ve bencillikler nedendi? Hep hikayede bunu sordu, bunaldı, kimi zaman onlardan yana olarak cevabını verdi. Her zaman da onları savunarak, sevgiyle kanaviçelerini örerek. «Bu dünyada insan en güzel, en büyük, en bahtiyar mahlûktu. O halde, niçin sokakta çıplak çocuklar, aç gezenler, işsiz delikanlılar, titreşen köylüler, yalnız namazlarını ve torunlarını seven ihtiyarlar vardı?»
Onun küçük insanları, büyük şehirde küçülen insanları tedirginliğin başkonuğudurlar. Surların ardından şehri adeta dünyadan bakılan başka bir yörünge gibi görürler. Şehri gören diğerlerine böbürlenerek anlatır onlara karşı mutluluk oynar ama aslında o gördüklerine ulaşamamanın, yaşayamamanın acısını onlara iletmez. Mutsuzluğu bilgiçlikle mutluluğa dönüştürme çabasındadır.

Yazı sever ama yoksullukları ayan beyan ettiği için ondan da bunalman mevsim diye sözeder. Küçük insanlarının bu halde kalmalarını hep büyük insanlara bağlar, savaş yıllarını dile getirirken şöyle der: «Bu çok yakın mazide tokları, açlar doyurdu ve açlar öldüler.» Hikayelerindeki kahramanların bunalım için büyük nedenleri, büyük ülküleri yoktur.
Gerçekten de vesika ekmeğinden başka kursağına bir şey girmeyen savaş yoksullarının barış, avaş gibi kelimeleri ağızlarına alması gariplik değil mi? Bu bize Sait Faik’in kahramanlarındaki bunalım kavramının da tutarlılığını gösterir. Gerçekçiliğini de yani ancak  kahramanlarını bu kadar yakından tanıyan, az kelimeyle onlarla birlikte yaşayan insanın anlatabileceği şeylerdir.
Kalabalıklar içinde yalnız kalan adam, tedirginleşir, bunalır. Sait Faik böyledir. Kalabalık tiyatro salonlarında neden kaçacak bir köşe arar bu yüzden, cami sundurmalarına sığınır bu yüzden, kendi deyimiyle, «melankolik köşeler arar.»
Bir teşrinisani gecesi işlek ve ispirtolu sokaklarda kimseyi dinlemeden dolaşır. İnsanlar aldatır onu, böylece de bir sarı köpek tek dostu tek sırdaşı olur. «Ben bir santimantalim küçük hanım der. Bu ondaki ironinin de ince alayın da bir belirtisidir.
Sabahları sevmez o. Çünkü o bir şeyin başlangıcıdır, nasıl olacağı, nereye varacağı belli değildir. Ve sahte umutların saatidir, ama umutsuz bitimlerin saati geceyi bekler. Her şey her günkü halini aldıktan sonra sokağa çıkar. Sefilleri ve açları beyhude bir sevgi ile sevdiği için.
Neden yazar? İlerde gene buna değineceğiz. Sıkılan bunalan adamın bir noktada boşalma ihtiyacı bir İkinciye anlatması gerekir, vapurlara fırlar kimseyi bulamaz, 3 vapurdan kimseler çıkmayınca ‘kaleme kağıda sarılıyorum.»
Yerinden yurdundan çevresindeki insanlarından ayrılınca onda tedirginliğin ilk ışıkları yanar artık onları söndürmek için ya Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki insanların yanına, ya da balıkçılarına dönmesi gerekir. Deyimiyle «Gahi gurbet olur vatan gahi vatan gurbetlenir.»
Sait Faik için de böyle olur. Yurt dışındaki bütün ruh hali böyledir. İnsanların bunalan yanlarına bakan ve nostalji çeken bir adamın notları.
Küçük adamlar birbirini destekleyeceklerine, birbirini ezerler, ne olur ikisi de ölür.
Şahmerdan hikayesinde olduğu gibi.
Ana bunalım kaynağı yalnızlığa bir örnek daha: «Robenson havası esiyordu hepimizin içinde: Gemi batmıştı. Bir sal parçası üstündeydik. Haliyle bir adaya çıkacaktık. Bir kulübe yapacaktık.» Zaten hep böyle anlatmıştır ta ilk hikayelerinden birinde evleri değil, kulübeleri ve kulübelerin içindekileri anlatmıştır. Diğeri hep düzmece hak yiyici gibi gelmiştir ona.
İnsan sevgisi. Sevgiyle yanaşır ama nefretle döner. Binbir anlam, dostluk, sevgi, inan gördüğü yüzlerde bir an gelir ki bu anlamları karşıdaki lüzumsuz bir gömlek gibi üzerinden çıkarıp atmıştır. Öylesine arı sevgiyle uyuyan Odisya’yı öper ama sonraları aldandığının acısını dile getirir: «Ben hep Odisya’yı niçin, nasıl öptüğümü düşünür, dudaklarımın derisini koparır koparır atardım.»
Çocuksu kalmış ruhların da en yakın ve çağrıldığında hemen gelen arkadaşı bunalımdır. Böyle insanlardır insanları seven ve onlardan nefret eden. Bir çocuk için özlemler büyüyünce değişir ama çocukluğunu hiç yaşamayan bir çirozcu için durum aynı değildir.
Uzun, sıcak ve daimi aşklar… Ne zaman vardı? Hangi insan bunu sürdürebildi Sait Faik hep bunun özlemini çekti, gerçekleşmeyince de bunaltısını duydu. Her yerde bunu aradı. Bir bitmeyen susuzluk, kanmamışlık yerine bir su içer gibi susuzluğun giderildiği sadece bir et teması hiç bir şeyi çözmedi onun yaşamında. Kendi melankolisi yaşar başkalarında da, aynı melankolik kadınlarla adamları görür.
Bir Lüzumsuz Adam. Sait Faik’i tedirgin eden, bunaltan bir iç ezintisi. İnsana, yoksullara, sefillere duyduğu kendi deyimiyle beyhude sevgiden öte ne yapmıştır? Bu yüzden de lüzumsuz adamdır. Orada mahallesini, Karaköy’le tüneli birleştiren bir sokaktaki yaşamım anlatır. Ama o buradan dışarı ç:kmaz, nasıl çıksın burada bile toprağa ayağını basıp yaşama denilen gündelik olaya alışamamıştır: «Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor.
Birbirini küçük görmeğe, boğazlaşmağa, kandırmağa mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?»
Tam bir yabancılaşmanın, kaynamanın, soyutlanan insanın serüveni. Kendi mahallesinde bile bunalım, tedirginlik onu akşamla birlikte sarar.
Ve bu mutsuzluğun kuyusuna, kör kuyusuna çeker kendini aynı Jack London’un Martin Eden’i gibi, Bebek’le Arnavutköy arasında kendini «denizin içine bırakıvermeyin düşünür.
Sabahı istemeyen Sait Faik bambaşka saatlerde kalkar bunalımı duyar, herkesin uyuyuşunu beklediğinden bir mutluluk da duyar, çünkü bu saat, hastaların, açların, sinirlilerin, toprağın, taşın, ağaçların uyuduğu saattir.
Eğer bu mutluluğu anlatıyorsa küçük insanların bir özelliği ile tanıtır. Yemek yiyen bir amele kadar güzeldir, der. Nefretini, tiksinçini anlatmak için de boyuna hak yiyen şişman yağlı adamları örnekler. İşi giderek altından, zenginliklerin, servetin simgesi olan, biriktirenin gözünün içine kadar sarılaştırdığı altından nefrete kadar götürür. Altını değil, toprağı seviyoruz, der.
Mutlulukları yaratır da insanoğlu sürdürmesini bilmez. Papaz Efendinin bile ölümüne sebep olan o insanoğlu: «Bilmez miyim hepsi kalleş, budala, hırsız, yalancı? Birbirinin ekmeğine,  karısına, kızına, dükkanına göz diktiklerini bilmez miyim?» <
İnsanların bütün kötülüklerine rağmen mutlu etmek ister. Dört Zait hikayesini bilirsiniz. İşe girecek bir çocuk ona kan tahlili raporunu gösterir, yani frengidir. Çocuğa bir şey demez, diyemez. Duygular karşıtlıklar halinde gelişir. Her duygu karşıtını çağrıştırır derdik. Evet. Bu çocuğa hastalığını söyleyemez ama kendi de ölümünü kendi kanında yaşar. Eve gider giyinip kuşanır, kalabalıklara çıkar. Çünkü her şeye meydan okuyarak yaşamasının öyküsünü kendi kendine tanıtlamak gereğini duyar.
Kestaneci Dostum. Bir yaşamı, ekonomik koşulları ve ilkeleri çizişinin en güzel örneğidir.
Ahmet iyi bir çocuktur ama kestane mangalı dağıtıldıktan, yasaklandıktan sonra ne yapacaktır. İpekli Mendil’i alan çocuğun zorunluğu gibi. Yaşam onu elindeki kestane maşasından kelepçeye götürür.
Kara adamları gürültücüdür, ağzı kalabalıktır. Deniz adamları susarlar onun içindir Sait Faik’in deniz adamlarına yakınlığı. O da bu sessizliği arar, insanlarla konuşan değil de topal bir martı ile konuşan Ermeni balıkçıyı. Ama denizde rahat adam mıdır Sait Faik, hayır Ermeni balıkçı ne c’oğru söylüyor: «Bu sinirle sen karada da rahat edemezsin.»
Sinağrit Baba tanımı acaba Sait Faik’in bir tanımı mıdır: «Sinağrit Baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır.» Yabancılaşmış, tedirgin, bunalımlı bir Sait Faik portresi.
İnsanların küçük balıkların ezilmesi gibi ezilmemelerinin bir çaresi yok mu, hepten mi umutsuz, o kadar mı kötümser bu dünya. Yo ama oltayı dişleyen, kesen bir Sinağrit Babayı örnek alalım küçük insanlar omuz omuza verdikçe bir çareleri olacak, dertlerinin yıkılmışlığını meydan okumaya dönüştürebilecekler: «Bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister kara, ister nebat aleminde olsun, bir kişinin aklı ile hiç bir şeyin halledilemeyeceğini bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemoinslerini kurtarmanın tek çaresini koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman, bu hareketin bir neticesi ve faydası olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit Baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit Baba tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeği?»
Havada Bulut’ta kendidir anlattığı. Havada Bulut’ta köpeği ile yaşayan kahramanı neden sever, yüz ifadesindeki anlamlı bulduğu nedir? Sevilmemişlerin, çok üzülmüşlerin, sarhoşların, bir zamanlar güzelken çirkinleşiverişlerin, okumuşların, hasılı içi rahatsızların ifadesi. İnsanlarla yakınlaşmayı istese de köpeğiyle başbaşa kalacaktır. Bu adam köpekle konuşur? Çünkü insanlara ruh aleışverişinde çok düşkündür, insanları merak eder ama bir türlü öğrenemez. Yakın ıraklardandır o.
Genel geçer insan kuralları onu şöyle anlatacaklar birbirine: Yalnız köpeğiyle konuşuyor, insanları sevmiyor. İnsanlara yanaşamıyor ki.
Havuzbaşı’nda tipik bir bunalan Sait Faik’tir. Bekleyen Kederle sevinci bir arada duyan ama gittikçe kederin baskın çıkıp sevinci alaminüt bir fotoğraf belirsizliğine ve sarılığına döndürüşünün de serüvendir, hikayesidir. «Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım.»
«Kendi kendimiz kadar kim paylaşır derdimizi.» Yalnız bir adamın hem bunalımın özetidir, hem de gerekçesi. Mutlu yaşamların anlatılacak bir yanları yoktur. Parkların Sabahı, Akşamı, Gecesinde bu dile gelir. Sabahında, akşamında mutlular vardır, onların anlatacağı bir şey yoktur onlara anlatılacak da, ama kimsesizlerin doluştuğu park geceleri işte insanın o zaman ilgilendiği yerdir park:» Park da işte o zaman bir ana kucağı kadar şefkatlidir. Gerçekte o zaman yalnızların koruyucusudur. Müşterek sevinçler, müşterek kederler ne kadar azdır?»
Ama bunu düşününce hırssız, açsız bir dünya dönüşür. Son Kuşlar’da çocukları göremeyeceğinden yakınır. Aynı Saint Exupery’nin ölen Mozart’lara acıması gibi. Yeşillik göremeyecek yani toprak anamızın saçlarını göremeyecek diye yakınır durur.
Gün Ola, Harman Ola’da yarattığı Mercan Usta’sını sevmeyenleri, yani alnının teriyle geçinmeyenleri, saygıdeğer görmemekle kalmaz, lanetler onları: «Üç dörtyüz binlikseniz gidin çirkin apartmanınıza; sümüklü çocuklarınıza, lavanta kokulu pasaklı karılarınızı kucaklayın. Ne bok yerseniz yeyin.» Canım Mercan Ustam! Ellerinden hürmetle öperim. Biz de bir zenaat ehliyiz: Yazı yazıyoruz a.»
Evet yaptığınızın kefaretini sevgiyle ödemenizden başka hiç bir şey elinizden gelmez. Barba Antimos’ta yaşlanmanın ve yaşlanmanın sonucu unutulmanın bunalınrın yaşar. İnsanları barındıran her duvarda, koruyan her yapıda Barba Antimos’un alınteri vardır. Unutulmalara, namussuzluklara karşı iki kahramandır: Mercan Usta ve Baba Antimos.
Neden adaların özlemini çeker Haritada Bir Nokta Hikayesinde. Çorbasızlara çorbaları bölüştüren, adalelerin çelimsizlere yardım için bulunduğu yerlere gider ve karar verir:
«İyiliklere hasret duya duya burada ölmek ister.» Kaybettiklerini arar ve burada bulacağını umar: İnsanlığı, safveti, cesareti, sıhhati, iyiliği, dostluğu, alınterini, sessizliği.
Hırsların insanı insana düşman ettiğini, sivrilttiğini kabullenir ve briden yazı yazmaktan da vazgeçer. Ama dolaşırken gene yazmağa başlar. Bu insanlığın iyiliğini anlatmak için. Ama kötülükleri ne yapacak, bir gömlek gibi iyilikleri üzerinden atıp çıkaran insanı nasıl anlatacak  yazarak. Neden yazmasının da bir nedeni çıkar ortaya. Bunalımını çözen bir eylemdir o zaman yazmak. Yani bir sanat değil Mercan Ustaya dediği gibi. Zenaatçıdır.
Sivriada Geceleri tedirgin bir kişiliğin başka bir örneğidir. Yukarda sen karada da bu sinirle yapamazsın dediler, geçen vapuru uyandırıp gösterdiğinde aldığı cevap da başkadır: «Sen sahiden kaçıkmışsın.»
Dondurmacının Çırağı’nda hem yoksul bir çırağın ustası tarafından ona yapılan baskıyı dile getirir, hem de insanlarla değil gene küçük insanlarla belki de insanla yakınlaşmasının bir örneğini verir:»
«Saat altıdan sekize kadar onlarla dostluk ettiğim zaman da olmasa, bu yazlık insan kalabalığının veçhesiz, manasız, gösterişli, zevksiz, dostsuz, riyakar ve sevgisiz hayatına katlanmak epeyce zor gelecek bana.»
Yaşamanın getirdiği bunalım bir yerde ölüm korkusundan doğan ona meydan okumadır:
«Ölüm nedir, bilir misin sen diye sorar.»
Yalnızlığını satır satır ördüğü bir iğne gibi kaza kaza insanın derisinden yüreğine girdiği Alemdağda Var Bir Yılan’da yalnızlığın acı soğukluğunu, giderilmez burukluğunu bulursunuz.
«Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek. «İstanbul… O bir çok gecelerini geçirdiği, sokaklarını sevdiği İstanbul değil, her yer bölye. Yalnızlar yaşıyor bu dünyada kimi zamanlar da bir filozofun dediği gibi yalnızlar, arasında birleşme kıvılcımları oluyor. Çakıp sönen. Nereye giderseniz gidin, yalnızlık. Yalnızız. «Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlıyor her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.»

Dünya ve insanlar karşısında pasif bir bunalan değildir, araştırıcıdır, deva arayıcıdır:
«Düşünür dururum. Şu dünyaya ne ettim? Şu dünyada ne gördüm? Neye geldim? Neden gidiyorum? Ne yaptım?» Bir yaşamın bilançosunu çıkarmak isteyen bir sorumluluk duygusunun, kendini Lüzumsuz Adam sayanın çıkarmak istediği bir bilanço. Yalnız çocuklar onu rahatsız etmez. Ben içimden hep çocuk kaldığım için olacak, karılardan çok çocukları severim.»
Yalnızlık bunaltısına da dayanılmaz olur bir yerde ve insan nerden gelirse gelsin bir hişt sesini bekler, özler. Bunalan insanın dünyaya pamuk ipliğiyle bağlanmasını sağlayacak tek kaynaktır.
İnsanların birbirne koyduğu yasaklar dünyayı cehennem eder bu yüzden çarşıya inemez Sait Faik. İnsanın içine giren her yaratık insana benzeyeceğinden daha doğrusu insan onu kendine benzeteceğinden dülger balığı da kişiliğini, özelliğini kaybeder. İnsana severek yaklaşmanın sonucu budur. «Bir gün hassaslığı, ertesi günü sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak.»
Son hikayelerine doğru ölüm korkusu bir yaşama bunalımına dönüşür. Kalinikhta da böyle söyler: «Sen Yanaki! Dostların en koyusu! Arkadaşların içinde ölümden önce en sonuncusu!»
Alınteriyle yaşayan, el emekleriyle insana hizmet eden bütün insanlara duyduğu saygı ve sevgiyi Ketenhelvacıda özetler:
«1942 senesi Eylül ayında gazeteler, ihtikar havadisleriyle intişar eder dururken, İstanbul sokaklarında, arkaları yenmiş lastik ayakkaplariyle bir ketenhelvacının mevcudiyetini düşünmek; insanı masalların memleketine sürüklüyor. Masalların kötü, aldatıcı, yalancı, hain memleketine. Kahrolsun masallar!»
Evet gerçek dünyanın bunalımlarını göstermeyen, yalan söyleyen masallara.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz