Gerçekçilik, Gerçekçiliğin Türleri ve Ünlü İsimleri (2)

[<<öncesi] Doğalcılık ya da doğalcı gerçekçilik
Eski adlandırımıyla “natüralizm” gerçekçiliğin ayrı bir türü olarak sayılabilir. Ne ki kimi yazın kuramcıları ve tarihçileri doğalcılığı başlıbaşma bir akım gibi görmüş ve göstermişlerdir. Ancak gerçekçilik nasıl coşumculuğun toprağında boy atıp gelişmişse doğalcı gerçekçilik de (ayrı bir akım olsa bile) gerçekçiliğin topra­ğında oluşmuştur. Dahası gerçekçi akımın temel ilkeleri olan gözlemleme, neden­lere bağlama, akılcı bir yaklaşımla çözümleme, gerçeği çarpıtmadan, işin içine duy­guları katmadan yaslanma… doğalcılığın ya da doğalcı gerçekçiliğin de ilkeleridir. Bunun için doğalcılığı gerçekçiliğin ileri bir aşaması sayarsak yanılmış olmayız.

Olguculuk düşüncesi nasıl gerçekçilik akımının oluşumunda önemli bir et­ken olmuşsa, doğalcılığın ya da doğalcı gerçekçiliğin oluşumunda da belirlenimcilik önemli bir etken olmuştur. Belirlenimciliğin (determinizm) yaslandığı görüş kısa­ca şöyle özetlenebilir: Doğa olaylarında aynı nedenler, aynı koşullar altında, aynı sonuçları doğurur. Deney yöntemi bu görüşün ürünüdür. Bu yöntemi Claude Bernard (1813-1878) uygulamaya koymuş, canlı varlıkların incelemesinde deney­leme yönteminden yararlanılabileceğini kanıtlamıştı. Zola da (1840-1902) bu yön­temin insanın duygusal ve düşünsel yaşamına uygulanabileceğini, yazınsal ürün­lerin yaratımında da kullanılacağını savunmuştur. Savuncasmı da Deneysel Roman adlı yapıtında açıklamıştır. Şöyle ki dış dünyanın nesnel ya da soğukkanlı bir bi­çimde yansıtılması yetmez. XIX. yüzyıl, bilim yüzyılıdır. Bilimsel verilerden yarar­lanmak, türlerin başlangıcı öğretisine olduğu kadar, çevrenin insanın kişiliğini belirleyen etki gücü yasasına da bağlı kalmak gerektiğini öne sürmüştür.

Doğalcılık, gerçekçilikten hangi yönüyle ayrılır? Tipleştirmeye başvurmama, yaşam çözümlemesinden yeterince yararlanmama… Bunun anlamı şudur: Yazar dış dünyayı, yaşamı devingenliği içinde yansıtmaz. Belirli koşulların bağlamı İçinde insanı ele alır, onun duygu ve düşünce evrenini yetiştiği doğal ve toplumsal çevrenin etkisi doğrultusunda çizer. Daha açıkçası kişiler istençleriyle davrana­maz. Belirli koşullardır onları yönlendiren. Oysa “gerçekçi yöntem, yazara ka­rakterin ya da çevresinin en önemli çizgilerini seçip vurgulama, dolayısıyla da bun­ların gelişmesindeki eğilimleri anlama ve doğru olarak tanıtma olanağını sağlar.”

Emile Zola, doğalcı ya da doğalcı gerçekçiliğin hem kuramcısı hem de işçisidir. Nitekim Rougon-Macquart, İkinci İmparatorluk devrindeki bir ailenin toplumsal ve doğal tarihi adlı yirmi ciltlik bir roman dizisinde bir soyun (ırkın) başına gelen, sinir ve kanla ilgili hastalıkların nasıl birbirini izlediğini göstermiştir. Bu dizide yer alan Meyhane, Germinal… gibi romanlarda içinde bulundukları korkunç ko­şulların insanı nasıl hayvanlaştırdığını belirtmeye çalışmıştır.

Doğalcı gerçekçilikte betimleme başat anlatım biçimlerinden biridir. Ne ki betimleme sınırlı bir anlam içerir. Zola, “insanı belirleyen ve tamlayan bir çevre resmi” diye tanımlar betimlemeyi. Plastik bir gerçekçiliğe yöneliktir bu tür be­timleme. Nesnelere çevriklik, ayrıntıları belirli bir noktaya göre düzenleme do­ğalcılığın betimleme biçiminde görülen özelliklerdir.

Doğalcılığın temel çelişkisi insana bakış açısında düğümlenir. Çünkü insan çevrenin biçimlendirdiği bir varlıktır, çevreden gelen etkilerin altındadır. Ne ki Çevre üzerinde değiştirici, kendi yazgısını biçimlendirici bir güç taşımaz. Toplum­sal nedenselliği bir yana atar, biyolojik nedenselliğe ağırlık verir.

Doğalcı gerçekçilik toplumsal nedenselliği bir yana attığı için salt yaşananın nesnel bir yansıtımıyla yetinmiştir. Siyasal ya da insansal sonuçlar çıkarma, bu çı­karımlar üzerinde kimi yorumlara yönelme doğalcı gerçekçiliğin yönteminde yoktur. Andığımız yapıtlarında anamalcı düzenin, II. İmparatorluk döneminin ya­rattığı yaygın yoksulluğu bütün yönleriyle sergilemiştir Emile Zola. Buna karşın sergilediği koşulların değişebileceğini göstermemiştir, Çünkü insanın koşulları değiştirme gücü yoktur. Doğalcı gerçekçi yaklaşımın ölü noktası burada ortaya çıkıyordu. Yaşanılan gerçekler yansıtılıyor, yansıtılan gerçeklerin içinden geleceğe bakılmıyordu.

Fransız yazarlarından Alphonse Daudet (1840-1897) de jack adlı romanıyla do­ğalcı gerçekçiliğin içinde yer almıştır. Anamalcı ve işleyim toplumunun insan üze­rindeki acımasız baskısına ayna tutar bu yapıtıyla Daudet. Öte yandan Norveçli oyun yazarı Henrik İbsen’i (1828-1906) de doğalcı gerçekçiliğin büyük adları ara­sında anabiliriz. İnsanı dirimbilim (biyoloji) açısından ele alan, çevre ve soyaçekim yasaları içinde biçimlendiren anlatıma yaslandırmıştır yapıtlarını. Sözgelimi Hort­laklar adlı oyununda soyaçekim ve çevrenin etki yasasının somutlamasını yapar. Şöyle de diyebiliriz: İbsen, bu oyununda Darvvin’in çevrenin baskısı ve karakter­lerin oluşumu üzerine söylediklerini sanki kanıtlamak istemiştir. Hortlaklar im­gesi soyaçekimin yerini alır oyunda. Öyle ki oyunun temel kişisi Osvvald’ı sayrılık yoklamasından geçiren doktor şöyle der: “…Daha doğumda sende bir kurt ye­niği varmış… Babaların günahı oğullara geçer.

“Doğalcı gerçekçiliğin temel yasalarından biri insanın yazgısını koşulların ve çevrenin çizmiş olmasıdır. Bu çevre ve koşullara başkaldırsa da onları değiştiremez. Nitekim Oswald’ın annesi Bayan Alving oğlunu bu çevreden uzaklaştırmaya çalı­şır. Ancak sonuç değişmez. Oyunun bir yerinde Bayan Alving çevreyi ve soyaçe-kimi hortlaklarla özdeşleştirerek şunları söyler:

“Hepimizin hortlaklar olduğunu düşünüyorum, rahip efendi. Sadece anne­lerimizin ve babalarımızın bize bıraktıkları şeylerin içimizde hareket etmesiyle kalmıyor ki. Her şey öyle: Bir sürü ölü fikir, hayatsız, eski inançlar… Hiçbirinde hayat yok, buna rağmen her yanımızı sarmışlar. Bunlardan kurtulamıyoruz bir türlü…”

Daha önce de yinelediğimiz gibi, yazınsal akımların birbiriyle uyuşan ya da çe­lişen yönleri vardır, Örneğin İbsen ve onun Hortlaklar’ı üzerinde çalışan yazın ku­ramcıları salt doğalcı gerçekliğin yasalarını saptamakla kalmamışlar, gerçekçiliğe ve kuralcı gerçekçiliğe (klasisizme) de açık olduğunu söylemişlerdir onun. Tıpkı onu izleyen bir başka oyun yazarı August Strinberg (1882-1912) gibi. Baba adlı yapıtında doğalcı gerçekçiliğin dokusunu açık seçik görebiliriz. Karı koca arasın­daki çatışma üzerine temellenen Baba oyunu sanki Darwin’in Türlerin Kökeni adlı yapıtında öne sürdüğü doğal seçme yasasına göre oluşturulmuş gibidir.

Zola’nın kuramcısı ve uygulayıcısı olduğu doğalcı gerçekçiliğin doruk adlarından biri de Alman oyun yazarı Gerhardt Hauptmann’dır (1862-1946). Güneş Doğar­ken, Dokumacılar, Rose Berna, Güneş Batarken … gibi yapıtlarında doğalcı gerçekçi bir güzelduyusal doku içinde ele alınmıştır insan. Özellikle Dokumacılar adlı oyunun­da Zola’nın Germinol’indeki madencilerin ayaklanmasını anıştıran bir yapı vardır. Bu oyunda Hauptmann Zola gibi, bireylerin dramını değil yığınların dramını vur­gulamaya çalışır. Bu dram çevrenin insanlar üzerindeki yırtıcı baskısından kaynak­lanır.

E. Fischer Sanatın Gerekliliği adlı yapıtında anamalcılıkla sanat arasındaki et­kileşimi vurgularken sözü doğalcı gerçekçiliğe getirir ve şunları söyler: “Burju­va sınıfının yozlaşmasını, halkın yoksulluğunu, emekçi sınıfın direnişini Zola ro­manlarında bir çözüm umudu olmadan, silkip atılması gereken bir karabasan gibi anlattı. İşte doğalcılığın güçlü ve zayıf yanları korkunç toplumsal koşulların bu nesnel betimlenişinde ve bu koşulların değişebileceğini göstermeme direnişin-dcdir. ikiliği burada ortaya çıkmaktadır. Belli bir süreden sonra doğalcılığın ya kendini aşarak toplumculuğa dönüşmeye ya da kaderciliğe, simgeciliğe, gizemci­liğe, dinciliğe ve tepkiciliğe dönüşüp ortadan kalkmaya karar vermesi gerekir.” (s. 82-83).

Toplumcu gerçekçilik

Fischer’in bu saptayımı gerçekleşmiş, gerçekçilikte yeni bir aşama başlamış­tır. Bu, salt kurulu toplumsal düzenin çarpıklıklarını, yozlaşmışlıklarını, eşitsizli­ğini yansıtmayı değil; bunlara yol açan düzeni değiştirmeyi de amaçlayan toplumcu gerçekçilik yönsemesidir. Bu yönsemeyi bir terime ağdırarak adlandıran, ona toplumcu gerçekçilik adını veren Maksim Gorki (1868-1936) olmuştur. Ancak Gorkî’ye gelinceye değin bu yönseme adı konmamış, ilkeleri saptanmamış olsa da bir yöntem olarak yazınsal yaratılarda uygulanmıştır. Sözgelimi Fransız roman­cısı Anatole France (1884-1924), Tanrılar Susamışlardı, Meleklerin İsyanı… gibi romanlarında toplumdaki çelişmeleri, dengesizlik ve adaletsizlikleri sergilemiş; işçilerin, emekçilerin tarihin akışı içindeki önemini sezdirmeye çalışmıştı. Ne ki önemini sezdirmeye çalıştığı bu güçlerin tarihin akışını, toplumun yapısını değiş­tirecek gizilgücü taşıdıklarını algılayamamıştı.

Toplumcu gerçekçiliğin boyutlanmasında Birinci Dünya Savaşı’yla, onun ar­dından gelen Rusya’daki Ekim ihtilali’nin etkisi vardır. Anamalcı toplum düzeni­nin, yeni bir toplum düzenine dönüştürme sürecini başlatacak düşüncelerin yay­gınlaşmasına, bu düşüncelerin yazınsal ürünlerin dokusu içinde yer almasına yol açmıştır. Şöyle de denebilir, anamalcı düzenin çok yönlü bir eleştirisini yapma, bu düzenin yerini alacak olan toplumcu (sosyalist) düzeni gösterme eğilimi güç­lendi.

Toplumcu gerçekçilik Marksist dünya görüşü üzerine oturan, dünyayı ve in­sanı bu görüş doğrultusunda algılayan bir yazınsal akımdır. Toplumsal çatışmayı ve bu çatışmanın insan üzerindeki etkilerini yansıtır. Bu yansıtımın en güzel ör­nekleri Gorki’nin çizdiği İnsan manzaralarında görülebilir. Anamalcı düzenin yır­tıcılığını geleceğe olan inanç ve iyimser bir yaklaşımla öykülerinde ve romanların­da sergilemiştir. Bunu yaparken insanın hem kendisini hem çevresini değiştire­bileceği gerçeğini, kendi yazgısının demircisi olduğu gerçeğini vurgulamıştır. İn­sana “kendi kendisinin efendisi olabilmesi için” savaşması gerektiğini nedensclli-ğiyle birlikte göstermiştir. Anlatımını bu yönde biçimlendirmiş, şiirsel, açık ve yalın, gülümseyen bir temel üzerine oturtmuştur. Serseriler, Stepte, Yaşanmış Hi­kâyeler adlı öykü yapıtlarında, kendi özyaşamöyküsü üzerine yasladığı Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim, Çocukluğum üçlemesinde Gorki’nin, daha doğ­rusu toplumcu gerçekçiliğin bu yönü bütün boyutlarıyla görülebilir. Ana, Arta-monoralar, Klim Samgin’in Hayatı, Foma … gibi roman türündeki yapıtlarıyla A-yaktakımı Arasında, Küçük Burjuvalar adlı oyunlarında Rusya’daki kentsoylu sınıfın çöküşünü, daha kapsamlı bir deyişle yaşadığı dönemdeki Rusya’nın iç ve dış yapı­sını bireşimsel bir yöntemle aydınlatır.

Toplumcu gerçekçilik yazında ideolojik boyutun ağır basması, güzelduyusal ve sanatsal yönlerin arka plana atılması demek değildir. Tam tersine ideolojik il­kelerle güzelduyusal ilkelerin bir kâğıdın iki yüzü gibi ayrılmaz bir biçimde bile­şimini içerir. Bu yönden yaşamı zenginliklerinden soyarak anlatmaya, şematizme ve şablonculuğa temelde karşıttır. İnsanı algılayış ve yansıtış yönünden de böyle­dir bu. Çünkü insan içinde bulunduğu toplumsal çevrenin ürünü olarak duyan, düşünen, tasarlayan bir varlıktır.

Toplumculuğun toprağında boy atıp gelişen bir akımdır toplumcu gerçekçi­lik. Bu yönden bireyle toplumsal düzen ve yapı arasındaki çatışmayı yansıtma yerine bu çatışmayı ortadan kaldıracak, bireylerin gelişmesine olanak sağlayacak; onları ruhsal ve fiziksel çöküşten, aktöresel yozlaşmadan kurtaracak bir düzeni yansıtmayı amaçlar. Bu yönüyle de eleştirel gerçekçilikten ayrılır. Eleştirel gerçek­çilikte bireyin kendini tüketen koşullara karşı nasıl direndiği, başkaldırdığı gös­terilmeye çalışılır. Toplumcu gerçekçilikteyse bu bireysel direnti, bu bireysel başkaldırı kitlesel bir genişlik kazanır. Kitleler girer romana, oyuna, öyküye. Böy­lece yazınsal yaratıların insan dokusu değişir. Nitekim Gorki gibi toplumcu ger­çekçiliğin işçilerinden ve kuramcılarından biri sayılan Mihail Şolohov (1905- …) yapıtlarıyla akımın bu yönsemesini somutlamıştır.

Mihail Şolohov, Don kazaklarının Birinci Dünya Savaşı’ndaki ve Rus İhtilalin-deki serüvenlerini Ve Durgun Akardı Don adlı yapıtında anlatır. Bu uzun soluklu roman, bir savaş romanı olmaktan çok, toplumcu gerçekçiliğin romana uygulan­ması gibidir. Toplumcu gerçekçiliğin belirleyici özellikleri romanın dokusuna us­taca sindirilmiştir. Şöyle ki yazar, bu romanında, insanın, eski düzenin kendisine aşıladığı görüş ve düşüncelerden nasıl sıyrıldığını; geçmişin çağdışı kalmış toplum­sal ilişkilerinin çöküşünü destansı bir anlatımla yansıtmıştır. Kişilerin karakterle­rini belirleyen somut koşullar olduğu gibi verilmiştir. Ayrıca toplumu ve toplu­mun çekirdeği olan ailedeki töreleri eleştirme, bu törelerle romanın kişileri ara­sındaki çatışmayı vurgulama, savaşın insanoğluna yüklediği derin acıları gösterme romanın çatısını oluşturan ana boyutlardan biri olmuştur.

M. Şolohov’un öteki yapıtlarında, Uyandırılmış Toprok’ta, Onlar Vatan İçin Çar-pıştılar’da “sosyalist düzene” geçişin sancıları Marksist bir yaklaşımla çizilir. Ro­manlara giren yığınlar ülküleştirilmeden, yeni düzene karşı gösterdikleri tepkiler içinde ele alınır ve bunların nasıl bilinçlenmeye ulaştıkları gösterilir. Kitlelerin yeni bir bilinçle gelişimidir bu. Bu da sanatçının insanın kişiliğindeki yeni ve ile­rici yönsemeleri gözlemlemesi, bunları sivriltmeden vermesine bağlıdır. Başka türlü söylemek gerekirse toplumcu gerçekçiliğin karakter çizme yöntemiyle ya­kından ilgilidir.

Toplumcu gerçekçilikte karaktere hangi açılardan bakılır? B. Suchkov Ger­çekçiliğin Tarihi adlı yapıtında bu soruyu değişik boyutlar içinde değerlendirir­ken şunları söyler: “Sosyalist gerçekçilik, karaktere, her şeyden önce çok çeşitli toplumsal etkilerin şekillenmesine yardım ettiği bireysel bir fenomen olarak ba­kar. Bu bakımdan sosyalist gerçekçilik, eleştirel gerçeklikte görülen karakter kavramını miras olarak alıp geliştirir. Ne var ki tam bu noktada bu iki yöntem ara­sındaki benzerlik kesilir, çünkü, sosyalist gerçekçilik, kahramanın karakterindeki toplumsal başat’\ (sosyal dominant’ı) algılar ve açığa koyar; ki burada, bireyin, ha­yatın dönüşüme uğratılmasıyla, hayatın tarihsel hareketi ve değişmesiyle, insan ruhundaki tutku, çıkar ve eğilimlerin mücadelesini önceden belirleyen ve koşul­landıran etkenlerle ve insanın yaşadığı çağın toplumsal mücadele ve çalışmalarıy­la olan bağıntısı yatar. Bilinçli historisizm, sosyalist gerçekçi yazarın, karakterde­ki toplumsal başatı (dominant’ı), kendi manevi gelişmesinin temel bir etkeni ola­rak görmesini sağlar. Sosyalist gerçekçi edebiyat, karakterlere büyük bir çoğunluk ve değişkenlik getirmiştir; çünkü, sosyalist gerçekçi edebiyat, yeni toplumsal ilişkilerin kurulması karmaşık sürecini ve kitlelerin yeni toplumsal farkındalığını yansıtabilmiştir. Sosyalist gerçekçi edebiyat, birey ile toplum arasındaki eleştirel gerçekçiliğin yapmış olduğundan çok daha karmaşık ilişkilerin bir çözümünü ve araştırılışını temsil eder.” (s. 286-287).

Toplumcu gerçekçilikte kahraman ülküleştirilmez, içinde bulunduğu top­lumsal koşullar ve ilişkiler içinde ele alınır. Ancak bu koşullar ve ilişkileri kişi­liğini geliştirme yönünde değiştirmeye savaşır. Kendi kişisel çıkarını toplumsal çıkarlarla bütünleştirmiş bir kişidir o. Terimsel bir adlandırmayla söyleyelim: Olumlu kahramandır. “Olumlu kahramanın güzelliği, sadece belirli ideal nitelik­leriyle ortaya çıkmaz, bu niteliklerin iç çatışma ile biçimlenişi, bu niteliklerin pe­kişmesini engelleyecek her şeyi alt eden sağlam, ilerici güçlerin ve eğilimlerin za­feri ile kahramanın güzelliği anlatıma kavuşur.” Öyle ki kahramanın bu gelişim sü­reci, okuyucuyu etkileyecek, onun da bu kahraman gibi bir gelişim gösterebile­ceği düşüncesi okuyucuda oluşacaktır.

Olumlu kahraman yaratma, geleceğin sınıfsız toplumunu sezdirtme toplumcu gerçekçiliğin kuşatımı içinde yer alan özelliklerdir. Bu noktada coşumculuğa (ro­mantizme) yaklaşır yer yer. Ama bu geleneksel coşumculuktan ayrı bir renk taşır. Erişilmeyecek bir düşün ardında değildir toplumcu gerçekçilik. Geleceğe yönelik, düşle beslenmiş imgeler ve coşkusal öğeler içerdiği içindir ki coşumculuğa yaklaş­madan söz edilebilir.

Toplumcu gerçekçilik sanata ve yazına nasıl bir işlev yüklemektedir? Tartış­ma gündeminde olan bir sorudur bu. M. Şolohov, Nobel Ödülü konuşmasının bir yerinde bu soruyu getirerek sözü, şunları söyler:

“Okuyucuya namuslu söz söylemek, halka doğruyu anlatmak, gerçeği anlatır­ken kimi zaman sert ama her zaman yürekli olmak, insanların yüreğine gelecek adına, kendi güçleri adına, geleceği biçimlendirmedeki yetenekleri adına güçlü inanç salmak. Bütün dünyada barış için mücadele etmek ve yazdıkları kanalıyla yazılarının ulaşabileceği her yerde barış savaşçıları yetiştirmek, insanları ilerlemek için duydukları soylu ve doğal isteklerinde birleştirmek. Sanat, insanların kafala­rını ve yüreklerini etkileyecek büyük güce sahiptir. Bir insanın sanatçı tanımına hak kazanması için, bu gücü, insanların ruhunda güzeli yaratmaya yönelmesi, in­sanlığın iyiliğine yöneltmesi gerektiğine inanıyorum.”

Yapıt ve yaratılarıyla bu inancı yaymaya, kökleştirmeye çalışan sanatçılar kimler olmuştur? Bu soruyu yanıtlama bu yazının amaçları dışında kalır. Ancak toplumcu gerçekçiliğin içinde tümüyle yer almasalar bile, kimi yapıtlarıyla bu akı­mın içeriğine ve özelliklerine yaklaşmış adlardan da kimilerini sıralayalım: Romain Rolland (1866-1944: Kurtlar, Danton, Beethoven’in Hayatı), Thomas Mann (1875-1955: Buddenbrcok’lar, Büyülü Dağ, Dr. Faustus, Değişen Kafalar, Yusuf ve Kardeş­leri…), Theodore Dreiser (1871-1945: Dahi, Amerikan Tragedyası…) Sinclair Le-wis (1885-1951: Ana Cadde, Bizim Mr. Wrenn, Suçsuzlar, İş, Babbitt, Dodaworth …), john Dos Passos (1896-…: 42. Paralel, Büyük Para, Genç Adamın Serüvenleri, Bir Ulusun Bilançosu, Seçtiğimiz Ülke…), Jack London (1876-1916: Ormanın Çağırışı, Hayatı Sevmek, Demir Ökçe, Martin Eden, Son Şans Kabaresi, Büyük Evin Küçük Hanımı…), John Steinbeck (1902-1968: Gazap Üzümleri, Bitmeyen Kavga, Sardal-ya Sokağı, Bilinmeyen Bir Tanrıya, Cennetin Bahçesi, Fareler ve İnsanlar…), Ernest Hemingvvay (1898-1961: Silahlara Veda, Çanlar Kimin için Çalıyor? Yenilmezler, İhtiyar Adam ve Deniz…), O’Neill (1888-1953: Kara Ağaçlar Altında Arzu, Araya Giren Garip Oyun, Günden Geceye, Sonsuz Günler, Elektroya Yas Yaraşır…).

Kuşkusuz sıraladığımız bu yazar ve yapıtların tümünü toplumcu gerçekçilik­le nitelendirenleyiz. Değindiğimiz gibi bunların insana ve yaşama bakışlarında, insanı ve yaşamı yansıtışlarında toplumcu gerçekçilikten esintiler, izler taşırlar.

Kentsoylu gerçekçilik

Sık sık yinelediğimiz gibi gerçekçilik ve onun türleri, büyük ölçüde insanın algılanış ve yansıtılış biçimiyle ilgili olmuştur. Kentsoylu gerçekçilik de bu biçim­lerden biridir. Buna göre doğuştan yalnızdır insanoğlu. Çevreyle, çevresindeki insanlarla ilişki kuramaz. Toplumdışıdır. Bu görüş varlıkbilimsel açıdan ele alınır­sa varoluşçuluktan kaynaklandığı ortaya çıkar; çünkü, varoluşçular da aynı savı öne sürerler: İnsanın var oluşu, var olma, özden önce gelir. Bu, şu anlama gelir: İnsanoğlu önce dünyaya gelir, sonra da kendi özünü yaratır. Dünyada kendisine yol gösterecek, kendisine yardım edecek tek varlık yine kendisidir. Bunun için de özgürdür, daha doğrusu özgür olmaya yargılıdır, Özünü şu ya da bu yolda yarata­bilmek için sürekli olarak seçme sorunuyla karşı karşıyadır. Seçme durumunda da kalışı, insanda bunalım yaratır. Yaslanacağı, dayanacağı hiçbir güç yoktur.

İnsan varoluşunu böyle algılama yazınsal yaratılarda iki ayrı yolda karşımıza çıkar. Bir kez insan, kendi yaşantısının içinde tutsaktır, bu yaşantının sınırları dışına çıkamaz. Sonra kendi yaşantısının sınırları içine tutsaklanmış insanın geçmişi, “kişisel tarihi” de yoktur. Dünyaya anlamsızca fırlatılmıştır. Ne çevresi ona biçim verebilir ne de o çevresine. Bu yüzden varoluşçu yazarların yapıtlarında terimsel anlamıyla tipler ve karakterler yoktur. Bunların yerine durumlar vardır. Değişik durumlarla karşı karşıya gelen insanlar davranışlarını saptamada özgürdür. Karşı­laşacakları durumlara göre gösterecekleri eylemler onların özlerini oluşturur. Bunların neler yapacağı, olaylar karşısında nasıl davranacakları Önceden kestiri­lemez.

Kentsoylu gerçekçilik bir yandan varoluşcu felsefeye yöneldiği gibi bir yandan da “tarihin tüm seyrini, modern uygarlığın başlıca çizgilerini ve çağdaş toplumsal çatışmaların mahiyetini …belirleyecek olan şey, insanın içgüdüleri, fiziksel arzuları, şehvet duyguları ve nevrozlarıdır” düşüncesini savunan Freud’çu felsefeyi de kuşatır. Doğal olarak kentsoylu gerçekçilikte toplumsal güdülere yer verilmez, toplumsal güdülerin yerini biyolojik ve ruhsal güdüler alır. Bunun en güzel örneğini Amerikalı romancı William Faulkner (1897-1963) vermiştir. Öte yandan insanın dünya ve toplum içindeki konumunu irdeleyen varoluşçu yaklaşımı da J.P. Sartre (1905-1979: Duvar, Özgürlük Yollan, Bunaltı, Sinekler, Saygılı Yosma, Kirli Eller, Gizli Oturum…), Albert Camus (1913-1960: Yabancı, Veba, Dü­şüş, Yanlışlık, Caligula…), Simone de Beauvoir (1908-…: İkinci Cins, Düzenli , Bir Genç Kızın Anılan…), Franz Kafka (1883-1924: Dava, Açlık Şampiyonu, Şato, Ame­rika, Değişim, Ceza Sömürgesi…) gibi yazarların yapıtlarında bulabiliriz.

Kentsoylu gerçekçilikte yaşamın nesnel ölçülere göre incelenmesi, araştırıl­ması bir gereksinim olarak duyulmaz. Daha açıkçası dış gerçekçilik yadsınır. Bi­linç akımı tekniği dîye adlandırılan yöntemin öne çıkması da bu yadsımanın doğal sonucu olarak görülebilir. Bilinç akımı tekniğiyle insanın iç dünyası, bilinçaltı, zihni doğru bir yansıtılma amaçlanır. İnsan, düşüncelerinin dümdüz akışı içinde değil, düşleri, izlenimleri, düşünceleriyle bir bütün olarak verilmeye çalışılır. Ki­şilerin düşünceleri mantıksal ve zamansal bir sıra izlemez. Tam tersine birbiriyle bağıntılı olmayan sıçramalar, atlamalar yapar. Bu teknikte zaman ve uzay ayrımı yok gibidir. Olayların akışında zamansırasal bir yol izlenmez. İçkonuşmalar, ora­dan oraya atlamalarla gelişir anlatı.

Kentsoylu gerçekçiliği içinde yer alan ve bilinç akımı tekniğini kendi yaratı­larında uygulayan yazarların başında James Joyce (1882-1941: Dublin’liler, Bir De­likanlının Sanatçı Olarak Portresi, Ulyeses..) gelir. V. Woolf (18882-1941: Mrs. Delloway, Dalgalar, Yıllar…) da bilinç akımı tekniğini kentsoylu gerçekçilikte bir yöntem olarak kullanan yazarlardan biridir.

İnsan imgesi çağdan çağa değişmiştir. Toplumların yapısı, değişen bu yapı içinde insan ilişkileri de. Bunlara bağlı olarak gerçeğin algılanış ve yansıtılışı da de­ğişmiştir. Gerçekçiliğin değişik türler ve aşamalar göstermesi bu olgunun doğal bir sonucudur.

Emin Özdemir

(T.D. Dergisi,Ocak 1981,Sayı:349)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz