Hababam Sınıfı’nın yazarı Rıfat Ilgaz’dan gençlere: “Biz çağımızın gerçeklerini arayıp bulduk”

“Bize kimse öneride bulunmadı. Biz çağımızın gerçeklerini arayıp bulduk.
Çağımızın gerçeklerine uygun yazınsal türler gerektiğini bulup çıkardık. Bugünün gençliği de kendi yazınsal türlerini, çeşnilerini kendisi bulup çıkarırsa daha da sağlam bir yere, bir toprağa basmış olur. Yalnız onların bizim yaşamımız, yaşantımız doğrultusunda davranmalarını isteriz. Yani her şeye karşın, sağlığını yitirme karşılığında bile olsa, direnebilmek, saptadığı gerçekler karşısında en biçimli uygulamayı, yazınsal uygulamayı başarabilmek, durmadan kendisini yenilemek, böylece toplumu yenilemeyi hedef almak. Özgürlük ve bağımsızlığını yitirmeden, adına yakışan biçimde savaşmak…

Biz kendimize göre şöyle diyoruz:  Sanıyoruz yanlış iş yapmadık. Acaba bizim gibi davranırlarsa gençler de yanılmazlar mı? Bütün ilerici sanatçılar önce kendilerine güvenecekler. Fikret ne demiş? Fikret bile, yani bizden en az yirmi otuz yıl önce konuşan Fikret, ‘Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin.’ demiş. Kendine güvenmekten başlar.
Çevresine güvenmek, çevresindeki kişilere güvenmek, emekçilere güvenmek; çünkü emekçi en haklı, toplumun içinde. Üreten kişiye güvenmek. En haklı insan, bence üretendir. Üretenden yana olmak. Biraz daha yüreklice konuşacak olursak ki bugün bunu bile söylemek yüreklilik istiyor, işçi sınıfından yana olmak. Onun sorunlarını sanat yoluyla dile getirmek. Sanatın olanaklarından yararlanarak işçi sınıfının bir kelimeyle buyrultusunda olmak. Onun doğrultusunda, onun verdiği görev ve ödevde yerini almak. Ama her zaman dediğimiz gibi, sanatçının üzerine düşen en büyük iş, bu sınıfın başında bile olsa, her şeyi değiştirmek, yenilemek, daha ilerisi için hazırlamak; hatta işçi sınıfının başı olarak bile üzerine düşen iş bu. Onun için sanatçı kendi sınıfından kopmuş kişi değildir. Kopmuş kişi olmamalıdır. Kendi sınıfının görevinde, işlerinde, işlevinde olmalıdır…”

“Toplumsal olaylara bir ironi ile bakardı. Aynı zamanda ‘garip şiiri’nin de öncüsüydü Rıfat Ilgaz. Düşüncelerinden dolayı hem şairin kendisine hemde ailesine büyük zorluklar çıkartıldı,acılar çektirildi. Yine de yaşamından ve düşüncelerinden ödün vermeyen Rıfat Ilgaz, genç kuşağın örnek alması gereken en önemli yazar ve şairlerden biridir. Vefatının 100. yılında bize düşen geriye dönüp bakma  ve oaradan dersler çıkarmaktır”
[Yılmaz Gruda]

Yokuş Yukarı Adlı Kitabından Rıfat Ilgaz’ın Bir Anısı

Dolmuş dergisinin en hızlı günleriydi. Hababam Sınıfı öyküleri üçten ona, ondan yirmiye, yirmiden de otuza doğru ilerliyordu. Ben, “Keselim mi artık?” diye sordukça, İlhan Selçuk:

“Aman kesme, iyi gidiyor!” diyordu.

Gerçekten de iyi gidiyordu Hababam Sınıfı. Kabataş Lisesi’nde yatılı okuyan oğlum, bana yeni yeni olaylar getiriyor, anılarımı zenginleştiriyordu. Ölümsüz Üniversiteli Haydar, kaldığımız Yeşiltulumba Sokağı’ndaki evimizin bir odasında Haydarpaşa Lisesi’nde başından geçen olayları anlatıyor, üç gün sonra anlattıklarını dergide okuyunca:

“Olmuyor!” diye küplere biniyordu. “Ben sana böyle mi anlattım. Bu Tulum Hayri de nereden çıktı? O sözleri ben söylemiştim, bizim fizik öğretmeni Sarı Kenan’a. Sen tutmuş Tulum Hayri’ye söyletiyorsun!”

“Bakma kusura Haydar’cığım, o kadarcık olur. Senin anılarını yazmıyorum ki… Beni padişah efendimizin vakanüvisi mi sandın!”

Haydar’ın güvensizliği bu yazıların gerçeğe uymamasından değil, benim mizah yazıları yazamayacağıma inanışından geliyordu. Birçok arkadaşa göre ben 1940 Kuşağı’nın hızlı şairlerindendim. Bu tür yazıları nasıl yazabilirdim. Mizah çok başka bir işti. Mizaha mizah yazarı olarak başlamalı, böylece de sürdürmeliydi. İşin tuhaf yanı, ben de başka türlüsünü düşünmüyordum. Adımı ancak şiirlerimin altında görmeliydim. Mizah öyküleri yazmak benim gibi bir şaire yakışmazdı.

Sınıf adlı bir kitap çıkarıp Türkiye’mizde 142. maddeden ilk kez içeri tıkılan anlı şanlı bir şairdim. Markopaşa dönemini üstü kapalı atlatmıştım. Tek başıma bu ünlü dergiyi yürüttüğüm yıllarda bile yazılarımın altında adım yoktu. Sahibi ve sorumlu müdürü olarak adımın geçtiği yıllarda bile kimi yazıları benim yazdığıma kimse inanmıyor, ben de inanmamaları için elimden geleni yapıyordum. Yalnız, Basın Savcısı’nın karşısına çıkınca dipten doruğa ben yazmış görünmeliydim, bir iki arkadaşı kurtarmak için. Nasıl olsa yazsam da yazmasam da gidecektim okkanın altına, sorumlu müdür olarak.

Bir gün İlhan Selçuk:

“Dolmuş’taki Hababam Sınıfı öykülerini bir kitapta derleyelim.” deyince şaşırmıştım. Kitabın bir yazarı olacaktı. Gelenek böyleydi. Şairliğimi iki paralık edip adımı böyle bir kitabın üstüne koyduramazdım. Öyküler dergiden kesildi. Turhan Selçuk güzel bir kapak çizdi. Hababam Sınıfı’nın haytaları jimnastiğe çıkar gibi dizilmişlerdi çift sıra… Başlarında da Kel Mahmut… Bu kapağa adımın yazılmaması için hiçbir engel kalmamıştı. Ortalık süt limandı artık. Hele böyle bir kitabın, basın savcısını kuşkulandırması için bir neden de yoktu ortada. İlhan:

“Koyalım adını.” dedi, “Hiçbir sakınca yok!”

“Hayır!” dedim. “Gene dergideki gibi Stepne yazılsın kapağa!”

“Derginin adı Dolmuş olunca Stepne’nin bir anlamı olabilir; ama bir kitabın üstünde Stepne ne anlama gelir!”

“Onu okurlarımız düşünsün!” dedim.

Kitap çıktı. Yazarı Stepne… İster Dolmuş’un yedek lastiği olsun, ister kitabın yazarı… Okuyucu kafasını bu konu üzerinde hiç yormadan beş bin kitap, dergi gibi eriyip gitmişti. Kitapçı vitrinlerinde yerini bile almaya vakit kalmamıştı. Aldığım iki yüz elli lira, mizahtan, mizah kitaplarından aldığım ilk telif ücretiydi. Şairlik adımı kullanmadan mizah yazarı olmuş, kitap çıkarmış, ilk kez kitaptan para kazanmıştım.

Dergi kapandıktan sonra geriye kalan yeni Hababam Sınıfı öykülerinin bir bölümünü de Tan Basımevi’nde Haluk Yetiş basmıştı. Nasıl olsa kitap kendini sattıracaktı. Bu bakımdan, dizgi, baskı hacıbaba işi olmuştu. Kapağını bile Turhan Selçuk’un dergideki çizgilerinden yararlanarak ben düzenlemiştim. Olmuşken olsun dedim. Ünü Rıfat Ilgaz’ı çoktan aşan Hababam Sınıfı’na ilerde sahip çıkabilmek umuduyla kapağa da adımı koydurdum. Birinci kitabın her bakımdan bir devamı olduğu halde ilk eleştiriler çok umut kırıcıydı:

“Birincisi çok daha güzeldi. Ne gerek vardı bu ikincisine?”

Oysa dergide severek okudukları öykülerdi bunlar. Kitap olarak derlenince mi gereksizleşiyor, değerden düşüyordu? Bu tür eleştiriyi yapanların gene de iyi niyetli arkadaşlar olduğunu sonradan öğrendim.

Babıâli demirbaşlarından dağıtıcı Faruk kitabı evirip çevirdikten sonra:

“Nerde Stepneee…” demişti, “Nerde Rıfat Ilgaz… Herif yazmış… Ancak iki hikâyesini okuyabildim bu yeni kitabın. Bırak dostum sen bu işleri!”

Ne demek istediğini anlayamamıştım. Şaşkın şaşkın bakıyordum yüzüne:

“Rusçan fena değil!” dedi. “Doğrusu ilk kitabı çok güzel çevirmişsin!”

Ben Rusça biliyordum haaa?.. Haraşo’dan başka tek sözcük bilmiyordum Rusça olarak. Şaşkınlıkla sordum:

“Ben mi çevirmişim. Hangi yazardan?”

“Hangi yazardan olacak! Stepne’den.”

“Yani bu Stepne Sovyet yazarı, öyle mi?”

“Bırak lâf cambazlığını… Ha Sovyet yazarı, ha Rus yazarı… Hepsi bir kapıya çıkar… Baktın birincisi iyi gitti, ikinciyi de sen yetiştirdin geriden.”

Babıâli’nin Kral Faruk’u beni sinemacılarla karıştırıyordu. Ya da Mayk Hammer üreticilerine benzetiyordu. Bir koyundan iki post çıkarmakla suçluyordu yani… Haklıydı bir bakıma. Yanlışlığı birinci kitabın kapağına Stepne koymakla değil, ikinci kitabın üstüne kendi adımı yazmakla yapmıştım. Hey garip kişi! Durup dururken ne diye böyle işlere özenirsin! Baban da mı mizah yazarıydı? Şairlik neyine yetmiyordu senin?

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz